İlkadım Dergisi Sayı: 307

Page 1

sayı

307 ISSN-1307-6973

7,5

• Şubat 2014

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

BAŞYAZI •“Din”le Dünyayı Talep Edenler

KAPAK DOSYASI • İlim ve Âlim

HİZMET ADABI • Bahaneler Üretmeyelim!

• Cahil ile Dost Olma! • Liderliğin ve İtaatın Sınırları

/ilkadimdergisi



İlim ve Âlim

6

Cahil ile Dost Olma!

13

ilkadım İÇİNDEKİLER İLKADIM’DAN/2 BAŞYAZI/Nureddin Soyak “Din”le Dünyayı Talep Edenler KAPAK Prof. Dr. Mustafa Ağırman -İlim ve Âlim/6 A. Baki Öncel - Cahil ile Dost Olma!-/13 Faruk Özcan - Liderliğin ve İtaatın Sınırları/18 ZEKİ SOYAK HOCAMIZDAN İtidal Üzere Olmak/22 HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Bahaneler Üretmeyelim!/24

Liderliğin ve İtaatın Sınırları

Düello/Şerif Demir

KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan Tercih Bizim/26 HADİS İKLİMİ/Ahmet Ağmanvermez Kıyamet Alametlerinden MEHDİLİK/28

18

33

FIKIH/Mehmet Şentürk Uğur İnancı ve Sihir/30 TASAVVUF/Cemil Usta İtaat/32 KİTAPLIK/M.Seçuk Özdoğan Düello/Şerif Demir/33 EĞİTİM/ Yeni Bir Başlangıç/34 İHSAN PENCERESİ/Fatih Yılmaz Allah’ı Daima Hatırlamak/36

İthaf Olunur

38

Şubat Madalyonunun İki Tarafı

40

LA HAVLE/Abdullah Gülcemal İthaf Olunur/38 TARİH KORİDORİ/Mehmet Erturan Şubat Madalyonunun İki Tarafı/40 DÜNYANIN NABZI/İbrahim Aydemir Dış Politikada Eksen Kayıyor mu?/42 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Direklerden Dileklere/44 İMBİK/Nuri Ercan “ANLAM”ın Üzerini Örtmek/46 DÜŞÜNCE UFKUMUZ/Atilla Değirmenci Kavram Değişirse Ne Olur?/48


ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net

Kıymetli Okuyucu, Bir toplum ki, “Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittiklerinde hemen iman ettiler.” O’na uydular. O’nun gösterdiği hidayet sayesinde müşriklikten tevhide, tefrikadan birliğe, ilkellikten, cahiliyetten medeniyete, katı kalplilikten merhamete geçtiler. Eski kimliklerini yeni kimlikleriyle değiştirdiler. O’nun tarif ettiği “en karlı ticareti” yaptılar. “Rablerinin yolunda duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpıştılar.” Bu da kendilerini gerçek hayat olan ahiret hayatını ve ahiret nimetlerini kazanmaya; dünyada ise “Allah’ın nusretine ve yakin fethe”, izzete, kuvvete, şerefe, bilgiye ve servete götürdü. Yarım asırda o zaman bilinen dünyanın yarısını fethettiler, diğer yarısını da ilahi tebliğden haberdar ettiler.

ilkadım

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

YIL: 22 SAYI: 307

Şubat 2014 Fiyatı: 7,5 TL KDV D

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

sayı

307 ISSN-1307-6973

7,5

• Şubat 2014

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

Allah’ın kitabında sayılan mü’minlerin özellikleri nerede, bugünkü Müslümanların hali ne durumda? Şehadet rütbesine ermek için ölümün üzerine atılan o Müslümanlar nerede? Onlar çoğu zaman ölümü ararlardı da bulamazlardı. Düşmanın üzerine “Cennetin kokusu geliyor” diye tekrar tekrar atılır; şehit olacaklarını sezdikleri vakit “Bugün sevinç günüdür” derlerdi. Bu kadar isteğe rağmen şehit olamazlarsa, evlerine üzgün üzgün dönerlerdi. Rabbimizin ifadesiyle, “Kendilerini bindirip (cepheye) sevk edesin diye sana geldikleri zaman, senin, “Sizi bindirebileceğim bir şey bulamıyorum” dediğin; bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş döke döke geri dönen kimseler”di onlar. “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” Bu günün ilahi teklife muhatap emanetçileri olarak o günkü değişim ve dönüşümüm şifrelerini iyi okuyabilir, iyi tahlil edebilirsek ve gereğini o kutlu nesil gibi hakkıyla yerine getirebilirsek, aynı nimetlere kavuşacağımız Rabbimizin vaadidir ve O’nun vaadi haktır.

2

BAŞYAZI •“Din”le Dünyayı Talep Edenler

KAPAK DOSYASI • İlim ve Âlim

HİZMET ADABI • Bahaneler Üretmeyelim!

• Cahil ile Dost Olma! • Liderliğin ve İtaatın Sınırları

İlkadım ailesi olarak bu kaygıları ve özlemleri ruhumuzun derinliklerinde hissediyoruz. Bu sayımızda Müslümanların istikamet yolunda, Rabbin istediği gibi bir kul olabilmeleri, dünyalarını ve ahiretlerini mamur etme yolunda gördüğümüz ve bir-


çok büyüklerimizin de tespit ettikleri bazı olumsuzlukları gündemimize taşıyalım istedik. “Dinin afeti üçtür: Fasık âlim, zalim idareci, cahil sofu.” Müslümanların gerileme sebeplerinin en büyüklerinden biri cehalettir, ilimsizlik ve bilgisizliktir. Eksik, yanlış ve yarım bilgi ise daha tehlikelidir. “Cahile çatmak, âlim taslağına çatmaktan daha iyidir.” demişler. Bir toplumda âlimler ve idareciler bozulmuşsa o toplumun zevali ilahi adalet gereğidir. Dinimiz, gerçek âlimlere, idarecilere doğru yolu gösterme vazifesini vermiştir. Eskiden âlimler zahid ve müttaki kimseler idiler. Dünyanın gelip geçici zevklerine iltifat etmezlerdi. Devlet adamlarının yanlış adım atmalarını önler, seslerini yükseltir, halife olsun, başkası olsun, herkesi doğru yola davet ederlerdi. Böylece işler düzelirdi. Hz. Ebubekir (ra) halife seçildiği gün kendisine toplu biat edildikten sonra minbere çıktı. Allah’a hamd-u sena ettikten sonra şunları söyledi: “Ey İnsanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım halde size emir ve halife tayin edildim. Ben ancak Hz. Peygamber’in yoluna uyarım. Kendiliğimden bir şey icad edici değilim. Beni hak ve hakikat üzere görürseniz bana yardımcı olunuz. Batılda ve yanlışta görürseniz doğrultunuz. Aranızda Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Allah’a isyan edersem bana itaat etmeniz gerekmez.” Hz. Ömer (r.a.) hilafete geçtiği zaman, “Ey nas! Ben hakdan, adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sormuştu. Ahaliden biri: “Ya Ömer! Sen eğrilir, hakdan inhiraf edersen, seni kılıcımızla doğrulturuz!” cevabını verince Hz. Ömer (r.a.): Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!” diyerek şükretti ve sevindi. Rabbimiz âlimlerimizi öyle âlimlerden, idarecilerimizi öyle idarecilerden eylesin. Müslümanlarımızı ve Müslümanlığımızı da onlar gibi eylesin inşallah. Selam ve dua ile... Subat 2013 / 307 .

Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yrd.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Atilla Değirmenci İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ M. Selçuk Özdoğan Murat Ünal Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep:0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel:0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 Gsm:0544 713 19 82 Şube Kayseri: 0535 251 41 07 Konya: 0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 90 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.

3


BASYAZI . Nureddin Soyak

“Din”le Dünyayı Talep Edenler

Ü

ç kuruşluk menfaat için başka planlar yapanlar, ümmetin arasına fitne sokanlar Allah’a hesap veremezler. Dinle dünyayı talep edenler, dinini de kaybeder dünyasını da. Rabbimiz itaatle imtihan eder. “Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin.” (Şuarâ, 151-152)

D

inini, dünyanın çıkar ve menfaatlerini elde etmeye alet edenler ilahi ikaza müstehak olmuşlardır. Din ile dünya talep etmek en bayağı bir iştir. Din ile dünya değil ahiret talep edilir. Din ile dünya talep edenler hep helak olmuşlardır. Bu durum Yahudilerde, Hıristiyanlarda ve bazı Müslümanlarda da görülmektedir. Dine hizmet eden bunun çığırtkanlığını yapmaz. “Aç kaldım, susuz kaldım, zulme uğradım, şurada yattım burada kaldım...” Rabbimiz bunların hepsini biliyor. Derdini Rabbine anlat, insanlara anlatmaktan maksadın ne? İnsanlara mı çalışıyorsun? Rabbine mi? Habbab İbnu’l-Eret (r.a) müşriklerin eziyetlerinden şikâyette bulununca Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdu ki: “Sizden önce öyleleri var ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden çeviremiyordu.” (Buhari) Rabbimiz buyurdu ki: “Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun.” (Yasin, 21)

4

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki: “Ahir zamanda, din ile dünyayı taleb eden insanlar zuhur edecek. Bunlar, insanlar için öyle bir yumuşaklığa bürünürler ki koyun postu yanlarında kaba kalır. Dilleri de baldan daha tatlıdır. Ancak kalbleri kurtlarınkinden vahşidir. Cenab-ı Hakk şöyle diyecektir: Beni aldatmaya mı çalışıyorsunuz, yoksa bana karşı cürete mi yelteniyorsunuz? Zat-ı Akdesime yemin olsun, bunlar üzerine, kendilerinden çıkacak öyle bir fitne göndereceğim ki, içlerinden halim olanlar bile şaşkına dönecekler.” (Tirmizi) Dinle dünya talep edenlerin dünyadaki en büyük felaketi, kurt kalpli olmalarıdır. Bunlar insanları sevemez, tatlı dilli olmaları onları kendilerine güvendirerek gaflet anında dişlemeye fırsat hazırlamaktır. Sevgi, saygı, tazim ve hürmeti Allah için gösterenler her geçen gün azalmaktadır. Bu durumdaki insanlara dikkat etmeli. İnsanları aldatanları, Rabbimiz kendini aldatmaya yeltenme olarak kabul etmektedir. Böyle yapanlara kendi içlerinden fitne göndererek şaşkına çevireceğini haber vermektedir. Bir Müslüman, Müslüman kardeşini nasıl aldatmaya kalkar? Kardeşini aldattığını zanneden, Rabbini aldatamayacağına göre


kimi aldatıyor? Böyle bir ahmaklık olur mu?

set, kin buğz olamaz. Olmamalıdır.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki:

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki:

“Aldatan bizden değildir.” Müslümanların birbirini aldatmaya kalkışması, bundan kardeşliklerinin zarar görmesi, birbirlerine düşman olmaları büyük fitnedir. Müslümanlara tuzak kurulması büyük fitnedir. Dine hizmet edenlere tuzak kurulması büyük fitnedir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki: “Bahtiyar, fitneden kaçınan kimse ile belalarla karşılaşınca sabreden kimsedir. Ne mutlu ona!” (Ebu Davud) Bir şeyler başaranlar, bunun Rabbinden olduğunu unutup nefsinden bilirlerse helak olurlar. “Onları kurtarınca, bir de bakarsın ki yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapıyorlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız, sırf kendi aleyhinizedir. Sadece dünya hayatının yararını elde edersiniz. Sonunda dönüşünüz bizedir. Bütün yaptıklarınızı size haber vereceğiz.” (Yunus, 23) Bu büyük öfken kim için? Ne kaybedildi? Dünyalık mı, ahiretlik mi? Düne kadar beş para etmez adamlara boyun büküp el etek öpenlerin, bu gün Müslümanlara savaş açması hangi kitapta yazıyor? Müslümanların kitabında böyle bir şey yazmaz. Dininden taviz verip menfaatlerinden taviz vermeyenler. Allah’ın emrine furuattan deyip geçiştirenler, dünya çıkarlarını neden furuattan deyip geçiştiremiyorlar? Hangi hizmetten, hangi davadan bahsediliyor? Kime hizmet? Kimin davası? Kiminle hareket ediyorsunuz? Kime itaat ediyorsunuz? Rabbimiz buyurdu ki: “Her gurup kendisinde bulunan ile sevinmektedir.” (Mü’minun, 53) Din kimsenin tekelinde değil, dine hizmet de öyle. Allah’ın dinine hizmet edenler arasında, ha-

Subat 2013 / 307 .

“Size ümem-i kadime hastalığı sirayet etti: Bu, haset ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır. Bilesiniz, kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum. O dini kazıyıcıdır.” (Tirmizi) Dinini kazıyanın akıbeti de felaket olur. “Kişi vardır, uzun müddet cennet ehlinin amelini işler, sonra da ameli cehennem ehlinin ameliyle son bulur. Yine kişi vardır, uzun müddet cehennem ehlinin ameliyle amel eder de sonunda cennet ehlinin ameliyle son bulur.” (Müslim) Hangi ameline güveniyorsun? Hangi amelin Rabbinin verdiği nimeti karşılar? Ne kadar büyük, ne kadar çok olursa olsun amellere güvenmek, Rabbe ukalalıktır. Üç kuruşluk menfaat için başka planlar yapanlar, ümmetin arasına fitne sokanlar Allah’a hesap veremezler. Dinle dünyayı talep edenler, dinini de kaybeder dünyasını da. Rabbimiz itaatle imtihan eder. “Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin.” (Şuarâ, 151-152) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki: “Karanlık gecenin parçaları gibi olan fitnelerden önce, hayırlı ameller işlemekte acele edin. O fitne geldi mi kişi mü’min olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama girer. Mü’min olarak akşama erer de kâfir olarak sabaha ulaşır, dinini basit bir dünya menfaatine satar.” (Müslim, Tirmizi) Rabbimiz, “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa,144) buyurmaktadır. Mü’min, ilahi ve nebevi ölçüyü kaçırınca sapar. Rabbim cümlemizi muhafaza buyursun. 5


KAPAK

İLİM VE ÂLİM MENFAATTEN UZAK DİK DURUŞLU ÂLİMLER Yüce dînimiz İslâm, ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi ibâdet olarak kabul etmiştir. İlim tahsil ederken ölen bir kimse ile peygamberler arasında Allah katında yalnız bir derece fark bulunduğunu bildirmiştir. Maddî bir menfaat karşılığı ilim öğrenmeyi ayıplamış, ilim öğrenmenin ve öğretmenin hasbî olmasını istemiştir. İslâm, Mücerred bilgiye değil, yaşanan bilgiye önem vermiştir.

Prof. Dr. Mustafa Ağırman* kapak@ilkadimdergisi.net

İ

slâm dîni, ilim öğrenmeyi, bilgi sahibi olmayı ve cehâleti ortadan kaldırmayı hedefler. Kur’ân-ı Kerîm’in “oku” emri ile başlaması ve pek çok âyet-i kerîme ile onlarca hadîs-i şerîfte ilmin teşvik edilmesi özellikle İslâm’ın ilk asırlarında âdeta bir ilim ordusunun teşekkülüne vesile oldu. Müslümanlar, ilmi her şeyden önemli gördüler ve âlimleri toplumun önderleri kıldılar. Daha sonraki asırlarda, başta İslâmî

6

ilimler olmak üzere birçok ilim dalı ve bilgi alanı geliştirdiler ve bunların ilk kurucuları ve geliştiricileri oldular. Onları bu çalışmalara teşvik eden başta inançları ve bu inancın kaynağı olan Kur’ân ve Sünnet idi. Bakınız, bu iki kaynak, ilim hakkında ne buyuruyor: Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de bir âyet-i kerîmede “(Ey Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle


bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer sûresi, 39/9) buyurarak ilmin üstünlüğüne vurgu yapar ve insanları ilme teşvik eder. Bir başka âyet-i kerîmede de: “Allah, içinizden îmân edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücâdele sûresi, 58/11) buyurarak îmân sahiplerine ve ilim sahiplerine verdiği değere işâret eder. Hz. Peygamber efendimiz de konu ile alakalı olarak birkaç hadîs-i şerifinde şöyle buyurur: “Allah, hakkında hayır dilediği kimseye din konusunda büyük bir anlayış verir.” (Buhârî, İlim 10; Müslim, İmâre 175) “Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Allah’ın kendisine ihsan ettiği malı hak yolunda tüketen kimse ve birde Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse”. (Bûhârî, İlim 15; Müslim, Müsâfirîn 268) “Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikir 39) “İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlim 2) “Bir kimse ilim elde etmek arzusu ile bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır, muhakkak melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kişinin üzerine kanatlarını gererler, göklerde ve yerlerde bulunanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile âlim kişiye Allah’tan mağfiret dilerler. Âlimin âbide karşı üstünlüğü ayın diğer yıldızlara karşı üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü mîras bırakmazlar, sadece ilmi mîras bırakırlar. Subat 2013 / 307 .

“(Ey Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer sûresi, 39/9) O mîrası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19) Yüce dînimiz İslâm, ilim öğrenmek için, zaman, mekân, yaş kaydı koymamıştır. Beşikten mezara kadar erkek ve kadın herkese ilim öğrenmeyi farz kılmıştır. Yolculukta, savaş zamanlarında, ticâretle uğraşırken, misâfirlikte, hâsılı akla gelebilecek her yerde ilim tahsil etmeyi emretmiştir. İhtisas isteyen işlerde, bir takım bilgilerle mücehhez olduktan sonra işe başlamayı tavsiye etmiştir. Yüce dînimiz İslâm, ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi ibâdet olarak kabul etmiştir. İbâdete gösterilen ihtimâmın ilim öğrenirken ve öğretilirken de gösterilmesini istemiş, âlimlerin kaleminden akan mürekkebin şehidlerin kanlarına bedel olduğunu; ilim tahsil ederken ölen bir kimse ile peygamberler arasında Allah katında yalnız bir derece fark bulunduğunu bildirmiştir. Maddî bir menfaat karşılığı ilim öğrenmeyi ayıplamış, ilim öğrenmenin ve öğretmenin hasbî olmasını istemiştir. İlim yolunda seyahati, merkezden taşraya âlim gönderilmesini, toplum içinde belirli bir zümrenin devamlı ilimle meşgul olmasını, sık sık âlimlerin bir araya gelerek meseleleri münâkaşa etmelerini, âlimlerin gereksiz sorularla yorulmamasını istemiştir. İslâm, Mücerred bilgiye değil, yaşanan bilgiye önem vermiştir. Âlimin, hayatında tatbîk ettiği bilgileri başkalarına tavsiye edebileceğini söylemiştir. 7


İki Sahâbînin İlme ve Âlime Bakışları Şimdi, ilim konusunda, kendileri de âlim olan iki sahâbîye kulak verelim. Bunlardan biri Hz. Ali (r.a.), diğeri de Hz. Muaz b. Cebel (r.a.) dır. Önce, Hz. Ali’yi dinliyoruz can kulağı ile: Küleyb b. Ziyad anlatıyor: “Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) elimden tutarak beni çöle doğru götürdü. Çölde bir yerde oturduk. Biraz dinlendikten sonra bana şunları söyledi: “Küleyb! Kalbler birer kabtır. En iyi kab da içindekini dışına sızdırmayandır. Sana söyleyeceklerimi iyi belle! İnsanlar üç gruptur. Birinci grup kudretli âlimlerdir. İkinci grup ilim öğrenerek kurtuluş yoluna gidenlerdir. Üçüncü grup ise kör kütük câhil kalabalıklardır. Bunlar rüzgâr nereden eserse oraya dönerler, ilim nûruyla aydınlanmamış kimselerdir. Sağlam bir dayanakları da yoktur.

Âlimin âbide karşı üstünlüğü ayın diğer yıldızlara karşı üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü mîras bırakmazlar, sadece ilmi mîras bırakırlar.

8

Küleyb! İlim maldan hayırlıdır, ilim seni korur, malı ise sen korursun. İlim, âmel edildikçe artar. Mal ise harcandıkça eksilir. Âlimi sevmek herkesin boynunun borcudur. İlim, âlime hayatında itibar kazandırır, ölümünden sonra da anılmasına vesile olur. Malın sağladığı îtibar malla birlikle kaybolur. Nice zenginler vardır ki hayatta iken ölürler. Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar. Kendileri göçüp gitseler bile, eserleri ve isimleri gönüllerde yaşar. Ah! Ah! -Eliyle göğsünü İşaret ederek- şuradaki ilmi kendilerine nakledebileceğim lâyık kimseleri bulabilsem! Bulmasına buldum ama emin kimseler değiller. Onlar, dîni anlamaları için kendilerine verilen ilmi dünya menfaatine kullanıyorlar. Allah’ın hüccetlerini, kitabının aleyhine, nimetlerini de kullarının aleyhine kullanıyorlar. Bazıları da ehl-i Hakkın tavsiyelerine uymuyorlar. Hak ve hakikatin nasıl diriltileceğini de bilmiyorlar. Daha başlar başlamaz şüpheye düşüyorlar. Bu


iki grupta da hayır yok, bir kısmı da yuları arzu ve iştihalarının eline teslim ediyorlar. Diğer bir kısmı da mal toplayıp biriktirmeye düşkünler. Bunlar din dâvetçileri olamazlar. Mer’ada otlayan hayvanlara çok benzerler. Böylece âlimlerin ölümüyle ilim de ölür. Allah’ım böyle olmasın. Varlığını isbât eden delillerin, apaçık âyetlerinin boş şeyler olduğu iddia edilmemesi için yeryüzü âlimsiz kalmasın. Bunların sayıları çok azdır. Ama Allah katındaki değerleri çok büyüktür. Yüce Allah, dînini bunlara müdâfaa ettirir. Bunlar da kendilerindeki emâneti lâyık olanlara devrederler. Bu şuuru onların gönüllerine yerleştirirler. Dünya zevk ve sefasına dalanların böbürlendikleri yerlerde, onlar mülayim davranırlar. Câhillerin iltifat etmedikleri ilmi dost kabul ederler. İlmin verdiği aşkla bedenleriyle dünyada yaşarlar, ruhları mânâ âlemindedir. İşte yeryüzünde Allah’ın halifeleri ve İslâm’ın dâvetçileri bunlardır. Ahh! Keşke böylelerini görebilsem! Kendim ve senin için Allah’tan mağfiret dilerim. İstersen kalkabilirsin.” (Kenzü’lummâl, V, 231) Şimdi de Muaz b. Cebel’i dinliyoruz: “İlim öğrenin. Çünkü ilim Allah’a olan saygınızı artırır, ilim talep etmek ibâdettir. Beraber çalışmak zikirdir. Araştırma yapmak cihaddır. Bilmeyenlere öğretmek sadakadır, ilmi lâyık olana vermek kişiyi Allah’a yaklaştırır. Çünkü ilim helâl ve haramın kıstaslarını verir. İlim, Cennet ehlinin gideceği yolda kandil, yalnızlıkta dost, gurbette arkadaş, tenhalarda yoldaş, sevinçli ve kederli günlerde kılavuz, düşmana karşı silâh ve dostlar katında da bir meziyettir. Allah milletleri ilimle yükseltir ve onları iyilikte, güzel şeylerde önder yapar. Diğer milletler ilim sahibi olan milletlerin izinden yürürler, onların hareketlerini taklit ederler, görüşlerine müracaat ederler. Melekler bile onlarla arkadaşlık yapmak isterler. Kanat-

Subat 2013 / 307 .

larıyla onları okşarlar. Yaş kuru ne varsa, hatta denizdeki balıklar, karadaki yırtıcı kuşlar ve hayvanlar dahi onlar için istiğfar ederler. Çünkü ilim cehâletten kararan kalpleri aydınlatır, Karanlık sebebi ile görmeyen gözlere kandil olur. Kul ilim sayesinde dünyada da âhirette de seçkin kimselerin ulaştıkları mertebelere en yüksek derecelere ulaşır. İlme kafa yormak, gündüzleri oruç tutmaya, ilmi müzâkerelerde bulunmak da geceleri ihyâ etmeye denktir. İnsanlar ilim vasıtasıyla akrabalık bağlarını koparmazlar. Helâl ve haram ilim sayesinde birbirinden ayırt edilir. İlim, çalışanlara yol gösterir. Amel ilimden sonra gelir. Bahtiyar kimseler ilimden ilham alır. Bahtsızlar ise ondan mahrum olurlar.” (et-Terğîb ve’t-terhîb, I, 58)

Ne Âlimler Varmış Meğer (Doç. Dr. Abdülcelil Candan, 1959 yılında Mardin ilimizin Midyat ilçesinde doğdu. İlkokulu Batmanda, İmam-Hatip Okulunu Mardin’de okudu. 1983 yılında Selçuk Üniversitesi Konya İlâhiyât fakültesinden mezun oldu. On yıl kadar çeşitli il ve ilçelerde vâiz ve müftü olarak görev yaptı. 1993 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Van İlâhiyât Fakültesine öğretim görevlisi olarak girdi. Tefsir anabilim dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. Doktorasını bitirdikten sonra aynı fakültede Yardımcı Doç. Dr. olarak öğretim üyeliğine atanan Abdülcelil Candan, daha sonraki yıllarda Doçent oldu. Sahasında çok güzel çalışmalara imza atan arkadaşımız, birkaç yıl önce kalb ameliyatı geçirmişti. 8 Ekim 2012 Pazartesi günü geçirdiği kalb krizi neticesinde Hakkın rahmetine kavuştu. 9 Ekim 2012 Salı günü kılınan cenaze namazından sonra arkadaşlarının ve öğrencilerinin mübârek elleri ile mezarına konuldu. Rabbim, kendisine rahmet eylesin! Âmin! Âilesinin ve sevenlerinin başı sağ olsun! Âmin! 9


Aynı zamanda bir medrese tilmizi ve mollası olan Abdülcelil Hoca’nın çalışmalarının hepsi çok güzeldir. Ahenk Yayınlarından çıkan “Ülemânın Gücü” isimli kitabı daha çok güzeldir. Sanıyorum bu kitabı okumuşsunuzdur. Okumadıysanız, benim sizler için bu kitaptan çıkardığım ve aşağıya aldığım önemli bölümleri birlikte okuyalım. Geçmiş zamanlardaki âlimlerin ne kadar güçlü olduğunu bir daha görelim.)

1-) Emevîlerin Irak valisi Haccâc-ı Zâlim, Vâsıt şehrinde bir köşk yaptırdı. O zamanın büyük âlimi Hasanu’l-Basrî’yi alıp bu köşkü gezdirdikten sonra kendisine bu köşk hakkındaki kanaatini sordu. O da “Sizler, bunlarla övünüyorsunuz, biz ibret alıyoruz. Ey gâfil! Yaptığın zulüm ile fıskın arttı. Gökyüzündekiler senden nefret etti. Köşkün fânidir, bâki olan cennetini de harap ettin!” dedi. Sonra dışarı çıkan Hasanu’l-Basrî “Yüce Allah, biz ülemâdan, gerçeği açıklama ve hiçbir şeyi gizlememe konusunda söz almıştır.” dedi. Bu olay olduğu zaman Haccâc, Emevîlerin Irak valisi, Hasanu’l-Basrî de kendi halinde bir âlimdi. Zâlim devlet adamlarının, dinle alakası olmayan makam sahiplerinin ve şımarık zenginlerin her yaptığı yanlışı tasdîk edip onaylayan ve bu sûretle onlara yaranmaya çalışan sözde âlimlerin kulakları çınlasın.

2-) İzz b. Abdüsselâm, ülemânın sultanı olarak bilinir. Vefat edince cenazesine katılan kalabalığı gören Memlûk Devleti’nin Sultanı Zâhir Baybars, şöyle der: “İşte şimdi benim saltanatım gerçekleşti. Zira O, isteseydi idareyi benden alabilirdi.” İzz b. Abdüsselâm, hutbelerinde çok açık bir şekilde idarecileri tenkid ederdi. Bundan

10

dolayı Sultan tarafından sürgüne yollandı. Sürgüne gitmesini istemeyen dostları ona şöyle bir teklifte bulundular. “Tenkitten vazgeç! Sultanın elini öp! Göreceksin, Sultan o zaman seni affedecektir.” Büyük âlimin verdiği cevap altın harflerle yazılacak nitelikteydi: “Değil onun elini öpmek, kendi elimi bile ona öptürmem!” Böylesi eli öpülecek kaç âlim var dünyamızda. Yağcı, yalaka, kimliksiz, kişiliksiz, İslamî bir derdi ve endişesi olmayan bilgi hamalları da kendilerini âlim zannedecek ha? Yok, böyle bir âlimlik!

3-) Yıllarca Müslümanların ellerinde dolaşan “Riyâzü’s-sâlihîn” isimli muhalled eserle birlikte birçok eserin müellifi olan İmâm Nevevî, kınayanın kınamasından korkmazdı. Sultan Baybars, onun hakkında şu itirafta bulunurdu: “Şu bir gerçek ki, ben İmâm Nevevî’den çekiniyorum.” Şimdi, hangi devlet adamı hangi âlimden çekiniyor ve onu hesaba katıyor? Bilen varsa söylesin. İslâm topraklarına saldıran Haçlılara karşı verdiği savaşlarla meşhur olan Memlûk Sultanı Baybars, aslında samîmî bir Müslümandı. Bu Kıpçak asıllı Türk sultanı, kendi saltanatını sağlama almak için zaman zaman âlimlerden kendi lehine fetvâlar almak isterdi. İmâm Nevevî de bu fetvâlara yanaşmazdı. Bundan dolayı da sürgüne gönderilirdi. Sürgünler de onu yıldırmazdı.

4-) Zembilli Ali Cemâlî Efendi, Yavuz Sultan Selim gibi heybetli bir idarecinin birçok kararını reddetmiş ve bazı uygulamalarını durdurmuştur. Yavuz, “Niçin devlet işine karışıyorsun?” deyince Zembilli ona


İlim öğrenin. Çünkü ilim Allah’a olan saygınızı artırır, ilim talep etmek ibâdettir. Beraber çalışmak zikirdir. Araştırma yapmak cihaddır. Bilmeyenlere öğretmek sadakadır, ilmi lâyık olana vermek kişiyi Allah’a yaklaştırır. İlim, Cennet ehlinin gideceği yolda kandil, yalnızlıkta dost, gurbette arkadaş, tenhalarda yoldaş, sevinçli ve kederli günlerde kılavuz, düşmana karşı silâh ve dostlar katında da bir meziyettir. şöyle dedi: “Sana âhiretini hatırlatmak benim görevimdir. Mutlaka öleceksin, Rabbine hesap vereceksin. Hesabını yapmazsan cehennemi boylarsın. Saltanatın da, devletin de seni azaptan koruyamaz” Şimdilerde idarecileri tenkid etmeye kimse yanaşmıyor. Hâlbuki tenkit etmek, değer vermek demektir. Bu gerçeği bilmeyenler tenkit etmeyi reddetmek olarak anlıyorlar. Tenkit, kendisine değer verilen idarecinin yanlışını düzeltme eylemidir. Ona âhiretini kazandırma fırsatıdır.

5-) Abbâsî Sultanlarından Mehdî, bir ara

Subat 2013 / 307 .

Medine’ye gelmişti; Mescid-i Nebeviye girince herkes ayağa kalktı. Büyük âlim İbn Ebî Zi’b kalkmadı. Kendisine “Gelen, Abbâsî sultanıdır; niçin kalkmıyorsun?” denilince şöyle cevap verdi: “İnsanlar ancak Allah için ayağa kalkarlar!” Bu cevabı duyan Mehdî, “Bırakın bildiği gibi yapsın, çünkü ondan öyle korkuyor ve sakınıyorum ki, başımın tüyleri diken diken oluyor.” Şimdi hangi idareci hangi âlimden korkuyor? Gösterin bakalım. Suç idarecilerde mi, ilmin izzetini taşımayan âlimlerde mi?

6-) Herkesin kendisinden korktuğu ve titrediği Timur, Allâme Taftazânî hakkında şöyle der: “Saadeddin Taftazânî, büyük bir âlimdir. Benim kılıcımla fethedemediğim yerleri O, ilmiyle ve yazdığı eserleriyle fethetmiştir.” İlmiyle, cehdi ve gayretiyle bütün dünyayı fethetmeye çalışan âlimlerimizi sürgüne gönderenler, Mustafa Sabri efendi ve Zâhidü’l-Kevserî gibi mütebahhir âlimlerimizi dıyâr-ı gurbete gitmeye mecbur bırakanlar Timur’un ne kadar gerisindedirler ve ne kadar da gericidirler, değil mi?

7-) Prof. Dr. Seyyid Kutub, 1965 yılında neşrettiği “Yoldaki İşaretler” isimli kitabından dolayı idama mahkûm edilmişti. İdamın yerine getirilmesinden önce kendisine yapılan son teklif şu olmuştu: “Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinizde yanılmış olduğunuzu beyan ederek cumhurbaşkanı Cemal Abdunnâsır’dan özür dilediğiniz takdirde o, idam hükmünüzü bozacak ve sizi serbest bırakacaktır.” Bu güzel âlim, bu teklife şu cevabı vermiş ve 11


bütün Müslümanlar onu okuyorlar. Cemal Abdunnâsır’ı ise hiç kimse tanımıyor.

8-) Yirminci asrın mücâhid âlimlerinden

Âlimler kıyâmete kadar ilimleri, eserleri ve hizmetleri ile yaşarlar. Zalimler ise hem bu dünyada hem öbür dünyada perişan olmak zorundadırlar. Çünkü zâlimin hasmı Allah’tır. Zâlimi Allah’ın elinden hiç kimse kurtaramaz.

şehid olmayı tercih etmiştir: “Eğer idamı hak etmiş olarak Hakkın emri ile ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer bâtılın zulmüne kurban gidiyorsam, bâtıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam!” Hiçbir zaman alçaklığı, alçalmayı ve zilleti kabul etmeyen, izzet ve şeref sahibi âlimler kurtaracaktır bu ümmeti. Öylelerinin başımızın üstünde yeri vardır. Mücâhid ve şehid bir âlim olan Seyyid Kutub’un eserleri bütün dünya dillerine tercüme edilmiş, doğudan batıya kadar 12

Üstâd Bediüzzaman Saîd Nursî hazretleri hiçbir mahkemede sarığını çıkarmadı ve kıyafetini değiştirmedi. Halk Partisinin zâlim iktidarı döneminde Ankara valisi Nevzat Tandoğan, Üstâd’a sarığını çıkarmasını söyler. Üstâd da “Bu sarık, bu başla beraber çıkar!” diyerek boynunu gösterir. Yani boynumu vurursanız sarığımı da çıkarırsınız demek ister. Üstâd, yıllar sonra bu olayı şöyle anlatır: “Ankara valisi Nevzat bey zorla kıyafetime ilişmek istedi; hem muvaffak olamadı, hem kendi kendini intihar etmekle tokadını yedi.” Yirminci asrın dik duruşlu âlimlerinden biri olan Bediüzzaman Saîd Nursî’nin ismini herkes biliyor ve hizmeti de bütün dünyaya yayılmış durumdadır. Eserleri her dile tercüme ediliyor ve her tarafta okunuyor. Fakat bu âlime hakaret ettiğinden dolayı ilâhi bir tokat yiyip intihar eden Nevzat Tandoğan ismini kimse bilmiyor. Ankara’da adı ile anılan bir meydan olmasa, tamamen unutulacak. Âlimler kıyâmete kadar ilimleri, eserleri ve hizmetleri ile yaşarlar. Zalimler ise hem bu dünyada hem öbür dünyada perişan olmak zorundadırlar. Çünkü zâlimin hasmı Allah’tır. Zâlimi Allah’ın elinden hiç kimse kurtaramaz. Biz, bu vesileyle hem Abdülcelil Hoca’ya hem de onun bize örnek olarak sunduğu dik duruşlu âlimlere fâtihalar gönderiyor ve kendilerini rahmetle yâd ediyoruz. * Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi


KAPAK

CAHİL İLE DOST OLMA! İLİM BİLMEZ, İRFAN BİLMEZ, SÖZ BİLMEZ ÜZÜLÜRSÜN İman istikametin, istikamet de iman üzere yaşamanın ve can vermenin hayat sigortasıdır, Gerek Müslüman ferdin, gerek Müslüman ailenin, gerek Müslüman toplumun ve gerekse Müslüman devletin temeli iman ve istikamete dayanır. İstikamet yolunda cahil sofuların, ham yobazların ilimsiz firasetsiz söz ve davranışlarından zarar gören hep İslam toplumu olmuştur.

A. Baki Öncel kapak@ilkadimdergisi.net

İ

lmin kısaca bir tarifi istense genellikle bilmek denilir. Kanaatin gerçeğe uygun olanı veya bir şeyi olduğu gibi idrak etmek de ilim olarak tarif edilir. Her şey zıddı ile kaim olduğu gibi ilimin zıddını tarif et desek, kısaca cehalet cevabını herkesten alırız. Taha Suresi 114. ayette (“De ki: Ey Rabbim ilmimi artır!’’) cehaletten kurtulmanın yolunun ilmin artması olduğunu görürüz. Rabbimiz, Efendimizi -sallallahu aleyhi ve sellem- ilk vahiyle muhatap ettiğindeki okuma emri ile cehaletle mücadelenin ilk temelinin Subat 2013 / 307 .

atıldığını olduğunu görürüz. Yine “ilim talep etmek kadın erkek herkese farzdır” diyen Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- zihin ve kalp alemini aydınlatmaya, ışıtmaya (tenvir) büyük ehemmiyet verir. Bunda amaç cehaletin ve karanlığın ortadan kaldırılmasıdır. Bir şeyin öneminin belirtilmesi için bir kaç kez tekrar edilmesi, onu iyi öğrenmemiz, unutmamamız içindir. Rasulullahı eğitmeye başlayan vahiy gerçeğinde, ilk inen ayetlerde okumanın iki kez tekrarlanması ile vahye muhatap insanı ilme, ilim öğrenmeye cehaletten kurtulmaya bir yönlendirme

13


vardır. “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alaktan (rahim duvarına tutunmuş asılı bir hücreden) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri O öğretti.” (Alak, 1-5). İlmi insana Allah -celle celaluhu- öğretir. Bu ayetlerde Rabbinin adını zikretme vardır. İndirdiği âyetleri O’nun adına ve rızasına uygun olarak okumak ve engin mânalarını anlamaya yönlendirme vardır. İnsanın kendini okuması, kâinâtı okuması ve ma’rifet-i ilâhîye ererek ihsan derecesinde bir kulluk hayatı yaşamasının !” telkininde bulunulmaktadır.

İlim sadece sahibini değil bütün canlıları da kaplayacak bitip tükenmeyen bir hazinedir. İlim tevazuu artırdıkça artırırken, cehaletin kabalığı her davranışta sahibini hem toplumda, hem de kendi iç aleminde bönleştirir. Hak ile bâtılı ayırmanın en önemli vasıtası ilimdir. İlmin artması insana yük değil, aksine onu yücelten bir fazilettir. Asr Suresini incelediğimizde imanı sanki canlılığımızın temeli hayat ağacımızın bir kökü olarak görürüz.

14

Bu okuma eylemiyle İslam inancı, hayatın her alanında, ibadet, günah, helal ve haramla, birey ve topluma tüm ahlaki kurallar ile evrensel değerlerin hakikatini öğretir ve öğütler. Elbette ki, İslam ve Müslümanlara düşman olan bilinçli güç odaklarının yanında, kendilerini zavallı cahil birey ve kitleler olarak adlandırabileceğimiz yapılar, cehaletleriyle her yanlışı İslam ile özdeşleştirilmesine sebebiyet vererek, bazen nefret tohumları eker veya ekmeye çalışırlar. Peygamber Efendimiz - sallallahu aleyhi ve sellem- “Allah (c.c.)’a yaklaştıracak bir ilim öğrenmeksizin geçen günde, benim için hayır yoktur.” (Ali el-Müttaki, X, 136) sözüyle bu emre icabet ettiğini göstermiştir. İlim sadece sahibini değil bütün canlıları da kaplayacak bitip tükenmeyen bir hazinedir. Feraset gibi en ince noktayı anlama yeteneği ilimle öğrenilir. Siz bunu ledün ilmi veya başka bir ilimle tarif etmeye kalkın fark etmez. Bu anlamda ilim tevazuu artırdıkça artırırken, cehaletin kabalığı her davranışta sahibini hem toplumda, hem de kendi iç aleminde bönleştirir. Zira hak ile bâtılı ayırmanın en önemli vasıtası ilimdir. İlmin art-


ması insana yük değil, aksine onu yücelten bir fazilettir.

İnsanca yaşamanın ilk şartı da imandır. Şunu beyan etmekte fayda vardır:

Tevâzuu artan insan; lüzumsuz düşünce, havatır ve vesveselerden kurtulur, gerçeği anlar ve elinden geldiğince iyi bir insan olmaya gayret gösterir. Allah Teâlâ, ilim ile meşgul olan ve öğrendiklerinin gereğini yerine getiren âlimleri üstün derecelere ve makamlara kavuşturacağı husûsunda: Mücadele Suresi 11. ayette “Allah -celle celaluhu- içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” buyurmaktadır.

İnsanca yaşama ile Müslümanca yaşamanın arasında fark yoktur. Müslümanca yaşamayan bir kimse, hayvanca yaşamaya mecbur ve mahkum olur.

Efendimizin hadislerine bakıyoruz ilim ehlini methediyor: “Allah -celle celaluhu-, hakkında hayır murâd ettiği kimseyi dinde ince anlayış sâhibi kılar.” (Buhârî , İlim, 10; Müslim, İmâre, 175) “Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allah (c.c.)’ı zikretmek ve O’na yaklaştıran şeylerle, ilim öğreten âlim ve öğrenmek isteyen talebe bundan müstesnadır.” (Tirmizî, Zühd, 14 İman hayatı diri tutar. İnsan hayatın hayatını imanla bulur. Hatta diyebiliriz ki iman, hayatın emniyet sigortasıdır. Fıtri duygularımızın coşkusunu veya frenlemesini iman ile yaparız. Öyle ki, iman iman etmekle yükümlü olanın kalbine yerleşip, hayatını şekillendiren ve aydınlatan bir meşale, kurtuluşun ilk maddesidir. Asr Suresini incelediğimizde imanı sanki canlılığımızın temeli hayat ağacımızın bir kökü olarak görürüz. Hayat bir ağaca benzetilirse, iman onun suyudur. Ağaca su dökmezsen kuruduğu gibi hayatı da imanla yaşamazsan hayat ağacını kurutursun. İmansız hayat olmaz. Dünyaya geldik insanca yaşamak için. İnsanca yaşamanın şartı da Müslümanca yaşamaktır.

Subat 2013 / 307 .

Hayatta çok iyi neticeler elde edip devamlılığını istiyorsak dağınıklıkları birleştiren, tek bir yola, bir hedefe sevkeden hayat nizamına imanla ulaşabiliriz. İman bir insanın kalbine girdi mi canlı bir şekilde kendini göstermeden duramaz. Dil ile ikrar olan iman, kalp ile tasdikini yaptı mı bedenle de tatbikini yapacaktır. İmanda tabiilik vardır. Tabiattaki çiçek, kokusunu içinde saklayamadığı gibi, iman da amel ve hareketini tezahür ettirir. Burada amelin iman olmadığı yanılgısını yaşamamamız lazım. Bileceğiz ki çiçeklerin koku yaydığı, ağaçların meyve verdiği gibi, amel de güzel koku, güzel meyvedir. İşte burada ilimden uzak, sürekli tahkik değil de, taklitle uğraşanların amellerine bakarak İslam’dan soğunmaması gerektiği gibi, amellerimize bakıp da ne oldum delisi olmayacağız. O zaman bize imanımız istikamet verecekken, amellerimizle mağrurlanmanın kötü sonuçlarıyla karşı karşıya kalırız. Nefis girer devreye, istikamet bozulur. Çevre girer, şeyh uçmaz müridi uçurur sözündeki şeyhe döneriz. Uçar kaçar, benliğe kapılırız. Oysa Abdillahi’s-Sekafi (Rh.a.) şunu rivayet ediyor: “Dedim ki Ya Rasulallah, İslam hakında bana öyle bir söz söyle ki onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Allah’a iman ettim de ve istikamet et. (Dosdoğru ol!)” buyurdular. (El-Müsned (Ahmed b. Hanbel) C: 3, Sh: 413, Mısır/1313)

15


Cahil ile dost olma: İlim bilmez, irfan bilmez, söz bilmez; üzülürsün. Saygısızla dost olma: Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün. Açgözlü ile dost olma: Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün. Kibirliyle dost olma: Hal bilmez, ahval bilmez, gönül bilmez; üzülürsün. Ukalayla dost olma: Çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün. Namertle dost olma: Mertlik bilmez, yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün.

Peki, nedir istikamet? İman istikametin kaynağı, istikamet de imanın hayata yön vermesidir. Öyle ki iman ferde, aileye, topluma ve devlete yön tayin eden harekete geçiren rabbani bir güçtür. Onun için imanın olduğu yerde istikamet olur. Çünkü iman istikametin kaynağıdır. İstikamet yüce kitabımızın şahsiyet eğitiminde önemli bir kavramdır. Hud Suresi 112. “Emrolunduğun gibi doğru ol.’’ ayetinden yola çıkarak, İslam uleması emr olunana 16

devam, nehy olunanlardan kaçınmaktır diye tarif eder istikameti. İstikamet, taatlerin edasıyla ma’siyetlerden ictinabın arasını cemetmektir. İstikamet; Şeriat’ın ve aklın irşadıyla kulun ubudiyet yolunda yürümesidir.” (Et-Ta’rifat (Seyyid Şerif Cürcani) Sh: 19, İST/1311) Gerçekten Ümmet-i Muhammed’in varlığı ile istikameti doğru orantılıdır. Şunu bilmekte fayda vardır: İstikametsizlik bunalımdır. Çünkü istikametsizlik; doğrudan, hakdan, adaletten ve vasattan uzak düşmektir. Yani istikametsizlik; muhtelif eğrilerin içerisinde bocalamaktır. İstikamet ise; her türlü eğrinin zıddıdır. (Et-Ta’rifat (Seyyid Şerif Cürcani) Sh: 19, İST/ 1311) Dolayısıyla istikamet sahipleri, sürekli eğrilerle zıdlaşırlar. Eğrilerle zıdlaşmayanların istikameti olmaz. İstikameti olmayanın hayatı da olmaz, milleti de olmaz. Eğrilerle zıdlaşmanın metodu, cehaletten kurtularak çok bilen cahillerden olma yolunu kesmektir. Cahil sofu ya da ham sofu “İslam’ı kendi çıkarları uğruna ve başkalarının emelleri doğrultusunda kullanıp, kafalarına göre Müslüman portresi belirleyen ve de halka bunu yutturmaya çalışan, sonuç itibari ile de İslam düşmanlarının eline müthiş bir koz veren insanlardır.” İslam’a düşmandırlar. Kendilerine ihanet ederler. Bazen dindar-mış gibi, bazen demokrat-mış gibi, bazen solcuy-muş gibi yapar bunlar. Sonuçta rengi yoktur ! Üstad Necip Fazıl Kısakürek birçok eserinde kaba softa ve ham yobaz diye nitelediği, İslam’ı kendi çıkarları uğruna ve başkalarının emelleri doğrultusunda kafalarına göre Müslüman portresi belirleyen ve de halka bunu yutturmaya çalışan sonuç itibari ile de İslam düşmanlarının eline müthiş bir koz veren bu insanları daima


ağır bir dille tenkit etmiştir. Müslüman gençliği uyarma amacı taşıyan bizzat kendi kaleminden dökülen inciler: “Sakın yobazı, bir davaya, onun en mahrem çilelerini çektikten sonra kıl ve nokta feda etmeksizin emirlere sımsıkı bağlanan ulvi adam sanmayınız! Yobaz, her sahada, asla anlayamadığı ve iç yüzünü göremediği tecelliler karışsında papağan gibi hep aynı aksülamelleri gösterip Nuh diyen, fakat Peygamber demeyen ve insanda en büyük İlahi nimet, ruh ve fikri, bekçi sopası, tulumbacı narası ve vur ya çığlığıyla boğmaya kalkışan, böylece inanışları kör ve havasız nefsaniyetine indiren insan kılıklı insan tersidir. Yobaz, sadece Allah’ı bulmak için düşünmeye, ürpermeye ve kıvranmaya memur insanoğlunun en büyük düşmanıdır ve en sefil hayvanlar arasında bile bir eşi bulunmaz esatiri hayvandır. İslamlığın en ince kanunlarından biri, bir Müslüman’a küfür isnad edildiği zaman eğer o kimse gerçekten küfürde değilse, küfrün, bir kurşun gibi geriye teperek isnad edicisini bir daha dirilmemecesine öldüreceğidir. Böyleyken, bir zamanların Müslümanlık taslayan yobazı, mukaddes Şeriatin gözünde asla suç olmamak şöyle dursun, hatta teşvik ve rağbet mevzuu olan işlere küfür damgasını vurmakla teferrüd etmişti. Dünün bir türlü ölçü ve insafa gelmez yobazları, kazan kaldırdıkları mevzularda bir izah ve müdafaa tavrı gördükleri zaman şöyle haykırırlardı: “Söyletmen, vurun!” Ve bir kelime söyletmeden vururlar, kelleleri uçururlardı. Doğruysa doğru, yanlışsa yanlış olarak yine bizzat fikirle tesbit edilmesi gereken fikirden bu derecede korkmak için, insan geçinenlerin, maymunlar ve leş kargaları arasında bile kenSubat 2013 / 307 .

dilerine bir müttefik bulamamış olmaları lazım değil midir?” Türlü buhranlar ve bunalımlar içinde yaşadığımız bu zaman diliminde bizler kökü ezelde dalı ebedde bir sistemin rüyasıyla yanıp kavrulurken kaba softa ve ham yobaz tipini içimizden tecrit etmek zorundayız. Yoksa bana göre bu rüyanın gerçekleşmesi muhaldir.” Sonuç olarak iman istikametin, istikamet de iman üzere yaşamanın ve can vermenin hayat sigortasıdır, Gerek Müslüman ferdin, gerek Müslüman ailenin, gerek Müslüman toplumun ve gerekse Müslüman devletin temeli iman ve istikamete dayanır. İstikamet yolunda cahil sofuların, ham yobazların ilimsiz firasetsiz söz ve davranışlarından zarar gören hep İslam toplumu olmuştur. Onun için gerçek tasavvufta itikat derinlemesine işlenirken, amel de salih olsun diye en azından Farz-ı ayın ilimlere ve ahlak-ı hamideye çok önem verilmiştir vesselam. Şeyh Edebalinin şu sözleri, istikamet yolunda fitne odaklarından olan cahil sofuları bizim iyi anlamamız için güzel bir nasihattır: Cahil ile dost olma: İlim bilmez, irfan bilmez, söz bilmez; üzülürsün. Saygısızla dost olma: Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün. Açgözlü ile dost olma: Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün. Kibirliyle dost olma: Hal bilmez, ahval bilmez, gönül bilmez; üzülürsün. Ukalayla dost olma: Çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün. Namertle dost olma: Mertlik bilmez, yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün. 17


KAPAK

LİDERLİĞİN VE İTAATIN SINIRLARI Kur’an ve Sünnet-i Rasulullah Müslüman’ın ana kaynaklarıdır. Bu iki kaynağa bağlı olan insan liderlerinin seçimini ve itaatin sınırlarını da bu kaynaklardan alması gerekirken belki kendisinin dahi algılayamadığı bir itaatle liderine bağlı yaşamakta. Kendisine ayet okunan teba, cahilce hocasının görüşünden medet beklemekte. En güzel örnek Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi bilir ama ona tabi olmak ise ne hikmetse aklına gelmez.

Faruk Özcan

İ

kapak@ilkadimdergisi.net

nsanlık tarihi, ismi tarih sayfalarında yer almış nice liderlerle doludur. İnsanlığın ilk lideri aynı zamanda insanlığın atası Hz Âdem’dir. Hz Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa, Hz İsa ve ilahi vazife ile vazifelendirilmiş diğer peygamberler de yaşadıkları dönemin eşsiz liderleridirler. Kur’an’da peygamberlerin liderliği şöyle beyan edilir: “İnsanlar bir tek ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. Ve onlarla birlikte, insanların aralarında, ayrı18

lığa düştükleri şey hakkında hüküm vermeleri için hak ile kitap indirdi. Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra kendi aralarındaki çekememezlik (ve haset yüzünden) onun hakkında ayrılığa düşenler, kendilerine (kitap) verilenlerden başkası değildir. Bu sebeple Allah’a ulaşmayı dileyen o kimselerin, haktan yana ayrılığa düştükleri şeyi (hidayeti) açıklamaları için Allah, Kendi izniyle onları hidayete erdirdi. Ve Allah, dilediği kimseyi Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.” (Bakara, 213)


Âlemlere rahmet ve insanlara en güzel örnek olarak sunulan Peygamber efendimiz liderlikteki peygamber zincirinin son halkası olmuştur. “Andolsun ki, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman (kesin inanan) ve Allah’ı çok ananlar için, Allah’ın Rasûlü en güzel bir örnek (önder) dir.” (Ahzab, 21) İnsanları hidayetten dalalete sürükleyen liderler de hiç az değildir. Bu liderlerin başında şeytan bulunmaktadır. “O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.” (Furkan, 26-29) Şeytanın yoldan saptırdığı insanlardan da lider kişilikli olanlar şeytani hasletlerle arkasından gelenleri saptırdılar. Hatta öyleleri çıktı ki Rabblik iddiasında bulundu. Nemrud ve Firavun gibi liderlerin saptırdıkları insanların sayısı azımsanamaz derecede çoktur. Sapanların da saptıranların da sonu hüsrandır. Kur’an bu hakikati bizlere şöyle bildirir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah’a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!” (Ahzâb, 66-68) Buraya kadar insanları hidayete ve dalalete götüren liderlere genel bir bakış sağlamaya çalıştık. Topluma yön veren liderlerde belli başlı özellikler vardır ki arkalarından kitleler seve seve gider. O özellikler şöyle sıralanabilir. İyi bir lider geniş bir vizyon sahibidir. Subat 2013 / 307 .

İletişime, fikirlere ve istişareye açıktır. Çevresine karşı güler yüzlü, saygılı, ciddî ve alabildiğine vakûrdur. Bir ahlâk ve fazilet kahramanıdır. Adaletlidir. Karizmatik kişiliğiyle etrafındakileri etkileme gücüne sahiptir. Sağlam karakterli ve kararlıdır. Etkileme gücüne sahiptir. Mücadele ruhu vardır. Çevresini ve olayları farklı görebilir, yorumlama gücüne sahiptir. Olumlu düşünce ve tutuma sahiptir. Takım ruhuyla hareket eder. Bu özelliklere eklenecek özellikler de bulunabilir. Aslında lideri lider yapan özelliklerin başına kendi özelliklerinden öte beslendiği kaynağı yazmak gerekir. Aile reisi, kabile reisi, belediye başkanı, kaymakam, vali, cemaat lideri, tarikat lideri, devlet başkanı ve halife yani küçük veya büyük ölçekli hangi liderlik olursa olsun beslendiği kaynağa bakmak gerekir. Liderlikte başarıyı, dünyada otorite olmak, madden rahat yaşamayı hedeflemek, yakınlarını rahat ettirmek gibi unsurlara bağlayanlar dünyada rahat etseler de ahirette rahat edemezler. Liderlikte başarıyı, Hakkın hakim olmasına, insanlığın dünya ve ahiret saadetini isteyerek çalışmak olarak belirleyenler hiçbir sayısal kaygıya bakmaksızın çalışırlar. Hz Nuh, Hz İbrahim ve Hz Peygamberin sav yaptığı gibi. Peygamberimizin yolunu takip eden halifeler ve alimler de böyle yaptıkları sürece kazandılar ve kazanmaya da devam edecekler. 19


İtaat Kimlere ve Hangi Ölçülerle Yapılır? “Ey iman edenler! Allaha itaat edin. Rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman etmişseniz onu Allah’a ve Rasulüne götürün. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir.” (Nisa, 59) Allaha itaat: Kur’an ın emir ve yasaklarına uymak. Rasule itaat: sünneti seniyyeye tabi olmak. Ulu-l emre itaat: İki şekilde anlaşılmış, bir emir sahiplerine iki muttaki âlimlere.

Emir Sahiplerine İtaatin Sınırları Hz. Ali (r.a) şöyle nakletti: “Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir seriyye gönderdi ve birliğin başına bir sahabiyi tayin ederek askerlere komutanlarına itaat etmelerini emretti. (Seferden dönerken komutan, bir meseleden dolayı) öfkelenip; ‘Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana itaat etmenizi emretmedi mi?’ dedi. Mücahid sahabiler de: ‘Evet emretti!’ cevabını verdiler. ‘Öyleyse, derhal bana odun toplayın!’ dedi. Hemen odun toplandı. Bunun üzerine: ‘Ateş yakın!’ emrini verdi. Ashab da ateşi yaktı. Komutan: ‘Şimdi ateşe girin!’ dedi. Askerlerden bir kısmı ateşe girmek üzereyken diğer bir kısmı onları engelleyerek şöyle diyerek itiraz ettiler: ‘Biz, ateşe girmemek, ondan kaçmak amacıyla Rasûlullah’a -sallallahu aleyhi ve sellem-

20

“O

nlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman onlar: “Hayır. Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler.” (Bakara, 170)


geldik (şimdi ateşe girmemiz olur mu?)’ Öylece durdular. Ateş söndü. Komutanın da öfkesi geçti. Bu vaka Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem intikal edince: ‘Eğer o ateşe girselerdi, Kıyamet gününe kadar bir daha ondan çıkamazlardı! Allah’a isyanda (kula) itaat yoktur! İtaat maruftadır (iyilikte, İslâm’ın izin verdiği ölçüler içinde)’ buyurdular!” (Buhari: 5/203-204, hn. 4340; Müslim: 6/16, hn. 4872) Günümüzde siyasi parti liderleri başta olmak üzere cemaat ve tarikat liderlerine tabi olanlar onların beslendiği altyapılarına bakmaksızın verdikleri her karara, yaptıkları içtihatlara sorgusuz sualsiz uymaktalar. İnsanın mutlak itaati Allah’a (cc)dır. Peygambere sallallahu aleyhi ve sellem itaat Allaha itaatten sonra zikredilir ve Farz, vacip, sünnet hatta mübah olarak bırakılan emir ve tavsiyeler vardır. Emir sahiplerine itaat de ayetle sabittir. “Yaratana isyanda mahlûka itaat yoktur” genel kaidesi ile itaat sınırları çizilmiştir. Bu genel kaideyi anlayabilmek için önce Kur’an ve Sünneti bilmek gerekir. Kendisinin tabi olduğu liderin hangi ölçülerle hangi kaynağa bağlı olduğu gerçek manada ancak Kur’ân-ı ve sünneti öğrenmekle olacaktır. Allah’ın (cc) özel yeteneklerle donattığı insan İslam’la şereflendirildi. İman edip teslim olana Müslüman ismi verildi. Kur’an ve Sünnet-i Rasulullah da Müslüman’ın ana kaynakları oldu. Bu iki kaynağa bağlı olan insan liderlerinin seçimini ve itaatin sınırlarını da bu kaynaklardan alması gerekirken belki kendisinin dahi algılayamadığı bir itaatle liderine bağlı yaşamakta. Kendisine ayet okunan teba, cahilce hocasının görüşünden medet beklemekte. En güzel örnek Rasulullahı sallallahu aleyhi ve sellem bilir ama ona tabi olmak ise ne hikmetse aklına gelmez.

Subat 2013 / 307 .

Sahabe efendilerimizden bir örnek bu konuyu anlamamıza katkı sağlayacaktır. Abdullah b. Abbas (r.a.) şöyle demektedir: “Neredeyse gökten başınıza taş yağacak! Ben size Allah’ın Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem böyle söylüyor diyorum, siz ise, bana Ebu Bekir ve Ömer şöyle söyledi diyorsunuz .” Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer ra sahabenin en öndeki isimlerindendir. Ama onların sözleri dahi efendimizin sözü üstüne geçemez. Unutmayalım ki, Allaha ve Rasulüne itaatin olmadığı yerde liderlere itaat etmek kazandırmaz, hatta kaybettireceği kesindir. “Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın ileri gelenleri: “Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların işlerine uyarız.” dediler. “Ben size babalarınızın üzerinde bulunduğu (din)den daha doğrusunu getirmişsem” deyince, dediler ki: “Doğrusu biz sizin gönderildiğiniz şeyi inkar ediyoruz.” (Zuhruf, 23-24) “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman onlar: “Hayır. Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler.” (Bakara, 170) Allah’a ve Rasulüne itaat cennete götürür. Gayrisi Cehenneme götürür. “O gün (mahşere) insanların hepsini önderleri ile birlikte çağıracağız; kimin kitabı sağından verilirse, onlar kitaplarını (sevinçle) okurlar ve hiçbir haksızlığa uğramazlar.” (İsrâ, 71) Ne mutlu itaati dolayısıyla kitabı sağ tarafından verilenlere. 21


Zeki Soyak Hocamizdan

İ

İTİDAL ÜZERE OLMAK

frat ve tefrit, aşırılık ve hamiyetsizlik makbul mahrum olan, nefsinin ve duygularının etkisiyle olmayan, şeriat nazarında hoş karşılanmayan itidalini kaybeder ve görülmemiş taşkınlıklar yadavranış biçimleridir. Makbul ve memduh pabilir. Tek örneğimiz ve rehberimiz Rasûlullah salolan, itidal üzere, orta yollu hareket etmektir. lallahu aleyhi ve sellemin yemesi-içmesi, oturupYeryüzüne baktığımız zaman, insanların faidesine kalkması, konuşması, aile hayatı, insanlarla muaşeolan her şey mutedil iklimlerde, itidal ortamında reti, ibadeti, tebliği ve cihadı gönüllerde çiçek çiçek neşvünemâ bulmaktadır. Kuzey ve güney kutbun- açan, rahatlatıcı bir vasat, bir itidal ortamı sergiledaki aşırı soğuklar bu bölgelerde elverişli bir hayat mektedir. Onun izi üzere yürüyen tüm muttakiler ortamı oluşmasına mâni olmaktadır. Söz ve davra- de her türlü aşırılıktan, taşkınlıktan uzak, dengeli nışlardaki aşırılıklar, taşkınlıklar da insanlar arası bir hayat yaşamışlar ve etrafındakilere nebevî bir örnek sunmuşlardır. sevgiyi, muaveneti ve kaynaşmayı menfi olarak etkilemekİslâm dini, değil söz ve te, toplumu birbirine karşı davranışlardaki ifrat ve taşkınMeselenin idrakinde yabancılaştırmakta ve hatta lığa, ibadetlerde dahi aşırılığa, olan fert ve cemaatler düşmanlıklara, kargaşalara sütabiatı zorlayıcı tarzlara müsakişileri ve toplumu bu rüklemektedir. Ahlâkın, ameade etmemiştir. lin ve sözün en güzeli itidal aşırılık, taşkınlık ve Allah Teâlâ: ortamında oluşur. Tehevvür ve fanatiklik girdabından “Biz Kur’an’ı sana zahkorkaklığın vasatında cesaret kurtarmak, itidal ve akl-ı met çekesin diye değil, andediğimiz övgüye lâyık makbûl selim ortamına yani cak Allah’tan korkanlar için ahlâk zuhûr eder. Tehevvür ve Rasûlullah sallallahu bir öğüt olsun diye indirdik.” korkaklık mezmum, cesaret (Taha 2-3) buyuruyor. ise memdûh bir ahlâktır. İsraf aleyhi ve sellemin ve cimrilik kınanmış; cömertDiğer bir ayet-i kerime’de “dosdoğru yolumdur” lik ise övülmüştür. Çünkü israf de şöyle buyurulmaktadır. buyurduğu “orta yola, tefrit, cimrilik ifrat, cömertlik “O halde seninle beraber sırat-ı müstakime” ise vasattır ve müslüman vasat tevbe edenlerle birlikte emdavet etmek, bunun olan yerde bulunur, vasat olanı rolunduğun gibi dosdoğru ol. yapar. Aşırılıklara, taşkınlıklara için çaba sarfetmek Aşırı gitmeyin, O sizin yaptıkiltifat etmez. İtidal bu ümmedurumundadırlar. larınızı çok iyi görendir.” (Hûd tin vasfıdır. İtidal üzere olmak 112) onun özelliğidir. Bu hususta Enes bin Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Mâlik’ten şöyle bir hadis rivayet edilmektedir. “İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler “Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin ibadetinolmanız, Rasûlün de sizin üzerinizde şahit olması den sormak için üç kişilik bir grup (Hz. Ali, Abdullah için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldık.” (Bakara, bin Amr bin As, Osman bin Ma’zun radıyallahu an143) hüm) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zevİtidal üzere olmak, orta yollu hareket etmek celerinden bazısının evlerine geldiler. Kendilerine ancak, güçlü bir irade, ilim, sabır, hilm ve tevazû Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ibadeti hagibi güzel hasletlerle başarılabilir. Bu hasletlerden ber verilince (Rasulullah’ın ibadetini azımsayarak):

22


“Rasûlullah kim, biz kimiz? Onun gelmişgeçmiş günahları mağfiret olunmuştur.” dediler ve onlardan biri; “Geceleri hep namaz kılacak ve hiç uyumayacağım,” dedi. Diğeri de şöyle konuştu: “Ben bütün seneyi oruçla geçireceğim, hiç iftar etmeyeceğim.” Üçüncüsü de: “Ben de kadınlardan (ayrı) bir yere çekilecek ve hiç evlenmeyeceğim” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, onlara doğru geldi ve şöyle buyurdu: “Şöyle şöyle konuşanlar sizler misiniz? Haberiniz olsun, Allah’a andolsun ki, ben sizin Allah’tan en fazla korkan ve en fazla muttakiniz olan bir kimseyim. Fakat ben oruç tutar (arada) iftar da ederim. (Geceleri) namaz kılar ve yatar uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhari, Müslim) Görülüyor ki din hususunda gevşeklik göstermek, gayretsiz ve şevksiz davranmak, hamiyetsizlik müslümana yakışmayan davranışlar olduğu gibi, ibadet kastıyla bile olsa, tabiatı zorlayıcı, aşırılıklar da tasvip edilmemektedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Orta yollu gidin (tam olarak orta yollu gidemiyorsanız hiç değilse ona) yaklaşık olanı yapın. Sabahleyin, öğle ile akşam arası ve biraz da geceden (yararlanın). Orta (yollu hareket ediniz). Orta(dan ayrılmayınız) ki maksada eresiniz.” (Buharî) buyurmaktadır. Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: “Taşkınlar helâk olmuştur. Rasûlullah bunu üç defa söyledi.” (Müslim) Tarihî bir gezintiye çıktığımız zaman görülen o ki, taşkınlık yapan, aşırı giden, itidalini kaybeden fert ve toplumlar hem kendilerine, hem de mensubu bulundukları, cemaat, millet ve devletlerine telâfisi mümkün olmayan zararlar açmışlardır. İki arkadaş tanırım ki zenginleri düşmanlığa varan tenkitleri olurdu. Evlerinin ve ev eşyalarının çok lüks olduğundan, çok lüks araba kullandıklarından şikâyet eder dururlardı. Tabii bu tenkitlerinde haklı olduğu yönler de vardı. Fakat çok aşırı Subat 2013 / 307 .

giderler, bu gibi insanları, Müslümanlıklarında samimi saymazlardı. Zaman oldu bu iki arkadaş bazı imkanlara sahip oldular. Biri evini, tenkit ettiğinin de fevkinde lüks eşyalarla donattı, öbürü de, imkan bulduğu kadar lüks arabalara biner oldu. Çocukluğumda hafızlığa çalışan iki kişi vardı. Biri ibadetine aşırı düşkün, öbürü de biraz tembel idi. İbadetine düşkün olan öbürünü ta evlerine kadar gider ve sabah namazına kaldırırdı. Namaza gelmediği zaman kızar, bağırır çağırır bir tokatlamadığı kalırdı. Neticede gevşek olan hafızlığı bitirdi. İmam oldu. Öbürü de hafızlığı tamamlamadan ortaokula kaydoldu. Hukuk fakültesini bitirdi. Emekli olana kadar çeşitli yerlerde hâkimlik yaptı. Namazını terk etti. İçki içti, bir sosyalist olup çıktı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İşlerin en hayırlısı orta yollu olandır.” (Kurtubi) buyurmaktadır. Orta yol, sıratı müstakim olan dosdoğru yoldur. Orta yol, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yaşadığı ve bize tavsiye ettiği yoldur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabı ile berâber otururlarken; toprağın üzerine dosdoğru bir çizgi çizdi, bu çizginin sağ ve sol taraflarına da bir çok çizgiler çizdi ve ortadaki çizilen düz çizgiyi işaret ederek, “İşte benim dosdoğru yolum(sırat-ı müstakim)” buyurdu ve bu düz çizginin sağ ve solundaki çizgilere de işaret ederek bu yolların her birinin başına şeytanların oturduğunu ve insanları dalâlete ve sapıklığa davet ettiğini, buyurdular. İtidali muhafaza etmek, akl-ı selimle hareket etmek, aşırılık ve taşkınlıktan uzak durmak, nefsî ve şehevî arzuları değil, nebevî ölçüleri ön plana çıkarmaya çalışmak bir nev’i horlanır hale gelmiş ve bu meziyetler gevşeklik, atalet ve vurdumduymazlık sayılır olmuştur. Meselenin idrakinde olan fert ve cemaatler kişileri ve toplumu bu aşırılık, taşkınlık ve fanatiklik girdabından kurtarmak, itidal ve akl-ı selim ortamına yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin “dosdoğru yolumdur” buyurduğu “orta yola, sırat-ı müstakime” davet etmek, bunun için çaba sarfetmek durumundadırlar. İtidalini kaybeden, akl-ı selimden uzaklaşan fert ve toplumlar netice itibariyle nefse, şeytana ve kötü çevreye mahkûm olur, tüm değerlerini kaybedebilirler.

23


Hizmet Adabi nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net

İ

Nureddin Soyak

Bahaneler Üretmeyelim!

nsan nisyanla maluldür. Ferdi, ailevi ve toplum hayatında yanlışlar yapabilir. Bundan dolayı insan her an uyarılmaya muhtaç, mümin her an uyarmaya mecburdur. Kamil insan olmanın yolu uyarılara açık olmayı ve uyarılması gerekenleri uyarmayı gerekli kılmaktadır. Uyarmak adetullahtandır. Sudaki dalgalar gibi, yakından başlayıp uzağa ta uzaklara uzanan bir uyarı gayreti içinde olmak. Rabbimiz buyurdu ki: “Allah ve Resulünün çağrısına uyun.” (Enfal-24) “Rabbinizden (A’raf-3)

size

indirilene

uyun.”

“Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun.” (Yasin-21) Mümin ilk önce Rabbinin ve Resulünün uyarılarına uymak zorundadır. Daha sonra da onların uyarısıyla uyaranların, uyarılarına uymalıdır. Toplumsal felaketler ilahi ve nebevi çağrılara uyulmadığındandır. Rabbimiz buyurdu ki: “Kalk da uyar.” (Müddessir-54) “Sen, ancak bir uyarıcısın.” (Fatır-23)

Rabbimiz uyarıcıdır. Resuller uyarıcıdır. Furkan uyarıcıdır. Bizden olan emir sahipleri uyarıcıdır. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla, aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı tüm müminler birbirleri için uyarıcıdırlar, uyarmakla sorumludurlar. Uyarırken de Rabbimizin emri gereği kendi ölçüleri ile değil vahiyle uyarmaları gerekmektedir. Herkes birbirini uyaracak da, birilerinin uyarısı diğerlerinden farklıdır. Amir memuru, memur amiri uyaracak da, amirin uyarısı farklıdır. Âlim cahili, cahil âlimi uyaracak da, âlimin uyarısı farklıdır. Koca hanımını, hanım kocasını uyaracak da, kocanın uyarısı farklıdır. Ana-baba çocuğu, çocuk ana-babayı uyaracak da, ana-babanın uyarısı farklıdır. Usta çırağı, çırak ustayı uyaracak da, ustanın uyarısı farklıdır. Tepe takla bir hayata savruluyoruz. Uyması gerekenler kendilerine uyulmasını bekliyorlar. Uyarıcıların uyarılarına kulak vermiyorlar. Bu nedenle her geçen gün evlerin, iş yerlerinin cadde ve sokakların huzuru kaçıyor, insanlığın tadı bozuluyor. Rabbimiz buyurdu ki: “Eğer o, (Resul) birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz.” (Hucurat-7)

“(Önce) en yakın akrabanı uyar.” (Şu’ara214)

“Ey kavmim! Bana uyun ki, sizi doğru yola ileteyim.” (Mü’min-38)

“De ki: Ben sizi ancak vahy ile uyarıyorum.” (Enbiya-45)

Kim kime uyacak? Kim kimi uyaracak? Tüm müminler birbirini uyaracak da, Allah’a isyan olmadığı müddetçe amire uyma mecburiyeti vardır. Resullere uymak zorunludur, çünkü onlar

“Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.” (Fur-

24

kan-1)


haksız olması da insanları o kadar çok ilgilendirmemektedir. Nefisler o kadar azgınlaştırılmış ki en ufak tenkide tahammül yok. Tenkit edilen eş, evlat, çırak kaçıp gidiyor. Bundan Allah rızası için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendihizmet sloganıyla yola çıkan kesimlerde nasibini miz buyurdu ki: alıyor. Amirlerin işi çok zor, “Müslüman kişiye, hoşuya Rabbine itaat edecek, ya na giden veya gitmeyen her da işten, eşten evlattan çıhususta itaat etmesi gerekir. raktan vazgeçecek. MüslüAncak masiyet emredilmişse manlar bu hususta çok ciddi o hariç, eğer masiyet emredilbunalıma doğru sürüklenSamimi müslüman, her mişse, dinlemek de yok, itaat mektedirler. şeyi göze alarak, usûl ve da yok.” (Buhari, Müslim) Rasulullah sallallahu âdâbına riayet ederek, Tâbi olmanın şartı itaataleyhi ve sellem Efendimiz tir. buyurdu ki: en yakın çevresinden Allah yolunun şaşmaz rehberleridir. Resullerin yolunu takip eden emirlere uymak da masiyetle emretmediği sürecedir.

İnsan için en büyük felaket Rabbimizin beyan buyurduğu şu konuma düşmektir.

“Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.” (Yasin-10) “Onlara ne oluyor da, öğütten yüz çeviriyorlar?” (Müddessir-49) “Onlar sanki aslandan kaçan yaban eşekleridirler.” (Müddessir-50-51) Hayatın her safhasında iki cihan saadeti için özelikle uyulması gerekenlere uyulmalıdır. Amire, âlime, anaya, babaya, kocaya, ustaya vb.

başlayıp, hatır-gönül işine bakılmadan, Allah rızası için bütün gayreti ile gücünün yettiğince insanları uyarmaya devam etmelidir. Uyarılar ister dinlensin ister dinlenmesin, şevk ve gayretle devam edilmelidir.

Amire itaatin olmadığı yerde huzur ve sükûndan eser kalmaz. Yeni nesil söz dinlemez, öğüt almaz, başına buyruk bir nesil olarak yetişmektedir. Bunu hayatın içinde her geçen gün yaşamaktayız. Âsi memurlar, âsi eşler, âsi evlatlar, âsi çıraklar. Bu durum çok ciddi şekilde toplumsal huzursuzluklara sebep olmaktadır. İnsanlar en ufak ikaz ve uyarılara katlanamaz hale gelmiş durumdalar. Bu uyarıların haklı veya Subat 2013 / 307 .

“İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde, seyirci kalır, müdahale etmezse, Allah’ın hepsini saran umumi bir bela göndermesi yakındır.” (Ebu Davud, Tirmizi, İbnu Mace) Samimi müslüman, her şeyi göze alarak, usûl ve âdâbına riayet ederek, en yakın çevresinden başlayıp, hatır-gönül işine bakılmadan, Allah rızası için bütün gayreti ile gücünün yettiğince insanları uyarmaya devam etmelidir. Uyarılar ister dinlensin ister dinlenmesin, şevk ve gayretle devam edilmelidir.

“Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın.” (Nisa-165) Müslümanlar bahane ürettiği kadar hizmet üretebilselerdi, bu gün dünyanın çehresi bambaşka olurdu. 25


. Kur’an Iklimi Selim Armagan selim.armagan@ilkadimdergisi.net

“Her kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötü bir iş yaparsa, kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir.” (Fussilet, 46)

Y

Tercih Bizim

üce kitabımız, Fatiha suresi ile başlar. Allah’a hamdden sonra ilk üç ayetinde Müslüman olmak isteyen her kişiyi imana girişin kapısı diyebileceğimiz üç şeye inanmaya davet eder. İnanmış Müslümanlardan da bu inançlarında sebat ister. Bu üç şey; • Allah’ın âlemlerin yaratıcısı ve yaşatıcısı (Rab-

bi) olduğuna inanmak, • Rahman ve Rahim olduğuna inanmak, • Hesap günü (din günü) olan ahiretin olduğu-

na ve Allah’ın bu günün yegâne sultanı olduğuna inanmak Üçüncü kuraldan başlayarak bir değerlendirme yaparsak, her şeyimizden hesap vereceğimiz bir gün mutlaka gelecek ve hesap vereceğiz. Hesap verebilmemiz için de ehliyete sahibi olmamız gerekir. Yani hesap verecek kişide aranması gereken şartlar ve imkânlar bizde bulunmalıdır. Nedir bu şartlar; • Akıllı olmalıyız ya da aklımız kadar sorumlu

olmalıyız. • Özgür olmalıyız ya da özgürlüğümüz kadar

sorumlu olmalıyız. • Muktedir olmalıyız ya da güç ve kudretimiz

26

kadar sorumlu olmalıyız. • Bilgili olmalıyız ya da bilgimiz kadar sorumlu

olmalıyız… Kısaca sahip olduklarımız ve takatimiz kadarı ile sorumlu olmalıyız. Bu durumu Yüce Rabbimiz; “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir…” (Bakara, 286) Ayetinde en veciz şekilde özetler. Hesaba çekecek sorgulayacak zatı celilin de Alîm, Kadîr, Hasîb… gibi bilgi ve kudreti ifade eden sıfatlarının yanında Adalet, kıst, kıvam gibi dengeyi, eşitliği, olgunluğu ve tarafsızlığı ifade eden sıfatlara da sahip olması gerekir. Bütün mükemmel sıfatlara sahip olan Rabbimiz daha kitabın ilk cümlelerinde “ER RAHMÂN” sıfatını her şeyin önüne geçirmiştir. Bilindiği gibi “Rahmân” kavramının tam anlamıyla Türkçe karşılığı yoktur. Çok merhamet eden, rahmeti her şeyi kuşatan, ihsanı her şeye yaygın olan sözleriyle açıklanabilir. Bu rahmet, iyiyi de, kötüyü de, mü’mini de, kâfiri de içine alır. Bundan dolayı Allah “Dünyanın Rahmânı, âhiretin rahîmidir”. Yani O’nun ihsanı, dünyada inananları da, inanmayanları da kapsar. Bu rabbimizin adaleti ve hâkimin tarafsızlığı gereğidir. Âhiretteki “Rahîmliği” ise yalnız


inananlara özel merhametidir. Bu da ihsanının gereğidir ve mü’minleri özel bir ödüllendirmesidir. Ahiret günü ve hesabının varlığına iman kişinin hesaba çekileceği konuları da bilmesini gerektirir. Tam da konu burada düğümleniyor. Rabbimiz olan Allah Teâlâ ilk insandan itibaren kendisi hakkında ve bu dünyada insanların uyması gereken kurallar hakkında insanları bilgilendirmiş midir? Evet bilgilendirmiştir. Bunun yüz binlerce peygamber, milyonlarca mü’min şahidi vardır. Hal böyle iken Allah’a inanıp, Rahman ve Rahim olduğuna inanıp da hesaba çekeceğinden şüphe etmek, hesaba çekmez diye ummak ya da hesaba çekse de affeder diye tembelliğe kapılmak Allah’ın Kur’an’da bize bildirdiği ilkelerin tamamına temelden aykırıdır. Bizim örneğimiz ve önderimiz olan Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) günahlarının bağışlandığı müjdesi verilmesine karşın bırakın farz ibadetleri ve görevleri yerine getirmeyi terk etmeyi nafile ibadetleri ve çalışmaları daha da artırıp “şükreden bir kul olmayayım mı?” diye karşılık vermiştir. Şimdi gelelim bizlere; Yaşadığımız dünya yasaklar ve serbestiyetler manzumesi halinde kurulmuştur. Her ülkenin kanun ve kuralları vardır. Yargıçları da yanlış yapanları ülkelerinin kanunlar çerçevesinde yargılıyor ve adaleti tesis etmeye çalışıyorlar. Dünyanın akıllı ve medeni tek varlığı olan insan ülkesinin yargıcına inanıp onların adaleti uygulayacaklarından şüphelenmeden hukuka teslim olurken Allah’ın hukukunun olamayacağını ya da onun yargılamasından bir şekilde kurtulacağını düşüne bilmesi akla muhaldir. Haklıya hakkını vermemek haksızı cezalandırmamak bir hâkim için nasıl ki bir zulüm göstergesi ise Allah için de mazlumun hakkını almayacağı zalime haddini bildirmeyeceği düşüncesi kalpte bir küfür ve şirk ifadesi, beyinde Allah’ı kavrayamama ve ahirette tam bir ziyandır. Zulüm noksanlıktır. Allah Teâlâ ise bütün kemal sıfatlara sahip, her çeşit noksanlıktan münezzeh, yüce bir zattır. Allah zalim değildir. “Allah,

Subat 2013 / 307 .

zerre kadar haksızlık etmez.” (Nisa, 40) Bir kutsi hadiste şöyle buyrulmuştur:”Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım. Aynı şekilde aranızda da zulmü haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyin.” (Müslim). Allah Teâlâ, hiç kimsenin sevabından zerre kadar bile eksiltmediği gibi, bir iyiliğin sevabını on katına, yedi yüz katına, daha da çok katına çıkarmakta; buna mukabil bir kötülüğün cezasını sadece misli kadarıyla vermektedir. “Kim iyilik getirirse, ona getirdiğinin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar..” (Enam, 160). Cenâb-ı Hak, Lokman (a.s.)’dan haber vererek de şöyle buyurur: “Yavrucuğum! Haberin olsun ki, yaptığın bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kaya içinde veya göklerde yahut yerin dibinde gizlense, Allah onu getirir, mizanına kor. Çünkü Allah en ince şeyleri bilir, her şeyden haberdardır.” (Lokman, 16) Rabbimiz kıyamete kadar devam edecek hükümlerini bütün zamanlara, mekânlara ve insanlara ilan etmiş son mesajını ve ilahi hükmünü göndermiştir. Yani Allah, kurallarını koymuştur. Bu kuralları değiştirerek adalet dağıttığını düşünen zalimler de bu kuralları hiç kabul etmeyenlerde “MALİKİ YEVMİDDİN” (Hesap gününün sahibi) olan ALLAH’IN huzurunda hesap verecektir. Hesabın kolaylığı ve zorluğu Allah’ın kurallarını hayatımızda uyguladığımız oranda olacaktır. “O gün dünya, Rabbinin ona vahiy etmesiyle haberlerini anlatacaktır. O gün insanlar, amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek üzere bölük bölük çıkacaklardır. Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” (Zilzal, 4-8) “O gün kimin tartıları ağır basarsa o, hoşnut olacağı bir hayat içindedir. Kimin tartıları da hafif gelirse, onun anası da hâviye (cehennem uçurumu)dur.” (Karia, 6-9)

27


. Hadis IklimiAhmet Agmanvermez a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net

-

“Ehli beytimden ismi ismime benzeyen bir kişi (başa geçecektir.) Araplara malik oluncaya kadar dünya sona ermeyecektir. Dünyanın bir günlük ömrü kalmış olsa, O’nun başa geçmesi için Allah o günü uzatır.” (Tirmizi)

Kıyamet Alametlerinden

MEHDİLİK Mehdî”, kelime olarak kendisine Allah tarafından yol gösterilen, Allah’ın hidayete erdirdiği şahıs anlamında kullanılmıştır.

Terim olarak Mehdî, Hazreti Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellem- kıyamete yakın bir zamanda geleceğini haber verdiği sâlih kuldur. Hadislere göre Deccal’in ve Hazreti İsa’ın -aleyhisselam- geleceği ne kadar kesinse, Mehdî’nin gelişi de o ölçüde kesindir. Mehdi, dini kuvvetlendirecek, yeryüzünde adaleti sağlayacak ve tüm Müslümanlar kendisine uyacaklardır. Bir rivayete göre ise Mehdî’den sonra Hazreti İsa -aleyhisselam- inecek ve Deccâl’ı birlikte öldüreceklerdir. Hazreti İsa -aleyhisselam-, namazında Mehdiye uyacaktır. Mehdi’nin geleceğini haber veren hadisleri, Ebû Davûd, Tirmizî, İbni Mace, Bezzâr, Hâkim, Taberanî rivayet etmişlerdir. Konuyla ilgili İbni Mace ve Tirmizi’den birer rivayet 28

yeterli olacaktır: “Ümmetim içinde el-Mehdi olacaktır. (Aranızda kalması) kısa tutulursa yedi yıldır. Kısa tutulmazsa dokuz yıldır. Benim ümmetim o devirde refaha kavuşacak. Kimse o güne dek onun bir mislini kesinlikle bulmamıştır. Yer, yemişini verecek ve insanlardan hiç bir şey saklamayacaktır. Malda o gün çok birikmiş olacaktır. Adam kalkıp: Ya Mehdi bana (mal) ver, diyecek. Mehdi de: Al, diyecektir.” (İbni Mace) “Ehli beytimden ismi ismime benzeyen bir kişi (başa geçecektir.) Araplara malik oluncaya kadar dünya sona ermeyecektir. Dünyanın bir günlük ömrü kalmış olsa, O’nun başa geçmesi için Allah o günü uzatır.” (Tirmizi) İsmi, Muhammed veya Ahmet, babasının ismi de Abdullah olacak, Efendimiz’in bildirdiğine göre, Mehdî geldiğinde yeryüzünü adaletle dol-


duracaktır. Hazreti Mehdi bir tarikat şeyhi, cemaat lideri veya sadece ilim ehli biri olmayacak. O askerlerinin başında büyük bir komutan olacak. Yedi veya dokuz yıl iktidarda kalacak. Sonra devlet başkanı olarak savaşacak ve Allah’ın -celle celaluhu- kendisine verdiği ilim ve güç ile yeryüzünde gerçek İslam’ı hâkim kılacaktır. Mehdi’nin de, Hazreti İsa’nın -aleyhisselamda, Deccal’in de, geldiği de, öldüğü de doğru değildir. Mehdi geldi denince, Hazreti İsa -aleyhisselam-, ile Deccal’ı da getirmek gerekir. Deccal olarak, yerli ve yabancı diktatörleri gösterenler olduğu gibi, o bir sistemdir diyenler oldu. Hâlbuki Deccal’ın da, Hazreti İsa -aleyhisselam-, ve Hazreti Mehdi’nin de birer insan olarak geleceğini ve o zamanki Müslümanların bunları tanıyacağını Peygamber efendimiz açıkça bildirmiştir. Tarihte ve günümüzde bazı kimseler, kendisinin mehdi olduğunu iddia etmişlerdir. Bunların bazıları, yeryüzünü fesada boğan zalimlerin zulmünden insanları kurtarmak istemişler, yeterli taraftar bulabilmek için de mehdi kılıfına bürünmüşler. Zulüm ve baskıdan iyice bunalan halk da onları bir kurtarıcı görüp peşlerine düşmüşlerdir. Oysa bu tehlikeli bir oyundur. Dini kötüye kullanmaktır. Kendisinin mehdi olduğunu iddia eden bazı tasavvuf erbabı, içinde bulundukları manevi hali anlamayarak kendilerini mehdi zannetmişlerdir. Üstad Bediüzzaman’ın -rahmetullahi aleyh- belirttiği gibi, bu kimseler yalancı ve aldatıcı değillerse, sadece aldanıyorlar. Bu kimselerin makam hırsı, benlik hastalığı yoksa kısa zamanda o halden kurtulurlar. Haddini bilir, sözlerine de tövbe ederler. Eğer benlik davasına kalkar ve şeytanın hilesine aldanırlarsa, evliya değil, eşkıya olurlar. Huzur bulamayan ve içine düştüğü bunalımdan bir çıkış yolu arayan, dinin özünü kavrayamayan bazı kimseler de, kendisine uzatılan her Subat 2013 / 307 .

eli dost zanneder, her davetin peşinden gider. Şeytanlaşmış bazı insanları gerçek mürşit, hatta Mehdi zannedebilirler. Her devirde insanların bu nazik ruh halini kendi keyfince kullanmak isteyen bazı sahte şeyhler, uydurma mehdiler, yalancı peygamberler türemiş ve nice vaatlerle bu masum insanları sömürmüştür. Televizyon ekranlarında arzı endam eden, kaynağı meçhul paralarla TV kurdurulup hizmetlerine verilen bu sahtekârlar ve onlara bu imkânları sağlayanlar kim? Gerçek niyetleri acaba ne? Oysa din, ehlinden öğrenilmelidir. Çeşitli haramları mubah ve meşru gören kimselere, gerçek halini ve niyetini bilmeden, tabi olmamalı, elinden tutulmamalıdır.

Mehdi Gelince Ne Yapmalıyız? Bizler geleceği değil, yaşadığımız şu anı düşmekle yükümlüyüz. Hepimiz şu anda yapılması gereken farzları, vacipleri, sünnetleri yerine getirmeye çalışmalıyız. Bizi kurtaracak en sağlam ip, Allah Teâlâ’nın rahmetine vesile olacak iman, salih ameller, hakkı ve sabrı tavsiyedir. Geleceği müjdelenen Mehdi de, Hazreti İsa -aleyhisselam- da kendi devrindeki insanların kurtuluşu için onları, Allah’ın dinine ve salih amellere davet edeceklerdir. Yeni bir din getirmeyecek, hiç kimsenin yerine de namaz kılıp, oruç tutmayacaklardır. Onların geliş tarihini ancak Allah Teâlâ bilir. Ancak bizler geleceklerine ve büyük bir vazife ifa edeceklerine hadisler ışığında inanırız. Gelişi zamanımızda olursa, itaat eder, askeri oluruz. Ancak geldi, gelecek diye yapmamız gerekenleri erteleyemeyiz. Yapmamamız gereken haramlar içinde, nasıl olsa mehdi gelecek, bizi kurtaracak, o zaman halimizi düzeltiriz diye kendimizce fetvalar arayamayız. Cenabı Hak bizleri ölüm gelene kadar kendisine hakkı ile kul olanlardan eylesin. Âmin. 29


mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net

Mehmet Sentürk .

Uğur İnancı VE SİHİR

Uğur inancının hedefi; insanların hayatlarını, manasız ve mesnetsiz vehimlere göre değil, gerçeklere göre düzenlemesi ve idare etmesidir.

H

erhangi bir şeyde bulunduğu zannedilen ve işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen hal anlamında kullanılır.

Değişik çağlarda pek çok kişi ve toplumlar çevrelerinde gördükleri bir takım eşyalarda, hayvanlarda ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanmıştır. Çağımızda bu uğursuzluk anlayışını üzerinden atamamış pek çok insan görülür. Bu tipteki insanlar, uğursuz olarak niteledikleri şeylerden, kendilerine bir kötülük ve zarar geleceği inancındadır. Daima bu tür şeylerden uzak durmağa çalışırlar. Hiç bir dinî ve ilmî kaynağı olmayan “uğursuzluk” anlayışına sahip olurlar, hayatların her safhasında korku ve endişe içinde bulunurlar. Aslında hiç bir şeyde uğursuzluk yoktur. Hiç bir şey doğuştan uğurlu değildir. Uğursuzluk olsa olsa herkesin kendisinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında sık sık kullanılan “Uğurlu geldi” veya “Uğursuz geldi” gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir. Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellembir hadis-i şerifinde; “İslâm’da taşe’üm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe’ül (iyiye yorma)dır” (Buharî, Tıb, 54) buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam’da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer bir hadiste ise; “Eşya da uğursuzluk yoktur, safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur” (Müslim, Selâm, 102)

30

buyrulmuştur. Bütün bunlardan sonra şöyle denebilir: Ay ve güneş tutulması, köpek havlaması, baykuş ötmesi, kedi ve köpeğin yolda yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, on üç rakamı, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak, batıldır. Zira böyle şeylerde, ne iyilik ne de kötülük vardır. Bir eşyayı bir olayı mutlaka bir şeye yormak gerekiyorsa, Peygamber Efendimizin tavsiyesi doğrultusunda, iyiye yormak icab eder. İnsanlar, eskiden beri bazı yer, zaman, şahıs ve şeyleri uğursuz veya uğurlu saymışlar, bu inanca göre karar verdikleri, hareket ettikleri olmuştur. Hiçbir ilmî ve dini esâsa dayanmayan bu inanç İslâm’da reddedilmiş, uğur veya uğursuzluğu insanların kendi inanç ve davranışlarında aramaları istenmiştir. Bu konuda kimi insanımız bazı şeyleri uğursuz sayar, kimileride bazı şeyleri uğurlu sayar. 1. Uğursuz saymak: Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- buna benzer başka inanışları da zikrederek şöyle buyurmuştur: “Hastalığın bir başkasına geçmesi, uğursuzluk, (ölü ruhunun temsilcisi) baykuş, karındaki yılan diye bir şey yoktur; cüzzamlıdan -arslandan kaçar gibi- kaçın.” (Buhârî, K. et-Tıb, 19, 25, 43-45 ) Hadisin başında “hastalığın birinden diğeri-


ne geçmesi (sirayet, salgın) diye bir şey yoktur” derken, sonunda “cüzzamlıdan uzak durulması” emrolunuyor. Hadis açıklayan bilginler burada biri inanç diğeri davranış ile ilgili iki noktanın bulunduğunu söylemişlerdir; a) İnanç: Hastalığı yaratan, insanı hasta eden, bunu belli kanunlara bağlayan Allah’tır. Bir hasta ile temas eden iki kişiden biri hastalığa yakalanıp diğeri sağlıklı kalabilir; bu Allah’ın iradesine bağlıdır. b) Davranış; Salgın hastalığın birinden diğerine geçmesi Allah’ın takdir ettiği, yarattığı bir tabiat kanunudur. Hasta ile temas, hastalanmanın sebebidir; sebepleri olaylara bağlayan yaratıcı bunu böyle dilemiştir; şu halde insanın bu sebeplerden kaçınması gerekir. (el-Aynî, ag. esr, C. X, s. 168 vd.) “Hasta hayvanları, sağlıklı hayvanlara katmayı” ( Karantina) meneden Buhârî hadisi de aynı hükmü desteklemektedir. Cahiliye devrinde Araplar baykuşun, ölünün kemikleri veya ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve aç kalınca insanı öldürdüğüne, ürküttükleri hayvanların sağ veya sollarından karşı yöne gidişlerine göre uğur veya uğursuzluğa inanırlardı. Hadis bunların da aslı astarı bulunmadığını bildirmektedir. Bazı gün, şahıs, eşya ve yerleri uğursuz saymak, ölüm veya felâketten söz ederken kulak çekip tahtaya vurarak korunmaya çalışmak da aslı astarı olmayan inanç ve davranışlar arasındadır. Buhârî’nin bir başka rivayetinde “kadın, ev ve binekte uğursuzluktan” bahsedilmiştir. Çelişik görünen bu iki hadis üzerine yapılmış açıklamalar vardır: a) Hz. Âişe bu ikinci hadiste Peygamberimiz’in -sallallahu aleyhi ve sellem- cahiliye âdetini söylediğini, “onlar, bu üç şeyde uğursuzluk bulurlardı” dediğini ileri sürmüştür. b) Bazı âlimler de bu üç şeyin genel hükümden müstesnâ tutulduğunu, bunların isâbetsiz seçilmiş olmalarının uğursuzluk olduğunu ve bu

Subat 2013 / 307 .

takdirde onları terketmek lâzım geleceğini söylemişlerdir. (el-Aynî, ag. esr, s. 196.) 2. Uğurlu saymak (tefe’ül): Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, uğursuzluk inancını reddederken “en iyisi uğurlu saymaktır” buyurmuş, “Tefe’ül nedir ya Rasûlallah!” dediklerinde “Herhangi birinizin duyduğu güzel, hayırlı bir sözdür” cevabını vermiştir. (Buhârî, K. et-Tıb, 43, 44; Müslim, K. es-Selâm, 110.) Buna göre bir kimsenin iyi bir söz duymasını, bir şeye yönelince ilk olarak “başarı, esenlik, mutluluk” gibi bir kelime işitmesini uğurlu saymasında mahzur yoktur. Uğur inancının hedefi insanların hayatlarını, manasız ve mesnetsiz vehimlere göre değil, gerçeklere göre düzenlemesi ve idare etmesidir.

Sihir öğrenme ve yapmanın hükmü İster etkili olsun ister olmasın sihir, kötüye de kullanıldığı, psikolojik olarak insanları etkilediği, kontrol edilemez olduğu, Allah’ın kurduğu tabîî düzeni değiştirmeyi amaçladığı, insanların -dinde “sünnetullah” diye ifade edilecek kadar önemli kabûl edilen- bilimsel gerçeklere (meselâ bilimsel tedâvi yöntemlerine) güvensizlik duymalarına yol açtığı, insanların zaaflarını, dertlerini, korkularını veya ümitlerini sömürmeye ve onları aldatmaya elverişli olduğu, inanca zarar verdiği ve bunlara benzer daha başka sakıncaları da bulunduğu için şiddetle yasaklanmıştır. Büyücü veya sihirbazların birçok gizli şeyleri bilebildiği, tabiatüstü işler başarabildiği şeklindeki yaygın inançlar, mûteber kaynaklarda İslâm’a aykırı görülmüş, sihri mubah saymanın, haramı helâl saymak anlamına geleceği, bu sebeple de müslümanın dinden çıkmasına sebep olacağı kanâatine varılmış; ayrıca en yetkili ve güvenilir müslüman bilginler, bir kimsenin, sihrin haram olduğuna inanmakla birlikte, sihir yapmasının veya yaptırmasının ya da sihre ve sihirbaza inanmasının da büyük günah olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. (bu husustaki hadîsler için bk. Buhârî, “Vesâyâ”, 23; Müslim, “Îmân”, 144; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10). 31


Tasavvuf cemil.usta@ilkadimdergisi.net

Cemil Usta

. ITAAT

Ey iman edenler Allah’a itaat edin Peygamber’e ve sizden olan ulülemre de itaat edin.” (Nisa, 59)

Ulü-l emr yani emir sahibi olan idareciler, Hulafa-i Raşidin ve onların peşinden giden dosdoğru devlet başkanları gibi hak üzere hareket eden emirler ve adaletle hükmeden idarecilerdir. Zalim idareciler ise itaatin vacip olması konusunda Allah ve Rasulüne atfedilmeyi hak etmekten uzaktırlar. “Siz ve sizden olan idareciler herhangi bir dini konuda ihtilafa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a, Allah’ın kitabına ve Rasule, O’nun -sallallahu aleyhi ve sellemsünnetine götürün müracaat edin.” (Nisa, 59) Çünkü Allah’a ve ahiret gününe inanmak bunu gerektirir. “Rahmanın has kulları “Bizi takva sahiplerine önder kıl!” derler.” (Furkan, 74) Haccac-ı Zalim’e “Sen Hazreti Ömer’in halifelik devresine yetişmiş olduğun halde neden onun gibi adil olmuyorsun? Onun adaletini ve salihliğini görmedin mi? Diye sorulunca: Sizler zühd ve takvada Ebu zer (ra) gibi olun, ben de Ömer gibi adalet ve insafla hükmeden biri olayım. “Diye cevap vermiş. Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmuştur. “Nasılsanız başınıza öyle biri gelir.” Rivayet edilir ki Musa (as) Rabbine müracaat edip “Yarab rızanı gazabından ayıran alamet nedir? Dedi. Ona şöyle vahyedildi: “İnsanların başına hayırlı kişiler getirdiğim zaman razı olduğumun alameti, kötü kişiler getirdiğim zaman ise gazabımın alametidir.” (Ruhul beyan tefsiri) Peygamberimiz aleyhisselam’ın itaatle ilgili bazı hadisi şerifleri şöyledir: “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş

32

ve her kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Bir de kim amire itaat ederse bana itaat etmiş, kim amirine isyan ederse bana isyan etmiş olur.” (Müslim) “Üzerinize sizi Allah’ın kitabı ile yönetecek, kolları bacakları kesilmiş -zannederim siyah dedi- bir köle vali tayin edilirse onu dinleyin ve itaat edin.” (Müslim) İdarecilerin hak ile hükmetmeleri gerekir, aksi halde hayat sadece dünya ile sınırlı değildir. Öldükten sonra herkes Allah’a hesap verecek zira herkes itaatinden ve verdiği hükümlerden mesuldür. Geçmişe göz attığımızda bazı zatlar kadılığı kabulden sakınmışlardır. Mesela Hüseyin İbni Mansur’a vatanı olan Neysabur kadılığı teklif olunmuştu üç gün saklandı. Cenab-ı Hakka yalvardı bu üçüncü günde vefat etti. İmam-ı Azam halife Mansur’un teklif ettiği kadılığı kabul etmeyip bu yüzden hapis ve darp edilmiş ve hapiste vefat etmiştir. İmam-ı Şafi de halifenin tercih etmek istediği kadılığı kabulden imtina etmişti. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Kadılar(Hâkimler ve savcılar) üç kısımdır. Bir kısmı cennettedir, iki kısmı da ateştedir. Cennette olanlar hakkı bilip onunla hüküm edenlerdir. Hakkı bildiği halde hükmünde zulüm eden kimse ise ateştedir. İnsanlar arasında cehalet üzere hükmeden mesuliyetini idrak edemeyen, cesaretle hükmeden de ateştedir.” (Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace) Biz ahirete iman edenler, mahşerdeki halimizi, o günün bizim için ne kadar mesuliyetli olduğunu ve hesapta zorlanacağımızı keşke idrak edebilsek. Bilelim ki Allah yaptıklarımızdan haberdardır. Allah’ın azabı pek şiddetlidir. Dönüşümüz Allah’adır.


. selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net

K

M. Selçuk Özdogan

Düello/Şerif Demir

ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucularımız. Bu ay sizlerle yakın tarihizi konu edinen, Şerif DEMİR’in yayına hazırladığı Düello (Menderes ve İnönü) isimli kitabı inceleyeceğiz. Kitabımız 272 sayfadan oluşuyor. Yazarımız kitabımızda 1950-1960 yıllarını dört bölüm halinde inceliyor. Adnan Menderes’in siyasete girişi. CHP içerisinde aldığı görevler. DP’nin kuruluşu, Menderesin başbakan oluşu ve İsmet İnönü’yle yaşanan siyasi tartışmalar, ülkeyi ihtilale götüren süreç ayrıntılı bir şekilde işleniyor. Kitap hazırlanırken yazarımız, dönemin hem DP’ye yakın, hem de CHP’ye yakın gazetelerinden çokça faydalanmış. “Türk Tarihini Derinden etkileyen ve hala üzerinde sis perdesi olan yılları merak edenler için yazıldı.” Cümlesi kitabı özetler mahiyette bir cümle. -İnönü’nün Milli Şef kimliği karşısında neler yaptığını, -Adnan Menderes’in halkın gözünde nasıl ‘kahraman’ olduğunu, -İnönü’nün ihtilal hakkındaki düşüncelerini, -Adnan Menderes’in idamını İnönü’nün isteyip istemediğini öğrenmek isteyenler için tavsiye edebileceğim bir kitap. Adnan Menderes siyaseti CHP içerisinde öğrenmiştir. 1946 seçimlerinde muhalefet safında yer Subat 2013 / 307 .

almış, 1950 seçimlerinde Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte hem parti lideri hem de Başbakan olmuştur. Menderesin şanssızlıklarından biri ülkeyi 27 yıl tek başına yönetmiş bir partiden sonra göreve gelmek olmuştur. Ayrıca kendisini Milli Şef olarak adlandıran ve öyle anılmak isteyen, 12 yıl ülkenin tek hâkimi konumundaki İsmet İNÖNÜ’den sonra başa geçmesi de diğer şanssızlığıdır. İnönü iktidarda olduğu yıllar boyunca her ne kadar bu millete kan kusturttuysa da muktedir konumdadır halen. Halkın hem maddi hem de manevi yönden anasını ağlatmasına rağmen bürokrasi ve askeriyedeki hâkimiyeti Menderes için tabiî ki olumsuz bir durumdu.

Kitabı okuduğumuzda aslında şunun farkına varıyoruz. Kişiler değişse bile zihniyet hep aynı. Çamur at izi kalsın. Dün öyleydi bugün böyle, anlayışı halen devam ediyor. Malum zihniyet 60 yıl önce de aynıymış şimdi de aynı.

Kitabı okuduğumuzda aslında şunun farkına varıyoruz. Kişiler değişse bile zihniyet hep aynı. Çamur at izi kalsın. Dün öyleydi bugün böyle, anlayışı halen devam ediyor. Malum zihniyet 60 yıl önce de aynıymış şimdi de aynı. Ülkenin tek sahibi olarak kendilerini görmeler, bu ülkeyi kendilerinden başka yönetecek olmadığını zannetmeler, yapılan her hayırlı işe çamur atmalar… Halen devam ediyor. Kitabımızda bu ve buna benzer konular tarihi seyri içerisinde bizleri bekliyor. Bu günden altmış yıl öncesine bakıyorsunuz. İyi okumalar. (Timaş Yayınları)

33


Egitim egitim@ilkadimdergisi.net

Yeni Bir Başlangıç

K

ıymetli İlkadım Dergisi okuyucuları,

Uzun süredir yayın hayatına devam eden İlkadım Dergisi, görünümü ve içeriği ile göz dolduran bir niteliğe kavuşmuştur. Bireysel ve toplumsal kültürel yaşamın farklı yönlerinin ele alındığı, tartışıldığı, gündeme ilişkin önemli konulara Müslümanca bir bakış açısı oluşturmaya çalışıldığı bir dergi haline gelmiştir. Ancak gelişen bilim ve teknoloji ile farklılaşan sorunlar çerçevesinde kendini sürekli olarak yenilemek ve geliştirmek zorunda olduğu da belirtilmelidir. Toplumsal yaşam üzerinde farklı şekillerde etkilerde bulunulabilmektedir. Siyasi, ekonomik, kültürel, teknolojik çalışmalar bunlara örnek olarak verilebilir. “İlkadım bir mekteptir” sözüyle özlü biçimde ifade edildiği üzere dergimiz hem amaç ve içerik hem de temel felsefe yönüyle eğitim odaklı bir yayın niteliği taşımaktadır. Bu tercih, bireye ve topluma yarar sağlama adına çok farklı çalışma alanlarının olduğunu kabul etmekle birlikte en sağlıklı, kalıcı ve etkili yolun eğitim olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. “İlkadım bir mekteptir” sözünün esas alınması da bu kabulün tescillenmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle gerek yayın çalışmaları gerekse diğer çalışma alanları (vakıf ve dernek çalışmaları, siyasi çalışmalar vb.) düşünüldüğünde bütün çalışmaların özünü ve yolunu eğitim olarak görmekte; enerjimizin ve imkanlarımızın büyük çoğunluğunu bu yol üzere seferber etmekteyiz/etmeliyiz. İlkadım Dergisi ve temsil etmeye gayret ettiği hayat anlayışı, birey ve toplumun maddi ve manevi refahını, tüm boyutları ile doğru ve dengeli 34

bir eğitimle sağlanabileceği düşüncesini içermektedir. Arzulanan bir toplumsal yaşamın ortaya çıkabilmesinin, kaynağını Kur’an ve Sünnetten alan eğitim süreçlerinin hayata geçirilmesi ile mümkün olacağına inanılmaktadır. Bu nedenle eğitime gönül veren tüm kurum ve kuruluşların, birey ve grupların, enerji ve imkanlarının büyük kısmını eğitim işlerine ayırması önemli bir gereklilik olarak kabul edilmektedir. Bu yazının amacı eğitimin önemi ve gerekliği hakkında bir bilgilendirme yapmak değildir. Amacımız, İlkadım Dergisi olarak bundan sonraki sayılardaki yayın ve yazı politikamız hakkında siz değerli okuyucularımıza bilgi vermektir. Bu yönüyle öncelikle, sonraki sayılarımızda Eğitim Köşesinde daha sistematik bir yaklaşımın takip edileceği yazılarla buluşacağınızı belirtmek isteriz. Bir başka ifade ile İlkadım Dergisi’nin Eğitim Köşesinde okuyucular, bu sayıdan itibaren sistematik bir bütünün birbiriyle ilişkilendirilmiş eğitim yazılarıyla buluşacaklardır. Bu doğrultuda, eğitime konu olan durumlar ya da olaylar rastgele bir sıra içerisinde değil, sistematik bir yaklaşımla ve önceki-sonraki ilişkisine dikkat edilerek ele alınacaktır. Böyle bir yayın politikasına geçişimiz; gündemin peşinden koşan ya da gündeme göre şekillenen değil, biz eğitimcilerin gündemine öncülük eden ve gündemini şekillendiren bir anlayışa geçmenin artık bir zorunluluk halini almasından kaynaklanmıştır. Başka bir ifade ile bu politika değişikliği, gelişen ve değişen dünyanın, ihtiyaç ve beklentilerdeki farklılaşmanın doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dergimizin geçmiş sayılarında eğitim köşesin-


de okuyucularla buluşan yazıların, ciddi bir eğitsel birikim ve deneyime sahip olunduğunun işaretleri olarak değerlendirilebilir. Her bir yazıda eğitim açısından önemli olan konular ve yaklaşımlar ele alınmış, önemli tespitler yapılmış, çok yönlü ve kimi zaman genişliğine kimi zaman da derinliğine değerlendirmelerde bulunulmuştur. Bazen gündemde olan konular ele alınmış, bazen de gündem oluşturmaya gayret edilmiştir. Kısaca, eğitim kavramına, temellerine, yöntem ve süreçlerine ilişkin önemli konular ele alınmış ve tartışılmış; önemli bir eğitsel birikime ulaşılmıştır. Şimdi yapılması gereken ise, bu birikimi sistematik bir yapı ile bütünleştirerek bir eğitim teori ya da modeli kurgulamaktır. Böylelikle, eğitimcilerin ve eğitim amacıyla ortaya konulacak uygulamaların daha sağlıklı, tutarlı ve verimli bir zemine oturtulması mümkün olabilecektir. Hiç şüphesiz yılların birikimine dayanan eğitim algı ve uygulamaları, geleceğin eğitim anlayış ve uygulamalarının biçimlenmesinde önemli bir etken olarak değerlendirilir. Bugün “Modern Eğitim” olarak ifade edilen anlayışın temelinde geçmiş deneyimler ve yapılan araştırma ve gözlem sonuçlarının yattığı belirtilmelidir. Tarihi, kültürü, düşünce ve eylem arkaplanı oldukça sağlam ve güçlü olan bizlerin, bir yönüyle bu zengin birikim ve kaynaktan beslenen diğer yönüyle de gelecekteki olası ihtiyaç ve beklentilere cevap verebilecek yapıda bir eğitim teorisine ihtiyaç duyduğumuzu belirtmeliyiz. Bugün modern toplum ya da modern yaşam, her şeyin daha da profesyonel yapılmasını gerektirmektedir. Profesyonellik ise öncelikle planlılık, programlılık ve sistematikliği gerektirmektedir. Gelecek kuşaklara da aktarabileceğimiz bir eğitim yaklaşımı ortaya koyabilmek; felsefi, sosyal, psikolojik, ekonomik ve bilimsel temellere dayanan bir eğitim çerçevesi sunabilmek temel arzumuzdur. Bir başka arzumuz ise, Dergimizin eğitim köşesini takip eden kişilerin zihninde bir eğitim sistematiği oluşturabilmektir. Bu çerçevede eğitim süreçlerinin yaşandığı her alanda eğitimciler olarak bizlerin eğitim uygulamalarına yön ve şekil ve-

Subat 2013 / 307 .

recek temel prensiplere, anlayış ve yaklaşımlara ilişkin tespitler yapılmaya çalışılacaktır. Eğitimci, program, öğrenci, ortam gibi eğitim süreçlerinin temel bileşenleri, birbiri ile ilişkileri gözden kaçırılmayacak bir bütünlük içinde ele alınacak, irdelenecek ve çıkarımlarda bulunulacaktır. Diğer taraftan bu yeni politika çerçevesinde her bir konu, olabildiğince alanında uzman olan kişiler tarafından kaleme alınacak; farklı bakışlarla ele alınan konular editörlük tarafından bütünleştirilmeye ve organize edilmeye çalışılacaktır. Mevcut örgün ve yaygın, formal ve informal eğitim uygulama ve felsefesinin yalnızca eleştirilmesi yerine, eleştirmekle birlikte daha nitelikli bir model önerebilmenin gerekliğine inanıyoruz. Maalesef bugün toplum olarak bizlerin temel çıkmazlarından biri, eleştirmekle yetinip sistematik ve uygulanabilir önerilerde bulunamamaktır. Bu çıkmazın bir çıkar yola kavuşturulmasını istemekteyiz. Bu çerçevede, eğitim sisteminde gözlenen ve yaşanan eksik ve yanlışlıklara ilişkin bütünlük ve sistematik bir yaklaşım içerisinde bir model kurgulamak gerektiğine inanıyoruz. Ortaya konulacak bu modelin felsefesinden uygulamalarına; kaynağından hedeflerine; içeriğinden ürünlerine kadar eğitim modelinin her bir ögesini içerecek bir yapıda olması gerekmektedir. Bu doğrultuda eğitim köşesinde yayınlanacak her bir yazıyla arzulanan bütünün oluşmasına katkı sunulmaya çalışılacaktır. Bu süreçte özellikle okuyucularımızdan, yayınlanacak yazılara eleştiri ve beklentilerini bizlere ileterek destek vermelerini can-ı gönülden arzu ettiğimizi belirtmek isteriz. Gelecek sayımızda bu köşede, eğitim vizyonumuz ve misyonumuza ilişkin tespitler yapılmaya çalışılacaktır. Eğitim çalışmalarımızın vizyonunun ve misyonunun ne olması gerektiği konusu ele alınacaktır. Bu yazımızda buluşmak üzere siz değerli okuyucularımıza sevi ve saygılarımızı sunuyor, dualarınızı beklediğimizi belirtmek istiyoruz. Selam ve dua ile… İlkadım Dergisi Eğitim Köşesi Editörlüğü 35


. Ihsan Penceresi fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net

Fatih Yilmaz

Allah’ı Daima Hatırlamak Her hali Rabbiyle beraber olan insan ister istemez kötülüklerden uzak olacak ve nasıl bir Müslüman olması gerekiyorsa öylece olacaktır. Hep iyiliğe meyyal, kötülüklerden kaçan insan olacaktır.

B

ir an olsun O’nu hatırdan çıkarmamak ve her an O’nun gözetimi altında olduğumuzu bilip davranışlarımızı, hal ve hareketlerimizi O’nun istediği şekilde olması gerek. Her yerde Allah’la beraber olduğunu düşünüp edebini muhafaza etmek, kurtuluşa ermek için Allah’ı çokça zikretmek gerek. Zira Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Keriminde: “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin ki felaha eresiniz.” (Ahzab,41) buyuruyor. Kurtuluşun Allah’ı çok hatırlamaya bağlanması çok anlamlı. Felah aynı zamanda Cennette ebedi olarak kalışın bir müjdesi oluyor. Hadisi şerifte: “Kim uykudan uyanıp hanımını da uyandırıp ve ikisi birlikte iki rekât namaz kılarsa, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar arsına kaydedilir.” Mücahid’in de şöyle dediği nakledilmiştir: “Kul, ayakta oturarak ve yatarak Allah’ı zikretmedikçe Allah’ı çok zikreden kişilerden olamaz.” Allah’ı hem dil hem de kalp ile devamlı zikredin. O’nu zikretmeyi, yalnız namaza hasretmeyin. Dünya ve ahretin iyiliklerini elde etmek istiyorsak böyle yapmamız elzemdir… Mü’minun Suresi birinci ayeti celilesinde de Rabbimiz “Mü’minler kurtuluşa erdi” derken; on-

36

ların ihsan kıvamına ulaştıklarını ve itaatte kabına varılmaz bir hal yaşadıklarından ve Hakkı daima namazlarıyla, zekât ve infaklarıyla hatırladıklarını ve boş şeylerden uzak durup nasıl bir kulluk edilmesi gerektiğinin şuurunda olduklarını hatırlatıyor. Mü’minin her işi Allah’la barışık olacak. Kalbinin kapısı ardına kadar O’na açık olacak… Başka başka sevgileri oradan çıkaracağız ve her şeyin üstünde O’na yer vereceğiz. Allah’tan bir an olsun gafil olmayacağız. Rivayet edilir ki meşhur Sırrı Sakati (k.s): “Otuz yıl kalbimin kapısına bekçi odlumda Allah’tan başkasını oraya sokmadım” demiştir. Nerede olursak olalım Allah’ın bizimle beraber olduğu bilinci ve şuuru içinde olmalıyız. Marifet halk içinde Hakla beraber olmaktır. Büyükler öyle söylemişler: “Dağda herkes evliya olur, önemli olan halkın içinde mertebe katetmektir.” Allah Rasulü –aleyhisselatü vesselam- Efendimiz bir hadisi şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Allah’ı sevmenin alameti, Allah’ı zikretmeyi sevmektir.” Yükseklere tırmandıkça yolculuk zorlaşır, çünkü yükseklere çıkmak için kavi giyinmek, dona-


nımlı olmak lazım, yol engebeli ve zor, sırtta ağırlıklar mevcuttur. Bir de zirveye ulaşıldı mı manzara ayaklar altında ve çok nettir. Her yeri en ince detayına kadar oradan göre bilirsiniz. Oturduğumuz yerden hiçbir gayret sarf etmeden de muhabbetullaha ulaşamayız. Hayatımızı Rabbimizin istediği kulluğa göre tanzim etmemiz lazım. Cömert, hoşgörülü, affeden, merhametli, nazik olma v.s… olmamız gerekir. Bir taraftan adalet, toplumun haklarını çiğnemekten ve zulümden korurken, diğer taraftan ihsan, zevkli yaşamaya değer bir hale sokar. Bu dünya, ebedi kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Önemli olan bu fani âlemde olgun ve kâmil bir insana yakışır bir şekilde yaşamaktır. Böyle olursa bu dünya saadeti elde edildiği gibi öbür âleme de hazırlıklı gidilmiş olur ki, zaten en büyük kurtuluş da bir insan için budur. İhsan, sanki Allah’ı görüyormuş gibi ibadet ve taatta bulunmak demektir. Çünkü biz O’nu görmüyorsak da O, bizi her zaman ve zeminde müşahedesi altında tutmaktadır. O zaman göreceğiz ki muhabetullahı yakalamışız, tıpkı Mevlana gibi. O büyük Allah aşığı şöyle diyordu: “Yolumuz yarla gül bahçesine uğradı; Ben gafletle güle nazar edince dedi ki Yar: Muhabbetin şartı bumudur, utan yaptığından, Ben varken güle bakmak nasıl gelir elinden.” Yüce Rabbimizin ayeti Kerimesinde: “Allah’ı zikretmek hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun.” (Zümer,22) buyurmaktadır. Allah’ı tanımayan bir kalp, Allah’ın zikri ile barışık olmaz. Buradan anlaşılıyor ki Allah’ı zikreden kimsenin Yüce Allah yoldaşı olur. Allah’tan uzak olanın ise yoldaşı şeytandan başkası değildir. Mü’mine düşen, Allah’ın zikrinden bir an olsun geri kalmamak ve O’nun zikri ile sevinç duymaktır. Allah onunla birliktedir ve onun yardımcı-

Subat 2013 / 307 .

sıdır. Ayeti Kerimede Rabbimiz şöyle buyuruyor: “İman edenlerin Allah’ı anma ve ondan inen gerçek sebebiyle kalplerinin huşu içinde olma zamanı daha gelmedi mi?..” (Hadid,16) Allah anıldığı zaman kalplerinin incelip yumuşama vakti gelmedi mi? Daha neyi bekliyorlar, ölüm gelip çatınca mı Allah’ı hatırlayacaklar? Çünkü Allah’ı zikretmek kalplerin yumuşaması için bir sebeptir. Allah’ı zikir; kalbin kirden, pastan lekedar olan kalbi ayna gibi parlatacaktır. Her hali Rabbiyle beraber olan insan ister istemez kötülüklerden uzak olacak ve nasıl bir Müslüman olması gerekiyorsa öylece olacaktır. Hep iyiliğe meyyal, kötülüklerden kaçan insan olacaktır. Çünkü ilahi kamerayla her türlü hareketinin çekimi yapıldığının bilinci içindedir. Kıyamet günü bütün efalinin mahşer ahalisi tarafından seyredileceği şuuru içindedir. “Maveradan bekliyorken bir haber Perde kalktı öyle gördüm ben beni.” Evet, insan her şeyi ile, O’nun kudret elinde evirilip çevrilmekte. Her şey, O’nun tecellilerinden ibaret bulunmaktadır. O’nu dışta aramak beyhude yorulmaktır. Zira O, insana kendinden daha yakındır; bu sırrın inkişafı da ihsandır. Her zaman gece ve gündüz, her yerde; karada, denizde, ovada, dağda ve her halükarda; hazarda, seferde, sıhhat ve hastalık durumunda, gizli ve açıkta, ayakta ve otururken Allah’ı layık olduğu tehlil, tesbih ve tekbir ile çokça zikredin ki felaha eresiniz! Hangi nimetini saysam Neyi nereye koysam Daim aşkınla doysam Rabbim sana Hamd olsun. Hamd ve zikirler olsun Sonsuz şükürler olsun Hem tefekkürler olsun Rabbim sana Hamd olsun. 37


La Havle a.gulcemal@ilkadimdergisi.net

C

. Ithaf Olunur

Abdullah Gülcemal

umhuriyet tarihinde bir dönem, mason olmadık hiçbir kimse Dış İşleri Bakanlığı’na getirilmezdi…

Cumhuriyet tarihinde bir dönem, mason olmayan hiçbir kimse İstanbul Valiliği’ne getirilmezdi… Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, o dönemin İstanbul Valisidir… Hani, boyunun kısalığından dolayı, halkın “mini mini valimiz, ne olacak halimiz” diye tekerleme şeklinde söz ettikleri Vali Gökay… Gökay’ın Valiliği döneminde, Merhum Ömer Nasûhi Bilmen Hocaefendi de İstanbul Müftüsüdür. Oldukça mütevazı, müttaki, inancından asla taviz vermeyen bir İslâm Âlimidir Bilmen Hoca… BİR GÖRÜŞME VE KONULAN TAVIR Vali Gökay bir gün müftüye telefon eder ve der ki: “Müftü Efendi, yarın birlikte Fener Rum Patriğini ziyarete gideceğiz.” Bu emri vâki karşısında, zerre tereddüt göstermeyen Müftü Efendi anında cevap verir: “Vali Bey ben gitmem.” Vali; “Israr edersem?” deyince, Müftü Efendi;

Yalnız, görüşmeden önce, Ömer Nasûhi Hoca hademesini çağırır. Vali ve Patriğin geleceği saati dikkatli bir şekilde takip etmesini, onlar gelirken kendisine haber vermesini sıkı sıkı tembih eder… Hademe: “Geliyorlar Efendim.” deyince, Ömer Nasûhi Hoca onlar gelmeden önce odasından çıkar… Vali ve Patrik gelirler Müftü’nün odasına otururlar… Biraz sonrada Müftü Efendi içeri girer. Haliyle, o içeri girince Vali ve Patrik ayağa kalkarlar… İşte bugün Müslümanlar olarak muhtaç olduğumuz, ihtiyaç duyduğumuz tavırlar bunlardır. Ömer Nasûhi Bilmen Hoca; bir gayri müslimin ayağına gitmektense istifa etmeyi tercih eden tavrını ortaya koyarak, hem İslâm’ın izzetini, hem kendi şahsiyetini korumuş, onların huzurunda ayağa kalkmamış, onları inancı için ayağa kaldırmış oluyor. Demek ki, Allah’ın nuruyla bakan Müslüman Âlim’in basireti böyle keskin oluyor. Hoşgörü ve diyalog adına, Papa’nın huzurunda el pençe divan durup, saygıda kusur etmeyen zamane hocaefendilerine ithaf olunur… ŞEYTAN SUÇU KABUL ETMEZ

Bu tavır karşısında, Müftü Efendi’nin kolay yutulacak bir lokma olmadığını anlayan Vali Gökay:

Allah cümlemizi her türlü şerirlerin şerrinden muhafaza buyursun… Özellikle çağdaş şeytanların girmediği kılık, bilmediği dil, kullanmadığı metod yoktur.

“Peki biz sana gelirsek?” diye sorunca Müftü Efendi de:

Günlerden bir gün şeytanın yolu Anadolu’nun bir köyüne düşmüş. Keyfi gayet yerinde… Sırtını

“O zaman istifa ederim.” der.

38

“O olur” der ve kararlaştırılan gün ve saatte görüşme gerçekleşir…


Hoşgörü ve diyalog adına, Papa’nın huzurunda el pençe divan durup, saygıda kusur etmeyen zamane hocaefendilerine ithaf olunur… bir ağaca dayamış. İneğini sağan genç bir kadını uzaktan seyredermiş. Kadıncağız buzağıyı da ineğin yakınında bir kazığa bağlamış duruyor. Şeytan, kadını epeyce izledikten sonra yerinden yavaşça kalkıp buzağının ipini biraz gevşetmiş ve tekrar gelip yerine oturmuş… Az ötede annesinin sağıldığını gören karnı acıkmış buzağı daha fazla dayanamamış, sağa sola, ileri geri debelenirken kazıktaki ipten çözülmüş. Koşarak annesini emmeye giden buzağı, bu sırada dolu süt kovasını da devirmiş… Sağdığı o kadar sütün dökülüp ziyan olduğunu gören kadıncağız, sinirlenip eline geçirdiği bir odunla buzağıya vurunca yavru bağırarak yere yıkılmış ve ölmüş… Yavrusunun gözünün önünde öldürülmesine dayanamayan inek; bir tekme iki boynuz darbesiyle vurup kadını öldürmüş… Olanları evinin balkonundan seyreden kadının kayınpederi, ineğin gelinini öldürdüğünü görünce içeriden tüfeğini kaptığı gibi inmiş aşağı o da vurarak ineği öldürmüş… İçeride uyumakta olan koca, silah sesine uyanıp da dışarı çıktığında; karısının yerde cansız yattığını, babasının elinde de tüfek olduğunu görünce tabancasını çekip babasını öldürmüş. Olaydan kısa bir süre sonra, görgü şahitlerinden gerçeği öğrenen genç adam, aniden gelişen bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş… Bütün bu olayları bir kenardan keyifle izleyen şeytan: “Şimdi bunlar bütün suçu yine bana yükleyecekler. Hâlbuki ben buzağının ipini azıcık gevşetmekten başka ne yaptım ki?” der. Şeytan suçu kabul etmez. İplerini bilerekbilmeyerek, şeytanın ve şeytani güçlerin ellerine Subat 2013 / 307 .

teslim eden kim veya kimler varsa cümlesine ithaf olunur… DUVARIN YIKILDIĞI TARAF Büyük Allah dostlarından olan, Behlûl Dânâ, sık sık gelip geçtiği yol üzerindeki bir viranenin yıkılmak üzere eğilmiş duvarına bakıp, âkıbetini tefekküre dalarmış. Yine bir gün endişe ile o meyilli duvara ibretle bakarken, duvar birden yıkılıvermiş. Behlûl Dânâ Hazretlerini öyle bir sürur, öyle bir sevinç kaplamış ki sormayın… Gözlerinin içi gülüyor… Onun bu sevincine manâ veremeyen yanındaki insanlar, büyük bir merak içerisinde sebebini sorduklarında; “Duvar meyilli olduğu tarafa yıkıldı.” demiş Behlûl… “Bu gayet normal, bunda şaşılacak ne var yani.” dediklerinde, Mübarek şu hikmetli cevabı vermiş: “Madem dünyadaki her şey, sonunda meylettiği tarafa yıkılıyor, benimde meylim Hakk’ka doğrudur. O halde ben de ölünce Hakk’ka varırım. “Ey ahâli, rükû ve secdelerimizle Hakk’ka meylimizi artıralım ki, başka yönlere yıkılmayalım…” Rabbimiz buyuruyor ki : “Zalimlere meyletmeyin.” Herkes kalp ibresinin nereyi gösterdiğine dikkat etmeli… Arpa ekilip de buğday biçilmez. Üç günlük dünya için, Batı’ya ve bâtıla meyleden seyyar kıblelilere ithaf olunur… Yıkılacağınız yer meylettiğiniz taraf olacaktır. 39


Tarih Koridoru erturanmehmet@hotmail.com

Mehmet Erturan

ŞUBAT

Bazı ölüler, yasayanlardan , daha yüksek sesle konusur. , Hacı Malik Sahbaz / Malcolm X ,

MADALYONUNUN İKİ TARAFI

Ş

ubat, Papa 13. Gregory’nin hazırlattığı Gregoryen/Miladî takvime göre yılın ikinci ayı. Dilimize Süryanice’deki ‘şabat’ kelimesinden geçmiş. Şabat, İbranice’de Yahudilerin dinlenme günü olan cumartesi için de kullanılıyor. Şubat’ın Batı dillerindeki türevleri putçu Roma’nın ‘arınma tanrıçası’ olan Februus’dan geliyor (İng. February: Şubat). Şubat deyince aklımıza şehadet takvimimizin en yoğun ayı geliyor. Şubat şehidlerimiz arasında İskilipli Atıf Hoca, Esad Erbilî Hazretleri, Hasan el Benna, Metin Yüksel, Malcolm X/Hacı Malik Şahbaz gibi isimler ilk akla gelenler. Şubat madalyonunun diğer yüzünde meşhur en uzun Şubat’ın yaşandığı postmodern darbe yer alıyor. 28 Şubat darbesinin bir numaralı mağduru Prof. Dr. Necmettin Erbakan. İnsanların kıymetinin ölümünden sonra anlaşıldığı ülkemizde merhum Erbakan Hoca hâlâ anlaşılmayı bekliyor. Erbakan Hoca gençlik yıllarından itibaren İslâm ülkelerinin birlik ve beraberlik içinde olmaları, aralarındaki ihtilafları kolayca gidermeleri, kaynaklarını en iyi şekilde değerlendirmeleri ve dünyanın sömürücü güçlerine karşı koyabilmeleri için sonuçta D-8’e dönüşen şu beş birliğin oluşmasını savundu ve bunun çalışmalarını yaptı:

40

İslâm Birleşmiş Milletler Teşkilatı İslâm Ortak Pazarı İslâm Ortak Savunma Paktı İslâm Eğitim ve Kültür Birliği İslâm Ortak Para Birimi D8 (Developing 8 Countries/Gelişen 8 Ülke) örneği ümmet fikriyatına emek ve ömür verenler için canlı bir şekilde vitrinde duruyor. Bu teşkilata üye sekiz Müslüman ülkenin isimleri şöyle: Bangladeş, Mısır, Endonezya, İran, Malezya, Nijerya, Pakistan, Türkiye. Bu ülkeler, bulundukları bölge ve kıtalara oranla sahip oldukları doğal kaynaklar, nüfus ve potansiyel pazar paylarıyla komşularına nazaran daha fazla dikkat çekerek ön plana çıkıyor. Karşımızda sekiz ülkeden oluşan 1 milyar nüfuslu bir teşkilat var. 7,046 milyarlık dünyada sadece sekiz ülkeden elde edilen bu nüfusun ne demek olduğunu, bu oranlarla siyasi, ticari ve ekonomik alanlarda neler yapılabileceğini düşünebiliyor musunuz? İnsanları kâğıt üzerinde toplamak ya da çıkarmak kolay. Zor ve asıl olan ise bu insanları bir araya getirip kayda değer bir şeyler yapabilmek. D8 üyeleri arasındaki işbirliği sektörel alanlarda yapılan iş bölümü üzerinden yürütülüyor. Türkiye; sanayi, sağlık ve çevre. Bangladeş; kır-


sal kalkınma. Endonezya; yoksullukla mücadele ve insan kaynakları. İran; bilim ve teknoloji. Malezya; finans, bankacılık ve özelleştirme. Mısır; ticaret. Nijerya; enerji. Pakistan; tarım ve balıkçılık alanlarında teşkilatı daha aktif hale getirmek için üzerine düşeni yapmaya çalışıyor. Adından da anlaşılacağı üzere gelişmekte olan sekiz ülke daha yavaş sürecek olan bireysel gelişim yerine el ele verdiği ülkelerle birlikte daha hızlı bir ekonomik ve siyasi kalkınma planlıyor. Necmettin Erbakan’ın yoğun gayretleriyle 1997’de D8 olarak teşkilatlanan ve 1 milyarlık nüfusa ulaşan bu 8 İslam ülkesinden başka dünyada 55 tane daha İslam ülkesi bulunuyor. Bugün; doğal kaynakları, nüfusu ve ticari pazar potansiyelleriyle bir yandan gıpta edilen diğer yandan sömürgeci ülkelerin hedefi haline gelen sekiz üyeli ve bir milyar nüfuslu bir güç’le dünyanın özlediği adalet ve huzur adına neler yapılabileceğini düşünmekten aciz olan bizler, devreleri yakarak aklımızın odalarında yangın çıkarmak pahasına bir de bu 8’in 63 olduğunu düşünelim bakalım. Erbakan’ın D-8’e koyduğu hedef, önce D-60’a ardından da D-160’a dönüşmek ve “Yeni Bir Dünya” kurmaktı. D-8’lerin bayrağında 6 temel ilkeyi sembolize eden altı yıldızın anlamaları şunlardır. Savaş değil, barış, Çatışma değil, diyalog, Çifte standart değil, adalet, Üstünlük değil, eşitlik Sömürü değil, adil düzen, Baskı ve tahakküm değil; insan hakları, hürriyet ve demokrasi. Ümmet fikriyatına gönül verenler paha biçilemez bu ufka sahip olmalı. Çünkü insanlık her neyini kaybederek günümüzdeki karanlığa batmış ise mumla aradığı aydınlığı böylesi diriliş ufuklarında bulacak inşaallah. D8, dünyanın İslam’a İslam’ın da Müslümanlara muhtaç olduğu bir ortamda pasif bir şekilde varlığını devam ettiriyor.

Subat 2013 / 307 .

Necmettin Erbakan Nasıl Bir Öğrenciydi? 1948’de İTÜ Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitiren Necmettin Erbakan için okulun mezunlar albümünde şu satırlar yazılıydı: “Toylardandır. Sofudur, dindardır ve çalışkandır. Hayatının yarısını namaz, yarısını da projeler işgal eder. Sınıfının yarısını kendisi, yarısını da arkadaşları işgal eder. Proje ve raporları, Saatli Maarif Takvimi gibi geniş izahlıdır. Herkesin bir sayfada bitirdiği konuyu o kırk sayfada özetler. Kendisine cıvata nedir diye sorarsanız, izaha demir filizlerinin naklinden başlar ve o kadar anlatır ki, nihayet namaz vakti gelir ve sonunu dinleyemezsiniz.” (Serkan Yorgancılar’ın ‘Milli Görüş 1969-1980’ adlı kitabından.)

Necmettin Erbakan Nasıl Bir Öğretmendi? “Cihadı sen koymadın; senden önce de cihat vardı elbette. İlk mücahit değilsin. Ama yaşadığı çağın cihadını ilan eden sen oldun. Cihadı bildin, öğrettin, yaşattın, cihat ettin. Mala cihat ettirdin, fabrikaya cihat ettirdin. Oteller cihatla tanıştı senin zamanında. Sahillerde cihat, salonlarda cihat konuşuldu. Seyit Çavuş’un güllesini kaldırırken sen, cihadı Seyit Çavuş’la bitirip gömmüş olanlar seni anlamadı ama sen yine de cihat bilen bir kuşağın önündeki öğretmen oldun… Başlattığın ders sürüyor; sen önceki öğretmenlerin diyarında olsan da dersin sürüyor.” (Nureddin Yıldız’ın Erbakan Hoca’nın vefatının ardından yazdığı ‘Aziz Öğretmen’ başlıklı yazısından.)

41


Dünyanin Nabzi . Ibrahim Aydemir i.aydemir@ilkadimdergisi.net

DIŞ POLİTİKADA EKSEN K

Ö

AYIYO

nceki yazımızda Türk dış politikasının genel tarihi seyrini irdelemiş ve şu soruyla bitirmiştik: Son dönemde yaşanan bir eksen kayması mıdır?

Türk dış politikası Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu uluslararası sistemin gereği olarak ağırlıklı biçimde ABD’nin Ortadoğu vizyonunun önemli bir oyuncusu ve müttefiki olmaktan öte geçememiştir. 1949 BM ve 1952 NATO üyeliği ile perçinlenen bu nikâh, dönemsel geçimsizliklere rağmen temelde istikrarlı bir şekilde sürdürülmüştür ve halen de belli ölçüde sürdürülmektedir. Fakat Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Türkiye çok kutupluluğa aday yeni uluslararası sisteme uyum sağlayarak bölgesel rolünü arttırmaya başlamıştır. Sovyetlerin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan Türkî cumhuriyetlerle geliştirilmeye çalışılan siyasal ve ekonomik ilişkiler bunun ilk denemesi olmuş, ancak o dönem itibarıyla bu deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu başarısızlığın arkasında dış politika öncelikleri farklı partilerden oluşan koalisyonların 1990lı yıllara damga vurması, Türkiye hariciyesinin yeni dönem şartlarına hazırlıksız yakalanması gibi nedenler sıralanabilir. 2000li yıllarda AK Parti’nin iktidara gelmesiyle ilk dezavantaj ortadan kalktığı gibi, dayandığı toplumsal zemin itibarıyla özellikle Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’ı doğal müttefik olarak gören bölgesel liderlik vizyonu olan bir dış politika anlayışı hakim olmaya başlamıştır. Bu anlayış zaman zaman alışılmadık diplomatik yöntemlerle monşerlerin devre dışı bırakılması suretiyle yürütülmüştür. Prof.Ahmet Davutoğlu’nun dış politika danışmanlığı döneminden başlayarak şekillendirdiği ve bakan olduktan sonra Başbakan’ın dış politika vizyonuna paralel olarak tamamen kontrolü 42

R MU?

altına aldığı yeni, dönem dış politikanın izlerini, aslında Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında sürmek mümkündür. Kitapta Türkiye’nin ilgi ve etki alanı olabilecek bölgeler şöyle sınıflandırılmaktadır: a. Yakın Kara Havzası: Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar b. Yakın Deniz Havzası: Karadeniz, Adriyatik, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz, Körfez, Hazar Denizi c. Kıta Havzası: Avrupa, Kuzey Afrika, Güney Asya, Orta ve Doğu Asya Davutoğlu’nun vizyonu, kesişim alanları hayli fazla olan bu alanlarda kademe kademe etkinliği arttırmak ve nihayet küresel bir güce sahip olmak şeklinde özetlenebilir. Fakat asıl ve öncelikli hedef bölgesel güç konumunu pekiştirerek kendi tarihi bağlarını yeniden hatırlayan ve bunun avantajını mevcut ulus devletin sınırlarına hapsedilmiş de olsa Türkiye için kullanmaya devam etmektir. Nitekim kendisinin 2009 yılında bakanlık koltuğuna oturduktan sonra Türk dış politikasının önceliklerine ilişkin açıklaması özetle şu maddelerden oluşmaktadır: a. Bölgenin her açıdan en güçlü ülkesi Türkiye’dir. Bütün ülkeler ile sorun ve krizler çözülerek ilişkiler geliştirilecektir. Bölgede düzen kurma misyonu Türkiye’nindir. b. Yayı Türkiye’nin sınırları ötesindeki potansiyeli kapsayacak çapta gerebilmek oku da stratejik bir planlama ile iddialı bir ufuk perspektifi arasında uyum sağlayan bir hedefe aynı anda yöneltebilmek gerekmektedir. c. Bölgesel diplomaside tarih perspektifi


Cumhuriyet ile değil Osmanlı ve hatta öncesi ile başlamalıdır. d. Modernite mantık sınırlarına yaklaştıkça, Osmanlı ve İslam toplumlarının modernite öncesi kültür tecrübesi giderek daha fazla önem kazanmaktadır. e. Bölgemizde anarşi ve otokrasi yaratmayacak bir demokrasi-düzen dengesi kurulmalıdır. f. Yine bölgemizde güven ve dayanışma esasına dayalı bir düzene geçilmelidir. Türkiye bu amaçla arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık işlevlerini kullanmalıdır. g. Türkiye öncelikleri olan bir dış politikadan entegre (bütünlüklü) bir dış politikaya geçmektedir. h. Batı’dan yana yapılmış “tek yönlülük” eleştiriye açıktır ve Türkiye AB-Ortadoğu arasında bir öncelik tercihi yapmamaktadır ve bu iki boyut birbirini desteklemektedir. i. Oynak merkezli, proaktif ve ritmik bir diplomasi benimsenmektedir. Bu maddelerden anlaşıldığı üzere Türkiye Batı ile işbirliğinden vazgeçmemekte ve Batılı demokrasilerin seviyesine ülkeyi yükseltme hedefini inkar ve/veya terk etmemektedir; aksine, ABD’nin stratejik müttefiki ve AB adayı olarak bölgede güçlü bir konuma gelecek olan Türkiye’nin Batı için de bir kazanç olacağı imasını bu ve benzeri söylemlerden çıkarmak mümkündür. Daha önce de işaret edildiği üzere, Türkiye Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dış politikada yeni bir dönüşüm arayışına girmiş durumdadır. Bu arayış hem konjonktürel dinamiklerden hem de yeni iktidarın kimliği bir dış politika unsuru olarak devreye sokma talebinden ileri gelmektedir. Ayrıca, Soğuk Savaş döneminin dehşet dengesine ve sert askeri güce dayanan dinamiklerinin yerini, küreselleşmenin de etkisiyle artan oranda iktisadi bağımlılık almaya başlamıştır. İşte yüzyılın sonunda şekillenmeye başlayan ve AK Parti iktidarının dünya vizyonu ile bütünleşen bu yeni anlayışta, en az sert güç kadar, ekonomik ilişkilerin ve kimliği, kamu diplomasisini öne çıkaran yumuşak güç Subat 2013 / 307 .

kullanımı önem kazanmaktadır. Zira Türkiye’nin laik ve demokratik yönetim tarzıyla İslami kimliğini birleştiren bir ülke olarak hem Ortadoğu hem de Batı nezdinde bir cazibe merkezi olması ancak bu sayede mümkün olabilecektir. Bu yeni dönemde Türk dış politikası, cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana kökleşmiş olan statükocu kurumlarına ve dışişleri bürokrasisine, hatta zaman zaman mevcut hükümet içindeki aksi yöndeki çıkışlara rağmen, Başbakan Tayyip Erdoğan eliyle ulusal çıkarların ikincil plana atılarak İslam kardeşliği bağlamında kimlik ögesinin başat belirleyici unsur haline geldiği çıkışların da öznesi olmuştur. 2010 yılındaki meşhur “one minute” çıkışı, Mavi Marmara seferine verilen destek, Suriye’de açıkça muhalefetin yanında tavır alınması, Arap Baharı sürecinde -eleştirilere de konu olacak biçimde- muhaliflere destek verilerek mevcut kukla rejimlerin açıkça eleştirilmesi, hatta nükleer silahlanma krizinde İran’ın yanında yer alınması, bu tavrın örnekleri arasında sayılabilir. Özet olarak denebilir ki Türk dış politikasında son dönemde eksen kayması olduğu iddiası, AK Parti hükümetlerinin aktivist ve çok boyutlu dış politika anlayışının –art niyetli değilse– yanlış okunmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin cumhuriyet döneminde ağırlıklı olarak hep Batı merkezli politika izleyegelmiş olması bu algı körlüğüne sebep olmaktadır. Eksen kayması eleştirilerinin dışarda neo-conlardan, içerde de laikçi çevrelerden gelmesi boşuna değildir. Yaşanan şey eksen kayması değil, eksenlerin yerli yerine oturtulması çabasıdır. Bunda ne ölçüde başarılı olunduğunu tesbit etmek için henüz erkendir; bu durumu konjonktürel ve sistemik dalgalanmalardan bağımsız uzun vadeli bir proje ve niyet olarak görmek gerekir. Konuyla ilgili fazladan okuma yapmak isteyenler

için: 1-Stratejik Derinlik, Prof.Dr. Ahmet Davutoğlu, Küre Yay. 2009 2-Küresel Kargaşa Çağında Realist Proaktivizm, Prof. Dr.Fuat Keyman, SETA, 2010. 3-Türk Dış Politikasında Eksen Kayması mı? Prof.Dr.Şaban Kardaş, Akademik Ortadoğu, c.5, sayı 2, 2011. 4-Islam, Ottoman Legacy and Politics in Turkey: An Axis Shift? Mustafa Şahin, The Washington Review, 2011.

43


Söz Meydani ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net

. Ibrahim Çiftçi

Direklerden Dileklere...

H

içbir yapı direksiz olmaz. Sağlam olmasını istediğimiz şeylerin de sağlam direkleri olmalıdır. Biri yıkılsa diğeri, diğeri yıkılsa bir başkası düşmeye izin vermemelidir. İşte bu direkler ne kadar sağlam olursa dengen o kadar iyi olacak, yerle yeksan olman da o kadar zor olacaktır. Kâinatın dengesinden etkilenmiş olacaklar; eski Türkler ve bazı milletler kâinatı bir ev veya bir çadır gibi düşünmüşler, yer ve göğün bir direk tarafından tutulduğuna inanmışlardır. Herkesin gözü önünde olan denge o kadar mükemmel ki her şey birbirini tamamlıyor, birinin eksikliğini diğeri kapatıyor. Kâinatın bir değil birden fazla direği vardır. Tıpkı hayatlarımızda da olması gerektiği gibi. Ne diyor “Bozkırın Tezenesi”:

Sahi herkes birilerine mi tutundu? Kimsesi olmayanlar yok mu? Yahut, bana O yeter diyenler? Evet, herkes birilerine tutundu; ama O’nsuz hep noksan… O’nu tanıyanlar ve tutunabilenlerin de kimseye ihtiyacı kalmadı. Hayatımızın en önemli direğini tam ortaya dikmezsek bu çember yarılır, bu ev yıkılır, bu ağaç kurur. Yunus’a kulak verelim:

Muhabbettir yerin göğün direği

Hak ere benim dedi varlığın erde kodu

Aşkı olmayanın yanmaz yüreği

Erenlerin himmeti yerden göğe direkdir.

Muhabbetinen yakın eden ırağı

(Cenâb-ı Hak erene, “O benim, ben de oyum!” dedi ve onu, “Ruhumdan üfledim.” (Hicr/29) sırrına mazhar kılarak kullarına erenin vücudundan göründü. Erenlerin himmeti/manevi gücü, yerden göğe uzanan direk gibi/âşıka en büyük destek/dir.)

Hak muhabbettendir, muhabbet Hak’tan. Ona göre muhabbet hayatın direği. Bazılarımız da hayata aynen öyle tutunmuyor mu? Dostları, sevdikleri bir yana dünya bir yana, değil mi? Muhabbeti daha da şahsileştirirsek, ve hayatımızdaki direkleri sevilenlerle soyutlaştırırsak her

44

sevdiğimiz bir direktir aslında. Küçükken annedir tek tutunur dalımız. O ağlatsa da anne diye ağlayıp yine ağlatan olmasına rağmen anneye gitmedik mi hepimiz? Ve yavaş yavaş çember genişledi. Yanlış insanlar da olmakla birlikte ağacımızın dalları, hayatımızın direkleri olan insanlar girdi çembere. Sevdan acıtsa dostuna, dostun acıtsa sevdana…

O’na yaklaşıp, O’nu sevmenin yolu davete icabettir. O en büyük sevgili, günde beş kere ran-


devu vermedi mi bizlere? Hz. Peygamber bir hadisinde “Namaz dinin direğidir.” buyuruyor. Yani bu direk yıkılırsa bir ev misali dinin de yıkılacağını söylüyor. En önemli olan, olması gereken direği, dayanağı yıkarsak -tabii önce yapmak gerek, yapmak için de önemini anlamak- elimizde kalanlar neye yarar? Hayatta neyi nereye koyacağını bilmezsen hayat seni istediği yere koyar. Sevdadan dosta dosttan sevdaya gideceğiz elbet. Lakin nereye gidersek gidelim aşkla gideceğiz. Bunu bir meleke haline getirip dünya esrikliğinden kurtulacağız ki, temel direğimiz diğer direklerimizi beslesin, delaletten kurtarsın. Hülasa kimi çemberimize alacağımızı, neyi benimseyeceğimizi, nasıl benimseyeceğimizi bize göstersin.

ANLAMAK ÖLÜM OLSUN / Musab Enes YILMAZ

Direklerimizle sağlam dilekler dilememizi sağlayacak olan baş aktör O’dur ve hep O olacaktır. O’nunla tutunacak dallarımızı seçersek, bindiğimiz dalları kimse kesemeyecek ve kimse evimizi yıkamayacaktır. Dileklerimizde, tutunduğumuz dal olan bireylerden hep iyi bahsetmeyi nasip eylesin Rabbim. Önce O’nu sevip daha sonra O’nunla tüm dünyayı kucaklayarak, kâinatın sevgiyle ayakta durduğunu kavrayarak yaşamak dileğiyle. Kul Himmetin de dediği gibi:

Mürid olmuş sanıyordum beni, mürşid-i has’a. Kaçacak sonra da hepten çıkacaktım Toros’a. Doyarım, ekmeği bansam; kırık olsun şu tasa Tam o lahzâ görüverdim, seni buldum piyasa!

Muhabbettir yerin göğün direği Muhabbet edenin yanar çırâğı Âşıka beytullah gönül durağı Hak nazar ettiği yerdir muhabbet. Vesselam… Muhammed Mustafa Karataş

Bir söz sığdır içine Tüm üzüntüden yoksun Kalem sende değil ki Anlamak ölüm olsun.

Bir nefes çek içine Geri vermekten yoksun Nefessiz değilsin ki Ölüm sana sorulsun.

Bir gül aç gül içinde Mana yere savrulsun Toprak sen değilsin ki Gülü açan sen olsun.

Bir dağ iliştir göğe Güneş sende kaybolsun Mikail değilsin ki Gayretin doğa olsun.

PİYASA / NESBEL

Asıl üstünlüğü ancak yaşadım ben burada Piyasaymış beni benden alacak hoşça sadâ. Yüce kutsalları ancak korurum ben kasada. Paracıklar gibi aslâ sevemez kimse kasa. Bono, taksit, kredinden hayır umdum gelecek. Batacak bir fırın açtım bilerek isteyerek. Hele vicdan sesimin muhbiri kim;hangi böcek? Para pul vermeden ekmekleri çaldın piyasa! Alevinden kaçabildim sanıyordum o zaman, Seni mürşid diye bildim, yanarım işte o an. Etiketten ucuzaymış defin olmak ay aman! Bütün ahbab mezarımdan bana Kur’an okusa. fe i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lün

Bu sayımızda Söz Meydanı’na gelenlerden üç çalışmayı yayınlıyoruz. Çalışmalarla ilgili mail adreslerine değerlendirme bilgileri gönderilmiştir. Kendilerine teşekkür ediyor ve yeni çalışmalarını bekliyoruz. İbrahim ÇİFTÇİ Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “Kültür ve Sanat Sayfası” olan “SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Subat 2013 / 307 .

45


. Imbik

nuri.ercan@ilkadimdergisi.net

Nuri Ercan

“ANLAM”IN

İ

ÜZERiNi ÖRTMEK

nsanlar arasından tebyin ve tebliğ görevini yerine getirmek üzere seçilen peygamberlerin bizlere bıraktıkları en büyük hazine, vahyin açıklanan ve tatbik edilen anlamıdır. Biz buna vahyin fikri-pratik yansıması diyebiliriz. Öyle ya, Allah’ın bize sunduğu mesajın zihnimizde mutlaka bir karşılığının mevcut olması gerekmez mi?

İnandığımız halde zihnimizde vahyin herhangi bir karşılığı yoksa inancımız problemli demektir. Alak Suresi’nin ilk emirleri ile Peygamberin kalbine anlamlar ilka edilmiştir. Buna mayalama da diyebiliriz. Mayalanma, Efendimizin zihninde vahyin yankılanmasını sağlamıştır. Kalpte karşılık bulan vahiy, iman nüveleri oluşturmaya başlayarak, süreç boyunca kalbin anlam kümelerinin yuvası haline gelmesini sağlamıştır. Bizlere sunulmuş olan vahiy ve Peygamber ahlakının maddeleri de bizim kalbimizde aynı tesir yapmaya adaydır. Tevhidi dinlerin, tebliğden hemen sonra bir takım yanlış yorumlamalarla ana ekseninden saptırılma gayretlerine maruz kalmasının sebeplerinden birisi elbette kötü niyetli muarızlardır. Diğer önemli neden ise, anlamı bilmeyerek örten ya da nefsî zaaflarından dolayı anlamı yedekleyerek gün yüzüne çıkmasına mani olan iyi niyetli kişilerin mevcudiyetidir. Vahyin kalplerimizde bir aksi, bir yansıması ya da bir anlamı oluşuyor mu? Oluşan karşılığı, yani anlamını ne yapıyoruz? Bu anlam hayata yansırken eklemeler ya da eksiltmelere maruz kalıyor mu? Yoksa zihnimizde oluşan vahyin anlamını tamamen nötrleştirerek anlamsızlığa mı dönüştürüyoruz? Vahyin anlamını zihnimize hapsederek üzerine attığımız şiltelerin karşılığı nedir? Buna etki eden dış tesirler nelerdir? Gündelik hayatı-

46

mızda vahyin anlaşılmasını hangi sebepler engelliyor? Sahih bir pratik mi ortaya çıkıyor; yoksa anlam ekseninin sonucu olmayan amellerin sahibi mi oluyoruz?

Anlamı atlayarak İslâm’ın önüne geçme yanlışlığı Müslüman ülkelerde, İlim ve irfandan nasiplenmiş kimi şahsiyetler, samimi çalışmaları sonucu toplum içerisinde oluşturdukları mini sohbet gruplarını zamanla cemaate dönüştürme başarısı elde edebilmektedirler. Elde edilen bu sosyal kazanım, âlimi karizmatik bir lidere dönüştürmektedir. Bu durumda ilim adamlığı, liderlikle atbaşı yürütülmek zorundadır. İslâm Tarihinde örnekleri çok olduğundan böyle bir yapılanmanın hiçbir sakıncası yok gibi gözükmektedir. Lakin hareket büyüdükçe âlim/liderin yönetme sorumluluğu artmaktadır. Temelinde takva olan çabalar, daha sonra şöhret ve karizmatik liderlikle karıştığı için zamanla bu kişilerin önderlikleri ilmi tafralarına galip gelmektedir. Baskın bir liderlik durumunda yönetilenlerin duyguları da lideri etkileyici bir hale dönüşmektedir. Tebaasının ya da müritlerinin duygularını yabana atamayan âlim-liderimiz her an bu düşünce ile yaşamaya başlar. Bu sebeple önde olmanın terk edilemeyecek bir vasıf olduğuna inanır. Bu arada büyüyen gelişen topluluğun ihtiyaçları da büyümüş olur. Toplum psikolojisi ile hareket etmemesi gereken Peygamber mirasçısı âlim/liderimiz kendi grubunun elde edecekleri yanında kaybedebileceklerini düşünerek yavaş yavaş bağlılarının psikolojik atmosferine girdiğinin farkında olmaz. Üyelerin sosyal hayatta daha etkin olmaya başlaması ise ayrıca bir takım sıkıntıları da peşinden getirir. Hi-


yerarşik bir düzenden başak bir sistem oluşturulamazsa liderin/âlimin işi daha da zorlaşır. Çünkü karara ortak olacak ikinci bir lider yetişmemiştir. Ayrıca yüzlerce insanın, âlim/liderin dudaklarının arasından çıkacak cümlelere bağımlı hale gelmesi, çok donanımlı olsa da liderin/âlimin anlamı örtmesine sebep olabilir. Bu olgu iki şekilde gerçekleşmektedir. Birincisi, kendileri gibi inanmayanlara aşırı müsamahakâr davranarak (bkz. Fetih Suresi 29. âyetin anlamı tersini ifade etmektedir), ikincisi, inananlara müsamahasız ve aşırı sert davranarak. (Fetih Suresindeki, aynı ayetin anlamına uyumsuzluk için bkz.29. ayet). Kabul edelim ya da reddedelim, nassa dayanmayan böyle sonuçların ortaya çıkması teşri yetkisinin kullanılması anlamına gelir. Bu ise, teşri yetkisinin gerçek sahiplerinin önüne geçme riskini taşıyan illetli bir durumdur. İslâm tarihinde vaki olmuş birçok kardeş kavgasının ana sebeplerinden birisi, belki bilmeden Allah ve Rasulünün önüne geçme gayreti olmuştur.

Dinin insan için gönderildiğini unutarak kendine dini mezarlar oluşturma yanlışlığı Dinin genel amaçları düşünüldüğünde, aslında din insan için vardır. Bu mutlak doğruyu birçok âyet ve hadis destekler. Diğer taraftan Kur’an âyetleri ve Sünnet-i Seniyye ele alınırken kutsallık anlayışı insana tersini düşündürebilir. Allah’ın, Kur’an’ın ve peygamberlerin kutsallığı insanın din için yaratıldığı anlayışını üretebilir. Dindar olmanın farklılığı da insanın din için var edildiği anlayışını tetikler. Ne var ki insan yaratılmamış olsaydı dine de ihtiyaç olmayacaktı. Sonuçta farklı dini uygulamalara şahit olabiliriz. Böyle uygulamalar da anlamın örtülmesine neden olur. Kendini dindar addeden kimi ibadet sahipleri dar sahada gerçekleştirdikleri dindarlıklarını başkalarına üstünlük sağlamak, kınamak, ezmek, ya da kendisini onlarla mukayese edip, nefsini tatmin etmek için kullanır. Sonuçta dindarlara karşı, dini ile gururlanan bir dindar ortaya çıkar. Bu ise takva ve kardeşlik hukukunu oluşturan anlamın örtülmesi anlamına gelir.

Subat 2013 / 307 .

Anlamı çarpıtarak ifna etme yanlışlığı Dünya yüzeyine atılmasından itibaren kendisiyle birlikte var edilen dinin anlamlandırılması ve onun yerini belirleme konusunda çoğu insan bir türlü doğruyu yakalayamamıştır. Peygamberler, Kur’ân tarifine uygun âlimler, salihler ve sırat-ı müstakimden ayrılmayan mü’minler dışında vahyin niçin gönderildiğini kavrayamayan kişiler Kur’an tabiri ile “dalalet”te olduklarını bilmeden yaşayıp ömürlerini tamamlamışlardır. Bu noktada Allah’ın kitaplar ve elçiler vasıtası ile bizlere gösterdiği hedefler saptırılarak vahyin önemli bir kısmının örtülmesi yanlışlığı yapılabilmektedir. Yaratıcı tarafından bizlere bir toplum projesi olarak takdim edilen dini ilkeler, prensipler, haramlar ve helaller, yine dinin tecviz ettiği sebepler ortaya çıkmadan sınırlandırılıyorsa, genişletiliyorsa ya da önemsiz addediliyorsa anlam çarpıtılıyor diyebiliriz.

Seküler endişelerle anlamın yok sayılması Kuran’dan neşet eden hükümler içtihat sonucu elde edilen verilerdir. Bu veriler fıkıh kitaplarında ayrıntıları ile açıklanmıştır. Tabi ki her hükmün bir adı olmakla birlikte, bir yaptırımı da vardır. Yaptırımların hükmen ne oldukları yine âlimlerin içtihatları sonucu farz vacip, haram, müfsit vb. kavramlarla isimlendirmiştir. Modern hayat tarzı insanların zihninde dünyevileşmenin kaçınılmaz olduğu anlayışını çok güçlü argümanlarla iyice perçinlemektedir. Öte taraftan İslâmî bir geleneğe sahip olan modernizmin muhatabı kişiler dünyevileşme ile Müslümanlığı mezcederek iki tarafın isteğine de cevap vermiş olmaktadırlar. Bunu yaparken Müslümanlıklarını ilmihal bilgileri ile sınırlayabilmektedirler. İbadet kavramını iyice daraltarak bir kulluk benimseyen bu kişiler dünyevi maksatlar uğruna Allah’ın çizdiği kırmızı çizgileri aşmakta bir sakınca görmemektedirler. İşte burada seküler hedefler uğruna vahyin bir kısmının hayata yansıması gereken anlamı unutularak yok sayılmaktadır. Oysa kitabın bir kısmına inanıp diğer kısmını inkâr etmek kimin haddinedir!

47


Düsünce Ufkumuz. Atilla Degirmenci atilla.degirmenci@ilkadimdergisi.net

Kavram Değişirse Ne Olur? “Kâinatı Allah Teâlâ yaratmıştır. Ve kâinattaki her şeyin tek kural koyucusu, terbiye edicisi Allah Teâlâ’dır. “ Bu cümle insanları genel anlamda üçe ayırır. 1. Kabul edenler ki bunlara iman ettikleri için mü’min denir. 2. Kabul etmeyenler ki hakikati gizledikleri için bunlara kâfir denilmiştir. 3. Kabul ediyormuş gibi gözükenler ki hayatlarında kendi menfaatlerini/ çıkarlarını putlaştıran münafıklardır. Birinci grubu oluşturan mü’minlerin Allah Teâlâ ve gönderdikleriyle herhangi bir sorunu yoktur. Kendilerine ne emredildiyse Kutlu Elçiler’in öğrettiği/ gösterdiği gibi yaşama sevdasındadırlar. İkinci ve üçüncü grupta yer alanların her ne hikmetse Allah ile, Din ile, Peygamberler ile, Dinin temel kavramlarıyla problemleri vardır. Allah Teâlâ’yı ve O’nun gönderdiği tüm hakikatleri -ne kadar uğraşırsan uğraş- bir türlü anlayamazlar/ anlamak istemezler. Din’e/Sistem’e ait olay, olgu ve kavramları anlayamadıkları gibi -bu da yetmezmiş gibi- bunlara kendi işlevsel mantıklarına(!) göre anlamlar yüklemeye çalışırlar. Kavramlara yeni anlamlar yüklemenin temel gayesi ise; • Yeryüzünde kendi anlayışlarına göre hukuk oluşturmak • Dünya’nın geçiciliğinin üzerini örtmek • İlahî denetimden kaçmak(!) • Zulümlerine dayanak oluşturmak

48

• Bir eli yağda bir eli balda, istediği önünde olup da sosyal yapının zedelenmesinden kaygılanmamak • Hayatın maddeyle alakalı bölümünde cirit atarak insanları manevi baskı altına almak • İşlevsel mantıklarına(!) ve arzularına göre kurallar belirleyerek yeryüzünde sömürü anlayışını yerleştirmektir.

Sıralamaya çalıştığımız tüm bu maddelerin ardından aklımıza gelen ilk soru “Kavram değişirse ne olur?” sorusudur. Hakikaten Din’i/Sistem’i ayakta tutan kavramlar değişirse ne olur? Bu sorunun cevaplarını da üç aşamayla açıklayalım. Birinci olarak insanın yönü değişir. Haktan batıla, ahiretten dünyaya, ıslahtan fesada, adaletten sömürüye, tevazudan kibire, imandan isyana, kanaatten menfaate doğru bir değişim. Bu değişim düşüncenin temel dinamiği olan kavramın değiştirilmesi/bozulmasıyla başlar. Kavramın değiştirilmesiyle Yaratıcı’nın kastettiği mana kaybolur ki Din’de tahrif başlamış demektir. İsrailoğulları’nın (Yahudi ve Hıristiyan taifesi) kitabı tahrif etmeleri de böyle başlamıştı zaten. İkinci olarak yaratılışı bizim gibi ancak yaratıldığı mekânı farklı olan insanların düşündüğü gibi düşünmeye zorlanmaktır. Bu baskı ve zorlamaların en bariz neticesi sömürüdür. ‘Sana ait her ne varsa sanki onlarınmış’ anlayışına zorlanırsın. Zamanla da bu anlayış insanın tabiatı haline gelir. Böylece Kulluk, Özgürlük ve Hürriyet kavramları anlamlarını kaybeder ve zannederiz ki bu kavramlar yalnızca mal, para ve sosyal statüyle ilgilidir. Üçüncü olarak azab müstehak olur. Kendisi yaratılmış olduğu halde insan ilahlık taslamaya başlamıştır. İnsanın bu yaptığı da az bir şey değildir. Kâinatın ahengini bozmaya çalışmıştır. Hâlbuki Yaratıcı kâinatın ahenginin bozulmamasını istemişti bizden (Rahman- 8).




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.