İlkadım Dergisi Sayı: 306

Page 1

sayı

306 ISSN-1307-6973

7,5

• Ocak 2014

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

Aslolan Müslüman kalabilmek, Müslüman olarak yaşayıp Müslüman olarak ölebilmektir.

BAŞYAZI • Kardeşlerinizin Arasını Düzeltin!

KAPAK DOSYASI • Sosyal Müslümanlık ve Sosyallik

HİZMET ADABI • Baş Olma Sevdası

• Zor Zamanlarda Müslüman Kalmak • Müslüman mısınız? Gerçekten mi?



Sosyal Müslümanlık ve Sosyallik

6

Zor Zamanlarda Müslüman Kalmak

11

ilkadım İÇİNDEKİLER İLKADIM’DAN/2 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Kardeşlerinizin Arasını Düzeltin!/4 KAPAK Tahir Dağaslanı -Sosyal Müslümanlık ve Sosyallik/6 Fatih Özel - Zor Zamanlarda Müslüman Kalmak-/11 Hamdi Öz - Müslüman mısınız? Gerçekten mi?/17 ZEKİ SOYAK HOCAMIZDAN Halimizden Bîzarız/22 HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Baş Olma Sevdası/24

Müslüman mısınız? Gerçekten mi?

17

Tarihe Yön Veren Simalar-Ahmet Belada

33

KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan “Bir Şeylerle İmtihan Edeceğiz…” /26 HADİS İKLİMİ/Ahmet Ağmanvermez Kıyametin Büyük Alametlerinden Deccal Fitnesi ve Hazreti İsa’nın Gelişi/28 FIKIH/Mehmet Şentürk Allah’tan Başkası Gaybı Bilemez/30 TASAVVUF/Cemil Usta Dua-3/32 KİTAPLIK/M.Seçuk Özdoğan Tarihe Yön Veren Simalar-Ahmet Belada/33 EĞİTİM/Doç. Dr. Rüştü Yeşil İnsanı Bütünüyle Eğitmek/34

Hoşgörü Dershanesi

38

Siyonistlerin Tahammül Edemediği Yalın Ayaklı Çocuk

40

İHSAN PENCERESİ/Fatih Yılmaz Helak olan 5 Kişi/36 LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Hoşgörü Dershanesi/38 TARİH KORİDORİ/Mehmet Erturan Siyonistlerin Tahammül Edemediği Yalın Ayaklı Çocuk/40 DÜNYANIN NABZI/İbrahim Aydemir Türk Dış Politikasına Genel Bakış/42 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Önde Gidenler Dikkat!/44 İMBİK/Nuri Ercan Muhalif Olamama/46 DÜŞÜNCE UFKUMUZ/Atilla Değirmenci İlahî Sistemin Kavramları ve İnsan/48


ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net

Kıymetli Okuyucu, Müslümanlar olarak yine zor zamanları yaşıyoruz. “Süfli varlıklar izbeden, karanlıktan hoşlanırlar. Karanlık düşünceli, karanlık fikirli, karanlık emeller besleyen, kara kalpli kişiler de belirsizlikten, huzursuzluktan, güvensizlikten ve kargaşa ortamından haz alırlar. Böyle bir ortamın oluşması için bütün imkânları kullanır, görülmemiş hinoğlu hinlik yaparlar. Çünkü onlar kimin elinin kimin cebinde olduğu bilinmeyen, kimin kime emir vereceği, kimin yetkili, kimin yetkisiz olduğu belli olmayan, kavramların özellikle karıştırıldığı, amirin memurun belirsiz olduğu, hayâlî suçların ve suçluların üretildiği böyle ortamlarda hayat bulurlar, kese ve kasalarını doldururlar, pis ve çirkin emellerini gerçekleştirmeye çalışırlar.

ilkadım

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

YIL: 22 SAYI: 306

Ocak 2014 Fiyatı: 7,5 TL KDV D

/ilkadimdergisi

...Geçmiş olaylardan ibret almayan basireti ve firaseti körelmiş, despotluğa heveslenen asrımız zavallıları da kötü akıbetlerini tacil etmekten öte bir neticeye varamayacaklardır.

/ilkadimdergisi

sayı

306 ISSN-1307-6973

7,5

• Ocak 2014

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

Aslolan Müslüman kalabilmek, Müslüman olarak yaşayıp Müslüman olarak ölebilmektir.

2

BAŞYAZI • Kardeşlerinizin Arasını Düzeltin!

KAPAK DOSYASI • Sosyal Müslümanlık ve Sosyallik

HİZMET ADABI • Baş Olma Sevdası

• Zor Zamanlarda Müslüman Kalmak • Müslüman mısınız? Gerçekten mi?

Ancak bu arada, olan insanlığa olmakta, insanlığın huzur ve sükûnu için yapılan hayırlı çalışmalar aksamakta, bir kısım kişi ve kuruluşlar zarar görmekte, bir kısım masum insanlar zulme uğramakta ve insanlık bir bedel ödemektedir. Çok tabiî olarak böyle zamanlarda samimi ile gayri samimi olanlar, sadık olanlarla ihanet edenler, mü’minler de münafıklar da daha bir açıklıkta ve netlikte fark edilmekte, anlaşılmakta ve dost düşman belli olmaktadır. Tarih hafızasını kaybeden toplumlar, tarihî olaylardan, sosyal hadiselerden ders alamaz, sağlıklı yorumlar yapamaz, sağlıklı neticelere varamazlar. “Gemisini kurtaran kaptandır” derler. Bazı durumlarda belki doğrudur. Ancak kaptân-ı deryalığa soyunanlar veya kaptân-ı derya makamında olanlar için büyük bir züldür. Donanmasını kaybeden bir kaptân-ı derya, kendi gemisini kurtarmakla kahraman olamaz. Olsa olsa bir korkak, bir kaçak, belki de bir hain olur. Bir topluma yapılan dayatmalar karşısında şahsını, gru-


bunu veya müesseselerini kurtarmayı marifet sayan, başarı sayan fert ve gruplar SARI ÖKÜZ hikâyesini okusunlar...” Merhum Zeki Soyak Hocamız yıllar önce kaleme aldığı “Sarı Öküzün Hikayesi” adlı yazısında son günlerdeki gündemi özetliyor kanaatindeyiz. Rabbimiz hepimize firaset, basiret versin. “Kim Kur’an’ın temel disiplinlerine, Sünnet-i Sahihaya, İslam’ın hukukuna, modern hukuka, günümüz demokratik telakkilerine aykırı hareket etmişse; adalet-i Kur’aniye’ye göre, modern hukukun adalet sistemine göre bir yanlışlık yapılıyorsa şayet, Allah onları yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın.” Beddua veya lanetleşme, bu ifadeler bir “kanaat önderi”nin “ölçüleri” ve ifadeleri. Sapmamak, istikameti muhafaza edebilmek için merhum Zeki Soyak Hocamızın tadat ettiği ölçülerimizi de bu vesile ile tekraren hatırlayarak ve hatırlatarak konuyu noktalayalım: “İslam’a bir bütün olarak bakmak, Vasıtaları gaye edinmemek, Mezhep, meşrep taasubu gözetmemek, İtidal üzere olmak, İşleri istişare ile yapmak.” *** Dergimiz ocak sayımızla birlikte yenilenerek ve yeniliklerle karşınızda. Görsel değişikliklerin yanında yeni yazı ve yazarlar da bizlerle birlikte olacak inşaallah. İbrahim Aydemir, “Dünyanın Nabzı”nı tuttuğu dış politika yazılarıyla aramızda olacak. Atilla Değirmenci, kavramlarımızı gündemimize taşıyarak “Düşünce ufkumuzu” gelişmesine vesile olacak. Mehmet Erturan ise Genç Bakış’ını tarihe çevirerek bizleri “Tarih Koridoru”nda gezintiye çıkaracak. Yeniliklerimizin devam edeceği bilgisini de vererek sizleri dergimizle başbaşa bırakıyoruz. Selam ve dua ile...

Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yrd.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Atilla Değirmenci İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ M. Selçuk Özdoğan Murat Ünal Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep:0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel:0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 Gsm:0544 713 19 82 Şube Kayseri: 0535 251 41 07 Konya: 0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 90 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.

3


BASYAZI . Nureddin Soyak

Kardeşlerinizin Arasını Düzeltin! Samimi Müslüman, Müslümanların birbiri ile kavgasına asla razı olamaz, Gücü nispetinde onu engellemeye, aralarını bulmaya çalışır. Buna gücü yetmezse, haklının yanında yer alır. Bunu yaparken tamamen Rabbine ve Rasulüne kulak verir. Haksızlarla mücadele eder.

R

abbimiz buyurdu ki:

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurat, 10) Rabbimiz inananları kardeş ilan etmiştir. Müslümanlar aralarındaki kardeşliğin tesisi için tüm gayretlerini sarf etmelidirler. Kardeşlerin arasını bozanlar, bozulan kardeşlikleri düzeltme gayretinde olmayanlar Rablerine karşı gelmiş olurlar. Kardeşlik Rabbimizden dolayıdır. Bugün Müslümanların kardeşliklerindeki sıkıntı, başka dolaylardan kardeş olunduğundandır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Nefsim Yed-i Kudretinde Olan Zat’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız!” (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) Mü’minlerin ilk vazifesi kardeşlerini sevmesidir. İslam medeniyeti sevgi medeniyetidir. İslam bu günlere bu sevgi sayesinde ulaşmıştır. Müslümanlar hangi kardeşlerini daha çok seviyor? Rabbinden dolayı kardeşlerini mi? Hocasından dolayı

4

kardeşlerini mi? Müslümanlar Rabbi için kardeş olup Rabbi için sevmedikçe, gerçek kardeşliğe ve gerçek sevgiye eremezler. Bundan dolayı da aralarındaki husumet ve düşmanlıklar bitmez. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz, Kim kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir Müslüman’ı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir Müslüman’ı örterse Allah da onu kıyamet günü örter.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) Müslümanlar, birbirine destek ve yardımcı olmaya memurdurlar, köstek olmaya değil. Rabbimiz buyurdu ki: “Allah’a ve Rasulüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46) Rabbimiz, kendisine iman eden mü’minlerin birbiri ile çekişmesine razı değil. Birbiriyle çekişen Müslümanlar Allah ve Rasulüne itaat etmemiş,


isyan etmiş olurlar. Müslümanlık iddiasında olanlar Müslümanlarla savaşmakla Allah’a savaş açtıklarının farkındalar mı? Bugün bazı Müslümanların, bazı Müslümanlara karşı olan tavrını, gayri müslimlere bile göstermediğine şahit olmaktayız ki bu, Müslümanlar için büyük felakettir, büyük bir sapmadır. Birbirini tekfir eden hocalardan tutun da birbirini tekfir eden Müslümanlar… Müslümanlar imara memurdur, imhaya değil. Bunlar Allah adına mı yapılıyor? Nefis adına mı? Müslümanlık bunun neresinde? Dini gayret bunun neresinde? Nefsî gayretlerini, din gayretle boyamaya kalkışmak en adice bir iştir. Dünyevi çıkar ve menfaatlerini, din kisvesi altında elde etmeye çalışanları Rabbimiz helak eder. Dün Osmanlı paşaları iktidar mücadelesine girdi, güçleri ve devletleri ellerinden gitti, tüm dünya başlarına bela oldu. Dün Afganlı mücahitler Allah’ın yardımıyla, Sovyetleri dize getirdi. Birbiriyle iktidar mücadelesinde ise güçleri, devletleri ellerinden gitti. Amerika başlarına bela oldu. Dün İran’la Irak birbiriyle savaştı, güçleri ellerinden gitti, Amerika Irak’ın başına bela oldu. Bu gün Suriye’de devletle millet birbirine girdi. Kendilerine hizbullah diyenler, paralı Rus askerleri ve Dürzi milislerle Müslüman avındalar. Müslümanların başı belada. Bu belalar, imanından mı, isyanından mı? Ona bakmalı. Dün birbirini katleden Yahudiler, Hıristiyanlar ve dinsizler bugün birleşerek, ABD, AB, SSCB gibi birleşip güçlenirken. Rabbimizin birlik çağrısına uymayan Müslümanlar her geçen gün parçalanıp bölünerek kan kaybetmeye devam etmektedirler. Kalblerinde mü’minlerden çok başkalarının sevgisini barındıranlar, dönüp tekrar tekrar yaptıklarını gözden geçirsinler. Çıkar ve menfaatlerine kardeşliğini, mü’minlerin birlik ve beraberliğini, vatanın huzurunu satanlar, dönüp tekrar tekrar yaptıklarını gözden geçirsinler. Dini değerlere saldırılırken, sesi çıkarmayıp,

Ocak 2013 / 306

çıkar ve menfaatler söz konusu olunca, bangır bangır bağıranlar, dönüp tekrar tekrar yaptıklarını gözden geçirsinler. Zalimlerin zulüm kararlarına içtihat deyip, yanlışlarına da bir sevap yazanlar, mazlumlara destek gemisine “izinsiz çıktılar” diye destek vermeyenler, dönüp tekrar tekrar yaptıklarını gözden geçirsinler. Gayri müslimlere dua edip, Müslümanlara beddua edenler, dönüp tekrar tekrar yaptıklarını gözden geçirsinler. Müslümanların birbiri ile kavgasından kimler kazanıyor, kimler kaybediyor, tarihe bir baksınlar da, dönüp tekrar tekrar yaptıklarını gözden geçirsinler. Yaptıklarınıza kimlerin sevinip kimlerin üzüldüğüne bir bakın da düşmanlar sevinip dostlar üzülüyorsa, dönüp tekrar tekrar yaptıklarınızı gözden geçirin. Dostluklarınızı ve düşmanlıklarınızı belirleyen şey nedir? Menfaatleriniz mi? Mezhebiniz mi? Meşrebiniz mi? Dininiz mi? Dostluklarınızı ve düşmanlıklarınızı belirleyen nedir? “Gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilen Allah’ın” bunu size soracağını unutmayın. Rabbimiz: “Eğer inanlardan iki gurup birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.” (Hucurat, 9) buyurmaktadır. Samimi Müslüman, Müslümanların birbiri ile kavgasına asla razı olamaz, Gücü nispetinde onu engellemeye, aralarını bulmaya çalışır. Buna gücü yetmezse, haklının yanında yer alır. Bunu yaparken tamamen Rabbine ve Rasulüne kulak verir. Haksızlarla mücadele eder. Haksızlar hakka dönerse, “elime düştü” diye zulmetmez, adaletle muamele eder. Müslüman imhaya değil, ihyaya memurdur. 5


KAPAK

SOSYAL

MÜSLÜMANLIK VE SOSYALLİK

Rabbimizin; “Ey iman edenler, Allah’a, Rasulüne, Rasulüne indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin.” emrinde olduğu gibi iman yenilenmelidir. Bu yenileme imanımız olmadığı için değil, ferdi ve sosyal hayatı örselenmiş, eskitilmiş ve yıpranmış olan Müslüman’ın yeniden bilinçlenmesi ve toparlanması için gereklidir.

Tahir Dağaslanı kapak@ilkadimdergisi.net

Y

erlerin ve göklerin yaratıldığı günden beri Hak katındaki tek din İslam’dır. Kıblemiz olan Kâbe’yi inşa eden Hz. İbrahim’in ve Hz. İsmail’in duası olan “Ey Rabbimiz, bizi yalnız sana boyun eğen MÜSLÜMANLAR kıl, soyumuzdan da yalnız senin için boyun eğen MÜSLÜMAN bir ümmet meydana getir. Bize ibadetimizin yollarını göster, tövbemizi kabul et. Hiç şüphesiz Tevvab sensin, Rahîm sensin.” (Bakara, 128) Ayetindeki gibi iman, ibadet, itaat ve tövbeyi içine alan eksiksiz ve katkısız bir İslam.

6

Müslüman; İSLAM dinine girmiş onun kuralları ile iç âleminde barışık, hayatında onu din edinmiş kişidir. Müslüman; bizim kendi kendimize koyduğumuz bir isim değildir. Bu isim bize Allah tarafından konulmuştur. “... Allah, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi; babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah önceki kitaplarda da, bu Kur’an’da da size “MÜSLÜMANLAR” adını verdi ki, peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız…” (Hac, 78) Din, uygulayıcısına mükâfat ve ceza vaat eden kurallar manzumesidir. “Allah katında din


İslam’dır.” (Al-i İmran, 19) Yani Allah’ın koyduğu kurallar çerçevesinde aklı erdiği günden son nefesine kadar söz ve davranışı ile bütün hayatını Allah’ın rızasına uygun yaşamaktır. Bunun dışındaki mutlu hayat tarzları aramak beyhude bir çırpınıştır. Zira Rabbimiz; “Yoksa Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar?... Kim İslâm’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardan olur.” (Al-i İmran, 83-85) buyurur. Allah’a iman etmiş, İslam’ı yaşam şekli olarak kabul etmiş kişiye de mü’min denir. İslam barıştır. İman emniyettir. Kişi Müslüman olmakla Allah’a teslim olmuş olur. O’nun kurallarına teslim olan, dünyada da ahirette de emniyette ve güvende olur. İslam’dan ne kadar uzaklaşırsa yani Allah’ın emirlerini ne kadar yerine getirmezse dünyada da ahirette de o kadar tehlikeye düşer. Zira “Allah, mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır…” (Tevbe, 111) ayetinde anlamını bulduğu gibi; Müslüman olmak, Allah’ın dinine girmek, onunla barış anlaşması yapmak demektir. Bu anlaşma para peşin mal veresiye bir satış gibidir. Krizlere rağmen sözünü bozmadan malları hilesizce üretim ve teslimat gibidir. Zira İslam dininde önce iman edilir. Sonra da her türlü şeytani ve nefsanî engellere rağmen cennet karşılığında ölene kadar yavaş yavaş can müşterisine kusursuz teslim edilir. Allah’ın dostu İbrahim aleyhisselamın ateşe girmesi gibi, İsmail aleyhisselamın “Babacığım inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.) diye boynunu Allah’ın yoluna uzatması gibi, candan, maldan ve evlattan geçip, vakarla gemiye binip dünyayı terk eden Hz. Nuh aleyhisselam gibi, muhacir olarak rabbine kavuşan Hz.Yakup, Yusuf ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gibi.

Ocak 2013 / 306

Müslüman; bizim kendi kendimize koyduğumuz bir isim değildir. Bu isim bize Allah tarafından konulmuştur. “... Allah, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi; babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah önceki kitaplarda da, bu Kur’an’da da size “MÜSLÜMANLAR” adını verdi ki, peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız…” (Hac, 78)

Dışarıdan inkârcıların, içeriden münafıkların “Biz ıslah ediyoruz.” diye ümmeti kendi kimliğinden çıkartmaya ve şahsiyetsizleştirmeye çalışan bu kadar işbirlikçinin oluşturduğu kaos ortamında Müslümanlar ne yapmalıdır? Rabbimizin; “Ey iman edenler, Allah’a, Rasulüne, Rasulüne indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin.” emrinde olduğu gibi iman yenilenmelidir. Bu yenileme imanımız olmadığı için değil, ferdi ve sosyal hayatı örselenmiş, eskitilmiş ve yıpranmış olan Müslüman’ın yeniden bilinçlenmesi ve toparlanması için gereklidir. Peygamberimiz; “İslâm, beş şey üzerinde kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek hac etmek, ramazan orucunu tutmaktır.” (Buhari) hadisinde olduğu gibi İslam’ı iman, ferdi

7


ibadet ve sosyal ibadetler olmak üzere ana konuları ile tanımlamıştır. Yaşama biçimi olan İslam, son peygamber Efendimiz sav ile güncellenmiş Kur’an ve Sünneti seniyye ile nasıl yaşanması gerektiği yazılı ve uygulamalı olarak kayıt altına alınmıştır. Bu sadeliği ile de son insana kadar ulaşacak şekilde Allah tarafından muhafaza edileceği garantisi verilmiştir. Bize düşen kendimizi İslam’la test etmektir. Kalpteki imanın derinliği ölçülemez ancak yansımaları Kur’anın koyduğu kurallarla bilinir ve ölçülür. Allah’ın dünyadaki barış elçileri (Müslüman) olan bizler ne kadar Müslüman’ız? Daha doğrusu ne kadar kendimizle ailemizle ve çevremizle barışığız? Yoksa bizde de sadece İslam’ın barışının adı mı kaldı? Görülebilir Müslümanlık ölçütlerini aramaya önce kendimizden başlayarak test edelim. Rabbimiz “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur.” (Rad, 28) buyuruyor. Sayısal ya da sürekli kalbimizde ve gönlümüzde hatırlayarak ne kadar zikrediyoruz? Allah’ın ismini anmak bizi rahatlatıyor ve huzur mu veriyor? Yoksa 8

suçlu tedirginliği mi veriyor? Ülkenin durumunu ve sokakların halini şikâyet etmek İslam’a ve onun barış çağrısına katkı sağlamaz. Efendimiz Mekke’deki Medine’deki ahlaksızlıkları halka şikâyet etmemiştir. Kişinin iman sahibi olması ile nasıl kötülüklerle cihat edeceğini, barışı ve barışın dilini anlatmıştır. Rabbimizin kendisine imandan sonra bize emanet ettiği anne ve babamıza karşı Müslümanlığımızın şartlarını yerine getiriyor muyuz? Kalbimizde Allah ile barışık, dışımızda anne ve babamızla barışık mıyız? Yoksa hem anne ve babamıza sövüp sayıp hem de Allah’ın bizimle barış halinde olacağını mı zannediyoruz? Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin son nasihatlerinde dahi bize emanet ettiği kadınlarımıza ne kadar sahip çıktık? Çocuklarımıza ne kadar sahip çıktık ve onlarla İslam’ca barış içindeyiz? Can güvenliklerinden, namus güvenliklerine, din güvenliklerine karşı neler yapabildik? Evimizde ne kadar İslam yani barış hâkim? Başkasına iyi, güzeli, doğruyu ve barışı tavsiye ederken kendimizi ihmal etmeyelim. Ozon


tabakasının delinmesinden, gökyüzündeki yıldız olaylarından, günlük siyasetten, ormandaki panda sayısından haberi olan Müslümanın; kendinden, geleceğinden, çocuklarından, büyüklerinden ve komşularından habersiz ve onlara duyarsız olması Müslümanlığının olgunlaşmadığının işaretidir.

ler.” (Nisa, 94)

Tarladaki anızı yakarak, gereksiz av yaparak, denizlere dinamit atarak, sulara kanalizasyon akıtarak hayvan ve çevre katliamı yapan, parayı bulunca annesini, babasını hatta milletini tanımayan kişi ne kadar barışçı/Müslüman’dır!

“Ahidlerine (Mü’minun, 8)

İslâm (barış) ve Müslüman (barış elçisi) nin tanımlamaları ve sorumlulukları Kur’an ve sünnette birçok kez vurgulanır. Rabbimizin “Biz, her insanın işlediklerini, yaptıklarını kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kendi kitabını oku; bugün nefsin sana hesap sorucu olarak yeter.” (İsra, 13-14) ayetinde buyurduğu gibi nefislerimizi hesaba çekilmeden hesaba çekelim. Kendimizin görünür Müslümanlığını test edelim. O Müslümanlar; “Yetimin hakkını yemezler.” (Nisa, 2) “Yolda kalmışlara yardım ederler.” (Bakara, 177) “İnsanların kusurlarını affederler.” (Ali İmran, 134) “Yalnızca Allah’a dayanıp güvenirler.” (Mücadele, 10) “Yeryüzünde Alçak gönüllü olarak yürürler.” (Furkan, 63) “Yoksulluk yüzünden evlatlarını öldürmezler.” (En’am, 151) “Hakkı bile bile gizlemezler.” (Bakara, 42) “İnananlara ‘Sen mü’min değilsin’ demez-

Ocak 2013 / 306

“Namuslarını korurlar.” (Mü’minun, 5) “Anne ve babalarına öf bile demezler.” (İsra, 23) “Kötü zandan ve gıybetten kaçınırlar.” (Hucurat, 12) (Sözlerine)

sadıktırlar.”

“Zekâtlarını Hakkıyla Verirler.” (Bakara, 177) “Mü’minlere karşı alçak gönüllüdürler.” (Maide, 54) “Darlıkta ve bollukta da infak ederler.” (Ali İmran, 134) “Allah’ın ayetlerini az bir menfaatle değiştirmezler.” (Al-i İmran, 199) “Zinaya asla yaklaşmazlar.” (Furkan, 68) “Namazlarını huşu içinde ve dosdoğru kılarlar.” (Mü’minun, 2) “Boş şeylerden tümüyle yüz çevirirler.” (Mü’minun, 3) “Mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler.” (Tevbe, 20) “Cahillerle asla tartışmazlar.” (Furkan, 63) “Kınayıcının kınamasından hiçbir zaman korkmazlar.” (Maide, 54) “Emanetlerine (Mu’minun, 8)

ihanet

etmezler.”

“Söz verdiklerinde sözünde dururlar.” (Bakara, 177) “Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”(Tirmizî) “Kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna 9


Bize düşen kendimizi İslam’la test etmektir. Kalpteki imanın derinliği ölçülemez ancak yansımaları Kur’anın koyduğu kurallarla bilinir ve ölçülür. Allah’ın dünyadaki barış elçileri (Müslüman) olan bizler ne kadar Müslüman’ız? Daha doğrusu ne kadar kendimizle ailemizle ve çevremizle barışığız? Yoksa bizde de sadece İslam’ın barışının adı mı kaldı?

“Kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.”(Tirmizî.) “Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.”(Tirmizî, Birr, 33.) “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.”(Tirmizî ) “Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır.”(Tirmizî) “Cebrâil bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki; ben ( Allah Teâlâ) komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.”(Buhârî, )

gitmeyecek şakalar yapma ve ona yerine getirmeyeceğin bir söz verme.(Tirmizî) “Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.”(Müslim) “Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.”(Buhârî) “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim Müslüman’ı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter.”(Buhârî)

10

“Birbirinize buğuz etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin; ey Allah’ın kulları, kardeş olun. Bir Müslüman’a, üç günden fazla (din) kardeşi ile dargın durması helal olmaz.” (Buhârî) “Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allah’a ve ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.”(Buhârî) “Söz taşıyanlar (cezalarını çekmeden ya da affedilmedikçe) cennete giremezler.”(Müslim) “Bizi aldatan bizden değildir.”(Müslim) “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.”(Buhârî) Şimdi lütfen yukarıdaki ayetlerin ve hadisi şeriflerin gereğini “EVET yerine getiriyorum,” “bazen bazılarını yapıyorum” ya da “çok kere çoğunu yerine getiriyorum.” şeklinde içimizden cevaplayarak kendi hesabımızı çıkaralım.


KAPAK KÜLTÜRE DİRENMEK/ YENİ BİR KÜLTÜR OLUŞTURMAK…

ZOR ZAMANLARDA MÜSLÜMAN KALMAK Osmanlı’nın son dönemi, Cumhuriyetin ilk yılları ve devamında, pek çok istenmeyen olaylar cereyan etti. Dedelerimizi tarif ederken sıralanan pek çok güzel özellik bir bir buharlaştı ve bizler yeniden farklı bir kültür ile karşı karşıya kaldık. Yani bize de bir yerde zor zamanlarda Müslüman olmak düştü.

Fatih Özel* kapak@ilkadimdergisi.net

H

enüz 18’ini yeni bitirmiş bir kızdı Nihal (1). Ailesi dini vecibelerini yerine getiren bir aileydi ancak kendisi tesettürlü veya ibadet ehli değildi. Ailesi ile birlikte ülkemizin büyük şehirlerinden birinde yaşamakta iken ülkemizin küçük şehirlerinden birinde bulunan 2 yıllık bir yüksekokulu kazandı. Kazandığı bölüm, hayatında kayda değer değişiklikler oluşturabilecek bir okul değildi ama o yine de okula kaydını yaptırdı. Kayıt esnasında tanıştığı diğer kız arkadaşları ile birlikte öğrenci evi kiraladılar. Okula başladıktan kısa süre sonra bir erkek arkadaşı oldu. Hem okumak hem de çalışmak istediğini er-

Ocak 2013 / 306

kek arkadaşına söyleyince, erkek arkadaşı ona (daha çok ayak takımı kişilerin uğrak yeri olan) bir Cafe’de garsonluk ayarladı. Ailesinin maddi durumu, çalışmasını elzem kılmıyordu ama o yine de çalışmaya başladı. Okul ve iş bir arada devam etmekteyken, çalıştığı yere sık gelip giden ve pek çok zararlı alışkanlık mübtelası olan biri onu fark etti. Nihal (kendi ifadesi ile) dert dinlemeyi seven bir kimseydi ve adamın kendisine olan yakınlaşmasından/dertleşmesinden, arabasıyla kendisini gezdirmesinden rahatsız olmadı. Muhtemelen bu esnada kendisini daha kıymetli de hissetti ama işler Nihal’in umduğu gibi gelişmedi. Nihal çok geçmeden adamdan 11


kurtulması gerektiğini anladı ancak bazı şeyleri değiştirmek ilk dönemlerdeki gibi kolay değildi artık. Nihal sonunda hamile kaldı. Adamın rahatsız etmeleri devam edince resmi işlemler başladı ve Nihal yatılı bir kuruma yerleştirildi. Nihal ile görüşenler “vicdanını rahatlatmaya çalıştığını” çok kolay fark edebiliyordu. Akıl ve vicdan sahibi olanlar, Nihal’e karşı suçlayıcı bir tutuma girmediler. Çünkü biliyorlardı ki ona en ağır sözleri söyleyen (onu deyim yerindeyse perişan eden) yine kendi vicdanıydı. Yaşadığı olayları farklı yansıtabilir, kendisi dışındaki pek çok kimseyi suçlayabilirdi ama vicdanı hep en zor soruları soruyordu ona. Ve kendi kendine yalan söylemek çok zordu… Nihal’e doğumun yaklaştığı hatırlatılıp, doğum sonrası için planının ne olduğu soruldu. Yaşı 18’in üstündeydi ve ondan habersiz ailesiyle irtibata geçilmesi, ailesinin olanlar hakkında bilgilendirilmesi hoş olmayacaktı. Nihal planını çok kısa bir şekilde özetledi: “Doğumu yapıp, çocuğu evlatlık vereceğim. Sonra da kendime yeni bir hayat kuracağım…” Bu plan kusursuz işlerse, işler yolunda gitmiş olacak ve Nihal rahatlayacaktı. Ancak ne hazindi ki Nihal’in planlarında, doğacak olan çocuk için yer yoktu. Nihal’e göre çocuk, kötü bir hatıranın bugüne uzantısından ibaretti ve bu yüzden de bir an önce kurtulması gerekiyordu ondan… Sancılar artınca Nihal, doğumu yapabileceği ve sonrasında belli bir süre daha kalabileceği uygun bir ile/kuruluşa nakledildi. Ancak nakil öncesi halledilmesi gereken önemli bir problem vardı: Nihal’in ailesi. Çünkü doğum yaz aylarına denk geliyordu ve bu dönemde okul tatildi. Ailesi mutlaka arayıp soracaktı Nihal’i. Bu problemin çözümü için Nihal’in hocaları devreye girdi. Aileye telefon açan hocalar “Nihal’in stajı var

12

ve çok önemli. O yüzden birkaç ay gelemeyecek. Anlayışınız için teşekkürler” mealinde cümleler kurdular. Sonra Nihal ve çocuğu yeni bir hayat hayali ile yeni bir ile uğurlandı… Hikâyenin tamamını Allah Teâlâ ve Nihal dışında kimse bilmiyor. Nihal olanları gizlemeyi başarabildi mi acaba? Gerçekten kendisine yeni bir hayat çizebildi mi? Ya o küçük yavru... Evlatlık mı verildi yoksa hala yatılı devlet kuruluşlarında mı kalıyor? Eğer evlatlık verilmediyse, her dönem farklı bir kişiye “anne” diye hitap ederken ne hissediyor acaba? Sorular uzayıp gidiyor ve bu soruların hiç birinin kesin cevabını bilmiyoruz. Ve Nihal de, çocuğu da, onların başına bu işleri açan kişi de bu toplumda yaşamaya devam ediyor… Ülkemizde yaşanmakta olan olaylardan sadece birini mahremiyet ilkesine dikkat etmek şartıyla aktarmış olduk. Peki, yaşanan bu olayda kimi suçlamalı? - Kendileri ibadetlerini yerine getirmesine rağmen çocuklarına bunları aktarmayan, çocuklarını mütemadiyen arayıp/sorup/ziyaretine gidip istenmeyen olayların oluşmasını engellemeyen Nihal’in ailesini mi? - Risk unsurlarını hiçe sayarak cesur kız(!) tavırlarıyla kendisinin ve çocuğunun hayatını mahveden Nihal’i mi? - Küçük bir ildeki üniversiteye bile sirayet edemeyen, oradaki gençleri manevi değerlerle buluşturamayan STK’ları mı? - STK olmayı bile başaramayan, mevcut STK’larını bile desteklemekten aciz, bizim gibi tuzu kuruları mı? Ya da soruyu şöyle de sorabiliriz: Bu olay neden oldu? Olayın oluşumu ile ilgili pek çok neden saymak mümkün ama en temel amil “kültür”. Toplumumuzun genelinin oluşturduğu kültür


ve gençlerin kendi aralarında oluşturdukları alt kültür. Nihal gençler arası alt kültürün oluşturduğu baskıya boyun eğdi sadece. Tıpkı selde sürüklenen kütükler gibi… Getirisi fazla olmasa da sırf itibar için yüksekokula gitti, özgürlükçü takıldı ve ailesinden uzaklaşmayı bir kazanç zannetti. Manevi değerleri önemsemeyerek daha çağdaş olabileceğini düşündü, sevgili edindi, haram/helal hududunu önemsemeden çalışıp gelir elde etmeye çalıştı. Sıkıntılı günler geçirdiğinde bile dini öğelere değil kendi çözüm mekanizmalarına (hocaları devreye sokup ailesini kandırmak, günahsız bir yavruyu evlatlık olmaya veya 4 duvar arasında büyümeye mahkûm etmek vb) güvendi… Kültüre veya alt kültüre rağmen manevi değerleri yaşamak çok zorlu bir süreç. Bilindiği üzere Mekke ve Arap Yarımadası’nda oluşmuş bir kültür vardı ve Peygamber Efendimiz’in getirmiş olduğu dinin nihai hedefi, cahiliye insanlarının “atalarımızın dini” diye özetlediği bu kültürü kaldırıp yerine “güzel ahlakı tamamlamak” olarak özetlenen yeni/eşsiz bir kültür oluşturmaktı. Ve oluşturdu da. Önceki kültürde değersiz olan kadın, diri diri gömülen kız çocuğu, kat kat faiz altında ezilen insan, sermayesi acımasızca gasp edilen tüccar, emeğinin karşılığını bir türlü alamayan işçi, eşyadan farksız olan köle, çıplak tavaf edilen Kâbe, canlı canlı vücudundan parça koparılan hayvan… Hepsi yeni kültürle gerçek değerine kavuştu. Ancak, yine hepimizin iyi bildiği üzere bu kültür değişimi hiç kolay olmadı. Sihirbaz, şair vb ithamlar ile kişiliğe yapılan saldırıları fiili saldırılar, fiili saldırıları boykot, boykotu hicret, hicreti savaş, savaşı mümin/münafık ayrımı izleyip durdu. Mevcut kültüre karşı çıkmak ve kendi inancını yaşamaya çalışmak “zor zamanlarda Müslüman olmak” demek. Ve Ashab-ı Kiram bunu hakkıyla yerine getirdi. Onları takip edenler ve Ocak 2013 / 306

M

evcut kültüre karşı çıkmak ve kendi inancını yaşamaya çalışmak “zor zamanlarda Müslüman olmak” demek. Ve Ashab-ı Kiram bunu hakkıyla yerine getirdi. Onları takip edenler ve nihayet Osmanlı Devleti/ toplumu bu kültürü en zirve noktaya taşıdılar. 13


nihayet Osmanlı Devleti/toplumu bu kültürü en zirve noktaya taşıdılar. Öyle ki o dönemde Osmanlı topraklarına uğrayan seyyahlardan Corneille Le Bruyn “toplumun dilencisiz memleket olmasına” ve “hayvanlar için bile hizmet veren vakıflara”, L.H. Delamarre “misafirperverlik aşkına”, M. De Thevenot “temizlik hassasiyetine”, A. De La Motraye “14 yıl kaldığı halde şahit olduğu suç olaylarının bir elin parmaklarını bile geçmeyecek sayıda olmasına”, Mouradgea d’Ohsson “yüksek hayâ duygusuna”, Pierre Loti ise “nezaket ve adaba riayet” konularına değinmeden ve takdirlerini dile getirmeden edememiştir. (2) Osmanlı’nın son dönemi, Cumhuriyetin ilk yılları ve devamında, pek çok istenmeyen olaylar cereyan etti. Dedelerimizi tarif ederken sıralanan pek çok güzel özellik bir bir buharlaştı ve bizler yeniden farklı bir kültür ile karşı karşıya kaldık. Yani bize de bir yerde zor zamanlarda Müslüman olmak düştü. Öyle bir kültür ki; maddi problemlerine çözüm bulmak isteyen veya mülk edinmeye çalışanlar (manevi değerleri önemsediği iddiasında olan kişiler tarafından bile) faizli bankalara yönlendiriliyor, pek çok farklı gerekçeyle. Çocuğunu istemeyenler yurt ve yuvalara, kendisinin veya eşinin ebeveynini istemeyenler huzurevlerine yönlendiriliyor, dostları(!) tarafından. Düğün yapacaklara, çoğu alkolik kişilerden müteşekkil orkestraların iletişim numaraları, kadın/erkek karışık hizmet veren düğün evlerinin yerleri itinayla tarif ediliyor, akrabaları tarafından. Tesettürün ya hiç olmadığı veya anlatıldığı kadar önemli olmadığı, mevcut sistemde faiz ile iştigal edilmesinde sakınca olmadığı, dini yaşamak için sünnete ve hadislere ihtiyaç olmadığı, sınırsız bir ilme sahip olduğuna inandığımız ilahın aslında geleceği bilemeyeceği(hâşâ), İslam’da reankarnasyonun olduğu, İslam’a göre evrimin mümkün olduğu,

14

ayakkabı ile de kurban olabileceği, kadere imanın bir iman şartı olmadığı, recm cezasının veya kadınların özel hallerinde ibadet edememesi gibi bir durumun İslam’da olmadığı vb hususlar ısrarla anlatılıyor, ilim sahipleri tarafından. Tüm bunlar, bizim isteksiz ve kaytarmaya yatkın yanımızla birleşince, ortaya bambaşka bir kültür çıkıyor ve maddi/manevi krizlerde dini yaşamak daha da zorlu bir hal alıyor maalesef. İngiliz Felsefeci ve Şair T.S. Eliot, kültürü “bir toplumun dini inanışlarının vücut bulmuş şekli” olarak tarif eder. (3) Biz, dini ve kurallarını ne kadar anlatırsak anlatalım, yukarda (Osmanlı topraklarına giren seyyahların hatıralarında) gördüğümüz üzere muteber ve inandırıcı olan oluşturduğumuz/yaşadığımız kültürdür. Bir de gençlerin kendi aralarında oluşturdukları alt kültür var. Belli bir yaş grubu, etnik kesim vb ile sınırlı olan kültür… 2008 yılında ülkemizdeki 16-24 yaş aralığındaki gençlere yönelik, geniş çaplı bir araştırma yapıldı. “Gençlik Halleri” diye adlandırılan bu araştırmada çarpıcı sonuçlar ortaya çıktı.(4) Bu arada şunu belirtmeden geçmek haksızlık olur. 2008’den sonra (belki de bu araştırma sonuçları da dikkate alınarak) müspet anlamda pek çok adım atıldı. Kamu ve STK’lar adına açılan ve gençlere pek çok fayda sağlayan Gençlik Merkezleri, İzcilik Kulüpleri, Yaz Kampları, Yaz Kur’an Kursları bunlardan sadece birkaçı. Yani 2008’deki değerlerin değişmiş olması muhtemel ve bizim temennimizde bu yönde. Ancak yine de bu araştırmayı es geçmek mümkün değil. İşte araştırmada ortaya çıkan bazı bulgular… • Ailelerine haber vermeden bir

başka yerde kalabilen erkeklerin oranı %12 iken kızların oranı %9,7(11. sayfa) • Eğlenmek isteyen genç erkek-

lerin ilk tercihleri %18,7 oranında bara


gitmek. Bu oran 16-24 yaş arası genç kızlarda %12. Eğlenmek hususundaki ilk tercihi Meyhane/Birahane olanların oranı %5,1 (sayfa 25) • 15-24 yaş arası gençlerin %42’si

alkollü içki kullanıyor. Bu oran, 18 yaş altı gençlerde %36,3. Dikkat çekici olan bulgu ise dindarlık oranı arttıkça alkol kullanımının düştüğünün tespit edilmesi.(sayfa 25) • Televizyon karşısında her gün 2

saatten fazla zaman geçirenlerin oranı %53,8. Genç kadınların %9,8’i günde 5 saat televizyon izliyor. Genç erkeklerin %67,8’i, genç kadınların ise %58,6’sı interneti en çok chat(sohbet) yapmak için kullanıyor. • Gençlerin %82’sinin sevgilisi ol-

muş veya var.(31)

Ocak 2013 / 306

• 16-24 yaş arası gençlerin %31’i

zina etmiş. Bu gençlerin %27’si bekar, %31,9’u ise sözlü veya nişanlı. Ev kadınları ve kızları içinde zina oranı %1,5 gibi oldukça düşük bir rakam. Evde kaldıkça zina oranı düşüyor ancak bu defa da TV izleme oranı artıyor…(58) • 16-24 yaş arası gençler STK’larda

-neredeyse hiç- aktif değiller.(61) • Eğitim seviyesi yükseldikçe, sev-

gililik oranının da arttığı tespit edilmiş. (Belki burada eğitim sisteminin gençleri nasıl etkilediği üzerinde biraz daha kafa yormak gerekiyor.) • Genç

erkeklerin %33,6’sının son 1 yıl içinde silah kullanan arkadaşı olmuş. Daha vahimi ise genç erkeklerin %17,5’inin son bir yıl içinde uyuşturucu kullanan arkadaşının olması.(34-35)

15


• Genele bakıldığında gençlerin

yaşı küçüldükçe internet kullanımının arttığı görülmüş. Bu durum, yeni neslin internetle büyümekte olduğunu gösteriyor.(56) Bu anket sonuçları göz önünde bulundurulduğunda, Sayın Başbakanın “dindar gençlik” çıkışı sanırım daha bir anlam kazanıyor. Yukarda tespit edilen bulguların çoğu maalesef, gençlerimizin kendi içlerinde oluşturdukları alt kültürün bir sonucu. Hiç kuşkusuz bu alt kültürü gençlerimiz kendileri icat etmediler. Hollywood filmleri, biri bitip diğeri başlayan ve ülke gerçekleri ile alakasız liseli dizileri (örneğin Arka Sıradakiler, Med-Cezir, Pis Yedili vb…), subliminal mesaj dolu reklamlar vb ile hayatlarına enjekte edildi. Gençlerimizin çoğu, yukarıdaki tespitlerin çoğunu ya özenti ile ya da sosyal çevreleri içinde kabul görebilmek için yapıyorlar. Bu noktada gençlerimiz ile ilgilenen, onlara vakit ayıran ve bir yerde onlara yeni bir kültür/ alt kültür sunan cemaatler, STK’lar büyük önem arz ediyor. Bu tür kurumlara giden gençler, kendilerine küresel anlamda sunulan kültür dışında, daha güzel ve insani bir kültürün de mevcut olduğunu fark ediyorlar. Deyim yerindeyse ruhları ısınıyor bu tür yerlerde. Evet öyle, çünkü kendimden biliyorum… Hiç kuşkusuz, maddi/ manevi krizlerde İslam’ı en güzel şekilde yaşayabilecek olan gençler bu tür kurum ve kuruluşlardan yetişecek… Bu konu üzerinde çok söz söylemek ve enine boyuna değerlendirmek lazım ancak bize ayrılan yer mahdut. Son söz olarak bizim camiadan pek çok kaynak vermek mümkün ama bakış açısının bizi oldukça düşündüreceğine inandığım için, yine İngiliz ve koyu bir Hıristiyan olan T.S. Eliot’un sözleri ile bitirmek isterim: “Birbirinden farklı kültürlere sahip olan 16

kültürlerin ortak vasıflarını oluşturan hâkim güç dindir. (…) Avrupa’yı bugünkü hale getiren ortak Hıristiyanlık geleneğinden söz ediyorum. Bütün düşüncemiz Hıristiyanlık çerçevesinde anlam taşımaktadır. Herhangi bir Avrupalı, Hıristiyanlık’ın doğru olmadığına inanabilir. Yine de onun söylediği, imal ettiği ve yaptığı şeyler, Hıristiyanlık geleneğinden doğar ve anlamını Hıristiyan kültüründen alır. (…) Ortak kültürümüzü korumak ve onu genç kuşaklara iletmek sorumluluğunu yüklenmiş olan Avrupalı yazarlara hitap etmek istiyorum. Hepimizin çeşitli politik görüşleri olabilir fakat bizim görevimiz müşterek kültürümüzü politik etkilerle kirletmemek, muhafaza etmektir. (…) Şu anda birbirimiz ile pek iletişimimiz yok. Özel olarak birbirimizi ziyaret edemiyoruz. Fakat yine de bize emanet edilen müşterek değerlerimizi (eski Yunan, Roma, İsrail ve Avrupa’nın bize bıraktığı 2000 yıllık mirası) muhafaza edebiliriz.” 2. Dünya Savaşı sonrası kaleme alınıp 1961’de hiçbir değişiklik yapmaya ihtiyaç duyulmadan kitap haline getirilen bu fikirler size de tanıdık geldi mi??? DİPNOTLAR: 1: Mahremiyet ilkesi gereği hikâye, isim ve diğer özel bilgilerde değişiklik yapılarak anlatılmıştır. 2: TOPBAŞ, Osman Nuri. Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleri ile Osmanlı, İstanbul, Erkam Yay. 2009, s. 473-496 3: ELİOT, T.S. Kültür Üzerine Düşünceler, Çev.: S. Kantarcıoğlu, Ankara, Kasım 1981, s. 26,135-138

* Sosyal Hizmet Uzmanı


KAPAK

MÜSLÜMAN MISINIZ? GERÇEKTEN Mİ? Her insan istisnasız doğuştan ergenlik dönemine kadar Müslümandır. Amenna, lakin asıl olan Müslüman kalabilmek, Müslüman olarak yaşayıp Müslüman olarak ölebilmektir. Nasıl yaşarsak öyle dirileceğimize göre; nefsimizi ve neslimizi Kur’an’da tarifesi sunulan fabrika ayarlarına göre yeniden güncellemeliyiz.

Hamdi Öz kapak@ilkadimdergisi.net

İ

lkadım bir mekteptir. Bizleri Mekteb-i Ula’da buluşturan Rabbimize hamd olsun. Mektep olmadan medrese olmaz, İdris olmadan müderris olunmazmış. Mektep içinde kâtip olmak da vardır, talebe olmak da. Mektup yazmak ve okumak da vardır, mükatebe olmak da tabii. Lakin bu menzilde sırtına sıfır yükletilmiş ‘humurun müstenfirah’ olmak yoktur. Alın size uzaklardan bir mektup!.. Bakın mazrufa!.. Burgau’dan bir Katib-i Kasri aklını nereye çelmiş, kalemini nasıl ve neye oynatmış aceba? Millete “Müslüman mısınız?” diye soruyor. Hoppala!... Müstef`ilatün müstef`ilatün!... Evet, cevap verin lütfen ey Mekteb-i Vükela. Evet mi? Hayır mı?

Ocak 2013 / 306

Cevabınız Hayır ise ki -tahayyül edememsözüm yoktur. Lakin cevabınız Evet ise; “Tabi ki evet Müslümanız, elhamdülillah.” diyorsanız, güzel... “Peki, ne kadar Müslümansınız?” diyorum!… “Sen de kimsin bre Meşreb-i Ukela? İblis iken Şeytan mı oldun?” demeyin; zira bendeniz içinizden biriyim. Fihi ma fih cinsinden. Tamam, uzatma al sana cevap: “Müslümanım tabii ki. Hem de kocaman!.. Bir minare boyu!... Sapına kadar!... Yere ve göğe sığmayacak kadar!...” Bütün bu cevaplar kesretten kinayedir. Lakin gerçekten ırak maalesef. Iraktır Babıâli’nin yolları. Siz hiç Mekke’ye, Medine’ye, Kudüs’e, Şam’a, Bağdat’a,

17


Kahire’ye, İstanbul’a, Kurtuba’ya, Semerkand’a, Hindistan’a yahut Yemen’e gittiniz mi? İslam’ın kalelerini, başkentlerini ve güzel şehirlerini gezdiniz mi? Kabil ve Kerbela nedir, nerededir, bilir misiniz? Ehl-i Beyt’e selam verdiniz mi? Muharrem ayında suyun kimyadaki formülünü, tarihteki yeri ve önemini çözebildiniz mi? Hidrojen kim?... Oksijen kim?... Mısır gibi patlayan canlı bombalar, Gazze’de cayır cayır yananlar kimler? Siz hiç Huzeyfe olabildiniz mi? Yahud yalnızların babası Ebu Zerr!... Ya da cennet hatun Fatıma-tüz-Zehra!... Ebu Bekir ne demek, Ebu Süfyan ne anlamdadır, Ümmül Haram kimdir, lügate baktınız mı? Kufi hattı yazı denemeniz var mı? Şeddad, Saddam, Kaddaf, Kassam, Beşşar!.. Şu isimlerdeki şeddeler dikkatinizi çekti mi? Hangisi idgam-ı bila gunne örneği değil? Ağaran saçlarınızı Merve’de traş edip Safa’lar getirebildiniz mi? Hicaz makamından mecaz türküler okuyabiliyor musunuz? Arafat’tan inip Müzdelife’den geçerken zaman ayarlı sa18

atiniz sıfırlandı, ananızdan yeniden doğar gibi doğdunuz, lakin bizden doğup türeyenler neden ölüyorlar ve öldürüyorlar sebebini de bilmeden?!... Kader deyip geçmek kolay!... Hani Mina’da atılan yedi büyük taştan birisi haksız yere adam öldürmekti? Âdem gibi saf, Havva gibi evsaf olmayı denediniz mi? Sade bir Âdem olabilseydik Havva ve nesli ardımızdan gelecekti… Fabrika ayarlarına dönebildiniz mi? Hard diskiniz kaç cigabayt ölçtünüz mü? Arafat’tan Müzdelife’ye, Mina’dan Ağrı Dağı’nın eteklerine inerek; Babil Kulesi’nden İpek Yoluna kadar yalın ayak baş kabak yürüdünüz mü? Zemzemle birlikte Fırat’ın tatlı suyundan içip, Dicle ve Diyar-ı Bekir üzerinden Marmara’ya geçebildiniz mi? En azından zihnen!... Yollar üzerinde neleri ve kimleri gördünüz? Batıya doğru esen kader rüzgârı, önüne neleri ve kimleri katmış götürüyordu? Batıya doğru akan nehirlerin yatağında kimler yatıyordu? İnsanlığın ortak hafızasına isimlerini altın harflerle kazıyan adam gibi adamların adımla-


rından n’aber? Şu ilk Müslüman Adem aleyhisselam atamız ile mahlukatın diline tercüman olan cihan padişahı Süleyman aleyhisselamdan mesela!… Kısas-ı Enbiyada anlatılan fakat hayatları çelik kasa misali saksılarımıza sığmayacak kadar büyük Müslümanlardan!…Yaptıkları işler ve bıraktıkları eserler sebebiyle Rabbimizin çağlar sonra insanlığa sunduğu en son evrensel mesajının pasajları arasında özel isimleriyle yad edip hatırlanmasını istediği ve kendilerine bizzat kendi lafzi kelamıyla Selam verdiği insanlığın ikinci atası kabul edilen Nuh aleyhisselamdan!... Harran Ovası Urfa’da Nemrut tarafından ateşe atıldığı halde “Bana Allah’ım yeter” diyen İbrahim aleyhisselamdan!… Rabbine, anaya babaya itaat için bıçağın altına yatan İsmail aleyhisselamdan!… Evlat acısıyla gözünü kaybetse de “Fe sabrun Cemil” diyerek teslim olan Yakub aleyhisselamdan!… Allah sevgisini kalbinde büyüten Davud aleyhisselamdan!…Eski Mısır’ın Firavnı 2. Ramses’e hodri meydan okuyan Musa aleyhisselamdan!…Hazret-i Muhammed Mustafa’yı Filistin’de müjdeleyen 30 yaşında bir civan; İsa aleyhisselamdan!…Ve onun mucize doğumuna gebe olan iffet ve haya timsali deniz yıldızı Meryem’den!... Silsilenin son halkası ve Kainatin Efendisi adı güzel kendi güzel Muhammed aleyhisselamdan!… İsimleri, şekilleri, şakulleri, suretleri ve siretleri, cisimleri ve cevherleri hepsi Müslüman; özü, sözü, gözü ve dizi doğru Müslümanlardan!… Onların dünyada yetişmelerine vesile olan aba ve ecdadından, izlerini takip eden nesillerinden, bir de onları görmediği halde onlara sevgi besleyen kardeşleri yani kader ve kederde bir olan dostlarından!... Gelelim güneşin gece gündüz heykellerini erittiği, yağmurun isimlerini sildiği hece taşlarının altında yatan taştan adamlara!... Gelenden geçenden umdukları bedava yasin, fatiha ve ihlas-ı şerifler ile kolay bir hesabı,

Ocak 2013 / 306

sağdan verilen bir kitabı, altlarından ırmaklar akan cennetleri ve üstelik huri kızlarını bekleyen mumyalara!.. “Müslüman’ım amma şeriate karşıyım” diye bağıra bağıra yoğun bakım ünitelerinde nevresim geverek terki diyar eden Müsselmann’lara!... Teşvikiye Camiinde sevenleri tarafından kılınan ilk ve son bir cenaze namazı ile Karacaahmet Mezarlığında medfun olmayı büyük bir marifet ve lütuf olarak gören bakar körlere!... Sorsan herkes Müslüman fakat ortada ne namaz var, ne niyaz!... Kubbeli camiler, üç şerefeli çifte minareler, nihavend makamında ezanlar var lakin göğe yükselen ruh yok!... Sade bir şekil var, şakül yok!... Asansör bozulmuş, manevi mirac yok!... Vıcık vıcık yağ, kaçak mazot gibi kokan ıtır, ucub, riya, süm’a, düm’a, hubbi cah, tuli emel çok!... Dosya hazır evrak yok!... Oruç ibadetiyle herkes Reyyan kapısından Turkuaz halılarla cennete girmek sevdasında lakin israf infaktan çok!... Top Modeller umre yolunda yarışta, lakin dönüşte yine edep yok, haya yok!... Aynı tas aynı hamam, Hacı Şakir’in varsa dök dök yıkan!... “Hac yolu genç yolu” deniliyor lakin işin turistik ve seyahat yönü kastediliyor!.. Müslümanların hangi sorunu halledildi inşaat ve enkazdan başka? Hani Hac Müslümanların yıllık kongresiydi? Hani kendi mahallemizde salyangoz satılmayacaktı? Sadaka ve iyilikler maalesef istismarcıların tekelinde namus ve oy avcılığına dönüşmüş!... Elimizde bir kelime-i şehadet kaldı İslam’ın temeli, onun da yerini bilmiyor Ataköy’lü Damat Ferit! Nikah masasındaki hoca ve şahitlerin huzurunda kızın anasına soruyor, nerden ve nasıl getirileceğini!… Öte yandan gözünü kan ve hırs bürümüş inkârcılar çeşitli siyasi plan, sosyal proje, laik düzen, politik hesap, döner dolap, hain entrika, hile ve kumpas, savaş ve terör, reklam ve tanıtım, medya ve basın yolları ile kendilerinden

19


daha zeki ve çalışkan, daha temiz ve kaliteli, daha doğru ve değerli milletleri disiplinsiz hareket ettikleri, birlik ve beraberlik içinde adım atmadıkları için kolayca kendi hizmet ve vesayetleri altına alıvermişlerdir. Hatta sermayelerinin sadakatli bekçilerinin ellerindeki ekmeği de midelerine indirmişlerdir. Ağacı kökünden söküp almak için dibine can suyu vererek kendi saltanat, şatafat, debdebe ve ihtişamlarını emek yorgunu yoksul ve gariban ülke halklarının omuzlarına yükletivermişlerdir. Ancak maymun hala uyanmamıştır. Akan sular uyumuş lakin düşman uyumamıştır. Günümüz dünyasının en meşhur halı, kilim ve resim sergileri, bilim ve teknoloji fuarları, enerji üretim ve dağıtım şebekeleri, en güçlü medya basın ve yayın kuruluşları, en popüler reklam ajansları ve tanıtım firmaları, sinai ve ticari işletmeler, endüstriyel kuruluşlar, ticaretsiyaset-kültür ve sanat merkezleri, borsalar ve sermaye piyasaları nasıl olmuş da elimizden çıkmış, oturup kara kara düşünmeliyiz. Yeni Evliya, Kâtip, Süleyman ve Hezerfan Ahmet Çelebiler, Piri Reisler, Uluğbeyler, Lokman Hekimler, dünyaya hükmeden Kanuniler yetiştirmeliyiz. Peruklu değil sarıklı Mücahitler yetiştiren yeni Nizamiye Medreseleri, Sahn-i Semanlar inşa etmeliyiz. Yenidünya düzenini bizler kurmalıyız. Eskiden böl, parçala ve yut diyorlardı. Şimdi ise kes, kopyala, yapıştır ve gönder gitsin diyorlar. Dikkat etmeliyiz. Hani Yüce Rabbimiz yeryüzünün mirasını salih kullarına bırakmıştı? Hani O, insanı kâmili halifem diye takdim etmişti? Anlamalıyız. Hani O dinine ve kitabına hizmet edenlere yardım edecekti? Aklımızı çalıştırmalıyız? Dindarlığı ve Müslümanlığı ibadet hayatına hasredip sosyal hayatı, hukuku ammeyi, siyaseti nasıl ve niçin ihmal ettik? Kendimizi sorguya çekmeliyiz. İslam âlemi bu gün topyekûn bir kimlik bunalımı yaşamaktadır. Müslümanların bu vahim ve ha-

20

zin durumu kendilerine doğuştan takdim edilen gerçek Müslüman kimliğini buluncaya kadar devam edecektir. İnsan; markası isminde, patenti kalbinde, karakutusu Acbüz Zeneb’inde, hafıza kartı aklında, barkodu alnında, kaderi boynunda, genetiği kanında, kimliği dilinde, kişiliği özünde, hayası gözünde ve şifresi Kur’an’da saklı aşikâr bir varlıktır. İnsanın ismi markasıdır. Ahmet, Mehmet, Ayşe ve Fatma isimleri marka isimlerdir. İsim demek, cisim demektir. Cisim demek cevher demektir. En iyi reklam malın kendisidir. İnsanın patenti kalbindedir “Made in Allah” der durur. Zaman ayarlı köstekli bir saat misali ecel vaktine kadar işler durur. İnsanın kopyalanmasına ve genetiğinin değiştirilip klonlanmasına izin verilmemiştir. Telif hakkı ve patenti Allah’a aittir. Zira ibda ve inşa, ihya ve imate, terzik ve takdir Allah’ın asli fiillerindendir. Bilim ve teknolojide sözde zirveye tırmanan zırvalar bu fiilleri mutlak manada kendilerinde görmeye başladıklarında Firavun, Haman ve Karun gibi helak olmuşlardır. Tek tip insan modeli icad etme üzerinde çalışan toplum ve kaldırım mühendisleri tarihin her döneminde yanılmışlardır. Çünkü Allah her insanı aynı kalıpta (aynı sıfat ve formatta) yaratmış ancak her kalbin seri numarasını farklı özellik ve güzellikte dizayn etmiştir. Kalp, doğru ve yanlış bilgilerin onay merkezidir. El değmeden imal edilmiştir. Ana rahminde başlayan süreçten itibaren insana el değdikçe başkalaşmakta ve ötekileşmektedir. İmanın yeri kalptir. Kalbin marazı eğriliktir. Kalbi selim kozmik âlemdeki kevni ayetleri okuyacak ve anlayacak kadar donatı ve dataya sahiptir. Yeter ki insana dışarıdan yanlış bilgi verilip ters giriş yapılmasın. İnsanın kara kutusu omuriliğin kuyruk sokumundaki son halka bir kemik olan Acbüz


Zeneb’tir. Çürümez paslanmaz, yanmaz, kırılmaz. Vel ba’sü ba’del mevt işte bu kemik ile oluşacaktır.

İnsanın kimliği ağzındaki dilinde kişiliği ruhundaki özündedir. Utanma duygusu da dizinde değil gözündedir.

İnsan aklı hafıza kartıdır. Ne bodus kartına ne de limiti dolmuş kredi kartına benzer!... Havsala aklın gücü, hançere ağzın çapıdır. Havsala ve hançere bilgi depolamada çok önemlidir. Hafızasını kaybeden milletler telef olur giderler. Dil ve Tarih yaşayan canlı hafızadır.

İnsanın şifresi Kur’an’dadır. Zira Kur’an; insanın ölçeğidir, kantarıdır.

İnsanın barkodu -affedersiniz ne mal olduğu- alnında yazılıdır. Alın yazısı dedikleri aslında insanın fiat etiketidir. Alınlardaki secde izlerini ve günah kirlerini okuyan nurani “rakibun atid” optik okuyucular vardır. Namazda iken secde halinde, oruçlu iken iftar vaktinde, vakfede iken Arafat çadırında, tavaf esnasında Hacer-ül Esved`i selamlarken simalardaki derin ve ince çizgiler okunur. Öte yandan kebair ehlinin kirli işleri istim çırası gibi alınlarına yansır. Gönün rengi bedende lakin gönlün rengi alınlardadır. Adına Sıbğatullah denilen orjinal kökboyası alınlara vurulmuştur. Helal kazancın bereketi terleyen alınlardan akar olur. “Nasiyetin, kazibetin, hatieh” olanlar; Malik ve Zebanilere teslim edilirken, yüzlerinde Kur’an nuru ve alınlarında secde izi olanlar da Rıdvan ve Hazene-i Cennet’e emanet edilirler. Gerçek “Duyuf’ur Rahman” olanlar bunlardır. İnsanın kaderi de esasen boynuna asılmış bir muska yahut rızkını ve ecelini içeren bir CD gibidir. Sahibini alır götürür, çekip çevirir. Kimse kaderinden kaçamaz. Kimse kaderi zorlayamaz. Kadere iman eden kederden emin olur. Müslüman, iradesini Allah teslim eden insandır. İnsanın genetiği kanında ağrı ve acısı canındadır. Muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur. İnsanın kan grubu tespit edilmeden kan nakli bile yapılamaz. Düşünebiliyor musunuz her aracın/pardon insanın enerji kaynağı yakıtı ayrı ayrı.

Ocak 2013 / 306

Hülasa; her insan istisnasız doğuştan ergenlik dönemine kadar Müslümandır. Amenna, lakin asıl olan Müslüman kalabilmek, Müslüman olarak yaşayıp Müslüman olarak ölebilmektir. Nasıl yaşarsak öyle dirileceğimize göre; nefsimizi ve neslimizi Kur’an’da tarifesi sunulan fabrika ayarlarına göre yeniden güncellemeliyiz. Cemşid’in Hurşidi olmalıyız. Kalpazanlar ve şirketin büyük ortağı Ezazil, GDO tipi multikültür yeni sürüm malları piyasaya sürmektedir. Bir naylon ördek; birkaç alçıdan kabartma keklik; bir de hoparlörden sahte alageyik sesi!... İşte Müslüman avcılığı ve işte can pazarı!.. Bize Katar’da, Riyad’da, Tahran’da, Davos’da, Roma’da, Berlin’de, Londra’da, Kremlin’de, Brüksel’de, Pekin’de, Newyork’larda sahiden vahid dakka / one minute /eine moment Kollege diyebilecek, ehli salibin 300 yıllık oyunlarını bozabilecek evsafta, vaslen ve vakfen sabit, kelime-i müşeddede, ismi ile müsemma, Kur’an ve sünnet üzere yaşayan Müslüman adamlar gerek. Müslüman gibi görünüp de Keşişe benzeyenlerden uzak durmalıyız. Allah’a emanet olun, Müslüman kalmaya bakın. Aksi takdirde sakın ölmeyin. Malik’in hiç şakası yok. Zebaniler ise ellerinde birer kara liste Haviye ve Hutame’nin önünde bekliyorlar. Mazeret ve şikâyetler geçersiz. Leyla’ya para basmak yok, kefalet yok, şartlı tahliye yok, avukat yok, yalancı şahit yok, boyalı basın yok, yandaş medya yok, bir daha dünyaya geri gelmek de yok. Mademki bu can tendedir, fırsat eldedir. Gelin hep birlikte fabrika ayarlarına geri dönelim.

21


Zeki Soyak Hocamizdan

İ

HALİMİZDEN BÎZARIZ

lâhî! Her şeyi bilen, her şeyden haberdar mizle izzetle yaşamaya tercih ettik. İlâhî! Özden kopuşu, dindışılığı çağdaşlık olansın. Her şeye gücü yetensin. İlâhî! Sen murat etmezsen hiçbir şey zannetme bönlüğünde bulunduk. İlâhî! İnandık diyoruz, lâkin yaşantımız inavukû bulmaz. Sen dilemezsen hiçbir şey var nan insanın yaşantısı değil. Müslümanız diyoruz, olmaz. İlâhî! Bize bizden daha yakınsın. Bütün ah- yaptıklarımız müslümanın yapacağı işler değil. İlâhî! Ümmet şuurumuzu kaybettik. Kabilevalimize vâkıfsın, değerlerimizden taviz verir olcilik, bölgecilik, ırkçılık İslam bilincimizi, İslâmî duk. İlâhî! İnancımız zaafa uğradı, dünyevîleştik. hassasiyetlerimizi bir güve gibi içten içe kemirmekte. Değerlerimizden taviz verir İlâhî! Çeşmenin başında olduk. susuz, sofranın başında aç İlâhî! Birliğimiz bozuldu, İlâhî! kalmak gibi bir bönlük sersaflarımız dağıldı, uhuvvet Kâfir, müşrik giliyoruz. İslam gibi bir dine, sarayımız harabeye döndü, ve münafıkların bir sisteme sahip iken birer birbirimizle didişiyor, birbirikarşısında eğilip zulüm düzeni olan beşerî sismizle uğraşıyoruz. İlâhî! İstediğin şekilde bükülmekten aşağılık temlerin zebunu olduk. İlâhî! “Sadece Benden bir kul olamadık. Kulluk kıvadünyevî çıkarlar, korkun.” buyurduğun halde; mını bulamadık. Nefsimize, vaat edilen makam bizler, senden başka her şeyşeytana, kullara kulluk yapar den, herkesten korkar olduk. olduk. ve mevkiler için İlâhî! Sadıklarla, salihlere İlâhî! İmanen, amelen boyun eğmekten, beraber olmamızı; kâfirleri, ve ahlaken tam bir perişanlık zillete düşmekten, müşrikleri dost edinmemesergiliyoruz. İzzetimizi kaymizi emir buyurdun. Bizler; bettik, zillete dûçar olduk. inancımızdan taviz kâfir, münafık ve fasıkları İlâhî! Ne idik, ne olduk; vermekten bizleri dost edindik. Onlarla düşüp nerede idik, nereye geldik? koru. kalkıyor, salih ve sadıklara Asırlar var ki meçhuller pesırt çeviriyoruz. şinde koştuk, bilinmezler İlâhî! Hiçbir kınayanın sahrasında dolaştık durduk. Önümüzdeki meşaleyi, gönlümüzdeki nuru gör- kınamamasından korkmadan, Allah yolunda cimezlikten geldik. Karanlıklar diyarında, körler had etmemizi, din-i mübin-i İslam’a hizmet etülkesinde aydınlık yarınlar arama gafletine düş- memizi istiyorsun. Bizler ise nefsimiz, dünyamız için katlandığımız hakaretlere, zilletlere dinimiz, tük. İlâhî! İnancımıza, değerlerimize yabancı ol- ahiretimiz için katlanıyoruz. Dünyacıların, fasık duk. Bizden olmayan, yabancısı olduğumuz izm- ve facirlerin kınamasından korkuyor, dinimizden lerin, düzenlerin kölesi olmayı, kendi değerleri- tavizler veriyoruz.

22


İlâhî! İman zaafiyetimizden, günahkâr, boynu bükük ve mahcup, utanarak, dünyevîleştiğimizden dolayı kâfir, fasık ve facir- ümitvâr olarak sana geliyor. Sen merhametlilerin en merhametlisisin, lere benzemeye çalışıyor, onlara özeniyor, inancımızı yaşantımıza yansıtamıyor, dinimizi savu- Sen celal ve ikram sahibisin. Bizi yüce İslam davasının hizmetkârı eyle. namıyoruz. İlâhî! Ölçülerimiz değişti. Yaşantımız değişti. Kulluğun ve hizmetin tadını tattır. Yüce kudret Değişim hastalığına yakalandık. Bu geriye, ilkel- karşısında hiçliğin zevkine daldır. Garip başlayan ve şu anda garip olan bu din-i liğe, din dışılığa doğru yapılan aşağılık değişimleri bir erdemlik zannetme gafletine düştük. Bir mübin-i İslam’ı yaşamaya, savunmaya, hâkim kısmımız dün savunduğu doğruları bugün sa- kılmaya çalışan gariplere yâr ve yardımcı ol. Ya Rab! Senin yardım ettiklerini kim mağlup vunmaktan, dün yaşadığı doğruları bugün yaşamaktan utandığını söylemek gibi bir utanmazlık edebilir? Senin yardım etmediklerini kim muvaffak kılabilir? Sen murat edince kim mani olabilir? sergiliyor. İlâhî! Halimiz perişan, tadat etmekle bitmez. Sen irade edince kim karşı koyabilir? İlâhî! Sen, bize bizden yakınsın, her şeyimizden haberYüreğimiz pâre pâre, olanlardan, darsın. Halimizi arz etmek için değil, perişanlığıYiğitçe bir duruş yok müslümanlardan mızı, gafletimizi itiraf etmek için huzurundayız. Harîm-i İslam’a saldırdı İlâhî! Sen Rahman’sın, kâfirler, Rahim’sin, affedicisin, affı seİlâhî! Feryatlar yükseliyor versin. Bize cesaret ver, hânümanlardan Bize merhamet et, acı, firaset ver, hizmet ** affet, yardım et. İtibarda, kâfire yoldaş İmanımızı kemale erdir. şuuru, cihad ruhu ver. olanlar, Sevdirdiklerini sevdir, yerdikYüzümüzü nefsimizden Facire, fasıka kardeş lerini yerdir. kendine, dünyadan olanlar, Basiret, firaset, idrak ver. ahirete çevir. Dünyalık bir çıkar bir Aklıselim, kalb-i selim lutfet. Ey merhametlilerin en meta için vâh… İlâhî! Bize kulluk idraki, merhametlisi! Bizi affet, Zalime, zorbaya yandaş ümmet bilinci, din gayreti, olanlar. bizi bağışla, Yeniden hizmet aşkı, uhuvvet şuuru ** ver. İslam’ın izzetiyle Ezelî düşmanlar tuzak Yeniden İslam’ın izzetiyle izzetlendir. kurmakta, şereflendir. Bütün insanlığı Yeniden kulluk şerefiyle Bir avuç satılmış divan küfür, şirk ve nifakın karanşereflendir. durmakta, lıklarından, İslam’ın aydınlıYaftaları çağdaş, ilkel ğına kavuştur. Bu yolda bizi yobazlar, hizmetkâr eyle. Müslümanı arkasından vurmakta. İlâhî! Kâfir, müşrik ve münafıkların karşısınİlâhî! Bize cesaret ver, firaset ver, hizmet şuda eğilip bükülmekten aşağılık dünyevî çıkarlar, vaat edilen makam ve mevkiler için boyun eğ- uru, cihad ruhu ver. Yüzümüzü nefsimizden kenmekten, zillete düşmekten, inancımızdan taviz dine, dünyadan ahirete çevir. Ey merhametlilerin en merhametlisi! vermekten bizleri koru. Bizi affet, bizi bağışla, Yeniden İslam’ın izzeİlâhî! Hiçlik diyarından gelen bir garip, kultiyle izzetlendir. luk kapısından huzura çıkmak diliyor. Yeniden kulluk şerefiyle şereflendir. Hem garip, hem aciz, hem zayıf, hem Ocak 2013 / 306

23


Hizmet Adabi nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net

R

Nureddin Soyak

Baş Olma Sevdası

abbimiz, kâinatı bir nizam ve intizam içinde yaratmıştır. Bu nizam ve intizamın devamı için de kurallar koymuştur. Kendinden başka ilah olmayan Rabbimiz, her şeyin yaratıcısı ve yöneticisidir. Tabiattaki kurallar Rabbimizin kudreti ile işlerken insan hayatının idamesi ile ilgili kuralların ikamesi insan iradesine bırakılmıştır. Rabbi ile irtibatı olan insan, nefsi ve sorumluluğu altındakilerin hayatını, ilahi kurallara uygun şekillendirmeye çalışırken; Rabbi ile irtibatı olmayan insan, nefsi ve sorumluluğu altındakilerin hayatını, nefsanî ve hayvani arzu ve istekleri tatminine uygun bir tarzda şekillendirmeye çalışır. Rabbimiz buyurdu ki: “İşte sizin Rabbiniz Allah. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin. O, her şeye vekil (her şeyi yöneten, görüp gözeten)dir.” (En’am, 102) Her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Rabbimiz, dünyanın yönetimini de peygamberleri vasıtasıyla insana öğretmiştir. Kimileri bu ilahi yönetim tarzını uygulamış, kimileri ise kendi arzu ve iteklerine uyarak insanları yönetmeye çalışmışlardır. Peygamberlerin yolunu takip edenler kazanmış, diğerleri ise kaybetmişlerdir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İsrailoğulları’nı peygamberler yönetiyordu. Her peygamber öldüğünde yerine yeni peygamber gelirdi. Ancak şu biline ki benden sonra peygamber yoktur ama halifeler olacak ve çok olacaklar.” (Buhari, Müslim) Son ilahi yönetim tarzı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin uyguladığı yönetim tarzıdır. Bunu tüm detayları ile efendimizin ha24

yatında görürüz. Ailesini, ibadetleri, çarşı pazarları, orduyu ve devleti yönetmesidir. Bu ilahi ve nebevi yönetimden kıyamete kadar hayatın her alanına örnek teşkil edecek asr-ı saadet ortaya çıkmıştır. İnsanlar kademe kademe yönetenlerden ve yönetilenlerden ibarettir. Her insan yöneticidir. Sorumluluğu altında kimse olmasa bile insan kendini yönetmekle sorumludur. Baba, anne, amir, emri altındakilerden sorumludur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Dikkat ediniz, her biriniz çobandır ve her biriniz idaresi altındakilerden sorumludur. İnsanlar üzerindeki idareci çobandır ve idaresi altındakilerden sorumludur. Erkek, ailesinde çobandır ve idaresi altındakilerden sorumludur. Kadın, kocasının evinde çobandır ve idaresi altındakilerden sorumludur. Uşak, efendisinin malında çobandır ve idaresi altındakilerden sorumludur. Hülasa her biriniz birer çobandır ve idaresi altındakilerden sorumludur.” (Buhari, Müslim) Yönetim, beraberinde ciddi bir sorumluluğu da getirmektedir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz her konuda olduğu gibi bilhassa yöneticiliğin sorumluluğu konusunda ashabını çok ciddi bir şekilde uyarıyordu. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ey Abdurrahman b. Semura, idareciliği isteme. Şunu bil ki bunu istemen neticesinde sana verilirse bununla baş başa bırakılırsın. Eğer istemeden sana verilirse bu konuda yardım görürsün.” (Buhari, Müslim)


Müslüman, idareciliğe haris olmamalıdır, “Allah, herhangi bir kulun idaresi altına bir çünkü sorumlulukları çok ağırdır. İslam tarihine halk verir, o da bu halkı nasihatla/samimiyetle baktığımızda pek çok Müslüman sorumluluğun kuşatmaz ise bu kimse cennetin kokusunu bulaağırlığından dolayı, idareciliği üslenmekten ka- maz.” (Buhari, Müslim) çınmıştır. Bu sorumluluğu almak durumunda Yönetici, halkına samimiyetle nasihate deolanların da gecesini gündüzüne katarak, en vam etmelidir. Bu, peygamgüzel bir şekilde bu sorumluberlerin sünneti ve yöneticiluğu yerine getirmeye gayret liğin şiarındandır. ettiklerini görmekteyiz. Onİslam ümmeti, tarihte lar yöneticiliğini nefsine dede günümüzde de haddini ğil dinine hizmet ettirmiştir. bilmez, baş olma sevdalılarıMüslüman, idareciliğe Şuna da şahit olmaktayız ki nın elinden çok çekmiş, çok haris olmamalıdır, çünkü nefsi için yöneticiliğin peşine zararlar görmüştür. Bu kadar düşenler çok ciddi sıkıntılar sorumlulukları çok nebevi uyarılara rağmen bu yaşamaktadır. İstemedikleri ağırdır. İslam tarihine insanlar, kendi hırsları uğruhalde kendilerine yöneticilik na, Ümmet-i Muhammed’in baktığımızda pek çok verilenler ise Rablerinin yarbaşına olmadık gaileler açMüslüman sorumluluğun dımına mazhar olmaktadırmışlardır. Yönetim koltuğuna lar. ağırlığından dolayı, kene gibi yapışarak milletin Hz. Ebu Bekir radiyallahu idareciliği üslenmekten kanını emmişlerdir. anh: kaçınmıştır. Bu sorumluluğu İslam uleması, ahlaki “Benden sonra seni hialmak durumunda olanların zaafiyet içinde olanlara ilim lafeti üslenmeye davet ediöğretmezlerdi ki, ilimlerini da gecesini gündüzüne yorum.” deyince Hz. Ömer çıkar ve menfaatlerine alet katarak, en güzel bir radiyallahu anh: etmesinler. Yöneticiliğe haşekilde bu sorumluluğu “Ey Müminlerin Emiri, ris olanlara da yönetim göyerine getirmeye gayret ben bu hilafeti üzerime almak revi verilmemelidir. istemiyorum.” demişti. ettiklerini görmekteyiz. Birisi: “Ey Allah’ın RaHz. Ömer radiyallahu anh ayrıca: “Benden sonra bu vazifeyi üslenecek kişi uzak ve yakın herkesin kendisini rahatsız edeceğini bilsin.” dedi.

Onlar yöneticiliğini nefsine değil dinine hizmet ettirmiştir.

Sorumluluk bilincinin zirvesine çıkan Ömer radiyallahu anh: “Dicle kenarında bir kurt kapsa koyunu, adli ilahi gelir Ömer’den sorar onu.” diyordu. Ömer Bin Abdülaziz’in hanımı Fatıma kocasının “ümmetin sorumluluğunun kaygısı ile sabahlara kadar yatağında çırpındığını” haber verir. Ve daha nice örnekler… Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

Ocak 2013 / 306

sulu, Yüce Allah’ın seni yetkili kıldığı yerlerden birisine beni yönetici gönder” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Allah’a yemin olsun ki biz bu işe, ne onu isteyeni ne de buna hırslı olanları görevli atarız.” (Buhari, Müslim) bu-

yurdu. Günümüzdeki en kötü hastalıklardan biri de, yönetimde söz sahibi olamayan kişilerin hizmetlerden uzaklaşmasıdır. Sen kime hizmet ediyorsun? Niçin hizmet ediyorsun? Amir olunca hizmet oluyor da memur oluca hizmet olmuyor mu? Allah’dan korkalım, kendimize çeki düzen verelim. 25


. Kur’an Iklimi Selim Armagan selim.armagan@ilkadimdergisi.net

“Bir Şeylerle İmtihan Edeceğiz…”

V

ar oluşumuzun bir tek sebebi vardır. O da en güzel davranışı sergilemek. Yani Kur’an’ın tanımı ile “Ahsen-ü amel.” Sözün de davranışın da en güzeli:

“Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve: “Ben gerçekten Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir? Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün.” (Fussilet, 33-34) Hayatımızın gayesi her an iç içe olduğumuz hatta içimizden dışımıza sarmal halinde olduğumuz niyetlerimiz ve tercihlerimizin ıslahıdır. “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve …” diye devam eden ayeti kerimeler bize Allah’a davet görevi veriyor. Bu görev imanı içimize yerleştirmek, onu süslemek, yakin haline getirmek ve dışımıza taşırma süreçlerini de içine alır. Bu süreçler tam bir rıza sürecidir. Benliği terk, marifetullah ve fena fillah sürecidir. Allah’a davet eden kişi, Allah’ı tanıyan kişidir. Onun rızasına kendini teslim etmiş, arzularını onun rızası için terk etmiş kişidir. Bu davetin faturalarını ödemeye peşinen razı olmuş kişidir. Cenabı Hak, kullarını bollukla ve darlıkla sınar. Ragıp El Isfahanı Hz. Ömer radıyallah-u anhın “Sıkıntı ve güçlüklerle imtihan edildik sabrettik. Ama bolluk ve genişlikle imtihan olduğumuzda şükredemedik” dediğini rivayet eder. Bolluk ve nimet türünden bir imtihan kolay gibi görünse de kazanılması zor bir sınavdır. “Al26

(Bakara, 155)

lah bir kasabayı size örnek verir ki, o kasaba korkudan emin ve sakindi. Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat bu kasaba halkı, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük etti de, Allah onlara, işledikleri kötülükler yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip, acıları tattırdı” (Nahl, 112). Son zamanlarda belki de ümmet bolluğun verdiği şımarıklıklarla hayat imtihanını kaybediyor. Bolluğun verdiği şımarıklıkla çağdaş, modern ve batıcı görünmek için, dininden, imanından ve ahlakından tavizler veriyor. Yılbaşı etkinlikleri, Noel kutlamaları, adları altında Müslüman toplumlarla hiçbir ilişkisi olmayan şeytani kutlamaların yapılacağı günler kapıdadır. Bu süreçte gayrimüslim yani Müslüman olmayanların adetlerini İslam toplumlarında Müslüman için de gayet normalmiş gibi kutlayanlar türetildi. Oysa Müslüman’ın bollukla imtihanı işte tam da böyle olur. Tıpkı sahilde yaşayan Yahudilerin avlanma yasakları olan cumartesi gününde balıkların çok gelip onları imtihan etmesi gibi, Cuma saatinde müşterinin bol gelmesi gibi. İslam’a inanmayanların ve şeytanın manevi çocuklarının eğleneceği iffetsizlik ve hayâsızlığın ayyuka çıkacağı bir günah gecesi olan yılbaşı kutlamaları gibi. Bugün yılbaşı, Noel kutlamaları ve karnavallar diye İslam dünyasında pazarlanmak istenen rezaletler, putperest inancından Hıristiyanlığa girdirilip orada İsa aleyhisselamın doğum günü safsatası gibi bir kılıfa sokulmuştur. Bu gün yapılan çalışma ise ehli kitap maskeli din düşmanı putpe-


Ç

abalarımıza bakalım, çalışmalarımız ekmek parası kazanmanın ötesine geçti ise, çocuklarımızı bırakın, torunlarımızı da müreffeh bir hayat yaşatacak bir servete kavuştuysak ve hala şükredemiyorsak! Lütfen yeniden bir kelime-i şahadet daha getirelim. Rabbimizin “… Rızık olarak verdiklerimizden infak ederler” (Bakara, 3) ayetine uyup etrafımızdaki mü’minlere yardımcı olalım.

rest Avrupalıların ve onların yerli işbirlikçilerinin çağdaş ateistlik çalışmalarıdır. Müslüman’ın bollukla imtihanı şımarıklık dostlarının böyle uçuruma sürüklemesi ile olur. Şeytanın davetine uyup kahvehane oyunlarıyla imtihanı kaybediyoruz, piyango çekilişleriyle imtihanı kaybediyoruz, Peygamberimizin; “Şarap içen puta tapan gibidir.” Hadisini bile bile felekten bir gün çalıyoruz diye diye imtihanı kaybediyoruz. “Ki hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez. Doğrusu insana koşuşturmasının karşılığından başka bir şey yoktur. Ve koşuşturduğu da yakında görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 38- 41) Çabalarımıza bakalım, çalışmalarımız ekmek parası kazanmanın ötesine geçti ise, çocuklarımızı bırakın, torunlarımızı da müreffeh bir hayat yaşatacak bir servete kavuştuysak ve hala şükredemiyorsak! Lütfen yeniden bir kelime-i şahadet daha getirelim. Rabbimizin “… Rızık olarak verdiklerimizden infak ederler” (Bakara, 3) ayetine uyup etrafımızdaki mü’minlere yardımcı olalım. İşte imtihanı tam da burada kaybediyoruz. Nasıl mı? Kapımıza kadar gelmiş ihtiyaç sahibine “ALLAH VERSİN.”diyerek. Rabbimiz biz uyarısına rağmen; “Bildin mi sen, o sarp yokuş nedir? Köle azat etmek Veya salgın bir kıtlık gününde yakınlığı olan bir yetime Veya hiçbir şeyi olmayan yoksula. Yemek yedirmektir, Sonra da iman edip de sabrı tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır.” (Beled, 11-17) Vazifemizi yapmayarak, Allah’ın kullarının elinden tutmayaOcak 2013 / 306

rak, onları boynu bükük göndererek, bir şeylerle imtihan olduğumuzu bilemedik. “Kişi kazancının rehinidir.” (Müddessir, 38) Kazandıklarımıza bakalım. Her gün dünya ve ahiret dengemizin hangi yöne doğru olduğunu hesaplayalım. Bizi dünya kuşatmışsa biz dünyanın esiri olmuşuzdur. Bizi ahiret kuşatmışsa ahiretin esiri olmuşuzdur. Bizi kötü ve kötülükler kuşatmışsa biz kötü ve kötülüğün esiri olmuşuzdur. İyi ve iyilik kuşatmışsa iyiliğin esiri olmuşuzdur. Lütfen kendimizi iyi hesaba çekelim ve sağlıklı değerlendirmeler yapalım. Dünyaya razı olup ahireti erteleyenlerden olmayalım. Rabbimiz bu kimseleri; “… İnsanlardan kimisi: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!” der. Onun için ahirette hiçbir kısmet yoktur.” diye tanımlar ve onları “Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin bulunmuşlardır. O kimseler ki onlar Bizim ayetlerimizden gafillerdir. İşte onların varacakları yer, kazandıklarının karşılığı olan ateştir.” (Yunus, 7) cehennemlik olarak vasıflandırır. Oysa mü’min kişi her halinde bir imtihanda olduğunu ve gerçek hayatın ahiret hayatı olduğu bilinci ile hareket eder ve en azından beş vakit namazında şöyle dua eder. “…Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!” diyenler vardır. İşte onlar için, kazandıklarından bir nasib vardır. Allah, hesabı çok çabuk görür.” (Bakara, 200-202) Evet, duamızdan fiilimize bir imtihandayız ve bu dünyada da ahirette de kazanmak mecburiyetindeyiz. 27


. Hadis IklimiAhmet Agmanvermez a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net

-

“Kıyamet, on alamet görülmedikçe kopmaz: Duman, Deccal, Dabbetu’l arz, Güneş’in batıdan doğması, İsa’nın yeryüzüne inmesi...” (Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, 5. cilt, s. 362)

Kıyametin Büyük Alametlerinden

Deccal Fitnesi

D

ve Hazreti İsa’nın Gelişi

eccal, Arapça “decl” kökünden gelir. Deccal, “yalancı, hilekâr; zihinleri, gönülleri, iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı karıştıran, bir şeyi yaldızlayıp gerçek yüzünü gizleyen, bucak-bucak her yeri dolaşan müfsit ve melun bir kişidir. Deccal, aldatıcı ve inkârcı, dehşetli fitne dolaplarını döndüren bir kimsedir. Fitnesinin en dehşetli tarafı, dinsizliğe dayalı bir sistem kurup insanları imanlarından ederek hem dünya, hem de ebedî hayatlarını mahvetmeye çalışmasıdır.O, ateizme, ahlâksızlığa, yalana dayanan saltanatını tek başına değil, kendisine gönül veren komitesiyle birlikte yürütür. Deccala, “Mesih” kelimesi eklenerek Mesih-i Deccal da denilir. Onun bu unvanla anılmasının sebebi, gözlerinden birinin silik, yüzünün bir tarafında kaşı ve gözü olmayan, yaratılıştan bozuk, kötü, uğursuz, yalancı, çok öldüren sıfatlarını taşıması sebebiyledir. Bir hadis-i şerifte ondan, “Mesihü’d-Dalâle,” “Sapıklık Mesihi” diye söz edilir. (el-Heytemî, Mecmaü’z-Zevâid) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Hz. Âdem’in yaratılışından itibaren kıyamete kadar geçen süre içerisinde Deccaldan daha büyük bir hadise (diğer bir rivayette daha

28

büyük bir fitne) yoktur.” (Sünen-i Ebu Davud) “Deccal yeryüzünde kırk gün kalır. Birinci günü bir yıl, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta ve kalan günleri de sizin gününüzle bir gün gibidir.” “Sizden her kim Deccala kavuşursa, Kehf suresinin başından on ayeti ona karşı okusun. Onlar sizi Deccalın fitnesinden korur.” Muhakkak deccal içinizde çıkar. Onun durumu sizin üzerinize gizli kalmaz. Muhakkak rabbiniz, sizin üzerinize gizli değildir. (bunu üç kere tekrar etti.) Muhakkak rabbiniz kör değildir. Muhakkak Deccalın sağ gözü kör olup sanki sarkmış üzüm gibidir. (Buhari) “Deccal gelir. Hâlbuki ki Medine’nin kapılarından girmesi ona haram edilmiştir. Medine’nin yakınındaki çorak araziye iner. O vakitte insanların en hayırlısı olan bir kişi, ona doğru çıkar ve derki: ‘Ben şahitlik ederim ki sen Rasulullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bahsettiği Deccalsın.’ İstidrac olarak Deccal der ki: ‘Söyleyin bakayım eğer bu adamı öldürürsem, sonra onu diriltirsem benim işimde şüphe eder misiniz?’ Etrafındakiler derki : ‘Hayır.’ Deccal o kişiyi öldürür, sonra diriltir. O kişi der ki: ‘Allah’a yemin olsun ki bu gün senin deccal olduğunu şimdi daha iyi anladım. Deccal onu ikin-


ci defa tekrar öldürmek isteyecek fakat ona güç yetiremeyecek.” (Buhari)

Hazret-İ İsa Aleyhisselam’ın Dünyaya İnişi Ehl-i sünnetin inanç konularını açıklayan hemen tüm eserlerde, Hz. İsa aleyhisselamın kıyametten önce yeryüzüne geleceği, Deccal ile mücadele edip onu öldüreceği, gerçek din ahlakını dünyaya hâkim kılacağı yer almaktadır. İslam âlimleri, Kur’an-ı Kerim’de yer alan delilleri ve hadislerde bildirilen haberleri bir arada değerlendirerek, Hz. İsa aleyhisselamın dönüşüne inanmayı önemli bir inanç esası olarak kabul etmişlerdir. (İlmü’l-Kelam, İbn Hazm, s.56-57) Hz.İsa aleyhisselamın inmesi, O’nun bizim peygamberimize tabi olan bir ümmet olmak için yaptığı duasının kabulü sebebiyledir. Ayrıca kendisini öldürmeye gelen ve annesi Meryem validemize iftira eden, Zekeriya aleyhisselamı öldüren, Yahudilerden intikamını alması için AllahTeâlâ tarafından dünyaya indirilecektir. Hz. İsa aleyhisselam zamanında İslam bütün dünyaya hâkim olacaktır. Sonra domuzları öldürür, haçı kırar, havra ve kiliseleri yıkar, iman edenleri hariç, diğer bütün Hristiyanları (ve Yahudileri) öldürür. (R.Beyan,cilt 8, s.384) Hz. İsa (as)’ın ikinci kez yeryüzüne geleceğine dair işaretler taşıyan ayetler şunlardır: Ve: “Biz, Allah’ın Rasulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük.” demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.” (Nisa, 157) Nisa Suresi, 158. ayet: “Hayır; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” “Hani Allah, İsa’ya demişti ki: ‘Ey İsa, doğ-

Ocak 2013 / 306

rusu seni Ben vefat ettireceğim ve seni Kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkâra sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim.’ “ (Ali İmran, 3/55) Hz. İsa (as)’ın tekrar geleceği ile ilgili İmam-ı Azam Ebu Hanife şunları bildirmektedir: “Deccal’in, Ye’cüc ve Me’cücün çıkması, Güneş’in batıdan doğması, İsa (as)’ın gökten inmesi ve diğer kıyamet alametleri, sahih haberlerde bildirildiğine göre haktır, olacaktır.” (Fıkh-ı Ekber, Ebu Hanife) “Vallahi muhakkak ve muhakkak Meryem oğlu İsa inecek, hem adil bir hakem, adaletli bir hükümdar olarak inecek...” (Sahih-i Müslim Şerhi Nevevi, cilt 2, s.192) “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa’nın adalet sahibi olarak inmesi yakındır...” (Buhari, Kitabü’l-Büyu’: 102, Mezalim: 31) Mehdi ile ilgili yazımızı bir sonraki sayıya bırakarak son söz olarak şunları söyleyebiliriz: Deccal, Hz. İsa ve Mehdi ile ilgili hadisler sahihtir. Bu bilgiler ışığında bize düşen, oturup Deccal, Hz. İsa ve Mehdi beklemek yerine aşağıdaki hadis ışığında hayatımızı yönlendirmek, Kur’an ve sünnet çerçevesinde davranışlarımızı düzenlemektir. Bu ölçüler içerisinde yaşadığımız sürece ne zaman” gelirlerse hazır olmuşoluruz. Cenab-ı Hak hangisi gelirse bize tanıtacaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Yedi (engelleyici) şey (gelme)den önce iyi işler yapmakta acele ediniz. Yoksa gerçekten siz, unutturan fakirlik, azdıran zenginlik, (her şeyi) bozup perişan eden hastalık, saçma-sapan konuşturan ihtiyarlık, ansızın geliveren ölüm. Gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccâl, belâsı en müthiş ve en acı olan kıyametten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz?” (Tirmizî, Zühd, 3)

29


mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net

Mehmet Sentürk .

Allah’tan Başkası

GAYBI BİLEMEZ

G

ayb; ‘hazır bulunmayan, gizli olan, duyu organlarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak ulaşılamayan, bilgiyle kuşatılamayan, müşahede alanının dışında kalan her şey’ gibi manalara gelen bir kelimedir. Kur’an gayb kelimesini, insanların içlerinde taşıdıkları şeyleri, gelecekleriyle ve dönecekleri yerle ilgili hususları, geçmişte kalmış kişi ve olayların bilgisini, insan dışı varlılar dünyasını, ahiret hayatını ve gelecek olayları içine alacak biçimde, hep hazır olanın zıddı anlamında kullanılır. Allah Teâlâ insanlara bilgi ve öğrenme kabiliyeti ile insanlarca bilinmesi mümkün olan şeyleri bilmek ve öğrenmek için akıl, duyu organları, sezgi, rüya, ilham gibi vâsıtalar vermiştir, bu vâsıtalar ile elde edilen bilgilerin bir kısmı kesin, bir kısmı ise zannîdir (ihtimâlli). Diğer taraftan insanoğlunun, kendi bilgi vasıtalarıyla bilmesi, öğrenmesi mümkün olmayan şeyler vardır. Bunlar; Allah, ruh, cennet, cehennem, sırat, mizan, geleceğimiz gibi. Gayb âlemi hakkında Allah, kullarına, vahiy, ilham, rüya gibi yollardan biriyle bilgi verir; bilgiyi alan da-vasıtaya göre-

30

buna ya kesin olarak inanır veya zann-ı galib hâsıl olur. Çok eski zamanlardan beri insanlar, gayb âlemini merak etmiş, hakkında bilgi edinmek istemiş, bazı açıkgözler de bunu istismar ederek gâibden haber vermeye başlamışlardır. Eskiden bu işle meşgul olan kâhinler, arrâflar, falcılar... vardı; günümüzde bunlara ek olarak medyumlar ve ruhçular var. Bu kişiler, çeşitli yol ve vasıtalardan istifade ederek insanların geçmişi, geleceği, ruhlar âlemi gibi gayb haberleri vermişlerdir, vermektedirler. Bunlara inanmayanlar yanında inananlar vardır. Hâlbuki Peygamberimiz (s.a.v.), Allah’ın en seçkin kulu olmasına rağmen, O’nun hakkında Kur’ân diliyle şöyle buyrulmuştur: “De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendim bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni (gaybı) bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi.” (A’raf 7/88) Kur’an, gaybın Allah’tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirtmekle birlikte peygamberleri ayrı tutar: “Allah sizi gaybe muttali kılacak değildir; ancak Allah rasullerinden dilediğini seçer” (Âl-i İmrân, 179). “Gaybı bilen


“Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez” (Neml, 65). O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez; ancak razı olduğu Rasule gösterir” (-Cin, 26-27). Ne var ki, ayetlerden de anlaşılacağı gibi rasullerin gaybe ilişkin bilgileri Allah’ın bilgilendirmesinden dolayıdır; yoksa onlar da gaybı kendi güçleri ile bilemezler. Kur’an’da elliden fazla ayet gaybı yalnız Allah’ın bilebileceğiyle ilgilidir. “Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez” (Neml, 65). “Gayb, Allah’ındır” (Yunus, 20). “Gaybın anahtarları O’nun yanındadır, onları Allah’tan başkası bilmez” (En’âm, 59). Ayrıca Hz. Peygamber’e de, “Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem”(En’âm, 50) demesi buyurulur. Müfessirler gaybı ikiye ayırarak birincisine “mutlak gayb”, ikincisine de “izâfî gayb” adını verirler. Mutlak gaybı Allah’ın zatı, meleklerin mâhiyeti, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem gibi insanın kendi imkân ve yetenekleriyle hiçbir şekilde bilgisine ulaşamayacağı alan oluşturur. İzâfi gayb ise yer, zaman, imkân teknoloji ve

Ocak 2013 / 306

yetenek gibi nedenlerle bazı insanların bilgisine ulaşamadığı, buna karşılık bazı insanların bilgisi içinde olabilen olay ve olgulardır. Habîb-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) “Gayb habercisine (arrâfa, kâhine) inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını” (Müslim, K. es-Selâm, 125; Ahmed, Müsned, 2/429; 4/68.), “Ona inanan kimsenin, kendisine gönderilen (kitabı, vahyi) inkâr etmiş olacağını” (Bezzâr; Tirmizî, K. et-Tahârah, 102; İbn Mâce, K. et-Tahârah, 122. ) ifade buyurmuştur. Kendisine, “bazı söyledikleri doğru çıkıyor” diyenlere, Allah’a âsi olan cinlerin, edindikleri bazı bilgileri, bir doğrunun yanına yüz yalan katarak bu kâhinlere ulaştırdıklarını, bunlar vasıtasıyla halkın inancını bozduklarını, onları sapıklığa düşürdüklerini söylemiştir. Bu kesin deliller karşısında Müslümanların, gaipten haber verdiğini iddia eden kimseleri dinlememeleri gereklidir, dinlemeleri, doğru söylediklerine inanmaları haramdır. 31


Tasavvuf cemil.usta@ilkadimdergisi.net

Cemil Usta

DUA-3

Peygamberimizin dualarından örnekler:

“Allah’ım! Gaybı bilmen ve mahlûkat üzerinde sahip olduğun kudret hakkı için, benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, vefat etmek benim için hayırlı olduğunda da beni vefat ettir.” “Allah’ım! Gizlide de açıkta da senden korkmayı istiyorum. Rıza ve gazap halinde de hak sözden ayrılmamayı istiyorum. Fakirlik ve zenginlikte de iktisatlı ve itidal üzere olmayı istiyorum.”

nin sığındığı şerden de sana sığınıyorum.”

“Allah’ım! Ben Senden cenneti ve cennete yaklaştıran söz veya ameli diliyorum. Cehennem ateşinden ve cehenneme yaklaştıran söz veya amelden de Sana sığınıyorum. Benim için hükmettiğin her kaza (ve kaderi) de hayırlı kılmanı niyaz ediyorum.” (İbn-i Mace)

“Allah’ım! Âcizlikten, tenbellikten, korkaklıktan, cimrilikten, yaşlılığın getirdiği takatsizlik ve “Senden tükenmeyen bir nimet (ahiret ni- bunaklıktan, kasvetten (katı kalplilikten) gafletmetlerini) istiyorum. Senden, sona ermeyen bir ten, yokluktan, zilletten, mal ve hayır azlığından, göz nuru (neslimin benden sonra güzel bir şekilde meskenetten (kötü halden) Sana sığınırım. Nefsin devam etmesini namazlarımı en güzel bir şekilde duymak bilmeyen ihtiyaç hissinden, küfürden, fakılabilmeyi, muhabbeti, huzur ve saadeti) istiyo- sıklıktan, hakka muhalefetten ve ayrılıktan, nifaktan, süm’adan (amelleri insanların duyması için rum.” yapmaktan), riya“Senden tayin ettiğin kadere rıza “Allah’ım! Ben Senden Kulun ve peygamberinin dan Sana sığınırım. Her türlü kötü ve gösterebilmeyi isti- istediği hayrı istiyorum. Kulun ve peygamberinin müzmin hastalıklaryorum. Senden, öldan Sana sığınırım. sığındığı şerden de sana sığınıyorum.” dükten sonra huzur (Buhari) ve sükûn içinde bir “Allah’ım! Temhayat istiyorum. Senbellikten, bunaklık vaki olacak derece ihtiyarlıktan, den Cemaline bakmanın lezzetini ve Sana kavuşma şevki istiyorum. Bütün bunları sabredileme- ihtiyarlık çöküntüsünden, mâsiyet mahallinde buyecek bir zarar ve dalalete düşürücü bir fitneden lunmaktan, borçluluktan, kabir fitnesinden, kabir azabından, cehennemin fitnesinden, cehennemin uzak olarak vermeni istiyorum.” azabından ve zenginlik fitnesinden Sana sığınırım. “Allah’ım! Bizi iman ziynetiyle süsle ve bizi Fakirliğin fitnesinden de Sana sığınırım.” (Ramazadoğru yolda giden hidayet rehberleri kıl.” (İbn-i noğlu Mahmud Sami, Dualar ve Zikirler) Hanbel) Ümid ederim ki bu duaları okuyan kardeşle“Ey Ebubekir’in kızı! Sana diğer duaları da rimiz bunları değerlendirir ve üzerinde tefekkür içinde toplayan bir dua öğreteyim mi? ederler. Bundan sonraki dualarını yaparken bu Şöyle dua et: “Allah’ım! Ben hayrın her çeşiyazılanları örnek alırlar. Öyle dua ve niyazda buludini, acil olanını ve geç olanını, bildiğim ve bilmenurlar ki duaları ihlâs ve samimiyetle ihsan derediğim her türlü iyiliği senden istiyorum. Her türlü cesine ulaşır. Çünkü Peygamberimiz, her konuda şerden, acil olanından ve geç olanından, bildiğim olduğu gibi dua konusunda da bize en güzel örve bilmediğim bütün kötülüklerden de sana sığınektir. nıyorum.” Allah’ım! Razı olduğun amellerle bizi tezyin “Allah’ım! Ben Senden Kulun ve peygamberieyle, bizi duası makbul olan bahtiyar kullarından nin istediği hayrı istiyorum. Kulun ve peygamberieyle. Âmin. 32


. selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net

M. Selçuk Özdogan

Tarihe Yön Veren Simalar Ahmet Belada

K

ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucularımız. Bu ay sizlerin de yakından tanıdığı Dergimizin yayın hayatına başladığı ilk günden itibaren emeği olan, halen de Tarihe Yön Verenler sayfamızın yazarı olan, kıymetli hocamız Ahmet BELADA’nın İlkadım Yayınlarından çıkan 447 sayfadan oluşan ve dergimiz abonelerine armağan olarak verilecek olan Tarihe Yön Veren Simalar isimli eseri inceleyeceğiz.

Ürettiler/Dağıttılar/Öğrettiler/Çoğalttılar Çok düşünüp çok hissettiler. Az uyuyup az konuştular Güneş doğmadı üzerlerine hiç… …. Onlar bir gün güzel atlara binip uçmağa vardılar. (Mehmet Arda)

Hocamızın konuşma üslubunu tanıyanlar iyi bilirler. O tatlı ve içinde nezaket barındıran üslubu unutamazlar. Hocamızın bu eserinde de aynı latifliği ve nezaketi görmekteyiz. Yayın kurulunda bulunduğumuz için eserin ortaya çıkış aşamalarının büyük bir bölümünü biliyoruz. Kıymetli okuyucularımız, bizler şuna şahit olduk ki, elinizde hazır yazılarınız olsa bile, bir eser öyle hemen ortaya çıkmıyor. Siz ona emek harcayacaksınız ki karşılığını alabilesiniz. Dolayısıyla Ahmet Belada hocamız ve kitabın hazırlanma aşamasında yardımda bulunan kıymetli arkadaşlarımızın bu eserde yoğun bir emeği var. İnsanoğlunun örnek alma ihtiyacı çok eskiden beri vardır ve var olmaya da devam ediyor. Bu şekilde biyografi tarzındaki eserlerin bizler için en önemli yanı benzetmeyle anlatacak olursak bal yemeye benziyor. Arı çeşit çeşit çiçekleri geziyor ve bizlere çok kıymetli bir besin olan balı sunuyor. Ahmet Belada hocamız da onlarca kitabın arasında gezerek bizlere örnek olarak sunduğu mümtaz şahsiyetlerin hayatını sunuyor. Kitap üç bölümden oluşuyor, birinci bölüm Mutasavvıflar/Cemaat Liderleri ile 17 seçkin kişi bizlere tanıtılıyor. İkinci bölümde ise-kitabın en uzun bölümü-Mütefekkirler/Alimler başlığı ile Ocak 2013 / 306

44 İslam alimi bizlere tanıtılıyor. Üçüncü ve son bölümde ise Siyasetçiler başlığı altında 12 farklı siyasetçi bizlere tanıtılıyor. Tanıyacağımız isimler arsında kimler yok ki: Abdullah bin Mübarek’le başlayan tanıma yolculuğumuz, Ahmet Yesevi, Said Nursi, İmam Rabbani, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Muzaffer Ozak, Süleyman Hilmi Tunahan, Zeki Soyak, Cemal öğüt, Hacı veyiszade, Hayrettin Karaman, Mazhar Osman, Mustafa Asım Köksal vb. güzel insanlarla devam ediyor. Elimize aldığımızda düşürmeyeceğimiz/düşürmememiz gereken bir eser sizleri bekliyor. 33


Egitim egitim@ilkadimdergisi.net

Doç. Dr. Rüstü . Yesil .

İnsanı

le y ü n Bütü

T

arih boyunca insanın tanınması ve tanımlanması, hemen bütün bilimlerin temel konu alanlarından biri olagelmiştir. Onun biyolojik, sosyal, kültürel, psikolojik, etnik vb. yapılarının incelenmesi ile içinde gizlediği kâinat ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Sonuçta hemen bütün bilimlerin ortaya koyduğu ve teslim olduğu sonuç, insanın çok yönlü ve gelişmeye/geliştirilmeye açık bir varlık olduğu yönünde olmuştur. İnsanın gelişmeye ve geliştirilmeye müsait bir yapıda olması, eğitim kavramının özünü oluşturmaktadır. Eğitim yoluyla, birçok kabiliyetle dünyaya gelen insanoğlunun bu kabiliyetlerinin farkına varması ve onların en iyi şekilde geliştirilmesi hedeflenmektedir. Burada karşılaşılan en önemli sorun, geliştirilmesi düşünülen yönleri ile birlikte insanın doğru tanınması ve tanımlanabilmesidir. İnsanın çok yönlü olması, onun geliştirilebilmesi için de insana bütünlük içerisinde yaklaşılmasını gerektirmektedir. O; madde ve manasıyla, biyolojik ve psikolojik yönüyle, sosyal ve kültürel yönüyle vb. bir bütünü ifade etmektedir. O halde gerek onu tanımlarken gerekse onu geliştirmek için çalışırken onun bu bütünlüğü göz ardı edilmemelidir. Öncelikle insanın eğitime konu olan üç temel yönünün olduğu sıklıkla dile getirilmektedir: Zihinsel yön, duygusal yön ve psikomotor (davranış)

34

Eğitmek

yön. Gerçekte bu yönleri daha da artırmak mümkündür. İnsanın aklı, duyguları, nefsi, estetik algısı, ruhu, değer dünyası vb., her biri eğitim ya da eğitimciler açısından üzerinde önemle durulması gereken yönlerdir. Eğitimciler insanı her ne kadar bu farklı yönleriyle ele alsa da bu yönlerin birbirinden kopuk olmadığının farkındadır. Her biri diğerlerini etkiler ve biçimlendirir. İnsana ilişkin bu bütünlük mantığı teoride hemen herkes tarafından kabul edilse de, gerek okullarda, gerek ailede, gerekse toplumsal yaşamda insanın eğitimi üzerine yapılan çalışmalara bakıldığında çoğu zaman bu teorik gerçeğin ihmal edildiği; eğitsel uygulamalara yansıtmada güçlük çekildiği dikkati çekmektedir. Öğretmenler okullarda, ebeveyn evde, yetişkinler ise toplumsal yaşamda hem kendi eğitimleri hem de eğitim verebilme imkânına sahip oldukları diğer bireyleri (özellikle çocuklar) eğitirken bir yöne ağırlık verip diğerlerini ihmal edebilmektedirler. Eğitim sistemi içerisinde gerek sınav sistemleri gerekse toplumun değer yapısı çerçevesinde okullar öğrencilerin zihin yönüne daha çok eğilirken duygusal yönünü, ruhsal gücünü, değer dünyasını ikinci plana atabilmektedir. Öğrencileri sınava hazırlayacağım, sınavlarda daha fazla soruya doğru cevap vermelerine katkı sağlayacağım derken ahlaki yapısına ve değer dünyasına, dav-


ranış âlemine gereken eğitsel destek sağlanamayabilmektedir. Bu eksik yönelim ise, insanın doğasında bir takım dengesizlikler ortaya çıkabilmektedir. Çünkü insanın farklı yönleri dengeli bir şekilde gelişim gösterememektedir. İlköğretimden itibaren okullarda matematik, Türkçe, Sosyal “Bilgiler”, gibi sınavlarda karşılıkları olan derslere ağırlık verilirken çocukların değer gelişimleri, duygusal beklenti ve ihtiyaçları, ahlaki yapıları, gelişen bilgi birikimlerine göre daha geride kalmaktadır. Dersler arasına “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”, “Vatandaşlık Bilgisi” gibi derslerin; hatta Kur’an-ı Kerim, Siyer gibi derslerin yerleştirilmesi de bu durumu değiştirmemektedir. Çocuklar bu derslerde de yalnızca ve yine birçok bilgiyi öğrenmeye mahkûm edilmekte; ruh ve değer dünyası, ahlaki ve duygusal yapısı bilişsel yapının güçlendiği kadar güçlenememektedir. En belirgin şekilde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, Vatandaşlık Bilgisi, Siyer, Kur’an-ı Kerim gibi daha çok değerlerin, ahlaki yapının, ruhsal ihtiyaçların önemsenmesi gereken derslerde bile öğrenciler; namaz kılma, başkalarına iyilik yapma, kurallara uygun davranma, Hz. Peygamberin ne zaman doğduğunun ve başından geçen olayların bilgilerine ulaşıyor ve zihnine kodluyor ama bunları yaşamına istenildiği şekliyle aksettiremiyor. Tartışılması gereken şey, çocukların bilmesine rağmen bildiklerini davranışlarına niçin aksettiremediğidir. Bu sorunun belki de en kısa cevabı, zihin dünyasında yer bulan bilgilerin değer dünyasında yer bulamamasıdır. Çünkü insanın davranışlarının şeklini ve biçimini, yönünü ve gücünü belirleyen şey, değer dünyasıdır. Kişinin bir şeyi yapması için onu bilmesi yetmez, onun yapılması gerektiğine inanması gerekmektedir. Bu durum, büyük ölçüde gerek öğretmenlerin gerekse genel olarak eğitim sisteminin, öğrencinin bilgi dünyasına verdiği önem kadar duygu ve değer dünyası ile davranış dünyasına önem vermeyişinin doğal bir sonucu olarak görülebilir. En somut şekilde öğretmenler ve eğitici pozisyonundaki diğer kişiler çocukların bilgi öğrenmesine harcadığı zaman ve emek kadar duygu ve değer dünyası ile davranış dünyasının biçimlenmesi için zaman ve emek harcamıyor. Öğretmenler öğrencilerle ilgilendikleri zaman aralığının ne kadarını Ocak 2013 / 306

bilgi aktarmak ne kadarını değerleri hissettirmek için harcıyorlar sorusuna verilecek cevap gerçekte çok açıklama yapmayı gerektirmeyecek kadar açık. Elbette, “Ne kadar emek, o kadar yemek”. Diğer taraftan öğrenciler de sahip oldukları bilgi miktarına paralel olarak elde ettikleri kazanımlar kadar, duygu-değer ve davranışları ile kazanım elde edemiyorlar. Bilgilerine karşılık olarak sınavlarda ya da karnelerindeki yüksek notlar gibi somut göstergeler ve buna bağlı kazandıkları takdirleri, duygu ve değerlerini güzelleştirdiklerinde göremiyorlar. Örneğin sınavlarda yaptıkları doğru sayısına karşılık gerek öğretmenlerinden gerekse ebeveynlerinden gördükleri takdir ya da ceza çok açık ve belirginken duygu ve değerleri bu kadar açık ödül ve cezayı beraberinde getirmiyor. Örneğin karnesini eve getiren çocuk ebeveyninin karnenin sol tarafındaki derslerle ilgili değerlendirme yapıp ödüllendirirken ya da cezalandırırken karnenin sağ tarafına bakmayışı ya da önem vermemesi, çocuğa da somut bir şekilde değer ve düşünce aktarıyor: “Derslerin iyi olması önemli ve gerekli, duygu ve davranışların iyi olması önemli değil, dikkate bile değmez”. Gerçekte öğretmenler de karnenin sol tarafını daha dikkatle, daha ince eleyip sık dokuyarak doldururken sağ taraftaki davranışları gelişi güzel doldurmaktadır. Öğrenci elbette bundan da benzer çıkarımlar yapmaktadır. Çünkü bilinmelidir ki insanlar somut şeyleri daha hızlı ve daha iyi öğrenirler. Sözle anlatılan birçok bilginin yerine öğretmen ve ebeveynin gösterdiği somut bir davranış, çocuğun üzerinde daha etkilidir. O halde, yukarıda ifade edilen çelişkili durum üzerinde dururken öncelikle; yetişkinler ve eğitimciler olarak bizlerin bu konudaki kendi çelişkimize eğilmemiz gerektiği söylenebilir. Başka bir ifade ile bizler insanı bir bütün olarak görüp her bir yönünün önemli olduğunu fark etmediğimiz; her birinin gelişmesi için üzerimize düşeni yapmadığımız sürece yeni yetişen nesilden dengeli olmalarını ve dengeli davranışlar göstermelerini; bildiklerini davranışlarına aksettirmelerini; sağlıklı bir bilgi-duygu-davranış dengesi oluşturabilmelerini beklememiz mümkün değildir. Bu beklenti hem adil hem de doğru değildir. 35


. Ihsan Penceresi fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net

Fatih Yilmaz

Helak Olan

5 Kişi

Nankör kimselerin akla hayale gelmedik belâlarla müptela oldukları, verilen mühlet dolunca hâk ile yeksan oldukları, dolayısıyla Âyet-i kerime’nin sırrının zuhur ettiği her asırda görülmektedir.

Onlar Allah ile beraber başka bir tanrı edinenlerdir. Yakında bilecekler.” (Hicr, 96)

Cumhura göre bu ayeti kerime Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e eziyet eden ve onu alaya almakta ileri giden, müşriklerin ileri gelenlerinden beş kişi hakkında nazil olmuştur. Yüce Allah bunları helak etmiştir. Bunların helak edilişi Bedir’den önceydi. Aralarında Amr b. El-As’ın babası el-As b. Vail de bulunuyordu. El-As, Rasulullah (s.av)’ın arkasından burnuyla ve ağzıyla hareket ediyor, peygamberi alaya alıyordu. Güçsüz ve kimsesizlere yaptığı zulümlerle tanınmıştır. Malını satmak için Mekke’ye gelenlerden satın aldığı malın bedelini ödemezdi. Onun bu gibi haksızlıkları İslâm’ın gelişinden sonra da Müslümanlara karşı devam etmiştir. Habbab bin Eret -radiyallahu anh- kendi eliyle yaptığı kılıçlardan birkaçını ona satmış, parasını alamamıştı. Borcunu ödemek için Rasulullah Aleyhisselâm’a dil uzatmasını şart koşmuş, o da: “Senin ölüp tekrar dirildiğini görmedikçe bu işi yapmam.” diye cevap verince Âs: “O halde ödeşmemiz ahirete kalsın. O gün benim malım ve evlâdım olacak, o zaman öderim.” diyerek alay etmişti. 36

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu: ”Rasul’üm! Âyetlerimizi inkâr eden ve: ‘Bana elbette mal ve evlât verilecektir.’ diyen adamı gördün mü? O gaybı mı biliyor, yoksa Rahman’ın katından bir söz mü almıştır? Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız. Onun dediğine biz vâris oluruz ve o bize tek başına yapayalnız gelir.” (Meryem, 77-80) Kur’an-ı Kerim’de “Ebter” diye vasıflandırılan da odur. Müşrikler Rasulullah Aleyhisselâm’ın Kalb-i Nebevî’lerini rencide edecek sözler söylemekten çekinmezlerdi. Oğlu Kasım vefat ettiğinde Âs bin Vâil: “Bırakın şu nesli kesilmişi! Artık ölümünden sonra adını anan bulunmayacak.” demişti. Bunun üzerine hakkında Kevser Sûre-i Şerif’i nâzil olmuştur. Allah-u Teâlâ kıyamete kadar anılmak üzere şöyle buyurdu: “Rasul’üm! Gerçekten biz sana tükenmeyen pek çok nimet vermişizdir. Öyleyse Rabb’in için namaz kıl, kurban kes! Doğrusu adı sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan dil uzatan kimsedir.” (Kevser, 1-3) O iğrenç sözleri söyleyenlerin, karşı çıkarak yolunu kestiklerini zannedenlerin gerçekten de


zürriyetleri kesilmiş, defterleri dürülmüştür. Dine karşı direniş ve tepkilerini ömür boyu sürdüren Âs, merkebi ile Tâif’e giderken ayağının ayasına diken battı. Dikeni bulamadılar. Bacağı devenin boynu gibi şişti, yerinden kıpırdayamaz hâle geldi. Hicretten birkaç ay önce iniltiler içinde kıvrana kıvrana ve bağıra bağıra ölüp gitti. Bu beş kişiden birisi de el- Haris b. ElKays’dır. “Muhammed Ashâb’ını aldatıyor, öldükten sonra dirilmek var diyor, böyle şey mi olur?” derdi. Tuzlu bir balık yemiş, ne kadar su içtiyse kanmamış, su içe içe midesi patlayarak ölmüştür. Esved bin Muttalip, elebaşı kâfirlerin maşalığını yapardı. Kısa zamanda gözlerine bir ağrı saplandı ve kör oldu, çocukların eğlencesi haline geldi. Allah-u Teâlâ, dinine ihanet edeni ihanetle helâk edeceği şüphesizdir. Nitekim Âyet-i Kerime’sinde Rasul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e şöyle buyurdu: “O halde nefsin onlar hakkında bir takım üzüntülere dalarak yıpranmasın. Çünkü Allah onların yaptıklarını çok iyi bilendir.” (Fâtır, 8) Onlar yaptıkları kötülüklerin cezâsına kavuşmuş olacaklardır. Bir üçüncüsü el-Esved b. El- Muttalib b. ElHaris olmuştur. Bu zat bir gün oğluyla birlikte yola çıkar. Bir ağacın altına otururlar. Cebrail (a.s) ağaçla vurmaya başlar. Oğlundan yardım ister. “Oğlum bir adam beni ağaçla dövüyor beni kurtar” der. Oğlu: “Babacığım, böyle birini göremiyorum sen hayal görüyorsun” der. Böylece el-Esved denen hain olduğu yerde ölür kalır. Esved ve arkadaşları, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e kaş-göz işaretleriyle alay ederler, onu gördüklerinde hep birlikte ıslık çalarlardı. Bu bedbahlardan bir diğeri de Esved

Ocak 2013 / 306

b. Abdi Yeğus’dur. Bu adam ailesi ile birlikte yola çıkar. Kendisine öyle şiddetli bir ateş gelir ki sonunda kömür gibi kapkara olur. Bu kişi Müslümanları görünce, sahabeyi alaya alarak arkadaşlarına derdi ki: “Bakın, bakın Kisraların ve Kayserlerin mülküne varis olacak yeryüzü hükümdarları geliyorlar.” Beşinci bedbaht ise, el-Velid b. Muğire idi. Bu adam Halid b. Velid’in babası, ebu Cehil’in amcası idi. İslâm’ın büyük kumandanı Halid bin Velid’in babası Velid bin Muğire, müşriklerin akıl hocalarından ve ileri gelen söz sahiplerindendi. Bunun içindir ki, “Biricik” ve “Kureyş’in gülü” diye lâkaplanmıştı. Allah-u Teâlâ ona dünya nimeti olarak bol mal ve çocuk vermiş, onu rızka boğmuştu. Mekke ve Tâif’te deve sürüleri, kısrakları, geniş miktarda bağ ve bahçeleri, köle ve cariyeleri bulunuyordu. Tâif’te bir bahçesi vardı ki yaz-kış meyvesi hiç eksilmezdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’nın nimetlerine nankörlük etti. Bir gün salınarak ve böbürlenerek yola koyulur. Ok yapan bir adamın yanında durur. Elbisesine bir ok takılır. Kibrinden dönüp o oku üzerinden atmaz. Ridasının ucunu omzuna almak üzere çeker. İşte bu esnada ok, kolundaki damarına rastlar ve hayat damarını keser. Kan kaybından sonunda ölür gider. Efendimiz (a.s)’ en çok zorluk çıkaranlardandı. Ashabın akrabaca zayıf olanlarına daima işkence ederdi. Böylece: “Onlar yakında bilecekler!” (Hicr, 96) ayet-i kerime’si tecellî etmiş, Allah-u Teâlâ; Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile alay eden, dinini hafife alan, Kur’an-ı azîmüşan’ı küçümseyen münkirlere bir bir cezalarını dünyada da vermiştir. Ahirette verilecek cezalar ise şüphesiz ki daha şiddetlidir. Bu gibi nankör kimselerin akla hayale gelmedik belâlarla müptela oldukları, verilen mühlet dolunca hâk ile yeksan oldukları, dolayısıyla Âyet-i kerime’nin sırrının zuhur ettiği her asırda görülmektedir. 37


La Havle a.gulcemal@ilkadimdergisi.net

Abdullah Gülcemal

Hosgörü Dershanesi .

F

ethullah Gülen Hocaefendi Cemaati’nin, dershanelerin dönüştürülmesi konusunda haklılık payları olabilir.

Ama hakaret hakları yoktur. Düşüncelerini, görüşlerini, tekliflerini, kardeşlik hukuku içerisinde dile getirebiliriler. Geriye dönüp bakmalılar. Ülke ve millet olarak birlikte hangi bâdireleri atlatarak bugünlere geldik. Küfür cephesinden saldıranlar görevlerini yapıyorlar. Peki, hoşgörü ve hizmet hareketi mensubu kardeşlerimize ne diyelim? Ellerinde bulunan medya gücünü, sosyal medyayı ve haber kanallarını gerçekten Başbakanın ifadesiyle “kurşun gibi manşetler” atarak kullanması, toplumun her kesiminden inanan insanları derinden yaraladı. Hoca efendinin Bülent Ecevit’e, Süleyman Demirel’e, Mesut Yılmaz’a, Çevik Bir’e, Deniz Baykal’a, Kemal Kılıçdaroğlu’na, Emin Çölaşan’a göstermiş olduğu nezaket ve hoşgörü, Sayın Başbakan Erdoğan ve Hükümetinden neden esirgeniyor acaba? 28 Şubat’ın Milli Güvenlik Kurulunu bir “içtihad” kurumu olarak görüp, hatalarına bile “bir sevap” verileceğini söyleyen Muhterem Hocaefendi; acaba Başbakan’da Firavun’luğun, Karun’luğun hangi özelliklerini gördü de topyekûn bir saldırı başlattı.

38

Merak ediyoruz, cemaatin hoşgörüsü ve diyalogu sadece kendi müntesiplerine ve suyun öbür tarafındakileri mi? Boğuluyorum… Daha fazla bir şey söyleyemeyeceğim… Gönlü incinen, kolu-kanadı kırılan dertlilerin duygularına tercüman olan bir hanım kardeşimizin özetleyerek aktardığımız şu çığlık ve feryatlarını da hoş görebilecek misiniz acaba ?... “Bizde Kırılacak Kol Kanat da Kalmadı Hocam… (CEMİLE BAYRAKTAR/ www.derindusunce.org) ……. Muhterem Hocaefendi ve talebeleri, Sizler de gayet iyi biliyorsunuz ki mesele dershane meselesi değil, mesele Allah’ın rızasını, Peygamber’in davetini yaymak için çıktığınız o hayır yolunda -ki Allah sizlerden razı olsun, bu konudaki hayrınızı anmayan zalimdir- saptığınız yanlış yollar ve tebliğ metodunuzdaki tefrid (noksan kalış) takiyye yapa yapa zikrettiğiniz şeye dönüşmeniz gibi elem verici haller nedeniyle ümmet arasındaki bilinçli yalnız kalma isteğiniz bizi maalesef bu acı günlere getirdi. Bu manevi kusura maddi kusurlarınız da eklendi, merak ediyorum bir Müslüman olarak vicdanınızı aşağıda sayacağım kusurlarınız karşısında nasıl susturdunuz? -28 Subat günlerinde Erbakan Hoca’ya “çekilin” diyen manşetleri, öğrencilerinize başınızı


Yaşayan Hoca var, ölen Hoca var. Toplayıp toplayıp, bölen Hoca var. Hoşgörü, diyalog dinler arası; Ağlayan Hoca var, gülen Hoca var!....

açın direktifini, biz direnen kardeşlerinizden bazılarına “terörist” sıfatını uygun görürken bizim kırılan kollarımızı bırakın kırılan kalplerimizi hiç mi düşünmediniz? -Polis Kolejleri sınavlarında ve bazı sınavlarda soruları bazılarına verirken hakkı yenen öğrenciler hiç mi rüyânıza girmedi?

önünden geçmedi siyah gözlü o Arap çocuğun yanağından sızan kana karışmış gözyaşı? -Dünyaya zulüm salan İsrail’den, insanları yetmeyince Müslümanları insansız hava araçlarıyla katleden ABD’den esirgemediğiniz empatiyi ve sempatiyi neden bizden esirgediniz?

-Mavi Marmara’da şehit edilen kardeşlerimiz için “Otoriteden izin alsaydılar” derken hiç mi canınız yanmadı?

-Hiç kimseye karşı eksik etmediğiniz hüsn-i zannınızı size “Bu kardeşlerim ne istedi de geri çevirdim?” diyen adamdan esirgerken hiç mi “Acaba…” demediniz?

-Ülkenizin Başbakan’ı “One minute” diyerek zulme maruz kalmış bir halk için hakkı haykırırken buruşan yüzlerinizden dolayı hiç mi kederlenmediniz?

Daha neler… neler… Tüm bunlara rağmen sizlere bugüne kadar hüsn-i zannımı yitirmedim, bunun için kendimle çok büyük bir mücadele içine girdim.

-Evladı asit kuyusunda can veren, yavrusunun cesedine işkence edilen Kürt; askere uğurladığı civan evladının tabutunu alan Türk analar ve babalar sekte vurduğunuz süreç içerisinde attığınız baslıklar ve “Süreç lehine bir şey yazılmayacak” diye emir verdiğiniz gazetecilerinizden yana hiç mi vicdanınız sızlamadı?

Son olarak; ikide bir “Gayretullah’a dokunur” diyorsunuz da, Gayretullah’a dokunursa bu ümmeti bölmeniz dokunur. Sizin karşınızda kardeşleriniz var, bir gün bile kardeş gibi görmediğiniz ama Allah’ın hatırına size kardeş gibi davrananlar var. Vaktiyle bize takiyyelerinize bozulduğumuzda “Bir yere gelene kadar böyle…” derdiniz, şimdi bir yere geldiniz, gücü elinizde tutuyorsunuz, bir yere geldiğinizde olacağınız şey bu muydu?

-Sizi bitirmek isteyenlere karşı MGK’da “Gülen’i bitirin” diyenleri, imzayı basıp içeri tıkanlara karşı kin ve nefret kusarken hiç mi ahd’e vefâ aklınızdan geçmedi? -Yarım asırdır Filistinli çocukların kollarını kanatlarını taşlarla ezen -ki kol kanat kırılışı budurİsrail’e gazetenizde “Sizinle sorunu olan Ak Parti ile sorunumuz var” derken, hiç mi gözünüzün Ocak 2013 / 306

…….” Kimine hoşgörü, kimine boş görü öyle mi?... Hoşgörü dershanesinden umarım herkes hissesine düşen dersi almıştır. 39


Tarih Koridoru erturanmehmet@hotmail.com

Mehmet Erturan

Siyonistlerin Tahammül Edemediği

Yalın Ayaklı Çocuk

“Hepimiz çok daha ağır yenilgiler yaşadığımıza inanmış olabiliriz. Ama bir çocuğun suratımıza bakmayı reddetmesi de yabana atılacak bir yenilgi sayılamaz.”

F

ilistin davasını anlatmak istediğiniz kişilere uzun uzun cümleler kurmanıza gerek yok. Onları bir çizgi karakterden çok daha fazlası olan Hanzala ile tanıştırın yeter Allah’ın izniyle. Çünkü Hanzala kendisiyle tanışanlara ansiklopedilere sığmayacak kadar çok ve derin şeyler söylüyor. Çizgilerin bir davaya hizmet edebilme kapasitesi Hanzala örneğinde tartışmaya yer bırakmayacak bir şekil-

40

de ispatlanıyor. Hanzala, çizgisini takip edenleri güldürmüyor ama en kaliteli tefekkürlere sevk ediyor. Karikatürlerinden birinde Hanzala, dikenli tel örgüler üzerinde duran ve gagası bağlı olduğu için ötemeyen bir horozu izliyor. Horoz ötemediği için insanlık uyanamıyor. Hanzala o meşhur sırtı dönük duruşuyla, horozun ağzındaki düğümü bile çözmekten aciz olanların gözleri-


nin içine bakıyor aslında. Hanzala’nın arkasında birleştirdiği elleri Naci el Ali’nin ifadesiyle ‘İslam coğrafyasındaki bütün olumsuzlukları reddedişini temsil ediyor’. Hanzala başka bir karikatürde Siyonist bir asker tarafından saçından çekilerek götürülen bir kız çocuğundan uzanan yardım eline karşı İsrailli askere atmak istediği taşı yerden alırken resmediliyor. Hanzala’nın attığı o taş Siyonist askerden önce vicdanımıza çarpıyor. Hanzala on yaşında olmasına rağmen kime neyi ne kadar dokunduracağını iyi biliyor. Siyonizm’e karşı mücadelesini kırmızıçizgisinden şaşmadan sürdüren Hanzala, bambaşka bir karikatüründe ise elinde bir kılıç gibi sımsıkı tuttuğu kalemi meydan okurcasına havaya kaldırırken görüntüleniyor. Bir diğer karede gökten bombalar yağarken arkadaşıyla birlikte Siyonizm’le dalga geçercesine uçurtma uçuruyor. Vicdanımızın kod adı olan Hanzala ne zaman Filistin davasını savunma ihtiyacı hissedecek olsa duvarlara slogan yazıyor. Yamalı elbisesine aldırmadan çelik yelekli düşmanına taş atıyor. Cihan Aktaş, Hanzala için “Tanıklığı bir kavga halinde sürdürmek, bütün yoksunluklara karşılık zaferin geleceğine inanmakla gerçekleşebilir. Naci el-Ali’nin çizgi kahramanı, bizi buna inandırıyor.” derken doğruyu söylüyor. Naci el Ali şehid edilmiş olsa da onun muhalif çizgisi Hanzala her karikatüründe Filistin özgür olana dek yüzünü dönmeyeceğini ilan ettiği tavrıyla yaşamaya devam ediyor. İman edenler için koccaman bir mesaja dönüşen Hanzala, inkâr edenler için de mücadeleci çizgisinde dimdik yürüyor. Ciltlere konu olabilecek cesur bir çizgiye sahip olan Hanzala kendisiyle kucaklaşmak ve yakından tanışmak isteyenlere

Ocak 2013 / 306

Naci el Ali, Hanzala için ‘İçimdeki çocuk’ diyor. Sizin içinizdeki çocuk kim? Nerede, ne yapıyor? “Google’a ‘Hanzala’ veya ‘Naci el Ali’ yazıp görsellerde aratmaları yeterli” diyor. Naci el Ali’nin Hanzala karikatürleri albümü 2009’da İz Yayıncılık’tan çıktı. Naci el Ali derken, karikatürleriyle canlarını bayağı sıktığı Siyonistler tarafından bundan 27 yıl önce yani 1987’de Londra’da şehid edilmiş bir Filistinli var karşımızda. Ardında 40 bin kadar çizgi bırakan bu adam, adım atmasının dahi yasak olduğu ülkelere amaç için araç edindiği Hanzala ile birlikte elini kolunu sallayarak girebiliyor. İşte izlenmeye değer bir şeyler üretebilmenin gücü de burada ortaya çıkıyor. Naci el Ali, Hanzala için ‘İçimdeki çocuk’ diyor. Sizin içinizdeki çocuk kim? Nerede, ne yapıyor? 41


Dünyanin Nabzi . Ibrahim Aydemir i.aydemir@ilkadimdergisi.net

TÜRK DIŞ POLİTİKASI’NA

T

42

GENEL BAKIŞ

ürk Dış Politikasının başat unsurlardan birisi elbette Türkiye’nin coğrafi ve bundan hareketle jeopolitik konumudur. Öncelikle, Feroz Ahmad’ın klasik ifadesiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden zümrüd-ü-anka misali yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti, devraldığı miras itibariyle komşularının hemen tamamı yüz yıl öncesine kadar imparatorluk halklarının bağımsızlıklarını kazanmasıyla kurdukları devletlerden oluşmaktadır. Türkiye hem coğrafyası hem de tarihi serüveni bakımından hem doğulu hem de batılı olan bir ülkedir. Bir Batılı tarihçinin dediği gibi Türkiye, Ortadoğu’nun tek Avrupa ülkesi, Avrupa’nın da tek Ortadoğu ülkesidir. Cumhuriyet sonrası Türkiye, muasır medeniyet seviyesini yakalama hatta geçme hedefinin gereği olarak Batı’nın bir parçası olmak bağlamında BM ve NATO gibi Batı ittifaklarına girmekte tereddüt etmeyip AB’ye de üyelik yolunda iradesini hükümetlerden bağımsız bir devlet politikası olarak ortaya koymuştur. Diğer yandan, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki yadsıma ve engelleme politikalarına rağmen Doğulu kimliğini bulunduğu coğrafya ve tarihsel bağları gereği de asla terk etmemiş, terk edememiştir.

ması ve bölgesel ittifakları canlı tutmadaki çabası bunun en açık delillerindendir.

Anadolu, kadim zamanlardan göç yollarının üzerinde olması ve farklı medeniyetlerin kesişme noktası olması itibarıyla zengin bir medeniyet tecrübesi gibi avantajlar sunarken her dönemde farklı güçlerin ilgi alanına girerek tehditlerine de maruz kalmıştır. Her ne kadar silah teknolojisindeki ve lojistikteki hızlı gelişmelerin etkisiyle jeopolitiğin/ coğrafi konumun dış politikadaki belirleyici etkisinin belli ölçüde azalması sözkonusu olsa da önemini tam olarak kaybettiği söylenemez. Dünyanın halihazırdaki tek süper gücü ABD’nin NATO’dakiler de dahil olmak üzere binden fazla askeri üssü ol-

Türkiye’nin dış politikası, her ulus devlette olduğu gibi, ideallerden ziyade önemli ölçüde milli menfaatler/ulusal çıkarlar tarafından belirlenegelmektedir. Genelde ulus-devletlerin kadim imparatorluklardan ve özelde Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’nden dış politika anlayışında ayrıştığı en önemli nokta belki de burasıdır. Klasik dönem Osmanlı devletinin ve idarecilerin ana gayesi Fatih’in ifadesiyle “din-i İslam’ın mücerred gayreti” ile imparatorluğun devamı için elzem Osmanlı hanedanının devamından, Cumhuriyetin kuruluşuyla ulusal çıkarların korunmasına ve geliştirilmesine

Türklerin yaklaşık bin yıl önce İslamiyet’i kabul etmeleri ile İslam Anadolu’da hakim renk haline gelmiş, bu durum konumu itibarıyla Türkiye’yi Doğu ile Batı arasında bir medeniyet ve kültür köprüsü haline de getirmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Batılılaşma ülküsünün belirleyici paradigma olması, bu toprakların Müslüman rengini törpülemeye çalışırken devrimlerin bir bölümü doğrudan bu amaca matuf olmuştur. Fakat zaman içinde su yatağını yeniden bulmuş, eğitimden günlük hayata her alanda toplum kendi normaline dönmüştür. Bu sürecin Türkiye’nin dış politikasına yansımalarını net olarak takip etmek mümkündür. Örneğin Türkiye 1948’de kurulan İsrail’i ilk tanıyan halkı Müslüman ülke olurken 2010’da Başbakan Erdoğan’ın “one minute” çıkışıyla ise Filistin davasında ağırlığını net olarak koymuştur. Her ne kadar Cumhuriyeti kuran irade bu toprakların bu özelliğini yadsımış olsa da bugün Türkiye Cumhuriyeti için bu yönün önemi artarak devam etmektedir. İkinci milenyuma girdiğimizden bu yana artan ivme AK Parti iktidarı ile de pekiştirilmiştir.


dönüşmüştür. Bunun bir ufuk daralması olduğu izahtan varestedir, ne var ki zamanın ve ulus devlet paradigmasının gereği de budur. Ortadoğu’dan Balkanlar’a, Kuzey Afrika’dan Kafkasya’ya kadar geniş bir alanda adalet ve huzurun teminatı olan Pax Ottomana’dan (Osmanlı barışı), Anadolu’ya sıkışmış bir Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlı menfaatlerini korumaya ve güvenliğini sağlamaya kadar gerileyen bir dış politika vizyonu, XX. yüzyılın bu topraklara hediyesidir. Önce toprak sonra da vizyon anlamında küçülen devlet, geç Osmanlı’dan itibaren büyük güçlerle denge politikası çerçevesinde ayakta kalmaya yönelmiş ve bu yaklaşım da Cumhuriyet dönemi ulusal çıkar algısını şekillendirmiştir. Fakat bu noktada asıl problem, ulusal çıkarın nasıl ve kim/ler tarafından belirleneceği hususudur. Genellikle, ulusal çıkar adı altında dile getirilen ve savunulan değerler/koşullar ulusun tamamının hatta bir bölümünün bile değil, muktedir güçler ve onlar nezdinde lobi yapabilen menfaat çevrelerinin istekleridir. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Bir kere, iktidardakilerin haricinde görüş ve talepler ulusal çıkarlar sepetinin doğrudan dışında kalmaktadır. Hatta iktidar partisinin/partilerinin tabanlarının görüşünün de burada temsil edilmesi güvence altında değildir. İktidar içinde belirleyici olan hakim güç unsurları ve siyasal iktidarı etkileme gücüne sahip odaklar asıl belirleyici konumda olmaktadır. Örneğin, bugün ABD yönetiminde Demokrat Parti’den olan Başkan Obama’nın danışman çevresinin ağırlıklı olarak şahinlerden oluşması ile Yahudi lobisi ile petrol ve silah lobilerinin etkisi ile İsrail’e I. ve II. Bush dönemlerindeki desteği büyük ölçüde devam ettirmesi bunun bir örneğidir. Peki bu kısır döngüden çıkmanın yolu nedir? Halkın sandıkta ortaya çıkan iradesinin dış politikaya olduğu gibi yansıması sağlanabilir mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, temsili demokrasilerde bunu tam olarak sağlamanın bir yolu yoktur. Zira yukarıda izaha çalışıldığı üzere temsili demokrasilerde yönetim aracılar üzerinden gerçekleşmektedir ve bu aracıların gerek kendi algıları gerekse bunları etkileyen unsurların istek ve öncelikleri önemli ölçüde belirleyici olmaktadır. Fakat tamamen olmasa bile, önemli ölçüde halkın taleplerinin dış politikaya yansıması temin edilebilir. Bunun en Ocak 2013 / 306

önemli şartı halkın taleplerinin ve eğiliminin tespit edilerek politika oluşturmada dikkate alınmasıdır. Son on yılda Türk Dış Politikasının Filistin davasına açıkça destek vermesi ve Ortadoğu’daki halklarından kopuk rejimlere tepkisel söylemler geliştirmesinin tek nedeni budur. Artık Türk dış politikası yetişme tarzları ve eğilimleri itibarıyla ağırlıklı olarak batıcı ve halkın yaşam biçimine uzak olan bir avuç seçkin tarafından şekillendirilmemekte; toplumun hissiyatı, dünyayı algılama biçimi ve iktidarlardan beklentileri yeterince olmasa da dikkate alınmaktadır. Baş döndürücü bir hızla gelişen iletişim çağının bir ürünü olan sosyal medyanın etkisiyle sokaktaki insanın görüşlerini politikacılara doğrudan iletebilmesinin buna katkısı büyüktür. Siyasal iktidarın yapması gereken, bu iletişim kanallarını daha etkin kullanması, halkın nabzını daha yakından tutması ve karar alma sürecine daha fazla dahil etmesidir; zira dış politika diplomatlara bırakılamayacak kadar önemli bir meseledir. Son dönemde diplomatlık mesleği dışından gelen bilim adamlarına da otorite oldukları konularla bağlantılı olarak büyükelçilik payesi verilmesi bu bağlamda olumlu işaretlerdir. Son dönem Türk dış politikasında yaşanan temel gelişme, küresel hegemon ABD’nin uydusu bir ülkeden, bölgesel stratejik bir güç olarak Türkiye vizyonuna doğru ilerleme iradesi ve bu yönde atılan adımlardır. “Komşularla sıfır sorun” mevcut dış politika anlayışının hülasasıdır. Her ne kadar küresel konjonktürdeki menfi bazı gelişmeler ve rakip devletlerin çabaları sonucu bu politikada tam bir başarı -en azından şimdilik- sağlanamamışsa da, bunun Türkiye’nin bölgesel güç olma hedefi için doğru bir yaklaşım olduğu ve yanlışlardan ders alınarak devam ettirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Türk dış politikasına kafa yoranların zihnini meşgul eden güncel sorulardan biri şudur: Son dönemdeki bu yaklaşım, yukarıda izah ettiğimiz Türk dış politikasının genel çizgisinden bir kopuş, ya da bazılarının deyimiyle bir “eksen kayması” olarak nitelendirilebilir mi? Bunu da gelecek yazımızın konusu yapalım. Kaynakça 1. Türk Dış Politikası I-II-III, Baskın Oran (2005) İletişim Yay. 2. The Making of Modern Turkey, Feroz Ahmad (1993) Routledge Press.

43


Söz Meydani ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net

. Ibrahim Çiftçi

Önde Gidenler Dikkat! MÜNEVVER; Osmanlıca aydınlatan nurlandıran (tenvir eden) bir kişi. Kendisi nurlanmış ve nuru ile karanlıkta olanlara ışık olan kişi. Etrafını nurlandıran kişi. Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse) demek münevver. Türkçeye aydın olarak uyarlanmış bir kelime. AYDIN, akıllı, zeki ve bilgili olmanın yanında, sadece aydınlanmış değil aydınlatıcıdır. Topluma öncülük etmek görevini yapan kişilerdir. Aydın olmanın, olmazsa olmaz koşullarından birisi de “özgür ve bağımsız düşünmektir.” Cemil Meriç ise aydın kelimesini entelektüel olarak alıyor. Zamanının irfanına sahip olan, ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilen, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayan ve peşin hükümlere iltifat etmeyen, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendiren bir kimliğe oturtup tanımlamaya çalışmıştır. O’na göre, entelektüelin başlıca vasıflarından biri dürüstlük, bir diğeri uyanık ve cesur olmaktır. Bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat savaşçısıdır. ENTELLEKTÜEL Batı dillerinde aydının adı. Batıda entelektüel, oturuşu, duruşu, konuşması, yemesi içmesi ile diğer insanlardan farklı biri bohem. Tıpkı sanatçılarda olduğu gibi. ‘Ben sanatçı, entelektüel olduğum için farklıyım’ diyen bir sınıf. Saçı, sakalı, giyimi kuşamı, evi barkı, uykusu, çalışması çok farklı daha doğrusu aykırı birileri. Bunun da adı bohem oluyor. Hayatı, insanları, beğenilmeyi, kıskanılmayı önemsemeyen hiç yere ya da güce karşı kendini sorumlu hissetmemenin adı bohem. Halktan ayrı olduklarının da farkında, ama halka dayatmaları yok. Halk bu kelimelerle beraber sı44

nıfsal bir ayırım oluşturuyor. Aydın halkı aydınlatarak onun iyiye güzele talip olmasını, yönelmesini, uygulamasını istemeli sağlamalıdır. Halkın istemediği bir konuda halka dayatmada bulunmamalıdır. Bu dayatma iyi ve güzel olsa da. Bunun yerine ikna irşat, bilgilendirme gibi yollarla değişimi gerçekleştirmelidir Bunun hiç olmaması niçin denemiyor? MÜTEFEKKİR, fikir insanı, entelektüel, münevver, aydın. Bilgisiyle, görgüsüyle, tecrübesi ve irfanıyla, ufkunun genişliğiyle düşünce alanında yeni fikirler üreten, bu sayede insanların düşüncelerine sıhhat kazandıran, yaşantılarına ışık tutan, ufkunu açan; onlara yol gösteren, çareler sunan kişidir. ALİM, Bir ilim dalında yetişmiş mütehassıs (uzman) bilgileri elde etmek için sistematik bir faaliyet yapan kişi kimse. İsteyenlere ilmini aktarıyor. Yeni âlimler yetiştiriyor. İlmiyle amil olmanın örneğini sunuyor ve bilginin hem vakarını hem de gururunu yaşıyor. Ne kadar güzel. İlim gururu bazen kibre dönüşmüyor değil. Ama bu tehlikeyi hatırlatan arifler yok değil. ARİF, uzmanlaştığı ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse. Bilgi sahibi, bilgili, irfan sahibi kişi. Âlim bilendir arif tanıyan. Bilmek ve tanımak birbirini tamamlayan ancak birbirinden farklı olan iki kavram. Âlim olmak için yaşantı şart değil teorik bilgi kâfidir denilebilir. Ancak arif olmak için kazanılan bilginin yaşanması, ön şarttır. Salt manada “Âlim” sadece anlarken “Arif” ise idrak eder. Bundan âlim ile ârif farklıdır denilmiştir.


Ateş her şeyi yakıcılığı ile kibri, toprak her şeyin anası esası olmasıyla tevazuu (alçak gönüllülük) temsil edermiş. Bazen âlimler kendini ateş gibi görürmüş. Ateş toprağı da yakar ve büyüklenirmiş ancak toprak yine yaşar ve hayata canlılık vermeye devam edermiş. Âşık Veysel de öyle görüyor toprağı, Karnın yardım kazmayınan belinen// Yüzün yırttım tırnağınan elinen Yine beni karşıladı gülünen // Benim sâdık yârim kara topraktır. Size kötülük edene iyilik etmek, her şeye rağmen iyilik etmek, tevazu timsali toprağın ve onun gibi olan ariflerin, âlimlerin işidir. O toprak ki herkesi üstünde taşır. İyisini de kötüsünü de kabul eder dışarı atmaz. Yaşarken sırtında ölünce karnında yer verir. İşkence yaptıkça bana gülerdi.// Bunda yalan yoktur herkes de gördü.

Palandöken doruğu Karı kışı soğuğu Erzurum’un soluğu Akıllardan silinmez.

Âlim de toprak gibi olmalı. Çok şey bilmeli ama o bilgi onu ateş yapmamalı, etrafını yakmamalı. O bilgi etrafını aydınlatmalı. Etrafına hayat vermelidir. Âlim bilgisinden dolayı ”ben biliyorum” diye kibirlenirse, “Senden büyük Allah var” diye mağrurlanan padişahları uyaran bir halk gibi” Senden âlim Allah var.” diyen bir arifler de olmalı. Yeryüzünün halifesinin Allah’ın arzında sünnetullaha uygun bir düzeni kurması ve devam ettirmesi için boş durmayan münevver, aydın, entelektüel, mütefekkir, alim, arif olan herkes insana, tabiata, tabiattaki her nesneye, bir hizmetin eri olarak aynı kulvarda farklı sitillerde koşmaya devam etmektedir. Bu koşu kıyamete kadar da devam edecektir şüphesiz. Bu koşularında Allah rızası madalyası kazananlara ne mutludur.

ERZURUM’A DAİR Oltu taşı, subaşı Hızlısı ve yavaşı Tatlıca bir telaşı Hiçbir vakitte dinmez.

İnsanları uyumlu Merkeze tam konumlu Dinlerinde sorumlu Gezip gezip direnmez.

Dost değeri savaşa Hocalardan bir başa Şu cağ’ı da lavaşa Sarılmadan bilinmez!

Şekerleri kıtlama Çayları on numara Kadayıfı da sarma Gezilmeden görünmez.

İnsanından cömerdi Tabyasındaki merdi İnkarcının kemendi Boğazından hiç inmez.

Camileri Ulu’dur Rabbimizin kuludur Dağı taşı suludur Abdeste hiç erinmez.

Mikail’imsi diyar Hasan Macid’ den zarar Ömer’inden de kibar Daha artık bulunmaz! NESBEL

Nesbel, Evliya Çelebi gibi gezi maksatlı olmasa da Erzurum’a gitmiş. Gidince de Erzurum’a her giden gibi hissettiklerini alıştığımız aruzla değil başarılı bir heceyle (4+3) şiirleştirmiş. Şiir derinliğinden uzaklaşmış olsa da Erzurum’u iyi nazmetmiş. Bu akıcı ve tanıtıcı nazım ile sizi baş başa bırakalım. Biz ondan anlam derinliği olan şiirler beklediğimizi de ifade edelim. Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “Kültür ve Sanat Sayfası” olan “SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. ibrahim.ciftci@hotmail.com Ocak 2013 / 306

45


. Imbik

nuri.ercan@ilkadimdergisi.net

Nuri Ercan

MUHALİFOlamama D

ünyanın birçok bölgesinde bağımsızlık mücadelesi deyince akla gelen ilk dini topluluk Müslümanlardır. Osmanlı Devleti Emperyalistler karşısında havlu atmak zorunda bırakılınca yeryüzüne çekirgeler gibi yayılan sömürge öncüleri işgal ettikleri toprakların bir kısmından henüz ayrılmadılar. Bir kısmından ise fikirleri ile imal ettikleri kuklalarını yönetimlere getirerek ayrıldılar. Yani “ha kel Hasan, ha Hasan kel “örneğinde olduğu gibi, sömürge görmüş Müslüman ülkelerde değişen bir şey olmadı. Başka bir söyleyişle yönetimler halka daima yabancı, halk ise daima muhalif. Neticede, Müslümanların son dönem tarihleri zaferlerle, fetihlerle yazılacağı yerde, bağımsızlık mücadeleleri ile yazılmaya mahkûm edilmiştir. Son iki asrın sosyal çalkantılarının toplumsal sonuçlarını toptan ele almayı sosyologlara havale ederken, bu çalkantıların bizlere ne gibi avantajlar sağladığına biraz eğilmek durumundayız. Hiç kuşku yok ki, sosyal olaylar toplumu iyi ya da kötü yönde değişikliğe sürükleyen en önemli saiklerdir. Hareketsiz toplumlar, statikleştiklerinden kültür aktarımı durmuş toplumlardır. Bu ise o toplum için hayra alamet olmaz. Sosyal çalkantıların pozitif tarafı fikri olan tarafların çatışmasının bir sonucu olmasıdır. Yani, yeni fikirler nedeniyle çatışma gerçekleşmektedir. Fikir, hareket demektir. Ayrıca unutulan düşünce geleneklerinin ya da kaynaklarına hapsedilmiş kavramların tedavüle çıkması yine toplumsal tartışmalar sonucunda gerçekleşmektedir. Şu anda akılımıza gelmeyen birçok sosyal olgu da, fikri kapışmaların bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde bir taraftan 46

Osmanlı bakiyesi olan düşünürlerin, diğer taraftan gelenekten fikir emen yeni nesil mütefekkirlerin yaptıkları mücadeleler ve telif ettikleri eserleri vesilesi ile sundukları kavramlar, bizlerin düşünce donukluğuna saplanmasını engellemiştir. Bu bağlamda, kökleri daha öncelere giden ancak bizlerin daha çok son yarım yüzyılda aşina olup kullandığımız kavramlardan birisi de “muhalefet” kavramı olmuştur. İnanç esaslarımızdan kelime-i tevhidin ilk harfinin (cinsini nefyeden, olumsuzlayan, reddeden lâ’nın), karşı olmayı ifade etmesi, muhalefet konusunda nerede olmamız gerektiğini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna ek olarak Yüce Kur’an ve Sünnet-i seniyyenin hükümleri de muhalefet etmenin gerekliliğini ve metotlarını bizlere arz etmiştir. Koca bir İslâm tarihi, şirke zulme ve bütün kötülüklere karşı durmanın en güzel örnekleri ile doludur. Bu konuda meşhur olan sahabe ve ulularımızı hafızanızda canlandırmanızı salık veriyorum. Muhalefeti iç ve dış olarak sınıflandırmak yanlış olmasa gerek. Yani, inancın gerektirdiği, şirke, küfre ve bilumum zulme muhalefet dış muhalefeti, inananlar arasında oluşabilecek haksızlıklara karşı çıkmak da iç muhalefeti oluşturmaktadır. Mü’min olan herkes imanının gerektirdiği karşı duruşu gerçekleştirmek zorundadır. Yine, mü’minlerin kendi aralarında da haksızlıklara ve ahlaksızlıklara karşı durma vazifelerini yerine getirmek durumunda oldukları gerçeği ortadadır. Müslümanların birbirlerine muhalif olmaları, istişare sonucu elde edilen kararlara bile muhalefet şerhi koyabilmeleri yasaklanmamıştır.


Bunu Asr-ı Saadet döneminde bizzat Efendimizin uygulamalarından görmekteyiz. Bir kere hadis-i şerifler haksızlık karşısında susanları dilsiz şeytan olarak nitelemektedir. Ek olarak bir ganimet dağıtımı sırasında, kendi payının eksik ve yetersiz olduğunu iddia ederek çıkışan kişiye karşı tutumu, hendek savaşında sahabenin muhalif görüşüne göre savaş planı hazırlaması ve benzer bir sürü olay Hz. Peygamber’in karşı düşünceye ne kadar önem verdiğini anlatmaya yeterli olacaktır. Hz.Ebubekir’in halife seçildiğinde irad ettiği hutbede beyan buyurduğu, “Ben yanlış yaparsam ne yaparsınız?” sorusuna, İkrime bin Ebicehil’in ayağa kalkıp, kınından çektiği kılıcını sallayarak “Böyle bir durumda seni şu kılıcımla düzeltirim, ey mü’minlerin emiri” diyerek cevap vermesi de oldukça muhalif bir tavır olarak tarihe geçmiştir. İslâm Toplumu günümüze gelinceye kadar muhaliflikle ilgili kötü örnekler göstermemiş de değildir. Muhaliflerini anlamaya çalışmadan katleden zalim liderler de olmuştur; neden muhalefet ettiğini iyice tartmadan, ya da kötü niyetle mü’min idarecilere isyan ederek fitneye sebep olan topluluklar da mevcut olmuştur. Tarihimizde hatırlanması bile insanı zorlayacak kanlı hadiselere neden olan muhalifliklerin en önemli sebeplerinin başında iktidar paylaşımı gelmektedir. Evet, bu önemli neden bütün hesapları alt üst etmektedir. Bu tür muhalefet biçiminde taraflar kendi haklılıklarını dini naslara dayandırarak ifade ettiklerinden kimin haklı kimin kasız olduğu konusu muallâkta kalabilmektedir. Tarihteki Hz. Ali-Muaviye çekişmesinin birçok yönünün hala muamma olarak zihinlerdeki yerini korumasının nedeni budur. İslâm tebliğ edilirken, oluşturulan kurumların şuraya dayanması, muhalefetini kendi içinde üretmesi faaliyetin sağlıklı olabilmesi için olmazsa olmaz şartlardandır. Kendisine vahiy geldiği halde istişareyi hiç terketmeyen, yönetim erkini arkadaşları ile paylaşan bir peygamberin örnekliği asla geri plana itilemez. Dini anlamdaki muhalefetin en can alıcı ve dikkate edilmesi gereken tarafı yönetime karşı yapılanıdır. Bu tür muhalefet iktidar nimetlerinden dolayı zordur: Ya hiç uygulanmaz; insanı Ocak 2013 / 306

dilsiz şeytan durumuna düşürür. Ya da dinin müsaade ettiği alan içinde kalmak gerekir. Bu alan aşıldığında isyan gündeme gelir. Büyük fitneler zuhur eder. Bu durumda tarafları uzlaştıracak üçüncü bir dindar topluluk olmazsa iş kötüye gider. Bugün dindar kişilerin kurduğu bir hükümetin idaresi altında tebliğ faaliyeti gerçekleştirmeye çalışan cemaatlerin kahır ekseriyetinin muhalefet anlayışı çarpık bir durum arz etmektedir. Görebildiğimiz kadarı ile ister küçük bir mevki sahibine, isterse yüksek makamlardaki birine muhalefet ederken ortaya sürülen iddiaların ana mantığını, eleştirilen kişilerin yerinde olamama anlayışı oluşturmaktadır. Yani neden ben ya da biz değiliz düşüncesi. Bu durumda sağlıklı bir muhalefet anlayışı üretilememektedir. Böyle bir düşünceyle muhalefet yapılması dikkate alınmadığından eleştirilen yöneticileri de yanlış yapmaya yönlendirebilmektedir. Yanlış muhalefete örnek olabilecek başka bir uygulama da son elli yılda seküler ve laik yönetimleri anlatmak için düşünülmüş kimi kavramların mü’min kâfir ayırımı yapılamaksızın mevcut yönetenler için de kullanılıyor olmasıdır. Üstelik bu insanların Asır suresini okumamaları, Hucurat suresini duymamaları ihtimali de yok iken böyle bir muhalefet tarzı geliştirmeleri oldukça şaşırtıcıdır. Yine, yakın tarihimizin sıkıntılı dönemlerinde zulme maruz kalmamak için, belki haklı gerekçelerle başvurulan takiyye anlayışının dindar yönetimlere karşı hala uygulanır olması da sağlıklı bir muhalefet üretilmesini engellemektedir. Meşrebini koruma içgüdüsü ile muhalefet ederken sadece saldırarak bunu yapmak da, doğru ve dini bir karşı olma şekli değildir. Yine bazen hiçbir değere sahip olmayan ideolojik grupların politikalarını kullanarak muhalefet etmek de İslâmi anlamda bir anlam ifade etmez. Uzatmadan, muhalefet kavramını yanlış kullandığımızı ve bu kavramın sınırlarını muhataplarını iyi belirlemenin biz mü’minlerin önemli görevlerinden olduğunu söylemekle iktifa edelim.

47


Düsünce Ufkumuz. Atilla Degirmenci atilla.degirmenci@ilkadimdergisi.net

Muhterem okuyucu, dergimizin bu bölümünde düşüncelerimizi şekillendiren kavramlar üzerinde duracağız. Bozulan, yanlış kullanılan veya anlamını kaybeden kavramlarımızı Kur’an- Sünnet çerçevesinde tashih ederek Rabbimizin bizlerden istediği kulluğu samimiyetle yaşamaya çalışacağız, inşallah. Gayret hem bizden hem sizden, sonuç ise Allah Teala’dandır.

İLAHÎ SİSTEMİN KAVRAMLARI

A

ve İNSAN

llah Teala Kur’an-ı Kerim’de insanı; akledebilen, olaylar arasında bağ kurabilen, yaptığı davranışların kendisini nereye sürükleyeceğini düşünebilen, kendini ve hayatı farkedebilen/ kontrol altına alabilen, kalbine ve zihnine hükmedebilen, kainatın gözbebeği olan varlık olarak tanımlamıştır. İfade edilen özelliklerin ortak yönü insanın düşünebilmesi ve karar verebilmesidir. Yüzlerini doğuya- batıya çevirerek iyilik yaptığını zannedenler de insanı tanımlamaya çalışmışlar ve insanı düşünebilen varlık olarak isimlendirmişlerdir. Yarattığı varlıklardaki harikuladeliği her farkettiğimizde aklımızı ve gönlümüzü kudretiyle aciz bırakan Allah Teala, insanı yarattıktan sonra insana ilk olarak “İsimler”i öğretmiştir. Müfessirlerimiz “İsimler”in insana öğretilmesini ‘eşyanın, eşyanın yapısının, eşyanın nasıl/ nerede kullanılacağının ve eşyanın hakikatinin öğretilmesi’ olarak anlamışlardır. Yani imtihan için gönderildiğini kabul eden herkes varlıkların tamamının ne işe yaradığını bilmektedir.

Yukarıdaki iki paragrafı birleştirdiğimizde dikkatimizi çekmesi gereken en ilginç cümle: “Düşünebilme yeteneğiyle yaratılan varlığa ilk olarak “İsimler öğretilmiştir” cümlesidir. Demek ki düşünebilme isimlerle gerçekleşmektedir. O halde eşyaya ait bilgi birikimi fazla olan kişilerin düşünme kabiliyeti daha fazla gelişme gösterecektir. Ancak eşyayı ve hakikatini anlayamayan, dünyanın sınır48

sız olduğunu zanneden sefihler ne varlığı düzgünce anlamışlar ne de hayatı. O sefihler doğru algılayamadıkları bu hayat için düşüncenin temel dinamiği olan kavramlara heva ve heveslerine göre yeni anlamlar yüklemişlerdir. Kavramlara yüklenen yeni anlamlar; dünya, menfaat ve şehvet üçgeninde insanı derin uçurumlara sürükleyerek sonsuz körlüğe neden olmaktadır. Yeni anlam yüklenen bu kavramlar insanlara; zorbalık, sinsilik ve zulüm yöntemleriyle kabul ettirilmiştir. Geçmişte bu yöntemlerin araçları silah, bomba, füze vb idi. Günümüzde gazete, dizi, film, sosyal medya gibi araçları da kullanılarak düşünceye ufuk kazandıran kavramlar modern köleliğin boyunduruğu haline gelmiştir. Tabii ki tüm bunlar insanların gözünü boyayan çağdaşlık ve özgürlük adına yapılmaktadır. Bizler bilir ve iman ederiz ki kainata ve insana ait her şeyi yaratan Allah Teala’dır. Yaratılan varlıklarda ne başıboşluk vardır ne de eksiklik. Allah Teala’nın insanların kurtuluşu için gönderdiği din/ sistem içerisinde de bir eksiklik yoktur. Her şey tam ve mükemmel olarak tanzim edilmiştir. Allah Teala gönderdiği din/ sistemin kavramlarını ya bizzat açıklamış ya da elçileri vasıtasıyla nasıl anlaşılması gerektiğini bildirmiştir. Madem ki “Din”in her kısmı açıklanmış öyleyse kavramlara yeni anlamlar yükleyerek kendini bir şey zanneden sefihlerden olmayalım.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.