sayı
320 ISSN-1307-6973
7,5
• MART 2015
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
BAŞYAZI- Nureddin Soyak
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
KAPAK DOSYASI
• Tebliğ ve Hidayet
• Bir İslam Medeniyetinin Yazı Dili, Osmanlıca / Mehmet Özer
HİZMET ADABI- Nureddin Soyak • Muhabbet
• Harf İnkılâbı / Muhammet Adıgüzel • Yaratan Rabb’inin Adıyla Oku / Mükremin Çelik
İLKADIM DERGİSİ Üç aylık kadın-aile dergisi BACİYAN ve gençlik dergisi GENÇ ADAM dergisi ilaveli...
İLKADIM DERGİSİNE yıllık sadece 90 TL’ye abone olarak; 12 sayı İLKADIM DERGİSİ’ne, 4 sayı BACİYAN DERGİSİ’ne 4 sayı GENÇ ADAM DERGİSİ’ne ve Kulluk Dilekçemiz DUALAR isimli esere sahip olabilirsiniz.
Abone olmak için ve aboneliğinizi yenilemek için acele edin! ABONELİK ve BİLGİ İÇİN: Tel:(0384) 213 65 43- 0505 808 35 87-0535 251 41 07
Okuyun, Okutun, Abone olun...
ilkadım
MART 2015/320
İLKADIM’DAN/2 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Tebliğ ve Hidayet /4 KAPAK Mehmet Özer- Bir İslam Medeniyetinin Yazı Dili, Osmanlıca/6 Muhammet Adıgüzel- Harf İnkılâbı /12 HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Muhabbet /24
6
KAPAK Mükremin Çelik- Yaratan Rabb’inin Adıyla Oku/26 TASAVVUF/Cemil Usta Hasta Kalp /29 KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan İmanı Allah Kabul Eder /30 FIKIH/Mehmet Şentürk Kur’an Sünnet Bütünlüğü /32
12
İHSAN PENCERESİ/Fatih Yılmaz Sabır 1 /34 EĞİTİM/ Doç. Dr. Rüştü Yeşil Eğitimde İçerik: Ne Öğretelim?/36 LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Verilecek Ağır Ceza Kaç Kilo /38 DÜŞÜNCE EKSENİ/Dr. Mehmet Sürmeli Dünyevi Cezası Ümmetin Duasından Mahrumiyet Olan Günah; Aldığı Borçları Ödememek /40
26
KİTAPLIK/M.Selçuk Özdoğan Ali Ulvi Kurucu/Hatıralar 4 & Elfabe /43 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Beşik ve Dünya/44 İMBİK/Nuri Ercan Yok Olmaya Yüz Tutan Farklılığımız /46 DÜŞÜNCE UFKUMUZ/Atilla Değirmenci Bize Yeni Bir Dil Gerekiyor! /48
43
ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net
Kıymetli Okuyucu, “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” diye başlar vahiy. “O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.” der devamında. “İnsanı yarattığını” ve ardından “beyanı öğrettiğini” anlatır Rahman Suresi’nde de. Söz önemlidir. Bir sureye isim de olan kalem önemlidir. Yazı önemlidir. Elif önemli, lam, mim önemlidir. Sözün, lisanın önemi olmasaydı, Allah-insan irtibatının zirvesi olan “vahiy” tenezzül etmezdi. Okunan Kur’an olmaz, yazılan ‘Sahife’ler, ‘Kitap’lar olmazdı.
ilkadım
Kur’an, “Onlar ki, sözü dinlerler, en iyisine uyarlar” diyerek sözü ve mü’minleri yüceltir.
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
YIL: 24 SAYI: 320 Fiyatı: 7,5 TL KDV D
MART 2015 Cemaziyelevvel-Cemaziyelâhir 1436
sayı
320 ISSN-1307-6973
7,5
Íō. >DōŖŭĤôōōō
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
BAŞYAZI- Nureddin Soyak
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
KAPAK DOSYASI
• Tebliğ ve Hidayet
• Bir İslam Medeniyetinin Yazı Dili, Osmanlıca / Mehmet Özer
HİZMET ADABI- Nureddin Soyak • Muhabbet
• Harf İnkılâbı / Muhammet Adıgüzel • Yaratan Rabb’inin Adıyla Oku / Mükremin Çelik
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
Sözün en iyisine kulak veren ecdat, Yaratıcısından gelen kelimeleri, konuştuğu dilinin içerisine yerleştirmiş, o kelimeleri oluşturan sesleri ifade eden harflerle de ibadet vecdiyle bu lisanı yazıya dökmüştür. Ecdadımız Cenab-ı Hakk’ın kendi Kelamına seçtiği harfleri herhangi bir zorlama ve baskı olmadan sadece bir inanç ve itikat saikıyla bin yıl boyunca kullanmıştır. Bu yazıyla milyonlarca nadide eserler vücuda getirmiş, ilim sahasına hediye etmiştir. Zor olduğu için(!) yazılamayan veya okunamayan bir vakaya yüzyıllardır rastlanılmamıştır. Harfler bir milletin dilinin kisvesi yani elbisesidir. Suyun yokuş yukarı akıtılabileceğine inanan bazıları bu milleti ecdadından, tarihinden, dininden uzaklaştırabilmek için bir zamanlar yoğun bir gayret içine girdiler. Önce yazı sonra da lisan unutturuldu. Gerçek amaç gizlenmeye de çalışılmadı: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okuryazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi (…) Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.(...) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik.(...) Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” (İnönü, Hatıralar) Türkçe, devletimizin dili. Anayasa ile korunmuş. Türkçenin resmi dil olduğunu beyan eden maddenin değiştirilmesi teklif dahi edilemiyor. Buna rağmen ne gariptir ki
Türkçe konuştuğunu zanneden her nesil bir önceki neslin dilini anlayamıyor. “Mes’ele” kelimesi çaktırılmadan, önce “sorun”a sonra “problem”e dönüşüyor. Yeni nesiller meselenin ehemmiyetinin, sorunun öneminin ve problemin sonuçlarının farkında değil maalesef. İngilizce, ana sınıflarından itibaren bilinçaltlarına yerleştirilip baskın kültür haline getirilirken Türkçe ile birlikte temel Kur’an kavramları da tamamen veya içi boşaltılarak yok ediliyor, beyinler yıkanıyor. Word yazı programının hangi versiyonu çıkarsa çıksın hala ahiret kelimesini tanıyamıyor. “Türkçe Sözlük’te ‘cihad” yoktur, “cihat” hâline getirilmişini bulursunuz! Buna karşılık Mehmed Âkif’in en meşhur şiirlerinden biri olan “Çanakkale Şehitleri”ndeki “cihat” kelimesini bulamazsınız!” diye şikayet etmekte haklı Türkçe sözlük Yazarı Mehmet Doğan. “Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat” Evlad-ı Fatihan terkibinin de Türkçe Sözlük’te bulunmamasını yadırgıyor. Aslında anlamlı değil mi? Kavramlar tıpkı yazı yazmada ve okumada kullanılan harfler (alfabe) gibidir. Nasıl ki okuyup yazmak bu harfleri bilmeye bağlıysa, Kur`anî kavramları bilmeden de Onu gereğince anlamak mümkün değildir. Her düşünce ve inancın kendisini en doğru ve anlaşılır olarak, ancak kendi kavramları ile ifade edebileceği bir gerçektir. Bu bakımdan, bir düşünceyi, görüşü anlamak veya tanımlamak için en uygun yöntem o düşüncenin kavramlarını kullanmaktır. Kur`an`ın kavramları da Kur`an`ın alfabesi gibidir. İnsanlar kavramlar (kelimeler) aracılığıyla düşündüklerinden, doğru düşünmenin temeli kavramları doğru kullanmaktır. Örtünmeyi Allah’ın emri olduğu için savunursanız Allah’ın emrettiği şekilde örtünmeyi kabul eder ve savunursunuz. Demokratik hak olarak savunursanız, önce örtünmenin şekli sonra anlamı kaybolur zihninizde, ardından demokratik haklar kutsallaşır ve en sonunda kendinizi gayrı İslami kesimlerin gayrı İslami demokratik haklarının mücadelesini verirken bulabilirsiniz. Kur’an kavramlarını ilk indiği dönemin insanları gibi anlamaz, günün dominant kültürünün hakimiyetindeki konuşma dilinizle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırsanız mantık(!) yanlışlarıyla boğuşur, yüzyıllardır yanlış anlaşılan(!) dini yeniden anlamlandırmaya, zamana ve zemine uydurma çabasına düşersiniz. Mezhepleri reddeder, kişi adedince mezhep üretirsiniz. Çözüm, yazımızı, dilimizi, zihnimizi önceki berrak haline getirmek, son yüzyıllarda karıştırılan yabancı unsurlardan temizlemek ve “fabrika ayarları”na dönmektir. Selam ve dua ile.
Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. A.Ş. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yrd.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Atilla Değirmenci İbrahim Çiftçi İsmail Varır Mehmet Erturan Metin Başbuğ M. Selçuk Özdoğan Murat Ünal Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep:0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel:0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 Şube Kayseri: 0535 251 41 07 Konya: 0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 90 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.
BAŞYAZI Nureddin SOYAK
Tebliğ ve Hidayet H
idayet Mü’min için en büyük bir nimettir. O nimetin salih amellerle korunup kollanması zaruridir. Yoksa Allah muhafaza buyursun göz açıp kapayıncaya kadar, gidiverir.
T
liğ ve irşat faaliyetlerinin meyvesi ise hidayettir. Bu faaliyetler, kişinin imanının canlanmasına, kulluğunun heyecanlanmasına vesile olur.
ebliğ; peygamberlerin sıfatlarından ve vazifelerindendir. Rabbimiz; “Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur. Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.” (Maide, 67) “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır.” Buyurmuştur. Elmalılı, “tebliğ vazifesini yerine getirmek, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır.” der. Resuller ve onun yolundan yürüyenlerin en önemli görevlerinden biri de hakkı tebliğdir. İslam’ı tebliğ öncelikle dini bilenlerin vazifesi olmakla beraber her müslüman bildiklerini başkalarına tebliğde bulunmak mecburiyetindedir.
Hidayet Rabbimizdendir fakat gayretli kullarını da hidayete vesile kılar. Hidayete vesile olan kul bunu nefsinden bilmediği müddetçe, dünya ve ahiret kazancına mazhar olur. Rabbimiz buyurdu ki; “Allah, dilediğini hidayete erdirir.” (Bakara, 272) Rabbimiz kullarını hidayete çağırmıştır. Bu çağrıya kulak verenlere de hidayeti nasib etmiştir. Kul hidayete yönelirse, Rabbimiz de hidayeti nasib eder.
Hidayet; küfür, şirk ve sapkınlıklardan kurtularak, vahiy nuruyla aydınlanmaktır. Bu Rabbimizin dilemesi ve yardımı ile olur. Müslümanlar; müslüman bir memlekette, müslüman ana babadan, dünyaya geldiği için, hidayet nimetinin yeteri kadar farkında değiller. Örfi bir Müslümanlık, genelde de âdete dönüştürülmüş ibadetlerle hayatını devam ettirmektedir. Tebliğ, emri bil maruf nehyi anil münker gibi hayati sorumluluklardan da uzakta kalınınca, hidayetin kadru kiymeti yeterince anlaşılamamaktadır. Müslümanın en yakınından başlayarak tebliğ ve irşat faaliyetinden asla kopmaması gerekir. Teb-
“Eğer Allah’ın bizi eriştirmesi olmasaydı, biz hidayete ermiş olamazdık.” (A’raf, 43) “Şüphesiz hidayet Allah’ın hidayetidir.” (Al-i İmran, 73) Hidayet Allah’ın hidayetidir. Hidayette, hidayete erenin ve vesile olanın hiçbir dahli yoktur. Her şey Rabbimizdendir. “Kur’an Allah’ın hidayet rehberidir.” (Zümer, 23) İnsanları hidayete erdirmenin yegane yolu 4
“Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme.” (Al-i İmran, 8)
Kur’an’dır. Kur’an’dan başka hidayet rehberi aramak abesle iştigaldir. Hidayete erenleri dinlediğinizde, Kur’an’la hidayete erdiklerine şahit oluyorsunuz.
Hidayet herkese nasib olmuyor. Fasıklığı, zalimliği, kâfirliği kendine bilhassa meslek edinenlerin hidayetten mahrumiyeti söz konusu.
“O, inananlar için bir hidayet ve şifadır.” (Fussilet, 44)
“Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Saff, 5)
Artık ona gönülden de inanıldı mı, Kur’an onun için ebedi hidayet, ebedi bir şifa olur.
“Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara, 258)
Hidayetin tebliğcisi Resuller olmakla beraber, hidayete erdirici değillerdir. Ancak tebliğ edicilerdir.
“Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara, 264)
“O, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir.” (Fetih, 28)
Hidayet nasip olmayışın sebebi olarak Rabbimiz, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmek olarak ilan etmiştir.
“Ey Muhammed, sen sevdiğini hidayete erdiremezsin.” (Bakara, 272)
“Allah, bir kısmını hidayet etti, bir kısmına da sapıklık layık oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi.” (A’raf, 30)
Nitekim peygamberlerin en yakınlarından, anne, baba eş ve çocuklarından, akrabalarından hidayet nasib olmayanlar vardır. Bununla birlikte yedi ceddi hidayetten nasibi olmayanlara da Rabbimiz hidayeti nasib etmektedir.
Mü’min kul en ümitsiz vakalarda bile, tebliğden vazgeçmemelidir. Ama neticenin Allah’a aid olduğunu asla unutmamalıdır.
Rabbimiz nasib etti, Ukrayna’da tebliğ faaliyetinde bulunan ve hidayet nasip olmuş kardeşlerimizle buluştuk. İmkân olsa da küçülen dünyada müslümanlar birbirleri ile sık sık buluşsalar. Bu onların ufkunu ve kulluk heyecanını artırır.
“Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar.” (Yusuf, 103)
Rasulullah sallahu aleyhi ve sellem efendimiz amcası Ebu Talib’i severdi. Vefatına yakın, yanına gelerek şöyle demişti: “Ey amca, Allah’ın katında kendisiyle senin lehinde şehadette bulunabileceğim bir kelimeyi; Allah’dan başka ilah yoktur kelimesini söyle” Ancak Ebu Talip bu kelimeleri söylemedi. Vefatından sonra, Rasulullah sallahu aleyhi ve sellem efendimizin onun hakkında istiğfarda bulunması üzerine hidayete ermeyenler için yapılacak duanın geri çevrileceği şu ayetle haber verilmiştir.
Genç mühendis kardeşin hidayeti beni derinden etkiledi. Sosyal hayatın problemlerine çözüm ararken İslam’la tanışıyor ve çok güzel bir müslüman oluyor. O kadar güzel ki secde eserlerini onun yüzünde müşahede ediyorsunuz. Kendisine “namaz kılıyor musunuz?” sorusuna, beden dili ile verdiği cevapsa çok anlamlı! “Müslümana böyle soru sorulur mu?” dercesine. Yedi ceddi müslüman olan Türkiyeli kardeşim, namazla aran nasıl? Hidayet Mü’min için en büyük bir nimettir. O nimetin salih amellerle korunup kollanması zaruridir. Yoksa Allah muhafaza buyursun göz açıp kapayıncaya kadar, gidiverir. Rabbimiz bu hakikati bize haber vermektedir.
“Ne peygamberin ne de mü’minlerin, cehennemlik oldukları belli oldukan sonra, yakın hısımları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz.” (Tevbe, 113) 5
MART 2015 / 320
“İşte bunlar hidayeti verip sapıklığı, bağışlanmayı verip azabı satın alanlardır.” (Bakara, 175)
KAPAK Mehmet Özer* kapak@ilkadimdergisi.net
BİR İSLAM MEDENİYETİNİN YAZI DİLİ
OSMANLICA O
smanlıca Arapça ve Farsçadan etkilenmiş ancak kendini muhafaza etmiş ikisi de olmamış özgün Türkçedir. Aynı zamanda Kur’an harfleri ile yazılan Türkçedir. Ne hazindir ki yeni nesil Osmanlıca’nın Türkçeden farklı bir dil olduğunu zannedip bir yazı dili olduğundan bihaberdir.
K
onuşma Dilinin Kültür Üze- den geçen hislerimizi muhatabımıza doğru anlatacak kelimelerimiz varsa anlaşmamız kolay rindeki Etkisi olur. Sevincimizi, hüznümüzü yahut hayretimizi paylaşırken iletişim kazaları yaşamayız. Aynı zamanda yanlış anlaşılmalarla boşa vakit kaybetmemiş oluruz.
Konuşma; insanların duygu ve düşüncelerini dil aracılığıyla ifade edebilmesidir. Dil; fikir dünyasının tezahürüdür, insanın kendini ifade edebileceği iletişim aracıdır. Milletin hatırası, ruhu, özü, mayasıdır.
İşte bu bahsettiğimiz dil zenginliğini biz Osmanlıcada görebiliyoruz. Mesela bugün kullandığımız “yüz” kelimesinin Osmanlıcada eşanlamlı olarak; yer, zaman ve duruma göre “suret, sima, cemal, cephe, çehre veçhe” gibi çeşitli kullanımları vardır. Mesela sevilen biri için “cemal” kelimesi, tanımadığımız birini tarif ederken “sima” kelimesini ya da bir binanın yüzünden bahsederken “cephe” kelimesini tercih edebiliriz. Daha bunun gibi birçok misal verilebilir.
İnsanlar çevrelerinden edindiği bilgi ve görgü çerçevesinde konuşur. Bu bilgi ve görgünün temelinde, kullanılan anadil vardır. Kişi konuştuğu anadilin sınırları kadar kendini geliştirebilir. Bu cihetten kullanılan anadilin zenginliği ya da fakirliği çok önemlidir. Bir dilin zenginlik ölçüsünü edibler şöyle tarif eder: “Eğer bir dilde aynı manaya, gelen eş anlamlı kelimeler çoksa o dil zengindir, fakat çok manalar için bir kelime kullanılıyorsa (sesteş kelime çoksa) o dil fakirdir”. Eğer kullandığımız dilde içimiz-
Yüz binlerce kelimelik sözlüğü olan bir dil ile 5-10 bin kelimelik sözlüğü olan bir dil kül6
İ
slamın ilk emri “oku” olması ve peygamber efendimizin (s.a.v) ilme irfana ziyade ehemmiyet vermesi okur yazarlığa rağbeti arttırmıştır. Öte yandan yine Kalem Suresi’nin olması ve Cenab-ı Hak’kın kaleme yemin etmesi ve Efendimizin (s.a.v) (kendi nurundan sonra) “yaratılan ilk şey kalemdir” buyurması şüphesiz okuma ve yazmayı kutsal bir fiile dönüştürmüştür.
tür ve düşünce dünyası açısından, hiç kıyaslanabilir mi? Mesela hayret verici güzellikteki bir hadise karşısında günümüz gençleri “manyak olmuş” ibaresini kullanıyor. Hâlbuki bu kelime hakaret için kullanılır. Bunun yerine “mükemmel, muhteşem, harika, harikulade, fevkalade” gibi takdir kelimeleri kullanılması daha münasip değil mi? Muhtemelen bu kelimeler gençlerimizin lügatinde yok. Peki, o zaman bir hakaret kelimesinin ulu orta kullanımı adab-ı muaşerete ne kadar uyar, hem de hiç yeri değilken, varın siz düşünün. Dil zenginliği kültür zenginliği de demek-
tişik yazılmasında görülebilir. Ancak bu birlik ve samimiyetin bir ölçüsü vardır. Bu samimiyet bazen çok yaklaşmamakla muhafaza edilebilir. Aile mahremiyeti gibi… İslam yazsında da bu, bazı harflerin kendinden sonrakiyle birleşmemesinde görülebilir. Öte yandan keskin çizgileri olmayan oval ve yuvarlak yazımlar da insanın karakter yapısının uyumluluğuna işarettir. Yani İslam yazısında görülen bu ovallik insanlara halim selimliği ve sükuneti telkin eder. Hülasa yazı, kültürü yansıtmalı ve şüphesiz yansıtır da .. Diğer yazılar buna kıyas edilebilir.
tir. Mesela bir mevta hakkında konuşulurken “öldü” denebilir yahut “ahirete göçtü” de denebilir. Birinci ibare gayet sade ve soğukken ikincisinde ince bir üslup, kuvvetli bir inanç, nezaket ve ahlak vardır. Bu meyanda konuşma; bir cihette kişinin ahlaki derecesini, karakter yapısını hatta hayata bakışını da yansıtır. “İnsan dilinde gizlidir” sözü tam da bu mevzuyu izah ediyor.
Yazı Dilinin Kültür Üzerindeki Etkisi Yazı dili de kültürün önemli ikinci ayağıdır. Milletler dillerindeki sesleri taşıyacak nitelikteki alfabeleri-elifbaları kullanırlar. Alfabeelifbaları eğer dildeki sesleri karşılayamazsa kelimelerin yazımı ile telaffuz edilişi arasında ciddi farklılıklar ortaya çıkar. Bu da dili muhafaza etmemek manasına gelir.
Okur Yazarlık Nedir? Niçin Okuyup, Yazıyoruz?
Kültür için şöyle diyebiliriz; toplumların asırlarca biriktirdiği tecrübe bilgi ve beceri bütünüdür.. Bu kültürün aktarımında şüphesiz yazı ehemmiyetli bir yer teşkil eder.
Eğitim ve tahsilin olmazsa olmazıdır okuma ve yazma. Eğitim uzmanları “bazen bir bilgi 30 yıllık tecrübenin ürünüdür, tahsil edilince 30 yıllık bir kazanım sağlayabilir” demişler. Bu manada okuma tecrübe aktarımı açısından gayet mühimdir. İnsanlar kısa hayatlarında her şeyi tecrübe etme imkânını bulamadıklarından başkalarının tecrübelerinde de istifade etmek,
Ayrıca yazı şekli ve karakteri de bir milletin kültür yapısını ifade eder. Mesela İslam yazısı olan Kur’an harflerini ele alalım; İslam örfünde hayırlı olan her işe sağdan başlanır. Bunun tezahürünü yazısında da görebiliriz, yazı da sağdan başlar. Müslüman toplumlarda samimiyet ve birlik esastır. Bu, yazı da harflerin bi7
MART 2015 / 320
İnsanlar bilgi ve kültür aktarımını temin etmek için okuma ve yazmaya ihtiyaç hissederler. İlim ancak yazı ile hakiki olarak muhafaza edilebilir. Çünkü “söz uçar yazı kalır”. Efendimiz (s.a.v) bu meyanda “ilminizi yazı ile kayıt altına alınız” buyurmuştur. Bu itibarla yazı ilmin kaydında en önemli amildir.
yani okumak isterler. Aynı zamanda kendi yaşantılarının, edindikleri bilgilerinin ve tespitlerinin de diğer insanlara ulaşması için yazıyı kullanırlar.
Gerçek manada okur-yazarlık nasıl olmalı? Okumak ve yazmanın anlam kazanabilmesi için okunan ve yazılan mevzunun iyi anlaşılması icap eder.
“
Oku, Yaratan Rabbinin adıyla oku” emriyle okuyacağı her eserin başına besmeleyi hakiki hattıyla nakşedecek harfleri seçmiş ecdadımız. Bu itibarla harf ve elifba ya da alfabe meselesi küçümsenecek, hafife alınacak bir mesele değildir. Daha öncede geçtiği üzere harfler kendi toplumlarının kültürel ve örfi yapısını yansıtırlar.
İyi bir okuyucu yazarın ilmine ve kültürüne muhatap olabilmeli. Aksi halde okuyucu yazılan kitaptan istifade edemez. Aynı şekilde iyi bir yazar da okuyucu kitlesinin, seviyesine göre hitap edebilmeli. Ancak burada şunu da belirtmenin lüzumu vardır; müellif yani yazar toplumun kültürel seviyesini yükseltmek adına yeni veya unutulmuş kavramaları kullanabilmelidir. Bu da mevcut dil yapısını geliştirmek açışından önemlidir.
Bir Medeniyet Dili Osmanlıca 1360) ] ). Efendi kelimesi artık İslami şahsiyetler için kullanılan ve Türkçeye mal olmuş bir kelimedir. Bu meyanda toplumda ma’kes bulmuş kelime ve kavramlara müdahale edilmediği gibi bir zenginlik olarak muhafaza edilmiş, bu kelimelerin kullanımından imtina edilmemiştir. Bu şekilde yeni kavramlar keşfedilmiş, yeni ufuklar ortaya çıkmıştır.
Osmanlıca Arapça ve Farsçadan etkilenmiş ancak kendini muhafaza etmiş ikisi de olmamış özgün Türkçedir. Aynı zamanda Kur’an harfleri ile yazılan Türkçedir. Ne hazindir ki yeni nesil Osmanlıca’nın Türkçeden farklı bir dil olduğunu zannedip bir yazı dili olduğundan bihaberdir. İşin aslı ise şöyle; bugün biz Türkçeyi Latin harfleri ile yazıyoruz, 90 sene evvel de Türkçenin yazıldığı harfler Kur’an harfleriydi. Osmanlıca dediğimiz Kur’an harfleri ile yazılan Türkçedir.
Tabi kelime transferleri birçok dilden olmuş. İbraniceden Süryaniceye hatta Sanskritçeye kadar birçok dilden Türkçeye geçmiş kelime vardır. Aynı zamanda birçok dile de Türkçe kelimeler geçmiştir. Mesela Boşnakçaya şu kelimeler telaffuzunda hiç bir değişiklik yapılmadan aktarılmıştır, “aba, abdal, açık, ada, adet, acayip, acem”. Yine Bulgarcadan Sırpçaya bütün balkan dillerine, öte yandan Kafkas dillerinden tutun uzak doğu dillerine kadar birçok dile Türkçeden kelime transferleri olmuştur.
Osmanlı medeniyeti; asırlarca cihana hükmetmiş ve içinde onlarca milleti barış ile iskân ettirip adaletle yöneten bir medeniyettir. Aynı zamanda tebaasının diline ve kültürüne saygısını da muhafaza etmiş, onları hiç bir şekilde kendi dili olan Türkçeyi kullanmaya zorlamamıştır. Ancak halk kendi arasında anlaşmak için birbirlerinin dillerini öğrenmiş hatta günlük hayatta bu diller arası kelime alışverişleri de olmuştur. Mesela “efendi” kelimesinin kökeni Yunancadır (“Rum papazlarına hitaben kullanılan saygı deyimi” [ Danişmend-Name
Evrensel Bir Medeniyet İddiasına Sahip Dilin Millilikle Olan İmtihanı Türkler, ilk olarak Orhun alfabesini kullanmışlardır. Bu alfabe ile yazılan ilk yazı 8
örnekleri MÖ. 5. yy’da Issıg (Esik) Kurganında bulunmuştur. Daha sonra 9. yy’dan sonra kısa bir süre Uygur alfabesi olarak anılacak olan Sogd alfabesini kullandılar (vikipedi). Ancak burada şunu belirtelim ki bu alfabelerle çok fazla edebi ürünler ortaya çıkmamış ve okuryazarlık; zamanın ve kültürün etkisiyle topluma mal olmamıştır. İslamiyet’le birlikte Kur’an Harfleri kullanılmaya başlanmıştır.
İşte Osmanlıca Türkçe tabanında gelişen bir dil olmuş ancak diğer farklı dil ve lehçelerden gelen bütün kelimelere de toplum kabul ettiği sürece, kucak açmıştır. Bu sayede hem milli hem de evrensel olabilmeyi başarmıştır.
Alfabe mi Abece mi Yoksa Elifba mı? Alfabe Yunanca harflerin ilk ikisi olan ‘alfa –beta’ harflerinden oluşturulan Fransızca ‘alphabet’ kelimesinden gelir. Abece bizim şu anki kullandığımız Latin harflerinin ilk 3 harfinden teşkil eden bir kelime; Elif-ba ise Kur’an Harflerinin ilk iki harfinden oluşturulmuştur. O zaman Kur’an Harflerinden bahsederken Elifba ibaresi daha münasip olur.
İslamın ilk emri “oku” olması ve peygamber efendimizin (s.a.v) ilme irfana ziyade ehemmiyet vermesi okur yazarlığa rağbeti arttırmıştır. Öte yandan yine Kalem Suresi’nin olması ve Cenab-ı Hak’kın kaleme yemin etmesi ve Efendimizin (s.a.v) (kendi nurundan sonra) “yaratılan ilk şey kalemdir” buyurması şüphesiz okuma ve yazmayı kutsal bir fiile dönüştürmüştür. Bu meyanda Kur’an’ın da Arabca indirilmesi Müslümanların nazarlarının bu yazıya çevrilmesinde elbette çok etkili olmuştur.
Şimdi ne hazindir, Batı nazariyesi bizde o kadar gelişmiş ki (!) İslam harflerini tarif ederken bile Yunan harfleriyle adlandırıyoruz. Ama en büyük mazeretimiz bilmememiz yani cehaletimiz… Acaba cehalet bizim için ne kadar geçerli bir mazeret olabilir. ‘Bilmemek, bir bilenden de sormamak, yani öğrenmemek, merak etmemek’, işte garip olan bu…
Osmanlıcanın; geniş bir yelpazeye sahip, birçok lisanla kelime alış verişi yapabilmiş bir yapısı vardır. Ön yargısız ve müsamahakâr olarak her dil ile alışveriş yapması şüphesiz sahip olduğu İslami değerlerden ileri gelmektedir. Onun için kendini dar kalıplara hapsetmemiştir. “Yalın dil” mantığını benimsememiştir. Çünkü İslam’a göre dillerin farklılığı Allah’ın birer ayetidir ve her dil bir mucizedir.
Bir Millet Neden Harflerini Değiştirir? Yapılan araştırmalar iki devletin kendi isteği ile bir anda harflerini değiştirdiğini gösteriyor. Birisi Türkiye Cumhuriyeti diğeri ise İsrail devletidir. Fakat ikisi arasında şöyle bir fark var ; İsrail yaklaşık 2000 yıl önceki yazıları olan İbranice’ye geçmiş, Türkiye ise hiç tarihinde kullanmadığı ve herhangi bir kültürel bağı olmayan Latin harflerini kullanmaya başlamış. Bunun iki örnek dışında anlık bir yazı değiştirmeyi başka toplumlarda göremeyiz.
İşte Osmanlı medeniyeti İslam’ı esas alan özgün, milli bir medeniyetti. Elbette milli olmak dışa kapalı olmak demek değildir. Milli olmak; var olan evrensel değerlerin, milletin kendi benliğine ve örfi yapısına uygun olarak kullanımıdır.
Harfler bir milletin dilinin kisvesi yani elbisesidir. Elbiseler milletlerin kültürel yapısına ve kutsal değerlerine göre değişiklik gösterdiği gibi harfler de aynen bu manada değişiklikler gösterebilir. Ecdadımız Cenab-ı Hakkın kendi Kelamına seçtiği harfleri herhangi bir zorlama ve baskı olmadan sadece bir inanç ve itikat 9
MART 2015 / 320
Toplumların Harf Tercihini Ne Belirler?
Osmanlı ilme, fenne, sanata edebiyata insanlığın ortak değeri olarak bakmış ve kimin elinde olursa olsun ona talip olmuştur. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz “hikmet Müslümanın yitiğidir nerede bulsa onu alır” buyurmuştur. Ecdadımız bu hadisi rehber edinmişlerdir. Bu babdan millilik sadece size ait olan değil fıtrata münasip olan ve milletin kültürüne kabul edip özümsediği her şeyi kapsar.
saikıyla bin yıl boyunca kullanmıştır. İlmi faaliyetleri bu kadar teşvik den bir dinin mensuplarının, elbette bu faaliyetleri yapmak için kullanacakları alet ve vasıtaları da o dinin unsurları arasından seçmeleri gayet doğaldır. İşte bu manaya matuf olarak; Karahanlılardan tutun Gaznelilere, Harzemşahlardan Eyyubilere, Selçuklulardan Osmanlılara bütün ecdadımız bu Kur’an yazısını kullanmıştır. Bu yazıyla milyonlarca nadide eserler vücuda getirmiş, ilim sahasına hediye etmiştir.
zordu ve değiştirilmesi gerekiyordu” Peki, sebep gerçekten bu muydu? Bin yıllık tarih içerisinde bunu fark eden olmamış mıydı? Bu yeni bir keşif miydi? Ayrıca bu zorluktan dolayı yazılamayan kitaplar var mıydı? Ya da eskiden bir vatandaş okuma yazma öğrenmeye kaç yaşında başlar ne kadar zaman harcardı? Bu sorular böyle uzar gider. Ayrıca bin yıllık devasa bir medeniyetin kodları olan Osmanlıcadan bu kadar kolay vazgeçilebilir miydi? Milyonlarca ilmi, edebi, felsefi eserlerin meydana geldiği yazı neden bir çırpıda terk edildi? Bütün devlet arşivleri milli kütüphaneler ne olacaktı?
“Oku, Yaratan Rabbinin adıyla oku” emriyle okuyacağı her eserin başına besmeleyi
Merhum Cemil Meriç’in dediği gibi “kütüphaneler bir tuğla yığını haline geldi”. Milli benlik, tarih bilinci bir anda yer ile yeksan oldu. Âlimler okuma yazma bilmez cahillere döndü. Sadece Latin harflerini okuyup yazanlar memleketin aydın ve münevverleri oldular. Roller değişti, çuval ters döndü, altı üstüne üstü altına geldi adeta. Harf inkılabı, hayata geçirilmeden, evvelinde çok konuşuldu tabi. Konferanslar kongreler şûralar yapıldı. 1926 da yapılan Bakü Dil Kongresi gibi.. Fakat bir türlü vicdanlara kabul ettirilemedi. Hakperest münevverler bir türlü kabul etmedi. Buna lüzum yoktu gerçekten. Varsa bir eksiklik ya da fazlalık buna çözüm bulunabilirdi. Bütünüyle harflerin değişmesine ihtiyaç yoktu. Genel kanaat bu doğrultudaydı.
hakiki hattıyla nakşedecek harfleri seçmiş ecdadımız. Bu itibarla harf ve elifba ya da alfabe meselesi küçümsenecek, hafife alınacak bir mesele değildir. Daha öncede geçtiği üzere harfler kendi toplumlarının kültürel ve örfi yapısını yansıtırlar. Bin yıldır İslam’ın bayrağını dalgalandıran bir topluma da elbette İslam harflerini kullanmak yaraşır. İslam’ı yüceltmeyi kendine şiar edinmiş necip bir millete de elbette İslam harflerini kullanmak yakışırdı ve ecdadımız bunu yapmıştı.
Hem bizim değil diye vazgeçilen yazının yerine kullanılacak yazı ne kadar bizim olacaktı? “Yeni Türk harfleri” tabiri tuttu mu acaba? Eğer yeni Türk harfleri varsa eskisi de vardır, gayet tabi. Yeni harfler gerçekten Türk harfleri miydi? Bu mantığa göre bin yıldır kullanılan İslam harfleri Türk harfi olmamıştı da ne çabuk ithal edilen Latin harfleri Türk harfi olmuştu? Hem Türkler için yeni harfler bulunmuştu da
Harf İnkılabının Sebepleri Nelerdi? İlkokul günlerimize gidersek; anlatılanlar hala kulaklarımızda çınlıyor. “Arap harfleri 10
ülkemizdeki diğer milletler için neden bulunamamıştı?
eserlerinden, milli kültür hazinelerinden haberi olmayan bir miletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir? Avrupalılar okullarında Shakespeare’e, Milton’a, Schiller’e, Voltaire’e dair bilgi verirken talebeye bu yazarların okul kütüphanesindeki eserleri de okutulur. Bir kitabın bir parçası değil, tamamı okutulur. Bugün yirmi yaşlarında bir Türk genci Naima’yı, Fuzuli’yi, Cevdet Paşa tarihini orijinalinden okuyamaz. Yeni yazıya çevirisini okusa da anlayamaz. (Peyami SAFA, Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999)
İsmet İnönü’nün şu hatırası, sanırım, harf inkılabını özetliyor. Asıl ve hakiki amacı açığa çıkarıyor: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi (…) Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arapİslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.(...) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik.(...) Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” (İnönü, Hatıralar C.II s 22)
Peki, bize düşen nedir? Cenab-ı hak bu milletin mazlumiyetine merhameten şuurlu ve bilinçli devlet adamlarını bu vatana tekrar nasib etti. Çok kısa zaman öncesine kadar tahmin bile edemeyeceğimiz imkânlar ayağımıza geldi. 2012 Nisan ayında Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü Hayrat Vakfı ile Türkiye’nin 1000’e Halk Eğitim Merkezlerinde Osmanlıca kursları tertib etmek üzere protokol imzaladı. Mezkûr protokol Temmuz 2014’te yenilendi. Yine, Sosyal bilimler ve İmam Hatip Liselerinde Osmanlıca asıl ders diğer liseler de seçmeli ders olarak kabul edildi. Elhamdülillah.
İşte bütün mesele buydu. Yönünü Batıya sırtını İslam’a dönmüş bir rejim İslam’ı ve Kur’an’ı hatırlatacak alametlerden kurtulmak istiyordu. Bunun yolu ilim ve irfan sahasının yönünü değiştirmekti. Bu da ancak harf devrimi ile başarılabilirdi. Milli vicdana sahip birçok münevverimiz bunu kabul etmedi. Ali Fuat Başgil’ler Nihad Sami Banarlı’lar Peyami Safa’lar hep Osmanlıcanın bilinmemesinden yakındılar. Kadim bir medeniyetin varislerinin bu derece kendi öz mirasından habersiz oluşu bu aydın şahsiyetlere ıstırap veriyordu. Yine bu ıstırabı yaşayan, büyük Üstad Bediüzzaman bütün eserlerini bu eskimez yazı olan Osmanlıca ile yazıyordu. Ancak bu vesileyle İslam harflerinin muhafazası temin edilebilirdi.
Aynı zamanda lisedeki yavrularımızı da unutmadan bu dersleri seçmeye teşvik edelim. Haydi, hep beraber 7’den 70’e ecdad yadigarı Osmanlıcayı öğrenmeye…
Yine Peyami Safa’nın bir çığlığı şöyle: Yeryüzünde milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan aciz bir tek millet var mıdır? Tarihinden edebiyatından, ilmi, felsefi ve dini
Selam ve Dua ile *Hayrat Vakfı Osmanlıca Kursları Nevşehir İl Koordinatörü. 11
MART 2015 / 320
Hep imkânsızlıktan yakınan biz muhafazakârlara Cenab-ı Hak fırsat verdi. O zaman hep beraber Osmanlıca öğrenmeye Halk Eğitim Merkezlerine akın edelim. Osmanlıcaya susayan bu milletin gayretini tarih yazsın.
KAPAK Muhammet Adıgüzel kapak@ilkadimdergisi.net
HARF İNKILÂBI Y
aklaşık 900 yıldır kullanmakta olduğumuz alfabemizi bırakmak zorunda kaldık. Kaldık kalmasına ama yaklaşık 86 yıl olmasına ve bu konuda sıra dışı baskı yapılmasına rağmen ne tartışmasını önleyebildik ne de yeterince bir kıvama sokabildik. Hepimizin iyi bilmeliyiz ki, dünyada dört ana dil vardır. Diğerleri onların türevleridir. Bunlar; Arap, Hint, Çin ve Latin dilleridir.
T
ARİHÇE Harf Devrimi, Türkiye’de 1 Ka-
sım 1928 tarihinde 1353 sayılı “Yeni Türk Harflerinin Kabul Ve
Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür.
Tatbiki Hakkında Kanun“ adıyla kabul edil-
İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür.
miştir.
İnsan, sözünü dili ile söyler;
Bu yasayla o güne kadar kullanılan Osman-
Sözü iyi olursa yüzü parlar.
lı Alfabesinin yerine, Latin Alfabesinin Türkçeye uyarlanmış bir biçimi kabul edildi.
(Yusuf Has Hacib)
Türkler 10. yüzyıldan itibaren İslam dini ile birlikte (eskiden İslam kültürünün vazgeçilmez ögesi sayılan) Arap alfabesini de Türk12
çe ses sistemine uyarlayarak benimsemiştir. Bunu izleyen 900 yıl boyunca Türkçenin gerek Batı gerek Doğu lehçeleri, Arap alfabesinin Türkçeye uyarlanmış biçimi ile yazıldı. YAZI İNKILÂBININ GEREKÇELERİ Türkiye’de alfabe reformu önerileri 19. yüzyıl ortalarından itibaren duyulur olmaya başlandı. Bu konudaki önerileri iki kısma ayırabiliriz: 1. Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenler, Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu yazının Türkçenin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalması; bu sorundan doğan imla kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile daha çok hissedilir olmasıydı. Böyle düşünmelerine bir başka sebep de 1870’lerden itibaren Türkçenin standart bir sözlüğünü oluşturma çabalarıdır. 2. Latin alfabesinin kabulünü isteyenler. Batı kültürüne duyulan hayranlık veya
başlaması; bu yayınların kazandığı popülerlik,
Avrupa’nın üstünlüğüne olan inanç; Latin al-
Türkçe’nin Arap yazısından başka yazıyla da
fabesinin kazandığı ve kazandıracağı prestij;
yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine
1850-60’lardan itibaren Türk aydın sınıfının
sebep oldu.
tümünün Fransızca biliyor olmaları ve kendi aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullan-
Ayrıca 1908-1911’de Latin temelli Arnavut
maları; telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte,
Alfabesinin kabulü ve 1922’de Azerbaycan’ın
Türkçenin Latin alfabesi ve Fransız imlasına
Latin alfabesini kabulü de Türkiye’de büyük
göre yazılması, böylece günlük yaşamın bir
yankı uyandırdı.
parçası haline gelmesi; SÜRECİ HIZLANDIRAN UNSURLAR
görüşü ilk kez 1860’lı yıllarda Azerbaycanlı
İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal
Fethi Ali Ahundzade tarafından ortaya atıldı.
kimliğini İslamiyet’ten bağımsız olarak tanım-
1914 yılında Kılıçzade Hakkı’nın yayınla-
lama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki’ye
dığı Hürriyet-i Fikriye adlı dergide çıkan beş
yakın aydınlar arasında ağırlık kazandı.
imzasız makale, Latin harflerinin yavaş yavaş kullanılmalarını öneriyor ve bu değişikliğin
19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve
kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyordu. Ancak
Anadolu’da Rum ve Ermeni harfleriyle bası-
dergi bu makaleler nedeniyle İttihat ve Terakki
lan gazete ve kitaplar, önemli bir yer tutmaya 13
MART 2015 / 320
Latin alfabesinin Türkçe’ ye uyarlanması
iktidarı tarafından yasaklandı. Tüm bu çalkantıların ardından, 1911 yılında Manastır-Bitola’da Latin harfleriyle basılan ilk Türkçe gazete yayınlandı. Zekeriya Sami Efendi’nin neşrettiği adı “EÇAS” (Fransızca imlâ ile çıkan ‘esas’ diye okunan ve Cumartesi günleri yayınlanan bu gazetenin ancak birkaç sayısı günümüze ulaşmıştır) Tarihçesi hakkında kısa bilgi aktardıktan sonra, harf İnkılâbının mimarı Mustafa Kemal Paşa’ya gelecek olursak; o bu konuyla 19051907 tarihleri arasında Suriye’deyken ilgilenmeye başlamıştır. 1922 yılında Atatürk Halide Edip Adıvar’la bu konu hakkında konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemiştir. Eylül 1922’de Hüseyin Cahit’in, İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Mustafa Kemal’e: “Neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?” sorusuna, Paşa; “Henüz zamanı değil” yanıtını ver-
N
amık Kemal; alfabedeki değişikliğin zor olacağını, birçok kötülüklerin alfabeden değil, bilgi eksikliğinden kaynaklandığını, İngiliz, Amerikalı gibi milletlerin alfabeleri zor olmasına rağmen eğitimlerinin yüksek olduğunu belirtir. Basın hayatına atıldığı yıldan başlayarak, gazetelerde, yazdığı makalelerde ve mektuplarında Arap harflerinin iyileştirilmesini savunur. Bunun da ötesinde Namık Kemal; yazı değişikliğinin, özellikle Latin harflerini kullanmanın şiddetle karşısında olmuştur.
miştir. Hüseyin Bayur, onun İnkılâp konusundaki kararlılığını ve tutumunu şöyle izah ediyor: “O bir işe girişirken gerek iç, gerek dış durumu inceler ve ona göre davranırdı... O esaslı ve uzun zaman alacak bir devrime, bir harekete giriştiği vakit, etrafı gayet iyi kollar, yani o yapacağı hareketi durdurmak mecburiyetini yaratacak bir hadise ihtimali var mı; Yok mu? Bunu iyice kollar ve gayet de iyi takdir eder... Karar verdi mi ondan da geri durmazdı.” İNKILÂBIN KRONOLOJİSİ A. Bu meseleye biraz daha geriden bakarak tarihi bir kronoloji arz etmek istiyorum. Osmanlı Devleti’nde 1727 yılında matbaanın kurulması, Türkçenin önem kazanmasında etkili olmuştur. 18. yüzyılın ilk yarısında, orduya teknik eleman yetiştirmek amacıyla sivil 14
okullar açılmış ve bu okullarda dersler Türk-
çok kötülüklerin alfabeden değil, bilgi eksik-
çe olarak verilmiştir. III. Selim ve II. Mahmut
liğinden kaynaklandığını, İngiliz, Amerikalı
dönemlerinde askeri okullarda, çeşitli Avrupa
gibi milletlerin alfabeleri zor olmasına rağmen
dilleri arasında Türkçeye de yer verilmiştir.
eğitimlerinin yüksek olduğunu belirtir. Basın hayatına atıldığı yıldan başlayarak, gazete-
B. Arap harflerinin değiştirilmesiyle ilgi-
lerde, yazdığı makalelerde ve mektuplarında
li ilk ciddi tartışmalar ve girişimler ise 1860
Arap harflerinin iyileştirilmesini savunur. Bu-
yılından sonra başlamıştır. Çünkü Tanzimat
nun da ötesinde Namık Kemal; yazı değişik-
döneminde yetişen ilk Türk aydın kuşağı, bil-
liğinin, özellikle Latin harflerini kullanmanın
gilerini birikimlerini, fikirlerini halka yaymak
şiddetle karşısında olmuştur. Harflerin ıslahı
amacıyla basın-yayın konusuna büyük önem
konusunda II. Meşrutiyet’in ilanından bir süre
vermiş ve ilk sivil gazetecilik girişimleri de bu
sonra, harf ve yazım kurallarını düzeltmek ve
dönemde başlamıştır. Basın-yayın hayatının
düzenlemek için, Maarif Bakanlığı tarafından
doğmasıyla birlikte, ülkedeki okuma-yazma,
komisyonlar oluşturulur. Bunlardan biri de;
dil, eğitim ve kültür sorunları gündeme gel-
“Islah-ı Huruf Cemiyeti” dir.
miştir. Bu konulardaki en önemli araç olan
E. Ciddi manada ilk denemelerden biri
alfabe ve dil aydınlar arasında tartışılmaya
de Enver Paşa’dır. O 1913 yılında Harbiye Ba-
başlanmıştır.
kanı olunca, özellikle ordu’da uyguladığı yazı
C. Arap alfabesinin iyileştirilmesi konu-
reformu, Paşa’nın tehditlerine rağmen yürütü-
sunda ilk ciddi girişim, Münif Paşa tarafın-
lememiştir. Ayrık harflerle yazılan bu yazıya
dan başlatılmıştır. Münif Paşa, üyesi olduğu
“Ordu Elifbası”, “Hatt-ı Cedit”, “Enver Paşa
Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de 1862’de kon-
Yazısı” gibi adlar verilmiştir. Harbiye Bakan-
ferans vermiştir. Konferansta: ‘Arap harflerin-
lığı tarafından, bazı resmi genelgeler bu yazı
de, hareke kullanılmadığı için bir kelimenin
ile yazılıp orduya gönderilmiş ve askerliğe ait
çeşitli biçimlerde okunabildiği, anlamları bilin-
birtakım küçük kitaplar dahi basılıp yayınlan-
meyen bazı kelime ve özel isimlerin okunması-
mıştır. F.
Farsça kelimelerin terkiplerinin çokluğunun,
1910 yılında Tiranlı Arnavutlar, Latin
okuma-yazmayı büsbütün zorlaştırdığını, bü-
harflerini kullanmak için sadrazamlığa baş-
yük harf olmadığı için özel isimlerin diğerlerin-
vurup izin isterler. Başvuru Şeyhülislamlığa
den ayırt edilmediğini, Avrupalıların ise yazı-
gönderilerek fikri sorulur. Verilen cevapta;
larında böyle zorluklar olmadığı için, 6-7 ya-
‘Kuran’ın Arap yazısından başka bir yazı ile
şından başlayarak her insanın okuyup yazabil-
yazılamayacağı ve okullarda okutulamaya-
diğini, bizde ise yazımızı öğrenmenin zorluğu
cağı bildirilir.’ Hüseyin Cahit bu fetvaya tepki
yüzünden halkın fikren terbiyesinin mümkün
göstererek: ‘Şeyhülislâm yahut Fetva Emini
olmadığını belirtmiştir. Alfabenin kolay okuna-
hazretlerinden şu sualime bir cevap almayı
bilmesi için harflere işaretler konulmalı, yeni
pek arzu ederdim. Fransızlar, İslamiyet’in
sesli harfler bulunmalı, harfler ayrık yazılmalı.
esaslarını pek makul bularak milletçe ihti-
Bu şekilde birkaç basit kitap yazılır eğer bunlar
da etmek istiyorlar. Acaba onları Müslüman
faydalı görülürse, yaygınlaştırılabilir.’
edebilmek için o pek zarif dillerinin Arap harfleriyle yazılması şart-ı esasi mi ittihaz
D. Onun bu sözlerine karşılık Namık Ke-
edilecek?’ “Evet” cevabını beklemediğim hal-
mal; alfabedeki değişikliğin zor olacağını, bir15
MART 2015 / 320
nın mümkün olmadığını, dilimizdeki Arapça-
önemli bir etken olmuştur… I.
İsmet
İnönü,
“Hatıralarında
Harf
İnkılâbı ile ilgili Atatürk’le arasında geçen konuşmaları şöyle aktarmaktadır: “Harf İnkılâbı ilân edilmeden iki sene evvel Atatürk’e söyledim: ‘Bu kolay değildir. Sen Harp zamanı karargâhta çalıştın mı? “Hayır” dedi. Ben bilirim dedim. Bunu tecrübe ettim. Bütün devlet muamelâtı her şey bozulacak. Herkes iki yazı kullanacak. Kabul edildi diye kendisini mecde alırsam eğer, kemal-i cesaretle ‘Hayır Fran-
bur hissedecek, yeni harfleri kullanacak, bir de
sızlar ne kadar az Arap iseler, biz de o kadar
asıl işidir, kıymetli işidir diye eski harfleri kul-
az Arabız.’
lanacak. Başa çıkamayız iyi düşün. Atatürk’e bunları söyledim ve benim ikazım cesaretini
G. Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde işçi delegelerinden İzmirli Naz-
kırdı. Harf İnkılâbını iki sene sürükledi. Resmi
mi ile iki arkadaşı tarafından Latin harflerinin
beyanlarında, grupta, partide yaptığı konuş-
kabulü hakkında bir önerge verildi. Ancak bu
malarda, yeni harfleri düşünüyoruz diyordu.”
önerge, Kongre Başkanı Kâzım Karabekir Paşa
O esnada Yunus Nadi çıkarttığı Gazete’nin
tarafından, “Konunun daha çok maarifi ilgi-
yarısı Türk yarısı Arap harfleriyle olsun. Böy-
lendirdiği” ve “Latin harfleri İslâm birliğini
lece tatlı bir geçiş sağlarız demesine mukabil;
bozar” gerekçesiyle toplantıda okunmayarak
O: “Çocuğum, dedi. Gazetelerde yarım sütun
reddedildi. Paşa, bu konudaki görüşlerini, kısa
eski yazı kaldığı zaman dahi, herkes bu eski
bir süre sonra basına; “Latin Harflerini Kabul
yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp,
Edemeyiz dedikten sonra; Latin harflerini sa-
bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı
vunanlar yabancıların propagandalarından
da Enver’in yazısına döner. Hemen terk olu-
etkilenmekte ve ülkeye zararlı bir fikir sok-
nur.”
maya çalışmaktadırlar. Türk dilini ifade ede-
Lehte aleyhte her türlü çaba ve mücadele-
cek hiçbir Latin harfi yoktur. Bu fikirler Türk
nin ardından harf inkılâbı gerçekleşir. Nitekim
toplumunu etkilerse bütün İslâm âlemi üzeri-
30 Kasım 1928’de gazeteler son olarak eski
mize hücum eder ve birbirimizi yeriz.” Ora-
harflerle yayınlanır.
da bulunan Maarif Vekili Rüştü Saraçoğlu’da: “Efendiler, bendeniz Maarif vekili olmam
ANKET
hasebiyle memleketimizde harfler hakkında
1926 yılında Akşam Gazetesinin yaptığı bir
birçok cereyanlar olduğu için bu cereyan-
ankete katılanların verdikleri cevaplar;
lardan herhangi birisine kuvvet verecek bir
(Soru şu; Latin harfleri kabul edilmeli mi,
şekilde bu millet kürsüsünde söz söylemeyi
kabul edilmemeli mi?)
faydalı değil, zararlı görüyorum.”
1-Hüseyin Suat (Yalçın): “Latin harfleriyle
H. 1925 yılından 1929 yılına kadar sü-
okumakta güçlük çekeceğiz. Arap harfleriyle
ren Takrir-i Sükûn dönemi de, gerek diğer
yazılmış bir mektubu Latin harfleriyle yazmak
inkılâpların, gerekse Harf İnkılâbının gerçek-
ve okumak istersek üç misli vakit kaybedece-
leşmesi için uygun ortamın hazırlanmasında
ğiz.” 16
2-Necip Asım (Yazıksız):“Taraftar değilim
nıtır. 8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görev-
çünkü otuz senelik kütüphanemize veda et-
lilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir
mek gerekecek.”
sınavdan geçirilir. MİLLET MEKTEPLERİ
3-Veled Çelebi (İzbudak): “Latince sesli ve sessiz harfler bizim dilimizi anlatmaya yeterli
Millet Mektepleri örgütü, ‘A’ ve ‘B’ Dersha-
değildir.”
neleri’ ile ‘Halk Okuma Odaları’ ve ‘Köy Yatı
4-Halit Ziya Uşaklıgil: “Memleketin resmi
Dershaneleri’nden oluşmaktadır. Millet Mek-
ve ilmi hayatında Latin harflerinin yeri yok-
teplerinin Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı Gazi
tur.”
Mustafa Kemal Paşa’dır. 16-45 arasındaki tüm vatandaşlar, bu okullara devam etmeye veya
5-Dr. Abdullah Cevdet: “Arap harfleri Türk-
dışarıdan sınava girerek belge almaya zorunlu
çenin gelişmesine mani olmuştur…. Bu harf-
tutulmuştur. Öğretmeni veya okulu olmayan
leri atmadıkça Türk için gerçek kurtuluş yolu
köylerde, gidip onlara yeni yazıyı öğretecek
açılmayacaktır.”
“Seyyar Talim Heyetleri” kurulmuştur.
6-Prof. Dr. Avram Galenti: “Şimdiki harfle-
Yeni Türk harfleriyle yapılacak öğretime
rimizin kalmasında zorunluluk vardır.” (Dr.
uygun olarak hazırlanmış “Alfabe”, bu okulla-
Kemal Çelik 80. Yılında Türk Harf İnkılâbı
rın ilk ders kitabı olmuş, resimli olan bu kitap-
Sempozyumu, Yeditepe Üniversitesi)
ta, Cumhurbaşkanı’nın Millet Mektepleri öğ-
ÇIKAN YASANIN UYGULANMASI
rencilerine hitabesi de yer almıştır. Okutulan
28 Mayıs 1928’de TBMM, 1 Haziran’dan iti-
diğer önemli kitaplar ve dersler; Kıraat Kitabı
baren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası
ve Yurt Bilgisi Kitabı ile Okuma, Yazma, Sağlık
rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çı-
Bilgisi, Yurt Bilgisi, Hesap ve Ölçüler dersidir.
karttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi.... Yak-
KİM NE DEDİ?
laşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf
Güzel dil Türkçe bize.// Başka dil gece
reformu için bir komisyon kuruldu.
bize.// İstanbul konuşması ,// En saf, en ince
Komisyon yaptığı toplantı sonunda yeni
bize. Ziya Gökalp
alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 se-
AFET İNAN: Afet İnan, Mustafa Kemal’in
nelik geçiş sürecini öngörmüş. Komisyonda
ziyade ehemmiyet verdiği birisidir. Hatta öyle
bulunan Falih Rıfkı Atay bu görüşü Paşa’ya
ki, mirasından pay ayıracak kadar. Hal böyle
aktardığında; “Çocuk çocuk bana bak! Bu ya
olunca Mustafa Kemal’in devrimler dâhil, bü-
üç ayda olur ya da hiç olmaz” diyerek zaman
tün özel ve genel bilgilerine sahiptir. Musta-
kaybedilmemesini ister.
fa Kemal bir gün olayları günü gününe hatıra
Mustafa Kemal, hazırlığı tamamlanan al-
defterine yazan Mazhar Müfit ve yanındakile-
fabeyi 9 Ağustos 1928’de Cumhuriyet Halk
re: “Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar
Partisi’nin Gülhane’deki galasına katılanlara
Sonra da Mazhar Müfit Kansu’ya, 7-8 Temmuz
ğı çalışanları ve milletvekillerine, 15 Ağustos’ta
1919’da ‘zaferden sonra yapılacak işlerin’ be-
da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara
şincisinin; “Latin hurufunun kabulü olduğunu
yeni alfabe tanıtılır. Ağustos ve Eylül ayların-
söyledi.” Ardından “Bu defterin bu yaprağını
da da Paşa farklı illerde yeni alfabeyi halka ta-
kimseye göstermeyeceksin” diye, hatırlatma17
MART 2015 / 320
Müfit’in defteri çok işimize yarayacak” dedi.
tanıtır. Ardından Ağustos’ta Cumhurbaşkanlı-
H
arf Devrimi’nin İslam kültürüne karşı olduğunu söyleyen Ayvazoğlu, “Harf devrimi demek, yeni nesillerin 1928 öncesiyle irtibatının kesilmesi, gemilerin yakılması demektir. Bunu muhalifi de, muvafığı da söylüyor. Dolayısıyla bu kültüre, bu hassasiyete karşı olmaları da son derece normaldir. O harflerle üretilmiş koskoca bir kütüphanenin yolu kapatıldı. Arkasından yapılan dil devrimi de bu sürecin devamıydı. O harfleri öğrenseniz bile, artık o kültüre uzman olmadığınız takdirde ulaşamayacaktınız. Hakikaten, bir zamanlar günlük hayatın parçası olan, herkesin bildiği şeyleri bile bugün anlamak için uzman olmak lazım. Zaten dil devrimi böyle bir amaçla yapıldı.” (İrfan Mektebi Dergisi Kasım sayısı)
SAL SENTEZ’ gerçekleşmiştir. ” (Kutsal Sentez Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak, İoannis N. Grigoriadis, Koç Üniversitesi Yayınları, İst. Kasım 2014) Yukarda da ifade ettiğim gibi bu işlerde akla gelen kişilerin başında Afet İnan gelmektedir. O şöyle bir hatıra anlatır: “8/9 Ağustos 1928 akşamı Sarayburnu’nda bir konser vardı. Şarkılarla pek ilgilenmiyordu Atatürk. Kâğıtlara yeni harflerle bir şeyler yazdı. Bana okuttu. Benim yanlışsız okuduğumu duyunca memnun oldu. ‘Demek ki uygulamada başarılı olacağız’ dedi ve Falih Rıfkı Atay’a yüksek sesle okumasını emretti. Yazı şudur: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz...” Devamla diyor ki, Çankaya’da kitaplığı ile meşgul olduğu bir sırada birçok kitapla şair Yahya Kemal Beyatlı geldi. Atatürk: “Bu kitaplar güzel ama bütün halkımıza okutmak, öğretmek güç bu harfleri, onun için bazı yenilikler düşünmeli ve Latin harflerini kabul etmeli” dedi. Bunun üzerine Yahya Kemal Beyatlı derhal itirazda bulundu. ‘Bunun olmayacağını, çünkü yakın geçmişimizin eserlerinin hep Araf harfleriyle olduğunu ve kültür hiz-
da bulunduktan sonrada diğer yapılacak işleri
metimizin bunlara bağlı bulunduğunu söyle-
saydı. Cumhuriyet, padişah ve hanedan, teset-
di’. Atatürk buna karşı, yalnız bu harf değiştir-
tür ve şapka…” (Prof. Dr. Esat Arslan, Dr Ke-
me konusundaki fikrini sorduğunu bildirerek
mal Çelik 80. Yılında Türk Harf İnkılâbı Sem-
uzun tartışmaya girmedi… Atatürk’e kırılan
pozyumu, Yeditepe Üniversitesi)
Yahya Kemal Madrid’e ardından Paris’e gider,
Tıpkı ilan edilen Cumhuriyetin ilk yılla-
kendine kırgın olduğunu bilen Mustafa Kemal
rında; “…milliyetçi (Mukaddesatçı) insanları
bir müddet sonra Türkiye’ye çağırır. Kendisiy-
mücadele esnasında hatta halkların çoğunu
le görüşerek ikna eder!.. Bu konu da Yahya Ke-
yabancılaştırmak istemediği için, din hakkın-
mal leh ve aleyhte satır yazı kaleme almaz.
daki gerçek görüşlerini ve niyetlerini gizlediği
ERDEM Dergisinin 123. Sayısında Emine
gibi. Nasıl ki, bağımsızlığın ardından mutlak
Kısıklı’nın ifadesine göre; yeni harflerin ka-
gücünü kesinleştirince, dine taarruza başlama-
bulü tüm dünyada derin yankı uyandırmış.
sı gibi… Fakat bu durum ancak on beş-yirmi
Türkiye’nin batılılaşması yolundaki bu adım-
yıl sürmüştür. Türk milli ideolojisi dine karşı
dan büyük memnuniyet duyulmuştur. Avrupa
tavrını değiştirmek ve uzlaşmacı bir yaklaşım
önceleri yapılan inkılâplar konusunda kuşku-
benimsemek zorunda kalmış... Böylece ‘KUT18
luydu. Sırasıyla geçmişin bütün kurumlarının
17 yaşındayken Mustafa Kemal’le; Türk dilini
bir bir tasfiye edildiğini gördükten sonra, eski
tartışmıştır. Mustafa Kemal Paşa daha o tarihte
şüphelerinden kurtuldular. Hatta öyle ki, ya-
bundaki cevheri (!) keşfetmiştir.
pılan inkılâplardan dolayı İtalyan Messaggero
Harf inkılâbı konusunda, Yahudi Avram
Gazetesi harf İnkılâbını, Türk Rönesans’ı ola-
Galanti ile Ermeni Agop Martayan’ın (Dilaçar)
rak nitelemiştir. Kendince, Türk milletini Arap
görüşleri taban tabana zıt iki Osmanlı vatanda-
kültürünün etkisinden kurtarıp, çağdaş Batı
şı. Birisi dil devriminin şiddetli savunucusu,
uygarlığı içinde hak ettiği yere ulaştırmayı he-
diğeri ise dil devriminin şiddetle karşısında-
defleyen Mustafa Kemal Paşa, Bulgar Türkolog
dır. İlginçtir dil devrimi dendiğinde akla gelen
İvan Monolof’a; “Batı Medeniyetine girmemi-
iki azınlık mensubu olması.
ze engel olan yazıyı atarak, Latin kökünden bir
Prof. Dr. Avam Galanti 1926 yılında Bakü’de
alfabe seçmeliyiz” demiştir.
yapılan Türkoloji toplantısında delegasyo-
BİRÛNÎ: Arapçanın ilim dili olmadığını
nun Latin harflerine geçilmesi konusundaki
söyleyen Birûnî; “…Arapçanın ilim olama-
ısrarlarına mukabil, o (…Bu kararın bilimsel
yacağını, Farsçanın da buna layık olmadığı-
konularda bizi açmaza götüreceğini… eğer
nı söyledikten sonra; eğer ilimler Türkçe ya-
siyasi değilse bilimselliğini hiçbir şekilde ka-
zılabilseydi terakkinin (gelişmenin) hayreti
bul etmiyorum” diyerek itiraz etmiştir. MEH-
celbedeceğini iddia etmiş ve ilim dili olarak
MET KAPLAN: (1915-1986) “Nesillerin Ruhu”
Arapçayı kullanmak zorunda kaldıkları için
isimli kitabında; ‘Mustafa Kemal Osmanlı ta-
de şikâyetçi olmuş…”
rihini çok iyi bilir. Eski kahramanlarımızdan
İsmail Gasparalı “Dilde, fikirde, İşte bir-
birçoğuna hayrandır; fakat Saraya karşı nef-
lik” sloganını dile getirirken, Zeki Velidî To-
reti dolayısıyla ve yakın tarihin milleti geriye
gan da; “Latin hurufatının lisanımıza tatbikini
çekeceğinden korkarak, Sümerler devrine ait
imkânsız ve muzır gördüğünü ifade etmekte-
çok eski bir mazi hayali yaratır. Eski harflerle
dir.
dokuz asırlık bir Türk edebiyatı vardır; fakat bunların hepsi maziye ait kıymetleri ihtiva et-
HALİDE EDİP: 1912’de Halide Edip ise, bu
tiği için, harf inkılâbı ile araya kalın bir perde
konuyu siyasî ve kültürel yönden ele alarak
çekilir. Boşalan milli kütüphane tercüme eser-
İslâm yazısının atılması ile Türklerin zengin
lerle doldurulur... Maziye karşı bu kadar şid-
Doğu kültüründen ayrılacağını ve Türk-İslâm
detli ve bu kadar cesaretli bir teşebbüse başka
birliğinin bozulacağını savunmuşsa da, daha
yerlerde rastlanmaz.’
sonra bu görüşünden vazgeçmiştir.
ARNOLD J. TOYNBEE (1889-1975): İngiliz
PROF. DR AVRAM GALANTİ VE AGOP
Tarihçisi Arnold J. Toynbee, “Tarih Bilinci”
MARTAYAN: Dil devrimi denir de Agop
isimli kitabında Harf İnkılâbını değerlendirir-
Martayan’dan bahsedilmez mi? Çünkü o yıl-
ken; “Türkler harf inkılâbıyla kendi kaynakla-
larca Milli Eğitimimize yön veren kişidir. Soy
sız oldular… Günümüzde Hitler, kendi düşün-
Martayan’ın daha düne kadar ismi hep A.
cesine karşı olan bütün ilmî hazineleri kökten
Dilaçar olarak yazılırdı. Az sayıda bilenlerin
yok edip kaldırmanın yolunu tutmuştur. Ne
dışında hiç kimse onun ermeni olduğunu da
var ki, matbaanın icadı bu faaliyetleri bir nevi
bilmezdi. 1915 yılında Robert Kolejinden me-
imkânsız hâle getirmiştir.
zun olan Ermeni Agop Dilaçar, Şam’da henüz 19
MART 2015 / 320
rına el atmak hususunda yabancılardan fark-
ismini Mustafa Kemal’in verdiği Ermeni Agop
gazete ve dergi var. Aslında hiç de zor olmayan, asgari bir emek ve gayretle öğrenilecek bir alfabe ile bu dünyanın kapılarının açılması az şey midir? PROF. DR. SADETTİN ÖKTEN “MEDENİYET TASAVVURUNU DEĞİŞTİRMEK İSTEDİLER” Cumhuriyetle birlikte biz medeniyet tasavvurunu değiştirmek istedik. Tanzimat bunun başlangıcıydı. Fakat şunu göremedik: Bir medeniyet tasavvurunu değiştirmek çok zor bir şeydir. Tasavvurun kendisinin ölmesi lazım ki o kendi hayattan çıksın. Ama şimdi görüyoruz ki İslam medeniyeti tasavvuru ölmedi. Harf inkılâbı da eski medeniyetten yeniye geçmenin bir usulüydü.
Hitler’in çağdaşı olan Mustafa Kemal ise, hedefini gerçekleştirmek için en başarılı ve
BEŞİR AYVAZOĞLU “BİR TERÖR HAVASI
en akıllı yolu seçmiştir. Türkiye’nin başkanı,
ESİYORDU, KONUŞAMADILAR”
vatandaşlarının eskiden miras aldıkları kültür
Osmanlı aydınlarının bir kısmında Latin
ve medeniyetin havasından kafalarını kurtarıp
alfabesine geçme konusunda ciddi bir talep
çok kuvvetli bir şekilde batı medeniyetinin
vardı. Ama muhalifler de vardı. Muhalifler
potası içinde şekil almalarını istemiştir. Böy-
çok fazla seslerini çıkaramadılar. Birçok aydın
lece alfabenin değişimi, kütüphanelerin ya-
Dil Devrimi’nin yanlışlığı konusunda kana-
kılması yerine geçmiştir. Bundan sonra Türk
at sahibiydiler ama cesaret sahibi değillerdi.
kütüphanelerini yakmaya lüzum kalmamıştır.
İstiklal Mahkemeleri vesaire... Bir terör hava-
Çünkü harf inkılâbıyla bu hazineler örümcek-
sı esiyor. Kolay değildi. Kendi aralarında ko-
lerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan
nuşsalar bile bunu açıkça söyleyemiyorlardı.
başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak çok yaşlı
/.../ Harf devrimi demek yeni nesillerin 1928
hocalar ve ihtiyarlar, onları okumak lüzumunu
öncesiyle irtibatının kesilmesi, gemilerin ya-
hissedecektir.” Cumhuriyet’in ilk yıllarında
kılması demektir. Aslında yapılan bir kültür
devletin vatandaşına sormadan ne giyeceğine,
devrimi, bu devrimin en önemli ayaklarından
hangi harfleri kullanacağına, kime nasıl hitap
biri de Harf devrimiydi. O harflerle üretilmiş
edeceğine kadar gündelik hayata dair pek çok
koskoca bir kütüphanenin yolu kapatıldı. Harf
konuda aldığı kararlar zorla hayata geçilirken
Devrimi’nin aynı zamanda kültür ve dili de et-
bu kararlara itiraz edenler kendilerini İstiklal
kilediğini söyleyen Ayvazoğlu, “1930’lu yılla-
Mahkemeleri’nin karşısında bulmuştu.
rın başında Dil Devrimi diye yapılanlar yapıl-
PROF. DR. ORHAN OKAY: Bir Türk aydını
masaydı Türkçe, şimdi dünyanın ifade kudreti
için Osmanlıcaya aşina olmak, bir yabancı dili
bakımından önde gelen birkaç dilinden biri
bilmekten daha önemli ve daha önceliklidir.
olacaktı.
Bugün kütüphanelerimizde kırk bin kadar ba-
Zaten Türkçe, Dil Devrimi’nden önce kıva-
sılı kitap, belki yüz bin yazma ve on binlerce 20
mını bulmuştu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
Şu husus hepimiz çok iyi bilmeliyiz ki, Din
Ahmet Haşim, Refik Halid Karay, Yahya Ke-
ve tefekkür dilimiz Arapça olduğu için biz onu
mal, Peyami Safa, Necip Fazıl, Falih Rıfkı Atay
bıraksak dahi o bizi bırakmayacaktır. Nitekim
gibi yazarların eserlerini okuyunuz, kıvamını
öyle de oluyor. Akademik çalışma yapan, özel-
bulmuş, zengin ve pırıl pırıl bir Türkçeyle kar-
likle İlahiyat alanında çalışma yapan birinin
şılaşacaksınız.
Arapça bilmemesi mümkün olabilir mi?
Harf Devrimi’nin İslam kültürüne karşı ol-
Yaklaşık 900 yıldır kullanmakta olduğu-
duğunu söyleyen Ayvazoğlu, “Harf devrimi
muz alfabemizi bırakmak zorunda kaldık. Kal-
demek, yeni nesillerin 1928 öncesiyle irtiba-
dık kalmasına ama yaklaşık 86 yıl olmasına ve
tının kesilmesi, gemilerin yakılması demektir.
bu konuda sıra dışı baskı yapılmasına rağmen
Bunu muhalifi de, muvafığı da söylüyor. Dola-
ne tartışmasını önleyebildik ne de yeterince
yısıyla bu kültüre, bu hassasiyete karşı olmala-
bir kıvama sokabildik. Hepimizin iyi bilmeli-
rı da son derece normaldir. O harflerle üretil-
yiz ki, dünyada dört ana dil vardır. Diğerleri
miş koskoca bir kütüphanenin yolu kapatıldı.
onların türevleridir. Bunlar; Arap, Hint, Çin ve
Arkasından yapılan dil devrimi de bu sürecin
Latin dilleridir.
devamıydı. O harfleri öğrenseniz bile, artık o
FARKLI BİR YORUM
kültüre uzman olmadığınız takdirde ulaşama-
Mustafa Kemal Paşa, Saray damadı olmak
yacaktınız. Hakikaten, bir zamanlar günlük
için ciddi girişimlerde bulundu. Olumlu neti-
hayatın parçası olan, herkesin bildiği şeyleri
ce alamadı. Ardından Mısır Hıdiv’inin kızına
bile bugün anlamak için uzman olmak lazım.
talip oldu. O da olmadı. Faraza, girişimleri-
Zaten dil devrimi böyle bir amaçla yapıldı.”
nin neticesinde Sabiha Sultanla (Vahdettin’in
(İrfan Mektebi Dergisi Kasım sayısı)
kızı) evlenebilse ve “damat” unvanını alsaydı,
DERİM Kİ
Osmanlıya karşı bu tutumu böyle mi olurdu? Bütün bunları yapar mıydı?..
Yaratılmış hemen her şeyin bir zevali vardır. İbn-i Haldun’un deyimiyle, insanlar gibi
Mustafa Kemal Paşa değil de İttihatçı Talat
devletlerin de bir sonu vardır. Devletleri de in-
Paşa’nın damat olması, anlaşılan o ki, onu çok
san gibi değerlendirmektedir. Dolayısıyla 600
kızdırmış. İstediklerini elde edebilseydi belki
yıllık Osmanlı Cihan İmparatorluğu da sona
de Talat Paşa’nın başına gelen onun başına ge-
ermiştir. 600 yıl boyunca ihdas edilen, devle-
lecekti. Bilmiyoruz!..
tin ayrılmaz parçası olan, hala birçok ülkenin
Say Sultan Vahdettin’in kerimesi Sabiha
esin kaynağı olan, müesseseler de kaldırmış-
Sultan’ı alamadığından, say başka sebepten
lar.
Mustafa Kemal Paşa’da Mehmet Kaplan’ın
Suyu tersine akıtmaya çalışan kurucu ira-
deyimiyle; ‘Saray erkânına, Osmanlı’ya karşı
de önce harf inkılâbına giden yolu kolaylaş-
bir hasımlık oluşmuş. Dolayısıyla Osmanlıdan
tırmak için bir dizi kanun çıkarttı. Sırasıyla;
(saraydan) tevarüs eden hemen her şeye karşı
3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat, 26 Aralık
Arap harflerine karşı oluşu da bundandır
17 Şubat 1926’da Medeni Kanunun kabulü, 20
diye düşünülebilir mi?
Mayıs 1928’d Uluslararası Rakamların kabulü v.s.
Şunu unutmamalıyız ki, din ile dil birbirinden ayrılmaz iki unsurdur. Türkler Müslüman 21
MART 2015 / 320
bir tavır almıştır.
1925’te Uluslararası Saat ve Takvimin kabulü,
olduklarında Arap harflerini kullanmaları
Japonlar, Çinliler vs. harflerini değiştirmediler
bundandır. Osmanlıdan sonra Lâ-dinî-Laik-
de ne oldu! Onlar gelişen dünyanın gerisinde
bir prensip benimsendikten sonra da, Latin
mi kaldılar! Bu tür ifadeler bir yerde meseleyi
harfleri kabul edilmiştir. Bu konuda işittiğim
anlamamaktır. Kayda değer de bulmuyorum.
bir hususu anlatmak istiyorum. Cumhuriyetin
Neden böyle bir değişikliğe gidildiği konusu,
kurucu üyeleri, toplanmış cemiyette uygula-
yazdıklarım ve yaptığım alıntılardan bunu
nacak/uygulanması gereken konuları tartışır-
görmek mümkündür diye düşünüyorum.
ken, sıra nikâha gelmiş. Orada bulunanlardan
O dönemde bu duruma karşı çıkan ol-
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu; ‘…Efendim Batı’da
mamış mıdır? Elbette olmuştur. Fakat Beşir
nikâh kilisede kıyılıyor. Bizde de müftülüklerde
Ayvazoğlu’nun da ifade ettiği gibi o zaman
kıyılması uygun olur’ deyince “…Çocuk! Ço-
öyle bir zaman ki, karşı çıkanın karşı çıkışını
cuk! Biz İslami değerlerden kurtulmak istiyo-
dillendirmesi pek mümkün gözükmemektedir.
ruz sen bizi dine yönlendiriyorsun olmaz böyle
Çünkü karşı çıkanın nasıl bir akıbete maruz
bir şey…” diyerek karşı çıkmıştır. Bu ve buna
kalacağını iyi biliyor... (Trabzon Vekili Ali
benzer olaylar o dönemi bizlere anlatması açı-
Şükrü Bey; Fethi Okyar; Mehmet Akif Ersoy
sından önemlidir.
vs) bu yüzden muhalif olanlar fazla bir şey ya-
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, harf inkılâbı
pamamışlar ve ses çıkaramamışlardır… Harf
mazi ile irtibatımızı koparmıştır. Bu konuların
inkılâbını bu çerçevede düşünürsek iyi olur…
söylenip yazılması hala netameli ve sıkıntılıy-
“AKBABA” dergisi harf inkılâbıyla ilgili:
sa da bunlar da bilinmelidir. Gene bilinmelidir
‘Bunca yıllık harfleriz, güzeliz Latinceden
ki, Yeni Türkiye’nin kurucu unsurları saraya,
Latin harfi geçemez öteye Derince ’den’
Araplara ve hatta dini unsurlara karşı tavırlıy-
Dil medeniyettir. Medeniyetin nişanelerin-
dılar. Bu anlayışın bir tezahürü olarak da harf
den biri belki de birincisidir dil.
inkılâbı gerçekleştirilmiştir.
Fethi Gemuhluoğlu: “İnsan kaderinin dos-
Bir de şunu ifade etmeliyim ki, bu mevzu-
tudur”
da mukayese de bulunmak istemiyorum. Yani 22
mız Üzerindeki Kimi Etkileri, Uygur Kocaba-
***
şoğlu, Ankara: 1981, Türk Tarih Kurumu,
BU KONUDA YAZILMIŞ VE İSTİFADE ET-
14) Türk Harf Devrimi’nin Dış Ülkelerdeki
TİĞİM ESERLERDEN BAZILARI
Etkileri Üzerine, İlber Ortaylı, Ankara: 1981,
1) 9 Ağustos 1928 Harf İnkılâbı, İstanbul: 1938,
Tarih Kurumu,
CHP Beşiktaş Halkevi; Kader Basımevi
15) Türk Harf Devrimi’nin Türkiye Dışına Ya-
2) Sivas basınında harf inkılâbı, Sivas: 1990,
yılması: Bulgaristan, Bilal N. Şimşir [1933- ]
Cumhuriyet Üniversitesi
Ankara: 1981, Türk Tarih Kurumu,
3) “80. Yılında Türk Harf İnkılabı Uluslararası
16) Harf Devriminin Öyküsü, Sami N. Özer-
Sempozyumu”, 10-11 Kasım 2008, İstanbul:
dim, Türk Dil Kurumu,
2009, Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve
17) Atatürk ve Harf Devrimi, M. Şakir Ülküta-
İnkılap Tarihi Enstitüsü
şır, Ankara: 1973, Ankara Üniversitesi,
4) Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Tarihiyle İlgili Sorunlar Sempozyumu, 14-16
18) XII. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 12-16
Ocak 1977, İstanbul, İstanbul Yüksek İktisat
Eylül 1994: kongreye sunulan bildiriler, Anka-
ve Ticaret Mektebi Mezunları Derneği İstan-
ra: 1999, Türk Tarih Kurumu,
bul Şubesi
19) Arabi Harfleri Terakkimize Mani Değildir,
5) Mezar Taşlarında Harf Devrimi, Hans Peter
Aveam Galantı, İstanbul: 1927, Hüsnü Tabiat
Laquer, Ankara: 1989, Türk Tarih Kurumu
Basımevi,
6) Yazı Devrimi-Kur’an Harfleri ve Atatürk
20) Osmanlılar Devrinde Alfabe Tartışmaları,
Devrimlerine Karşı Çıkanlar, Bahriye Üçok
Sadettin Buluç, Ankara: 1981, Türk Tarih Kurumu,
7) Harf Devriminin Eğitim Kültür Yaşamımıza Etkileri ve Millet Mektepleri, Yeşim Büyüka-
21) Latin Harflerinden Daha İyisini Bulalım,
kalın, Ankara: 1991, Genelkurmay Askerî Ta-
İsmail Şükrü, İstanbul: 1926, Kader Matbaası,
rih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, 8) Harf Devriminin Kütüphanelerde Yansıma-
Meseleleri, ADI Avram Galanti, İstanbul: 1925,
sı, Meral Alpay, İstanbul: 1976, İ. Ü. Ede. Fak.
Kâğıtçılık ve Matbaacılık A. Ş.
9) Yazının İşlevi ve Harf Devrimi, Meral Alpay,
23) Arap ve Latin Harfleri, Hidayet İsmail, İs-
İstanbul: 1981, Formül Matbaası,
tanbul: 1927, Evkaf Matbaası,
10) Cumhuriyet Devrinde Atatürk’ün Önder-
24) Memleketimizde İlk Türk Matbaasının Ku-
liğinde Harf Devrimi, Hikmet Bayur, Ankara:
ruluşundan Yeni Harfler, Fehmi Edhem Kara-
1981, Türk Tarih Kurumu
tay, İstanbul: 1956,
11) Ellinci Yılda Türk Harf Devrimi, Afet İnan,
25) Yazı Devrimi-Kur’an Harfleri ve Atatürk
Ankara: 1981, Türk Tarih Kurumu,
Devrimlerine Karşı Çıkanlar, Bahriye Üçok,
12) Harf Devrimi’nden Önce ve Sonra Türk
26) Yeni Türk Yazısı İle İlk Kıraat, İstanbul:
Yayın Hayatı, Jale Baysal, Ankara: 1981, Türk
1928, Devlet Basımevi,
Tarih Kurumu,
27) Bilim Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, Türk Tarih Kurumu, 2001 Ankara.
13) Harf Devrimi’nin Eğitim ve Kültür Yaşamı23
MART 2015 / 320
22) Türkçede Arabi ve Latin Harfleri ve İmla
HİZMET ADABI Nureddin Soyak nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
Muhabbet Kalbe Allah’dan gayrısını yerleştirene, Allah da o istediğini yerleştiriyor. Mü’min, kalbine Allah’ı ve onun razı olduğu şeyleri yerleştirmelidir. Mü’min, kalbini neye meylettirdiğine dikkat etmeli, Allah’ı severcesine hiçbir şeyi sevmemelidir.
H
efendimiz nerede olduğunu soruyor, vefat ettiğini öğrenince, “Niçin daha önce haber vermediniz?” diyor.
izmetlerin sağlık ve sıhhati, fazilet ve bereketi için, Allah davasına hizmet edenlerin birbirini sevip sayması şarttır. Muhabbetin olmadığı yerde güzellikten eser kalmaz. Gerçek muhabbetin tescili, sevdiği için sevdiklerini feda etmektir.
Mü’min neye niçin hizmet ettiğini bilmelidir. Allah davasına hizmet eden, Allah için diğer hizmet edenleri de sever ve onlardan gelen sıkıntıya katlanır. Muhabbet ortamının oluşturulamadığı hiçbir organizeden hayır gelmez. Bir müddet çıkar ve menfaat odaklı gayretlerle bir şeyler yapılıyormuş gibi görülse de netice fiyasko olur. Hayırlı hizmetlerin direği Allah için muhabbettir. Muhabbet direğinin yıkıldığı ortamlarda hayırlardan eser kalmaz.
Rabbimiz buyurdu ki: “Mü’minlerin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir.” (Bakara, 165) Hizmetlere gayret, Allah sevgisinin gücü ile alakalıdır. Allah’ı seviyorsanız O’nun davasına hizmet etmeyi de seversiniz. Allah’ı seviyorsanız, O’nun davasına hizmet edenleri de seversiniz. Allah’ı seviyorsanız, hizmet edenlere hizmet etmeyi de seversiniz.
Allah davasına hizmet etmeyi seviyorsak bu Rabbimizin bize büyük bir lutfudur. Rabbimiz buyurdu ki: “Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiştir.” (Hucurat, 7)
Mescidin temizliği ile ilgilenen kişiyi göremeyen Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem 24
Kalbe Allah’dan gayrısını yerleştirene, Allah da o istediğini yerleştiriyor. Mü’min, kalbine Allah’ı ve onun razı olduğu şeyleri yerleştirmelidir. Mü’min, kalbini neye meylettirdiğine dikkat etmeli, Allah’ı severcesine hiçbir şeyi sevmemelidir. Sevdiği nimetler de, kendine hep Allah’ı hatırlatmalı, Rabbine şükretmelidir.
Rabbimizi seviyorsak, davasına hizmet etmeyi seviyorsak, hizmet edenleri seviyorsak, hizmet edenler tarafından seviliyorsak, doğru yoldayız demektir. Rabbimiz buyurdu ki: “İnanıp salih amel işleyenler için Rahman, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır.” (Meryem, 96)
Rabbimiz buyurdu ki: “İnkârları yüzünden buzağı sevgisi onların kalplerine sindirilmişti.” (Bakara, 93)
Muhabbetin kalmadığı ortamlarda, imanda ya da amellerde sıkıntı var demektir. Rabbimiz vadinden dönmez. İman edip salih ameller işleyeni gönüllere sevdireceğini vaad etmiştir. İmanlarımızı ve amellerimizi sürekli diri tutmak zorundayız.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdu ki: “Mü’min, kendisi için sevdiğini mü’min kardeşi için de ister.” (Buhari- Müslim)
Allah sevgisi kalpleri yumuşatırken, dünya ve dünyalık sevgisi kalpleri katılaştırmaktadır. Etrafınıza dikkatlice bakınca bu hakikati açık ve net olarak görürsünüz.
“Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize kin tutmayınız, birbirinize çirkin sözler söylemeyiniz, birbirinize sırtlarınızı dönmeyiniz, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin, Allah’ın kulları kardeşler olunuz.” (Buhari- Müslim)
Rabbimiz buyurdu ki:
Şu ilahi ve nebevi ikaz ve uyarılara kulak verip yerine getirsek, dünyamız da ukbamız da mamur olur. Ferdimiz de, ailemiz de, toplumumuz da huzur bulur. Tüm dertlerimizin ve sıkıntılarımızın kaynağı, Kuran ve Sünnet’ten uzak kalışımızdır.
“Hiç şüphesiz o, mal sevgisi sebebiyle çok katıdır.” (Adiyat, 80) Mala mülke gark olmuş nicelerinde, merhamet ve acıma hissi kalmamış, kimseye hayrı dokunmaz hale gelmiştir. Etrafındaki olumsuzluklara duyarsız hale gelmiştir. Kalpler boş kalamaz. Muhakkak bir şeye meyleder. Ya hayra ya şerre, ya güzele ya çirkine, ya sevgiye ya da nefrete. Kalpler sevginin teşnesi olmalıdır. Nefretin değil.
Rabbimiz buyurdu ki: “Sırf aranızda dünya hayatına mahsus bir sevgi uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz.” (Ankebut, 25)
Rabbimiz buyurdu ki:
Putlar sadece, müşriklerin, yahudi ve hıristiyanların edindiği, zahiri heykellerden ibaret değildir. İnsanları kalplerini işgal eden nice gizli putlar vardır. Dünyaya olan aşırı düşkünlük, aşırı sevgi ve muhabbet gizli putçuluğa götüren yollardır. Şiddetle sakınılmalıdır.
“Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.” (Hud, 90) Allah’ı seven O’nun ahlakıyla ahlaklanır. Sevgi ve merhamet Rabbimizin ahlakındandıır. Kalbimizi, sevgi ve merhametle yoğurmalıyız. Mü’minin kalbinin süsü sevgi ve merhamet olmalıdır. Sevgi ve merhamet ne güzel zinettir.
Bunlardan korunmanın yolu da Allah’ın yolunda daim ve kaim olmak, zamanını hizmetlerle geçirmek, şeytanın ve nefsin aldatmasına fırsat vermemektir. Rabbimizden sürekli yardım istemektir.
Rabbimiz buyurdu ki: “Onları Allah’ı severcesine severler.” (Bakara, 165) 25
KAPAK Mükremin Çelik kapak@ilkadimdergisi.net
YARATAN RABB’İNİN ADIYLA
OKU
K
endisini okuyamayan, tanıyamayan kişi ömrünü heba ediyordur. İnsan muhatabını okumayı başarabilir, fakat kendisini okumayı başarmak öyle kolay değildir. Büyükler ‘kişi noksanın bilmek gibi irfan olmaz’ demişler
Ü
mmetim dünyayı gözlerinde büyüttükleri zaman, kendilerinden İslam’ın heybeti çekilip alınır. İyiliği emretmeyi ve kötülüğü yasaklamayı terk ettiklerinde, vahyin bereketi kendilerine haram kılınır. Birbirlerine küfrettiklerinde, sövdüklerinde Allah’ın nazarında hiçbir değerleri kalmaz. (Tirmizi)
gerek ki anlaşılsın. İlk emri “oku” olan dinimizin, bizden istediği bazı okumalar vardır. Herkes bir şeyler okur. Bebeklikte çocuk annesinin yüzüne bakınca annesini okur. Bazı mahlûkat sahibinin beden dilini okur. Akıl sahipleri kâinatı okur. Firaset sahibi bahtiyar kişiler olayları ve olayların neticelerini okur. Okumak, kişinin kalp seviyesiyle yapabildiği bir özel ameliyedir. Oku emriyle beraber gelen “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emri okumanın nasıl yapılması gerektiği hususunda bize yol açıyor, ışık tutuyor.
Okumak Allah’ın lütuflarından bir lütuftur. Cebrail aleyhisselam, Efendimiz’ in sallallahu aleyhi ve sellem önüne kitap koymadan “oku” dedi. Ümmi olan bir Peygamber’e, ilk emir olarak “oku” hitabı, akıl sahibi bir mü’mine, tefekkürün uçsuz bucaksız kapılarını açmalıdır. Okuma bilmeyen bir Peygamberden okuması isteniyor! Tefekkür etmek
“Bütün dertlere, sıkıntılara, bunalımlara son veren, insanı dünya ve ahirette gerçek anlamda huzura, mutluluğa ulaştıran biricik çözüm yolunu Allah gösteriyor. Beni yoktan var edip üstün yeteneklerle donatan ve kul26
en feci israf insan israfıdır. (Eğitimde 101 Adım O.N. Topbaş) Talebeyi okuyamayan, muhatabını okuyamayan, sohbeti dinleyeni okuyamayan, zarar veriyor demektir.
luk göreviyle yeryüzüne gönderen sonsuz şefkat ve merhamet sahibi yüce Rabbimin adıyla, O’nun verdiği güç ve yetkiye dayanarak ve yalnızca O’nun adına okuyor, söylüyorum: Ey insan Yaratan Rabb’inin adıyla oku! Sana Rabb’in tarafından gönderilen ve bundan böyle ayet ayet, sure sure muhatap olacağın bu kitabı, onu güzelce anlamak, zihnine nakşetmek, hayatına yansıtmak ve başkalarına tebliğ etmek amacıyla oku. Fakat batıl değerler, sahte ilahlar adına değil. Yalnızca Yaratan Rabb’inin adıyla oku!”(Kısa Açıklamalı Kuran ı Kerim Meali M. Kısa)
Kendisini okuyamayan, tanıyamayan kişi ömrünü heba ediyordur. İnsan muhatabını okumayı başarabilir, fakat kendisini okumayı başarmak öyle kolay değildir. Büyükler ‘kişi noksanın bilmek gibi irfan olmaz’ demişler. İşte bu veciz söz kendini okumanın bir yoludur bir ölçüsüdür. Maalesef kırkına ellisine geldiği halde kendisini okuyamamış kişilere rastlıyoruz. Ne hazin bir haldir ki ömür tükenmeye gelmiş ve fakat kendisini okuyamıyor. “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” Nebevi irşadı bu bağlamda ne kadar da önem arz ediyor.
Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem Bedir savaşı öncesi okudu. Şöyle ki: Yakalanan esirlere düşmanın sayısını soruyor; “bilmiyoruz” diyorlar. Yine soruyor; “günde kaç deve kesiliyor?” Esirler cevap veriyor: “Bir gün dokuz, bir gün on deve kesiliyor.” “O halde müşriklerin sayısı dokuz yüz ya da bin kadar var.”
Bir gün Hz. Ömer radıyallahu anh kabirleri okuyor. Rivayete göre Baki Kabristanı’nın yanından geçerken şöyle der: “Allah’ın selamı üzerinize olsun ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız evlendi. Evlerinize başkaları oturdu. Mallarınız mirasçılara dağıtıldı.” Bu sözlere cevaben hatiften şöyle bir ses duyuldu:
Hayatta en zirve sanat insan yetiştirmektir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, hiçbir mucize göstermeseydi, hiçbir olağanüstülük sergilemeseydi bile delil arayanlar için, yetiştirdiği ashab-ı kiram hazeratı O’nun peygamberliğinin delili olarak yeterdi. İnsanlığın birbirini bitirdiği; Akif’in ifadesiyle: “Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.” Dediği bir toplumdan bir fazilet toplumu inşa etmesi, son nefesinde dahi kardeşini kendisine tercih edecek rakik, kalpler yetiştirmesi insanı nasıl okuduğunu ve yetiştirdiğini göstermesi bakımından çok mühimdir.
İnsan dili o kadar tehlikelidir ki kolay kolay harekete geçmemesi için eskilerin tabiriyle “bin düşünüp bir söyleyelim” diye etrafına otuz iki tane dişten örülmüş sağlam bir kale, onun üzerinde de etten iki perde olan dudaklar yaratılmıştır. Buna rağmen sözü köz yapan aleyhimize delil üretip gıybet vb. günahlar irtikab ediliyor.
Bugün öyle bir zamandayız ki insanlar sele kapılmış kütükler gibi şuursuzca sürükleniyor. Daha hazini şu ki, geçtiği topraklara hayat bahşedecek kudrette nice ırmaklar, ehil kimseler tarafından doğru bir mecraya sevk edilmediği için maalesef lağımlara akıyor. İsrafın her biri birbirinden beterdir. Lakin 27
MART 2015 / 320
“Ya Ömer! Sen de buraları soracak olursan, önden ne göndermişsek burada onu bulduk. İnfak ettiğimiz şeylerin karşılığını fazlasıyla aldık, elimizden geldiği halde yapmadığımız şeyler konusunda da hüsrana uğradık!” (Ruhu’l Beyan 1, 557) İşte kabir böyle okunur.
sebepler ve neticelerdir. Mehmet Akif’in ifadesiyle: “Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar, hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” Bunu iyi okumak gerekir. Bilmek ile malumat sahibi olmak aynı değildir. Bilmek, okumak ile gerçekleşir. Olayları okuyabilmek ayrıdır, olaylar hakkında malumat sahibi olmak ayrı. İkinci Abdülhamid tahttan indirildikten sonra memleketin her yanı yangın yerine dönmüştür. Prens Bismark’ın ifadesiyle dünya siyasi zekâsının yüzde seksen beşi olan Abdülhamid, Balkan savaşları hususunda kendisinden fikir almak için yanına gelen bazı görevlilere; “kiliseler meselesini ne yaptınız?” Diye sorar. Onlar büyük bir başarı edasıyla “biz o meseleyi çözdük” derler. “Yıllardır çözülemeyen bir meseleyi hallettik.” Abdülhamid: “O mesele çözülmemeliydi. O mesele çözülünce Balkan toplulukları birleşip üzerimize gelir. Bu da bizim için büyük bir sıkıntı olur” der. Hakikaten de Abdülhamid’in dediği gibi olmuş, onların arasındaki meseleleri çözdüğümüz vakit sonrası bir araya gelmişler ve zaten sıkıntıda olan millet, bir de onlarla uğraşmak zorunda kalmıştır.
K
ur’an’ı okumak, üzerinde tefekkür etmek; kalplerimizin cilalanıp dünyanın cürufundan temizlemesi için yegâne yoldur. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in talim ettirdiği şekilde tertil üzere okumak, anlamı üzerinde derin tefekkürlere dalmak bir mü’min için ruhun inkişafını sağlayacak bulunmaz fırsat demleridir.
Çalışkanlığıyla meşhur iki böcek vardır biri arı diğeri karıncadır. Arı gibi çalışıyor yahut karınca gibi çalışkan ifadelerini çokça duyarız. Kâinatı okuyabilen bir akıl sahibi, ikisinin de çalışkan olmasına rağmen birinin yuvasının ayaklar altında, diğerininse ağaçlarda, kovanlarda vb. temiz yerlerde olmasının bir hikmeti olduğunu anlar, bilir. Karınca çok çalışır fakat pintidir. Kazandığını kimseyle paylaşmaz. Arı ise hem kendi yer hem de kazandığını paylaşır. Cömerttir. Yeri de elbette yüksektir. Yükseklerdedir. Şüphesiz ki kâinat kitabını okumak kudret akışlarının farkında olmak kalp âlemiyle ilgili özel lütuflardandır.
Kur’an’ı okumak, üzerinde tefekkür etmek; kalplerimizin cilalanıp dünyanın cürufundan temizlemesi için yegâne yoldur. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in talim ettirdiği şekilde tertil üzere okumak, anlamı üzerinde derin tefekkürlere dalmak bir mü’min için ruhun inkişafını sağlayacak bulunmaz fırsat demleridir. Ne ararsak içinde bulacağımız ve fakat kendisini bizim kalbimizin durumuna göre açan mucize kitap okunmaz da başka başka yerlerde dertlere çareler aranırsa ne büyük bir kayıp yaşanır. Kur’an imkânına sahip iken, yanı başımızda dururken faydalanmamak ise nasipsizlikten başka bir şey değildir. Gerçek okumalar yapabilmek duasıyla…
Olayları okumak da şüphesiz ki firasetli mü’minler için özel lütuflardandır. Tarih bir kronolojiden ibaret değildir. Gerçek tarih 28
TASAVVUF Cemil Usta cemil.usta@ilkadimdergisi.net
Hasta Kalp
“
zuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o, kalb dir.” (Buhârî)
Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elim bir azap vardır.” (Bakara 10)
Bedenimizdeki her bir parçanın ayrı ayrı görevi ve özelliği vardır. Her biri kendine mahsus muayyen bir iş için yaratılmıştır. Hastalığı ise hangi işi için yaratılmışsa onu yapamamasıdır. Ya işi hiç yapamaz veya zorlukla yapabilir. Mesela elin hastalığı tutamamak, gözün hastalığı görememek gibi şeylerdir. Bunun gibi kalbin hastalığı da hangi iş için yaratılmışsa onu yapamaması, ondan uzak kalmasıdır. Kalb ilim, hikmet, marifetullah, Allah sevgisi, Allah’a kulluk, Allah’ı zikirden zevk almak, Allah Teâlâ’yı bütün arzuları üzerine tercih etmek ve bütün şehevi arzularına karşı Allah’dan yardım dilemek için yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Âyet-i kerîmede kalblerinin hasta olduğu bildirilen bu kimseler, sâdece dilleriyle inandıklarını söyleyen, lâkin nefsâniyetin sultası altında bulundukları için sâlih bir yaşayışı olmayan kimselerdir. Îmân, bunların kalblerine tam olarak yerleşmemiştir. Bu nevî kalb sâhiplerinin hâli, bedenen hasta insanların ıztırap içindeki hâline benzer. Ne dünyevî hayatlarında bir âhenk, ne de iç âlemlerinde huzur vardır. İç âlemlerindeki be lirsizlik dış âlemlerini, dış âlemlerindeki düzen sizlik de iç âlemlerini menfî tesir altında bırakır. Allâh Teâlâ bu kişilerin içine düştüğü durumu şöyle ifâde buyurur:
“Cinleri ve insanları ancak bana kulluk et meleri için yarattım.” (Zariyat,56)
“İşte onlar, hidâyet karşılığında dalâleti sa tın almışlardır. Onların bu ticâreti kazançlı ol mamış ve doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara, 16)
Her azanın bir faydası vardır. Kalbin faydası hikmet ve marifet sayesinde insanı hayvandan ayırt etmektir.
“Dünyada haksız yere kibirlenip büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştıracağım...” (Arâf, 146) Demek oluyor ki kalb, mânevî terbiye yoluyla terakkî etmediği takdirde, Kur’ân, kâinât ve insa nın esrârından lâyıkıyla hisse alabilmek müm kün değildir.
Eşyayı eşya yapan ve onu var eden Allah Tealadır. İnsan her şeyi bilse de Allah’ı bilmese bir şey bilmemiş sayılır. Allah’ı bilmenin alameti O’nu sevmektir. Allah’ı bilen O’nu sever. Sevginin alameti hiçbir sevgiliyi ona tercih etmemektir. Seven sevdiğinin emir ve nehiylerini yerine getirir. Seven sevdiğinin sözünden ayrılmaz.
Şu hadîs-i şerîf, kalbi her türlü hastalıktan muhâfazaetmenin zarûretini ne güzel ifâde eder: “Haberiniz olsun ki, bedende bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur; o bo 29
MART 2015 / 320
Çünkü insan yemek içmek ve şehevi arzularını yerine getirmek gibi vasıfları ile hayvanatla birleşir. Hayvandan ayrılması, eşyayı olduğu gibi bilmesi, yaratanın kudretini, azametini, kulluk görevini ve sorumluluğunu idrak etmesi ile mümkündür. Allah Teâlâ bunu şöyle ifade buyuruyor: “Heva ve hevesini tanrı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi onun üzerine sen mi vekil olacak sın Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyor sun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.” (Furkan, 43-44)
Allâh’ın âyetlerini lâyıkıyla idrâk etmeye mânî olan vasıflar; kibir, ucub, hased ve dünya sevgi si gibi kalbî hastalıklardır. Bu kişiler, mânevî bir terbiye görüp nefslerini tezkiye etmediği müddet çe Allâh’ın râzı olduğu davranış güzelliğine kavuşamazlar ve Kur’ân’ın esrârından hisse alamazlar. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
KUR’AN İKLİMİ Selim Armağan selim.armagan@ilkadimdergisi.net
İmanı Allah Kabul Eder “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap ve lanet etmiş, onun için büyük bir azap hazırlamıştır. ” (Nisa, 93)
İ
man; her şeyin Rabbi ve her şeyden haberdar olan Allah’a teslimiyettir. Bu rabıtanın merkezi de mü’minin kalbidir. Kalplerin özünü de Allah’tan başkası bilemez. Allah, kendi adına fanatikleşenlere kulların imanını kabul etme ya da reddetme hakkı vermemiştir. Hele Allah adına Allah’a iman eden kişileri öldürme yetkisini asla vermemiştir.
lışlıkla öldürmelerinde bile hükmü mü’mini öldürmek gibidir. Bu nedenle; “Ey iman edenler! Allah yolunda cihada çıktığınız zaman, mü’mini kâfirden ayırmak için iyice araştırın. Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, “SEN MÜ’MİN DEĞİLSİN” demeyin. Allah katında çok ganimetler var. İslâm’a ilk önce girdiğiniz zaman siz de öyle idiniz. Sonra Allah size lütufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 94)
“Bunun için, İsrailoğulları’na şunu yazdık: “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur…” (Maide, 32)
Mü’minler birbirleri ile savaşamazlar. Kâfirlerle savaşlarında bile şüphe, kuruntu ve zayıf yorumlarla değil, kesin bilgiye göre kılıç vurabilirler. Size İslâm selamı veren, kendini müslüman gösterene, teslim olma ve boyun eğme vasıtalarını sunan kimseye “sen mü’min değilsin” denemez.
Kasten öldürmenin ahiretle ilgili hükmü: Mü’min veya kâfir kim bir mü’mini kasten, bile bile öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada pek uzun müddet ve belki de sonsuza kadar cezalandırılır. Çünkü Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş, merhamete layık görmeyip onun için büyük bir azap hazırlamıştır.
Selam veya teslim olmak görünen ve apaçık bir durumdur. Bunun için bir kimsenin açıkça verdiği selamı, gösterdiği boyun eğmeyi hiçe sayıp da ona aykırı kuruntularla doğrudan doğ-
Mültecilerin, antlaşma ve barış yanlısı kâfirlerin öldürülmesi de haramdır. Hatta yan30
ruya kalbine hükmetmeye kalkışılmaz, dış görünüşüne göre muamele edilir. Tekbir getirenler öldürülemeyeceği gibi tekbir getirerek müslüman da öldürülemez. Dünya hayatının geçici nimetlerine aldanıp mala gönül vererek; insanların malına, doğal kaynaklarına ve topraklarına göz dikerek gelip geçici bir maksat için “Sen mü’min değilsin” denemez.
dilemesine karşı “Allah seni mağfiret eylemesin” buyurmuş. Muhallem, ağlayarak kalkmış aradan yedi gün geçmemiş vefat etmiştir. 3- Mikdad b. Esved’de de Üsame olayı gibi bir olay olmuş. Mıkdad demiştir ki, “Ey Allah’ın elçisi, dedim, ne buyurursun kâfirlerden birine rast gelsem, çarpışsam, o benim elimin birini kılıçla vursa, sonra bir ağaca siper alıp ‘Yüce Allah’a teslim oldum’ dese, bundan sonra onu öldüreyim mi?” Hz. Peygamber, “öldürme” buyurdu. Ben de “Ey Allah’ın elçisi o benim kolumu kesti.” dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Öldürme! Çünkü öldürürsen o senin onu öldürmeden sonraki yerinde, sen de onun söylediği kelimeyi söylemeden önceki yerinde olursun”.
Bu ayetin inişine bir kaç olay sebep olmuştur: Büyük bir kargaşa döneminin mü’minleri olarak bu sebepleri günümüze göre iyice düşünüp anlamalıyız. 1- Feked halkından Mirdas b. Nehik yalnız başına müslüman olmuştu. Onun toplumu içinde ondan başka müslüman yoktu. Peygamberin Galip b. Fudale komutasında bir müfrezesi bunların üzerine gitmişti. Toplumun hepsi kaçtılar. Yalnız Mirdas müslümanlığına güvenerek kaldı. Atları görünce davarını dağın bir dolambacına sığındırdı. Ona ulaştıklarında tekbir aldılar. O da tekbir alıp indi. Fakat Üsame b. Zeyd, Mirdas’ı öldürüp hayvanlarını sürdü. Geldiler Hz. Peygambere haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) çok fazla darıldı ve onu şiddetle azarladı. “Siz onu beraberindeki mala göz dikerek öldürdünüz.” buyurdu. Sonra bu ayeti Usame’ye okudu, Usame, “Ey Allah’ın elçisi! Benim için mağfiret dile.” diye rica etti. “O, lâilâhe illallah demişken nasıl olur da onu öldürürsünüz?” buyurdu. Usame kendisi demiştir ki, “Bunu sürekli tekrar etti. Hatta o dereceye geldi ki daha önce müslüman olmamış bulunsaydım da bu gün olsaydım diye temenni ettim. Sonra hakkımda mağfiret diledi ve bir köle azat et, diye emretti.”
4- Buhari ve Müslim’de rivâyet olunduğu üzere Selim oğullarından bir adam sahabeden bir kaç zata rastlamış, yanında davar da varmış, selam vermiş, onlar da bu selamı korunmak için verdi demişler ve onu öldürmüşler, davarını almışlar. Hz. Peygambere gitmişler, bu ayet indirilmiş.
Ey İslam’ın bayraktarlığını yapan, yaptığını iddia eden ya da yapmaya talip olan mümin kardeşlerim! Ölçülerimizi lütfen yeniden kontrol edelim. Hepimiz Allah’ın lutfu ile şahadet kelimesini söyleyerek yüce dinimiz İslam’a girdik. Dinimiz bize insanların imanını kabul etmek gibi bir görev vermedi. Kendini müslüman tanımlayanların müslümanlığını reddederek onların canına ve malına kastetme yetkisini ve hakkını asla vermemiştir. Söylediğimiz sözün anlamını ve yaptığımız işin sonucunu iyi hesaplamalıyız Unutmamalıyız ki; Allah yaptıklarımızdan haberdardır. İyilik ya da kötülüğün karşılıksız kalmayacağı bir hesap günü vardır. “…kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin…” (Kehf, 110)
2- Abdullah b. Ebi Hadret ve Ebu Katade Haris b. Rıb’î ve Muhallem b. Cüsâme b. Kays Leysî ve daha birkaç kişiyi Resulullah İdam tarafına göndermişti. İdam deresinde Âmir b. Azbatı Eşceî rastlamış, İslâm selamı ile selam vermiş, Muhallem b. Cüsüme ile bunun arasında Cahiliyye devrinden kalma bir kin varmış, Muhallem, bir ok atmış Amir’i öldürmüş, Hz. Peygambere haber gelince öfkelenmiş, Muhallem’in mağfiret 31
MART 2015 / 320
Bu olayların her biri ayetin iniş sebebi olmak üzere rivayet edilmiştir. Aralarında bir çelişki yoktur. Olayların birbirine yakın bir zaman içinde gerçekleşmiş olması nedeniyle herkes kendi olayını ayetin sebebi bilmiştir.(Elmalılı)
FIKIH Mehmet Şentürk mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net
KUR’AN SÜNNET BÜTÜNLÜĞÜ
B
ugün ülkemizde de taraftar bulan “Modern İslam” ve “Çağdaş İslam” gibi yaldızlı ifadelerin arkasına sığınılıp “Kur’ân müslümanlığı”, “Kur’ân merkezli İslam”, “Kur’ân’daki İslam” gibi ifadelerle sunulan, ilk nazarda hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir takım anlayışların Sünnet’i devre dışı bırakma çabasına matuf olduğu anlaşılmaktadır. Sünnet’i devre dışı bırakmakla kalınmamakta, işi Kur’ân’ın lafızlarının tarihselliği anlayışıyla Kur’ân’daki hükümleri de belli bir tartışma süzgecinden geçirerek kabul etmek gibi bir yola girilmektedir. Böylece nerede duracağı belli olmayan ve İslam’ın en temel iki dayanağını hedef alan bu anlayışa karşı duyarlı olmak gerekiyor.
tebliğ et! Eğer etmezsen O’nun sana yüklediği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun.” (Mâide, 67) II - TEBYİN: Kur’ân anlaşılmak üzere indirildiğinden Hz. Peygamber’in insanların Kur’ân’dan anlayıp kavramakta zorlandıkları konuları açıklama görevi vardır. Nitekim Kur’ân’da buyrulur: “Sana bu Kur’ân’ı apaçık delillerle ve sayfalarla indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayıp (tebyin) anlatasın. Umulur ki böylece onlar da düşünürler.” (Nahl, 44) III - TATBİK: Tatbikten maksat İlâhî mesajı uygulamak ve yaşamaktır. Peygamberlerin bir özelliği de getirdikleri ahkâmı öncelikle kendilerinin uygulamalarıdır. Bu özellikleri sebebi ile insanlara örnek olmakta; insanların “biz bunları yapamayız” şeklinde vârid olabilecek muhtemel itirâzlarına cevap verilmiş bulunmakta; gelen ahkâmın uygulanabilirliği fiilen gösterilmiş olmaktadır. Kur’ân da buyuruluyor ki:
Hz. Peygamber (s.a.) şu ifadelerle Sünnet’in İslâmî uygulamadaki yerine dikkat çekmekte ve âdeta asırlar öncesinden bugünkü sünnet karşıtlarına mesaj vermektedir: “Bana Kur’ân ve onun gibisi, yani sünnet verildi. Yakın bir zamanda karnı tok koltuğuna yaslanmış kimseler çıkacak ve diyecekler ki: “Size bu Kur’ân yeter. Onda neyi haram bulursanız haram, neyi de helâl bulursanız helal sayın.’ Biliniz ki Allah Rasûlü’nün haram kıldığı da haramdır. “ (Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İmâre, 33; Tirmizi, İlim, 10; İbn Hanbel, IV,130-131)
“Andolsun ki, sizin için Allah’a ve ahiret gününe ümit besleyenler için Allah’ın peygamberinde pek güzel örnek vardır.” (Ahzâb, 21) “De ki: Siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki (ittibâ) Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran, 31)
Kur’ân, kendisiyle ilgili olarak nübüvvet pınarının ser-çeşmesi Allah Rasûlü’nden üç önemli görev istemektedir: Tebliğ, tebyin ve tatbik.
Kur’ân, model olarak sunduğu, teblîğ, tebyîn ve tatbîk görevi ile yükümlü tuttuğu Hz. Peygamber’e karşı ümmete de bir takım sorumluluklar yüklemekte ve ona uymayı İslâm’ın temel ilkeleri arasında görmektedir. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:
I - TEBLİĞ: Bütün peygamberlerin ortak özelliğidir. Her nebî öncelikle aldığı ilâhî emanetin tebliğinden sorumludur. Nitekim Kur’ân’da bu mânâyı te’yîd edecek pek çok âyet vardır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:
“Ey iman edenler; Allah’a itâat ediniz. Rasûl’e itâat ediniz, sizden olan yöneticilerinize de itâat ediniz. Bir konuda anlaşmazlığa düştünüz mü
“Ey Rasûl! Sana Rabbından her indirileni 32
onu hemen Allah’ın Rasûlüne götürün.” (Nisa, 59)
kim A’raf, 157 ayetiyle; “O peygamber ki, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men’eder, onlara güzel şeyleri helal, çikin şeyleri haram kılar.”
“Yok yok! Rabbime yemin ederim ki onlar aralarında seni hakem yapıp verdiğin hükme içlerinde hiçbir darlık duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îmân etmiş sayılmazlar.” (Nisa, 65)
Allah Rasulü bizzat kendisi de: “Şüphesiz Allah Rasulü’nün haram kıldıkları da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” buyurmuştur. (Darimi, Mukaddime, 49; İbnHanbel, IV,132; Tirmizi, İlim, 10; İbnMace, Mukaddime, 2) Bunu şöyle örneklendirebiliriz:
“Peygamber size ne emir verirse tutun, her neyi de yasaklarsa ondan uzak durun. Allah tan korkun!” (Haşr, 7) “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 36)
1- Denizin suyu temiz ve ölüsü helâldir. (bk. Ebu Davud, Et’ıme, 47) Bu hüküm deniz ve yaratıkları için Kur’ân’da bulunmayan bir hükümdür. Hatta bu hükme dayanarak İmam Şâfii’nin: “Denizden babam çıksa yerim.” dediği halk arasında tevâtür olmuştur. Vâkıa deniz yaratıkları için Hanefî mezhebinde bir takım tehditler bulunmaktadır. Midye, istiridyenin tahrîmen mekruh sayılması gibi.
Bütün bu âyet-i kerimeler, Hz. Peygamber’e uymayı ve ona tâbi olup sünnetine sarılmayı emretmektedir. Kur’ân’ı anlamada Rasûlullah’ın sünnetinin üç önemli fonksiyonu vardır:
2- Boğazlanan hayvanın karnından çıkan yavrunun helâl oluşu, anneye tabi oluşundandır. Oysaki bu konuda Kur’ân’da bir hüküm bulunmamaktadır.
I- SÜNNET, KUR’ÂN’I AÇIKLAR: Kur’ân’ın ilk tefsiri yine Kur’ân, ikincisi de Hz. Peygamber’in yorum ve açıklamalarıdır. Sünnet’in Kur’ân’ı açıklamasının da iki şekli vardır:
3- Yırtıcı ve köpek dişli hayvanların etlerinin haram oluşu da aynı şekilde sünnetle sabit bir husustur. (bk. Müslim, Sayd ve Zebaih, 3)
A- Kur’ân’ı te’yid ederek açıklar: Kur’ân’da: “Aranızda mallarınızı meşrû olmayan yoldan elde edip yemeyiniz.” (Bakara, 188) buyrulur. Bu ayetteki “meşru olmayan yolu’ sünnet: “Rızası olmadıkça müslümanın malı müslümana helâl olmaz” (İbn Hanbel, V, ,72) hükmüyle te’yid ederek açıklamıştır.
4- Recm Meselesi: Zina eden çiftlerin evli oldukları takdirde recm edilmesi de sünnetle sabit bir tatbikattır. (bk. Buhari, Hudud, 21; Müslim, Hudud, 14; Ebu Davud, Hudud, 1,17 ve diğer hadis kitapları) III - SÜNNET KUR’ÂN’DA BULUNAN BAZI HÜKÜMLERİ TAVZİH ETMİŞTİR.
B- Ayetten kastedilen manayı açıklar. Bunun değişik şekil ve uygulamaları vardır:
Buna örnek olarak şu iki âyette geçen hükümler gösterilebilir.
Kur’ân’da namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacc ile ilgili emirler vardır. Fakat bu emirlerin şekil ve tatbikatını gösteren sünnettir. Nitekim namazların vakitleri ve rekâtları, orucun şekli, zekâtın nisâbı, haccın edâ şekli hep sünnetle ortaya konmuş ve böylece Kur’ân’daki emirlerle ilgili mânâ, hadislerle ortaya çıkmıştır.
1- Nisâ Sûresi’nin yedinci âyetine göre akrabalar, din farkı gözetilmeksizin varis olurken sünnet bunu: “Kafir mü’mine varis olamaz.” (Müslim, III 1233) hadisiyle kaldırmıştır.
II - KUR’ÂN’DA BULUNMAYAN HÜKÜMLER KOYAR:
“Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa ana, baba ve yakınlarına uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah’tan korkanlar üzerine bir borçtur (Bakara 180). Hz. Peygamberin “Varise vasiyet yoktur.” (Darimi, Vesaya, 26) hadisi bu genel hükmü kaldırmıştır.
Allah Rasûlü sünnetiyle Kur’ân’da bulunmayan bazı hükümler de koymuştur. Zaten Kur’an ona helal ve haram koyma yetkisi vermiştir. Nite33
MART 2015 / 320
2- Bakara Sûresi’nin 180. âyeti vasiyeti anlatmaktadır.
İHSAN PENCERESİ Fatih Yılmaz fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net
SABIR-1
D
in ve ahlakta sabır, hoşa gitmeyen ve ızdırap veren hadiseler karşısında muvazeneyi bozmadan sükûnete bürünmek, Hakk’a teslim olmaktır. Sabır güzel ahlakın ağırlık merkezidir. İmanın yarısı, ferah ve saadetin anahtarıdır. Cennet nimetlerine kavuşturan büyük bir nimettir.
geri çevirmiyor, onlara yiyecek bir şey bulup veriyor. Sen de git, belki hakkımızda hayırlı olur.” diyerek Ebû Sa’îd’i, Resûlullaha gönderdi.
Varlık içinde elinde her imkân olduğu halde, sabredenlere “ağniya-i şakirin” denir. Darlıkta, gönlünü Rabbine bağlayarak hiç şikayet etmeden şükür halinde bulunanlara da “fukara-i sabirin” denir.
Ebû Sa’îd, Rasûlullah’ı Eshâbına nasîhat verirken buldu. Oturup dinlemeye başladı. Bir ara Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurdu ki:
Müslüman, rızkından dolayı asla endişeye düşmemeli, maneviyatta kendisinden yukarıdakilere bakıp sabretmeli, maddiyatta ise kendisinden aşağıdakilere bakıp şükretmesini bilmelidir.
“Kim Allahü Teâlâ’dan başka her şeyden yüz çevirir ve her şeyi Allahü Teâlâ’dan beklerse, Allahü Teâlâ onu, ganî eyler, zengin kılar. Sabırdan üstün bir rızık yoktur. Eğer sabra râzı değilseniz isteyiniz, vereyim.”
Abdurrahman bin Avf (r.a.) Hazretlerinin önüne, oğlu birkaç çeşit yemek koyunca, hüzünlendi ve şunları söyledi: “- Mus’ab bin Umeyr şehid olduğu zaman, cesedini örtecek bir kefen bulunamadı. Üzerine sarılan kefen kısa geldi; başı örtülse ayağı, ayağı örtülse başı açık kalıyordu. Sonunda kefeni başına doğru çektik ve ayaklarını da kokulu ot ile örttük.
Bu mübârek sözleri işiten Hz. Ebû Sa’îd-i Hudri, Peygamber Efendimizden bir şey isteyemedi. Eve gelip durumu annesine olduğu gibi anlattı. Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin bu hareketinden sonra işleri yolunda gitti. Medîne’nin en zenginlerinden oldular.
Hazreti Hamza (r.a) şehid olduğunda da, üzerini ihtiyar bir kadının giydiği bir hırka ile örtmüşlerdi!
Sabır, Allah’ın rızasını kazanabilmek için bütün sıkıntılara sebatla katlanma, nefse hakim olma, her türlü zorluğa göğüs gerip ilâhî buyrukları yerine getirmektir. Haramların bolluğuna ve nefsin hevasına kapılmadan, Allah’a kul olmanın zevkini tatmaktır. Dünyanın aldatıcılığına, servete ve şöhrete tapanların çokluğuna rağmen hak yoldan ayrılmamak, iman ve ihlasla iflas geçitlerini aşmaktır.
Bana ise Cenab-ı Hak dünyada bu kadar nimet bahşediyor. Acaba ukbada tenkis mi edecek, azaltacak mı? Acaba ahiretteki hakkımı bu dünyada mı tüketiyorum?! Yarın huzurullahda bu nimetlerin hesabını nasıl vereceğim?!” diyerek yaşlı gözlerle sofrayı terk etti. İşte darlıkta ve bollukta sahabinin gösterdiği eşsiz bir örnek. Babasının şehâdetiyle evin bütün yükü Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin omuzlarına yüklendi. Evin geçimini sağlayacak kimse olmadığı için, ailesi bir hayli sıkıntıya düştü. Annesi ile birlikte, çok sabırlı olduklarından dertlerini, sıkıntılarını kimseye söylemezlerdi. Aç kaldıkları zaman karınlarına taş bağlayarak açlıklarını gidermeye çalışırlardı.
Sabır, nefsin hazlarını yenmenin, iman yolunda azimle yürümenin, fesat ve zulme karşı cihad etmenin külfetine katlanma gücüdür. Bunun için sabır, sıfatların en güzeli, ahlakın en yüksek derecesi ve hepsinden öte mü’minin, imanını ihlas terazisinde tartma eylemidir. Öyleyse insan, sabrı itiyat edinmeli ve nefsini sabırla terbiye etmelidir. Başarının ve yenilmezliğin en başta gelen faktörünün sabır olduğunu hiçbir zaman unut-
Bir gün annesi dayanamamış ve: “Evlâdım, Rasûlullah Efendimiz kendisine başvuranları hiç 34
nında bitmesi için de beklememiz lazımdır. Buna sabır diyoruz.
mamalıdır. Sevabı en çok olan sabır, musibet ateşinin insana hücum ettiği zamanda gösterilen sabırdır. Bu gerçeği Peygamber (as): En makbul sabır, ilk sadme anındaki sabırdır.” buyurarak açıkça dile getirmiştir. Çünkü bu durumda gösterilen sabır, kalpteki iman gücünü ve sabır makamındaki sebatı gösterir. Musibetin ateşi sönüp olayın şoku geçtikten sonra genelde herkes sabreder. Önemli ve makbul olan sabır, Allah’ın takdirine itiraz etmeden O’nun tasarrufuna rıza göstermektir. Sabrın ölçüsü Kur’an’dır.
İnsan denen şu muamma gerçekten anlaşılmaz bir yapıya sahip. Aceleciliği ile meşhur. Bir örnek vermek istiyorum. Geçen sene bir tanıdığımın çocuğu üniversite imtihanına girdi. Çocuk çok zeki ve çalışkan birisiydi. İmtihanda da çok başarılı olmuş, fakat yüksek tercihten dolayı bir yere yerleşememişti. Bu duruma ailesi ve çevresi çok üzüldü. Hatta bazıları çocuğun babasını suçlamaya başladılar: -Neden yüksek tercih yaptın? Gelecek sene bu kadar puanı alabilecek mi? Çocuğa yazık ettin gibi, bir sürü suçlamalarla babasını zor durumda bırakmışlardı.
“Ve onlar Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir” (Ra’d, 22)
Aradan bir ay gibi bir zaman geçti, ek kontenjanlar açıklandı. Yapılan tercih sonucu normal tercihle giremeyen bu yavrumuz en iyi yere girdi. Babasının söylediğine göre; eğer bu okul (bilgisayar öğretmenliği) onbeş gün daha açılmasa gelecek seneye kalacak ve şimdiki puanının on onbeş puan daha üstünde öğrenci alacaktı ve çocuk bu okula giremeyecekti.
“Sabredenler”, kendilerine hakimdirler; tüm arzu ve şehvetlerini kontrol ederler, haddi aşmazlar; bir çıkar temin etmek ve arzularını tatmin etmek için Rablerine itaatsizlik gibi bir dalalete düşmezler. Allah’a teslim olmanın zorunlu sonucu olan keder ve kayıplara mütevekkil bir cesaret ve metanetle göğüs gererler.
Yüce Rabbimin işine bir bakın… Her şeyi öyle bir ayarlıyor ki akıl sır ermez. Bu durumu görünce, “Şu insanoğlu ne kadar da aceleci” demekten kendimi alamıyorum. Sabretmeyi çok iyi bilmemiz gerekiyor. Hangi konu olursa olsun sabırla sonunu beklemek gerektiği inancındayım. Hemen heyecanlanıp her şeyin bittiği düşüncesine kapılmak çok yanlış bir davranıştır. Sonra, gaybı bilemeyeceğimize göre, hayır ve şerrin nerede saklı olduğunu da bilemeyiz. Bizim hayır gördüğümüz şer, şer olarak telaffuz ettiğimiz bir iş de hayır olabilir.
Eğer biz bir mü’minin hayatına bu açıdan bakarsak, yaşadığı tüm hayatın sabır ve tahammülle geçen bir hayat olduğunu görürüz. Çünkü o, Rabbinin rızasını kazanmayı ve ahiretin ebedi nimetlerine kavuşmayı umar, bu dünyadaki en amansız şartlarda bile kendini kontrol altında bulundurur. Bu yüzden o, her günah kışkırtıcısına karşı sabırla savaşır. Sabrı hiçbir zaman terk etmez. Çünkü onun sonunun selamet olduğunu çok iyi bilir.
O bir sabır kahramanıdır. Hayatına baktığımızda daha doğmadan babasını, altı yaşında annesini, sonra dedesini ve amcası Ebu Talib’i kaybediyor. Kızı Fatıma hariç bütün çocukları kendisinden önce ölüyor. Türlü türlü sıkıntılar çekiyor, hakaretler yiyor, aç kalıyor, hastalıklar geçiriyor da O, sabrediyor.
Peygamberimiz, “Acelecilik şeytandan, akıllıca ve ihtiyatla düşünerek hareket etmek ise Rahman’dandır.” buyurur. Acelecilik tabiatın işleyişine, kâinatın düzenine, kısacası yaratılışa ters düşer. Kışın ortasında baharın gelmesini isteyeceğimize, gelişini beklemek zorunda olduğumuz gibi, işlerimizin zama-
Çalışmalarımızda da sabra ve devamlılığa çok muhtacız. Sabır belki başlangıçta zor gelecek, ama acı ilaç gibi faydasını sonra gösterecektir. 35
MART 2015 / 320
Acelecilik, bir işin vaktinden önce olmasını istemek; sabır ise zamanı beklemek demektir. Burada Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sabrından birkaç satır yazmadan geçemeyeceğiz.
“Sabredenler”, bir tarafta doğru ve hakkın, diğer tarafta da aç gözlülük ve nefsin bulunduğu savaşta daima sebat gösterenlerdir. Onlar doğruluk uğruna her kaybı göğüsleyip haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler. Aleyhine dahi olsa hak’tan ve doğruluktan taviz vermezler. Onlar yaptıkları iyi amellerin karşılığını ahirette almak için sabırla beklerler.
EĞİTİM Doç. Dr. Rüştü Yeşil egitim@ilkadimdergisi.net
bir takım özellikleri, onları öğretmek için yapılacak iş ya da işlemlerin nitelik ve niceliğini birbirinden farklılaştırmaktadır. Başka bir ifade ile bilgi, duygu ve becerilerin öğrenilme yeri, öğrenilme biçimi, öğrenilme miktarı, kalıcı olma miktarı, ihtimali ya da riski vb. birbirinden farklıdır.
EĞİTİMDE İÇERİK
“Ne Öğretelim?”
Bilgi, çevreyle etkileşim sonunda zihinde oluşan izlerdir. Bu izler, kimi zaman yalnızca bir iz, kimi zaman da farklı izlerin bileşkesinden oluşan ve bütünlük özelliği arz eden bir iz niteliği taşıyabilir. Kelimeler, kavramlar, düşünceler bunlara örnek olarak verilebilir.
Ö
nceki yazılarımızda, eğitim çalışmalarının vizyonu, misyonu ve bu perspektiften yola çıkarak eğitimin amaçları üzerinde durmuştuk. Bir başka ifade ile “hangi amaç ya da amaçlarla eğitim/ öğretim yapacağız?” ya da “Niçin eğiteceğiz/öğreteceğiz?” sorularına cevap aramıştık. Bu amaçları da sistematik olarak ele almak adına bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik vb. amaçları başlıkları ile eğitim çalışmalarının amaçlarını ortaya koymaya çalışmıştık. Özetle, yüksek verim elde edebilmenin birinci şartının, eğitim çalışmalarını tesadüflere terk etmeyip amaçlı, planlı ve programlı yapmak olduğunu vurgulamıştık.
Belirtildiği üzere bilginin oluşma yeri zihindir ve duyu organları ile etkileşim kurmak yoluyla öğrenilebilmektedir. Öğrenilme miktarı, öğrenilenin kalıcılık özelliği, bu etkileşimin niteliğine ve çok yönlülüğüne göre değişmektedir. Yalnızca bir duyu organı ile kurulan etkileşimin sonunda öğrenilme miktarı daha az olurken duyu organında çeşitlilik sağlanması ile birlikte öğrenilme miktarında da artış meydana gelmektedir. Kısaca, öğrenme sürecinde araç olarak kullanılan duyu organının sayısı arttıkça öğrenilme hem kolaylaşmakta hem de miktar artmaktadır. Diğer taraftan öğrenme işleminin gerçekleşmesi için duyu organlarının biri ya da birkaçı tarafından algılanması gerekmektedir. Bu ise zihinsel bir işlem olup “dikkat” olarak adlandırılmaktadır. İnsan zihni, öğrenilecek şey üzerine odaklanmadığı sürece öğrenilecek şey algılanamaz, öğrenilmesi için gerekli olan işlemler başlatılamaz. Bu nedenle ilk olarak öğrenilecek şey üzerine zihnin odaklanması ve onu almaya hazır hale gelmesi gerekir
Bu yazımızdan itibaren ise uzun bir süre, eğitim ve öğretim çalışmalarının içerik/muhteva boyutuna ayıracağız. “Ne öğreteceğiz?” ya da “Bu amaçlara neyi öğreterek ya da neyin eğitimini vererek ulaşabiliriz?” sorularına cevaplar vermeye çalışacağız. Çünkü hedefler/amaçlar belirlendikte sonra yapılması gereken, bizi o amaç ya da hedeflere ulaştıracak içeriğin/muhtevanın belirlenmesidir. Genel olarak içerik, eğitim çalışmaları ile eğitim alanların öğrenmesi gereken bilgi, duygu ve beceriler anlaşılmalıdır. Her ne kadar, bu bilgiler öğrenilirken düzenlenen etkinlikler de muhteva kavramı içerinde değerlendirilebilse de etkinlikler kısmı daha çok “eğitim durumu” kavramı ile ifade edilmektedir/edilmelidir. Bu anlamda içerik ile kast edilen şeyin daha çok, eğitim sürecinde öğretilecek bilgi, duygu ve beceriler olduğu belirtilmelidir.
Zihin tarafından dikkate alındığı için duyu organı/organları tarafından algılanan bilgi birimleri, zihinde birbiriyle ilişkili bir şekilde yapılanmaktadır. Duyu organı ile kısa süreli belleğe gelen bilgi birimleri, eski bilgi birimleri ile ilişkilendirilmesi ve böylelikle örgütlenmesi ile birlikte öğrenilmekte ve istenildiğinde hatırlanabilmektedir. Bu süreçte ilişkilendirme yapılamaz ya da birimler arasında gerekli bağlar kurulamazsa öğrenme gerçekleşmeyip bilgi birimleri algılansa bile kısa sürede unutulmaktadır. Buna göre eğitim çalışmalarında bilgi birimlerinin birbiriyle ve öncekilerle ilişkilendirilmesinin öğrenme açısından önemli olduğu söylenebilir.
Her ne kadar “bilgi”, “duygu” ve “beceri” olarak üç kelime ile ifade edilse de bu üç kavram, çok farklı boyunları ve geniş bir kapsamı ihtiva etmektedir. Her bir boyutun ve kapsam biriminin 36
çalışmalarının içerik boyutu ile ilgili önemli bir boyutunu oluşturur. İki tür beceri bulunmaktadır. Bunlardan biri “zihinsel beceriler”, diğeri ise “psikomotor/devinimsel beceriler” olarak adlandırılır. Konuşma, düşünme, tartışma, hayal etme gibi beceriler zihinsel becerilere; yürümek, oturmak, spor yapmak, müzik aleti çalmak gibi beceriler ise psikomotor becerilere örnek olarak verilebilir.
Ayrıca bilginin öğrenilmesi aynı zamanda istenildiğinde hatırlanması, ihtiyaç duyulduğu yerlere transfer edilmesi de eğitim çalışmalarının verimliliği açısından önemli bir ölçüttür. Transfer ise, bilginin doğru zemin üzerine yine doğru bir şekilde oturtulabilmesi, günlük yaşamdaki gerçek yapısına uygun örneklerle ilişkilendirilebilmesi ile sağlanabilir. Eğitim çalışmaları ile eğitilenlere içerik olarak sunulan bir başka değişken ise, yukarıda belirtildiği üzere duygulardır. Sevmek, imrenmek, saygı duymak, korkmak, kaygılanmak, nefret etmek gibi daha birçok duygu da eğitim çalışmalarının içerik kısmında yer alır. Bilgi öğrenmeleri zihinde meydana gelirken duygu öğrenmeleri kalpte meydana gelir. Bu mekâna kimi zaman“gönül” adı da verilmektedir. Duygular, duygu beslenen şeyin algılanmasından o şeye kendini hasretmeye; o şeyi benimsemek ya da kabul etmekten o şeyle anılmaktan gurur duymaya kadar çok geniş bir alanı kapsamaktadır.
Beceriler, insan yaşamını kolaylaştıran yeterlik alanlarını içerir. İnsanın yürümeyi, oturmayı, yamak yemeyi ya da konuşmayı, tartışmayı, düşünmeyi otomatik ve seri bir şekilde yapamadığı; başka bir ifade ile beceri haline getiremediği düşünülürse yaşamının ne kadar zorlaşacağı, üstesinden gelinmede önemli ölçüde başarısız kalınacağı rahatlıkla hayal edilebilir. İnsanın konuşurken dil kasları, nefes kontrolü gibi değişkenleri tek tek ve düşünerek yapmaya çalıştığını bir hayal edin. Ya da yürümeyi, araba kullanmayı henüz yeni öğrenirken ne kadar ve uğraştığımızı, zorlandığımızı, her adımı düşünerek attığımız, bu nedenle de yavaş yaptığımızı hatırlayabiliyoruz. Bu zorluklar bu eylemlerin henüz beceriler haline gelmemesini ifade etmektedir. Bu nedenle de eğitim çalışmalarının içerik boyutunun önemli bir yönünü de becerilerin öğrenilmesi oluşturur/oluşturmalıdır.
Duygular, çok soyut bir yapıya sahiptirler. Öğrenildiği ya da öğrenilmediği, benimsendiği ya da benimsenmediği dışarıdan gözlenebilmesi en zor olan özelliklerdir. Diğer taraftan, insanın davranışlarına yön veren, güç veren, kararlılık özelliğini destekleyen, iç odaklı güçlerin kaynağı, duygulardır. Kişinin kendi isteklerini kontrol etmesi, davranışlarına yön vermesi duygularının içeriği ve yoğunluğu ile ilişkilidir. İnsanların tüm tercihleri, duygu dünyalarına göre biçimlenir. İlerde bu durum, değer eğitimi bağlamında ayrıntılı olarak ele alınacaktır. İnsanın bir davranış kalıbının doğruluğunu benimsemediği sürece o kalıba uygun davranması beklenemez. İnsanların bilmelerine rağmen bildiklerine uygun davranmamasının temel nedenlerinden biri bu durumdur: Bildiklerinin doğruluğunu benimsememesi. Ailesine karşı sorumluluklarını söylemesine rağmen bu sorumluluklarını yerine getirmemesi gibi.
Diğer taraftan; içerik belirlenirken öğrencinin özelliklerine amaca uygunluğuna; kolaydan zora, basitten karmaşığa doğru sıralanmasına; doğruluk ve uygulanabilirlik özelliklerine sahip olmasına; faydalı olmasına; önceki ve sonraki içeriklerle ilişkilendirilmesine; günlük yaşamdaki örnekleri ile desteklenmesine özellikle önem verilmesi gerektiği belirtilmelidir. Ayrıca öğretilecek içeriğin yapısı, önemi ve gerekliliği, öğrenilme özellikleri ve biçimleri gibi değişkenler de dikkate alınmalıdır. Bunlara genel olarak içerik belirleme ve düzenleme ilkeleri adı verilmektedir.
Diğer taraftan, iyi ya da kötü insan tanımlamalarında kullanılan ölçütlerin önemli kısmı, insanın duygu dünyası ile alakalıdır. Başka bir ifade ile insanın doğru anlaşılmasından doğru tanımlanmasına kadar her şey, insanın duygu dünyası ile yakın ilişki içerisindedir. Bu nedenle de öğretim içeriği açısından duyguların öğretilmesi, biçimlendirilmesi ve geliştirilmesi çok önemsenir/önemsenmelidir.
Bundan sonraki yazılarımızda bu içeriklerle ilgili ayrıntılı bilgiler verilmeye çalışılacaktır. Düşünme eğitimi, değer eğitimi, sorumluluk eğitimi, nefis eğitimi gibi…
Bilgi ve duygular gibi “beceriler” de eğitim
Selam ve dua ile… 37
MART 2015 / 320
Kısaca bilgi, duygu ve beceriler eğitim çalışmalarının içerik boyutunun üçlü sacayağını oluşturur ve bunlardan herhangi birinin eksik kalması, göz ardı edilmesi, eğitim çalışmalarının verimsizleşmesi, etkisizleşmesi, başarısızlıkla sonuçlanması anlamına geldiği belirtilmelidir.
LA HAVLE Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net
Verilecek Ağır Ceza Kaç Kilo Bedenden ziyade ruhları hasta // Yüreği yananlar kederde yasta!. Bîçâre kullara diyor ki ALLAH // “Sizin için hayat vardır kısasta.”
İ
yaşamak mecburiyetinde olan insanın, imkânları sınırlı, ihtiyaçları hudutsuzdur.. Veya; Allah tarafından kendisine lûtfedilen sayısız nimetlere nankörlük ederek, şükür ve kanaat duygularını unutup, nefsin isteklerini tatmin için yapay ihtiyaçlar üretir.. Bu yapay ihtiyaçlarını temin etmek içinde zaman, mekân, imkân, helâl-haram, hak-hukuk, hiçbir kural tanımaz. Böylesine dengesini yitirmiş fertlerin oluşturduğu bir aile, bir kurum, bir cemiyette denge unsuru olacak yetki ve sorumluluk taşıyan insanlar, görevini gereği şekilde yerine getiremeyecek olursa; artık o cemiyette anarşi, terör, gasp, iltimas, rüşvet, fuhuş, cinayet, v.b. her türlü ahlâksızlık hükmünü icra eder!.. Dengesini yitirmiş, elinde meşru hiçbir ölçüsü olmayan, sadece işkembe ve uçkur peşinde, iblis ve avaneleri tarafından karanlık vâdilere çağrılan şaşkınların, hangi kötülükleri yapmayacaklarını söyleyebilir misiniz?! Neyi kaybettik biz?.. Önemli olan bu!.. Önce neyi kaybettiğimizin farkına varıp, sonra nerede bulacağımızı bileceğiz… Ve bütün yitirdiklerimizi de bulduğumuz yerde almaya mecburuz!.. Bu güzel ülkemizin muhtelif yerlerinde işlenmiş şu çirkin vahşet tablolarına bakar mısınız!. * “Muğla’da çöp konteynerinin yanına atılmış olarak bulunan cesedin 25 yaşındaki O. İ’a ait olduğu belirtildi.. Kamera kayıtlarından tespit edilen katil zanlısı tutuklandı. Zanlıya yardım eden kardeşi serbest bırakıldı.” * “Adana’da 50 yaşındaki O. S. S., tabancayla
nsan, Allah’ın “Ahsen-i takvim” üzere ve “eşref-i mahlûkat” olarak yarattığı bir varlık. Yaratılış gâyesi; Allah’a kulluktur… Rahman ve Rahîm olan Allah (c.c.) kendisine nasıl bir kul olmamız gerektiğini göstermesi, öğretmesi için, bizlere ve bütün âlemlere rahmet olarak Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizi, son Peygamber olarak göndermiştir elhamdülillah… Yine Rahman ve Rahîm olan Allah; kullarına merhametinden dolayı, onlara dünya ve ahirette pişman olmayacakları bir hayat yaşamanın yollarını gösteren, huzura ermenin, saadet ve mutluluğu yakalamanın,güzel bir kul olmanın formüllerin veren hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim’i göndermiştir.. Demek ki insan; şu üç günlük imtihan dünyasında, yaratılış gâyesini idrak eder, Rabbini tanır, Peygamberinin izini takip eder, mukaddes kitabının çizdiği ilâhi sınırlar içersinde güzel bir hayat yaşarsa dünyasını da, ahretini de mamur eder, Allah’ın lütfuyla kazanan kendisi olur!.. Ama Rabbine isyan eder, Peygamberini tanımaz, Kitabına bakmaz; kalplerinde Allah, Peygamber, Kur’an ve Vatan sevgisi taşıyacakları yerde, kendi bücür akıllarına, fâni emellerine, behîmi arzu ve hevâlarına uyup, bir takım sahte ilâhlar edinerek, akılları puslu, vicdanları paslı, kalpleri mühürlü olanların sevgisini taşırlarsa, “Belhümadâl” ifâdesiyle, hayvandan daha aşağı varlıklar derekesine düşerek, dünyasını da ukbâsını da harap eder, kaybeden kendisi olur!. Evet, insan yalnız yaşayamaz!. Sosyal bir varlık olarak, bir cemiyet içersinde 38
39
MART 2015 / 320
det yürüyüşlerle protesto edildi!.. Böylesi alçakların hak ettikleri en ağır cezalara çarptırılması istendi, en yetkili kişi ve kurumlar tarafından!.. Kaldırılan “İDAM” cezasının tekrar getirilip getirilmemesi konuşuldu!. -“Evet, idam cezası tekrar uygulamalıdır.” diyenlerin karşısında; -“Hayır, idam kesinlikle bu çağda uygulanamaz, çağa uygun değildir.” dediler!.. Hatta böylesi insanlık dışı bir olayı bile provoke ederek, kendi alçak ve soysuz ideolojilerine istismar vesilesi olarak kullanmaya kalkışanlar oldu.. Ama, ateş hep düştüğü yeri yaktı!.. Böylesi hunhar cinayetlere kurban giden,bütün mağdur ve mazlumlara Allah’tan rahmetler niyâz ediyorum.. Neyi kaybettiğimizin, nerede bulacağımızın farkına varmadığımız sürece; bu ateş hep ocaklara düşmeye ve düştüğü yeri yakmaya devam edecektir!. Evet, suçun cinsine göre en ağır ceza verilsin de, verilen cezaların hangisi suçluyu eğitti veya ıslah etti?.. Vereceğiniz veya bugüne kadar verdiğiniz cezâların en ağırı kaç kilo?. Bu benim şahsi düşüncem; verilen cezalar ıslah edici,caydırıcı değil, aksine suçluyu teşvik edici, suça özendirici mahiyettedir.. Meselâ, şu Özgecan Aslan cinâyetinin katillerine verilebilecek en ağır ceza ne olabilir?. Çokta merak ettiğim yok doğrusu…Çünkü; örneğini Münevver Karabulut ve benzerlerinde gördük.. Bataklık durdukça, sivrisinek üremeye devam edecektir… Bütün propaganda vâsıtaları; kalpleri, ruhları, beyinleri zehirleme, millî ve mânevi hasletlerimizi yok etme yarışı içerisinde, son sürat yarışıyorlar!.. Onun için: İpleri boyunlarında başıboş dolaşan ipsizlerin ipine değil, âlemlerin Rabbine kulluk şuuru içinde, Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak, can emânetini sahibine O’nun istediği şekilde teslim edene kadar, koyduğu ilâhi kurallar manzumesine uyarak tüm dertlerimize derman aramaya mecburuz,mahkûmuz.. Zira; hiç kimse kullarına karşı Allah’tan daha merhametli değildir!..
3 kurşunla vurulup,boğazı kesilerek öldürüldü. Kamera kayıtları incelenerek çözülen cinayeti 33 yaşındaki av arkadaşının işlediği görüldü.” * “Edirne’nin Havsa ilçesinde, 8 yaşındaki bir kız çocuğunun öldürülerek toprağa gömülmesinden sonra, evde tek başına yaşayan 65 yaşındaki S. Y., 100 bıçak darbesiyle öldürülmüş halde bulundu.” * “Eskişehir’de 45 yaşındaki M. K., bir içki âleminden önce bıçaklanır. Daha sonra kafasına çekiçle vurulur.. Bağırmasın diye boğazına çatal kaşık saplanır ve daha sonra elektrik kablosuyla boğularak öldürülür.” * “Malatya’da harabe bir evde, elleri arkadan bağlanarak yakılan cesedin, aynı mahallede oturan 12 yaşındaki K. A.’a ait olduğu tespit edildi.” * “Muğla’nın Fethiye ilçesinde 35 yaşındaki G. E., aynı evde yaşadığı eski eşi 43 yaşındaki C. A.’ı öldürdükten sonra cesedini parçalara ayırıp 4 gün derin dondurucuda sakladı.” * “3 Mart 2009 tarihinde C. G. tarafından öldürülen 18 yaşındaki Lise öğrencisi M.K.’un başı gövdesinden ayrılmış ve vücudu testereyle parçalarmış şekildeki, çöp toplayıcı bir kişi tarafından çöp konteynırında bulundu.” Bu olaydan daha vahim olanı, böyle vahşi bir cinayetin katilini savunma cüretini gösteren ve o katilden daha utanmaz, daha vicdansız hukuk katillerinin olmasıdır ülkemde!.. Kan donduran bu vahşi cinayetlere, 11 Şubat 2015 tarihinde bir yenisi ekleniyor!. Henüz 20 yaşında… Daha hayatının baharında Üniversite öğrencisi bir kızımız.. Özgecan Aslan… Mersin’den Tarsus ilçesindeki okuluna gitmek için bindiği minibüste önce tecâvüze mâruz kalıyor… Sonra namusunu korumaya çalışan kızcağızın kafasına levye demiriyle vuruluyor. Elleri bileklerinden kesiliyor. Cesedi bir dereye atılıp, üzerine benzin dökülerek yakılıyor!.. Araç içerisinde daha 20 yaşındaki masum bir kız çocuğuna, bu zulmü yapabilen bu 3 mahlûka, dünya lügatlarını tarasanız acaba bunların namussuzluğunu, alçaklığını ifâde edebilecek bir sıfat bulabilir misiniz?.. Bütün ülkenin günlerce gündeminde kaldı bu vahşi cinâyet… İlgili ilgisiz, yetkili yetkisiz, herkes bir şeyler söyledi… Demeçler verildi…Kadına karşı uygulanan şid-
DÜŞÜNCE EKSENİ Dr. Mehmet Sürmeli
Dünyevi Cezası Ümmetin Duasından Mahrumiyet Olan Günah;
ALDIĞI BORÇLARI ÖDEMEMEK
İ
ödenmesini isteyen Allah Teâlâ, “Eğer borçlu zorluk içerisinde ise onun maddi olarak genişleyebileceği bir zamana kadar süre verin. Şayet (zor durumdaki kimselere alacaklarınızı) sadaka olarak verirseniz, bilesiniz ki bu sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 280) buyurmuş ve kullarını gerekli biçimde yönlendirmiştir.
nsan hayatının genişlik alanını boş bırakmayan Yüce Allah, borçların ödenmesi, şahitliği ve kâtipliği ile ilgili ayrıntılara kadar Kur’an’dan kullarına açıklama yapıp onları en doğru olan davranışlara sevk etmiştir. Senetleşmenin ve noter huzurunda alacak-verecek davalarının detaylarına kadar bahsedilen ayete, “müdayene” ayeti denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in en uzun ayeti diye bilinen bu ayet, Bakara Suresinin 282. ayetidir. Allah Teâlâ, Müdayene ayetinde kullarının birbirlerine haklarının geçmemesini, alacakların zaman aşımına bağlı değer kaybetmemesini, vade sürelerinin kayda bağlanmaması neticesinde kavga çıkmamasını ve unutmaya bağlı borcun inkâr edilmemesi gibi maslahatları gözetmiştir.
İslam dini fakirliğin, dağıtımdaki ehliyetsizlik, kabiliyetsizlik ve adaletsizlikten kaynaklandığını bildiği için siyasetin ehil eller tarafından Rabbani bir yöntemle işlemesini istemiştir. Hal böyle iken fakirlik problemini fatalitik bir sorun olarak görüp kadere yüklemek doğru bir yaklaşım değildir. Buna rağmen fakirlik sorununu tek kaleme indirgemek yerine, siyasetten ve kişiden kaynaklanan nedenlerini bilip çözüm aramak gerekir ki doğru olan da budur. İşsizlik, emeğinin karşılığını alamamak, ücret politikalarının kurbanı olup hak aramayıp verilene razı olmak, sakatlık, hastalık, doğal afetler, tembellik, umudunu kumar ve şans oyunlarına bağlamak, iş tercihindeki bilinçsizlik, alışveriş ve tüketimdeki dengesizlik, lüzumsuz harcama alanları açmak, iflas, bereketsizlik ve israf fakirliğin bazı bireysel nedenleridir.
“Her hak sahibine hakkını ödemek” dinin ilkesi olduğu için evvela Allah Teâlâ’ya karşı sorumluluklarımızı yerine getiririz. İbadetlerde tembel davranarak fevt eder ve O’na karşı borçlu kalırsak, onları da kaza etmek suretiyle geç de olsa öderiz. Kılınmayan namazın kazası, verilmeyen zekâtın ölümden sonra tâdiyesi, tutulmayan orucun fidyesi de verilmek suretiyle borçlar geç de olsa ödenmelidir. Fakat borcun her türlüsünü geciktirmek doğru bir davranış değildir. Peygamber Efendimiz borçların geciktirilmesini hoş karşılamamış ve kullara olan borçla ilgili şu uyarıyı yapmıştır: “Varlıklı kimse(ler)in borcunu vaktinde ödemeyip uzatması zulümdür.”(Beyhaki) Hele de borca karşılık faiz almak; “Allah’tan ve Rasulünden açılacak bir savaşa” (Bakara, 279) taraf olmaktır. Bu bağlamda, borcun vaktinde
İsraf, borçlanmalara da kapı araladığı için belki de fakirliğin en önemli sebeplerindendir. “İnsana tükettiği kadar değer veren” liberal siyasalarda israfın olmaması mümkün değildir. Hâlbuki Resulullah (s.), Müslümanları israf konusunda şöyle uyarmıştır: “Kim iktisatlı davranırsa fakirleşmez.” (Süyuti). Bizzat kendisi de 40
Hz. Muhammed (s.), borca ve borçluya olan bakış tarzını değişik biçimlerde ifade etmiştir. Bu konulardaki nebevi uyarıların amacı Müslümanları borçsuz yaşamaya alıştırabilmektir. Özellikle hiç kimsenin, başkasının ömrünün karşılığı olan emeğini gasp etmesini istememiştir. Şehidin bile üzerinde kul hakkı varken cennete giremeyeceğini söyleyen Allah Resulü, insanlar aldıkları borçları mülklerine geçirmesinler diye bir ara borçluların cenaze namazlarını bile kılmamıştır.(Hakim) Bu münasebetle de kişi öldüğünde İslam fıkhında vasiyet ve (miras’dan) önce borçlarının ödenmesine hükmedilmiştir (Beyhaki). Hz. Ali’nin rivayet ettiği bir uygulamada, Rasulullah’ın huzuruna bir cenaze getirildiğinde, onun borcunun olup olmadığını sorarmış. Şayet; “ödenmemiş borcu vardır” denilirse o kişinin cenaze namazını kılmazmış (Beyhaki). Yine bir defasında musallaya cenaze getirildiğinde; “Üzerinde borç var mı?” diye sormuş. “Evet” cevabını alınca; “peki geride bu borcu ödeyecek mal bıraktı mı?” sorusunu yöneltince; “Evet” demişlerdir. Hz. Peygamber de (s.) bunun üzerine o kimsenin cenaze namazını kılmıştır. Başka bir günde getirilen cenazenin, borçlu olup geride de bu borcu ödeyecek mal bırakmadığı için Rasulullah cenaze namazını kılmamış ve sahabilere: “Siz arkadaşınızın cenazesini kılabilirsiniz.” demiştir. Ebu Katade: “Ben bu kişinin borcunu üstleniyorum” deyince Hz. Peygamber, yeniden cenaze namazını kıldırmıştır (Beyhaki). Borçlu kimsenin cenazesini kılmayışını da Peygamber Efendimiz şöyle gerekçelendirmiştir: “Kabrinde borcuna karşılık rehin tutulan ve kıyamet gününde de (önce borçlarından dolayı) hesaba çekilecek adam için cenaze namazı kılmamın size ne yararı dokunacaktır.” (Beyhaki). “Mümin vefat ettiğinde borcuna mahsuben cennetten alıkonulacaktır. Bu durumda kardeşinizin ister borcunu
Borç yüzünden alacaklıya karşı mahcup olmak veya şahsiyetinden ödün vermek, Müslümanın izzetine yaraşan bir durum değildir. Peygamberimiz (s.), “Kendinizi küçük düşürmeyin” buyurduğunda, sahabiler: “Bunun nasıl olacağını sormuşlar”, Rasulullah (s.) da; “borçla”(Hakim) karşılığını vermiştir. “Borç geceleri keder gündüzleri de zillettir.” (Acluni). Açıklamasını yaparken de aynı noktaya değinmiştir. İnsanı zillete düşürmesi dâhil birçok iktisadi, sosyal, ahlaki ve hatta itikadi endişelerinden dolayı Hz. Muhammed (s.), günaha ve borca batmaktan defalarca Allah’a (c.), sığınmıştır. Bunun sebebini sorduklarında; “Borçlanan kimse konuştuğunda yalan söyler; sonra da verdiği sözden cayar.” (Nesai) demiştir. Konuşunca yalan söylemek ve sözünden caymak münafıklık alameti olması hasebiyle, borçlu yaşamak insanı böyle kötü bir konuma sürükleyebilir. Yüce Allah da, aldığında ödememeyi hedefleyen bir kimsenin huzuruna borçlu olarak çıkmasını en büyük günahlardan saymıştır.(Ahmed) Borçlu kimse; “Aldıklarını hak sahibine ödemezse, kendisi velev ki Allah yolunda öldürülse bile o borçlarını ödemedikçe cennete giremez.” (Hakim) tembihatını yapan Hz. Peygamber: “Allah yolunda öldürülmek borcun dışındaki bütün günahlara kefarettir/onların affına vesile olur.” (Beyhaki) Buyurmuştur. Bir başka rivayette ise şu açıklamayı yaparak meseleyi daha da netleştirmiştir: “Şehidin toprağa düşen kanının ilk damlası (hürmetine) bütün günahları bağışlanır ancak kul hakları (borç41
MART 2015 / 320
lar) hariç.” (Heysemi). Nesai’deki rivayette ise: “Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki bir insan Allah yolunda öldürülse sonra diriltilse, yine öldürülse sonra diriltilse, öldürülse ve sonra yeniden diriltilse, üzerinde de borç olursa o borcunu ödemedikçe cennete giremez.” anlamlı uyarısında bulunmuştur..
hayatının standartlarını bütün zamanlarda hiç değiştirmemiş ve ümmetine iktisatlı yaşama hususunda örnek olmuştur. Mekke’de nasıl yaşadı ise Medine’de devlet başkanı olduktan sonra da aynı yaşamıştır. Hayat standartlarını sabit tutan Rasulullah(s.), israftan da borçtan da uzak durmuştur. İsrafla borç arasında doğru orantı olmakla beraber borcun bizatihi kendisini hoş karşılamayan Hz. Peygamber (s.): “Sizleri borçlu yaşamaya karşı uyarırım. Çünkü borcun evveli gam ve keder, sonu da savaştır.” (Beyhaki) Buyurmuştur. Vaktinde ödenmeyen borçlar yüzünden çıkan kavgalar nedeniyle nice ocakların söndüğü herkesin malumudur.
hasen yapanlar var ya, işte onlara(verdikleri) kat kat ödenir. Onlar için( Allah katında ) çok değerli bir ödül vardır.” (Hadid, 18). Allah yolunda savaşan mücahitleri teçhiz etmek anlamına da gelen karz-ı hasen, karşılıksız olduğu gibi daha sonra almak üzere verilen borca da ad olarak verilmiştir. Kur’an, ilk gelen surelerden itibaren sevabını Allah’tan beklemeyi içeren karşılıksız borç vermeyi teşvik etmiştir (Müzzemmil, 20). Yalnız, borçlanmanın karz-ı hasen olabilmesi için bilinmesi gereken şartları vardır. Şartlarını taşımayan her borç karz-ı hasen değildir. Bu şartlar şunlardır: Borçlanmanın helal sermayeden yapılması, harcamaların meşru alanlarda olması, alınan miktarın netlikle kaydedilmesi, borcun ödenme tarihinin belirtilmesi, ödeme tarihlerine riayet edilmesi ve verilen borca karşılık bir fazlalık istenmemesidir. Borca karşılık istemeyi ve bu niyetle borç vermeyi Hz. Peygamber(s.) şu hadislerinde yasaklamıştır: “ Menfaat karşılığı verilen her borç faizdir (Acluni). Karşılıksız borç verme konusuyla ilgili Hz. Peygamber (s.) de şu müjde verici teşviki yapmıştır: “Her kim ki Yüce Allah’ın mutlak koruması altına girmek istiyorsa, borçluya/ darda kalana genişlik tanısın veya alacağından tamamen vazgeçsin.” (İbn-i Mace). Vazgeçilen değil de vazgeçen olmak istiyorsak varlıklı olup iktisatlı yaşamalıyız ve borcun azından da çoğundan da uzak durmalıyız. Bu anlayışa göre “borç yiğidin kamçısı” değil; özgürlüğüne vurulan prangadır. Borçsuz yaşayan özgürdür. Bu hakikati Hz. Peygamber(s.), kendine has veciz üslubuyla şöyle ifade etmiştir: “ Az günah işle ki Allah(c.), sana ölümü kolaylaştırsın; az borç yap ki özgür olarak yaşayasın.” (Acluni). Peygamber Efendimizin bu uyarısı yeterince anlaşılsaydı bugün birçok insan tefecilerin, bankaların, çok uluslu şirketlerin sigortalarının ve dünya ticaret merkezinin kölesi haline gelmezdi. Gerek bireysel gerekse toplumsal alanda yapılan borçlanmalar bireyi ve toplumu köleleştirmektedir. Devletlerarası borçlanmalarda borçlu devletin; siyasetini, ekonomisini, hukukunu, eğitim-öğretim programını ve dış politikasını borç veren emperyal zengin devletler belirlemektedir. Çünkü işin doğasında var olan kural şudur: Bugün borç alan yarın buyruk alır.
ödeyin, isterseniz Allah’ın azabına terk edin” (Hakim). Nebevî buyruğu da borçlu ölmenin uhrevi durumunu bizlere hatırlatmaktadır. İslam devletinin genişleyip maliyesinin güçlenmesiyle beraber Resulullah (s.), borçluların borçlarını devletin kasasından ödemiştir. Velisi olmayanın velisi olan Resululah (s.), bu uygulamasıyla kendi sağlığında kimseyi Allah Teâlâ’nın huzuruna borçlu göndermemeye çalışmıştır. Günümüzde ne böyle bir devlet ne de Müslümanların yardım kurumları vardır. Bu kurumlar yoktur diye boşluğa razı olmak yerine ilgili kurumları oluşturmak Müslümanların üzerine vecibedir. Bu sayede Müslümanlar ütopik konuşmaktan da kurtulmuş olacaklardır. Öyle ki kardeşliği kendisine temel argüman olarak seçen tasavvufi kurumların bile “ihvan”a yönelik böyle ciddi bir çalışması yoktur. Bu durumda yapılması gereken; iktisatlı yaşamak ve borç batağına düşmemektir. Lüzumsuz harcamalar ve borçlanmalar nedeniyle kendinden sonrakilerin hayatını da ipotek altına almamaktır. Daha küçük yaşlardan itibaren iktisatlı yaşamasını bilen bir nesil yetiştirmektir. İktisat ahlak ilişkisine dair dersler vermek ve bu dersleri tabana yayabilmektir. Dere kenarında abdest alırken bile iktisatlı olmayı öneren (Ahmed b. Hanbel) İslam kültürünün kültürel zenginlikleri böyle dersler vermeye çok müsaittir. Kaynaklarımız bu bilgilerle doludur; fakat bunların tamamı eğitime bağlı bireysel önlemlerdir. İnsanları, sürekli tüketime teşvik eden reklamların etkisinden kurtarmak da borca dalmamak hususunda bireysel bir tedbir olarak önerilebilir. Günümüzde kredi kartlarıyla bilinçsiz alışveriş yapmak da ülkemizde halkın borç limitini artırmaktadır. Neticede, alacaklı taraf mağdur edildiği gibi; borçlu da borcunu ödeyemeyince bunalımlara girmekte ve büyük aile faciaları meydana gelmektedir. Yine bu bağlamda gerekli telkin ve teşvik yapılabilir; ikna edilebilirse alacaklı dilerse alacağından vazgeçebilir. Alacaklının dilerse alacağından vazgeçmesine “karz-ı hasen” denilir (Dini Ter. Söz).Yüce Allah, güzel borç verme diye ifade edilen karz-ı haseni Kur’an-ı Kerim’de şöyle teşvik etmiştir: “ Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar ve Allah rızası için karz-ı 42
İLKADIM KİTAPLIĞI M. Selçuk Özdoğan selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net
Ali Ulvi Kurucu/Hatıralar-4 Elfabe
K
Efendi, Celalettin ÖKTEN, Nurettin TOPÇU gibi tanınmış ve tanımamız gereken büyüklerimizin bizlere gayet öz bir şekilde sunuluyor. Kitabın son bölümünde Ali Ulvi Kurucu’nun Medine’de yaşadığı gerek mizahi, gerek hikemi tarzdaki hatıraları kitabımıza daha farklı bir zenginlik katmış.
ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucuları! Bu köşede kitap tanıtımında ilk olarak M.Ertuğrul DÜZDAĞ’ın yayına hazırladığı ve Kaynak yayınlarından çıkan Ali Ulvi KURUCU’nun üç ciltlik hatıralarını incelemiştik. Bu ay da hatıraların yeni üyesi Ali Ulvi KURUCU Hatıralar-4 kitabını ve Mehmet Ali BULUT’un Hayat Yayınlarından çıkan Elfabe’yi inceleyeceğiz. Ali Ulvi KURUCU’yu artık tanımayanımız yoktur. Hatıralarını da okumayan veya görmeyen kalmamıştır. Yakın tarihimizle ile ilgili bilgi veren birinci cildin üzerinde özellikle çok durmuş ve bu kitapların ayrıntılı bir şekilde ele alınıp gençliğimize aktarmamız gerektiği üzerinde durmuştuk. Not olarak belirtelim ki hatıraların beşinci cildi de çıkacak. Dördüncü cilt de diğer ciltler de olduğu gibi dolu dolu. Bu ciltte daha çok Üstat Ali Ulvi KURUCU’nun Türkiye’ye geldikçe tanıdığı şahsiyetler ile ilgili bilgi ve hatıralardan oluşuyor. Doktor Ali Kemal BELVİRANLI üzerinde özellikle durmuş Üstat. Hem hafızlık arkadaşı hem dava arkadaşı. Doktor Ali Kemal Bey hepimize örnek olabilecek çok güzel bir Müslüman. Tam bir dava insanı. İslam’a nasıl hizmet edebilirim diye çırpınan bir mü’min. Ömer KİRAZOĞLU, Doktor Hulusi BAYBAL, Abdurrahman GÜRSES, Hasan Basri ÇANTAY, Ali Fuad BAŞGİL, Kamil MİRAS, Mahir İZ, Fuad Şemsi Bey, Üsküdarlı Hafız Ali
Yazarımız bu kitabını yazmaktaki amacını şöyle özetliyor: “Niyetimiz, insanın insanı tanımasında ve insanların birbirlerinden ve kendilerinden doğru yararlanmasında yeni bir alan açmak değil, unutulmuş bir disiplini ve referansları yeniden hatırlatmak, bugünün literatürü içinde istifadeye açmaktır.” 43
MART 2015 / 320
İkinci olarak tanıyacağımız kitabımız ise Mehmet Ali BULUT’un Elfabe isimli kitabı. Köşemizi takip edenler Mehmet Ali BULUT’a ve kitaplarına yabancı değillerdir. Daha önce de Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri kitaplarını tanıtmıştık. Elfabe isimli kitap elimizin, gözümüzün, yüzümüzün, tırnaklarımızın, kulaklarımızın alfabesi mahiyetinde bir kitap. Eski ilimlerden bir ilim, İlm-i Sima, İlm-i Kifaye. Bu kitapta bu ilim bizlere anlatılıyor. El ve yüz çizgilerinin anlamları nelerdir? Hangi çizgi neyi temsil eder. Elimizdeki ve yüzümüzdeki çizgiler tesadüfî mi? Elimizdeki çizgiler değişir mi? Her bir parmak neyi ifade eder? Tırnaklarımızdan hastalıklarımız teşhis edilebilir mi?
SÖZ MEYDANI İbrahim Çiftçi ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net
BEŞİK VE DÜNYA Beşiğe hükmeden de kadındır. Maddeleşen kadın beşiği de maddeleştirir. Beşik ruhunu kaybederse toplum da ruhunu kaybeder. Beşiksiz bırakılan kadının hükümdarlığı sultanlığı da gider. Onun için kadına da beşiğe de sahip çıkalım.
D
de kadının hem çağdaş hem de ilkel bir şekilde zulüm gördüğünü kabul etmemiz gerekir. Afrika ülkelerinin birçoğunda, Asya’da Bengladeş, Hindistan gibi ülkelerde açlığın yoksulluğun en şiddetlisini çeken kadınlar özellikle anneler değil mi? Batı’nın şımarık çocuğu Haçlı zihniyetinin çağdaş temsilcisi Sırpların Bosna Hersek’te yaptıklarını unuttuk mu yoksa?
ünya önce kaybettiriyor, sonra arattırıyor. Sonra da yeniden bulma gün ve haftaları icat ediyor. Bir ya da birkaç gün de olsa kaybedilenlerin araması yaptırılıyor. Dünya Kadınlar Günü gibi. “ 8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar. Grev esnasında polis işçileri fabrikaya kilitler. İşçilerin fabrikaya kilitlenmesinin ardından çıkan yangında, fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamayan çoğu kadın 129 işçi can verir.
Ağa babalarının kontrolünde İsrail’in Gazze’de, Esad’ın Suriye’de, Sisi’nin Mısır’da yaptıkları ilkel zumün çağdaş versiyonu değil mi? Çağdaş zulüm mü? Kadının elinden anneliğinin alınması, kadının en tabii hakkını gasp değil mi? Kadın her yerde olmalı diyerek onun mahremiyeti, zerafeti ve narinliği çalınmadı mı? Eğlence yerlerinde kadını paçavra haline getirme zulüm değil mi? Reklamlarda kadını, teşhir malzemesi yapanlar kimler? Uzak Doğu ülkelerindeki kız çocuklarını şehvetleri için hayvanca kullananlar hangi uygarlığın insanları? Bunlar çağdaş dünyanın çağdaş zulümleri. Bunlar hak adına hak gasbetmektir. Dedik ya önce kaybettiriyor yani hakları gasbediyorlar sonra da kadına gün hasrediyorlar. “ Hadi Ordan”
1910’da Danimarka’da düzenlenen 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında Alman SDP önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul etti. Birleşmiş Milletler’in sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New York’ta ölen işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştır. Türkiye’de de 1984’ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından “Dünya Kadınlar Günü” kutlanmaya devam ediliyor.”
Dünyadaki ekonomik ve ideolojik tüm anlayışlar iki kesimi hedefleyip, sömürürler. Kadınlar ve gençler. Çünkü toplumu ayakta tutan ve gelecek bu iki kesimdir. Bu iki unsurun bozulması toplumun bozulmasıdır. Bu anlayış kadını madde olarak değerlendirir. Kadın madde olunca da o sa-
Kadınlar Günü belirtilen tarihten beri birçok yerde kutlanırken yine dünyanın birçok yerin44
nu ortaya koyar. Büyüyecek bebe o’dur annenin ta kendisidir. O dünyadır. O dünyanın zirvesidir. N. Hikmet bile şiirlerinde zirveyi fark etmiş:
tılan ve alınan hale dönüşür. İlkel toplumlardaki bu anlayışın modern köleliği nasıl yaşattığını görüyoruz. Çağdaş köle pazarlarının olmadığını söylemek mümkün mü? Peki, o genç ve güzel kadınların ihtiyarlıklarında ne olduklarını, nasıl yaşadıklarını kimi ilgilendiriyor. Bütün bunlar “kadın hakları” diyenler tarafından gerçekleştirilmiyor mu?
Sen bir avuç bebektin//Kimdi süt veren sana,//Hastalandın ölecektin//Kim kanat gerdi sana?//Senin minik başını//Avuçlarına alıp//Gece uykusuz kalıp// Kucağında kim salladı//Ağladın, seninle kim ağladı Annen! Sana ilk adımını attıran kimdir//Konuşmayı öğretti sana bir bir Annen!
Görülen o ki kadın “hanımlıktan ve annelikten” uzaklaştırılmak isteniyor. Ruhundan asliyetinden koparılmak isteniyor. Sonra “meta” olarak kullanılmak. Buna ne kadınlarımız ne de erkeklerimiz müsaade etmemelidir. Müslümanlar ve İslam dünyası da kapitalist anlayışın cafcaflı “özgürlük” söylemlerine mazeret oluşturacak inancımıza zıt davranışlardan kaçınmalıdır. Kadın erkeğe, erkek kadına davranışlarında Allah’ın verdiği hadleri aşmamalıdır. Müslümanlar kadın hakları konusunda hücum edilen ve savunulan konumdan çıkarak hücum eden konumunda olmalıdır. Tabi ki bu söz ile değil Allah’ın çizdiği erkek kadın hudutlarına dikkat ederek olmalıdır. Yani erkek erkekliğini kadın kadınlığını bilmelidir. Can Dündar, dediklerine inanıyorsa güzel yorumlamış şiirinin bu bölümünde kadını ve yaratılışı:
Zirveye çıkamayanlar oranın düşmanı olurlar.” Gencim, güzelim hayat doluyum yaşamaya hakkım var.” diyen ile “Gençsin, güzelsin yaşamaya hakkın var, yaşamaya bak...” diyenin niyetleri aynı mı? Eğer aynı olsaydı posası kalmış kadınların yaşlı evlerindeki ibretlik hayatları olur muydu? 8 Mart ‘ta önce kaybettirip sonra arattıkları kadını istismar eden ve kadını erkeksiz düşünenlerin yüzlerine, tiplerine lütfen dikkat edin. Saklamadıkları niyetlerine de dikkat edin ve erkeğimiz kadınına, kadınımız da erkeğine sahip çıksın. Selametle...
DERDÂ vü EMÎN
bir kadını ağlatırken çok dikkat edin. //....... çünkü Allah gözyaşlarını sayar. kadın; erkeğin kaburgasından yaratıldı, ayaklarından yaratılmadı.// öyle olsaydı ezilirdi. üstün olsun diye başından da yaratılmadı. //AMA GÖĞSÜNDEN YARATILDI. // Eşit olsun diye. kolun biraz altında. // Korunsun diye.. //KALP HİZASINDA SEVİLSİN DİYE..
Kim ki gönlündeki çün kor salan fisun yâre? Gör ki pür-aşk ile râm ol, ey aşka mestâne. Hem, o Allah sizi sevmiş ki hem de sevdirmiş Bildi herkes bunu: bülbül de gül de dîvâne.
“Beşiğe hükmeden dünyaya da hükmeder.” Beşiğe hükmeden de kadındır. Maddeleşen kadın beşiği de maddeleştirir. Beşik ruhunu kaybederse toplum da ruhunu kaybeder. Beşiksiz bırakılan kadının hükümdarlığı sultanlığı da gider. Onun için kadına da beşiğe de sahip çıkalım. Beşik sahibi kadın annedir.
Merhamet, sevgi, itâat, sadâkat oldukça Kâh su kâh fırtına gör… Her vakitte hoş hâne. Arzı yaymış, geniş etmiş Vekîl olan Rabbin Söyleyip lâf-ı fenâ yapmayın ha dar hâne!
fâ i lâ tün / fe i lâ tün / me fâ i lün / fa’ lün Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “Kültür ve Sanat Sayfası” olan “SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz.
Annelik kadınlığın zirvesidir. Beşiğin başında ninnileri dizen kadın rüyalarını hayallerini ruhu45
MART 2015 / 320
Fasl-ı Derdâ vü Emîn başlamakta san’atta Bak ki âşıkları gör ey diyâr-ı Mevlânâ! NESBEL
“İlk kundağın //Ben oldum, yavrum; //İlk oyuncağın //Ben oldum. “//Acı nedir //Tatlı nedir... bilmezdin //Dilin damağın //Ben oldum. //Elinin ermediği //Dilinin dönmediği //Çağlarda, yavrum // Kolun kanadın //Ben oldum //Dilin dudağın //Ben oldum. (A.N.ASYA)
İMBİK Nuri Ercan nuri.ercan@ilkadimdergisi.net
Yok Olmaya Yüz Tutan Farklılığımız
İ
lahi dinlerin bariz özelliklerinden birisi düşünce ve davranışlarda diğer varlıklara karşı farklılık meydana getiren bakış açıları sunabilmeleridir. Bu, yalın bir hedefe matuf değildir. Diğer bir anlatımla hedef, illa bir farklılık çıkartmak için ortaya konulmamıştır. Amaç mükemmel insan yetiştirmektir. Farklılıklar mükemmel insanın özellikleri olarak ortaya çıkmış olur. Burada vahiyden beslenme ayrıcalığı söz konusudur. Yani, dindar insanlarda zuhur eden farklılıklar insan unsurunun elde ettiği meziyetlerin tabi göstergesidir. Vahyin rahle-i tedrisinden geçmiş mü’minler elde ettikleri komple ahlak sistemleri ile diğer varlıklar ve insanlardan ayrı bir form yakaladıkları için, elde edilen ahlaki vasıflar zihin yapılarının ve hayat tarzlarının örnekleşmesini sağlar.
ile oluşturulan Batı düşüncesi dünya yüzeyinde keskin bir kamplaşmanın ana nedeni olmaktan kurtulamamıştır. Üstelik Hz. Peygamber’in peygamberliğini reddetmelerinden itibaren insani özelliklerinden arındırılmış aşırı bir düşmanlıkla müslümanların karşılarında olmaktan çekinmemişleridir.
İnsan aklı da doğrunun peşindedir. Ancak tek başına maksada ulaşamaz. Dünya yüzeyindeki fikir çatışmaları ve gerçekleşmiş haksız savaşların yegâne nedeni insan aklıdır. Hükmetme, yönetme, tahakküm etme gibi vasıfları yedeğine alan insan aklı zaman zaman krallığını ilan ettiğinden farklılıkları kabul etmeme ve yok etme gibi ameliyelerde bulunur. Yok etme, doğrudan olduğu gibi dolaylı ve asimile yöntemi ile de gerçekleşir.
Dünyanın birçok bölgesinde yüz yıllardır bizzat cephede savaş/mukatele şeklinde devam eden Hak-batıl mücadelesi son iki asırda, adı değişik kelimelerle terennüm edilen kılıçsız savaşa dönüşmüştür. Bu yöntemin Batı açısından daha etkili olduğu anlaşılınca bizzat cephe savaşlarının adedi azaldı. Yeni keşfedilen bu savaş yönteminde en önemli unsur güç idi. Akıllara hükmetme, yaşama biçimleri telkin etme, nefsin açtığı geniş koridorlara arzuları itme gibi araçlar ise gücün unsurları olarak kullanılmaya başlandı.
Bir tarafta muarızlarına karşı net, amacı belli, vahiy kaynaklı bir tavır; diğer tarafta yok etmeye odaklanmış insan kaynaklı Avrupâî oluşumlar. Birinci oluşum bütün dünyaya insanca yaşamayı öğretirken; diğeri kan, gözyaşı, kin ve nefret sunmaktan geri durmamıştır. Sonucun böyle olması tabi ki doğaldır. Çünkü Batılılar aklın mutlaklığına pek inanmış ve akıllarının ürettiklerinin içinde ilahlaştırdıkları nefislerinin ne kadar payı olduğunu hesap etmeyi düşünmemişlerdir.
Diğer taraftan asli değerlerinin kıymetini bilmeyen ve bu uğurda kendini yenilemeyen toplumlar da başkalarına öykünme ve onları taklit etme yolu ile kendi farklılığını ve peşi sıra bütün benliğini yitirir.
Asırlardır Haçlı Seferleri önünde dimdik ayakta durarak, hamleleri boşa çıkarabilen müslüman toplumlar, son iki asırda Batı’dan gelen fikir akımlarına karşı her hangi bir fikirsavar kalkanı oluşturamamıştır. Tabi ki bunun çok boyutlu nedenleri vardır. Neticede bu vakıa, kendilerine has olan olmazsa olmaz niteliklerin yok olmasını doğurmuştur. Peki, ne değişti? Cephede kazanılan zaferler tarih oldu. Sık sık cephelere çıkmaya gerek kalma-
Sanayi devriminden sonra Batı’da üretilmiş ideolojiler vahiy kaynaklı düşünce ve yaşama biçimlerine hiç bir zaman hoş görü ile bakmamıştır. Tarafsız bir hoşgörüsüzlük olsa gam yemeyiz. Üretilen ideolojiler kendi kültür ve fikir kaynakları dışında ne varsa yok etmeyi planlamıştır. Bu şekli 46
dı. Savaşmak için önceden cephede hodri meydan diyen düşman tebdil-i kıyafet edip, evlerimize kadar girebilmiştir. Dahası zihnimizde tasavvur ettiğimiz düşman yok olmuştur. Çünkü şeklen bizimle düşman arasında bir fark kalmamıştır. Daha kötüsü ise aramızdaki diğer farkların da iyice yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmasıdır.
gerekenlerin ürettikleri metotlarla yenilikler inşa etmeye çalışıyorsun. Bu çaba beyhude bir çaba olur. Kem âlet ile kemalât olmaz! Bunun diğer adı asillikten köksüzlüğe geçiştir. Peki, köksüzlerle ne farkınız kalacak! Makam mevki uğruna kardeşine iftira atmak caiz midir? Kendisinin ehliyet ve liyakat bakımından daha yetersiz olduğunu bile bile kardeşine yol vermemek nasıl bir ahlaki özelliktir?
Önderimiz, Efendimiz, altmışiki yıllık hayatında hiç bir zaman eşyaya ram olmazken, bizlerin eşyalar ormanından oluşmuş, madden ve manen yalıtımlı köşklerde oturmamız nasıl açıklanabilir? Laga luga! Yok efendim dünya mutluluğuymuş da... Yok efendim herkes yapıyormuş! Herkesten farkımız olmayacak mı?
Bu durum, birileri ile aramızdaki farkın tükenmekte olduğuna apaçık bir delil değil midir? Son dönemlerde yaşadığımız kimi sıkıntılar sık sık şu soruları sormamızı bizlere telkin etmektedir: Bizim renklerimize ne oldu? Diğerlerinden hiç farkımız olmayacak mı?
Kur’an, mal-mülk sevgisinin dünyalık bir algı ve geçici bir gurur olduğunu beyan ederken, üstüne üstlük ahiret hayatının daha kalıcı bir hakikat olduğuna işaret ederken, bizlerin para kazanma, mal yığma robotlarına dönüşen insan tipleri olmamız, aslında kimi toplumlarla aramızda mevcut olan açık ara farkı kapattığımızı göstermektedir.
Ah! Hani büyük iddialarla yola çıkmıştık! Hani bizim düşüncelerimiz diğerlerinin hayallerinden bile üstündü! Bugün, kimi belediyelerimiz, İslâm tarihinin ulularını topluma anlatmak için heykelden başka bir yöntem bulamıyorsa, bir zamanlar şiddetle eleştirdiğimiz düşüncelerle aramızdaki farklılığın ne anlamı kalır! Sormazlar mı, böyle yapacaktınız da yıllarca neden resme, heykele, büste karşı çıktınız?
Daha büyük evlerde, daha müreffeh ortamlarda, bir kuş sütünün eksik olduğu sofralarda oturuyoruz; lakin huzuru yine maddi vesilelerde arıyoruz.
Unutulmaması gerekir ki, ilahi mesajların önemle vurguladığı hususlardan biri de gayr- i müslimlere benzememektir. İnsanlara bir şeyler anlatabilmek için kendilerine benzemekten sakındırıldığımız kişilerin araçlarından başka bir araç bulamayacak kadar düşük profilli kişiliklerden oluşmuş olamayız. Günümüzdeki bu bozulma örnekleri inşallah geçici kötü örneklerdir. Alelacele üzerimizdeki ataleti atıp bu konuda ve daha birçok konuda kendimize gelmeliyiz. Özgünlüğümüze dönüp yeniden farklılığımızı göstermek kaçınılmazdır.
Hayatımızdan bereket çıkıp gidiyor, ne nimetin kıymetini biliyor, ne zamanın değerlendirilmesini yapabiliyoruz. Mesafelerimiz kısalıyor, lakin gönül bağlarımızı kopartmakta hiç mahzur görmüyoruz. Bu yüzden kısa mesafelerde bile insanlarla aramızda dağlar kadar engel oluşuyor. Kime benziyoruz? Çok para harcıyoruz. Somali’deki bir ailenin bir ay idare edeceği parayı biz bir günde har vurup harman savuruyoruz. Bu kadar harcama daha çok stresli olmamızdan başka bir işe yaramıyor. Elde olan varlık, ele geçebilecek olana çağrı mesajları atıyor. Para parayı çekiyor. Sonraları “Rabbena hep bana” demeye başlıyoruz. Daha çok para daha çok bunalım mı demek? Biz böyle mi öğrenmiştik! Aç insanlarla aramızdaki fark pergeli açılırken, paralı varlıklarla fark gittikçe kapanıyor.
Tunus Beyi Ahmet… Bugünün o gülünç Türk modasına uyarak giyinmişti. Bu moda iki Fransız’ın Sultan İkinci Mahmut’u uygarlığın pantolon ve redingot (Bir tür ceket) giymek demek olduğuna inandırdıkları günden beri bütün Osmanlı İmparatorluğuna yayıldı… Böylece yiğit Türkler geleneksel giysilerini, insan giysilerinin bu en güzel ve en gösterişlisini bir kenara attılar ve bizim giysilerimizi yalan yanlış taklit etmeye başladılar. Türklerin bizden fazla bir şeyleri, güzellikleri vardı; biz onlara çirkinliğimizi vermeyi başardık. Bizim uygarlık taslayan bilgiçlerimiz ise buna ilerleme adını veriyorlar. (Anılar, Çeviren: Şiar YALÇIN İstanbul,1974 Yankı yayınları,s.22)
Değersizleşiyoruz, bu sebeple “Değerler eğitimi” yapmaya kalkıyoruz. (Sahi bu nedir yahu! Bu değerler kimin değeri? Birilerinden çekindiğimiz için mi dini eğitim, ahlaki eğitim, sohbet demiyoruz!) Okuma, stop! Seyretmeye devam! Hani Allah’ın ilk emri “Oku!” idi. Kitapları kapat, ekranları aç. Bir tarafta zengin medeniyet kaynakları yatarken, sen kendileri ile farkımız olması 47
MART 2015 / 320
Victor HUGO’dan İtiraf
DÜŞÜNCE UFKUMUZ Atilla Değirmenci atilla.degirmenci@ilkadimdergisi.net
Bize Yeni Bir Dil Gerekiyor!
A
Konuşma dilinin yanı sıra yazı ve beden dili olarak da kullanılmalıdır. Bu dilin ismi ‘Müslümanca dili’dir.
hir zamanın kaygan zemininde ilerlerken yolda kalmak/yoldan çıkmamak için yoğun gayretler göstermemiz gerekiyor. İmanımız nedeniyle bizleri düşman kabul eden mevcut sistemler, ürettiği; yönetim şekilleri, davranış kalıpları ve değer kriterleri ile kendini üstün görmeye ve üstün göstermeye devam ediyor. Bu sistemlerin geliştirdiği her çalışma bize ait olanları ‘eski, çirkin, çağ dışı’ göstermeye programlanmış.
Müslümanca dili; rehberimiz ve önderimiz aleyhisselam tarafından bizzat kullanılmıştır. Bu dil tecrübe edilmiş ve muhataplarında çok büyük değişimler meydana getirmiştir. Tecrübeler gösteriyor ki bu dil, insanları; cehaletten, hayâsızlıktan, azgınlıktan, söz dinlememekten, zorbalıktan, şirkten, karaktersizlikten dolayısıyla cehennemden kurtarmıştır.
Bu durum Müslümanlar olarak bir şeyleri hatırlamamızı ve geliştirmemizi zorunlu kılıyor. Hatırlamamız gerekenlerin başında; imanın hayata etkisi, dosdoğru yolun sadece İslam oluşu, İslam dışındaki her anlayışın -ister yönetim ister prensip olsun- boş ve geçersiz olacağı, Allah’a kul olmanın en büyük izzet olduğu, doğruyu ancak Allah ve Rasulü’nün belirlediği gibi temel dinamiklerimiz geliyor. Geliştirmemiz gerekenlerin başında ise imanımızdan kaynaklanan bir dil yer alıyor.
Müslümanca dilinde konuşmak için falan dil grubuna ait olmanın, yazmak için de falan alfabeyi bilmenin hiçbir önemi yoktur. Yeter ki konuşmalar ve yazımlar; kibir kokmasın, yalan ve doğrunun yerlerini değiştirmesin, olmayanı olmuş gibi göstermesin, muhatabı aşağılamasın, karşımızdakinin imkânlarını ele geçirmek için kullanılmasın. Gerçek iyiliğe ve selamete ulaştırsın. Müslümanca dili, merhamet odaklıdır. Karşısındakilere rahmet ekseninde yaklaşmayı tembihler. Bilmediğini öğretir, farkında olunmayanı belli eder, önemsizleştirilmiş olanın ne kadar gerekli olduğunu -zorluklarına rağmen- sırf merhametinden insanların gündemine getirir. Kulluktan uzaklaşmaya yüz tutmuş garibanların yönünü yola çevirmek için bileklerinden sıkıca kavrar.
Yeryüzüne insan olarak gelmekle sorumluluklar yüklendiğinin farkında olan insanlar konuşmanın da, yazmanın da, düşünmenin de, oturmanın da, yatmanın da, muhabbetin de, nefretin de, küsmenin de, gayretin de, mizahın da, dinlemenin de… Müslümanca’sını bulmak ve öğrenmek zorundadır. Bu dil ile Allah Teâlâ’nın biz kullarından isteği kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Müslümanca dili’ni kullanmak isteyenlerde şu özellikler bariz olarak ön plana çıkmalıdır:
Geliştireceğimiz dil; sosyal hayatımızdan bireysel yaşantımıza, devletlerarası ilişkilerimizden vicdan muhasebemize, hukuk kurallarımızdan ahlak yapımıza, siyasi duruşlarımızdan cennet özlemimize kadar her şeyi kapsamalı ve her şeyin üzerinde söz sahibi olmalıdır. Geliştireceğimiz dil sadece konuşma dili olmayacak.
Karşılık Beklenmeyen Fedakârlık, İman Hassasiyeti, Istırap Yüklü Gönül, Sönmek Bilmeyen Heyecan, Hedefe Kilitlenmiş Kişilik, Sorumluluk Hisseden Yürek, Yolda Tutan Sabır, Değer Katan Ahlak… 48
İlkadım Dergisinden Okuyucularına Hediye...
İ N E Y • Büyük boy • 320 sayfa
10
İlkadım Dergisi yazarlarından Mustafa Yayla’nın kaleminden bu değerli eser, İlkadım Dergisi abonelerine hediye...
• Dua adabı, tesbih ve zikirler ve bunları okumanın faziletleri • Belirli zamanlarda ve günlük olarak okunacak dualar • Namaz içinde okunacak tesbih ve dualar • Allah’ın güzel isimleri/el-Esmaü’l Hüsna • Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen peygamberlerin dilinden örnek dualar • Kur’an-ı Kerim’de geçen örnek şahsiyetlerin duaları • Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin, en çok yapmış olduğu dualardan örnekler • Kur’an-ı Kerim’den örnek dualar BİLGİ ve İRTİBAT İÇİN: Tel:(0384) 213 65 43- 0 505 808 35 87
Okuyun, Okutun, Abone olun...