İlkadım Dergisi Sayı: 316

Page 1

sayı

316 ISSN-1307-6973

7,5

• Kasım 2014

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

KAPAK DOSYASI • Adil Hükümdar • İbadet ile Yeşeren Ömür Baharı • Zor ve Kolaylar • Katkısız Sevgi, Kayıtsız Sevgi

• Arşın Gölgesinde Resul’ün Muştusu Genç Olabilmek • Sağ Elin Verdiğini • Rocky mi, İhvan mı?


İlkadım Dergisinden Okuyucularına Hediye...

Kulluk Dilekçemiz DUALAR İ N E Y

• Büyük boy • 320 sayfa

İlkadım Dergisi yazarlarından Mustafa Yayla’nın kaleminden bu değerli eser, İlkadım Dergisi abonelerine hediye... • Dua adabı, tesbih ve zikirler ve bunları okumanın faziletleri • Belirli zamanlarda ve günlük olarak okunacak dualar • Namaz içinde okunacak tesbih ve dualar • Allah’ın güzel isimleri/el-Esmaü’l Hüsna • Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen peygamberlerin dilinden örnek dualar • Kur’an-ı Kerim’de geçen örnek şahsiyetlerin duaları • Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin, en çok yapmış olduğu dualardan örnekler • Kur’an-ı Kerim’den örnek dualar

BİLGİ ve İRTİBAT İÇİN: Tel:(0384) 213 65 43- 0 505 808 35 87


Adil Hükümdar

İbadet İle Yeşeren Ömür Baharı

7

10

ilkadım İÇİNDEKİLER İLKADIM’DAN/2 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Hicretin Kime? /4 KAPAK Zekeriya Gültaş- Adil Hükümdar /7 Osman Uz- İbadet İle Yeşeren Ömür Baharı/10 Sinan Gün- Zor ve Kolaylar/12 Yusuf Karmaz- Katkısız Sevgi, Kayıtsız Sevgi/15 Fatih Muhammed Çakmak- Arşın Gölgesinde Resul’ün Muştusu Genç Olabilmeki/17 Sinan Şahin- Sağ Elin Verdiğini/20 Enes Belada- Rocky mi, İhvan mı? 22

Sağ Elin Verdiğini

Alimler Alem Adamdır

20

40

HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Mü’minler Arasına Ayrılık Sokanlar!/24 KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan Kalb-i Selim /26 HADİS İKLİMİ/Ziya Ökçe Öldüren de Ölen de Ateştedir/28 FIKIH/Mehmet Şentürk Müslümanın Evinde Olmaması Gerekenler/30 TASAVVUF/Cemil Usta Hıfzu’l Lisan Selametü’l İnsan /32 KİTAPLIK/M.Selçuk Özdoğan Mü’minlerin Anneleri & Cevahirü’l Akaid/33 EĞİTİM/ Doç. Dr. Rüştü Yeşil Eğitim ve Ekonomi “Eğitimin Ekonomik Amaçları”/34 İHSAN PENCERESİ/Fatih Yılmaz İstikamet-2/36

Bir Eserin Çağrıştırdıkları

44

Türk Solu Emekli mi Oluyor?

46

LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Baykuşlar - Bayankuşlar!/38 TARİH KORİDORU/Mehmet Erturan Alimler Alem Adamdır /40 DÜNYANIN NABZI/İbrahim Aydemir Libya’da Darbe mi Oldu?- Levent Baştürk/42 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Bir Eserin Çağrıştırdıkları/44 İMBİK/Nuri Ercan Türk Solu Emekli mi Oluyor?/46 DÜŞÜNCE UFKUMUZ/Atilla Değirmenci İmtihan’dayız Unutmuyoruz! /48


ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net

ilkadım

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

YIL: 23 SAYI: 316

Kasım 2014 Fiyatı: 7,5 TL KDV D

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

sayı

316 ISSN-1307-6973

7,5

• Kasım 2014

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

KAPAK DOSYASI • Adil Hükümdar • İbadet ile Yeşeren Ömür Baharı • Zor ve Kolaylar • Katkısız Sevgi, Kayıtsız Sevgi

2

• Arşın Gölgesinde Resul’ün Muştusu Genç Olabilmek • Sağ Elin Verdiğini • Rocky mi, İhvan mı?

Kıymetli Okuyucu Yayın kurulumuz elinizde tuttuğunuz 316. sayımızın kapak konusunu bilinirliği itibariyle meşhur olan şu hadis-i şerife ayırdı: “Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah Teâlâ, şu yedi sınıf insanı arşının gölgesinde barındıracaktır: Adil devlet başkanı, Rabbine kulluk ederek büyüyen genç, kalbi mescidlere sevgi ile bağlı Müslüman, birbirlerini Allah için sevip birliktelikleri ve ayrılıkları Allah için olan iki insan, güzel ve mevki sahibi bir kadının gayr-i meşru davetine ‘Ben Allah’tan korkarım’ diye yaklaşmayan yiğit, sağ elinin verdiğini sol elinin bilmeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse, tenhada Allah’ı anıp gözyaşı döken kişi.” Hadis-i şerifte zikredilen yedi zümrenin her birini yedi farklı yazarımız kaleme aldı. İlk zümre olan Adil Devlet Başkanı hakkındaki yazıyı tarihçi Zekeriya Gültaş hocamız hazırladı. ‘Adalet’ kavramına bir parantez açmamız gerekiyor. Bu kelimeyle kast edilen anlam, İslam’ın adalet için öngördüğü bir içeriğe sahip. Günümüzde haddini aşan bir söyleme sahip olan demokrasi’nin tarif ettiği adalet’le ilgisi yok. Demokratik bir hak olarak vaat edilen adalet’in Mısır’ı Müslüman Kardeşler’imize nasıl dar ettiğini gördük. Bu sebeple devlet adamlarımızdan demokrasinin vaat ettiği değil, Allah’ın emrettiği adaletle hükmetmelerini istiyoruz. Hadis-i şerifte müjdelenen ikinci grup olan “Rabbine kulluk ederek büyüyen genç” ile ilgili yazıyı Osman Uz hocamız kaleme aldı ve genç yaşta başlanan ibadetin ihtiyarlıkta yapılan ibadete üstünlüğünü vurguladı. Üçüncü olarak zikredilen bölümde karşımıza çıkan konu olan “Kalbi mescidlere sevgi ile bağlı Müslüman” içerikli yazımızı Sinan Gün hocamız hazırladı. “Şu hayatta zor işler ve kolay işler var.” cümlesiyle giriş yaptığı yazısında zor ve kolayları sıraladı. “Birbirlerini Allah için sevip birliktelikleri ve ayrılıkları Allah için olan iki insan” yazımızı ise kendisini tanıyan herkesin şahitlik edeceği üzere heyecandan yerinde duramayan Yusuf Karmaz hocamız yazdı: “Katkısız Sevgi, Kayıtsız Sevgi”. “Güzel ve mevki sahibi bir kadının gayr-i meşru davetine ‘Ben Allah’tan korkarım’ diye yaklaşmayan yiğit”i genç ve taze mezun ilahiyatçı kardeşimiz Fatih Muhammed Çakmak dergimizdeki ilk yazısıyla anlatmaya çalıştı. Arşın gölgesinde serinleyecek altıncı grup olan “Sağ elinin verdiğini sol elinin bilmeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse”leri kendine ayrılan sayfada Sinan Şahin işledi. Hadis-i şerifin sonunda anılan “Tenhada Allah’ı anıp gözyaşı döken kişi”leri de hukuk talebesi Enes Belada işledi. Kapak konuları arasında en ilginç ve dikkat çekici başlık bu yazıya ait:


“Rocky mi İhvan mı?”. Sonuç olarak insana “Dünyada iman, ahirette mekân” lazım; değil mi? Devamlı köşelerimizde ise; Abdullah Gülcemal, yakın tarihimizi kısaca özetledikten sonra kuşlardan bahsettiği yazısında minik serçe olarak bilinen bir canlıya kendine has üslubuyla daldan dala konmaktan vazgeç dedi. İbrahim Aydemir, Levent Baştürk’ten Libya’nın dâhiliyesinden bahseden bir yazı alıntıladı. Kaddafi sonrası Libya’yı unutmaya başlayanlar ve Kaddafi sonrası Libya’ya ilgisiz kalanlar için doyurucu bir yazı olabilir. İbrahim Çiftçi, “Bir Eserin Çağrıştırdıkları” başlığını attığı yazısında Yirmisekiz Mehmed Çelebi’ye ait olan meşhur Sefaretname’yi didikliyor, bizler için tahlillerde bulunuyor. Bu yazıyı okuduktan sonra ‘Okunacak Kitaplar’ listenize yeni bir eser eklenebilir. Mehmet Şentürk, belki birçoğumuzun hanesinde yer işgal eden ama Müslümanın evinde olmaması gerekenleri fıkıh sayfasında çekinmeden sıralıyor. Nuri Ercan, “Türk Solu Emekli mi Oluyor?” sorusunu başlık olarak seçtiği yazısında Türk solunun sabıkasını ortaya koymakla kalmıyor, onun sicilinden örnekler de veriyor. Doç. Dr. Rüştü Yeşil, kendine ayrılan ‘Eğitim’ köşesinde bu kez “Eğitimin Ekonomik Amaçları” ile karşımızda. Eğitimin Amaçları yazı dizisi kaldığı yerden devam ediyor. Kur’an İklimi’nde Selim Armağan, Saffat Suresi’nin 84 ile 87. ayetleri arasını konu ediniyor. Yani, kalb-i selim. Kalp ki, malumunuz o sağlıklı ise bütün organlarımız yani vücudumuz sağlıklı oluyor. O bozuk ise vay halimize… Öyleyse tamire ihtiyacımız olup olmadığını anlamak için bu yazı okunacak. Mehmet Erturan’ın yürümeye devam ettiği Tarih Koridoru’nda bu ay şehid Seyyid Kutub’un meşhur eseri Fî Zilal’de ‘Büyük Müslüman’ olarak anılan bir isim var: Mevdudi. ‘Gelin bu dünyayı değiştirelim!’ diyen merhum Mevdudi. Ziya Ökçe, Hadis İklimi’nde Müslüman coğrafyalarda özellikle Irak ve Suriye’de yaşanan ölüm olaylarına ve bunların başrolündeki karanlık gruplara bizler için ışık tutuyor. “Öldüren de Ölen de Ateştedir” başlıklı yazısı için Hadis İklimi köşesine davet ediyoruz. Et-tekraru ahsen, velev kane yüz seksen… Dergimiz, yazılarımız ve yazarlarımız hakkında yapıcı eleştirilerde bulunanlara dua ile mukabele ediyoruz. Bize sorarsanız her iki taraf için de kârlı bir ticaret. Bir mektep olan İlkadım’ı okuyun, okutun ve bu mektebe abone olun. Allah’a emanet olun. Kasım 2014 / 316

Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yrd.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Atilla Değirmenci İbrahim Çiftçi İsmail Varır Mehmet Erturan Metin Başbuğ M. Selçuk Özdoğan Murat Ünal Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep:0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel:0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 Gsm:0506 674 44 14 Şube Kayseri: 0535 251 41 07 Konya: 0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 90 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.

3


BASYAZI . Nureddin Soyak

İ

Hicretin Kime?

slami literatürde önemli bir yeri olan hicret, terim olarak, “Allah’a inanmayanların çoğunlukta olduğu veya rahat bir şekilde dini yaşamanın mümkün olmadığı bir yerden, Müslümanların ekseriyette bulunduğu veya dinî mükellefiyetlerin rahatça, herhangi bir engellemeye maruz kalmadan yapılabildiği bir diyara göç etmek” manasına gelir. Hicret, Allah’a gönülden bağlananların yoludur. Hicret, Rasullerin yoludur. Hicret, Rasullere samimi olarak tâbi olanların yoludur. Bir Müslüman için en büyük örnek, peygamberler ve onların izinden gidenlerdir. Bütün peygamberlerin hayatında hicretin önemli bir yeri vardır. Efendimiz’e ilk vahiy geldiğinde Hz. Hatice validemiz, Efendimiz’le beraber Varaka’ya gitmişlerdi. Peygamberimiz gördüklerini anlatınca Varaka durumu şöyle yorumlamıştı: “Gördüğün, daha önce Hz. Musa’ya vahiy getiren Namus, yani Cebrail’dir. Keşke ben, senin dine davet edeceğin o günleri görebilsem de kavminin seni yurdundan çıkaracakları, hicret etmek zorunda kalacağın güne yetişip, o gün sana destek verebilsem!” Bunun üzerine Peygamberimiz “Beni, yurdum Mekke’den çıkaracaklar mı?” diye sormuş, “Evet, senin tebliğ ettiğin hakikatleri insanlara anlatan herkes mutlaka düşmanlıklara maruz kalmıştır. Şayet o gün geldiğinde hayatta olursam, sana gücümün yettiğince yardımcı olurum.” cevabını almıştı.” (Buhari, Müslim) Peygamberler, bizzat kendi halkları tarafından memleketlerinden hicret etmeye mecbur bırakıldıkları gibi peygamberlik vazifesinin bir neticesi olarak, insanlara tebliğ için de hicretler etmiş ve kıyamete kadar gelecek Müslümanlara örnek olmuşlardır. Hicret Çeşitleri Hicrette niyet, hicretin şeklini belirler. Hicretin kime? “Ameller niyetlere göredir. Niyeti Allah

4

ve Rasulü için hicret olan kimse de, niyeti dünyalık olan kimse de, niyet ettiğine kavuşur.” (Buhari) Mukimin hicreti, göçebenin hicreti, Allah ve Rasulü için hicret, dünyalık için hicret, Allah’ın yasaklarından Allah’ın hoşnutluğuna hicret, ilâ-yı kelimetullah için hicret… Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki: “Hicret, yerleşik hayat yaşayan şehirlinin hicreti ve göçebenin hicreti olmak üzere iki çeşittir. Göçebe, bir yere çağrıldığında rahatlıkla gitme, kendisine bir şey emredildiğinde kolaylıkla itaat etme imkânına sahiptir. Yerleşik hayat yaşayan kimseye gelince, onun bu konudaki imtihanı daha çetin ve mükâfatı da daha büyüktür.” (Nesai) “Hakiki muhacir Allah’ın yasakladıklarından uzaklaşıp Allah’ın hoşnut olduğu şeylere hicret edendir.” (Buhari) Hicretin Ücreti Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ashabını bir işe davet edince “Bunun karşılığında bize ne var ya Resulullah?” derlerdi. Rabbimiz buyurdu ki; “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 20) “İman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya; işte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için bir bağışlama ve bol bir rızık vardır” (Enfal, 74) “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi.” (Nahl, 41) “Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğradıktan


sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır.” (Nahl, 110) “Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara gelince, Allah onlara muhakkak güzel bir rızık verecektir. Şüphe yok ki Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Hac, 58) “… Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar, öldürülenlerin de and olsun, günahlarını elbette örteceğim. Allah katında bir mükâfat olmak üzere, onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 195) Hicret Mazeretsiz Terk Edilemez “Melekler onlara şöyle derler: ‘Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)’ Onlar da ‘Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik.’ derler. Melekler ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!’ derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” (Nisa, 97) “Ancak gerçekten zayıf ve güçsüz olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar başkadır.” (Nisa, 98) “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Nisa, 100) Hicretin Önündeki Engeller Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki: İnsan hicrete niyet edince şeytan yoluna çıkar ve ‘Sen şimdi memleketini, yerini, göğünü terk ederek hicret mi ediyorsun? Hâlbuki göç eden adam tıpkı yuları kazığa bağlı, ancak ipin miktarınca hareket serbestîsi olan bir at gibidir.’ der. Zor şartlar altında şeytanı dinlemeyip inandıklarını uygulamaya koyulan kişinin alacağı mükâfatı Efendimiz şöyle ifade eder: “Kim şeytana itaat etmez ve karar verdiği bu şeyleri yaparsa Allah’ın onu cennete koyması bir haktır.” (Nesai) Hicret yolunda kişinin sahip olduğu mal, mülk evlad ve iyal ciddi bir engeldir. Zira o, bunları bırakıp gidecektir. Oysaki mal sevgisi insanın fıtratında vardır. Uğrunda hicret edilen değerlere tam bir

Kasım 2014 / 316

inanç ve güven olmazsa, sahip olunanlar bırakılıp gidilemez. Bundan dolayı, hadiste de ifade edildiği gibi yerleşik hayatı olan kişinin hicreti hem zor hem de mükâfatı büyüktür. İlâ-yı Kelimetullah İçin Hicret Hz. İbrahim’in hayatında, Harran, Ürdün, Mısır, Filistin gibi bölgeler vardır. O, bu ülkelere geçimini sağlamak, yaşadığı yerdeki zulümden kaçmak için değil; Rabbinin tebliğini emrettiği dini anlatmak için gitmiştir. Nitekim onun bu durumu “… İbrahim, ‘Ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphesiz O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir’ dedi. (Ankebut, 26) ayetiyle açıklanmaktadır. Mus‘ab -radiyallahu anh- lüks içinde çok rahat bir hayat yaşarken, bunu bir tarafa bırakıp Müslüman olmuş, dolayısıyla da ilk hicretini küfürden imana yapmıştı. Hz. Mus‘ab -radiyallahu anh-, bi’setin beşinci yılında Habeşistan’a giden ilk kafile içindedir. O, Habeşistan’da bir müddet kaldıktan sonra küfür önderi bazı müşriklerin, Müslüman olduğuna dair gelen haberler üzerine Mekke’ye dönmüş ikinci hicretine kadar da burada kalmıştı. Birinci Akabe Biatı’na katılan Medineli Müslümanlar, kendilerine dinî meselelerde yardımcı olması ve Medine’deki diğer insanlara İslam’ı tebliğ etmesi için Allah Rasulü’nden sallallahu aleyhi ve sellem bir muallim isteyince, Mus‘ab b. Umeyr -radiyallahu anh- bu iş için Medine’ye gitmişti. O, tebliğiyle Medine ileri gelenlerinin Müslüman olmasına vesile olmuş ve onları da yanına alarak bir sene sonraki İkinci Akabe Biatı’na yetmiş beş kişiyle gelmişti. Bu gayretleriyle de Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in teveccühlerine mazhar olmuştur. Muhacirlere Yardım “Onlar, önce yurda yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 9) Suriyeli muhacirlerden rahatsız olanlara, Rabbimiz feraset ve basiret versin.

5


E

bû Hureyre -radiyallahu anh-’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

“Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet Günü’nde Allah Teâlâ, yedi sınıf insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır: • Âdil devlet başkanı, • Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç, • Kalbi mescidlere sevgi ile bağlı müslüman, • Birbirlerini Allah için sevip birliktelikleri ve ayrılıkları Allah için olan iki insan, • Güzel ve mevki sahibi bir kadının gayr-i meşru davetine “Ben Allah’tan korkarım” diye yaklaşmayan yiğit, • Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse, • Tenhâda Allah’ı anıp göz yaşı döken kişi.” (Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rikak 24, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91, Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât 2)

6


KAPAK

ADİL HÜKÜMDAR Adaletin tesis edilmesi gerektiği en şümullü alan, yönetimdir. İslam nazarında yöneticilik, insana verilen emanetlerden biri, hatta en mühimidir. Hangi seviyede olursa olsun, avantaj gibi görünen yöneticilik bu itibarla insanın omuzlarında ağır bir yüktür. Yöneticilik bir emanet olduğu gibi, yönetimde adaleti gerçekleştirmek de bir vazifedir.

Zekeriya Gültaş

E

kapak@ilkadimdergisi.net

bu Hureyre -radiyallahu anh-’dan rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselam şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan Kıyamet Günü’nde, yedi kimseyi kendi gölgesinde barındıracaktır. Bunlar: Adaletli devlet reisi. Rabbine ibadet ederek yetişen genç, gönlü mescitlere bağlı kimse, birbirlerini Allah rızası için seven, bu sevgiyle bir araya gelen ve ayrılan iki kişi, kendisiyle beraber olmak isteyen itibar sahibi ve güzel bir kadının isteğini ‘Ben Allah’tan korkarım!’ diyerek geri çeviren erkek, sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka veren adam ve tenhada Allah’ı anıp gözleri yaşla dolan kişidir.” Adalet kelimesi, dengelemek, dengeli davKasım 2014 / 316

ranmak, tesviye edip düzeltmek, bir şeyi uygun yere koymak, bir hakkı sahibine vermek anlamlarına gelir. ‘Adalet’ kavramı, ‘hak’ kavramı ve ‘hakların dağıtılmasındaki tutum’ konusu ile de yakından alakalıdır. Hakların dağıtımında adalet esasının işleyebilmesi için adil bir sistemin işletiliyor olması gerekir. Bu sistemin işleyebilmesinin en önemli kuralı adil bir devletin olması, adil bir devletten bahsedebilmenin en önemli kuralı da adil bir yöneticinin başta bulunmasıdır. Adaletin tesis edilmesi gerektiği en şümullü alan, yönetimdir. İslam nazarında yöneticilik, insana verilen emanetlerden biri, hatta en mühimidir. Hangi seviyede olursa olsun, avantaj gibi görünen yöneticilik bu itibarla insanın omuzlarında ağır bir yüktür. Yöneticilik bir ema7


Adaletten ayrılan

devlet reisi, idare

ettiği milletin huzur ve saadetini temin edemez, bilakis

onlara zulmetmiş

olur. Malumdur ki,

insanlara zulmedenin

davacısı Allah’tır. Evet, zulüm kadar Allah’ın kahır ve gazabını

çabuklaştıran hiçbir şey olamaz. O’nun

intikamına dayanacak kuvvet ve kudret ise hiç kimsede

yoktur. Allah Teâlâ

ile azamet yarışına

kalkışan Firavun ve

Nemrutların akıbetleri ortadadır.

net olduğu gibi, yönetimde adaleti gerçekleştirmek de bir vazifedir. Adaletli yönetim, Müslüman yönetici için bir vazife olmanın ötesinde “Bir gün adaletle yönetmek, altmış yıl (nafile) ibadetten hayırlıdır.” (Müttakî, Kenzü’l Ummal, 6/12) hadisinin ifadesiyle ibadet sayılmıştır. Adil bir hükümdarın Allah katındaki değeri yukarıdaki hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere son derece önemlidir. Kur’an ve Sünnet bu esas üzerinde ısrarla durur, mü’minleri adil olan hükümdara riayet etmeye çağırır. Bu nedenle adil hükümdarı, adil idareciyi ve insanlar arasında adaletle hükmeden hakimleri çok sever ve kıyamet gününde de onları bu sevgi derecesine yükselterek ilahi iltifatına mazhar kılar.

“Ülkeler Kılıçla Alınır, Adaletle Korunur” Bir memleketin idarecisi müşrik bile olsa, şayet adil ise o memleket ayakta kalır. Fakat idareci Müslüman da olsa şayet adil değilse, halkına zulmediyorsa o memleket ayakta kalamaz. Timurlenk’in bir sözü vardır “Ülkeler kılıçla alınır ama ancak adaletle korunur.” Demek ki iktidarlar hatta imparatorluklar dahil şirkle değil, zulümle yıkılır, adaletle ayakta kalır. Bu konudaki en büyük örneklerden birisi de Sasani hükümdarı Nuşirevan’dır. Adil bir hükümdar olarak ün yapan ve Peygamber Efendimizin aleyhisselam imansız gittiğine üzüldüğü isimler arasında yer alan Sasani hükümdarı Nuşirevan, ülkesinde sağladığı adaletle herkesin takdirini kazanmış ve İslam Peygamberinin “Ben, adil sultan zamanında dünyaya geldim” sözüyle O’nun övgüsüne mazhar olmuştur. Fakat ne yazık ki, Resulullah efendimizin İslamiyet’i tebliğinden önce öldüğünden (ö. 579) adaletiyle meşhur bu hükümdara iman nasip olmamıştır. Adaletten ayrılan devlet reisi, idare ettiği milletin huzur ve saadetini temin edemez, bila-

8


kis onlara zulmetmiş olur. Malumdur ki, insanlara zulmedenin davacısı Allah’tır. Evet, zulüm kadar Allah’ın kahır ve gazabını çabuklaştıran hiçbir şey olamaz. O’nun intikamına dayanacak kuvvet ve kudret ise hiç kimsede yoktur. Allah Teâlâ ile azamet yarışına kalkışan Firavun ve Nemrutların akıbetleri ortadadır.

çevede haksızların ve haksızlıkların karşısında olmak, hakkın ve haklının yanında yer almak, zayıf ve çaresizleri korumak onların en büyük şiarı olmuştur. Bu ilkeleri benimsedikleri için yönetimde adaletin en güzel örneklerini İslam’ın şanlı idarecileri vermişlerdir.

Müslüman İdarecinin En Önemli Görevi

dür

Müslüman bir idarecinin en önemli ve temel görevi, kendini adaletin dağıtıcısı görmek, adalet kaygısıyla hareket etmek, hak sahiplerine haklarını vermek için çalışmak, bir hak gaspı söz konusu ise, onu geri alıp haklıya iade etmektir. Bu sebeple Müslüman yönetici, adaletin mülkün (yönetimin) temeli olduğuna, adaleti sağlayamayan yönetimin zail olacağına ve zulüm ile âbâd olanın âhirinin berbat olacağına inanarak hareket eder. “İnsanları idare etmeyi üzerine alan bir kimse kendini ve ailesini düşündüğü gibi yönettiği kimseleri düşünmedikçe kıyamet gününde cennetin kokusunu bile alamaz.” (Buhari, Ahkâm, 8) hadisinin tehditkâr ifadelerini daima göz önünde bulundurur. Ayrıca Peygamber efendimizin aleyhisselam, kendisine en sevimli ve kıyamette derecesi en yüksek kimselerin adaletli yöneticiler; en sevimsiz ve ahirette azabı en şiddetli olan kimselerin ise zalim idareciler (Tirmizi, Ahkâm, 4) olduğunu bildiren, Allah’ın gölgesinden başka hiçbir kurtuluş yolunun olmadığı o çetin günde adaletli devlet yöneticilerinin Allah’ın gölgesinde barınacağı sözlerini nazarından eksik etmez. Kur’an ve Hz. Peygamber -aleyhisselam-’ın bu konudaki emir ve tavsiyelerini çok iyi kavramış olan Müslüman idareciler, tarih boyunca idare ettikleri toplumlarda adaletin tesis edilmesini hayatlarının gayesi yapmışlardır. Bu çer-

Kasım 2014 / 316

Güçlü Olan Değil, Haklı Olan Güçlü-

Mesela Hz. Ebu Bekir -radiyallahu anh-’ın halife seçildiğinde verdiği ilk hutbesinde dile getirdiği, güçlülük değil haklılık esasını benimsediğine, güçsüz de olsa mutlaka haklının yanında yer alacağına ve onun hakkını kendisinin takip edeceğine dair sözleri, (Ma’mer b. Raşid, Cami, 2/336) İslam’ın yönetimde adalet anlayışının en çarpıcı örneklerindendir. Yine bu anlayış sebebiyledir ki, Hz. Ömer -radiyallahu anh-, adaletin timsali olmuştur. Onun, bir Kıptî’ye tokat atan Mısır Valisi Amr b. As’ın oğlunu sorgulayıp ceza olarak Kıptî’nin de ona tokat atmasını istediğinde söylediği, “Anaları insanları hür olarak doğurmuştur. Siz onları ne zaman köleleştirdiniz.” (Muttakî, Kenzü’l Ummâl, 7/660) sözü, Müslüman bir yöneticinin adalet anlayışının en güzel ifadelerindendir. Sonuç olarak, Allah’ın gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı o dehşetli günde, O’nun gölgesi altında bulunmak, O’nun Rahman ve Rahim sıfatlarıyla kurtuluşa ermek, Allah Resulü’nün de buyurduğu gibi en başta adaletli devlet reislerinin yararlanacağı bir hak olacaktır. Şurası da unutulmamalıdır ki, adaletli davranmak sadece devlet reislerine değil bütün iman edenlere sorumluluk olarak yüklenmiştir. Kıyametin o dehşetli gününe iman etmiş olan Müslümanların bu sorumluluğu aklından çıkarmaması gerekir. 9


KAPAK

İBADET İLE YEŞEREN

ÖMÜR BAHARI Peygamber efendimiz aleyhisselam bir hadisinde “Küçükken ibadete başlayan gençlerin ihtiyarladıktan sonra ibadete başlayanlar üzerine üstünlüğü, peygamberlerin sair insanlar üzerine üstünlüğü gibidir.” buyurmaktadır.

Osman Uz

R

kapak@ilkadimdergisi.net

abbimiz Teâlâ insanoğlunu ahsen-i takvîm olarak yaratmış ve diğer canlılardan üstün kılmıştır. İnsanın hayat evreleri içerisinde yer alan en verimli ve en önemli evre kişinin gençlik yıllarıdır. Hayatımızda her yaşın ayrı bir güzelliği olmakla beraber gençlik çağının yeri başkadır. Bu dönem ömür takviminin ilkbaharı olarak görülür. Her şey diri ve canlıdır. Beden dinamik, idrak ve anlayış hızlı, duygulara ve hayallere sınır çizmek zor, davranışlar ise inişli çıkışlıdır. Onun için, gençlik dönemi en iyi şekilde değerlendirilmelidir. Gençler, yapı bakımından bu dönemde fazla enerjiktir ve kanları deli akmaktadır. Gençlerin fazla olan bu enerjilerini boşaltmaları zorunludur. Ancak fazla enerjilerini kulüplerin fanatik taraftarı olarak, tribünlerde bağırıp çağırarak ya da karanlık güçlerin çıkarları için kanlı eylemler yaparak değil, Hz. Lokman -aleyhisselam-’ın oğluna yaptığı şu nasihatler doğrultusunda deşarj etmelidirler; “Ey yavrucuğum! Namazını dosdoğru kıl, iyilikleri emret, kötülükleri engellemeye çalış ve başına gelenlere sabret. Çünkü bunlar kesinlikle yapılması 10

gereken işlerdir.” (Lokman, 17) Bu noktada gençlerin kulluğa yönelmesi, Allah’a ibadetlerle meşgul olması, onları yanlış iş ve davranışlardan korur. Nitekim Allah Teâlâ “Sana kitaptan vahyolunanı oku, namaz kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…” (Ankebut, 45) buyurmaktadır. İtaat Eken Hayır Biçer Gençlik dönemi aynı zamanda ilkbaharla gelen ekim dönemi gibidir. Bu dönemde hayırlı işler yapan ve Rabbine itaat eken, gerek ömrünün sonunda, gerekse kabir ve ebedî alemde Allah’ın izniyle hayır biçer. Bu dönemde hayatına şer ve isyan eken ise hem geçici dünyada, hem kabirde, hem de ahiret hayatında şer ve pişmanlık toplar. Üstad Bediüzzaman, Gençlik Risalesi’nde gençlere seslenerek “Sizdeki gençlik kat‘iyyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslamiyye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet


ve namusluluk ve taatte sarf ederseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.” demiştir. Gençlik yıllarını Allah’a ibadet, taat ve ilim yolunda geçirerek serpilen genç için bu dönemin paha biçilmez bir servet ve imrenilecek bir makam olduğunu unutmamak gerekir. Peygamber efendimiz aleyhisselam “Bir genç ilim ve ibadet içinde yetişir, olgunlaşırsa, Allah kıyamet günü ona yetmiş iki sıddîkın sevabı kadar sevap verir.” buyurmuştur. Genç birinin nefsine direnmesi, taat ve ibadete yönelmesi ihtiyar kimseye oranla daha zor olduğundan dolayıdır ki yapacağı güzel ameller de Allah katında daha makbul görülmüştür. Gençlerin İhtiyarlara Üstünlüğü Peygamber efendimiz aleyhisselam bir hadisinde “Küçükken ibadete başlayan gençlerin ihtiyarladıktan sonra ibadete başlayanlar üzerine üstünlüğü, peygamberlerin sair insanlar üzerine üstünlüğü gibidir.” buyurmaktadır. Ayrıca başka bir hadis-i şerifte, gençliğini Allah için İslam yolunda geçiren kişiye kıyamette bir nur verileceği müjdelenmiştir. Gençlik çağında ibadete yönelmek, salih amellerle meşgul olmak, yaşlılık dönemine oranla oldukça zordur. Çünkü gençlik çağı nefsanî isteklerin doruk noktaya ulaştığı, duygusal geliş gidişlerin yaşandığı, çalkantılı bir yaş dönemidir. Gerek şeytan gerek şehevî hisler ve gerekse günümüz ‘heytelek’lerinin genç üzerindeki baskısı bu dönemde yoğun bir şekilde yaşanır. Bütün bu çağırışları elinin tersiyle iten gence Allah Teâlâ kutsî bir hadiste “Kaza ve hükmüme inanan, kitabın (Kur’an’ın) hüküm ve tavsiyelerine boyun eğen, verdiğim rızıkla kanaat eden, şehvanî arzularını benim rızam için terk eden genç bir mü’min, katımda bir kısım meleklerimin derecesindedir.” buyurarak melekler derecesine çıkabileceğini müjdelemiştir. Efendimiz aleyhisselam, Allah Teâlâ’nın, ibadet eden genç ile meleklerine övünüp “Bakınız benim kuluma, kendi şehvetini (ve nefsanî heveslerini) benim için terk etmiştir” buyurduğunu bizlere haber verir. Rabbimizin meleklerine karşı övündüğü âbid genç, artık yeni bir hayat enerjisi Kasım 2014 / 316

elde eder. Gelecek endişesi o gencin gündemi olmaz. Kendisini Rabbi’ne yakın hissettiği gibi çevresiyle de olumlu ilişkiler kurar. Bütün bu güzelliklerden, iman ve ibadetten yoksun olarak yetişen gençler ise manevi sıkıntılar içine düşerek, ruhlarındaki boşluk hissini yanlış alanlarda doldurmaya çalışırlar. Bu ise onları çoğu zaman daha büyük bir çıkmazın içine sürükler. Zira Allah Teâlâ “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Râd, 28) buyurarak çözüm reçetesini bizlere sunmuştur. Beş Şeyin Hesabını Vermeden Kıpırdamak Yok Peygamber Efendimiz aleyhisselam bir hadis-i şeriflerinde, Allah’ın rahmet gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı o dehşetli kıyamet gününde Rabbimizin himayesi altına alacağı yedi sınıf insandan birinin de gençliğini Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak geçiren kimse olduğunu haber vermiştir. Sonuç olarak, şunu bilmeliyiz ki ömürden giden geri dönmüyor ve unutmayalım ki bizler bu gençliğin hesabını bir gün kesinlikle vereceğiz. Peygamber efendimiz aleyhisselam “Kıyamet günü hiç kimse beş şeyin hesabını vermeden bir yere kıpırdayamaz.” buyuruyor. Bu beş şeyden birisi de “Gençliğini nerelerde geçirdiğinin hesabı.” Efendimiz aleyhisselam başka bir hadis-i şeriflerinde ise “İhtiyarlığından önce gençliğinin kıymetini bil.” buyurarak gençleri ikaz ediyor. Öyleyse insan, ömrünün en verimli dönemi olan gençlik çağını ganimet olarak bilmeli, Allah Teâlâ’nın razı olacağı ameller yapmak için uğraşmalıdır. Yine gençler günahlardan azami derecede kaçınmaya gayret etmeli, ellerindeki bu fırsatı kazanca çevirmenin yollarına bakmalıdır. Bir de işlemiş olduğu hata ve günahlardan dolayı pişmanlık duyup tevbe etmeyi hayatından eksik etmemelidir. Peygamber efendimiz aleyhisselam “Allah, tevbe eden genci sever” ve “Tevbe güzeldir, ancak gençlerde olursa daha da güzeldir.” buyurmuştur. Allah Teâlâ bizleri gençliğinin kıymetini bilen, yaşlılığında ise gençliğinde olması gerektiği gibi bolca salih amel işleyen, dünyada ve ahirette Rabbimizin rızasına eren kullarından eylesin. Amin. 11


KAPAK

ZOR ve KOLAYLAR Yaşlanınca mescitte vakit geçirmek kolay. Gençken kalbini mescitlere bağlamak zor. Gitmek, gelmek bakımından çok fazla bir seçeneği olmayan bir ihtiyarın durumu ile onca çağıranı varken mescide gelebilen genci karşılaştırmak değil niyetim. Zaten bu durum kıyas da götürmez. Esas derdim bunu başarabilen gençlerin ne kadar değerli bir iş yaptığını anlatabilmektir.

Sinan Gün kapak@ilkadimdergisi.net

Ş

u hayatta zor işler ve kolay işler var. Bunları saymak kolay, yapabilmek gerçekten zor. Yaşamak kolay, o yaşamda bunları ayırabilmek zor. Kolaya kaçmak kolay, zora talip olmak zor. Ne kolay, ne zor? Konuşmak, bilgiçlik taslamak kolay. Az ve öz konuşup susan olmak zor. Akıl vermek kolay, bozmak kolay. Çalışıp onaran olmak zor. Niyet etmek de başlamak da kolay fakat işi bitirmek zor. Alan el olmak kolay. Veren el olmak zor. Benlik, bencillik kolay. Tevazu ve diğerkâmlık zor.

12

Merak kolay, seyretmek kolay. Bakan olmak değil gören olmak zor. Kazanç, servet, zenginlik kolay. Hem vicdanlı, namuslu hem de varlıklı olmak zor. Yoksulu kandırmak, azdırmak kolay. Açları doyuran insan olmak zor. Yemin etmek, söz vermek kolay. Verdiği sözde durmak zor. Seçilmek, yükselmek, baş olmak kolay. Dürüst ve adil olmak, adaletle hükmetmek zor. Hile, yalan, riya, kalleşlik kolay. Dosdoğru olmak, samimi olmak zor. Kan akıtmak kolay, acı vermek kolay. Kana-


yan yarayı saran olmak, derde deva olmak zor. Nefse uymak kolay, hırslanmak kolay. Nefsine gem vurmak, hırsını kontrol etmek zor. Evlenmek kolay. Huzurlu, “Allah’ın dediği olur” diyebilen bir yuva kurmak zor. Doğmak kolay. Öyle ya da böyle yaşamak da kolay. İnsan/mü’min olmak, insan/mü’min kalmak ve insan/mü’min ölmek zor.

Dipdiri Bir İmanın Göstergesi Sadede gelelim. Yaşlanınca mescitte vakit geçirmek kolay. Gençken kalbini mescitlere bağlamak zor. Gitmek, gelmek bakımından çok fazla bir seçeneği olmayan bir ihtiyarın durumu ile onca çağıranı varken mescide gelebilen genci karşılaştırmak değil niyetim. Zaten bu durum kıyas da götürmez. Esas derdim bunu başarabilen gençlerin ne kadar değerli bir iş yaptığını anlatabilmektir. Gençlerin gidebileceği o kadar yer, yapabileceği o kadar iş varken mescitlerde ve faydalı ilim öğreten yerlerde vakit geçirmesi hiç şüphesiz dipdiri bir imanın göstergesidir. Hadis-i şerifte arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıftan biri olarak “Tekrar dönünceye kadar kalbi mescitlere bağlı olan gençler”in zikredilmesi meselenin önemi ile ilgili bize çok mühim bir ipucu verirken aynı hadis-i şerif gençler için de bir müjde niteliği taşımaktadır. Hadiste geçen yedi sınıf insanın ortak özelliği kullukta adeta kahramanlık destanı yazmalarıdır. Rableri her ne istiyor ise bulundukları konumda onu yapmaya çalışmalarıdır. Kolay ve zor diyorum ya, işte bunlar o zoru başaranlardır. Yönetimde olup da her haliyle adaletli olabilen; birbirlerini Allah için seven; ben Allah’tan korkarım diyerek makam-mevki sahibi Züleyhaları reddeden; kendine bile söylemeden sadaka veren; kimselerin görmediği yerde gözyaşları ile Allah’ı anan, namazlarını camide cemaatle kılaKasım 2014 / 316

Dindar nesillere ve gençlere hem ümmetin hem milletin hem de gençlerin kendilerinin çok ihtiyacı var. Çeldirici şıkların çok daha fazla olduğu zamanımızda gözü ve gönlü Allah’a kullukta olan gençler yetiştirmek iyice zorlaştı ve önemli hale geldi. rak hem camiyi hem toplumu hem de namazı ikame eden/ayağa kaldıran kahraman kimselerle beraber kalbi mescitlere bağlı dindar gencin de sıralanması onun da bu kahramanlardan biri olduğundandır. Bunların ödülleri ise yapılan işe göredir ve büyüktür.

“Hangisini Tercih Edersin?” Hadis-i şerifin diğer rivayetlerinde ilgili bölüm “Şabbun neşe’ e fi ibadetillah” şeklinde geçmektedir. Bu ifade “Allah’a kulluk içinde serpilip büyüyen genç’’ anlamındadır. Yani gençlik yıllarını namazlı, niyazlı, iftarlı, sahurlu, helal dairesinde dindar bir çizgide geçiren genç kıyametin o müthiş sıkıntılarından ilahî koruma altına alınarak kurtulacaktır. Bu sonuç gencin nefsini

13


ayakları altına alarak Allah’ın emirlerini baş tacı etmesinin bir karşılığıdır. Her türlü arzusuna dur diyerek, heva ve heveslerine gem vurarak marufa uyup münkere sırt çevirebilmesinin büyük ödülüdür.

nın, ibadetinin ve duruşunun ne kadar değerli olduğunu anlarız. O bu haliyle kolaya kaçmamış ve zoru başarmıştır. “Ömrünü nerede tükettin? Gençliğini nerede yıprattın?” sorularına verecek cevabı vardır.

Günahlardan sakınmak, harama yaklaşmamak -özellikle bir gençte- çok büyük bir fazilet örneğidir. Zaten bizim ‘iyi kul’ diyerek tarifini yaptığımız da budur. Abdullah b. Abbas’a soruyorlar “İki kişi var: Biri çok namaz kılar, çok oruç tutar fakat bazı yasakları da çiğner. Diğeri yalnız farz namaz ve oruçla yetinir fakat günah işlemekten sakınır. Bunların hangisini tercih edersin?” dediler. O da “Günahlardan sakınmaya hiçbir şeyi denk tutmam.” cevabını veriyor. Bunu yapan genci tahayyül edelim. Allah onu katından nimetlere gark etmez mi?

Dindar nesillere ve gençlere hem ümmetin hem milletin hem de gençlerin kendilerinin çok ihtiyacı var. Çeldirici şıkların çok daha fazla olduğu zamanımızda gözü ve gönlü Allah’a kullukta olan gençler yetiştirmek iyice zorlaştı ve önemli hale geldi. Dini eksik algılayan ve yanlış yorumlayan kimilerine göre gençlik bir günah işleme mazereti olarak görülüyor. Hâlbuki bu dirilik ve enerji günah için bir mazeret değil daha iyi kul olmak için verilmiş büyük bir imkân ve nimettir. Gençlik bu ve benzeri düşüncelerle adeta heba ediliyor.

“Mademki can tendedir, öyleyse fırsat eldedir.” diyor Yunus’umuz. Fırsat varken onu kullanmak gerekiyor. Canımıza, tenimize tam olarak sahipken ve ona söz geçirebiliyorken onu hayır yola tevdi etmek gibisi var mı? “Güçlü mü’min zayıf müminden hayırlıdır” hadisini direkt düşündüğümüzde genç eğer mü’minse, gençliğini ve gücünü bu yolda kullanıyorsa “daha hayırlıdır” diyebiliriz.

İş Sonuca Ulaşmasa Dahi İnsanlar nazarında yapılan işin sonucu önemlidir. İnsanlar neticeye bakar. Sonuca ulaşmak için katlandığınız zorluklar onlar için pek de önemli değildir. Vecizeye atfen gemiyi limana getirip getiremediğinize bakarlar. Hak nazarında ise işin hangi niyetle, nasıl yapıldığı ve bu yolda katlanılan meşakkatler önemlidir. İş sonuca ulaşmasa dahi iyi niyet ve samimi çalışmaya bakıyor Rabbimiz. Değer, niyetle ve fedakârlıkla doğru orantılıdır. O halde gencin ibadetine, nelerden vazgeçip neleri yaptığına bir bakarsak onun imanı-

14

Futbol, İnternet, Flört, Kariyer Gençliği Fıtrat üzere doğan çocuklar her geçen gün fıtrattan daha da uzaklaştırılıyor. Futbol gençliği, internet gençliği, flört gençliği, kariyer gençliği vs. derken gençler, içerisinde kulluk olmayan yer ve yönlere kanalize olup başıboş sular misali akıp gidiyor. Yön verilmediği takdirde başıboş suyun kanalizasyona gittiği gibi telefâta doğru gidiyorlar. Aynı su doğru yere yönlendirilirse bir ağaca meyve, bir buğdaya başak, bir çiçeğe renk olup yararlı hale gelecektir. Kulluk üzere yetişen ve yetiştirilmeye çalışılan gençler de böyledir. Hem dünyada hem ahirette kazanç vardır onlar için. Allah’a kullukta mutluluğu yakalayan gençler olmazsa öyle zannediyorum ki hadis-i şerifte geçen yedi zümreden hiçbirisi olmayacaktır. Kur’an ile büyümüş, sünnetle sulanmış, hayatı Kur’an ve sünnetin gölgesinde oluşmuş, zor olanı başaran o zümreye/yiğitlere/gençlere selam olsun. Rabbim, ümmetin gençliğini dinde ince anlayış sahibi kılsın. Onları kullukla büyüyen, yetişen, yoğrulan saadet nesline benzetsin.


KAPAK

KATKISIZ SEVGİ, KAYITSIZ SEVGİ Allah rızası için birbirlerini seven, başka hiçbir maksat taşımayan, bir araya gelmeleri Allah için, şayet ayrılacaklarsa ayrılıkları yine Allah için olan yani bir arada iken de ayrı iken de Allah için duydukları sevgiyi muhafaza eden iki insan, sanki bir anlamda yekdiğerini Allah’ın emirlerine muhalefetten koruyandır.

Yusuf Karmaz kapak@ilkadimdergisi.net

H

aşir meydanında güneş bir mızrak boyu insanların tepesine yaklaşır. Bu anda çok büyük zahmet çekecekler olacağı gibi bazı insanlar Allah Zülcelâl’in arşının gölgesinde gölgeleneceklerdir. Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf kimseden biri de birbirini Allah Zülcelâl için sevenler, Allah için buluşup Allah için ayrılanlardır. Allah rızası için birbirlerini seven, başka hiçbir maksat taşımayan, bir araya gelmeleri Allah için, şayet ayrılacaklarsa ayrılıkları yine Allah için olan yani bir arada iken de ayrı iken de Allah için duydukları sevgiyi muhafaza eden iki insan, sanki bir anlamda yekdiğerini Allah’ın emirlerine muhalefetten koruyandır. Kasım 2014 / 316

Evet kardeşlerim, birbirini Allah için sevmek o kadar önemli ki… Biz birini veya bir kardeşimizi severken veyahut sevdiğimizi zannederken gerçekten Allah için mi seviyoruz diye kendimizi sorgulamamız gerekiyor. Dilde değil kalpte, hatta vücudumuzun her zerresinde o sevgiyi hissedebilmek... Gerçek sevgi, kardeşinin derdi ile dertlenirken onun derdini aynen hissedebilmek ve onun neşesi ile neşelenirken aynı mutluluğu yaşayabilmek olsa gerek. “Seni Allah İçin Seviyorum” Hz. Enes -radiyallahu anh- anlatıyor: “Rasulullah -aleyhissalatu vesselam-’ın yanında bir adam vardı. Derken oradan birisi geçti. (Aleyhis15


salatu vesselam’ın yanındaki) “Ey Allah’ın Resulü! Ben şu geçeni seviyorum.” dedi. “Pekiyi, kendisine haber verdin mi?” diye aleyhissalatu vesselam sordu. “Hayır!” deyince, “Ona haber ver!” dedi. Adam kalkıp gidene yetişti ve “Seni Allah için seviyorum!” dedi. Adam da “Kendisi adına beni sevdiğin zat da seni sevsin!” diye mukabelede bulundu.” (Ebu Davud) Kardeşlerimizle muhabbetimizde, alışverişimizde, ticaretimizde, ziyaretimizde, davetimizde, icabetimizde… velhasıl her türlü ilişkilerimizde Allah için sevgimizi ön plana çıkarmalıyız. Kayıt altına alınan “O bana gelmişse ben de giderim, o yapmışsa ben de yaparım gibi” bir sevgi olmamalı. Katkısız bir şekilde “onunla olursam çevrem artar, ticaretim gelişir, siyaseten bir yerlere gelirim gibi” bir sevgi de olmamalı. Seherdeki Gözyaşı Gibi Sevmek Sevmek, evet Allah için sevmek. Öyle ki kardeşini hatırladığın zaman kalbi titretecek, gözleri yaşartacak kadar sevmek. Seherlerde gözden akan yaşın damlası gibi sevmek. Seccade başında zikir ederken çektiğin tesbih tanesi gibi sevmek. Özlediğin birinin sesini duyduğundaki sevinç gibi sevmek. Susayan birinin suyu sevdiği gibi sevmek. Kardeşinin kendisi tarafından bilinmeyen fakat senin belki de yanlış anladığın bir durumdan dolayı onu aylarca belki de yıllarca aramayıp kalben mahzun ve üzgün bırakacak tepkiyi göstermeyerek sevmek. Sevmek, sevmek… Katkısız ve kayıtsız bir şekilde sevmek. Ebu Hureyre -radiyallahu anh- anlatıyor: “Rasulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki “Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ hazretleri

16

Sevmek, evet Allah için sevmek. Öyle ki kardeşini hatırladığın zaman kalbi titretecek, gözleri yaşartacak kadar sevmek. Seherlerde gözden akan yaşın damlası gibi sevmek. Seccade başında zikir ederken çektiğin tesbih tanesi gibi sevmek. Özlediğin birinin sesini duyduğundaki sevinç gibi sevmek. Susayan birinin suyu sevdiği gibi sevmek. kıyamet günü şöyle diyecek: “Benim celalim adına sevişenler (birbirini sevenler) nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim!” (Müslim) Ya Rabbi, bizleri ayetlerinde ve Resulünün hadislerinde müjdelediğin gibi birbirini seven kullarından eyle. Amin.


KAPAK ARŞIN GÖLGESİNDE RESUL’UN MUŞTUSU

GENÇ OLABİLMEK İman, ihlas ve takvayı zorlukta ve kolaylıkta bırakmayan ve dolayısıyla da kendisini her türlü kötü amelden koruyan iffetli erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlar için Allah bağışlama ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

Fatih Muhammed Çakmak

İ

kapak@ilkadimdergisi.net

lahî ve nebevî öğretimde ırz ve namusa çok önem verilmiş; bu eğitim dünya ve ahiret saadeti için vazgeçilmez bir değer kabul edilmiştir. Rasulullah’tan aleyhisselam günümüze ırz ve namusu konusunda hassas olmayanların İslam toplumunda yeri olmamıştır.1 Gençlik dönemi ise ırz ve namusu koruma hâli olan iffetin muhafazası hususunda daha önemli bir yerde durmaktadır. Zira bu dönem toplumun en dinamik yapısı ve mihenk taşıdır. Bireysel ölçekte düşünüldüğünde ise gençlik, kişiliğin belirlendiği bir dönem olması hasebiyle de bu dönem içerisinde atılacak her türden adım çok önemlidir. İffet duygusunu taşıma, iffeti karakter haline getirme ve iffetli kalabilme de bu adımlardan biridir. Ne var ki böylesi bir hasleti taşıyabilmek bu konuyu satırlara işlemekten kat be kat zordur. Hz. Peygamber aleyhisselam bu hususta kendisine ilk inananların çoğunluğunu oluşturan ve hemen Kasım 2014 / 316

her hususta kendisini yalnız bırakmayan genç sahabeleri bu hususta sıkça uyarmış, kadın ve erkek münasebetine dair meşru ölçüleri haber vererek iffetin muhafazasına dair eğitim-öğretimde bulunmuştur. Bu meyanda makam ve mevki sahibi bir kadının meşru olmayan teklifine “Ben Allah’tan korkarım!” cevabını veren iffetli bir genci, kıyamet günü hiçbir gölgenin bulunmadığı bir zamanda gölgelenecek yedi sınıf insan arasında zikretmiştir. Buradan, çetin bir zamanda gölgelenmenin anahtarı olan iffet vasfının pek de kolay kazanılamayacağı, korunamayacağını da anlayabiliriz. Ancak, bugün adeta İslam toplumlarının iliklerine işlemiş olan Allah’ın rahmetinden ümit keserek kendisine inanan ve dayananları desteklemediği hissiyle çilekeş bir ruh hali akla gelmemelidir. Her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır.2 Ayrıca mezkur hadis-i şerifte bahsi geçen genç vasfını sade17


ce erkekleri kuşatan bir vasıf olarak değil; iffete dair Rabbimizin genel buyrukları ve Efendimiz’in hadisleri bütünlüğünde, mü’min erkek ve hanım gençlere dair bir vasıf, bir müjde ve bu müjdeye ermek için aynı sorumluluğu taşıyor olmak olarak değerlendirmekteyiz.

Değişimler Bizim Değerlerimizi Taşımıyor Gerçekçi olalım; mevcut çevre, imanımızı ve onun alt başlıkları olan ilim (teori), ihsan (teorik düzlemi uygulamaya dökme gayretleri) ve irfanımızı (iman-amel gayretlerinin tatbik edilmesi, karakter haline gelmesi) sağlam bir zeminde sürdürmemiz, sağlam bir zemine kavuşturmamız noktasında bizleri hayli zorluyor. Her gün biraz daha yenildiğimizi hissediyoruz; her gün Allah’ın istediği, fıtratımıza daha uygun olan hayatı ararken aksi istikamette çeldiricilerle karşı karşıya olduğumuzu idrak ediyoruz. Her şey çok hızlı akıyor, hızlı değişiyor; ne bu hız ne de bu değişimler bizim değerlerimizi taşıyor. Gündelik hayatı kolaylaştıran her türden yenilik, özünde bizden olmayan kendi iç değerleriyle doğrudan ya da dolaylı olarak hayatımızı şekillendiriyor. Bunları idrak edip karşı refleks geliştirmek istediğimizde ise ya geçmişin romantizmi avutuyor ya da modern bir zihinle öze dönüş çabaları veya modernliğe başkaldırı savaşları veriliyor. İşte böyle bir zeminde ‘iffet’ gömleğini giyebilmek, taşıyabilmek… Bu satırları kaleme alan bir genç olarak iç açıcı bir vaziyette olmadığımızı üzülerek ifade ediyorum. Ancak mecazi bir tabirle söylersek öldük, bittik mi? Tabi ki de hayır. Direniyoruz. Peki, kolay oluyor mu? Mücadelemiz hiç de kolay değil. Hayata kolaylıklar yaşamak için mi geldik? Ne münasebet! Aksine, bir şairle “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer”e inandık. Başlarken isim vermeden değinmiştik, adı ergenlik çağı olan bir dönem var; psikolojik ve fizyolojik açıdan değişimlerin yaşandığı bir dönem hani. Her türden evrilme, devinim, savrulma vd. bura-

18

da başlıyor ve bir dönem sonra bunların sonucu olarak karakter şekilleniyor. Böylesi bir dönemde bazen ‘bilmek’ yetmiyor. İrade ve iman arası ağır bir çekişme, psikolojik bir harp yaşanıyor. Sizden bağımsız gelişen durumlar olabiliyor ve ardından bocalama süreci. Daha ince noktalar da var; fakat yukarıdaki işaretler muhtemelen meramımızı serdetmek için yeterli gelecektir.

Altın Tepsi: Kur’an ve Sünnet Tam da bu noktada, ne yapmalıyız, sorusu gündeme geliyor. Altın tepsi; Kur’an ve sünnete sarılmak. Klasik bir söylem hatta biraz daha cesur bir tabirle sloganik bir söylem gibi gelebilir. Fakat burada hatırdan çıkarmamamız gereken husus, bu iki kaynaktan beslenmenin bir an ve bir noktada değil, hayatın her döneminde ve her alanında olması gerektiği. Genel özelliklerimizin uyduğu bir öz damar/fıtrat aynı belki; ama baskın yanımız, zafiyet noktalarımız farklı. Bu meyanda salih bir genç, Hz. Nebî’nin aleyhisselam müjdesine erecek genç olmak için bu hususta daima arayış içerisinde ve küçük büyük demeden amel boyutunda mücadelemizi sürdürmemiz gerekiyor. Hata yapanların hayırlısı, tövbe edenlerdir ve hata da bizi biz yapan damarlardan biridir. Rabbimiz ‘zina yapmayın’ buyurmaktan ziyade ‘zinaya yaklaşmayın’3 buyuruyor. Dolayısıyla bahsettiğimiz iç ve dış unsurları olabildiğince kontrol etmemiz, mücadelemizi canlı tutmamız, iffetsizliğe giden yollardan sakınmamız gerekiyor. Hepimiz Hz. Yusuf’un aleyhisselam kıssasını biliriz. Hani Hz. Yusuf, Mısır sarayına köle olarak satılmış, onu satın alan Mısırlı, eşine ‘Buna güzel bak. Bize faydalı olabilir ya da evlat ediniriz.’4 demiş, saraya yerleştirilmişti. Derken Hz. Yusuf büyümüş; güzel, soylu ve zengin bir kadın olan Züleyha’nın kendine yönelmesiyle ağır bir imtihanla karşılaşmış ve iffetini koruduğu, suçsuz olduğu halde zindana atılmıştı. Esasen basit bir yüz çeviriş olarak görülen bu hadisenin özü sağlam bir nefis terbiyesi ve bundan sonra Allah’ın yardımıyla gelen korunmuşluğa dayanmaktadır.


Allah’ın Yardımına Kavuşmak İçin Tevekkül, hangi iş/husus olursa olsun gereken gayretin gösterilmesi ve ardından da Allah’ın muradı ile O’ndan yardım/başarı dilemektir. Bu meyanda Hz. Yusuf kulluğunda ihlas sahibi olduğu için Allah’ın yardımına kavuştu. “Böylece biz O’ndan kötülüğü beri ettik. Çünkü bizim muhlis kullarımızdandı.”5 hitabına mazhar oldu. Söz konusu kıssayı biraz daha ayrıntılı ele alırsak: 1. Yusuf aleyhisselam yakışıklı genç bir delikanlıdır. 2. Züleyha zengin, nüfuz/makam sahibi zengin bir kadındır. 3. Hz. Yusuf, güzel ve mevki sahibi bir kadın karşısında çetin bir imtihana karşı koymak zorunda kalmıştır. Buna mukabil kendilerini Allah’tan başka kimsenin görmediği bir köşede bu haram fiile yönelebilir, gençliğini ve yakışıklılığını kendinden bilebilirdi. Ancak daha önce nefsini, gönlünü Allah’ın rızasına uygun bir şekilde terbiye ettiği için ‘muhlis’ bir kul olarak güzel ve mevki sahibi bir kadına yüz çevirebildi. 4. Yukarıda zikrettiğimiz ilk iki maddedeki durumlardan gençlik, güzellik, makam ve mevkinin gelip geçici ve beşer için çeldirici; varlığını, gayesini, nereden gelip nereye gideceğini unutturan bir yanı vardır. Ancak hakiki bir iman, ihlas, iffet, gayret, sabır ve sebatla Allah’a bağlanılırsa başa gelebilecek en zor musibete dahi karşı koyulabilir. 5. Hz. Yusuf’un bu karşı koyuşunda ergenlik çağına geldiğinde ilim ve karar verme gücüyle donanmış olması etkili olmuş; ilim, ihsan ve irfan bağlamındaki bütünlükle korunanlardan olmuştur. Buradan hareketle Efendimiz’in aleyhisselam kıyamet günü hiçbir gölgenin bulunmadığı bir zamanda arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıftan biri olarak haber verdiği “Güzel ve mevki sahibi bir kadının zina teklifine ‘Ben Allah’tan korkarım!’ diyen genç” olabilmek için Hz. Yusuf’un aleyhisselam ahlakının kadın veya erkek fark etmeksizin tüm mü’min gençlerce kuşanılması geKasım 2014 / 316

rektiğini görmekteyiz. Bu meyanda İbn Abbas’tan nakledilen şu hadis-i şerif dikkat çekicidir:

Sağlam Bir Kale: İman ve Amel İbn Abbas demiştir ki: “Bir gün Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin arkasında idim. (Bana): - Ey çocuk, Allah’ın emir ve yasaklarına uy ki Allah da seni muhafaza etsin. Allah’ın emir ve nehiylerini muhafaza et ki onu (hıfz ve emânı) karşında bulasın. Bir şey istersen Allah’tan iste. Yardım dilediğin vakit de Allah’tan dile, buyurdular.” Görüyoruz ki sağlam bir mü’min için iman ve amel, sağlam bir kale; başa gelebilecek musibetlere karşı iyi bir korunak, bir zırhtır. Bu zırhı gençken kuşanmak, gençliği dünyalık ve şehevî arzuların tatmini için zevk ve sefa çağı değil de ömür ve amel defteri için bir tohum mevsimine dönüştürmenin temelidir. Hz. Yusuf gibi iffet gömleğini giyip kıyamet günü hiçbir gölgenin bulunmadığı bir ortamda gölgelenenlerden olmanın anahtarı Efendimiz’in aleyhisselam “Utanmıyorsan dilediğini yap” ihtarına uyarak hayâ ve edep elbisesine bürünmekten geçmektedir. İman, ihlas ve takvayı zorlukta ve kolaylıkta bırakmayan ve dolayısıyla da kendisini her türlü kötü amelden koruyan iffetli erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlar için Allah bağışlama ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.6 Şüphesiz Rabbimizin vaadi ve Rasulullah’ın müjdesi haktır. Akıbet ise kendisine sermaye olarak verilmiş gençliğini, güzelliğini, ömrünü ilahî ve nebevî sınırlara riayet ederek koruyan, iman ve salih amelini sürekli diri tutup tevekkül ile el-Muahhir, el-Velî Rabbimizin korunağındaki ilim, ihsan ve irfanla bütünleşmiş muttakîlerindir. 1-Nureddin Soyak, İlkadım Dergisi, Sayı 313, s. 4 2-İnşirah, 94/5-6 3-İsra, 17/32. 4-Yusuf, 12/21. 5-Yusuf, 12/24. 6-Ahzâb, 33/35.

19


KAPAK

SAĞ ELİN VERDİĞİNİ İnfak, kibirlenmeden, fakiri hor görmeden, kendini fakirin yerine koyarak, hayır kazanılmasına sebep olduğu için alana teşekkür edasıyla ve nezaketle yapılmalıdır. Yapılan infakın bir lütuf değil fakirin maldaki hakkı olduğunu, zenginliğin ve fakirliğin değişebilen durumlar olduğu unutulmamalıdır.

Sinan Şahin kapak@ilkadimdergisi.net

H

azreti Ali -radiyallahu anh-’nın torunu İmam Zeynelâbidin hazretleri her gece Medine fukarasının kapılarına sırtında taşıdığı erzak çuvallarını bırakır, kimseye görünemeden geri dönerdi. Bir sabah o fakirler, kapılarına erzak konulmamış olduğunu gördüler. Sebebini merak ederlerken Zeynelâbidin Hazretleri’nin vefat haberi bütün Medine’ye yayıldı. Herkes derin bir mateme boğuldu. Zeynelâbidin hazretlerinin naaşı yıkanırken, sırtında içi su toplamış yaralar olduğu görüldü. Yakınlarına bunun sebebi sorulduğunda o mübarek zatın sırrı da ortaya çıktı… Merhamet dolu, nebevî ahlakla şereflenen mü’min gönüllerdeki ihlâs ve yapılan iyiliğin insanların iltifatlarıyla zedelenmesini önlemek için gösterilen muazzam itina örneği... Zira 20

nebevî ahlakın özünü edep duygusu, edep de imanın özünü oluşturur. Bu sebeple edep duygusu, örtüsüne bürünmüş bir genç kızdan daha fazla hayâ sahibi bir Peygamberin ümmetinin de hayatının her anını özellikle de ibadet hayatını kuşatması gerekir. Edebe riayet edilmeden, gafilâne yapılan ibadetlerin sahiplerine Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “Yazıklar olsun…” diye hitap buyururken, Peygamber Efendimiz de aleyhisselam ellerinde yorgunluktan başka bir kalmayacağını söylüyor. Bütün ibadetlerimizde olduğu gibi infakta da gözetmemiz gereken edebi Rabbimiz şöyle bildiriyor:

“Allah Zengindir, Acelesi de Yoktur.” Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında


has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir. Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur. Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez. (Bakara, 262-264) Rabbimiz ayet-i kerimeler de infak etmeyi teşvik ederken aynı zamanda uyulması gereken edebi de gösteriyor. Nitekim bu hususu Peygamber Efendimiz de ‘sağ elin verdiğini sol elin görmemesi’ şeklinde ifade ediyor. Zira ihlâs ve edepten yoksun olarak, kibir ve gösterişle yapılan infakın, sahibine hiçbir fayda sağlamadığı gibi infakı alanın da rencide olması ve hayâ duygusunun kaybolması söz konusudur. Bütün bunları bertaraf etmenin en etkili yolu gizliliğe riayet etmektir. Ayet-i kerimede bu hususta söyle buyrulur:

Gizli Sadaka Günahları Örter Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir. (Bakara, 271) O halde İnfak, kibirlenmeden, fakiri hor görmeden, kendini fakirin yerine koyarak, hayır kazanılmasına sebep olduğu için alana teşekkür edasıyla ve nezaketle yapılmalıdır. Yapılan infakın bir lütuf değil fakirin maldaki hakkı olduğunu, zenginliğin ve fakirliğin değişebilen durumlar olduğu unutulmamalıdır.

Kasım 2014 / 316

Nebevî ahlakın özünü edep duygusu, edep de imanın özünü oluşturur. Bu sebeple edep duygusu, örtüsüne bürünmüş bir genç kızdan daha fazla hayâ sahibi bir Peygamberin ümmetinin de hayatının her anını özellikle de ibadet hayatını kuşatması gerekir. Bu hassasiyet ve ölçüyü hayatlarının her anında yaşatan ecdadımız, zekât ve sadakalarını bir zarf içinde camilerdeki sadaka taşlarına bırakırlardı. Bu şekilde alan vereni, veren de alanı görmediği için ne alanın gönlü incinir ne de verende büyüklenme olurdu. Yine bu hassasiyetin en güzel örneklerinden biri de Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesindeki ifadeleridir: Ben ki İstanbul Fatihi, Allah’ın aciz kulu, Fatih Sultan Mehmet; alın terimler maliki bulunduğum 136 dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfeyledim: Külliyemde bina ve inşa eylediğim aşhanede şehidlerin hanımları, yetimleri ve İstanbul fukarası için yemek yapılsın. Ancak yemek yemeye veya almaya gelemeyen mazeretlilerin yemekleri, hava karardıktan sonra, kapalı kaplar içinde, gözlerden ırak şekilde evlerine götürülsün... Rabbim ecdadın ahlakını neslimize ulaştırsın… 21


KAPAK

ROCKY Mİ, İHVAN MI? Eğer dava’mız uğruna riyasız ağlayabiliyorsak mübarek olsun bizlere! İhvan’a darbe yapıldığında, Abdulkadir Molla asıldığında yüreğimiz daralıyorsa mübarek olsun! Eğer sokakta modayla el ele gezen gençler için ağlayabiliyorsak mübarek olsun! Ve eğer kalabalıklar içinde yalnız ağlayabiliyorsak mübarek olsun bizlere!

Enes Belada kapak@ilkadimdergisi.net

E

vvela şu soruya cevaplar arayarak başlayalım: Kimler ağlar?

El-Cevap 1: Derdi Olanlar Ağlar

Evet derdi olanlar ağlarlar. Peki ‘dert’ten kastımız nedir? Dertten kastımız; önemsediğimiz, uğrunda acı çekmeyi göze aldığımız, kaybettiğimizde üzüldüğümüz bir dava’dır. Tazminat veya ceza davası değil elbette. Müslüman hassasiyetiyle yaşamaya çalışan bizlerin en büyük derdi: İslam Davası olacaktır. Herkesin davası bir değil tabi. Bazısının davası da komünizmi yenmektir ve Rocky’e televizyonda devasa Rus boksörü dövdürerek yapmaya çalışırlar bunu. Bir ağabeyim demişti ki bana “Bir insan ancak heyecanlandığı alanda faydalı olabilir. Eğer birisi İslam davasında heyecan duymuyorsa İslam adına o kişiden bir beklentiye de giremeyiz.

22

El-Cevap 2: Yalancılar da Ağlayabilir “Akşamüstü ağlayarak babalarına geldiklerinde ‘Ey babamız! İnan olsun biz yarış yapıyorduk; Yusuf’u eşyamızın yanına bırakmıştık; bir kurt onu yedi. Her ne kadar doğru söylüyorsak da sen bize inanmazsın’ dediler.” (Yusuf, 16-17) Hz. Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri de uydurdukları yalana babalarını inandırabilmek için ağlamışlardı. Ancak bu gözyaşları hainliğin gözyaşlarıydı, kıskançlığın ve hasetliğin gözyaşlarıydı. Bir timsah avına ne kadar ağlarsa o kadar sahici olan gözyaşlarıydı. Böyle gözyaşlarının ne gökte ne de yerde bir değeri yoktur. Hatta yalan yere akan gözyaşları mahşerde insanın lehine değil aleyhine işleyecektir. Maazallah! El-Cevap 3: Gökler ve Yerler de Ağlayabilir “Gök ve yer onların üzerine ağlamadı. Onla-


ra mühlet de verilmedi.” (Duhan, 29) Bu dünyadan birçokları geldi ve geçti. Ancak şu gök kubbede hoş bir sadâ bırakanlar hariç kimsecikler hatırlanmaz oldu. Amel defterleri kapandı ve gitti, üç kişinin haricindekiler: Sadaka-i cariye, kendisinden yararlanılacak ilim ve gerisinde hayırlı bir evlât bırakanlar. Böyle insanların ardından hem yeryüzündekiler hem de gökyüzündekiler ağladılar. Efendimiz -aleyhisselam-’ı ahirete irtihal ettiklerinde sahabe efendilerimiz öylesine ağladılar ki hatırasını toprağında taşıyan Medine’de yaşayamayıp Şam’a yerleşenleri bile oldu. Herkes her yerde ağlıyordu. Ancak onların gözyaşlarına riya bulaşmamıştı. Onlar biliyorlardı ki güldüren de O’dur azze ve celle, ağlatan da O’dur azze ve celle. (Necm, 43) Onlar ağlarken yanlarındakileri düşünüyorlar mıydı, kim bilir? Peygamberimiz aleyhisselam gitmişti ve onlar kalabalıklar içinde yalnız kalmışlardı zaten. Gözleri artık başkasını göremez olmuştu. Kasım 2014 / 316

Netice Kıyamet gününde insanlar kavrulurken, arşın gölgesinde bulunacak yedi sınıftan birisi de “yalnızken Allah’ı anıp gözyaşı dökebilen kişi”dir. Peki, bizler bu ağlayanlardan hangilerinin arasındayız? Kendilerini yerin ve göğün unuttuğu zalimler ve riyakâr gözyaşlarının sahipleri gibi mi? Yoksa kıyamette gölge altına girebilecekler kadar yalnız kalabilenler gibi mi ağlıyoruz? Eğer dava’mız uğruna riyasız ağlayabiliyorsak mübarek olsun bizlere! İhvan’a darbe yapıldığında, Abdulkadir Molla asıldığında yüreğimiz daralıyorsa mübarek olsun! Eğer sokakta modayla el ele gezen gençler için ağlayabiliyorsak mübarek olsun! Ve eğer kalabalıklar içinde yalnız ağlayabiliyorsak mübarek olsun bizlere! Şimdi aynaya bakarak tekrar düşünelim: Televizyonda Rus boksörden dayak yiyen Rocky için mi yoksa ordulara karşı yalnızca iman’ıyla yürüyen adam için mi daha çok gözyaşı döküyoruz? 23


Hizmet Adabi nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net

R

Nureddin Soyak

Mü’minler Arasına Ayrılık Sokanlar

abbimiz buyurdu ki; “Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise derin bir ayrılık içindedirler.” (Bakara, 176)

Rabbimizin gönderdiği ahkâm konusunda ayrılığa düşenlerden maksat, âlimlerin ihtilafı değildir. Çünkü âlimlerin ihtilafı ümmet için rahmettir. Onların yanlış ictihadları bile kendileri için bir sevaptır. Asıl kast edilenler cahiller, çıkar ve menfaat peşinde koşanlar, itibar ve şöhret hastaları, ayetleri gerçek manalarının dışında yorumlayıp derin ayrılıklara düştükten sonra insanları da bu ayrılığa düşürenlerdir. Dün de bu günde Müslümanlar arasındaki ayrılıkların ve husumetlerin temelinde bu art niyetli çalışmaların etkileri vardır. Rabbimiz buyurdu ki;

“Bir de zararlı faaliyette bulunmak, küfre yardım etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Rasulü’ne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescid yapanlar vardır. Bunlar ‘Bizim iyilikten başka hiçbir kastımız yok.’ diye de mutlaka yemin ederler. Ama Allah şahitlik eder ki bunlar mutlaka yalancıdırlar. (Tevbe, 107) Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz döneminde bile bu ayrılıkçılar faaliyet göstermişler hatta kurumsallaşma gayretine bile girmişlerdir. Allah ve Rasulü’ne karşı savaşanlara yardım ve yataklık etmek için mescid bile inşa etmişler, bunu da iyilik adına yaptıklarını iddia etmişlerdir. Fakat Rabbimiz buna müsaade etmemiş. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fitne merkezi haline getirilmek istenen bu ‘mescid-i dırar’ı yıktırmıştır. Dün de bugün de Müslümanlar arasında ayrılık

24

çıkaranlar, maddi veya manevi çıkar ve menfaatlerinin zebunu olmuş sefihlerdir. Onlar her ne kadar art niyetlerini gizlemeye çalışsalar da er veya geç Rabbimiz onların niyetlerini ortaya koymuştur, koyacaktır da. Dünkü ayrılıkçılar da bugünkü ayrılıkçılar da kendilerine göre muhakkak meşru sebepler bulurlar. Yarın kalplerin gizlediklerini bilen Rabbimize ne diyecekler? İnkârcı münafıkları anladık da, imanlı münafıklara ne demeli? Müslümanların arasına ayrılık tohumları ekerek onların gücünü zayıflatanlar, Rabbimize nasıl hesap verecekler? Allah’ı bir, kitabı bir, peygamberi bir mü’minlerin gereksiz ihtilaflarla ayrılığa düşmelerinin izahı mümkün mü? Bir yerlerde yanlış var. Ya niyette ya da bilgide... Kaynak bir ise, dava bir ise bunun başka bir izahı olamaz. Âlimlerimiz ilmî izahlardan kaynaklanan farklı görüşlerden dolayı asla birbirlerini itham etmemişler, aksine birbirlerinin görüşlerine saygı göstermişlerdir. Rabbimiz buyurdu ki; “Kâfir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır, eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.” (Enfal, 73) Kâfirler birbirinin destekçisi ve yardımcısı oldukları halde, mü’minlerin birbirinin yardımcısı ve destekçisi olmamaları da yeryüzünün fitne ve fesada boğulmasına sebep olmaktadır. Meşrebi, mezhebi, mesleği ne olursa olsun tüm Müslümanlar birbirine yardımcı olmak zorundadırlar. Rabbimiz buyurdu ki; “Allah, şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir


imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar. Hiç şüphesiz ki o zalimler derin bir ayrılık içindedirler” (Hac, 53)

ümmetimin birbirini belaya atmamasını istedim; bu reddedildi.” (Müslim)

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:

Heva ve hevese tabi olmak büyük bir fitnedir. Dine dünyayı tercih etmek büyük bir fitnedir. Rey sahiplerinin kitaba, sünnete bakmadan kendi görüşüne itibar etmesi büyük bir fitnedir. Cimrilik büyük bir fitnedir. Bu, ümmet içerisinde beşeri değerlerin hâkimiyetidir. Bu derece bozulan insanlara emr-i bil maruf da fayda vermez hale gelir.

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- EfendiAllah davasında samimi olanlar, Allah’a ve ahi- miz ümmetini çok önemli bir hususta uyarmaktarete gerçekten iman edenler, mü’minler arasına asla dır; siz birbirinizle imtihan olunacaksınız, çok dikkatli olun. Bu konuda da yarayrılık sokamazlar. Mü’minler dım olunmayacaksınız. Neden? arasına ayrılık sokmaya çalışanİslam kardeşliğine, birbirini selar; müşriklerdir, münafıklardır, vip saymanın faziletine, birbiriYahudilerdir, Hıristiyanlardır. yardım etmenin mükâfatına Rabbimiz buyurdu ki; Allah davasında samimi ne bu kadar vurgu yapan bir dinin “Onlardan kimi de: ‘… Bana olanlar, Allah’a ve müntesibi olmasına rağmen, izin ver, beni fitneye düşürme’ ahirete gerçekten iman nefis ve şeytan mü’minleri hala diyecektir. Haberin olsun ki, birbirine düşürmeye imkân buonlar zaten fitne çukuruna düşedenler, mü’minler labiliyorsa acaba buradan onmüşlerdir.” (Tevbe, 49) arasına asla ayrılık ların ilahi yardımı hak etmeyeİmtihan için yaratılan insan ceklerini anlamamak mümkün sokamazlar. Mü’minler çeşitli şekillerde imtihandan arasına ayrılık sokmaya mü? geçmektedir. En büyük imtihanEbu Ümeyye eş-Şabani anlardan en sevgili kullar geçmişçalışanlar; müşriklerdir, latıyor: “Ey Ebu Sa‘lebe dedim, tir. Peygamberlerin en büyük münafıklardır, şu ayet hakkında ne dersin?” imtihanları ümmetleridir. Pey“Ey iman edenler! Siz kendinize Yahudilerdir, gamberlerin hepsi ümmetleri ile bakın. Siz doğru yolda oldukça imtihan olmuşlardır. Babaları ile Hıristiyanlardır. sapıtmış olanlar size zarar vereş ve çocukları ile imtihan olan mez.” (Maide, 105) Bana şu peygamberlerin sayıları da az cevabı verdi: “Gerçekten bunu değildir. iyi bilen birine sordun. Ben Ümmetin en büyük imtiaynı şeyi Rasulullah -sallallahu hanlarından biri de yöneticilealeyhi ve sellem-’e sormuştum. rin yönetilenlerle, yönetilenlerin de yöneticileri ile Demişti ki: imtihanıdır. Maalesef bu, ümmetin tarihine baktı“Marufa sarılın, münkerden de kaçının! Ne zağımızda en çok kaybettiğimiz imtihan türlerinden man uyulan bir cimrilik, takip edilen bir heva, tercih biridir. edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin kendi reyleRabbimiz buyurdu ki; rini beğendiklerini müşahede edersen, o zaman “Öyle bir fitneden sakının ki içinizden yalnız kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zira arkazulmedenlere çatmaz.” (Enfal, 25) nızda sabır günleri var demektir. O günler avuçta “O yeryüzünde iş başına geçti mi, orada fesat ateş tutmak gibidir. O günlerde, sizin kadar amel çıkarmaya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir.” (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace) koşar. Allah fesadı sevmez.” (Bakara, 205)

“Rabbimden üç şey talep ettim, bunlardan ikisini bana verdi, birini vermedi. Rabbimden ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim, bunu kabul etti. Ümmetimin suda boğularak helak edilmemesini istedim, bu da kabul edildi. Rabbimden Kasım 2014 / 316

25


. Kur’an Iklimi Selim Armagan selim.armagan@ilkadimdergisi.net

“İbrahim, Rabbine kalb-i selim (tertemiz bir kalp) ile gelmişti. O, babasına ve kavmine şöyle demişti: “Siz nelere tapıyorsunuz? Yalancılık etmek için mi Allah’tan başka ilahlar istiyorsunuz? Siz âlemlerin Rabbini ne zannediyorsunuz?” (Saffat, 84-87)

Kalb-i Selim

K

alb-i selim kavramı Kur’an-ı Kerim’de Şuara Suresi 89. ayet ve Saffat Suresi 84. ayet gruplarında geçer. İki ayet grubunun da konusu aynıdır. Hz. İbrahim aleyhisselam ve onun tevhit mücadelesi. Kur’an-ı Kerim bize Hz. İbrahim’i aleyhisselam modelleyerek kalb-i selim sahibi bir insanın nasıl olduğunu örnekler. Kişinin kalbinde ne olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez. Ancak Efendimiz’in de aleyhisselam ifade ettiği gibi “Vücuttaki kalp salih olursa bütün vücut salih olur.” O, hasta ve yaramaz ise sahibi olan kişinin hal ve hareketleri de yaramaz hatta zararlı olur. Kalb-i selim sahibi olmak kuru bir kalp temizliği iddiası değildir. Kalbinde hastalık olanları yaptıklarına bakarak tespit etmenin mümkün olacağını “Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın.’ denildiğinde: ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar.” (Bakara, 11-12) ayeti ile bildiren Rabbimiz,

26

kalb-i selim sahibi insanın da hareketlerinden teşhis edilebileceğini söyler. İsimler ve cisimler önemli olmadan nazargah-ı ilahi olarak kalbe bakarsak, ismi gibi sürekli değişken olduğunu görürüz. Bu nedenle davranışların tahlili kalbin tahlili, kalbin tahlili de kişiliklerin tahlilidir. “Allah hain bakışları ve kalplerde gizlenenleri bilir.” ayetini kısaca tahlil edersek; bu bakışa sahip kişinin hain bakışlı olduğu ferasetli kişiler tarafından bilinir. Bu bilgi yukarıdaki ayette münafığı bildiğimiz gibi bir bilgidir. Kalplerin özünü Allah bilir. Ancak Allah bize, haince bakanların kalpleri ile bakışlarının aynı dili konuştuğunu anlayacak kadar feraset vermiştir. Kur’an bize insanların kalplerinden bahsederek kişi ve kişilik analizleri yapar. Kendi nefsimizin analizine de “Şüphesiz insan, Rabbine karşı çok nankördür. Ve kendisi de buna şahittir.” (Adiyat, 6-7) ayetinde olduğu gibi bizzat kendimizi şahit tutar. Rabbimizin nazar ettiği kalp, Allahu Zülcela-


li zikrederek huzur bulan, içi imanla süslenmiş, yaptığı iyiliklere bir teşekkür dahi ummayan; “Düşküne, yetime ve esire seve seve yemek yedirip size sırf Allah rızası için yemek yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 8-9) diyen şirkten, nifaktan arınmış tertemiz bir gönüldür. Bu kalp; “Allah, hayatı ve ölümü hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için yarattı.” ayeti ile güzel davranışlara yöneltilen insanın tekrar Rabbinin ‫“ ار ْجِ عِي‬Dön” emri ile ruh, meal, ceset olarak ilahî huzura çağırdığında sahip olması gereken kalptir. Bağdatlı şair Ruhî olayı ne güzel özetler; “Sanma ey hace ki senden zer ü sîm isterler. ‘Yevme lâ yenfeu’de ‘kalb-i selim’ isterler.” Sanma ey hoca ki senden altın ve gümüş isterler. Hiçbir şeyin fayda vermeyeceği günde tertemiz gönül isterler. Bu yüce gönüllülerin serdarı da Hz. İbrahim’dir aleyhisselam. Kalb-i selim, tanımını onun kalbinden alır. Biz de ayetlerin ışığında Hz. İbrahim’den aleyhisselam yola çıkarak kalb-i selimi ve mü’mindeki yansımalarını anlamaya çalışalım. Kalb-i selim sahibi, sarsılmaz bir imana sahiptir. Etrafındakiler için “Herkesin inancı kendine aittir.” diyerek ferdî ve münzevî bir hayatı seçmez. Özellikle inanç konusunda asla duyarsız olamaz. İnanç hataları olan kişi babası da olsa Hz. İbrahim aleyhisselam gibi nezaket içinde onu uyarır, düzeltmeye çalışır ve ona dua eder. Kalb-i selim sahibi olanlar; inançlarını en azılı inkarcılara karşı dahi gizlemezler. İnkarcılarına, Hz. İbrahim aleyhisselam gibi; “Bütün tapındıklarınız benim düşmanımdır; ancak âlemlerin

Kasım 2014 / 316

Rabbi benim dostumdur.” (Şuara, 77) ayetinde olduğu gibi onların kendilerine değil inançlarına düşman olduklarını, onları değil inançlarını zararlı bulduklarını ve bu zararlı inancı yok etmek için çalışacaklarını, ancak onların yaşama haklarını hep koruyacaklarını aleni haykırırlar. Kalb-i selim sahipleri Rabblerini hakkıyla tanır ve tanıtırlar. Onlar rızka Allah’ın kefil olduğunu bilirler. Onlar şifayı Allah’tan talep ederler, vesilelerde takılıp fail-i mutlak’ı unutmazlar. Cesurdurlar, ecel kaygıları vuslat heyecanlarındandır. Kolay hesap ve bağışlanma talepleri, kulları aradan çıkartarak sadece Allah’tandır. Tıpkı atamız Hz. İbrahim’in aleyhisselam tanımı gibi “O (Allah) ki, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni yediren, içirendir. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. O ki, benim canımı alacak, sonra diriltecektir. Ve hesap günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur.” (Şuara, 78-82) Kalb-i selim sahiplerinin dünya ve ahirette dilekleri İbrahim Peygamber’in duasındaki gibi; Salihlerle beraber olmak, kötü eş ve dosttan uzaklaşmak, iyilerle anılmak, hayırla yâd edilmektir. Onlar, ahiret gününün mahrumluğundan ve mahcupluğundan korkarlar. O günde mal ve mülkün fayda vermediğini bilirler. Cennete gitmek isterler. Cenneti hafife almaz, ona buna peşkeş çekmezler. Ataları, anne ve babaları için dua ederler. Tek kaygıları kalb-i selim üzere ölmek ve Allah’ın huzuruna çıktıklarında Allah’ın rızasını kazananlardan olmaktır. “Ya Rabb! Bana hikmet ver ve beni iyilere kat. Sonra gelecekler içinde beni doğrulukla anılanlardan eyle! Beni naîm (nimeti bol) cennetinin varislerinden eyle! Babamı da bağışla, çünkü o yanlış gidenlerdendir. İnsanların diriltilecekleri gün beni mahcup etme. O gün ki ne mal fayda verir, ne oğullar! Ancak Allah’a KALB-İ SELİM ile (temiz bir kalple) gelenler o günde kurtuluşa erenlerdir.” (Şuara, 83-89) 27


. Hadis Iklimi z.okce@ilkadimdergisi.net

Ziya Ökçe

ÖLDÜREN DE ÖLEN DE

D

ATESTEDiR .

ünya nüfusunun üçte birini meydana getiren ve sayıları iki milyarı bulan Müslümanlar fitne sebebiyle içler acısı durumdadırlar. İşgal edilen ülke, gasp edilen yer, akıtılan gözyaşı ve kan Müslümanlarındır. İslam tarihinde Hz. Ömer -radiyallahu anh-’ın şehadeti ile atılan fitne tohumları, Hz. Osman -radiyallahu anh-’ın şehadetinden itibaren hız kesmeden günümüze kadar nice insanların helakine sebep olmuş, Müslümanları başsız ve sahipsiz bırakarak perişan etmiştir. Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellemEfendimiz; “İnsanlar öyle günler görecek ki; katil niçin öldürdüğünü, maktul niçin öldürüldüğünü bilmeyecek.” buyurdu. -”Bu nasıl olur?” diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Bu dönem herc dönemidir. Öldüren de ölen de ateştedir.” (Müslim, Fiten; 56) Beyhakî’de geçen Ebu Musa -radiyallahu anh’dan rivayet edilen başka bir hadiste Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e “Herc nedir?” diye sordular. “Katldir.” cevabını verdi. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlardan bir kısmı; “Ey Allah’ın Rasulü, biz bir yılda bu kadar Müşrik öldürüyoruz!” derler. Peygamber Efendimiz, ashab-ı kiramın Herc’i yanlış anladığını gördüğünde: “Kastım müşriklerin öldürülmesi değildir. O gün birbirinizi öldüreceksiniz, o kadar ki kişi komşusunu, amcaoğlunu ve 28

akrabalarını öldürecek.” buyurdular. Herc; karışıklık, fitne, kargaşa ve düzensizlik anlamındadır. Herc ve fitne her zaman insan için sıkıntı ya da risk manası taşır. Bu nedenle hadiste kıyamet alameti ve katl (öldürme) olarak nitelendirilmesinin maksadı, fitne ve kargaşa zamanında Müslümanların birbirleriyle çarpışarak kör dövüşü şeklinde karşılıklı kendilerini öldürecekleridir. Bir başka ifade ile öldürenin niçin öldürdüğünü, ölenin niçin öldüğünü bilmediği fitne ortamının ifadesidir, herc. Toplum içinde herc olayları çıkmaya başlayınca, kişiler nefsî istek ve arzularının dışında hiç bir şeyi görmezler. Doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden ve haklıyı haksızdan ayırmadıkları gibi kendilerine yapılan nasihati da dinlemezler. Bilakis hakkı ve doğruyu söyleyene de zulmederler. Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Fitneler, hafifçe çiseleyen yağmur gibi meydana gelir. Sizleri çok zehirli siyah yılanlar haline getirir. Bazınız bazınızın boynunu, hiç acımadan vurur.” (Ahmed, Beyhakî ve Taberani) buyurmuştur. Geçici bir süreç olan fitne, bazen kulların hatası, bazen şeytanın aldatması ve bazen de münafıkların eliyle ortaya çıkar. Ne şekilde gelirse gelsin ne nefsimizin, ne şeytanın, ne de fitnecilerin fitnesi haktan ayrılmamızın ve günah işlememizin sebebi olmamalıdır. Bunların hepsi Rabbimizin bizlere yönelttiği


bir imtihanı olabilir. Allah Teâlâ insanların iman ve salih amellerinin samimiyetini kanıtlamak için onları hayır ve şerle de imtihan eder. Kur’an-ı Kerim’de: “Bütün nefsler, ölümü tadıcıdır. Sizi, hayır ve şer fitneleri ile imtihan ederiz. Ve bize döndürüleceksiniz.” (21/35) buyrulmaktadır. İnsanın fitne olarak değerlendirdiği sıkıntılı anlarda imtihan olunduğu bilincini taşıması mümkündür. Bu tehlikeli durumu başarıyla sonuçlandırması halinde iradesi güçlenecek, arınacak ve samimiyetini kanıtlamış olacaktır. İhlaslı olanlar, imanındaki kararlılığı gösterenler ferdin ve toplumun dinen ve ahlaken gelişmesine ve erdemli yaşayışına katkı sağlayacaktır. Bu kargaşa ve fitne kazanını kaynatan emperyalist güçler; bir kısım ajanları ve ihanet şebekeleri ile Müslümanların arasında belirsizliği, bilgisizliği, sıkıntıları, kanlı hadiseleri ve Müslümanların birbirlerini öldürmelerini çoğaltmak için fitne ateşinin giderek büyümesini istemektedirler. Ne pahasına olursa olsun elinden gelen tüm imkanlarını kullanarak Müslümanları kargaşaya sevk etmeye çalışmaktadırlar. Tarihte de dışarıdan en şiddetli saldırılarla düşürülemeyen İslam’ın kaleleri fitne, fesat ve karışıklık yoluyla içeriden yıpratılıp birbirlerine düşürülmek suretiyle elde edilmiştir. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim’de: “Fitne (baskı yapmak), adam öldürmekten daha kötüdür.” (2/191) ve “Allah ve Rasulü’ne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvalığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” (5/33) buyrularak söz konusu fitneler karşısında mücadele etmeyi amaçlayan ayetin uyarısına kulak vermeliyiz. Müslümanların fitne ve fesattan en çok zarar gördüğü birbirine düştüğü, birbirini öldürdüğü dönem belki sonuna geldiğimiz şu yirminci yüzyıldır. İslam ümmetini bu hale getiren çağdaş sömürgeci siyonistler ve uşakları kendi aralarında güç birliği oluşturabilmek için basit bir çıkar ortaklığını değerlendirirken, darmadağınık olmuş Müslümanları daha küçük parçalara ayırabilmek uğruna tüm Kasım 2014 / 316

şer güçleriyle birlikte çalışmaktadırlar. Müslümanlar ihtilaflarını, farklılıklarını ve ümmetlikten uzaklaştıracak yönlerini ortaya çıkarırken, emperyalistler tam aksine başkalarının kanları, gözyaşları üzerine iktidar ve servet üretmek için ortak yanlarını öne çıkartmaktadırlar. ABD, İsrail, İngiltere ve Avrupalılar; Mısır, Cezayir, Tunus, Libya, Irak, Suriye ve diğer Müslümanların yaşadığı ülkeler de oluşturdukları şer/terör örgütleriyle Müslümanları birbirine düşürdüler. Bu ülkelere bir taraftan silah satarak para kazanıyorlar, diğer taraftan çoluk-çocuk, yaşlı, kadın demeden milyonlarca masum insanı öldürüyorlar, üzerlerine on binlerce ton bomba yağdırarak oluk oluk kan akıtıyorlar. Memleketlerini, evlerini, hazinelerini ve tüm değerlerini yok ediyorlar. İmtihan sebebi olan şöhret, servet, şehvet ve evlat bizi İslam’a, Kur’an’a ve Rasulullah Efendimize bağlanmaktan alıkoymamalıdır. Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in: “Fitne (anarşi) zamanında kulluk (ibadet etmek), bana hicret etmek gibidir.” (Müslim, Fiten, 130; Tirmizi, Fiten 3; İbn Mace, Fiten, 14) buyruğu kulluk yoluyla Kur’an’a sığınmanın, İslam’a sarılmanın ve Peygamber Efendimize temessük etmenin fitneden kurtulmaya sebep olacağının bir ifadesidir. Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- sahabeye hitaben bizlere fitneden kurtulmanın yolunu şöyle haber veriyor: “İyiliklere sarılın, kötülükten de kaçının. Ne zaman; uyulan bir cimrilik, takip edilen nefsanî arzu, ahirete tercih edilen dünyalık, görüş sahiplerinin sadece kendi görüşlerini beğendiklerini görürsen, o zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zira bütün bunlar yaygınlaşınca sabra sarılmanız gereken günlerdesiniz demektir. O günler avuçta ateş tutmak gibi sıkıntılıdır. O günlerde sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin mükâfatı verilecektir.” (Taberani, Mu‘cemu’l Kebir, 10394; Bezzar, el-Müsned, 3370, Mecmau’z Zevaid, 12215,12216) Zamanımızda yağmur gibi sağanak halinde yağan fitne ve ölümleri top yekûn İslam’a dönerek birlik, beraberlik, İslam kardeşliği ve cemaat şuuru içinde mü’minin ferasetiyle def etmeliyiz. 29


mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net

Mehmet Sentürk .

Müslümanın Evinde

G

OLMAMASI GEREKENLER

ünümüz Müslümanlarının dikkat etmesi gereken hususlardan biri de evimizde bulundurduğumuz eşyalar ve beslediğimiz hayvanlardır.

Altın ve Gümüş Kaplar, İpek Sergiler

Sahabeden Huzeyfe radiallahu anh şöyle diyor: “Resulullah aleyhisselam bizim, altın ve gümüş kaptan yiyip içmemizi, ipek giymemizi ve ipek sergi üzerine oturmamızı menetti. Ve şöyle buyurdu: Bunlar dünyada onlar (kâfirler), ahirette ise bizim içindir.” (Buhari, K. el-Eşribe, 28; el-Et‘ime, 29; Müslim, K. el-Libas, 4, 5) Bu hadis, altın ve gümüşün kap kacak ve ev eşyası; ipeğin de sergi vb. olarak kullanılmasını erkek ve kadın bütün Müslümanlara haram kılmaktadır. Gazali, bu madenlerin iktisadi hayattan çekilerek evde kullanılmasının topluma zararını, “Bu, şehrin valisini, dokumacılık veya süpürgecilikte kullanmaya benzer ki onu hapsetmekten daha kötüdür.” sözleriyle ifade ediyor. (İhya-i Ulûmi’d Din, Kitabu’s Sabr ve’ş Şükr) Heykel “İçinde heykeller bulunan eve melekler girmez.” (Buhari K. Bed‘il Halk, 7; el-Meğazi, 12; Müslim, K. el-Libas, 87) “Kıyamet günü azabı en şiddetli olacaklardan biri de bu suretleri yapanlardır.” (Buhari, K. el-Edeb, 75; Müslim, K. el-Libâs, 96) gibi hadisler Müslümanın evinde heykel bulundurmasına ve heykel yapmasına engeldir. Bunların haram kılınmalarının hikmet ve sebebine gelince: a) Çeşitli devir, yaş ve çevrelerde heykele tapıl-

30

dığı için bu hatırayı silerek tevhidi korumak. b) Heykeltıraşın yaratma vehmi gibi kula yakışmayan duygu ve düşüncelere kapılarak günaha girmesini önlemek, c) Heykel yapımının bir sınırı bulunmadığından çıplak kadınlar, sahte tanrılar, dinî semboller gibi İslam’a zıt şeylerin heykelleştirilmelerine engel olmak. d) Faydasız ve gereksiz sarfı, israfı, lüksü men etmek. Heykeli, büyüklere saygı ve kahramanların hatıralarını ebedileştirmek gayelerine bağlayarak savunanlara karşı İslam düşüncesi şöyledir: a) Her zaman ve her yerde bu gibilerin heykelleri yapılmamıştır. Adi, alçak, zalim, müstebit, sahte varlıkların da heykelleri yapılmış, bu vakıa mezkûr hikmeti ortadan kaldırmıştır. b) Müslümanın dünyada ebedileşmek gibi bir gayesi yoktur. Mümin, Fahr-i Kainat’ın sohbetinde, Cemal-i İlahi’nin seyrinde sonsuz mutluluklara ereceğini umduğu ebedi âlemlerin hasretini çeker. c) İslam’da hizmet Allah rızası için yapılır ve hizmet eden, bu niyeti (ihlası) bozulmasın diye teşhirden kaçar. İslam’da güzel sanatların heykelden başka sahalara yönelmesinin sebebini de yukarıdaki maddelerde aramak gerekecektir. Resim Heykel şeklinde olmayan, kağıt, sergi, örtü, duvar gibi yerlere yapılan resimler hakkındaki hadisler bunun mutlak olarak haram veya helal olduğunu


göstermiyor; resmin konusuna, ressam veya resmi kullananın maksadına ve kullanıldığı yere göre çeşitli hükümler getiriyor. a) Mukaddes sayılan, tapınılan, ulûhiyet izafe edilen şeylerin resimlerini yapmak ve kullanmak haramdır. b) İslamî ahkam ve ahlaka aykırı olan çıplak insan vb. resimlerini yapmak ve kullanmak da haramdır. c) Bunların dışında kalan resimlerden canlılara ait olmayanları mubahtır, yapmak ve kullanmak serbesttir. Nitekim İbn Abbas bir ressama, resim yasağını naklettikten sonra şöyle demiştir: “İlle de yapacaksan ağaçların ve ruhu olmayan şeylerin resimlerini yapman gerekir.” d) Canlılara gelince, hadislerden bir kısmı Peygamberimiz’in aleyhisselam bunları tasvip etmediğini, diğer kısmı ise bilhassa çiğnenen sergide, yaslanılan yastıkta, oturulan minderde... olduğu zaman caiz gördüğünü ifade etmektedir. Bunlardan çıkan netice, böyle resimlerin -dinî bir takdis ve ta‘zime götürmedikçe- caiz olduğudur. Titizlik gösterilen nokta tevhidin korunmasıdır. Tahavî’nin şu ifadesi bu anlayışı destekliyor: “Rivayet ettiğimiz hadisler, elbise üzerindeki resimleri, yasaklanan resimlerin dışına çıkarmaktadır. Yasaklanan resimler, Hıristiyanların kilise duvarlarına yaptıkları veya bezlere yapıp astıkları resimler kabilinden olanlardır.” Resim hakkındaki hadislerden anlaşıldığına göre Resulullah aleyhisselam önceleri, tevhid inancı ruhlara yerleşinceye kadar resim hakkında titiz davranmış, sonraları mahzuru olmayan noktalarda ruhsatlar vermiştir. Bazı âlimler, canlı-cansız ayırımını göz önüne alarak mücessem (üç boyutlu) olmayan veya hayati bir uzvu eksik bulunan resimleri de cansızlara katmış, caiz görmüşlerdir. Çünkü bunların, mezkûr şekil ve eksikler içinde canlı olmaları mümkün değildir. Köpek, Kedi, Kuş ve Balık Beslemek Resul-i Ekrem aleyhisselam şöyle buyuruyor: “Av, tarla, bahçe, sürü köpekleri müstesna olmak üzere köpek besleyen kimsenin sevabından her gün Kasım 2014 / 316

bir miktar (kıyrât) eksilir.” (Buhari, K. ez-Zebâih, 6; Müslim, K. el-Müsâkat, 46, 50, 56-58) Köpek bulunan eve meleğin girmediğini bildiren hadisler de (Ebu Davud, K. et-Tahârah, 89; Buhari Bed‘u’l Halk, 7, 17, el-Libâs, 77; Müslim, K. el-Libâs, 81) yukarıdaki hadise eklenince çıkan netice şudur: Korunma ve avlanma gibi bir ihtiyaç bulunmadan evlerde köpek beslemek İslam’da menedilmiştir. Çünkü: a) Köpek besleyecek kadar imkanı olanların bakım ve harcamalarına yoksul, kimsesiz insanlar daha layıktır. b) Tıbbın kesin açıklamalarına göre köpeklerden insanlara geçen birçok tehlikeli hastalık mevcuttur. c) Köpek yoldan gelip geçeni, misafiri ve bir şey istemek için geleni korkutur, rahatsız eder... Bununla beraber zararı olmayan köpekler itlaf edilmez; her canlıya merhamet edilir, yardım edilir ve ecir alınır. Bir kuyunun başında susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe su veren günahkarın ilahi affa mazhar olduğunu Resulullah haber vermiştir. (Buhari, K. eş-Şürb, 9; El-Edeb, 27; Müslim, K. esSelâm, 153) Kediye gelince, kedi beslemek caizdir. Ancak bugünkü apartman hayatında zor olur. Çişini, kakasını yapacak yer arar. Kum torbası olsa da, biraz zordur. Bazı kediler çişi gelince, dışarı gidebiliyor. Kedinin tüyleri eve, hatta yemeklere dökülebilir. Yıkamak, temizlemek gerekir. İtinalı bir şekilde bakmak gerekir. Köy evlerinde fare olurdu, kedi beslenirdi. Beton apartmanlarda farenin rahatça yaşaması zordur. Pis değil diye kedi beslemek gerekmez. Kedilerden hastalık da geçebilir. Komşular rahatsız oluyorsa eve koymamak uygun olur. Bazı hanımlar fareden korkar. Kediden, köpekten korkan da olabilir. Komşularımızın rahatsız olmamaları için kedi sevgimizden feragat ederek evde kedi beslememek iyi olur. Kanarya, muhabbet kuşu gibi kafese alışık olanları kafeste beslemek caizdir. Çünkü dışarı bırakılırsa ölüme terk edilmiş olur. Akvaryumda balık beslemekse balığı hapis değildir. Balık zaten suda yaşar, mahzuru olmaz.

31


Tasavvuf cemil.usta@ilkadimdergisi.net

Cemil Usta

Hıfzu’l Lisan Selametü’l İnsan

Onlar boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler.” (Kasas, 55)

Dili muhafaza etmek her yerde ve her zaman en mühim işlerdendir. Çünkü dil kalpte bulunanların tercümanıdır. Dilin hatadan salim kalması ise kalbe bağlı kalmasıyla mümkündür. Lokman aleyhisselam oğluna “Eğer söz gümüşse sükût altındır.” demiştir. Lisan, yırtıcı hayvan gibidir. Eğer ona sahip olmazsan senin en büyük düşmanın olur. Yerine göre konuşmak nasıl büyük bir fazilet ise hataya düşmemek için sükût etmek de aynı şekilde bir fazilettir. Ata b. Rebah şöyle anlatıyor: “Selef, fuzuli sözlerden hoşlanmaz ve onları çirkin görürlerdi. Allah’ın kitabı, Resulü’nün sünneti, emr-i bil maruf nehy-i anil münker ve geçim için muhtaç olduğu sözlerden başka bir sözü fuzuli kabul ederlerdi. Siz sağınızda solunuzda oturup ağzınızdan çıkan her sözü yazan ve sizi koruyan yazıcı melekleri unuttunuz mu? Sizden biriniz, dünyada ömrü boyunca doldurduğu amel sahifeleri Allah huzurunda açılıp ekserisinin ne dünya ne de ahirete yarayan kusurlu sözler olduğunun görülmesinden utanmaz mı?” İbn Mes‘ud “Fuzuli konuşmalarda sizi korkuturum. Kişi için ihtiyaç kadar konuşmak kâfidir.” demiştir. Mücahid de şöyle anlatıyor: “Ağzından çıkan her söz yazılır. Hatta kul, çocuğunu susturmak için ‘Dur ben sana şunu bunu alacağım’ der de sonra almazsa yalancılardan yazılır.” Hasan Basrî: “Ey Âdemoğlu! Senin için defter hazırlandı. Kiramen Kâtibin adında iki melek vazifelendirildi. Yaptıklarını yazıyorlar. İstediğini yap, ister az yap ister çok.” “Çok konuşanın yalanı çoğalır. Malı artanın günahı artar. Kötü huylu olanın nefsi muazzeb olur.” demiştir. Resul-i Ekrem, huzurunda aşırı derecede ken-

32

disini metheden bir adama, “Dilindeki laf kalabalığındaki kadar kötülük kimseye verilmemiştir. Kişinin en büyük kötülüğü fazla konuşmasıdır.” buyurmuştur. Ömer b. Abdülaziz, “Kendimi överim korkusu ile birçok sözlerden sarf-ı nazar ederim.” demiştir. Yezid b. Ebu Habib de şöyle anlatıyor: “Âlimin fitnesinden biri de konuşması kendisi için susmasından daha sevimli olmasıdır. Zira dinlemekte ve susmakta selamet, konuşmakta ise süslenmek, artık veya eksik konuşmak vardır.” (Gazali, İhya) Hadis-i şerifte buyrulmuştur: “Cehennem ehlinin ekserisi lisanından dolayı azaba müstahak olmuş olanlardır.” Enes b. Malik’ten rivayet olunduğuna göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, “Kulun kalbi istikamette olmadıkça imanı istikamette olmaz. Lisanı istikamette olmadıkça da kalbi istikamette olmaz.” buyurmuşlardır. Yine Enes b. Malik’ten rivayete göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem “Kul dilini muhafaza etmediği müddetçe imanın hakikatine ulaşamaz.” buyurmuştur. Dile gereken, her sözünden Allah’ın razı olması, Kur’an’ı hakkıyla çok okuması, Allah’ı zikir halinde olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Cuma, 10) Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Ya Hafsa! Çok konuşmaktan sakın. Söylenen şey zikrullah olmadıkça kalbi öldürür. Fakat Allah’ın zikrini çok yap, işte bu kalbi diriltir.” Yine Peygamberimiz aleyhisselam, “Benim gözlerim uyur lakin kalbim uyumaz. Zikrullahtan bir an gafil olmaz.” buyurmuşlardır. (Buhari) Dilimizi malayaniden, gereksiz dedikodudan uzaklaştırmamız ve Allah’ın zikri, Kur’an ve salavat gibi güzel kelimelerle ziynetlenmemiz en güzel işlerdendir.


. selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net

M. Selçuk Özdogan

Mü’minlerin Anneleri & Cevahirü’l Akâid

K

ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucuları! Bu ay İlkadım Kitaplığı’mızda Halime Demireşik’in kaleme aldığı Mü’minlerin Anneleri ile Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Kaside-i İtikadiyyesi üzerine Musalıcalızade Mehmed Said Efendi tarafından şerh edilen Cevahirü’l Akaid isimli kitapları tanıyacağız. “Mü’minlerin Anneleri.” Bu ismi mübarek annelerimize Allah Teâlâ vermiş: “Peygamber mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Zevceleri onların analarıdır.” (Ahzab, 6). Kitabı okurken annelerimizi çoğu zaman ismen bile tamamen sayamadığımızı fark ettim. Hâlbuki dünyanın en güzel, en huzurlu, en mübarek ailesinin birer ferdiydi onlar. Yaratanımızın bize anne olarak lütuflandırdığı örnek kullarıydı onlar. Kâinatın gözbebeğine, Canımız Cananımıza eş olma şerefine ermiş bahtiyar insanlardı onlar. Bizler eşlerimize, kızlarımıza bu güzel insanları tanıtmakla mükellefiz. Çünkü Mü’minlerin Anneleri ayrıca sahabe hanımefendilerdir. Her biri birer yıldız olan o güzel insanların en parlak yıldızı olma şerefine ermiş müstesna hanımefendilerdir onlar. Dolaysıyla bizler annelerimizi tanımak mecburiyetindeyiz. Halime Demireşik hanımefendinin bu kitabı annelerimizi bizlere tanıtma yolunda hazırlanmış güzel bir çalışma. Annelerimizle ilgili ulaşılabilen kaynaklara ulaşılarak güzel bir kitap ortaya çıkmış. Hz. Hatice radiallahu anha annemiz ile bambaşka bir aile hayatına şahitlik ediyoruz. Annemizin, Rasulullah Efendimiz’e sallallahu aleyhi ve sellem bağlılığı ile Efendimiz’in annemize olan sevgisine

Kasım 2014 / 316

bakarak kendi aile hayatımızı gözden geçirmeye çalışıyoruz. Hz. Aişe radiallahu anha annemizle evliğine şahitlik ediyoruz, Kâinatın Efendisi’nin. Bu evlilikteki hikmetleri okudukça Yaratanımıza bizlere böyle zeki, fakihe biz anne verdiği için hamd ediyoruz. Ve diğer annelerimiz tabi ki. Hz. Sevde, Hz. Hafsa, Hz. Zeyneb bint Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Zeyneb b. Cahş, Hz. Cuveyriye, Hz. Safiye, Hz. Ümmü Habibe, Hz. Meymune, Hz. Mariye, Hz. Reyhane radiallahu anhüm annelerimizi tanıyoruz. Kitabın ikinci bölümünde İslam’da evlilik, İslam’da çok evlilik, Peygamberimizin çok evliliğinin hikmetleri, İslam’da kölelik ve cariyelik ile ilgili verilen bilgiler okuyucu açısından çok faydalı olmuş. Erkam Yayınları’na teşekkürler. İkinci olarak inceleyeceğimiz eserimiz ise farz-ı ayn ilimlerden olan akaid üzerine yazılmış bir kitap: Kaside-i İtikadiyye. Kitabın orijinal hali Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerine ait. Bu kitap uzun yıllar medreselerde talebelere akaid kitabı olarak okutulmuş ve yakın tarihe kadar da ezberletilmiş. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın manzum eserine Mehmed Said Efendi şerh yazmış ve çok faydalı olmuş. Kitabın Osmanlıca harflerle baskısı da kitabımızın arka tarafına yerleştirilmiş. Akaid konusu mutlaka bilmemiz gereken bir konu. Dolayısıyla her Müslüman mutlaka bir akaid kitabı okumalı. Manzum/şiirsel bir şekilde yazılmış güzel bir akaid kitabı sizleri bekliyor. Sultantepe Yayınları’na teşekkürler. 33


Egitim egitim@ilkadimdergisi.net

Doç. Dr. RüstüYesil . .

EĞİTİM VE EKONOMİ

“Eğitimin Ekonomik Amaçları”

D

aha önceki yazıda ele alınan siyasal amaçların önemli bir boyutunu da ekonomik amaçlar oluşturmaktadır. Siyasal yapılar, kendi varlıklarının devamlılığı için en önemli araç olarak gördükleri eğitim kurumlarına ekonomik yatırımlar yapmak durumundadır. Eğitim kurumları üzerinde kuracağı gücün önemli bir kısmını da hiç şüphesiz eğitim kurumlarına sağladığı ekonomik destekten alır.

Eğitim kurumları bir taraftan devletlerin ve toplumların devamlılığını sağlamak için ekonomik potansiyelini etkin kullanabilen bireyler yetiştirmek zorundadır. Diğer taraftan ise bu çalışmalarında kullanmak üzere ekonomik olarak desteklenmek durumundadır. Bu nedenle eğitim ile ekonomi arasında iki yönlü ve sıkı bir ilişkinin olduğu söylenebilir. Bir yönü “eğitimin ekonomik amaçları”, diğer yönü ise “eğitimin ekonomik temelleri (eğitim ekonomisi)” olarak ifade edilebilir. Bu yazıda daha çok eğitimin ekonomik amaçları üzerinde durulacak; buradan yola çıkarak eğitim programları tasarlanırken ekonominin nasıl dikkate alınması ve ekonomik olarak nelerin amaçlanması gerektiği belirlenmeye çalışılacaktır. Eğitim ile ekonomi ilişkisi, ekonominin eğitim üzerindeki etkisi ile açıklanabilir. İnsanlar, sınırlı imkânlarla yaşamını devam ettirmek zorundadır. Bu imkânların içerisine; zaman, para, mekân, araç ve materyaller gibi değişkenler girmektedir. Buna göre insanların, eğitim kurumlarını yapılandırırken mekân düzenlemesinden insan kaynaklarının ayarlanmasına, araç ve materyal temininden zaman unsurunun nasıl kullanılacağına ilişkin değişkenleri organize etmeleri bir zorunluluk halini almaktadır.

34

Eğitim Ekonomisiyle İlişkili Kavramlar Belirtilen değişkenlerin organize edilmesinde temel belirleyici etkenin amaçlar olduğu belirtilmelidir. Buna göre “eğitim ekonomisi” denilen kavramın, eldeki kaynakların belirlenen eğitsel amaçları gerçekleştirecek şekilde akılcı, etkili ve bilinçli şekilde organize edilmesi için yapılan çalışmaları içerdiği söylenebilir. Bu durum olabildiğince az zamanda, az emekle, az imkânlar kullanılarak belirlenmiş amaçların gerçekleştirilmesini ifade etmektedir. Eğitim alanında “bir taşla iki kuş vurma”, “az zamanda çok işler başarma” gibi deyim ve söyleyişler, eğitim ekonomisini gayet güzel özetlemektedir. Buna göre eğitim ekonomisi ile etkili ve akılcı kullanım, planlı davranma, verimlilik, israftan kaçınma kavramları arasında yakın ilişkiler olduğu belirtilmelidir. Daha açık bir ifade ile planlamadan uygulamaya kadar her evrede zaman, emek, para, insan, mekân gibi değişkenlerin, bir üst akıl tarafından en yüksek verim elde edilecek şekilde organize olması, eğitim ekonomisini biçimlendirmektedir. Planlayıcıların, bu değişkenleri bütünlük içerisinde düşünerek planlaması, organize ve koordine etmesi ve olası aksamaları belirlemek ve gidermek üzere kontrol etmesi önem arz etmektedir. Bu çerçevede eğitim çalışmaları planlanırken, faaliyetler programlanırken en üst yapıdan en alt yapıya kadar planlama konusunda söz sahibi olan tüm yetkililerin, verimlilik esaslı olarak tüm imkân ve şartları bütünlük içerisinde görmesi, değerlendirmesi, kararlar vermesi, düzenlemeler yapması ve kontrol etmesi gerekmektedir. Baştan Sona Bir Bilinçlilik Hali Diğer taraftan eğitim ile ekonomi arasındaki ilişkinin diğer yönünü, eğitimin ekonomik amaçları oluşturmaktadır. Bu yazının asıl konusunu da eğitim yoluyla ulaşılmak istenen ekonomik amaçlar oluşturmaktadır. Eğitimin ekonomik amaçlarını en özlü şekilde “var olan ekonomik potansiyeli en iyi şekilde değerlendirecek bireyler yetiştirmek” şeklinde ifade etmek mümkündür. Bu durum, baştan


sona bir bilinçlilik halini ifade etmektedir. Bireyleri bilinçli birer üretici ve tüketici haline getirmek, bireylerde sahip oldukları ve sahip olmak istedikleri, yarın ihtiyaç duyacakları konularda farkındalık oluşturmak; hassasiyetler geliştirmek, eğitimin ekonomik amaçlarının başında gelmektedir. İnsan kaynağından her türlü maddi kaynağa kadar her şeyin sınırlı olduğu bir ortamda hem insan kaynağının hem de diğer maddi kaynakların en etkin şekilde kullanılabilmesi; zaman, emek ve maddi kaynak israfı yapılmadan arzulanan amaçlar gerçekleştirilmelidir. Maddi kaynaklar önemli olmakla birlikte bu kaynakların kullanım biçimleri üzerinde belirleyici olan insan kaynağı elbette daha önemlidir. Buna göre, insanın sahibi olduğu yetenek ve kabiliyetlerin ortaya çıkarılması, işlevsel olarak kullanılabilir hale getirilmesi eğitimin ekonomik amaçlarının başında gelmektedir. Her eğitim kurumu öncelikle, eğiteceği bireylerin zekâsını, yetenek, kabiliyet ve diğer imkânlarını ortaya çıkarıp geliştirerek insan kaynağını etkinleştirmeye çalışmalıdır. Benzer şekilde, eğitim çalışmaları planlayıp uygulayan sivil toplum kuruluşları da eğitimin ekonomik amaç ve işlevlerini dikkate almalıdır. Bir taraftan eğittiği insanları, yetenek ve kabiliyetlerini ortaya çıkarmak ve geliştirmek, böylelikle yetiştirdiği insanların güç ve imkânlarından en etkin şekilde yararlanabilmeyi amaçlamalıdır. Ortaya çıkarıp geliştirdiği yetenek ve kabiliyetlerden etkin şekilde yararlanarak kendi çalışmalarında onların bu güç ve imkânlarından yararlanmayı bilmelidir. Planlamadan uygulamaya çalışmalarının her evresinde bir taraftan bireylerin yetenek ve kabiliyetlerini ortaya çıkarıp geliştirmeye odaklanırken diğer taraftan da bu yeteneklerini kullanarak sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına katkı sunma yollarını açık tutmalıdır. Örneğin organizasyon yeteneği olan bireylerin bu yeteneklerini keşfedip geliştiren bir sivil toplum kuruluşu, yürüteceği çalışmaların organize edilmesinde bu bireylerden faydalanmalıdır. STK’ların Eğitim Çalışmaları Diğer taraftan, eğitim almış bireylerin, faaliKasım 2014 / 316

yetlerin en ekonomik şekilde yürütülmesi için gerekli bilinç ve duyarlılığa sahip olması da eğitimin ekonomik amaçları kapsamında değerlendirilmelidir. Bu çerçevede sivil toplum kuruluşları, düzenlediği eğitim çalışmaları aracılığıyla bireylere bu tür bilinç ve duyarlılığı kazandırmayı amaçlamalıdır. Eğitim çalışmaları ile bilinçlenen ve duyarlık kazanan bireylerin, sivil toplum kuruluşları tarafından düzenlenen etkinliklerde yararlanılacak malzeme ve materyallerin hazırlanmasında, kullanılmasında ekonomik davranmayı bir alışkanlık haline getirmelidir. Kısaca, eğitim çalışmaları ile meşgul olan bir sivil toplum kuruluşunun, eğitim çalışmalarını programlarken hedeflemesi gereken boyutlardan birini de ekonomik amaçlar oluşturmaktadır. Bu doğrultuda sivil toplum kuruluşlarının eğitim çalışmalarının ekonomik amaçları temelde iki bölümde ele alınmalıdır. Bunlar “eğitim alan bireylerin yetenek ve kabiliyetlerini keşfedip geliştirerek insan kaynağını etkinleştirme” ve “yapılacak çalışmalarda bireylerin malzeme ve materyal kullanımında ekonomik davranmayı (bilinçli ve duyarlı tüketici olmayı) bir alışkanlık haline getirme” şeklinde özetlenebilir. Bu yazı ile, sivil toplum kuruluşlarının eğitim çalışmalarının programlanmasında amaçlar kısmının genel olarak tamamlandığı söylenebilir. Buna göre eğitim çalışmalarının organize edilmiş şekli olan programlarda sivil toplum kuruluşları; bireysel, toplumsal, siyasal ve ekonomik amaçlarının göz önünde bulundurulması gerektiği söylenebilir. Amaçların belirlenmesinin ardından yapılması gereken, içerik belirlemektir. Ancak içerik belirlemeye geçmeden önce eğitimde hedef kitle olarak nitelenen kişilerin farklı özelliklerine göre tanımlanması önem arz etmektedir. Bu çerçevede bundan sonraki bir kaç yazımızda; hedef kitle sınıfı olarak çocuk, genç, yetişkin ve kadınların eğitimlerinde göz önünde bulundurulması gereken özel durumlar, ilke ve prensipler ele alınacaktır. Böylelikle “neyin öğretileceği” konusuna geçiş için daha sağlıklı bir zemin oluşturulmaya çalışılacaktır.

35


. Ihsan Penceresi fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net

Fatih Yilmaz

İstikamet, bizim yol haritamız olmalıdır. İstikamet, hangi çağda olursak olalım ahdimizi yerine getireceğimizin ifadesi olmalıdır. İstikamet, menfaatlerimizi arka plana atıp, dinimizi ön plana almaktır. İstikamet, çağa ayak uydurmak değil, doğrunun yanında yer almaktır.

E

fendimiz aleyhisselam Hud Suresi nazil olduktan sonra bu surenin kendisini ihtiyarlattığını ifade etmiştir. Kendisine hangi ayet diye sorulunca da “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud, 11/112) ayet-i kerimesini işaret etmiştir. (Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, c.3, s. 195) Ebu Ali Cürcani şöyle demiştir: “Keramet değil istikamet peşinde ol. Senden istikamet istendiği halde, nefsin keramet isteğinde pek gayretlidir. En büyük keramet, harikulade şeyler göstermek değil, yaratanın hizmetinde dosdoğru hareket etmektir. Bu hususlara riayet etmek son derece zordur.” Onun için Hz. Peygamber aleyhisselam şöyle buyurmuşlardır: “Hud suresi beni ihtiyarlattı.” İstikamet, bizim yol haritamız olmalıdır. İstikamet, hangi çağda olursak olalım ahdimizi ye-

36

rine getireceğimizin ifadesi olmalıdır. İstikamet, menfaatlerimizi arka plana atıp, dinimizi ön plana almaktır. İstikamet, çağa ayak uydurmak değil, doğrunun yanında yer almaktır. İstikamet Şeriattan Ayrılmamaktır İstikamet, hangi gerekçeyle olursa olsun Rabbimizin ve Peygamberimizin yolundan ayrılmamaktır. İstikamet, aklımızı hak ve hakikat yolunda kullanmaktır. İstikamet hak yolunda olmak, hakkı söylemektir. “Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma! Bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok, lütfu bol olan yalnız Sensin.” (Âl-i İmran, 3/8) İstikamet üzere olan kişi dağ gibidir. Dağın dört işareti vardır: 1. Hararet onu eritmez. 2. Soğuk onu dondurmaz.


3. Rüzgâr onu sarsmaz. 4. Sel onu götürmez. Rivayet edildiğine göre, Hz. Yakup aleyhisselam, Hz. Yusuf’un aleyhisselam gömleğini getiren müjdeciye “Yusuf nasıldır?” diye sordu. Müjdeci “O Mısır kralıdır.” dedi. Hz. Yakup “Ben onu sormadım, ben krallığı ne yapayım? Sen ondan ayrıldığında hangi din üzereydi onu söyle.” Ceylan tek bile olsa bir domuz sürüsünden daha hayırlıdır. Asıl çok olan, tek de olsa hak üzere, istikamet üzere olandır. Deccala yeryüzünü cemaatiyle kapladığı için bu ad verilmiştir. Taraftarlarının çok olması onun haklılığını göstermez. Zira Allah kişinin dış görünüşüne veya mallarının çokluğuna değil kalplerine ve istikametine bakar. Ekin bitip yetişince biçilir; harman yapılır, un haline getirilir ve hamur yapılır. Sonra ekmek olur. Tandırda pişirildikten sonra sofraya getirilir. Eğer ocakta yanarsa çiftçinin tüm emeği boşa gider. Kul da namaz kılar, oruç tutar hacca gider ve Allah’ın tüm emir ve nehiylerine harfiyen uyarsa, istikamet üzere yaşarsa, yani kısacası adam gibi yaşar, adam gibi ölürse kıyamette de Müslüman olarak Rabbinin huzuruna varır. Şeytan İman Hırsızlığında Ustadır Şeytan aleyhi’l lane bununla da kalmaz. İnsanın son nefesinde imanını almak ve yaptığı tüm güzel amelleri boşa çıkarmak için elinden gelen tüm maharetlerini gösterir. Allah dostlarından Ebu Zekeriyya hasta döşeğinde ölümle pençeleşiyordu. Yakın dostlarından biri kendisine “Lâ ilahe illallah, Muhammedün Rasulullah! (Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.)” sözlerini telkin etmek istedi. Bir etti, iki etti, üç etti. Ebu Zekeriyya her defasında söylemeyi reddediyordu. Yakın dostu bu durum karşısında Ebu Zekeriyya’nın son nefesinde imansız gideceğinden korktu ve endişeye kapıldı. Bütün bir ömrüKasım 2014 / 316

nü Allah’a ibadet ve taat etmekle geçiren böylesine bir kimsenin şimdi hasta döşeğinde ölüm ile pençeleşirken Kelime-i Tevhid getirmemesine bir mana veremiyordu. Şeytanın bir kandırışına mı yenilmişti yoksa? Veyahut da yüce Allah’ın tecellisi karşında mıydı? Bir müddet kafası bu düşünceler içinde çalkalanan dost baktı ki, Ebu Zekeriyya sanki kafasında resmigeçit yapan düşünceleri okuyormuş gibi bir aralık gözlerini açarak, “Bana bir şey mi dediniz?” diye sordu. Orada bulunanlar “Evet, üç defa şehadet getirmeni söyledik, her defasında reddettin. O yüzden büyük bir endişeye düştük.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Ebu Zekeriyya şu olayı anlatmaya başladı: Şeytan Ölüm Anında Son Yoklamasını Alır “Lanetlik şeytan elinde su bardağı ile gelmişti. Sağ yanıma dikilmiş elindeki suyu göstererek ‘İçecek misin?’ diye soruyordu. Karşılığında ise ‘İsa, Allah’ın oğludur.’ dememi istiyordu. Reddettim. Sonra sol yanıma geçip dikildi. Yine aynı hareketleri tekrarlayarak ‘İsa, Allah’ın oğludur.’ cümlesini söylememi istedi. Yine reddettim. Üçüncü olarak ‘La ilahe (Allah yoktur)’ dememi söyledi, yine reddettim. Böylece her çareye başvurarak tam manasıyla yoklamasını yapıp da müspet bir netice alamayınca elindeki su dolu bardağı yere çarptı ve sıvışıp gitti. İşte gerçekte ben sizi değil, onu reddediyordum.” Ardından da şehadet getirerek ruhunu teslim eden Ebu Zekeriyya gülen bir çehreyle cennete yolculuk ettiğini müjdeliyordu. Neher Cevri’nin sözleriyle tamamlayalım inşallah. “Kulun samimiyette eksikliğini, zikirlerindeki gafletini, doğruluktaki noksanlığını, mücadelesindeki gevşekliğini ve fakirliğine önem vermediğini görebilmesi Allah’ın ona, amelleri konusunda destek verdiğinin bir işaretidir. Böyle bir durumda halinden hoşnutsuz kalır ve bu yüzden Allah’a olan ihtiyacı artar, nihayet Allah’tan başka her şeyi terk eder.”

37


La Havle a.gulcemal@ilkadimdergisi.net

Abdullah Gülcemal

Öküzden önce tosun, dana var, buzağı var… Sosyete bir ineğin bin türlü tuzağı var! Göz mü bozuk, gözlük mü? Görüş farklı olsa da; Gideceğin menzilin yakını, uzağı var!

Baykuşlar-Bayankuşlar!

A

sırlarca Dünya’ya nizam veren bu milletin inancı, imanı, kitabı, dili, kılık ve kıyafeti, bayrağındaki ‘Hilâl’i, başındaki örtüsü birilerini hep rahatsız etti nedense! Kitlesel sar’a tutup halkın mukaddes değerlerine saldıran bu soysuz güruhun adı, sanı, mevkisi, mesleği, kimliği, kişiliği hiç önemli değil! Yıllar yılı gerek üniversitelerde, gerekse orta öğretim kurumlarında okuyan kız çocuklarımızın, sırf inançlarından dolayı başlarını örtmeleri; mukaddesat düşmanı bu güruh tarafından bir ‘rejim meselesi’ haline getirildi! Sadece okuyup vatanına, milletine, ailesine, dinine, devletine faydalı bir kişi olmaktan başka bir arzusu olmayan bu yavrularımıza yapılan işkenceler, hakaretler, aşağılamalar, inançlarına yapılan saldırılar! Okullarıyla ilişkilerinin kesilip tahsil hayatlarının yarım kalması! Prof. unvanlı sözde aydın(!)cıklar tarafından kurulan ‘İkna Odaları’! Sahursuz Oruç tutan genç kızlara, gözyaşlarıyla açtırılan iftarlar! Çocuklarımızla birlikte yıllarca yaşadığımız bu zulüm ve işkenceler, kimlere ne kazandırdı, kimlere neler kaybettirdi?

38

Elbette bunun hesabı, ilahî hesap gününde görülecektir! Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullarda uygulanan kılık kıyafet yönetmeliğiyle ilgili yapmış olduğu ufak bir değişiklikle; “Kız çocuklarının başlarının açık olma zorunluluğunun” yürürlükten kaldırılmış olması, malûm mahalle sakinlerinin, sanatçı kılığındaki sirk ve sahne soytarılarının bozuk mayalarını bir kez daha göstermiş oldu! Yürürlükten kaldırılan madde yerine; “Orta öğretim kurumlarında okuyan kız öğrenciler başlarını örtmek zorundadırlar.” diye konulan yeni bir hüküm var mı?


Yok! Ya ne var? Kılık kıyafet serbestliği! İsteyen yine başını açsın, isteyen de başını örtsün! Bundan niye bu kadar rahatsız oluyorsunuz? Hani siz inançlara saygılıydınız! Hani siz özgürlüklerden yanaydınız! Hani sizler demokrattınız! Her zaman toplumda; “dibek dövenin hınk deyicisi” her işe burnunu sokan, hele biraz da alkış delisi olursa bir ıslığa bir teneke su içen, cinsi cibilliyeti karışık, meleklerle küs, şeytanlarla barışık bazı tipler vardır… İşte onların bir minik serçesi varmış! Bu minik serçe, 29 Eylül’de İstanbul, Harbiye Cemil Topuzlu sahnesinde özgürlükler üzerine öterken öyle bir topuz indirmiş ki, yiyenler bir daha iflah olmaz! “Bizi örteceğinize, nefsinizi terbiye edin öküzler...” Orman çiftliğinin minik serçesi, öküzlere nefis terbiyesi tavsiye ederken gelen tepkiler üzerine, resmi internet sitesinden bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş ve demiş ki: “Meraklıların ilgisine: Sınırsız özgürlüklerden yanayım. Bir yetişkinin kendi iradesiyle verdiği her kararın, inançların, fikir ve düşüncelerin önünde saygıyla eğilirim ve her türlü ayrımcılığın külliyen karşısındayım. Bütün yaşamım bunun örnekleriyle doludur. Ancak henüz ilkokul çağındaki bir kız çocuğunun başını örterek, onu küçük bir kadına dönüştürmeyi öneren bu cinsiyetçi yaklaşımı sonuna kadar reddediyorum. Mesele budur, sahnede olup biten de hicivdir, şovdur… Sevgilerimle Sezen Aksu.” Kasım 2014 / 316

Biz halk olarak şov yapmayı bilmeyiz, şov yapandan da hoşlanmayız… Her şeyin samimi olanını, hasbi olanını, bizden olanını benimser ve severiz… Hicvin de âlâsını biliriz! Millet olarak edepten, terbiyeden, ahlâktan mahrum, hayâ ve imandan nasipsiz şovmenlerin saygı duydukları şeylerden biz hep kaygı duyduk! Minik serçe, kuşlar familyasındandır! Zooloji ilmiyle ilgili bilgi eksikliğini kınayacak değiliz! Çünkü ne kadar daldan dala sıçrasa da, her dalda değişik nağmelerle ötse de, sahnelerde kanat çırpıp pır pır uçsa da, gündüz başka kafeste, gece başka kafeslerde pratik dil kurslarını geliştirse de nihayet minik bir kuştur… Aklın ve nefs’in yaratılanlar içinde sadece insanda olduğunu nerden bilsin minik kuş! Günahın ve sevabın inanan insanlar için olduğunu söyleyen olmuş mudur minik serçeye! Açılmanın değil, örtünmenin insana has bir emir, insana özgü bir güzellik olduğunu nerden bilecek kuşcağız! Malûm familyanın Baykuşları, boynuz boğumlarıyla gerdan kırar! Bayankuşları, iğdiş öküzleri nefis(!) terbiyesine davet eder! Daha buzağı iken sürüye katılıp da danalara, tosunlara kulak küpelerinin numaralarını göstererek teşvik belgesi veren düvelerle inekler, bu kuşgillere vekâlet mi verdiler yoksa? Medeniyet denilen maskara mahlûkun, giyinmeden soyunan zavallı oyuncakları! Yeter artık… Mukaddesatımıza el uzatmayın! Dil uzatmayın! 39


Tarih Koridoru erturanmehmet@hotmail.com

Mehmet Erturan

ALİMLER Alem Adamdır

Ş

Ebu’l A’lâ el-Mevdudî 1903-1979

ehid Seyyid Kutub’un “Fî Zılali’l Kur‘ân” tefsirinde ‘Büyük Müslüman’ diyerek ismini andığı bir hayata dair iki bölümlük yazı dizisinin ilki.

“Kokuşmuş ve değersiz Batı medeniyetinin kültürel köleliğini kabule doğru giden güya bağımsız Müslüman toplulukların bu hareketlerini durdurabilir miyiz? Bu çağda bir İslam İnkılâbı mümkün müdür? Süreci, metodu ve tekniği nedir? Hangi zayıflık ve güçsüzlük bizi gerçek Müslüman olmaktan alıkoyuyor? Gelin bu dünyayı değiştirelim.” der, 1979’da vefat eden Mevdudi. Bu cümleler en az 35 yaşındadır.

Doğduğunda takvim yaşı sıfır olan Mevdudi hayata herkes gibi sıfırdan başladı. Yaratılalı dokuz ay kadar olmuştu. Dünyadaki ilk ses denemesi hıçkırıklarıydı. Ağlıyordu… Mü’mine zindan olan dünya kendisine karşı müşfik olmayacaktı. İleride öğrenecekti ki yegâne müşfik olan ‘zat’ kendisini ağlatan dünyanın asıl sahibiydi. Sahip, tek sığınaktı. Hayatı boyunca okuyacağı bütün kitaplar, Sahip’in gönderdiği son kitabı daha iyi anlayabilmek için yazılmışlardı. 40

Batı Müfredatında Okumayan Biri Her kitabı birkaç kez okurken Sahip’in son kitabı olan ‘er’ kitabı her daim okuyordu. Er kitapla süsleniyor, şeref kazanıyordu. İnsanları yokuşlardan düze çıkarabilmek için er kitabın nurundan faydalanıyordu. Okunan her harfine ayrı ayrı sevap verilen başka bir kitap daha yoktu. Babası O’nu Batı kültürüne ait değerlerle öğretim yapan resmî eğitim kurumlarına göndermedi. Aile dostu olan, samimi ve halden anlayan öğretmenler tarafından yetiştirildi. Önce Arapça ve Farsça öğrenerek Doğu’yu, ardından da İngilizce öğrenerek Batı’yı bizzat tanıdı. Yaşamının büyük kısmında rızık vesilesi görevini üstlenen ve hizmetlerine daha rahat devam edebileceğini düşündüğü, irşat ve bilgilendirme vasıtası olarak da gördüğü gazeteciliğe 17 yaşındayken “Müslim” gazetesinin yazı işleri müdürü olarak başladı. İki yıl sonra gazetenin kapatılmasının ardından bir başka yayın organı olan “el-Cemiyet” gazetesine geçti. Mezkûr gazetelerde yazacağı


yazılar eşref vaktinde yayınlanacak etkili ve kaliteli kitaplarının müjdecisiydi. 24 Yaşında “İslam’da Cihad”ı Yazan Biri Aynı coğrafyada birlikte yaşadığı, Müslümanların inançlarını hafife alan konuşmalar yapan ve münafıklıkta derece sahibi etkin bir şahıs suikast sonucu öldürülünce bölge basınında İslam aleyhinde büyük bir karalama kampanyası başlatıldı. Manşetlere göre suikastın sorumlusu Müslümanlardı. Halk da Müslümanlara karşı sözlü ve fiziksel saldırıya geçti. Herkes -geçtiğimiz yıllarda papanın da iftira ettiği gibi- İslam’ın kılıçla yayıldığını ve şiddete dayalı bir din olduğunu homurdanmaya başlamıştı. Pasif direnişin sembolü olarak göklere çıkarıldığından çıplak ayakları yere basmayan Gandi bile uydum kalabalığa dercesine “Kılıç dini.” diyerek İslam’a dil uzattı. Müslümanlar üzerinde bunaltıcı bir atmosferin oluşturulduğu bu dönemde 24 yaşında bir genç, âlim bir zatın duası üzerine ortaya atılarak bütün bu iftiralara karşı bir kitap hazırladı: “İslam’da Cihad.” Kitap, el-Cemiyet’te “İslam’da Savaş Hukuku” başlığı altında yayınlanan 22 makaleden oluşuyordu. Hasan El Benna’nın Takip Ettiği Biri Genç yazar bu çalışmasında, İslam’ın saldırılara hedef olan cihad mefhumuna karşı mantıklı/ikna edici izahlar geliştirdi. Altı ayda hazırlanan bu çalışma cihadı ve İslam hukukunu eski ve modern savaş prensipleriyle karşılaştırarak ayrıntılı bir şekilde anlatan kıymetli bir eserdi. Kitap, Müslümanların fikrî ve siyasi çevrelerince büyük bir memnuniyetle karşılandı. Muhammed İkbal, kitabı; “İslam’ın cihad anlayışı, barış, savaş, hukuk ve gelenekleri hakkında yazılan en güzel kitaptır. Herkese bu eseri okumasını tavsiye ederim.” sözleriyle alkışladı. Eserin Arapça tercümesini okuyan Hasan el Benna da bu kitaptan etkilendi ve kurucusu Kasım 2014 / 316

olduğu İhvân-ı Müslimîn/Müslüman Kardeşler üyelerinden bu kitabı mutlaka okumalarını istedi. Amel Defterinde ‘İslam Devleti’ Olan Biri Mevdudi, iftiralara cevap verip cihadı zihinlerde ve gönüllerde layık olduğu yere -Allah’ın izniyle- koyduktan sonra ilk iş olarak kalbinde imanlı bir şehir kurdu. Bu şehir, Rahmanî yapıya kavuşacak üç aşamalı bir nimetin ilk ve en önemli adımıydı. İkinci olarak, hizmete devam ettiği topraklarda bir İslam cemaati oluşturdu. Son olarak da bu cemaatin önderliğinde hitap ettiği kesimi de arkasına alarak bir İslam devletinin temellerini attı. Kalbinde kurduğu şehirle başlattığı mücadeleyi sonlandırırken attığı üçüncü adımın tam karşısında, en büyük ameli olabilmeye aday bir çile ürünü vardı: yasaları Kur’an ve Sünnet’e göre hazırlanmış bir İslam devleti: Pakistan. Arşın Gölgesine Aday Biri Bu fikrî ve amelî çalışmalar hakiki dertlerle meşgul olduğuna dair birer hüccetti. Genç yaşta gösterdiği bu gayretlerle Sahip’in, mahşerde arşın gölgelendireceğini vaat ettiği yedi sınıf insandan biri olmaya niyetliydi. “Arşın Gölgesindeki Genç”i oynuyordu. Rol yapmıyordu. Niyeti sahihti. Riya gibi vesveselere Euzubesmele ile mukabelede bulunuyordu. Kovuyordu, taşlanmış olanı. … Cevabı İkinci Yazıda Olan Bazı Sorular - Bir müsteşrikin daha çok çalışabilmek için günde 6 saat uyuduğunu öğrenince ne yaptı? - Amerikan uygarlığına hayran olarak büyüyen nesiller konusunda neye dikkat çekti? - “Batı felsefesi, ahlakı ve kültürü karşısında yenilirsek eğer…” cümlesini kalbimize nasıl bağladı? - Namaz hakkında sorulan bir soruya duvardaki saat örneği üzerinden nasıl cevap verdi? 41


Dünyanin Ibrahim . Nabzi Aydemir

Libya’da Darbe mi Oldu?

Levent Baştürk*

Geçmişin Kısa Özeti Arap Baharı olarak adlandırılan ayaklanmalar dizisi sırasında 2011 yılında Libya’da da bir iç savaş yaşanmış, Muammer Kaddafi karşıtı gösteriler 7 Şubat 2011 tarihinde başlamış, iç savaş Sirte’nin düşmesi ve Muammer Kaddafi’nin öldürülmesiyle 20 Ekim 2011 tarihinde sona ermiştir. 18 Şubat 2011 tarihinde göstericiler Libya’nın ikinci büyük şehri Bingazi’nin kontrolünü bazı polis ve askerlerin de desteğiyle ele geçirmişlerdir. Bunun üzerine hükümet Bingazi’de yaşayan ve rejimin destekçisi seçilmiş askerî birlikleri yollamıştır. Ülke, Ulusal Geçici Konsey (UGK) ve Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi olarak ikiye ayrılmıştır. 20-28 Ağustos tarihlerinde Trablus Muharebesi sonucu başkent Trablus UGK kontrolüne geçmiş, UGK yüzden fazla ülke tarafından tanınmıştır. 20 Ekim 2011 günü Muammer Kaddafi’nin memleketi Sirte’nin düşmesiyle Muammer Kaddafi öldürülmüş, iç savaş kesin UGK zaferiyle sona ermiştir.

K

addafi rejiminin devrilmesinin ardından geçen iki yıl boyunca Libya’nın önündeki en büyük sorun istikrar ve güvenliğin sağlanamaması oldu. Diktatörlük sonrası dönemde büyük umut ve beklentiler içinde ilk serbest genel seçimler gerçekleşmişti. Meşruiyetini seçimden alan bir meclis ve hükümetin görev yapıyor olmasına rağmen istikrarsızlık son bir yıl içinde daha da derinleşerek devam etti. Bugün, Kaddafi döneminin mirası olan devlet kurumlaşmasındaki yetersizlik en fazla etkisini güvenlik alanında gösteriyor. Devletin zayıf güvenlik birimlerinden daha fazla silah gücüne sahip olan milis güçlerin kendi arzuları dahilinde hareket etmeleri devletin zafiyetini ve hatta acziyetini daha da derinleştiriyor. Devlet güvenlik birimlerine katılmayı kabul etmiş milis güçler bile, devletin otoritesi altında çalışan bir birim gibi hareket etmek yerine, bir milis kuvveti gibi ve kendi liderlerinin emri altında harekete devam etmekteler. Milis kuvvetlerinin bu özerk hal ve tavırları yanı sıra, bölgeler, kabileler ve siyasi güçler arasındaki çekişmeler de devlet otoritesinin tesisini giderek zorlaştırıyor. Aslında 7 Temmuz 2012 seçimleri, daha önce 1969’dan önce sadece bir serbest seçim tecrübesi olan Libya için yeni bir sayfanın açılması açısından iyi bir başlangıç olabilirdi. Seçimler büyük bir ilgi görmüştü ve birkaç münferit vaka sayılmazsa genelde sükûnet içinde geçen bir seçim olmuştu. Ancak seçim öncesinin yoğun siyasi, bölgesel, şehirlerarası

42

ve kabileler arası çatışma ve çekişme ortamı seçim sonrasına da yansıdı. Hiçbir gücün tek başına siyasi dengede üstünlüğü elde edemeyeceği bir ortamda, geçiş döneminde ortak menfaatler üzerinde birlikte hareket etme yerine, tarafların birbirleri üzerinde hakimiyet kurma rekabeti içine girdiler. Böylece seçimlerle birlikte gelen iyimserlik ortamı yerine giderek milislerin etkisinin ağırlaştığı karamsarlık ortamı her yönüyle hissedilmeye başlandı. Ancak yaşanan bütün olumsuzlukların faturasının Müslüman Kardeşler Hareketi (MKH) ve onun siyasi partisi Adalet ve İnşa Partisi’ne (HİP) çıkarılmak istendiği de ortada. Bu suçlu tablosunun ortaya çıkmasında, Batı medyasının da önemli bir katkısının olduğu aşikâr. Nitekim Libya’da geçen Perşembe günü yaşanan Başbakan’ın kaçırılması ve serbest bırakılması hadisesinde faturayı yine MKH/HİP’e kesme gayreti gözlemlenmekte.

Zidan Kaçırılma Olayını Ranta Dönüştürme Derdinde Perşembe günü sabaha karşı erken saatlerde, ikametgâh olarak kullandığı otelden yarı resmi milis kuvvetlerince tutuklanma gerekçesi ile alınıp götürülen Libya Başbakanı Ali Zidan yaklaşık altı saat sonra, kimilerine göre bazı görüşmeler neticesinde serbest bırakıldı. Zidan ve taraftarlarının iddialarına göre Başbakan, diğer milis güçlerinin devreye girmesi sonucunda kurtarıldı. İlginçtir ki serbest bırakılmasının ardından Zidan, kaçırılması hadisesini siyasi bir ranta dönüştürme mücadelesine girişti.


Ali Zidan kaçırılma hadisesini siyasi ranta dönüştürürken, kendisini demokrasi kahramanı ve muarızlarını da ülkedeki demokrasi deneyimini sona erdirmek isteyenler kapsamına sokmaya çalışmakta. Ancak gerek Zidan’ın kaçırılması öncesindeki gelişmelere kısa bir bakış, gerekse son olayın gelişim şekli Zidan’ın “başarısız bir darbe girişiminin muhatabı demokrasi kahramanı” olduğu söylemini desteklemiyor.

Ali Zidan Kimdir? Batı yanlısı olarak bilinen Milli Güçler İttifakı (MGI) lideri ve eski geçici başbakan Mahmud Cibril tarafından desteklenen Zidan, Cibril gibi Batı yanlısı olarak bilinen ve MKH’ye karşı olan antipatisini açıkça zikretmekten çekinmeyen birisi. Ancak Cibril’den farklı olarak Kaddafi’ye karşı muhalefeti oldukça eskiye gidiyor. 1970’lerde Libya’nın Hindistan büyükelçisi olan Muhammed Magarif’in yanında diplomat olarak göreve başlayan Zidan, yine Magarif’le birlikte 1980 yılında Kaddafi’ye karşı muhalefet çalışmalarına dahil oldu. İki diplomat 1990’ların başlarına kadar, Kaddafi’ye karşı mücadele eden ve hatta bir kaç suikast girişiminde de bulunmuş olan Libya’nın Kurtuluşu İçin Milli Cephe Örgütü içinde birlikte çalıştılar. Magarif ile daha sonra yolları ayrılan Zidan, Kaddafi’ye karşı 2011 isyanı başladığı sırada Cenevre’de yaşıyordu. Zidan 7 Temmuz genel seçimlerine bağımsız olarak katıldı ve Genel Kongre’ye seçildi.

Zidan’ın Mısır Ziyareti ve Batı’dan Yardım Talebi Bu arada Eylül ayı içinde, bugün kendisini demokratik temsilin simgesi olarak gören Zidan’ın Mısır’a gitmesi, darbenin atanmış geçici cumhurbaşkanı Adli Mansur ve darbenin lideri el-Sisi ile görüşmelerde bulunup oldukça samimi pozlar vermesi Libya’da tepkiyle karşılandı. Yine Eylül ayı içinde Batı yanlısı Zidan, Libyalıların kendi sorunlarının üstesinden gelmeye güçlerinin yetmediğini ilan etti. Bölgeyi istikrarsızlaştırıcı etkisi olan Libya üzerinden yapılan silah kaçakçılığının ve ülkedeki militan güçlerin varlığının kaldırılması için mutlaka Batı’nın aktif katkısına ihtiyaç olduğunu söyleyerek Batılıları Libya’ya davet etmesi, içerideki siyasi mücadelede durumunu kuvvetlendirmek için dış destek arayışı görünümü sundu. Ayrıca Libya ile gerek Kaddafi döneminde ve gerekse sonrasında iyi ilişkiler geliştirmiş olan Türkiye’nin Libya güvenlik kuvvetlerinin eğitimi konusunda istekli olmasına rağmen, Cibril gibi Türkiye’ye karşı mesafeli olan Zidan’ın bu iş için Kasım 2014 / 316

özellikle de Batılı ülkeleri tercih etmesi de bu bağlam içerisinde değerlendirilmeli. Nitekim şu an binlerce Libyalı güvenlik görevlisine ABD, İtalya, Fransa ve İngiltere tarafından Bulgaristan’da eğitim verilmesi, üzerinde durulması gereken bir husustur. Yukarıda kısaca anlattıklarımız çerçevesinde Zidan’ın kaçırılması hadisesini, İslamcıların onu saf dışı etmek için bir girişimde bulunması olarak görmek mümkün müdür? Elde bu kanaatin oluşmasına sebep olacak bazı veriler var ve şu ana kadar yapılan yorumlar da genelde bu husus üzerinde yoğunlaşıyor. Ancak basın yoluyla bize aktarılan verilerin bir tutarsızlık arz ettiği de apaçık ortada.

Alıkonma Zidan’ı Kuvvetlendirdi Aradan altı saat geçmesinin ardından Başbakan’ın serbest bırakıldığı haberi geldi. Enteresandır ki, devletin ve kurumlarının açık bir şekilde zafiyet içerisinde olduğunu gösteren bir hadiseden Zidan, güçlü olarak çıkmış gibi görünüyordu. Altı saatlik alıkonma süresi içinde, ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya’dan Zidan için anında destek mesajları geldi. İlk basın açıklamasından sonra kendisine karşı yapılanlar için bir siyasi partiyi suçlayan ilk televizyon röportajını France 24’le yapması da bu bağlam içinde oldukça anlamlı kaçıyordu. Yine bu konuşmasında ertesi gün tekrar bir basın açıklaması yapacağının duyurusunu yapacak ve ilgili siyasi parti hakkında orada daha geniş bilgi vereceğini söyleyecekti. Beklenen basın açıklamasında Zidan kendisine yapılanı açıkça bir darbe girişimi olarak değerlendirecekti. Daha bir ay önce Mısır’da Mansur ve el-Sisi ile sarmaş dolaş olan bir siyasetçinin ‘darbeye maruz bırakılmak istenen demokrasi kahramanı’ pozisyonunu alması ise başlı başına bir tutarsızlıktı. Kısaca, Libya Geçici Başbakanı Ali Zidan’ın kaçırılması eyleminden kimin, nasıl istifade ettiği, bunun nasıl bir konjonktürde ortaya konduğunu düşündüğümüzde ve gelecekte önümüze ne tür seçenekleri ortaya çıkaracağını hesaba katınca, aslında olanların Ali Zidan’a yaradığını ileri sürmek mümkün. Ancak Zidan’ın bunlardan istifade edip edemeyeceği ise hem kendi becerisine, hem Libya’daki dengelere ve de dış aktörlerin kendilerine Libya’nın geleceğinde nasıl bir müdahil rol biçtiklerine göre belirlenecektir. * Yazarın Dünya Bülteni’nde yayımlanan yazısından kısmen iktibas edilmiştir http://www.dunyabulteni.net/haber/277261/libyada-darbe-mioldu-levent-basturk

43


Söz Meydani ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net

. Ibrahim Çiftçi

Bir Eserin Çağrıştırdıkları

H

asta varsa doktor aranır. Aramaya başladığınızda gönüllü doktorlar çoğalır. Herkes kendi bildiğinin doktoru olur, reçetesini yazar. Hasta ziyaretine gidenlerin konuşmaları da bu minvalde olur. Bir dönem var ki Osmanlı Devleti hasta. Hem içeri hem dışarı “hasta adam” konusunda hemfikir. Böyle olunca da doktorlar devreye girer, reçetelerini sunar. 1- Eskiyi koruyalım, hatta birçok konuda eskiye dönelim, ama nasıl? Sorunun cevabı net değil. Bunlar kendini yenilemeyen, durumu okuyup değerlendirip çözüm üretemeyen, derinliği olmayan zatlardır. 2- Yeniye yönelip Batı’ya açılalım, Batı kanun ve kurumları alınırsa bu iş olur diyenler. Bunlar da Batı’yı sadece gören, Batı’nın uygarlık temellerini bilmeyen, Batı’nın kendi değerleriyle o konumda olduğunu fark edemeyenlerdir. 3- Güzelse, iyiyse eski-yeni demeden uygulamaya koyalım, “hasta adamı” (Devlet-i Âl-i Osman) kurtaralım, diyerek kurtarma sancısı çekenler. 4- Emperyalist anlayış ve onun piyonları da hastanın uyuşuk bir halde kalmasını, tedavi uygulanmamasını, ölünce de mirasının paylaşılmasını ister halde beklerler. Bu köşeyi takip edenler bilirler ki “hain” ifadesini pek kullanmayız. Çünkü tarihimizde hainden ziyade iyi niyetli, sevgisi ve aşkı doğru düşünmesini engelleyen, aldatılan, yanlış düşünenler vardır. Komünist, ateist, laik, milliyetçi, Müslüman...

44

Kim olursa olsun ülkesine, milletine ihanet maksatlı o düşünceyi benimsememişlerdir. Darağacında sallananların suçu ne olursa olsun vatanseverdirler. Ama dine karşıdır, ama laikliğe, ama ırkçılığa, ama rejime, ama devlete karşıdır. Soralım, derdiniz ne? Cevap: Ülkemizi, halkımızı kurtarmak, yüceltmek, bağımsız olmak, olacaktır. Peki, kurtuluş reçeteniz nedir? Şeriat, komünizm, laiklik, modernizm, Türkçülük... Peki, sonuç nedir? İdam sehpaları. Cumhuriyetin ilk yıllarında asılan, sürgün edilenlerin kimi şeriatçı, kimi komünist, kimi Atatürk’e karşı, kimi yanlış uygulamalara karşı... 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrası asılanlar da öyle değil mi? Uyanıkların varlığı daha çok saf, temiz, avanak insanlara bağlı değil mi? Avanaklar olmasa uyanıklar belli olmaz. Saf ve iyi niyetliler olmasa hilekâr ve düzenbazlar bilinmez. Dürüstler olmasa yalancılar bilinmezdi. Bu farklı anlayışlar her toplumda, her anlayışta karşımıza çıkar. Zıt karakter, anlayış, davranış ve düşünce… Niyet bozuk olmadıkça zıtların bir arada olması sıkıntı olmayabilir. Ama niyet bozulunca en güzelin en çirkine dönüşmesi mümkün.


“Müslümanca yaşamaya yeter.” diye bildirilen dört hadisten biri “Ameller niyetlere göredir.” hadisinin olması boşuna değildir. Bu mübarek söz hayatın ve toplumun her alanında çok önemli bir ölçüdür. Hayatı düzene koyar. Osmanlı hasta. Doktorların reçeteleri de ortada. Niyetler kötü değil. Ama her doktorun arkasında bir el var, onu yönlendiriyor. Ona hain düşüncelerini aşılıyor. Diyor ki Simon: Sen vatanını kurtarmak istiyor musun? Evet, deyince “Öyleyse…” ile başlayan telkinler, öneriler geliyor. “Şu kanunlar değişmeli, sultanın yetkileri daraltılmalı, yönetim biçimi değişmeli, din sosyal hayattan çekilmeli ki hürriyet gelsin...” Devleti, memleketi, milleti kurtarmak esas amacımız ya. Öyleyse bunlar yapılmalı. Teklifler gayet güzel: Avrupa’ya öğrenci gönderelim, doktora yapsınlar. İnceleme yapmaları için bilim ve devlet adamları, sanatçılar da gönderelim. Onlar tespitlerini ve gözlemlerini, onların niçin ileri, bizim niçin geri olduğumuzu ortaya koysunlar. Tartışılsın, raporlar hazırlansın. Bunlar ne kadar güzel şeyler. Reddedilir mi? Reddedilmez ve gönderilir de... Gidenlerin Paris’i, Londra’yı, Zürih’i görünce ağızları açık kalır. Ziya Paşa bu hayranlığını bir gazelle mukayeseli söyler: Diyar-ı küfrü gezdim beldeler, kâşâneler gördüm. Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm. Batı şehirlerinin düzeni, insanî ilişkiler, evleri, evlerindeki düzen, sanatsal faaliyetler hayran bırakır gidenlerimizi. Gördüklerini, izlenimlerini yazarlar, anlatırlar. Her gidip gelen kendisiyle beraber onlarca Batı hayranının, Frenk taklitçisinin türemesine sebep olur. Değerler, uygarlık, kültür farklılığı üzerinde durulmaz. Hatta bu farklılık kendi değer ve kültürümüzü, daha kötüsü dinimizi aşağılamak için sebep teşkil eder. Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Sefaretnamesi buna bir örnektir. Bu eserde elçilik göreviyle Paris’e giden, ilk defa yurt dışına çıkan bir Osmanlı aydınının menfisi olmayan müspet bakışını görüyoruz. Deniz yoluyla Toulon’a gelen Elçi, kolera dolayısıyla uygulanan karantinayı kendi ülkesinde bilinmeyen tıbbi bir önlem olarak değerlendirir. Paris’e

kadar olan yolculuğunda gördüğü kanalları, bakımlı yolları, başkente parlak bir törenle girişini, 12 yaşındaki Kral XV. Louis tarafından kabul edilişini, onunla birlikte ava gidişini, gezdiği kale, kilise, saray ve bahçeleri, hayvanat ve botanik bahçelerini, tıbbiyeyi, halı imalathanesini, ayna fabrikasını, rasathaneyi, basımevini, izlediği opera gösterisini, kendisine yapılan görkemli ağırlamayı, saray çevresinde ve halk üzerinde uyandırdığı olumlu izlenimleri ayrıntılarıyla anlatır. Aynı eserde Fransız kadınlarını şöyle anlatılıyor: “Fransa memleketlerinde kadınların itibarı erkeklerden üstün olmakla, istedikleri ne ise işlerler ve murad ettikleri yere giderler. Avratların sözü geçer, hatta Fransa avratların cennetidir, zira hiç zahmet ve meşakkatleri yoktur.” Yine başka bir yerde Paris’in sokaklarını tasvir ederken de kadınlara şu şekilde değinmiştir: “Paris sokakları çok kalabalık görünür, zira avratlar sokaklarda ev ev gezerler, asla evlerinde oturmazlar. Erkeklerle kadınlar bir arada olduklarından şehrin içi ziyade kalabalık görünür. Dükkanlarda oturup, alışveriş edip, pazarlık eden avratlardır.” Padişah III. Ahmed ve Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’ya sunulan Sefaretname’nin Lale Devri’ndeki birçok uygulamaya, ileriki yıllarda da Osmanlı’da kadınların sosyal hayata dahil olma adına evin dışına çıkmasına ve olumsuzluklara ilham kaynağı olduğunu kim inkar edebilir. Yine bu ve benzeri eserlerin etkisiyle İstanbul’da Osmanlı sosyetesi oluşmaya; villalar, bahçe düzenlemesi, çıplak heykel, Batılı giyim, kadınların mücevherat takması gibi lüks tüketim başlar. İşin ilginç yanı bu tüketim mallarının hepsi ithaldir. İthal edildikleri yer ise Avrupa, ithal edenler de azınlıklar ya da Avrupalı tüccarlardır. Ama giden para bizdendir. İşte 3 Kasım 1839 da ilan edilen Tanzimat’la başlayan, 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’le devam eden sosyal hayattaki değişimin, Cumhuriyet partilerinin ilham kaynağı ve sonuçları… Galiba Batılılaşma serüveni bitmez. “Hem ağlar, hem giderim.” diyen gelin kızımız gibi biz de “Hem kızarız hem de Batılılaşırız.”

Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “Kültür ve Sanat Sayfası” olan “SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Kasım 2014 / 316

45


. Imbik

nuri.ercan@ilkadimdergisi.net

Nuri Ercan

..

TURK SOLU Emekli mi Oluyor?

B

akmayın “Türk Solu” dediğimize! Türkiye’de gerçek anlamı ile sol bir fraksiyonun oluşup oluşmadığı bile tartışmalıdır. Biz meramımızı bu terkiple anlatmayı istedik.

tiştirdi. İnkar etmeyelim, Avrupa solu çıkış itibarı ile İnsan merkezlidir. Bu düşüncenin geliştirdiği, bağımsızlık, emeğe saygı, sosyal adalet, insan sevgisi, gibi kavramlar birçok toplum tarafından kısa sürede sahiplenildi.

Bütün dünyaya ideoloji üretip çeşitli kamuflaj yöntemleri ile ihraç eden Batı, sol düşüncenin de ana vatanı olmuştur. Solculuk kavramı ilk olarak, Fransız Devrimi sonrasında kurulan meclisteki oturma düzeninden esinlenilerek türemişti. İhtilal sonrası kurulan parlamentoda, özgürlüklerin destekçisi olan halkçılar genellikle başkan koltuğunun solunda oturmaktaydılar. Değişimlere karşı çıkmakta olan burjuva kişiler ise sağda oturmuşlardı.

Osmanlı’nın son dönemlerinde fikrî karmaşalarla yüz yüze kalmış bizim insanımız da bu kavramları hemen baş tacı ederek “Türk Solu”nun nüvelerini oluşturmaya başladı. Düşüncenin ana mihveri olan “aklî olan gerçektir” yani mevcut düzen yeterli değildir, devrim kaçınılmazdır, anlayışı solcuların sayısını artırdı.

Başkanın solunda oturanlara “solcu”; sağında oturanlara “sağcı” denildi. Solculuk, Sanayi Devrimi neticesinde ezilen ve sömürülen emekçilerin yanında olma fikrinden dolayı Avrupa devletleri arasında hızla yayılmıştı. Kendine göre haklı bir çıkıştı sol; çünkü İslam’ın sosyal adalet prensiplerini bilmeyen insanların egemenliği gittikçe yayılmakta idi. Fikrin tohumlanma sürecinden sonra, mensuplar kendi düşünür, sanatçı ve ideologlarını ye46

Yeni kurulmuş olan cumhuriyet ulus devleti solculuk fikrinin yayılmasını tahrik ediyordu. Osmanlı bakiyesi İslam düşüncesinin yasaklanması da solculuğa hem iktidar hem muhalefet yolunu açmıştı. Anlayacağınız, meydan boşalmıştı. Solcuların işi işti. Daha sonraları sağcıyım diyenler ülkeyi yönetse bile sol düşünce uzun yıllar iktidardan inmedi. Ayrıca erkenden iktidar olmak, solun, nevi şahsına münhasır bir şekle dönüşmesine sebep oldu. Avrupa solunun tasvip etmeyeceği uygulamalar Sol Düşünce adına Türkiye’de tezahür etmeye başladı.


Daha ilk zamanlarda baş tacı edilen kimi insani kavramlardan vazgeçildi. Kısa sürede sözüm ona hızlı devrimler gerçekleştirildi. Bin yıldır kullanılan harfler değiştirildi. Böylece, bir gecede halk cahilleştirildi. Bununla kalınmayıp, ağır hakaretlerle halkın gelenekleri aşağılandı. Sol, kıyafetleri dinî geleneği andırıyor diye analarını alaya alan nesiller türetti. Sarık takıyor, cübbe giyiyor suçlaması ile dedelerine tokat atanlar da Türkiye’ye has solculardan başkası değildir. Avrupa Solu’nun pek de uğraşmadığı bir biçimde, solcular din ve dindarla uğraşmayı hiçbir zaman terk etmedi. Çok idam sehpası kuruldu, çok kan akıtıldı, sol ideoloji uğruna. Milyarlarca Müslümanın kıblesi ile dalga geçmekten utanmadılar. Kâbe’ye alternatif mekanlar oluşturarak o mekanlara tapınmayı teklif ettiler. Milletin saygıdan dolayı bin yıldır göbeğinden aşağı indirmediği Kutsal Kitab’a hakaret etmekten geri durmadılar. İngiliz Avam kamarasında “Ellerinden Kur’an’ı almadıkça Müslümanları mağlup edemeyiz” diyen mebusa rahmet okuttular. Kur’an’ı ellerden almakla kalmayıp külliyen yasaklamaya kalkıştılar. İstiklal Harbi’nde, Müslüman kardeşlerimize destek olsun diye bileziklerini yollayan Hintli bacılarımızın duygularını anlayacak zarafetten yoksun olduklarını dünya âleme gösterdiler. O bileziklerin parası ile bütün inananlara hakaret edercesine faiz kurumları ihdas etme cesaretini Türk Solu göstermiştir. Yıllar yılı inşallah, maşallah gibi en masum dini terimleri kullanmayı irticadan saydılar. Anadolu insanına opera, bale gibi yabancı sanat dallarını modernlik adına dayatmaya kalktılar. Açık oy, gizli tasnif uygulamasının patenti de bizim solculara aittir. Darbeleri söz konusu etmeye gerek yok, darbeyi yapan da darbeye karşı çıkan da sol düşünceye mensup kişiler olmuştur. Ülkenin başbakanını

Kasım 2014 / 316

allem edip kallem edip idam etmeyi becerenler ancak ve ancak sol düşünceye sahip olanlardır. Kendi yetiştirdikleri solcu gençleri, ileri gidiyorsun gerekçesi ile kurşuna dizenler de solcuların fikir babalarından başkası değildi. Küçücük bir şehirde halkı zorla toplayıp orkestra konseri vermek kimin işidir! Konserde, ön sıralardaki aksakallı bir ihtiyarın ağladığını görüp, “maya tuttu, cahil halk nihayet çağdaşlaşıyor” hezeyanına kapılan şefimiz de elbette “Milli Şef”in yetiştirmelerinden biri idi. Konserde Aksakallı dedenin ağlamasının nedenini sorduğunda “Sivas, Sivas olalı böyle zulüm görmedi” cevabını alınca zihnen yıkıma uğradığını dışa vuramayan da Türk Solu düşüncesi idi. Oldum olası dayatma ve baskı denildiğinde aklıma “Sol Hareketler” geliverir. Vaki olan onca acı hadise ve dindarlık bakımından kötü bir imajdan sonra Merkez Sol düşüncenin, yeğeni başörtüsü yüzünden üniversiteden kovulmuş bir siyasetçiyi transfer etmesinin sosyolojik arka planında ne var acaba? Müftü, vaiz ve İslam bilimci akademisyenlerle daha fazla teşrik-i mesai yapmaya başlayan Türk Solunun psikolojik hallerini nasıl yorumlamalı? Hiç unutmam, irfan sahibi büyüklerimiz bizlere nasihat ederken, “Evladım solcularla uğraşmayın, kendi hallerine bırakın, onların sonu cami cemaatidir.” derlerdi. Yani, hani emekli insanlar camiye cemaate pek heves ederler ya. Bunlar da camiye, cemaate pek heveslendiler. Yoksa Türk Solu emekli mi oluyor!? Buna, biz öğrenci iken sık sık ziyaret ettiğimiz, medrese tahsili yapmış merhum Mustafa amcanın cevabı ile cevap verelim. Hacı Mustafa Hoca, bize sorardı: “Ne yaparsınız yeğenlerim, okur musunuz?” Biz “Evet, okuyoruz” derdik. Mustafa amca tek bir kelime ile cevabımıza cevap verirdi: “Nebîm!” Tekrarlayalım, Türk Solu emekli mi oluyor? Cevabımız: Nebîm!

47


Düsünce Ufkumuz. Atilla Degirmenci atilla.degirmenci@ilkadimdergisi.net

İmtihan’dayız Unutmuyoruz!

K

endini tanımaya ve etrafına anlam vermeye başladığı andan itibaren insan, ‘Niçin bu hayattayım?’ sorusuyla iç âleminde fırtınalar kopartıyor. İnsan ‘Hayatı anlamaya başladım.’ veya ‘Hayat istediğim seviyeye gelmeye başladı.’ dediği an karşılaştığı olaylar ve edindiği bilgiler düşünce dünyasında her şeyi bir kez daha baştan almasına neden oluyor. Hayat insan için bir türlü istediği frekansa bağlanamıyor. Tam olarak da bağlanmayacak zaten. Çünkü burası dünya. Dünya, insan için yaratılmış olan imtihan sahasıdır. İmtihan ise Allah Teâlâ’nın verdikleri ve vermedikleriyle insanın ‘kulluk’ kalitesini ölçme işlemidir. İmtihan sadece bu dünya hayatına ait bir kavramdır. Bu dünyadan ayrılanlar için imtihan bitmiş ve karşılık alma vakti gelmiştir. Hiçbir şey es geçilmeden ve yapılanların tam karşılığı verilerek.

İmtihan, emaneti kabul ederek dünya hayatına sorumlulukla gelen insan için geçerlidir. Kendisine verilen ömür içerisinde insanın imtihansız geçirdiği hiçbir ânı yoktur. Birinin bitip diğerinin başlaması aralıksız birbirini takip eder. ‘Şu işimi bitireyim de rahata ereceğim.’ cümlesi çok kullanılan bir cümledir ancak işlerin bittiği gün yeni bir imtihan daha başlar. Okul bitsin rahatlayacağım, sınavlar bitsin hiç problemim kalmayacak, göreve başlasam rahata ereceğim, emekli olursam başımı ağrıtacak olay olmayacak diyenlerin hepsi imtihanı anlamadığı için kendilerini kandırmaktadır. Daha işinin bittiği gün insanı meşgul eden, insanın canını sıkan ve içindeki tedirginlikleri artıran olaylar, vakıalar kendini gösterecektir. 48

Günümüz toplumunda imtihan kavramı sadece olumsuz haller için kullanılmaktadır ancak imtihan çok boyutludur. Allah Teâlâ, eşref-i mahlûk olarak yarattığı insanı ya nimet vererek ya nimet vermeyerek ya da verdiği nimeti azaltarak veya nimeti alarak imtihan eder. İmtihan alanlarımızı kısaca bir inceleyelim: - Nimet verilerek gerçekleşen imtihanda insanın başarılı olması nimetlere şükretmesine bağlıdır. Verilen nimetleri Allah’tan bilmek, Allah’ın istediği şekilde ve yerlerde kullanmakla istenilen şükür faaliyetini tam olarak ifa etmiş oluruz. Örneğin; vakti verimli kullanabilme nimeti verilen bir kişi için ilim öğrenme ve öğretme, iyiliği yayma, kötülüğü engelleme gibi davranışlar şükürdür. - Nimet verilmeyerek gerçekleşen imtihanda başarı insanın sabır anlayışına bağlıdır. ‘Verilmedi.’ diyerek bir köşede miskince oturup beklemek yerine nimetin oluşması ve ele geçmesi için gayret gösterilmesi istenilen sabır yaklaşımıdır. - Verilen nimetin azaltılması veya alınması imtihanında başarı hem şükür hem de sabır yaklaşımlarımıza bağlıdır. ‘Nimetin hepsi de gidebilirdi.’ diyerek şükür, ‘Canımız sağ olduktan sonra Allah yine verir.’ diyerek sabır gösterilir. Darlıkla imtihan da Allah’ın imtihan çeşididir, bollukla imtihan da. Kol, bacak verilerek yaratılanla kol, bacak verilmeden yaratılan insanlar arasında imtihan çerçevesinde hiçbir fark yoktur. Fark hayatları içerisinde şükretmeye veya sabretmeye bağlıdır.


Zeki SOYAK Hocaefendinin kaleminden 2 Cilt Büyük Boy 864 sayfa • İsrailoğulları neden Tih Çölünde 40 yıl dolaştılar? • Yahudiler tarih boyunca niçin Peygamberlere ihanet ettier? • Hz. İsa’nın göğe kaldırılması nasıl oldu? • Eyke halkı neden helak edildi?

Bu ve buna benzer pekçok sorunun cevabını ve bunlardan alabileceğimiz ibretleri bulacağınız bir kitap. İSTEME ADRESİ Kasaplar Çarşısı No:2 NEVŞEHİR 0505 808 35 87- 0535 251 41 07



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.