Nisan 2015
Sayı: 13
Klasik Rus Edebiyatının İzinde Bir Erasmuslunun Güncesi:
ST.PETERSBURG
PEYAMİ SAFA
116 Yaşında
“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
Ödüllü Bir Şaire:
Birhan Keskin
İncir Çekirdeği Dergisi E
Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
A. Bengisu AKDAĞ
Sırdem Kemiksiz
Genel Yayın Yönetmeni
Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı
Yazarlar
EDİTÖRDEN...
Afra Nur Akkayalı Aziz Nadir Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Merve Başol Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol
Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanıp yollarımız kesişeli 3 yıl 8 ay olmuş...
Misafir Begüm Çalışkan Bahtiyar Tekin Serhan Demir Yeliz Şenyerli
Tam 15 dost...
Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD
“Bir şeyler yapalım...” diyeli 2 yıl, “Haydi dergi kuralım!” diyeli 1 yıl 2 ay, İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:1 yazısını göreli tam 1 yıl... Tam 15 öğrenci, Tam 15 gönüllü yazar, Tam 15 edebiyat sevdalısı,
Toplam 13 sayı, 650 sayfa. Ve zihnimizde, hayallerimizde daha yayınlayacağımız onlarca sayı... 1. Yaş sevincini bizlerle paylaşan bütün okurlarımıza teşekkürler... Dilimize, kültürümüze incir çekirdeği kadar da olsa bir faydamız olması ümidiyle...
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İçindekiler Bir Tereddüdün Aydını: Peyami Safa / Ayşe Bengisu Akdağ Peyami Safa ile Röportaj / Selma Yazoğlu (1955) Arka Kapak: Peyami Safa Eserleri / Merve Başol Eski Bir Anıda Saklı Kara Koncoloz / Busenur Aslan Cadı Avı: Birhan Keskin / Işık Selin Orhuntaş Git – Şiir /Aziz Nadir
Güle Meftûn / Hatice Türk Kampüste Tiyatro Var! / Sultan Demirtaş
Bir Veda – Şiir / Sema Keser
Yıllar Öncesinden Gelen Mektup / Ayşe Bengisu Akdağ
Dünya Edebiyatının Zaman Tünelinde Kadınlar / Tuğçe Erkol
Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı
Titreyen Balık – Hikaye / Mehmet Altınova
Misafir Köşesi: Albatros Nehri Kıyısında / Yeliz Şenyerli
Seyr ü Süluk – Şiir / Serhan Demir
Fotoğraf / Aybige Akdağ
Nesliyar II – Şiir / Süleyman Erkut Bir Erasmuslunun Güncesi: St. Petersburg / Kübra Tarakçı Kötü Bir Yaşantı Fakat İyi Bir Oyun – Şiir / Bahtiyar Tekin İlham – Şiir / Begüm Çalışkan Savaşın Çocukları / Hilal Akarslan
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
A. Bengisu AKDAĞ
Bir Tereddüdün Aydını “Hayat böyledir. Çaresizlik ve tehlike anları vardır ki, o zaman çırpınmaya ve haykırmaya gelmez. Batar insan ve boğulur. Marifet o anları geçirmektir. Sonrası gittikçe kolaylaşır. Kadere teslim olmak lazımdır o anlarda. Bu acizlik değildir. Dikkat et sözüme: Bu dünyada ölümden başka hemen her şeyin çaresi vardır.” Takvimler 1899’un Nisan ayını gösterirken, Türk edebiyatına, bir döneme adını kazıyacak olan Peyami Safa İstanbul’da dünyaya geldi. Sivas'a sürgüne gönderilen babasının ve daha sonra da kardeşinin on ay içerisinde arka arkaya ölmesi üzerine henüz iki yaşındayken yetim kaldı. “Yetim-i Safa” dendi... Yahya Kemal, yıllar sonra, “İsmail Safa’nın en büyük eseri Peyami Safa’dır.” diyecekti. Üstünden beş altı yıl geçmişti ki çocukluğunun en güzel yıllarında kemik hastalığına yakalandı. Doktorlar bacağının kesilmesine karar verdi, Safa kabul etmedi... Çocukluğunu, gençliğini hastane koridorlarında, soğuk beyaz duvarlar arasında geçirdi. On üç yaşında Vefa İdadisi’ni kazandı ama hastalığından dolayı devam edemedi... Bu hastalık sebebiyle sol kolu sakat kaldı, ancak, o bunu da sanata çevirmeyi bildi. "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" adlı romanla bu acı hatırayı edebî bir esere dönüştürdü. Daha ömrünün başında hayatın en acı tecrübelerini yaşayan Peyami Safa’nın, romanları kadar hayatı da öğretici ve daha önemlisi ibret ve şevk verici bir eser gibiydi. 3 Kasım 1959
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
tarihli Tercüman gazetesindeki yazısında "Ben iki yaşında babasız kaldım. Bütün çocukluğum ve gençliğim korkunç bir hastalığa ve fakirliğe karşı mücâdele içinde geçti. Kimsesiz, sıhhatsiz, parasız ve tahsilsiz kaldım. Orta sekizden yukarı okul görmedim. Hastalık, cehâlet ve sefâlet ejderleriyle boğuştum." diyerek roman olabilecek hayatını özetlemişti. Yazmak, halini kelimelerle anlatmak onun tek sığınağı olmuştu. Peyami Safa yazarlığa 13 yaş gibi küçük denebilecek bir yaşta başlamıştı. “Asrın Hikayeleri” isminde yazdığı öykülerle de gazeteciliğe başlamıştı. Bu hikayelerinin tutulması üzerine “Server Bedi” takma adıyla yazılarına devam etmişti. Kendisine, "ServerBedii'yi tanır mısınız?" diye sorduklarında, "Ooo! Tanımam mı onun evinde oturuyorum!" demiştir. Yazdıkları kısa bir sürede satılmıştı. Çünkü kitapları siyah bir kâğıtla kaplayıp üzerine şöyle yazmıştı: "Sakın Bu Kitabı Okumayın!" “Yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyaların bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile... Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filan... Zavallı mürahik... Nüzhet bana yalan söyledi.” diye konuşur Peyami Safa, otobiyografik romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda. Türk edebiyatının bu özgün kalemini okuyanlar, onun romanlarında bütün ağrılarını, yalnızlığı, aşkı, isyanı ve güzel Türkçeyi duyarlar. “Ruhun çizgisi yoktur” diyen yazar, dil hususundaki gayretini ise şu cümle ile özetler: “Kalemi elime aldığım günden beri Türkçenin müdafaası için yazdığım satırları birbirine eklesem İstanbul-Ankara şimendifer hattından daha uzun olur.” Peyami Safa, romanlarındaki insanlara da kendi iç ruhundaki gibi karamsar bakmıştır hep. Hep bir felaket olacakmış hissiyle okunur romanları. Eserleri asla eğlencelik değildir. Okurken ne güzel vakit geçiriyorum demek hayatta mümkün değildir. İnsana bakışının neden karamsar olduğunu da kedisi şu cümlelerle belirtmiştir: “Benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu. Belki bütün kitaplarımda bir facia vehmi beklemek ve yaklaşan bir ayak sesinde bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir.”
“Aşkın tam bir tarifi yapılamaz. Şiir de böyledir. Yapılmış ve yapılacak tariflerden her biri, denizden alınmış bir kova suya benzer. Hiç şüphesiz bu, deniz suyudur, fakat deniz değildir. Aşkı denize, tarifi de kovaya benzetirseniz elde edilen şey, aşkın bir halini izahtan ibaret kalır. Enginsiz, kıyısız, renksiz, dalgasız, derinliksiz bir izah.”
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Peyami Safa romanlarında kişinin dünyasına bakar. Ama bu dış dünyası, çevresi değildir. Onu ilgilendiren ruhtur. Kahramanları ruhsal bunalımlar içindedir ve Peyami Safa bu bunalımları çözmeye çalışırken umutsuzdur. Bu umutsuzluk “... biraz da kendi yaşamının iflaslarla dolu toplamından gelmektedir.”
"Kafası vardı, kültürü vardı, cümlesi vardı, üslûbu vardı, meselesi vardı, iç dünyası vardı, hafakanları vardı, çilesi vardı, metafizik arayıcılığı vardı, imânı vardı, şüpheleri vardı, nefs murâkabesi vardı, estetiği vardı, diyalektiği vardı, cesareti vardı, hâsılı bir fikir ve sanat adamına gerekli vasıflardan payı vardı. Onun yokluğunun, ölüm tarihi olan bu gün, bu vasıfların yokluğunda seyrediyoruz.” Necip Fazıl Kısakürek
1961 senesinde Erzurum’da yedek subay olarak vatanî görevini yapan oğlu Merve Safa’nın ani vefatı yazarı derinden sarsmıştı. Safa, oğlunun ölümüne dayanamadı ve üç ay sonra tarihler 15 Haziran 1961’i gösterdiğinde ölüm Peyami Safa'yı acılarından, kavgalarından ve bizlerden ayırmak üzere geldi. Ölüm anını Gökhan Evliyaoğlu şu şekilde anlatmıştı:
"Her zamanki gibi düşünüyordu. Ölen rengiydi sadece. Ömrü boyunca bıkkınlıkla sebatın mücadele ettiği o yüz, bütün çizgilerini huzur gölgelerine terk etmişti. Düşünen bir baş. Vücudu zaten yok gibiydi yalnız ızdıraplarının ağırlığını taşıyordu."
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Peyami Safa ile Röportaj Selma Yazoğlu (Yirminci Asır, nu 173,8 Aralık 1955)
- Romanlarınızda bilhassa psikolojik konuların ve tahlillerin ortaya atıldığı görülüyor. Sizi buna sevk eden sebep nedir? - Öyle sanıyorum ki benim romanlarımda insanların fizik ve ruh hareketlerine bağlı davranışları bütün halindedir; birbirini tamamlar. Bir bakıma dinamik bir ruh tahlili bahis mevzuudur. Romandaki hayatım dolgunlaştığı nispette, ruh tepkilerine ve bunların tahlillerine verdiğim ehemmiyet artar. Bu, klasik manada psikolojik roman değildir. Beden ve ruh hareketlerini paralele olarak hesaba katan bir romancının şahsi metodudur. Romanda bu nev’i psikolojik tahlil şart olmadığı gibi, lüzumsuz da değildir sanıyorum.
- Sahibi bulunduğunuz Türk Düşüncesi dergisini hangi gayelerle yayımlıyorsunuz? - Bizde on dokuzuncu asra has maddi bir medeniyet telakkisinin geriliğini anlatmak, modern batı fikir cereyanlarıyla temas kurmak, gerçek bir kültür ve medeniyet anlayışı içinde Türk fikir ve sanat hayatının gelişmesine çalışmak gayesiyle.
- Bugün için felsefe ve sanatın birbiriyle olan münasebetini nasıl açıklarsınız? - Felsefe ile münasebeti olmayan hiçbir insan faaliyeti yoktur. Denebilir ki; adeta insan felsefi bir hayvandır. Batıda da, bütün insanlar felsefi bir temele dayandılar.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
- Dış alemin düzensizliği sizi sarsıyor, ümitsizliğe düşürüyor mu, sizi huzursuz bırakıyor mu? Bütün dünya, bir ölçü buhranı içindedir. Bu kendi kendisi hakkında verdiği hükmün inkılap geçirdiği Batı medeniyetinin köklerini sarmış bir buhrandır. Serpintileri bize kadar geliyor. Şuuruma sahip olduğum günden beri, insanın manasını tayin bakımından, şaşkına dönmüş bir dünya içinde olduğumu hissediyorum. Bu beni huzursuz bırakıyor, fakat ümidimi asla kesmiyorum. Dünyanın bir asır evvel kaybettiği manevi inançları daha zengin bir anlayış planında yeniden kazanmak için, büyük hamleler yaptığını görüyorum. Türk Düşüncesi dergisini çıkarmaya çabalamaklığım da, bu hamleye uzaktan da olsa, iştirak etmek içindir. Ümitsiz, serçe parmağımızı dahi kıpırdatamayız.
- Sanatçı genel olarak çiğnenmemişten, alışılmıştan kaçınır. Kişiliği olmayan sanatçı olmadığına göre, sadece yeni olmak başarı sağlar mı? - Sualiniz benim cevaplarımı da ihtiva ediyor. Halk ağzı yeni değildir. Serbest nazım da yeni değildir. Ters cümle de yeni değildir. Ne muhteva ne de şekil bakımından halis bir yenilik, yani sizin anladığınız manada orijinallik göremiyorum. Genç nesil içinde, az çok orijinal eser verenler, göz boyacı, aldatıcı, şaşırtıcı yenilikler aramayanlar arasındadır. Yarının sanatını bunlar hazırlıyorlar.
- Yazılarınızda kolay ve rahat olunmaya dikkat eder misiniz? - Gazete yazılarında evet... Kitaplarımda okuyucuyu yormamak endişesinden uzağım. Çapraşığı, en küçük unsurunu feda etmeden, sade bir şekilde ifade etmeye daima çalışırım. Fakat bunun
mümkün olmadığı yerlerde, sadeliğe hiçbir değeri feda etmem.
- Bugün geçinmeniz yazı yoluyla mıdır? - Yalnız yazı yoluyladır. 19 yaşımdan beri yalnız yazı yoluyladır.
-Ruha inanıyor musunuz? Yani ruhun masalarda konuşmasına, hayaller halinde görünmesine, bizim insani şahsiyetimiz gibi bölünmez bir bütün olduğuna inanıyor musunuz? Metapisişik ve spritizma bahislerini bundan ayırmak lazımdır. Meseleyi çok karıştırır. Ruha gelince, bunun maddeden ayrı olmaması mümkündür. Fakat bu madde, bizim duyularımızın muhtevası içine giren kaba madde olamaz. İnsanın fâni tarafı, işte bu kaba maddelerdir. Ölümün mutlak olduğuna inanmıyorum. Zaten buna ciddi surette kimse inanmaz. Yoksa, insanı, hayvandan ayıran hareketlerin, yani, medeniyetleri vücuda getiren hareketlerin hiçbirine ne arzu ne de lüzum kalırdı. Manasız bir dünyada değiliz. Eğer bu manayı yaratan biz olsaydık, ruh hayatımızda madde ve tabiat çevresi arasında, bir dakika yaşamamızı imkansız kılan bir barışmazlık olurdu. Ruh hayatımızın, çevreye intibak edebilmesi, bu çevre içinde, bizi böylece kabule hazır bir mana yapısı olduğunu gösterir.
Kaynak: Güzel Yazılar Röportajlar - TDK, Ankara, 1997
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARKA KAPAK
Merve BAŞOL
BİZ İNSANLAR YAZAR: PEYAMİ SAFA KONU: Romancı bu eserde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının ışığını tutmaktadır. Romanda asil bir ruhun insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüğe ve bayağılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harp yıllarının ahlâkı ve içtimâi hayatı verilmektedir. Harp yıllarının ahlâkı ve içtimâî hayatı perişan eden havası içinde de dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık bayraklaştırılmaktadır. Roman İstanbul’da Kurtuluş Savaşı sırasında medeniyet krizini işlemesi bakımından önemlidir.
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU YAZAR: PEYAMİ SAFA KONU: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Peyami Safa'nın ilk baskısı 1930 yılında yapılmış otobiyografik romanıdır. Peyami Safa'nın en fazla basılan ve beğenilen eseridir. On beş yaşında hasta bir çocuğun 1915 yılındaki olayları anlattığı bir hatıra defteri şeklinde kaleme alınmıştır. Romanın başkişisi ve anlatıcısı olan “Hasta Çocuk”'un isminden romanda bahsedilmez. Bilinçli olarak, romancının değil roman kahramanının gözlemlerini esas alan ilk Türk romanıdır. Yazar hasta bir gencin ruh halini yansıtırken ve hastaneyi tasvir ederken çok başarılıdır. Bu Peyami Safa’nın kendi iç dünyasını anlatmasından kaynaklanır. Onun da ömrünün büyük bir kısmı hastanelerde geçmiştir. Romanı okuduğumuzda hastane ve ilaç kokusunu adeta duyarız…
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
EĞİTİM, GENÇLİK, ÜNİVERSİTE Objektif 7 YAZAR: PEYAMİ SAFA KONU: Gençliğin meseleleri nelerdir, nasıl eğitilmelidir; gençliğin milli meselelere bakışı ne olamlıdır, meseleler karşısında tavrı ne olmalıdır; gençlikten beklenen ve ona verilmesi gereken nedir? Sunduğumuz bu ciltte, bunlar ve benzeri soruların ihtiva ettiği meseleleri Üstad'ın kaleminden okuyacaksınız. Peyami Safa'nın bütün ömrünce en yakın ilgi sahalarını teşkil eden bu konularda, gençliğimiz milli, ülkücü ve ciddi bir rehber bulacak, eğitimciler ve yöneticilerimizin de alacakları çok şey olacaktır. “Kitabın zararsız ve sadık bir dost olduğu çok söylenmiştir. Kitaplar dost mudurlar? Elbette. Sadık mıdırlar? Belki. Zararsız mıdırlar? Asla.” Bütün Romanları: Gençliğimiz (1922) Şimşek (1923) Sözde Kızlar (1923) Mahşer (1924) Bir Akşamdı (1924) Süngülerin Gölgesinde (1924) Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925) Canan (1925) Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930) Fatih-Harbiye (1931) Attilâ (1931) Bir Tereddüdün Romanı (1933) Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949) Yalnızız (1951) Biz İnsanlar (1959)
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Eski Bir Anıda Saklı Kara Koncoloz Çok eski bir zamandan kalma, küçük bir anı kırıntısı var şimdi aklımda. Sanırım, beş-altı yaşlarındaydım. Annemler, beni babaannemin yanına köye bırakıp bir yerlere gitmişlerdi. Aylardan Aralık’tı. Hava soğuktu. Bütün gün o tahtadan yapılmış küçük köy evinde kendi kendime oyunlar oynadım. Bez bebeklerle, minderlerden yaptığım evlerle, kendi dünyamın renkleriyle harmanlanmış bir masal dünyası kurdum kendime. Küçücüktüm… Bir süre sonra çok sıkıldı canım. Akşam olmuş ve kimsecikler gelmemişti henüz. O küçücük ev yetmiyordu benim kocaman dünyamı doldurmaya. Çocuğum daha inat ettim ve başladım ağlamaya. Kara kışa aldırmadan dışarı çıkmak istedim. Bir başına babaannem ne yapsın, susturamadı beni bir süre. Sonra dedi ki; “ Oy güzel kızım sus bak, Koncoloz gelir alır seni. Şiştt! Sessiz ol bak, Koncoloz direnide (çatı katı) geziyor.” Çocuk aklı, biraz sustum önce. Sonra babaanneme dönüp; “Hadi babaanne, gidip Koncoloz’a bakalım.” dedim. Tabi mümkün mü bu? ‘’Gidemeyiz. Yer bizi.” demez mi? Benim merakım daha da arttı haliyle ve başladı babaannem anlatmaya bana bu pek korkunç canavarı… Asıl adı Kara Koncoloz’dur. Bu vakitler gelir bizim buralara tüner bu canavar. Adı gibi kapkaradır kendisi de. Senin gibi küçücük çocukları görmesin geceleri sokakta, hemen bir teste sokar. Bilemedin mi vay haline. Elindeki tapul tarağını (yün tarağı) geçirir kafana, orada alır canını. Böyle acımasız bir canavardır Koncoloz. Aslında bir tek bu aylarda görünür bu canavar. Niye diye soracak olursan Allah’ın onlara bir cezasıdır bu. Yılın geri kalan aylarında deniz kenarında bir kürekle kum toplar. Ama bir türlü fark edemez kırık küreğin hiçbir işe yaramadığını. Sen bilir misin bizim bu ambarların kapıları neden hep siyaha boyalı? Çünkü Kara Koncoloz kara renginden hiç hoşlanmaz, iğrenir bu renkten. Biz de gelip ambarlarımızdaki tahılları almasın diye, hepsini karaya boyadık kapılarının. Kendisi kapkara tüylerle bezelidir. Gözleri kömür karasıdır. Ama bilinmez neden, nefret eder kara renginden. Bu yaratığın, dişisi de olur erkeği de kızım. Eğer dişisini görürsen kendini çirkin tanıtacaksın. Yoksa seni alır götürür. Bir de eğer bir gün karşılaşırsan ne sorarsa kara ile başlayan cevaplar vereceksin ona. Bil ki testin sonunda geçersen, yolun açık olsun diyip evine uğurlayacak seni.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Anlattı babaannem, ben dinledim. O anlattıkça ben meraktan yerimde duramadım. Çocuklar cesur olur ya bende de aynı cesaret baş gösterdi. Babaannem yattıktan sonra giyindim paltomu, taktım acemice kaşkolumu ve sessizce açıp o kocaman, kapkara kapıyı düştüm karanlığın koynuna. Aklımda hep bir soru. ‘’ Kara Koncoloz nerede? “ Az gittim uz gittim. Küçük patikalardan geçtim. Bir de baktım hareket ediyor bir karaltı. İyice yaklaştım bu karaltıya. Karanlıkta kocaman olmuş gözlerimle gördüm Koncoloz’u. Yüzünden aşağı iniyordu kapkara tüyler. Bütün vücudunu sanki tüyden bir pelerinle örtmüştü. Öyle keskin bakıyordu ki gözleri, hareketsiz kalıyordu bacaklarım. Yalnız bir şey vardı onda bütün bu görüntüye tezat. Kısaydı boyu heybetli yapısına rağmen. Durdu ve sordu bana; “ Adın nedir? “ Tam o anda babaannemin söyledikleri geldi aklıma ve ne sorarsa kara ile başlayan bir cevap verdim ona. “ Adım, kara Buse. “ cevaptan pek memnun olmadı ve devam ettik; Nereden gelirsin? Karaköy’den. Nereye gidersin? Karadağ’a. Ne yemeği yersin? Kara lahana. Yemişlerden ne yersin? Kara yemiş. Bilmiyorum bu sorular daha ne kadar devam etti böyle. Bildiğim tek şey bu uzunca konuşmanın ardından Kara Koncoloz’un bana veda edip “uğurlar olsun” dediğiydi. Evet, çok korkmuştu minicik yüreğim. Uzun bir sürede gittiğim yoldan koşarak dönmeye başladım. Buz gibiydi ellerim ve yüzüm. Deli gibi çarpıyordu kalbim. Bir an hiç yavaşlamayacak sandım. Tahtadan o küçük, şirin köy evini gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim. O kapkara kapı hiç bu kadar güzel görünmemişti gözüme. Koşarak girdim içeri. Hemen bir kenara fırlattım ayakkabılarımı. Kabanım, kaşkolum hepsini sağa sola savurdum. Usulca sokuldum babaannemim sıcacık kucağına ve yumdum gözlerimi. O gün bugündür hep aklıma takılmıştır. Acaba Koncoloz, hatırlar mı beni?
Busenur Aslan
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
CADI AVI-5
Birhan Keskin
Işık Selin Orhuntaş Şiir yazmak konusunda Dünya’nın en yeteneksiz insanıyım. Bu yüzden şiir yazanları hep kıskandım. Hele adına şiir yazılan kadınları, en çok onları... Bugünlerde de Birhan Keskin'i kıskanıyorum. Bir kadın şairi. Kadınlığın verdiği o naifliği sözcüklere taşıyabilen insanı. Bu ayki avımız Birhan Keskin. Belki duymuşsunuzdur ismini belki de haberiniz yoktur. Sıradan bir insan kendisi... Kırklareli’nde doğmuş. İstanbul Üniversitesi’nde Sosyoloji okumuş. İlk şiirini 1984’te yazmış. Beş şiir kitabı yayımlanmış.
"anladım mana yok acıdan başka akşamın kör karanlığı vursun anlıma" derin bir iç çekiyoruz her şiirinin sonunda. Ece Temelkuran 17 Nisan 2005 tarihli 'Birhan Kardeşime Mektup' başlıklı köşe yazısında şöyle diyor: "Belki bir gün, bir yaz sonunda, bisikletiyle bir arsanın kenarında durup boşluğa bakan, seyrek saçlı bir çocuğun aklından, sonra yanağından geçecekler. Birazdan mutlaka terleyecek bir çocuğun sırtına konulmuş havlular gibi serinler." …
Delilirikler (İskenderiye Kütüphanesi Yayınları, 1991) Bakarsın Üzgün Dönerim (Era Yayıncılık, 1994) Cinayet Kışı + İki Mektup (Göçebe Şiir Kitapları, 1996) Yirmi Lak Tablet + Yolcunun Siyah Bavulu (YKY, 1999) Yeryüzü Halleri (YKY, 2002). "Bilme, tanıma beni merdivenleri üçer beşer çıkmanın sevinci yok içimde, göğsümü sıyırıp duran şu kurumuş asma dalı uzak bağ günlerinden kaldı." Bu dizeleri okuduktan sonra çarpıldım. Çocuk sesini kaybetmemişlerle beraber oturup ağlıyor sanki. Hadi oturup ağlayalım hep beraber. 2005 yılında Metis Yayınları tarafından beş şiir kitabı tek kitapta toplandı. "Kim Bağışlayacak Beni " şiir kitabının adına vurulmuşken şiirlere vurulmamak mümkün mü?
2006 yılında 10. Altın Portakal Şiir Ödülü’ne layık görüldü Birhan Keskin. İnsan olmanın farklı duygularını yansıttığı “Ba” kitabıyla bu ödülün sahibi oldu. Gülten Akın’dan sonra şiir ödülü kazanan ikinci kadın oldu. Bu ödüle layık gören jüriyi tebrik etmek gerek. Reklam adına hiçbir şey yapmamış bir şairi böylesine güzel bir ödülle taçlandırdıkları için.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
2006 ‘ da “ Y’ol” ve 2010 yılında da “Soğuk Kazı” isimli kitapları yayımlandı. 2011 yılında “Soğuk Kazı”yla Metin Altıok Şiir Ödülü’ne layık görüldü. Seçici kurulda Ülkü Tamer, Doğan Hızlan ve Hilmi Yavuz da vardı. Aynı yıl “Zaman” isimli şiiri Mabel Matiz tarafından bestelendi ve albüme konuldu. 16 Şubat 2015’te Aslı Serin ile birlikte ortak yazdıkları şiiri twitterda paylaştı. Ve şöyle bir açıklamada bulundu: “Biz bu şiiri yazarken, Özgecan henüz katledilmemişti. www.anitsayac.com sitesine ve son yıllarda hızla artan erkek şiddetine dikkat çekmek amaçlı böyle bir işe girişmiştik. Son bölüm Özgecan’ın vahşice katledilmesinden sonra yazıldı. Ve anladık ki artık bu şiire devam etmek başka türlü bir acizliğe dönecekti. Çünkü yaklaşık 2 ay süren bu şiir çalışmasında hemen her gün başka bir kadın cinayetine tanık olduk. Çok üzgünüz ama yasta değiliz. Hiçbir devlet “büyüğünden” ve hiçbir saraydan adalet beklemiyoruz. ‘Kadınlar savaşçıdır’ diyen Didem Madak’ı selamlayarak, içimizdeki yerlileri dürtüyoruz. Kılıyoruz ki kadın cinayetleri politiktir. Ama unutmasınlar ki meydanlar, sokaklar bizimdir. “ Bir de dijital anıt eklemişler http://www.anitsayac.com . Şiddet dolayısıyla ölen kadınlar için hazırlanmış bir site. Buruk bir tebessümle okuruz şiirlerini. Mecbur gibiyiz de, sol yanımızdan vuran şiirlere. Birhan Keskin, kuşağının en özgün seslerinden... Kendine has bir dil oluşturmuş, aynı Didem Madak gibi. Naifliğini korusun ve o naiflikle nice şiirler yazsın. Biz de dertlenelim… Dertlenelim ki Türk şiirinde kadının da sesi olduğunu duyabilelim, görebilelim, hissedebilelim taşlaşmış kalplerimizle.
“
ölülerimizi “sık kullanılanlara” ekliyoruz. ölülerimize ölülerimiz ekliyoruz. şans eseri yazmıyorsa adımız bir sayaçta birhan, ben bunu hep “antisayaç” olarak okudum yani sayılamayan, sayılmasın hiç aman sahi biz kaç darbeden sonra ölülerimiz oluyoruz. erkek ve kadın, iki farklı hayvan. ve kuraldır öldürür hayvanlar âleminde güçlü olan. mesele bu değil, mesele başka. niye sevsin pembe tülleri kırmızı pancurları ve niye aynı evde yaşasın bir fille mesela aha kırılacak bir vazo birazdan. bir yatırımcı değiliz, tamam öncesinde büyük hesaplar, planlar, bütçeler filan ama sevmek diye bir şey var, geçelim dersen o da var bize çizilmiş kalın çizgiler, gerilmiş ipler var alnımızı kıllı elleriyle karalayanlar yetmedi komple silenler çaresizlik var birhan bak: Türkiye’nin güneyinden üzücü haberler geliyor Türkiye’nin kuzeyinden üzücü haberler geliyor Türkiye’nin doğusundan üzücü haberler geliyor Türkiye’nin batısından üzücü haberler geliyor Türkiye giderek üzücü bir habere dönüyor… ... sayaca gelirsek sayalım bir de bu yandan: Türkiye’nin güneyinde bir adam yere çömeliyor. Türkiye’nin kuzeyinde bir adam yere çömeliyor. Türkiye’nin doğusunda bir adam yere çömeliyor. Türkiye’nin batısında bir adam yere çömeliyor. Türkiye giderek çömelen adamlara benziyor. onların dikliği bizim yataylığımız pornografik bir görüntü verebilir. Değil!
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
çömelmek yani pişmanlık yasası, kendimde değildim içmiştim safsatası çömelmek: törelerimiz böyleydi ben istemezdim filan çömelmek: bana karılık yapsaydı çömelmek: telefonla konuşmasaydı çömelmek: boşanmasaydı onlar koca, onlar baba, onlar sevgili onlar devlet. eşitlik istediğimizi sananlar yanılıyor kim eşitlenmek ister hırsızlar ve katillerle Birhan! sana bir şey diyeyim mi aslı? cinsine koduğum derdi benim dedem kendi cinsine. yani cinsiyete bölünmeden önce öyle kalsaymışız ototroflar gibi filan. koyuyor insana tabii. bazılarını “insan” hanesinde sayarken belki de şöyle bir şey: bir düştü insan, bir zaman hurafesiyle yaşıyoruz ondan arta kalan. kadınların kaburgadan yapıldığına kadınları bile inandıran neydi birhan? asıl mesele diyorsan buraya dönelim, şimdiye söyle artık başımıza bu işleri açan yine erkekler değil miydi? dönelim Van’da bir kadına, dönelim Mardin’de, dönelim İzmir’de dönelim birhan bak geç oluyor hava kararıyor evimize dönelim bize bunları söyleten neydi, gülerken ağız kapatmayı, ağlarken saklanmayı her lafa karışmamayı, yazmamayı birhan, çizmemeyi bize dayatan kimlerdi giydiğimiz etek boyuna, doğuracağımız çocuğa karar verenler kim kadınlar ilk sevişmesinde neden babasının yüzünü gördü
küçücük kızlar dedesi yaşındaki adamlarla neden neden genelevler var neden hep bir kadın otobanda ütü reklamında bir kadın çıplak otomobil fuarında bir kadın öyle arabalar üstünde, neden doğum günlerimizde bize mutfak robotu hediye edenler kimlerdi şakağımıza silahı dayayanlar kimler, kimlerdi birhan? televizyonu açtım güzel bir kış sabahı güneş öyle tepede sanki her şey aklanmış basbayağı tepede bir adam karısını eve kilitleyip sigara söndürmüş bir kadın birhan bak doktorlar söylemiş, bebekle yalnız bırakmayın demiş haklısın neden sevsinler pembe tülleri, iki ayrı tür neden illa bir tamamlanmamış bir evrimin projeleriyiz belki de zıvanalı geçme tekniği nedir aslı bilir misin? bak öğren bunu. çünkü bu şiir birbirine geçmiyor. acıyor, soğuyor, acıyor, soğuyor, acıyor, soğuyor. bitişmiyor. birinin acısı öbürüne geçmiyor. bütün kadınlara bundan böyle başka türlü “ateşli” olmayı “şiddetle” öneriyorum aslı çıkıp iki oda bir salondan ateşli silahlar elimizde, uma’nın kılıcı belimizde, savunma ve dövüş sanatlarında ustalıklı. anitsayaç’ta bu kadar kadın ismi yeter, yeter artık, yeter çıkalım zıvanadan.
”
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
GİT Sana ağır fikirleri, Yeni eski şiirleri, Nefse ait emirleri, Acımadan yıkıp da git. Hayattan, benden, kendinden, Uslanmaz sivri dilinden,, Bursa'nın hoyrat yelinden En sonunda bıkıp da git. Takıp çantanı koluna,
BİR VEDA Senin köylerinde gördüm, Ağaca mahkûm toprağın hüznünü. Senin dudaklarında sevdim, Suskunluğun varlığa açılan köşkünü. Seni ibadet ederken tanıdım. Arzusuna boyun eğen dervişin hükmünü.
Sakın geç kalma yoluna.
Ayazın, buğdayı kavurduğu vakit duydum,
Neyin varsa bavuluna,
Senin güneşinin diktatör türküsünü.
Alelâde tıkıp da git.
Cuma gecelerine benzettim,
Bu aşkı hayra yoralı,
Boylu boyunca uzandığın caminin önünü.
Gönül kuşu hep yaralı... Bak demir kapı aralı, Ses etmeden çıkıp da git. Aziz NADİR
Belki de Nisan papatyalarına benzettim, Son kez gördüğüm porselen beyazı yüzünü.
Sema KESER
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Dünya Edebiyatının Zaman Tünelinde
KADINLAR
TUĞÇE ERKOL
Milyarlarca yıldan beri var olan dünyanın üzerinde yaşayan insanoğlu gerek yazıdan önce gerekse de yazının bulunuşundan sonra edebiyatla içli dışlı oldu. Bunun en büyük sebebi tabi ki edebiyatın hayatın içinde olması ve hayatın edebiyata davet edilmiş olmasıydı. İlk zamanlar her zaman olduğu gibi edebiyatta da öncelik erkeklere verilmiş, kadınlar bunu yapmak istese de kendilerini gizlemek durumunda kalmıştı. Açıktan yapmak için de bunu araç olarak kullanmak durumunda kalmışlardı, tıpkı M.Ö 7. yüzyılda doğmuş olan ilk kadın şair Sappho gibi. Sappho'nun bir rahibe oluşu, onu diğer kadınlardan farklı bir noktaya getirerek istediğini söyleme rahatlığına kavuşturmuştu, tabi ki belirli kurallar çerçevesinde. Mensubu bulunduğu tapınağın tanrısı olan Afrodit'e yazdığı tüm şiirler lirizm ile çevrelenmiş oluşu onu bugünkü tahtına oturtmuştu. Eğer o bir rahibe olmasaydı ve biraz da bir şeyleri dile getirecek cesarette olmasaydı belki de ilk kadın şair çok daha geç ortaya çıkacaktı. Sappho'nun açtığı bu yolda kadınlar bulundukları bölgelerin edebi özellilerine göre eserler vermeye başladı. Kimisi bunu açıkça ortaya çıkardı, çekinmedi, kimisi de kendine sakladı ve öldükten sonra edebiyat dünyasına kazandırdı eserlerini.
Mary Wortley Montagu: 17. yy. Ingiltere. Istanbul hakkında en geniş bilgiye sahip olan ve bunu eserlerinde kullanan ilk kadın yazar. Türk kadınını şu şekilde ifade etmiştir: "Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır." Jane Austen: 18. yy, İngiltere. Döneminde romanın edebi eser olarak kabul edilmemesine rağmen Emma romanına 10 sayfalık bir eleştiri yapılmıştır. Aşk ve Gurur, Emma, Mansfield Park vb. eserleri vardır. Mary Shelley: 18. yy, İngiltere, bilim kurgu alanında yazan ilk kadın yazarlardandır. Frankeştayn'ı edebiyat dünyasına kazandırmıştır. Anne Bronte: 19. yy, İngiltere. Verem hastalığından 29 yaşında ölen yazar ve şair. Şatodaki Kadın adlı romanının yanı sıra şiirleri de vardır.
Colette: 19. yy, Fransa, kadınların duygu dünyasını yoğun bir duygusallıkla yazan kadın yazar. Yazdığı oyunlarla tanınır. En ünlüleri de Gigi'dir. Ayrıca romanları da vardır.
Emily Bronte: 19. yy, İngiltere. Döneminde romanın doruk noktasına oturmuş olan kadın yazar. Uğultulu Tepeler tek eseridir.
Elizabeth Craven: 19. yy. İngiltere. İstanbul'u gezip gören ilk kadın gezgin ve yazar. Gezileri sırasında yazdığı metuplar bir çeşit gezi yazısıdır.
Emily Dickinson: 19. yy, ABD. Şiirlerinde asla yaşayamadığı aşkı ve kavuşamadığı sevgiliyi, ulaşamadığı başarıyı ve hep arkadaşı olarak gördüğü başarısızlığı anlattığı şiirleri de vardır.
Elizabeth Gaskell: 19. yy. İngiltere, özellikle sanayi inklabı sonrasında Manchester'deki endüstriyel hayatı ve topluma etkilerini ele alan ilk kadın yazardır.
Eleanor H. Porter: 19. yy, ABD. Romantık kurgu ve kısa öykü tarzında yazmış olduğu birçok eser olmasına rağmen biz Elenaor Porter deyince tek bir şey söylüyoruz karşımızdakine: Pollyanna.
Grazia Deledda: 19. yy, İtalya. Doğalcılık akımının önde gelen isimlerinden olan yazar Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Julia Pardoe: 19. yy, Ingiltere, İstanbul hakkında en geniş bilgiye sahip olan ikinci kadın yazar. 125 Yıl Önce İstanbul adlı eserinde adeta bayramları, şenlikleri, saray ve düğün alaylarını, çarşıları, Türk aile yaşamını ve Türk kadınlarına ilişkin gözlemlerini kelimelerle resmetmiştir.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Louisa May Alcott: 19. yy, ABD. Kadınlara seçme seçilme hakkı verilmesi konusunda ABD çapında yürütülen mücadelenin önde gelen isimlerinden biri oldu. Küçük Kadınlar ve Küçük Erkekler vb. eserleri vardır. Selma Lagerlöf: 19. yy, İsveç. Efsane ve masallara dayanan yapıtlarıyla tanınan yazara Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan ilk kadın yazar ve Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan ilk İsveçli yazardır. Deccal'ın Mucizeleri, Kudüs, Bay Arnes'in Hazinesi vb. eserleri vardır. Alice Munro: 20 yy, Kanada. Kısa öykü türünün annesi denilebilecek kadar türün içinde devrim yapmış olan yazar 2013 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Anne Frank: 20. yy, Hollanda. Aslında yazar olmayan Anna Frank, 2. Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi Soykırımı'nın simgesi olmuştur. O dönemleri anlattığı günlüğü ölümünün ardından Anne Frank'ın Günlüğü adıyla basılmıştır. Anne Sexton: 20. yy, ABD. Anoreksiya ve depresyon neeniyle birçok defa intihar girişiminde bulunan yazara doktorları şiir yazmasını önermiştir. Bunun sonucunda da hayatını kendi isteğiyle sonlandırana kadar bize bıraktığı eserleri kalmıştır. Dönüşümler, Aşk Şiirleri vb. eserleri vardır.
Barbra Cartland: 20. yy. İngiltere, yazdığı aşk romanlarıyla dönemi'ne damgasını vurmuştur. İlk Dudaklar, Aşk Kapıda Gözüktü, Aşk Onların Oldu vb. eserleri vardır. Doris Lessing: 20. yy, Britanya. 2007 yılında kazandığı Nobel ödülünü kazanan en yaşlı insandır. Feminizm ve cinsiyetler arası savaş onun olmazsa olmaz temalarıdır. Gene Aş, Tenimin Altında Evlenmeyen Adamın Hikayesi . Flannery O'Conner: 20. yy, ABD. Güneyli gotik türde verdiği eserlerle tanınır. İyi İnsan Bulmak Çok Zor, Her Çıkışın Bir İnişi Vardır vb. eserleri vardır. Gabriela Mistral: 20. yy, Şili. Şair ve romancı oluşunun yanı sıra bir diplomattır. Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Bu ödülü alan ilk Latin Amerikalı yazar olmuştur. Harper Lee: 21. yy, ABD. 2015 yılına kadar yazarın ilk eseri Bülbülü Öldürmek'ti. Bu eser bütün olayların bir çocuk ruhuna ve hayal gücüne uygun şekilde değerlendirilmesiyle çağdaşlarından öne çıkmıştır. Herta Müller: 20. yy, Romanya. Çavuşesku döneminde Romen halkının yaşamını eserlerine yansıtan yazar 2006 yılında, şiirin yoğunluğu ve nesirin açıklığını kullanarak yoksulların dünyasını tasvir ediş biçimiyle Nobel Edebiyat Ödülü almıştır.
Ingeborgh Bachmann: 20. yy, Avusturya. Avusturya'nın 20. yüzyıldaki en önemli kadın yazarıdır. Aynı zamanda filozof, psikolog ve filologdur. Üstelik adına verilen bir ödül vardır. Bu ödüle sahip olan tek Türk yazar da Emine Sevgi Özdamar'dır. Irısh Murdoch: 20. yy, İrlanda. Yazar ve varoluşçu filozof olan Murdoch, 1996'dan sonra başlayan unutkanlılarına alzheimer teşhisi konmuştu. Joanne Greenberg: 20. yy, ABD. Popüler roman yazarlarındandır. Özellikle Sana Gül Bahçesi Vaadetmedim adlı eseriyle tanınır. Bu eserinde genç yaşta edindiği akıl hastahanesi deneyimlerini anlatmıştır. Katherine Mensfield: 20. yy, Yeni Zelanda. Şiirsel öğelerle süslü farklı bir düzyazı üslubu geliştirdi. Psikolojik çatışmalar üzerinde odaklanan, incelikle işlenmiş öyküleriyle kısa öyküyü geliştirdi. Maya Angelou: 20. yy, ABD. Yazarlığının, dansçlığının, oyunculuğunun ve ABD'de yaşayan zencilerin haklarını savunmasının yanı sıra onu asıl topluma tanıtan olan Bill Clinton'un göreve başlama töreninde şiir okuması olmuştur. Maeve Binchy: 20. yy, İrlanda. İrlanda feminist hareketinin ilk kadın editörüdür. İtalyanca Aşk Başkadır, Yalnız Kadınlar Sokağı, Aşk Mutfakta Pişer vb. eserleri vardır.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Margaret Mitchell: 20. yy, ABD. Yazdığı tek roman olan Rüzgar Gibi Geçti ile hem kendi dönemine hem de günümüze nam salmış olan kadın yazar. Marlo Morgan: 20. yy, ABD. Aborjinlerle doğrudan kurduğu iletişimi eserine yansıtarak edebi başarı sağlayan kadın metafizikçi. Bir Çift Yürek ve Sonsuzluğun Mesajı adlı iki kitabı mevcuttur. Nadine Gordimer: 20. yy, Güney Afrika Cumhuriyeti. Nobel Edebiyat Ödüllü kadın yazar. Yaşama Durmak, Çırılçıplak, 300 Spartalı. Nelly Sachs: 20. yy, Almanya. Eserlerinde savaşın insan üzerindeki tahribatı alt yapısıyla Tevrat ve Yahudi geleneği temalarını işledi. 1966 yılında Nobel edebiyat ödülünü Shmuel Yosef Agnon ile paylaştı. Pearl S. Buck: 20. yy, ABD. Ana adlı eseriyle Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan ABD'li ilk kadın yazardır. Sigrid Undset: 20. yy, Norveç. Eserlerinde gelenekler ve çağdaşlaşma çatışması ile dini değerleri ve kadının özgürlüğünü ele alan yazar 1928'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü almıştır.
Simore de Beauvoir: 20. yy, Fransa. Sartre'nin karısı olan yazar kadınların gördüğü baskıların bilimsel incelemesini yaptı ve modern feminizmin temellerini kurdu. Her Erkek Ölümlüdür, Uzun Yürüyüş, Yaşlılık, Pyrrhus ve Cineas, Sartre'ye Mektuplar, İkinci Cins vb. eserleri vardır. Toni Morrison: 20. yy, ABD. Afrikalı-Amerikalı Edebiyatı'nın tanıtıcısı, geliştiricisi ve sevdiricisi olan Morrison, 1993 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü almıştır. Wislawa Szymborska: 20. yy, Polonya. Polonya şiirinin en önde gelen isimlerinden olan Szymborska, 1996'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü almaya hak kazanmıştır.
Philippa Gregory: 21. yy, İngiltere, İngiliz saray tarihi ile ilg. kitaplarıyla tanınır. Boleyn Kızı, Boleyn'in Mirası vb. eserleri vardır. Sarah Jio: 21. yy, ABD. Popüler, romantik kurgu kitaplarıyla dünya çapında tanınan yazar. Böğürtlen Kışı, Gündüz Sefası, Son Kamelya, Yağmur Sonrası, Mart Menekşeleri gibi eserleri mevcuttur. Stepheine Meyer: 21. yy, ABD. Alacakaranlık Serisi, Göçebe, Bree Tanner'ın İkinci Hayatı, Cehennemde Balo Geceleri adlı kitapları vardır.
E. L. James: 21. yy, İngiltere. Grey'in 50 Tonu, Karanlığın Elli Tonu, Özgürlüğün Elli Tonu adlı kitapları vardır.
Susanna Tamaro: 21. yy, İtalya. Yüreğinin Götürdüğü Yere Git, Yüreğinin Sesini Dinle, Daha Çok Ateş Daha Çok Rüzgar, Sonsuza Kadar. Tamarro'nun eserlerinde hep bir hüzün vardır ki o da kendi yaşamından kaynaklanmaktadır.
J. K. Rowling: 21. yy, İngiltere. Bir kitap yazarak dünya milyarderi olan ilk yazar. Harry Poter Serisi, Boş Koltuk, Guguk Kuşu vb. eserleri vardır.
Suzanne Colins: 21. yy, ABD. Distopyalarıyla tanınan kadın yazar. Açlık Oyunları, Ateşi Yakalamak, Alaycı Kuş vb. eserleri vardır.
Jojo Moyes: 21. yy, İngiltere. Senden Önce Ben, Paris'te Balayı, Sevgilimden Son Mektup, Ardında Bıraktığın Kadın gibi yazdığı aşk romanlarıyla tanınmıştır.
Ursula K. Le Guin: 21. yy, ABD. Bilim kurgu ve fantazi edebiyatın en önemli isimlerindendir. Mülksüzler, Yer Deniz Serisi, Lavinia, Karanlığın Sol Eli, gibi eserleri vardır.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
TİTREYEN BALIK Mehmet ALTINOVA Onunla Eminönü köprüsünde tanışmıştık.
"Al!" dedi, "Balıkların üzerini bunla ört,
Oltayı demire bağlamış, misinanın hareket
titriyorlar. Bana elli kuruşa satılan onlu
etmesini bekliyordum. Çayımı içiyordum
mendillerin birini uzatmıştı. Tuttuğum
bu sırada. Bereketli bir gündü. Yanımda
balıklar çırpınıyordu ve o bunu insanla
da içi su dolu büyükçe leğende tuttuğum
özdeşleştirerek balıkların titrediğini sanıp
istavrit balıklarının ahenkli yüzüşlerini
üzerini bu mendille örttüğümde
seyrediyordum. Balıkların su altındaki
çırpınmanın son bulacağını zannediyordu.
parlayışları hiç de ikindi güneşinin vurduğu
Şaşırmıştım, o şaşkınla elinden küçük
güneş ışınlarından olmasa gerekti. O
mendili aldım. "Ne duruyorsun? Örtsene
parlaklık sanki "masumluğun yahut
üzerlerini..."
çaresizliğin" parıltısıydı. Kendi ten rengimle mukayese ettim. Kusursuz bir vücudum yoktu. Ya yemek yaparken kestiğim parmaklar ya dışarının pisliği bulaşmıştı bedenime, ya da soğuktan
Hâlâ bir şey yapmamıştım. Bir an kendime geldim ve "Biliyor musun? , aslında onları bundan daha sıcak tutulmasını sağlayabilirsin." dedim.
çatlamış ellerim, kusurlu vücudumu
"Nasıl daha sıcak tutabilirim? İstiyorsan
oluşturuyordu. Bu lahzaları yaşarken geldi
elimdeki tüm mendilleri verebilirim bunun
küçük çocuk yanıma.
için."
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Çok masumane düşünceydi. Elindeki
Cevap veremedim, ne diyebilirdim ki
mendillerin hepsini üst üste koyup daha
zaten. Balıkları özgürlüğe bırakmak
kalın bir mendil yapıp onların üşümesine
titreyişini ortadan kaldırmak demekti.
engel olmak istiyordu.
Şimdi Dünyanın bizim zorunlu olarak
"Hayır, daha basit bir yolu var?" dedim. "Nasıl?" diye sordu heyecanlı bir şekilde. "Onları ait olduğu yere götürmekle bu mümkün." Uzun bir konuşmanın ardından, denizin
yaşadığımız bir yer olduğunu nasıl açıklayacaktım? Bunu açıklamak kolay gibi gözükebilir ama bu kadar masumane ve gerçek hayata dair bilgisi kuvvetli fakat yaşanılan hayata dair bilgisi hiç olmayan bir çocuk vardı karşımda. Peki, bunu nasıl
yamacına geçtik ve tek tek balıkları
açıklayacaktım? Nasıl, "Küçüğüm bu
bıraktık. Her bıraktığımız balık
dünyayı yaşanması güç kılan insanlardır?"
çırpınmaktan kurtulup denizde
diyeceğim. Çocuk beni mat etmişti. Ağzımı
süzgeçleriyle yüzerek ilerliyordu. Her
kımıldatmaya karşı acizdim. Bildiklerim
bıraktığımız balık ilk bıraktığımız balığı
yalan söylemeye yetmiyordu. Küçük
takip ederek adeta bir ip gibi insanlıktan
çocuğun doğruluğu ve saflığı yalana karşı
uzaklaşıyordu. Bana sordu;
üstün gelecekti, bundan eminim. Buna rağmen bir şansımı kullanmak istercesine
"Balıklar da bizim gibi uyurlar mı?"
çocuktur bu deyip kandırmaya çalıştım;
"Evet, uyurlar, ama onlar gözlerini
"Hatırlıyor musun? Az önce olta vardı. Ben
kapamazlar."
oltayla bu balıkları yakalayıp, şu leğenin
"Niçin? Gözleri mi rahatsız, gözlerini kapatmazlarsa rüya göremezler değil mi?"
içine koydum. Ucunda onların yaşamasını sağlayan yiyecekler vardı. Balıklar o yiyeceği yedi ve oltaya takıldı. Sanırım
"Bilmem, belki göremezler." deyip "Peki,
yiyecek için heyecan yapıp şu ipe dolandı.
sen ne rüya görürsün?" diye sordum.
Ben onlara iyilik etmek isterken maalesef geri çektiğimde onlar da yiyecekle birlikte
"Uyandığımda hatırlamıyorum, unutkanım
geldiler."
sanırım ben."
"Sen iyi birisin" dedi, "Ama onlar titredi."
"Herkes unutkan sanırım, ben de hatırlamıyorum." "Herkes yaşadığı yerde üşümekten kurtuluyorsa, biz niçin üşüyoruz?" deyip "Bizim yaşadığımız yer burası değil mi?" diye sordu.
Çocuk hâlâ titrediğini söylüyordu. Onları zorla evlerinden, ailelerinden kopardığımı düşünüyordu. Belki de benim bir vahşi olduğumu bile düşünüyordu. Eve tuttuğum balıkları da götüremeyecektim. Yine sebze yiyecektim sanırım. Bu çocuk sıradan bir
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
çocuk değildi. Her şeyin bilincinde olan bir
demek oluyordu bu? Benim peşimden gel
çocuktu. Üstüne başına baktım, sıradan
mi demekti, yoksa kendini önüne al ve
elbiseler vardı. Aylak aylak dolaşan
düşün, " Ben ne yapıyorum?" mu demekti.
sıradan bir çocuk... “Kimi kimsesi yok mu?” diye geçirdim içimden. Çocuk, birden havaya baktı. Sonra kollarına dokundu. " Hava soğudu." dedi. Hakikatten ikindi vakti gelmiş, güneş kızgınlığını kaybetmişti. Oltasını
Ben acaba onun içinde vahşi bir insan olarak mı kalmıştım? Bilmem, umarım öyle olmamıştır. Ben vahşi değilim, bir masum hiç değilim. Adem'den miras kalan bir günah var üzerimde. “Biz bu dünyaya ait değil miyiz?”
toplayanlar, tuttuğu balıklarla birlikte evin
diye sorgulamaya başladım. Niçin
yolunu tuttu. Çocuğun etrafına baktığını ve
titriyoruz bu kalabalık alandan. Nerede
onlara öfke duyduğunu fark ettim. Elindeki
bizim denizimiz, bizi salıverebilecek kişiler
mendillerin oradaki insanlara
nerede? Var mıdır aramızda bu çocuk gibi
yetmeyeceğini bildiğinden onların yanına
masum? Bu masum çocukların diyarı
gitmemiş, gözüne kestirdiği ilk kişiye -yani
nerededir? Biz nasıl bir balık gibi olabiliriz?
bana- gelmişti. Amacı belli ki en fazla
Kim yüzünden titrek bir hâl aldık? Bize bir
balığı onun deyişiyle titremekten
mendil uzatacak var mı?
kurtarmaktı. Nihayet amacına da ulaşmıştı. Benimle birlikte rıhtıma gelip tek tek balıkları ait olduğu yere bıraktı, bunun üzerine de mutluluk duyuyordu. "Gitmem gerek benim." dedi birden. Havadaki güneşe bakması ve kollarına dokunmasının sebebi bu olmalıydı. Bir şey diyemedim, ne diyebilirdim ki? Kendisi gelmişti, kendisi gidecekti. Tanışmamıştık da çok fazla. Birkaç balığın yaşama döndürmesini sağlamıştı. Onun mutluluğuyla içini doyurmuştu. Giderken; "Balıklara yem verirken dikkatli ol, canlarını acıtma!" dedi. Gölgesi arkasına düşmüş adeta bir kızın elbisesinin kuyruğu gibi olmuştu. Benim de gölgem önüme düşmüştü. Ne
Ah be çocuğum ne yaptın bana? Beni bu dertlerle bırakıp gittin. Elveda çocuk, elveda...
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
SEYR Ü SÜLÛK Kimini cennete götürür ölüm meleği, Beni cennete getirdi melekler meleği. Cennet toprağından sütümü emdirdi, Asırlık çeşmelerinden susuzluğumu dindirdi. Bayramlığımı ihtiyar hanlarından giydirdi, Öyle bir Firdevs ki sanki anamın aksi. Bir dağı var ki heybetli mi heybetli, Başında dumanlar derin düşünceli. Güven verir insana ürkütür de kimi, Bu cennetin uludur dağı babamın aksi gibi. Her köşesinde anılarım gömülü gibi gizli gizli. Misal; şu köşede yuvarladım elimdeki misketleri. Sokakları, caddeleri avucumun içinde çizili, Bu şehir oyun arkadaşım sanki kardeşim gibi.
Nesliyar II Sükûtla başlıyor lafz en derin mana, Merhaba ey canımın cananı gül-i rana. Yüce bir kapıdan gel kon bu dergaha, Açılsın kapılar biz bir olup gidelim Şaha. Sanat bu, her yönüyle ihtişamlı, Sözün büyüsü besliyor neşriyatı. Gönül ummana talip bir söz erbabı, Kalem sahibi Çalabından ister Nesliyarı. Nefsi mutmain olmuş yüce bir kul, Onunla hayat her an koca bir okul. Dünya nelerden ibaret bir rüya, Bir hırka bir lokma gayrı beklediğimiz yoktur. Bak yine beni besliyor Nesliyar, Şehriyar kapısından gül kokusu geliyor. Yar okuyor hem de gül kokuyor, Bal tadında şiirlerden özü miske benziyor.
Geceleri koynuna aldı beni , Gündüzleri ışıl ışıl sevdalı her yeri. Kar beyaz bedeni, yemyeşil gözleri, Öyle bir güzel ki görse kıskanır huri.
Gün geçiyor vasl-ı zaman, Biz de bilmiyoruz ne zaman. Rabb’e hamd ettik verdi aman, Hal ehli, dil ehli, bir de Süleyman.
Toprağına sarınmak ölüm değil ki, Bebeyken beşiğim olan ovana gömerler beni. Başımda karlı Uludağ mezar taşım misali, Varsın yazmasınlar üzerine ismimi!
Can-ı canan bir gül bir de han, Bildik ki aşığa vuslattır dehan. Aziz ve muhterem bir gül-fam, Günün sonunda gelecek sultan...
Süleyman ERKUT Serhan DEMİR
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ
Kübra TARAKÇI
Yine yeniden merhaba...
Yine yeniden merhaba... Bu ayki rotamız Baltık'ın Venedik'i St. Petersburg St. Petersburg; Rusya'nın ikinci, Avrupa'nın dördüncü büyük şehri. Baltık Denizi kıyısında, Neva Nehri üzerinde yer alan 42 adanın üzerine kurulmuş ve köprüler ile birbirine bağlanmış, 1703 yılında Büyük Petro tarafından Rus Çarlığı'nın Avrupa'ya açılan kapısı olarak kurulmuş. Bu şirin Rusya kentine gitmemiz de şöyle gerçekleşti: Uzun Avrupa turundan sonra büyük bir boşluğa düşmüştük. Türkiye'ye dönmemize de daha vardı. “Ne yapsak?” diye düşünürken Rusya -Türkiye arasında vizenin kalktığını öğrendik ve ardından kendimizi otobüs terminalinde bulduk.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Letonya'dan Rusya yaklaşık 14 saat. 14 saatin bir an için hiç bitmeyeceğini sanmıştım. Güzel olan bir şey vardı ki o da Avrupa'nın diğer ülkelerinde olduğu gibi "others" bölümünden geçmek zorunda kalmamış olmamızdı. Vize problemimiz olmadığı için çok havalıydık :) Yine her zamanki gibi hosteli bulmak çok zor olmuştu. İmdadımıza her zamanki gibi Mc. Donald's yetişti. Navigasyon yardımıyla hosteli bulduk. Daha sonra kısa bir uykunun ardından şehri gezmeye başladık... St. Petersburg'un en önemli caddesi Nevski Prospekt. Bu şehir birçok ilginç yönüyle bizi etkiledi. En ilginci de Kiril Alfabesi'nin kullanıldığı tabelalar. Diğer ülkelerde görmeye alışık olduğumuz Burger King, Starbucks gibi markaların hepsi Kiril harfleri ile yazılı. Letonya ile de birçok farklılıkları vardı. Örneğin Letonya'da kafelerin birçoğu akşam 8'de kapanıyorken St. Petersburg'da sabaha kadar açıktı. Biz kışın gittiğimiz için maalesef şu meşhur "Beyaz Geceler”e şahit olamadık. Şahit olamadığımız bir diğer olay da meşhur köprünün gece yarısından sonra açılma olayı... -15 °C'da saatlerce beklememize rağmen artık bizim şanssızlığımızdan mıdır bilinmez bir türlü köprü açılmadı. St. Petersburg aynı zamanda bir edebiyatçıya çok farklı duygular uyandıran bir şehir. Adımlarımı attığım o sokaklarda kimler kimler yürümüş... Kimi sokaklarında gezerken şiir yazmaya karar vermiş, kimi sokakta gördüğü kadına aşık olup roman yazmaya... St. Petersburg, Dostoyevsky’nin romanlarında ve Pushkin’in şiirlerinde bahsi geçen bir kent. Dostoyevsky, St Petersburg için, “Dünyanın en sakin kenti” der. Malaya Morskaya Ulitsa adlı sokak, Dostoyevski, Turgenyev, Çaykovski ve Gogol’un yaşadığı, hatta Bir Delinin Hatıra Defteri’nin yazıldığı sokak. Sanat dünyasının bu önemli sokağı 100 kg saf altın kaplı kubbesiyle kentin önemli simgelerinden olan Aziz İshak Katedrali'ne çıkıyor. Dünyanın en büyük kubbelerinden birine sahip olan Rusya’nın ana katedralinin içi heykeller, parlatılmış taşlar, resimler, mozaikler ve özel camlarla kaplı. Bu şehrin en önemli yapısı Hermitage Müzesi. İçinde 3 milyon eserin olduğu müzeyi Pazartesi günleri hariç gezebilmeniz mümkün. Öğrencilere giriş ücretsiz :) Admiralteysky‘de bulunan St. Isaac Katedrali ise şehrin görüntüsüne renk katan, altın ve granitten yapılma bir kubbeye sahip.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Saray Meydanı da yine görülmesi gereken yerlerden biri. Kışlık Saray ve yarım daire şeklindeki bakanlık binalarıyla çevrili meydanın merkezinde 1812 yılındaki savaşa ait 42,5 metre yüksekliğiyle dünyanın en yüksek sütunu olan Alexander Sütunu var. Pisa nasıl Pisa Kulesi ile Venedik nasıl kanalları ile bütünleşmişse St. Petersburg'da Voskresenia Khristova Kilisesi ile bütünleşmiş. Bu kilise ile bir fotoğrafınız yoksa St. Petersburg'a gitmiş sayılmazsınız. Burada olan en önemli olay ise Rus Çarı II. Alexander'ın öldürülmesi. Rus çarı, bu kilisenin yakınında suikast sonucu öldürülmüş. Bu nedenle, öldürüldüğü yere bir anıt dikilmiş. Vee gece muhteşem ışıklandırması ile beni büyüleyen Saint Peter ve Paul Kalesi. Kale ilk olarak İsveç ordusu ve donanmasına karşı savunma amaçlı planlanmış, fakat kalenin yapımı bitmeden Rus orduları İsveçlileri mağlup etmeyi başarmışlar. Kale tamamlandıktan sonra askeri garnizonun bir parçası ve siyasi mahkûmlar için hapishane olarak kullanılmış. Hapishanenin ünlü mahkumlarından bazıları Peter’in kendi isyankar oğlu Alexei , Dostoyevski, Gorki , Troçki ve Lenin'in ağabeyi Alexander'dır. Katedralin kubbelerinden birinde bulunan sütunun tepesinde altın kaplı Haç Tutan Bir Melek figürü vardır ve bu sütun 404 metre yüksekliği ile şehrin en yüksek yapısıdır. Genel bir değerlendirme yapacak olursam; St. Petersburg'a gitmeden önce bazı korkularım vardı. Söylentilerden dolayı Rusların çok tehlikeli olduğunu düşünmüştüm. Bir de Letonya'daki Rusları düşünce bu söylentilerin doğru olabileceği ihtimali daha çok korkutmuştu beni. Ama bu korkularım yersizmiş. Zorlandığımız bir diğer konu da insanların İngilizceyi kullanmamalarıydı ama mutlu bir şekilde Letonya'ya döndüm. Evet, biraz soğuk bir millet olabilirler yine de Letonya'daki Ruslarla çok farklılar. St. Petersburg'da görülmesi gereken o kadar çok yer var ki belki de biz bu kısa gezimizde sadece şehrin yarısını görebildik. Umarım bir daha bu güzel şehre yolum düşer eksik kalan parçaları da tamamlama imkânı bulurum.
“Dondurucu bir Şubat akşamüstünde eve dönüyordum.(...) Daha çok gençtim. Neva’ya geldiğimde bir an duraladım ve bu nehrin akıntısına dalıp gittim. Gece kente yavaş yavaş iniyordu. Bir anda bütün bir dünya, içinde oturan yoksul-varsıl bütün insanlarıyla ve o izbe konut, lüks konak ve saraylarıyla birlikte, bir düşteki büyülü hayaletlere dönüştüler. Ve birden bütün bu hayal ve düş evreni, aniden gökyüzlerinin o mavi alacakaranlığında buharlaşıp kayboldular. Anlatılmaz bir ürpertiye kapıldım. O kısacık sürede kalbim ani bir kan hücumuyla dolup taşar gibi oldu. İçimde ne tür tuhaf bir düşüncenin kıvılcımlaşıp parladığını pek anımsayamıyorum. Yalnız anlayabildiğim tek şey vardı; o da o ana dek içimde yalnızca kıpırtısını hissettiğim ama bilincine varamadığım bir şeyin varlığını olanca gücümle sezinledim Dostoyevski
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KÖTÜ BİR YAŞANTI FAKAT İYİ BİR OYUN
İLHAM Bir nar ağacı,
-1-
Ya da bir ceviz,
Ar çocuklarının giydiği giyotin,
Sarılıyor altında gölgelerimiz.
Bir kaltabanın vicdanını doğuracak.
Bir kuş, yavrusuna gebe kalıyor şu an.
Açıp ellerimi sığındım bulutlara, Yetiş ey saka; Yusuf boğulacak! Elifi, vav kılan gözyaşını; Ne bâbeyne varamayan bir şâirin hecesi, Ne tespihinde kandil yanan bir âlimin neçesi, Ne de notaların güldüğü kırık camlar gecesi
Ve bir arı şimdi topluyor en iyi mahsulünü. Amansız fışkırıyor göğsünden Kırmızı karanfiller, Ve adı konmamış çiçekler, Ölümsüz kelebekler...
Avucundan yudumluyorum az biraz zemzemi. Bundandır ki;
Anlatamayacak.
Bir kuzu doyuyor annesinin sütüne.
Sen değilsin kafder, aynaların gülmüyor.
Merhem dilinden dinliyorum, Bilmediğim bir türküyü.
Bir ihtimal dengen, bir isyan giysin. İşte bundan;
Ve şimdi göğsüne sunulan hilat,
Uykusunda gülümsüyor bir bebek.
Eski bir üzüntüden sanrıdır. Öyle acı ki; Chaplin kul olsa da Şarlo'ya göre Tanrıdır. Bahtiyar TEKİN
Kirpiklerine salıncak kurmuş da sallanıyor, Nâmını bilmediğim güzel bir çocuk, Şimdi uçuruyor gözlerine yeşil uçurtmasını. Ben ilham koydum adını.
Begüm ÇALIŞKAN
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Savaşın Çocukları Gökyüzünün saflığını, denizin berraklığını alan, içlerinde en ufak bir nefrete yer vermeyen çocuklar nasıl olur da ellerindeki sapanlarla ağaçlardaki elmaları vurarak yere düşürmek yerine, bir insanı hedef alarak vurabilir? Doğdukları günden beri güneşi kara bulutlardan arınmış bir şekilde nasıl olur da göremezler? Çünkü onlar ana rahminden itibaren savaşla büyümüş çocuklardır. Savaşın tam ortasında, çığlıkların tam yüreğinde doğan çocuklar, doğdukları günden beri ellerine ne bir balon alıp rahatlıkla uçurabilmişlerdir ne de ağızlarında elma şekerinin tadını hissedebilmişlerdir. Ne kadar acıdır ki anne karnından çıktıkları andan itibaren gaz bombasının kokusuyla ciğerlerini doldurmuşlardır. Bir kere bile olsun doya doya çimlerde yuvarlanamamışlar, salıncaklarla gökyüzüne değememişlerdir. Bir çocuk bir ses işittiğinde kalbi çarpıyor, elleri titriyorsa ve eli direk belindeki sapana gidiyorsa, bilinsin ki o çocuk savaşın çocuğudur. Beyaz onlar için ulaşılması güç olan bir renk, siyah ve kırmızı ise bedeninin ten rengidir. Bir çocuk babasını kahraman, annesini ise prenses olarak görür. Öyle ki savaşın ortasında ki çocuklar babasını hiç tanımamış ve annesini babası olarak benimsemiştir. Onlar için aile kavramı okyanusun dibi kadar uzaktadır. Dokunulması zordur ve çocuklar içlerindeki alevi söndüremeyen tek varlıktır. Çocukken çektikleri acılar, büyüdükçe bedenlerinin derinliklerine işler ve bir ömür boyu onunla yaşamaya mahkum bırakılırlar. Savaşın çocuklarına verilebilecek en iyi armağan onlara barışı hediye etmektir. Çünkü barışın içinde elma şekerleri, prenses anneler ve kahraman babalar, beyazlar, rengarenk vurulmamış uçurtmalar, sevgi, mutluluk ve bir avuç gülümseme bulunmaktadır.
Hilal AKARSLAN
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Güle Meftun İnsan, ince tabiatı gereği latif olan varlıklara hep ilgi duymuştur. Çiçekler de bu latif varlıkların başında gelir. Güzellikleriyle daima güzel olan tarif edilir. Özellikle doğaya hayran Türk insanı, "yaratılan her şeyde Rabb'i görmek ve her şeyi o yarattığı için sevmek" düsturlarını benimsemiş İslamiyet ile tanışınca canlı olan çiçeklere daha çok değer vermiştir. Günlük hayatta yakaya takılan çiçekler asılı durduğu yakanın sahibi hakkında nasıl sessiz bilgi veriyorsa klasik şiirimizde beyitlerin bir köşesine iliştirilmiş çiçekler de kendisiyle ilgi kurulan varlık yahut nesne hakkında öyle bilgi verir olmuş. Böylelikle insan hayatına konuşma dili, hal dili derken çiçeklerin dili de gelip yerleşmiştir. Berrak su gibi gönlün aktığı bir başka toprak yaratılışıyla yine toprağın nimeti olan çiçekler ile seslenilmiştir. Nesrin, yasemin, nesteren hep sevgili demek olmuştur ve çiçeklerin padişahı gül... Gül, Divan Şiiri'nde çok bilinmesi, güzelliğiyle hemen göze çarpması, her yerde yetişmesi, görünümünün yanında dokunma ve koku alma duyularına da hitap etmesi, Allah'ın mutlak güzelliğine telmihi ve Hz. Muhammed, Hz. Yusuf, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin gibi sevgi duyduğumuz din büyüklerinin simgesi olmasından dolayı şöhret basamaklarını bir bir tırmanırken onu bu yolculuğa sürükleyen etmenler halk arasında söylenmiş durmuştur.
Nihat Sami Banarlı bir anısını şöyle anlatır: "Doğu Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden İstanbul'a, Ankara'ya ve başka büyük şehirlere akın eden halkımız var. Bunlar ailece gelip apartmanlarda kapıcılık, iç hizmetleri ve başka işler yapıyorlar. Adlarını öğreniyorum. Bilhassa kadın isimleri dikkatimi çekiyor. Gül, Gönlügül, Yazgülü, Gülşah, Güldalı, Güldane, Gülizar, Kırgülü, Gülbeyaz… Hatta erkek adı olarak bazen: Gülbey. Bu güllü isimlerin, bu Anadolumuzu gül bahçelerine çeviren güzel adların, bu derece ısrarla niçin konulduklarını ben biliyorum. Ama yine de bilmezlikten gelerek soruyorum: -Sizin oralarda gül bahçeleri çok olmalı... Köy evlerinin bahçelerinde çok mu çiçek yetiştirirsiniz? Adı Güldalı olan kadın cevap veriyor: -Hayır bey, bizim oralarda çiçek bahçesi ne gezer? Biz toprağı tarla diye kullanırız. -Peki kızlarınıza bu kadar çok ve bu kadar güzel gül adlarını yoksa "gül" e hasret duyduğunuz için mi koyuyorsunuz? -Hayır bey, bizim hasret duyduğumuz başkadır. Bizim oralarda inanılır ki gül, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in remzidir." Rivayete göre Miraç gecesi Hz. Peygamber'in mübarek vücudunda oluşan terler yeryüzüne düşünce ter damlalarının düştüğü yerlerde kırmızı güller bitmiştir. Bu inanışladır ki tasavvufi şiirlerimizde gül demek, Habibullah demektir. Yunus Emre bir beytinde şöyle der: “Gül Muhammed deridür, bülbül onun yâridür Ol gül ile ezeli cihana bile geldüm”
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yine rivayet edilir ki Hz. Abdullah'ın alnında duran nuru gören kadınlar onunla evlenebilmek için birbirleriyle yarışırlar. Nur ne zaman ki Hz. Amine annemizin alnına geçer o zaman anlarlar Abdullah'ın zevcesini seçtiğini. Arap delikanlıları ise Amine annemizin alnındaki nuru gördüklerinde "Keşke Amine'yle ben evlenseydim." derler. Hâlbuki onun güzelliği nur-ı Muhammedi'dendir. Peygamber Efendimiz doğunca da nur onun alnına geçer. Bir mecliste Hz. Yusuf kıssası anlatılırken orada bulunan Hz. Aişe validemiz, Peygamber Efendimiz'in eşsiz güzelliğini ve ona olan hayranlığını "Mısırlı kadınlar Yusuf'un güzelliği karşısında ellerini kestiler. Benim efendimi görselerdi o bıçakları kalplerine saplarlardı." diyerek anlatır. Yaman Dede, o gül-i rana karşısında coşan gönlünü Nat-ı Şerif'inde: “Sen aşk-ı Huda hüsn-i Huda lutf-u Huda'sın Hallak-ı cemalin gülü gülzarı Muhammed” methiyelerini düzerek dizginleyebilmiştir. Fuzuli, bir daha onun gibi bir gül gelmeyeceğini Su Kasidesi'ndeki ; “Suya virsün bağban gülzarı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün teg virse bin gülzare su” beytiyle dile getirmiştir.
Hz. Peygamber'in "gülden de öte" yüzü öylesine güzeldir ki sadece inanan gönülleri değil bülbülleri de etkilemiştir. Böylelikle şairlerimiz "gül-bülbül" mazmununa ulaşmıştır. Gül daha gonca iken bülbülün dikkatini çeker. Bülbül, gece gündüz gülün etrafında şakır. Fakat gonca bir türlü açılmak bilmez. Bülbülün artık sabr u kararı kalmaz, bir sabah vakti goncaya doğru uçar ve dalına konar. Ne var ki garip bülbül dikenden habersizdir. Ayağına batan dikenler kendisini de goncayı da kana boyar. Rivayet edildiğine göre o güne kadar renksiz olan gül o günden sonra kırmızı olarak açar. Bülbül ise vuslatı ölümde bulmuştur. "Beni isteyen bulur, bulan tanır, tanıyan sever, seven âşık olur. Bana âşık olana ben de âşık olurum. Ben kime âşık olursam onun canını alırım. Kimin canını alırsam, diyetini de üstüme alırım." nidası bilmem açmış mıdır o zaman bülbülün kanlı gönlünü. Bilmem bugün de saba yelinin baharda kırmızı gülü açması gibi ferahlatıyor mudur âşıkların içini bu hadis-i kutsi. Gül, görülen o ki en sevilen olarak, kimi zaman Allah (c.c.) kimi zaman da Muhammed Mustafa (s.a.s.) olarak nitelenme şerefine erişmiş güzide bir çiçektir. Âşıktır, maşuktur hatta aşkın ta kendisidir. Bizler de aşk dininin müntesibiyiz vesselam. Gelin Ahmedi'ye can kulağımızı verip dinimizin ilk şartını öğrenelim: “Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidür Ahmeda durma yüzin sür kademine o gülün”
Hatice Türk Kaynaklar: Nihat Sami Banarlı, Türkçe'nin Sırları, s.186, İstanbul,1975 Prof. Dr. İsmail Çetişli, İslami Türk Edebiyatı Sempozyumu
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kampüste Tiyatro Var! Uludağ Üniversitesi Oyuncuları yine sahnede… Mart ayında, Wajdi Mouawad’ın yazdığı ‘’Yanıklar’’ adlı oyunla seyirciyle buluşmuştu topluluk. Prömiyere ilgi oldukça fazlaydı. Salon dolup taştı, seyirci iki perdelik oyunu hiç sıkılmadan, soluksuz izledi. Bir anne, annenin çocukları ve geçmişe yapılan bir yolculuk… Savaş, acı, nefret ve aşk ile örülü bir hayat… Oyunda bir annenin, bir kadının son vasiyetini yerine getirmek için ikiz kardeşlerin Ortadoğu’ya yaptıkları ve onları trajedinin ortasına düşüren yolculuğu izliyoruz. Gerilimin yavaş yavaş arttığı oyunda nefret ve aşk birbirine karışıyor ve birbirinden besleniyor adeta. Topluluğun asıl dikkat çekmek istediği nokta ise ‘’Kadın’’ konusu. Yanıklar oyunu ile bu soruna öyle güzel parmak basılmış ki; itilen, hor görülen hatta insan olarak hiçbir değeri olmayan kadınların nasıl bir acı ile yoğuruldukları gözler önüne serilmiş. Gelelim yine dolu dolu olan tiyatro festivaline. Bu sene dokuzuncusu düzenlenen Uludağ Üniversitesi Oyuncuları Tiyatro Festivali 6 - 15 Nisan tarihleri arasında kampüsü renklendirecek. Amatör ve profesyonel tiyatro topluluklarının katılımı ile gerçekleştirilen festival ücretsiz olup dokuz gün sürecek. Tiyatro ile soluk almak isteyenlere iyi seyirler dilerim. Uludağ Üniversitesi Oyuncuları hakkında kısa bilgi: 1982 yılında Fransızca Bölümü’nden Prof. Dr. Hasan Anamur ve arkadaşları tarafından kurulmuş olan topluluk, üniversitenin en köklü tiyatro topluluğudur. Sonrasında ise her yıl en az bir oyun çıkararak bu yıla kadar ayakta kalmayı başarmıştır. Eğitmenlerini de kendi içinden çıkararak aktarım yoluyla, amatör ruhla yoluna devam ediyor Uludağ Üniversitesi Oyuncuları. Topluluğa kayıt olduktan sonra üyeleri yaklaşık 4–5 ay süren bir eğitim bekliyor. Tiyatro tarihi başta olmak üzere teorik bilgilerin yanında, temel oyunculuk eğitimi, sahne duruşu, mimik, diyafram gibi kavramlar öğretiliyor.
Sultan Demirtaş
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yıllar Öncesinden Gelen Mektup “Merakımı tütünüyle dürdüğüm, Vefa olup kağıdına girdiğim, Hasretimle beleyip de sardığım sigaram... Zehir de olsan, İnsanların ihaneti kadar acı değilsin” (1948) Kapıyı yavaşça aralayarak odaya girdim. İçerideki uhrevi hava, loş aydınlık, yaşanmışlığın verdiği o hoş koku kaçmasın diye hemen kapadım kapıyı ardımdan. Dört duvarı da kütüphanelerle kaplı bu odada bir zamanlar çeşit çeşit romanlar, ansiklopediler, dergiler, ilmi kitaplar tek tek karşılıyordu içeri gireni. Şimdi bu boş tahta raflar, onlarla konuşan, her gün selamlaşan dedem gittiğinden beri yalnız, öksüz... Tozlu kütüphaneye gençlik yıllarının fotoğraf albümüne bakan bir yaşlı gibi hasretle, hüzünle baktım. Canlandı eski halleri gözümde. Kapakları açtım. Bıraktıkları koku duruyordu hala. O sırada rafların karanlık köşelerinden birine sıkışmış bir zarf ilişti gözüme. Merakla uzanıp aldım. Arka yüzünü çevirip baktım. Dedem adına Erzurum’a gönderilmiş zarftan sararmış, yıpranmış kağıdı çıkarıp hemen okumaya başladım. Sağ üst köşesine “29 Ekim 1972 Londra ”diye tarih düşürülmüştü. “Azizim Zahid”* hitabıyla başlayan satırları okumaya devam ettim: “Dün akşamüzeri Londra denilen bu azîm, siyah çehreli şehre ayakbastım. Vaktiyle kalmış olduğum oteli sahiplerine kadar değişmiş buldum... Memleketten dün sabah ayrıldım. Bugün oraya ait her şeyin özlemi içindeyim. Cebimde kalan Türk paralarını dahi okşuyorum. Nasıl okşamam ki...”
A. Bengisu AKDAĞ
Bir an hüzün duyarken içimde, dudaklarımda hafif bir tebessüm de belirdi. Zihinde o anda teşekkül edip yazıverildiği anlaşılan bir beyitle devam edilmişti satırlara: “Gözümde tüttü efendim; gözümde İstanbul, Ecelle ülfete tâlib, gönülse Londra’da” Her satırı hisli ve edebi olan bu mektubu okumaya devam ettim. Ön sayfaya sığdırılamayan son birkaç cümle eklenivermişti arkaya. “Bu kadar gevezelik kâfi. En yakın zamanda dönmeyi umut ediyorum. Tabii Allah izin verirse.” Sözleriyle son verilmişti yazıya ve hemen altına da isim eklenmişti:
“Kaya Bilgegil”
Bir an duraladım. Tekrar okudum. Aynı isim. Evet, bu satırlar Kaya Bilgegil’e aitti. Derslerimizde kitaplarına çalıştığımız, makalelerini okuduğumuz büyük edebiyatçı, dilci, şair, ilim insanı... “Yüz kere dünyaya gelsem yine edebiyat muallimi olmayı isterim” diyen mesleğine aşık bir profesör.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kaçımız tanıyorduk kültür ve edebiyatımızın mihenk taşlarından olan Bilgegil hocayı? Ne kadar tanıyorduk? Önceleri öğrencisi sonrasında profesör olan Şerif Aktaş hocasını şu satırlarla anlatmıştı: “Erzurum’da bir Kaya Bey vardı. 19987’de ebediyete intikal etti. ‘Rahle-i tedris’inden geçen öğretim üyeleri Türkiye’nin her bir üniversitesinde hizmet vermekte; onunla ilgili anılarını yâd ederek görevlerini yerine getirmekte...” Yine onun izinden bir diğer öğrencisi de Hocayı kendisinden korkulan fakat yine de gölgesinde huzur bulunan bir baba, gönlünü de kim olursa olsun herkesin yer bulduğu ‘büyük bir sahra’ olarak tarif etmişti. Kaya Bilgegil ardında bıraktığı dille, edebiyatla ilgili eserleri ve yetiştirdiği öğrencileriyle “Türk edebiyatı ve dil bilim dünyamızın Cumhuriyet tarihinde yetişmiş dilcileri arasında asla unutulmayacak ve öğrencilerinin hafızalarında daima yer
Fotoğraf: Aybige Akdağ
edecek, yaşayacak ve yaşatılacak” bir hocaydı. “Bir milletin dilini bozmak; kaleleri yıkmaktan daha tehlikelidir” diyen Kaya Bilgegil bu edebi mektubu yazarken tam on beş yıl sonra yine bir Ekim soğuğunda dünyaya veda edeceğini nereden bilebilirdi? Arkadaşının kendi kitaplarıyla çalışan Türk dili edebiyatı öğrencisi bir torunu olacağı, kilometreler ötesinden, yıllar öncesinden gelen bu mektubun bir gün o torunun eline geçeceği nereden aklına gelirdi? Mektubu katladım tekrar iz yerlerinden. Geri koydum yırtılmış, sararmış zarfının içine. Kütüphanenin tozlu, karanlık köşesine bırakıldığı yerine geri yerleştirip kapattım dolabı. Ağır ağır kapıya doğru gittim. Geri dönüp bir kez daha baktım boş raflara. İçerideki uhrevi hava, loş aydınlık, yaşanmışlığın verdiği o hoş koku ve bir de Kaya Bilgegil’in anıları kaçmasın diye hemen kapadım kapıyı ardımdan...
E-Dergiciliğin Hakkını Veriyoruz! İncir Çekirdeği Her Yerde!
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Afra Nur Akkayalı
BEYAZ PERDE’den Değerli İncir Çekirdeği okurları bu ay da size vizyondaki filmleri tanıtalım dedik. İşte bu ay gösterimde olan filmler… The Imitation Game: Enigma II. Dünya Savaşı Nazi Almanyası'nın hâkimiyetinde birden çok cephede çok çetin biçimde devam etmektedir. İngiliz İstihbaratı tüm yoğun çabalarına ve yüzlerce kişiyi çalıştırmasına rağmen Almanların kullandığı Enigma şifreleme sistemini çözmeyi başaramamıştır. Almanların çok gizli bir biçimde şifrelediği bu yazışmalar, İngilizlere ve müttefiklerine çok ağır kayıplara mal olmuştur. Çözüm olarak İngiliz hükümeti Deniz Kuvvetleri Komutanlığı çatısı altında ülkenin en iyi şifre çözen beyinlerini ve kriptoloji uzmanlarını toplar. Bu isimlerden biri de farklı çalışmalarıyla tanınan ve kendi yöntemlerinden ödün vermeyen genç profesör Alan Turing'dir. Turing'in ekibe katılması dengeleri alt üst edecek ama o güne kadar hiç denememiş büyük çaplı bir girişimin de kapısını aralayacaktır. Ünlü İngiliz matematikçi Alan Turing'i filmde Benedict Cumberbatch canlandırırken kendisine Keira Knightley, Matthew Goode, Rory Kinnear ve Allen Leech eşlik ediyor.
Danny Collins Orta yaşlarını geçmiş olan dünyaca ünlü müzisyenin, gerçek hayat hikayesinden yola çıkılarak oluşturulmuş öyküsünü perdeye aktaran film; Danny adındaki bir rock yıldızının geçmişi ile olan samimi yüzleşmesini konu alıyor. 70´li yıllarda epey popüler ve yetenekli bir rock yıldızı olarak nam salan Danny, oldukça çılgın bir hayat yaşamış, kendisine sunulan bu hayatın tüm olanaklarını sonuna kadar kullanmış ancak artık bütün o parıltılı ve albenili günleri geride bırakmıştır. Menajeri John Lennon tarafından kendisine tam 40 yıl önce yazılmış olan bir mektup eline ulaştığı gün, son kez beste yapmaya ve geçmişte hem yapmay fırsat bulamadığı hem de yapmaktan pişmanlık duyduğu şeyleri telafi etmeye karar verir. Bir yandan ailesiyle arasında gevşeyen bağları güçlendirmeyi hedefleyen Danny, diğer yandan da kaldığı oteldeki görevliyle yakınlaşmaya başlar.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Selam Bahara Yolculuk Senaryosu gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılarak yazılan 'Bahara Yolculuk' filminde, Türkiye’den yola çıkarak Kırgızistan topraklarına uzanan, umut dolu yeni bir hikaye yazmak isteyen gönüllü bir öğretmenin yaşam mücadelesi beyazperdeye taşınıyor. Bu zorlu mücadelede tanıştığı yeni insanlar, gurbet ve iç içe geçen yaşam öyküleri filme aktarılıyor. 'Bahara Yolculuk' bambaşka insan manzaralarına ev sahipliği apan sımsıcak bir yol filmi. Çekimleri Türkiye'nin yanı sıra Kazakistan ve Kırgızistan'da gerçekleştirilen filmin yönetmenliğini Hamdi Alkan üstlenirken dram türündeki yapımın başrollerinde Aslıhan Güner, Gürol Güngör, Merve Sevi ve Mert Yavuzcan yer alıyor. Filmde rol alan Türk oyunculara Mıktıbek Apazov, Egemberdi Bekboliev, Nazira Aitbekova gibi Kırgız oyuncular da eşlik ediyor. Filmin senaryosu Erkan Çıplak'a, müzikleri ise Yücel Arzen'e ait.
Kaçış 1950 Mustafa on yaşından beri (1950) gazetelere yazı yazan çalışkan bir çocuktur. Dönemin Bulgaristan'ında yaşayan her Türk ailesi gibi onun ailesi de sefalet içinde yaşamaktadır. Henüz on yaşındayken Zeynep' e aşık olur. Küçük yaşından beri cennet vatan olduğu anlatılan Türkiye' ye gitmek ister. Fakat askerlik döneminde Bulgaristan Askerî kurallarını çiğnediği için turist olarak bile Türkiye'ye gitmeleri yasaklanır. Askerden geldikten sonra Zeynep ile evlenir ve bir kız çocuğu olur. Anne ve babasını kaybettikten sonra Bulgaristan'ın baskılarına katlanmak için bir nedeni kalmaz. Askerde tanıştığı Fehim ve Ramazan ile sürekli görüşür. Türkiye, hiç görmemiş olsalar da onların düşlerini süslemektedir. Sonunda bir planda karar kılarlar ve yürürlüğe koyarlar. Plana göre Mustafa'nın eşi Zeynep ve kızları önden turist olarak gidecek, Mustafa ise onları yolcu ettikten sonra tehlikeli yollarla Türkiye' ye girmeye çalışacaktır.
Nisan’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
MİSAFİR KÖŞESİ
ALBATROS NEHRİ KIYISINDA Sisliydi hava... Ortasından Albatros Nehri'nin geçtiği bu yağmurlu ormanda, oturuyordum iğne yapraklı bir ağacın altında. Nehirle birlik olmuş çıplak ayaklarımla toprağı okşuyordum. Bazı anlar farkında olamadan giydiğim tüm yapaylıkları çıkarıyor, o en sevdiğim beyaz elbisemi giyiyordum yağmurlarla. Toprak anaya teslimiyetimi sunarcasına saygıyla eğiliyordum karşısında. Sanki içimde, sayesinde büyüyüp gelişen çiçek bahçelerim var. Anlamını o zamanlar pek bilemediğim göğe maya çalma denemelerim olduysa da oturduğum sarp ve yosunlu kayalıklarda, adını Albatros koyduğum nehrin mavi sularında yıkıyorum parmaklarıma bulaşan son kir kalıntılarını inatçı bir tavırla. Biliyordum, insan hiçbir zaman geç kalamazdı göğe bakmakta. Hem, kime ne yüreğimin eski zamanlardan kalma tahta kapıları aralıksa sonuna kadar, kayıpsa anahtarları, sarmışsa üzüm yaprakları duvarlarımda asılı duran renkli kalabalığı? İzin verdiğim tüm aralıklar, eteklerimi toplayıp buğday tarlalarına koşabilmem için oradalar. Salınırken saman sarısı dalgalı saçlarım rüzgarda, burnumdayken çiçeklerimin kokusu hala, parmak uçlarımda dengede durarak göğe kaldırıyorum okyanustan bulup çıkardığım mavi şapkamı. Mavi fiyongumu rüzgarın güçlü kollarına bırakıyorum. Koşmaya devam ediyorum ardıma bakmadan... Karşımda uçsuz, keşfedilmeyi bekleyen dümdüz bir ova. Seziyorum, Mary Lennox sırrına eriştiği uzak evrenlerden el sallıyor bana. Şapkamda kuş cıvıltıları yankılanıyor, Albatroslar konuyor pencere kenarlarıma. Düşünüyorum da, en yükseği dileyebilecek kadar özgür kanatların varsa, hiçbir gök sana engel olamaz. Kirpiklerimi okşuyordu ay ışığı usulca. Gülümsüyordu, sırılsıklam yalnız da olsa. Neden diye soramadan kulaklarımı kapatamayacağım bir duyguyla “Moonlight”a başlıyordu Beethoven sonrasında. Anımsayamıyordum; ne zaman oturmuştu başucuma? Bu yüzden mi karar vermiştim gözlerimdeki mahmurluğun sahibi battaniyelerimden sıyrılmaya? Sisliydi hava... Ortasından Albatros nehrinin geçtiği bu yağmurlu ormanda, oturuyordum iğne yapraklı bir ağacın altında. Elimde mavi şapka...
Yeliz ŞENYERLİ Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi öğrencisi İstanbul
Fotoğraf Aybige Akdağ
Yolunuz açık, ilham melekleriniz hep omzunuzda, cesaretiniz yüreğinizde daim olsun. Hepiniz sevgiyle, aydınlıklarda kalınız. Kaleminiz ışık yaysın... Nermin Bezmen Okumanın sorumluluğunu, saygınlığını duyarak, elimiz yüzümüz kitaplarla donanmış olarak yeryüzünde dolaşmayı hak etmeliyiz. İncir Çekirdeği’ne bu yolda başarı dileklerimle sevgi ve selamlar... Sevinç Çokum
Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız. Beşir Ayvazoğlu
Üniversitelerin Çocuk Edebiyatı kürsüleri açması, geçmişte en büyük düşümdü. Gerçekleşti. Sizlere öğüt vermeyi doğru bulmuyorum sevgili öğrenciler, “Ödünç akıl cepten düşer” atasözünü pek severim. Sizler 21. yüzyıl ve bilgi çağı gençleri olarak lütfen, Çocuk Edebiyatı konusunda kendi önerilerinizi, projelerinizi yaratıp ortaya atın. Gülten Dayıoğlu
Öncelikle bu mesleği seçmiş olmanızdan dolayı sizleri kutluyorum. Dünyanın en güzel, en özgür mesleği edebiyat öğretmenliğidir. Yaptığınız dergi işinden dolayı da sizleri kutluyorum ve kolaylıklar diliyorum. Sağlık ve başarı dileklerimle... Osman Çeviksoy
Sizlere söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize : ‘’Bir taşı delen bir suyun gücü değil Damlaların sürekliliğidir.’’ Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir. Sunay Akın