Mayıs 2015
Sayı: 14
“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
Bir Erasmuslunun Güncesi:
Edebiyatın Yeni Yüzlerinden
Kadir Daniş ile Röportaj
Yolun Sonu...
“İlahi”
DANTE
Sait Faik’siz Yıl
61
İncir Çekirdeği Dergisi E
Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Sırdem Kemiksiz
Yazı İşleri Müdürü
Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı
Yazarlar Afra Nur Akkayalı Aziz Nadir Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Merve Başol Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Zeynep Tosun Misafirler Begüm Çalışkan Burak Çakır Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi
EDİTÖRDEN... Değerli okuyucularımız, İlginiz sayesinde büyüdük ve sizlerle birlikte kocaman bir aile olduk. Uludağlı edebiyatçıların gönüllülük esasıyla başladığı bu serüven, şimdi sizlerle yalnızca e-dergi olarak değil kütüphanelerinizle de buluşma yolunda ilerliyor. Merakla beklenen Mayıs sayımızda yine her sayımızda olduğu gibi bir şairimizi, yazarımızı dosya konusu yapmaya devam ediyoruz. Bu ay sizleri neler mi bekliyor? Kübra Tarakçı sizlere Erasmus macerasının son ayağını ‘’yolun sonu-dönüş’’ olarak anlatıyor. Busenur Aslan ise halk edebiyatı yazılarına ‘’Karadeniz Yöre Halk inanışları’’ ile kaldığı yerden devam ediyor. Dosya konumuz olan büyük usta Sait Faik Abasıyanık’ı Hilal Akarslan ustanın dostlarının gözünden ele alıyor. Cadı avında yine bir kadın yazar: Ece Temelkuran! Tuğçe Erkol sizleri Dante ile buluşturuyor. Mehmet Altınova edebiyatın genç ve yeni isimlerinden Kadir Daniş röportajı ile sizlerle. “Ardından’’ yazı serisi de tüm heyecanıyla siz değerli okuyucularımız tarafından okunmayı bekliyor. Keyifli bir ay, güzel günleri karşılayacağınız kocaman bir yaz dileriz...
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İçindekiler Sait Faik’siz 61 Yıl / Hilal Akarslan İpekli Mendil – Hikaye / Sait Faik Abasıyanık Dostlarının Gözünden Sait Faik / Hilal Akarslan Mevsimler – Şiir / Aziz Nadir
O’na Doğru / Ayşe Bengisu Akdağ
Kader – Şiir / Begüm Çalışkan
Öğretmenim – Hikaye / Mehmet Altınova
Ardından – 10. Bölüm / Sırdem Kemiksiz
Cadı Avı:6 / Işık Selin Orhuntaş
Cazi Karısı / Busenur Aslan Kadir Daniş ile Röportaj / Mehmet Altınova Nesliyar –V- Şiir / Süleyman Erkut Şiirler: “Nerdeyim” – “Biz” / Sema Keser Demode Bir İroni / Burak Çakır İlahi Dante / Tuğçe Erkol Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra Tarakçı
Arka Kapak / Merve Başol Başka Hiçbir Şey / Zeynep Tosun Fotoğraf / Aybige Akdağ
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
SAİT FAİK’siz 61 Yıl
Edebiyatımızın önemli isimlerinden olan Sait Faik şiir ve öykü yazarıdır. 1906 yılında Adapazarı'nda doğmuştur. Adapazarı'nın yerlisi, varlıklı ve köklü bir aile olan Abassızzadelerden, bir ara Adapazarı belediye başkanlığı da yapmış olan Mehmet Faik Bey ve Makbule Hanım'ın oğludur. Oldukça varlıklı bir ailede yetişen Sait Faik mutlu bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Özgürlükçü ruhu ve kimi koşullar sebebiyle düzenli bir eğitim görememiştir. İlkokulu yabancı dille eğitim veren Adapazarı Rehber-i Terakki okulunda okuduktan sonra iki yıl ise Adapazarı İdadisi'ne devam etti. İstanbul’a yerleşince İstanbul Erkek Lisesi’ne verildi. Onuncu sınıfta Arapça öğretmenine yaptıkları bir şaka sonucunda disiplin cezası alarak okuldan atıldı. Bu yüzden lise öğrenimini Bursa’da tamamlamak zorunda kaldı ki liseyi bitirdiğinde takvimler 1928’i gösteriyordu.
Okul hayatındaki karmaşa İstanbul Edebiyat Fakültesi'ne girdiğinde de devam etti. İki yıl sonra babasının isteği üzerine İktisat eğitimi için İsviçre'nin Lozan kentine oradan ise Güneydoğu Fransa'daki Grenoble kentine gitti. Bu kentteki bir lise ve edebiyat fakültesinde dört yıl öğrenim gördü. Yaşadığı bohem hayat ve düzensiz eğitimi sebebiyle babası tarafından geri çağrıldı ve diplomasız olarak Türkiye'ye dönmek zorunda kaldı. Yurda döndükten sonra Halıcıoğlu Ermeni Yetimhanesinde Türkçe öğretmenliğine başladı ama burada da uzun süre barınamadı. Yine babasının desteğini arkasına alarak fasulye ticaretine yeltendi ama çabuk sıkılan yapısı burada da peşini bırakmadı, iflasa sürüklendi. Bu iflastan ve diğer başarısız iş girişimlerinden sonra pek fazla iş girişimi olmadı. 1947 yılında bir aylık bir süre ile Haber adlı gazetede adliye muhabirliği yaptı. Bu iş belki de hayatında ki en uzun ilk ve son işiydi. Babası 1939 yılında vefat etti ve Sait Faik baba mirasıyla geçinmeye başladı. Sait Faik, babasını kaybettikten sonra annesi Makbule Hanım ile birlikte aile yadigârı olan Burgazada’daki evlerinde oturmaya başladılar. Sait Faik II. Dünya savaşı yıllarında yani 1942 yılında Haber gazetesinde muhabirlik yaparken yine bu evde annesi ile yaşıyordu. Sait Faik sadece sanatçı çevrelerin değil, İstanbul’un belli başlı mekânlarının bilinen simalarından oldu ve hiç evlenmedi. 1940 yılında tefrika edilen romanı ''Medarı Maişet Motoru'', 1944'te kitap haline getirilerek yayımlandı ve sıkıyönetim mahkemelerince toplatılarak Sait Faik hakkında soruşturma başlatıldı. Aynı kitap daha sonra ''Birtakım İnsanlar'' adıyla yayımlandı. Yıl 1953’ü gösterirken hem Türk edebiyatı hem de Sait Faik için oldukça hoş bir şey oldu. Yazarımız ''Modern edebiyata hizmetlerinden dolayı'' Amerika’daki Mark Twain Derneği’ne onur üyesi seçildi.
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sait Faik içerdi, çok içmesi onun sonu oldu ve Siroz lanetine yakalandı. Maalesef uzun süredir tedavisini gördüğü bu hastalık, 11 Mayıs 1954 tarihinde kalbini de ele geçirdi ve Sait Faik Abasıyanık 48 yaşında, edebiyatının zirvesinde, hayata gözlerini yumdu. Sait Faik Abasıyanık’ın annesi ise 1963 yılında vefat etti; yani oğlundan sonra o da hayata gözlerini yumdu.
ada’daki evleri müze halini aldı. Bugün “Sait Faik Müzesi” diye adlandırılmaktadır. Sait Faik’in vasiyeti gereğince kitap teliflerinden, basımlarından elde edilen tüm gelirler Darüşşafaka kurumuna bırakıldı.
SAİT FAİK ABASIYANIK'IN ESERLERİ: Hikâye kitapları Semaver (1936, Remzi Kitabevi) Sarnıç (1939, Çığır Kitabevi) Şahmerdan (1940, Çığır Kitabevi) Lüzumsuz Adam (1948, Varlık Yayınları) Mahalle Kahvesi (1950, Varlık Yayınları) Havada Bulut (1951, Varlık Yayınları) Kumpanya (1951, Varlık Yayınları) Havuz Başı (1951, Varlık Yayınları) Son Kuşlar (1952, Varlık Yayınları) Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954, Varlık Yayınları) Az Şekerli (1954, Varlık Yayınları) Tüneldeki Çocuk (1955, Varlık Yayınları) Şiir Şimdi Sevişme Vakti (1953, Yenilik Yayınları)
Evlat acısını yaşayan anne, 1955 yılında “Sait Faik Öykü Armağanı” geleneğini başlattı ve bugün hala bu ödüller verilmektedir. Bu ödüller her yılın 11 Mayıs’ında yani Sait Faik’in ölüm yıl döneminde sahiplerini bulmaktadır. 2012 yılından itibaren de Türkiye İş Bankası Kültür yayınlığı ve elbette Darüşşafaka işbirliği ile veriliyor. Bugün, öykü alanındaki en itibarlı ödüllerden sayılmaktadır. Ayrıca tam 59 yıldır verilen bu ödül, edebiyatımızın en uzun soluklu öykü yarışmasıdır. Makbule Hanım’ın defninden 1 yıl sonra yani 1964 yılında Sait Faik ve annesinin hayatlarının sonuna kadar yaşadığı Burgaz
Roman Medarı Maişet Motoru (1944, Ahmet İhsan Basımevi) (1952, ikinci baskı, Birtakım İnsanlar adı ile) Kayıp Aranıyor (1953, Varlık Yayınları) Çeviri Yaşamak Hırsı, Georges Simenon (1954) Röportajları Mahkeme Kapısı (1956, Varlık Yayınları)
Hilal Akarslan KAYNAK: Tanzimattan Bu Yana Edebiyatçılar Ansiklopedisi,YKY
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İPEKLİ MENDİL
İpek fabrikasının geniş cephesi ayla ışıldadı. Kapının önünden birkaç kişi, acele acele geçtiler. Ben isteksiz, nereye gideceği meçhul adımlarla yürürken, kapıcı arkamdan seslendi: -Nereye? -Şöyle bir gezineyim, dedim. -Cambaza gitmiyor musun? -Cevap vermediğimi görünce, ilave etti: -Herkes gidiyor. Bursa’ya daha böylesi gelmemiş. -Hiç niyetim yok, dedim. Yalvardı, yakardı, beni fabrikayı beklemeye razı etti. Biraz oturdum, bir sigara içtim, bir türkü söyledim, sonra canım sıkıldı.”Ne etsem” dedim, kalktım, kapıcı odasındaki civili bastonu aldım, fabrikayı dolaşmaya çıktım. Kızların çalıştığı kozahaneyi geçer geçmez bir pıtırtı işittim. Cebimdeki elektrik fenerini yaktım. Etrafı taradım. Fenerin uzanan gür ışığında kaçmaya çabalayan iki çıplak ayak gözüktü. Arkasından seğirttim, kaçanı yakaladım. Kapıcı odasına hırsızla beraber girdik. Kapıcının sarı ışıklı fenerini yaktım. Ay,bu ne küçük hırsızdı böyle!Ellerimin içinde kırarcasına tuttuğum eli ufacık.Gözleri pırıl pırıl.Neden
SAİT FAİK ABASIYANIK
sonra gülmek için,hem de katıla katıla gülmek için, ellerini bıraktım. Bu sefer küçücük bir çakı ile üzerime hücum etti ve çapkın, beni küçük parmağımdan yaraldı. Sımsıkı yakaladım keratayı. Ceplerini aradım. Bir parça kaçak tütün ve yine aynı sıfatlı iki sigara kağıdı, temizce bir mendil buldum. Kanayan parmağıma onun kaçak tütününden bastım; mendili yırttım ve elimi ona bağlattım. Kalan tütünle de iki kalın sigara sardık, ahbapça konuştuk. On beş yaşında vardı. Hani böyle şey adeti değildi ama gençlik işte. Birisi ondan ipekli mendil istemişti, hani canım anlarsın ya aşıklısı, sevdalısı,komşu kızı işte!Para da yok ki gidip çarşıdan alsın .Düşünmüş,taşınmış aklına bu çare gelmiş.Ben: -Peki –dedim-,imalathane bu tarafta, sen aksi tarafta ne arıyordun? Güldü. İmalathanenin nerede olduğunu o ne bilecekti. Birer de benim köylü sigarasından yaktık, iyice ahbap olmuştuk. Halis Bursalıydı... Doğma büyüme İstanbul’a değil, Mudanya’ya koca ömründe-bunu söylerken yüzünü görseydiniz-bir defacık inmişti.
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Emir Sultan’da ay ışığında, kızak kaydığımız zamanlar, benim de aynı bu tonda, bu kıvamda arkadaşlarım olmuştu. Eminim ki bunun da onlar gibi,uzaktan sesini duyduğum Gökdere’nin havuzlarında derisi karardı.Biliyorum ki mevsim mevsim meyvelerin kabuğunun rengini alıyor.Baktım, yeşil üst kabuğu düşmüş bir ceviz esmerliğinde esmerdi.Yine de bir taze ceviz beyazlığıyla beyaz ve gevrek dişleri vardı.Ben bilirim,yazın başlangıcından ta ceviz mevsimine kadar Bursa çocuklarının yalnız elleri erik ve şeftali,yalnız çizgili mintanlarının kopmuş düğmelerinden gözüken göğüsleri fındık yaprağı kokar.O sırada kapıcının saati on ikiyi çaldı.Nerde ise cambaz bitecekti. -Kaçayım, dedi. Onu ipekli mendili vermeden gönderdiğime müessir düşünürken, dışarıda bir gürültü ile silkindim. Kapıcı söylene söylene odadan içeri giriyordu. Arkasında da hırsız... Bu sefer ben kulaklarını çektim. Kapıcı çıplak tabanlarını ince söğüt dalıyla epey haşladı. Bereket patron orada yoktu. Yoksa vallah onu polise verirdi.”Bu yaşta bir çocuk hırsız! Efendi, hapishanede yatsın da akıllansın” diyerek. Çok korkuttuk ağlamadı. Gözleri ağlamaya hazır çocukların gözlerine döndü ama, dudaklarında azıcık bir titreme gözükmedi ve kaşları sabit, kararlı hallerini hiç bozmadılar. Yalnız biraz rüzgarlıydılar. Bırakılınca azat edilmiş bir kırlangıç gibi fırladı. Ay ışığını ve mısır tarlasını,keskin bir kanat gibi sıyırarak kaçtı gitti.
Ben o zaman malların istif edildiği imalathanenin üstündeki bölmede yatardım.Odam ne güzeldi.Hele mehtaplı gecelerde ne şirin olurdu.Tam pencereme yakın bir dut ağacı vardı.Ay ışığı dut yapraklarından süzülür,odaya pare pare dökülürdü.Aşağı yukarı,yaz kış pencereyi açık bırakırdım.Ne serin,ne tuhaf rüzgarlar eserdi... Vapurlarda da çalıştığım için,rüzgarları kokularından lodos,poyraz,karayel,gün batısı diye ayırt eder,tanıdım.Ne rüzgarlar battaniyemin üzerinden acaip birer rüya gibi gelip geçtiler. Uykum çok hafiftir. Sabaha yakındı. Dışarıdan bir gürültü geliyordu. Adeta dut ağacında birisi vardı. Korkmuşum ki, kalkamadım, bağıramadım. Tam bu sırada pencerede bir hayal belirdi. Oydu yavaşça pencereden sıyrıldı. Benim önümden geçerken, gözlerimi kapadım, dolapları karıştırdı.İstifleri uzun bir müddet alan taran etti.Sesimi çıkarmadım.Doğrusu bu cesarete karşı bütün malı alıp gitseydi,sesimi çıkarmayacaktım.Yarın patron: -Üstüne ölü toprağı mı serpilmişti, diye bir tekme , beni kovacağını bildiğim halde gık demedim. Halbuki o yine geldiği gibi bomboş, sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gitti. Bu anda da bir dal çıtırtısı işittim. Düşmüştü. Aşağıya indiğim zaman , başına kapıcı ile beraber birkaç kişi birikmişlerdi. Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Bu avucun içinden bir ipek mendil su gibi fışkırdı...
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
DOSTLARININ GÖZÜNDEN SAİT FAİK...
‘’Al benim ciğerimi kullan, al benim yüreğimi tak, bunda hilafım varsa namussuzum. Ağlıyorum Sait.’’ Dostların ağlıyordu Sait, dostların sen gitme diye sana ciğerlerini, yüreklerini veriyorlardı. Gitme dediler, gittin Sait… Gitmek zorunda olduğunu onlar da biliyordu. Bunu biliyorlardı ama kabul etmeleri oldukça zordu. Dostların şimdi Burgazada’nın tadını sensiz nasıl çıkarsınlar Sait, sen yokken nasıl balık tutsunlar? Dostların Sait, dostların seni özlüyor, Burgazada özlüyor, balıklar özlüyor, ben özlüyorum… Ufak alıntılarla dostlarının Sait Faik ABASIYANIK hakkındaki görüşlerini ve ölümünün ardından neler söylediklerini okuyalım.
Nurullah Ataç: Bugünkü Türk hikâyesinin, Türk romanının gerçekçi olduğunu söyleyip öğünüyorlar. Hayatı, çevreyi olduğu gibi anlatmak gerekmiş. Nesnel(objektif) bir anlatı… Bir de Sait Faik’i düşünsünler. Hepsi de söylüyorlar: Sait Faik bugünkü hikâyecilerimizin en özlüsü, en ustası, en büyüğü. Onda var mı istedikleri gerçekçilik? Bu adam Burgazadası’nda oturmuş, düşleri, anıları karışıyor birbirine; çocukluk, gençlik, yaşlılık yılları karışıyor birbirine, öyle yerler oluyor, anlatılan kişilerle anlatan kişileri seçemiyorsunuz birbirinden. Sait Faik bütün kişileri, her şeyi içten, kendi içinden anlatıyor da onun için. Gerçekçilik arkasından koştuğu
yok. Az bulunur onun kadar öznelci yazar. Bir doğru var onda: kendi doğrusu, kendi içindeki doğrusu.
Avni Dökmeci: Sait Faik, evet, o da gitti aramızdan. Eserleri duruyor, duracak. Hem de dipdiri duracak yıllar, yüzyıllar sonrasına. Ama kendi niçin gitsin? O derbeder, o kalender, o insancıllığıyla aramızda dolaşsa ne olurdu sanki? Bilmem ki, yaşamak için kişioğlunun dünyayı sevmemesi mi gerekiyor? Sait Faik de Orhan Veli gibi ölesiye seviyordu dünyayı. Gitti.
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Reşat Nuri Güntekin: Hangi tarafından bakarsanız bakın, Sait Faik bugünkü edebiyatımızın en değerli, en orijinal çehrelerinden biriydi. Bütün genç, orta yaşlı ve yaşlı nesillerin; ileri aydınlarla beraber orta halli okuryazarların, bizde pek az görülmüş bir ittifak ile sevip saydıkları bir insandı. Sonra bu sevgi ve saygıyı, sevgi ve saygıların en makbulü saymak lazım gelir. Çünkü içine mevki ve mansıpların, debdebeli gösterişler, kampiyon malı faziletler ve şairelerin parıltıları karışmamış bir sevgi ve saygı idi. Acısı henüz yenidir; fakat zamanla yatışıp durulunca da onun yine bugünkü parlaklığıyla suyun yüzünde kalacağına şüphe etmiyorum. Sait Türkçeyi en iyi yazanlardan biri idi. Fakat bu kâfi değildir; onun içine konacak şeyleri de bulmak lazımdır. İşte o bunu da çok iyi bilirdi. Yaşadığı zaman ve muhitin geniş bir köşesini erişilmesi güç bir kolaylıkla anlatmasını bilmiş bir yazardı. Zaman zaman küçük hikâyeden romana geçmeye savaşıyor görünen büyücek yazıları (Medar-ı Maişet Motoru, Kumpanya…) ondan büyük romanların da çok iyisini bekletebilirdi. Daha eski edebiyatlarımız, muhakkak olan değerleriyle beraber, kendilerini bir nevi oyuncakçılık karakterinden sıyıramamış görünürler. Nükteler, cilveler, espriler, sürprizler… Duygu ve düşüncelerin en şakaya gelmez olanlarını parlak oyuncak boyaları ile boyamak, teknik denen bir nevi oyuncakçı hüneriyle süslemek… Ayıp denecek kadar mübalağalı duygu gösterileri, ulemalık gösterileri... Vs Sait Faik bütün bunlara müstağni bir jestle boş vermesini bilmiş görünen bir yazardı. Ancak şunu da ilave etmeliyim ki onun mazi topraklarının kalıntılarının tozu toprağı içinde başarmaya çalıştığı bu temizlik işi yalnız kendisinin değil, cumhuriyetten beri takip etmiş genç neslin ortaklaşa işi ve eseridir ve onların Sait Faik’i bu kadar tutmaları ve sevmeleri onda kendi ruh ihtiyaçları ve isteklerinin kuvvetli temsilcilerinden birini görmelerinden ileri gelmektedir.
Vedat Günyol: Sait Faik bir “sevgi” peygamberiydi. Kırk sekiz yıllık, içine en ufak bir haksızlık karışmamış, tertemiz bir ömrün akışından, içimize “İnsan sevgisi”nin o ılık, o tatlı, o aziz büyüsünü, en asli tarafıyla bir o salabildi. Büyük haksızlıklara, namussuzluklara baş kaldıran, hep zayıfın, hakkı yenmişin tarafını tutan, hikâyelerine serpili o “oturmaz düşünce” lerinin kaynağını ararken , şu güzel düsturunu nasıl hatırlamazsınız: “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey”
Orhan Kemal: Onu az evvel toprağa verip döndük. Şimdi de Fikret Otyam, “Dünya Gazetesi” için benden onun hakkında bir şeyler yazmamı istiyor. Bu kadar çabuk, bu kadar sıcağı sıcağına ne yazılabilir? “Edebiyatımızın telafisi imkânsız büyük kaybı.” mı diyelim? Ama o sevmezdi ki böyle şeyleri. Sanatı? Onun da sırası değil. Hem bu işi daha sonra, çok daha liyakatle yapacaklar elbette. Peki? Geriye kalıyor dostluğu. Buysa onu tanıyıp, şakalaşmamış olanlarca bile meçhulâttan değil. Çünkü Sait, gizli kapaklı tarafı kalmamış, herkesçe bilinen bir insandı. İnsandı da değil, insandır. O ölmedi ki… İnanmazsanız, kitaplarından herhangi birini rastgele açın. Eminim onun çarpan kalbinin sesini duyacaksınız.
Yaşar Kemal: Sait Faik’i yapıda ve özde modern hikâyeciliğimizin babası sayıyorum. Sait, bence Türkçenin dar hudutlarını zorlamış, ilk defa doğru dürüst, gerçek anlamıyla Türkçe yazmış ilk Türk yazarıdır. Sait’ten önce hiçbir yazarımızda bütün nüanslarıyla sıcaklığı, açıklığıyla Türkçe yoktur. Kalıplaşmış bir Türkçe vardır. Gerçek Türkçesiyle birlikte, hikâyelerinde anlattığı, bir düş içinde görünen insanları da
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
gerçektir. Düş dünyası Sait’in gerçekçiliğinin üstüne çekilmiş bir cila gibidir. Sait her yönüyle halktandı. Onları seviyordu. İhtiyar Hallacı, Ramazan’ı, Panco’yu, Melek’i, Kondosi, hani “Birtakım insanlar” da ki Ali Rıza var ya, Hikmet var ya, onları candan seviyordu. Bıraktığı on üç eseri aşkla, sevgiyle, tonla dolu bir destandır. Bir büyük şehrin, fakir, emeklerinin karşılığını alamayan iyi insanlarının destanıdır. Sait’e yüreğim çok yandı desem kaç para eyler…
Yaşar Nabi Nayır: Sait Faik ile yalnız Türk edebiyatı değil; dünya edebiyatı da en büyük hikâyecilerinden birini kaybetti. Şu farkla ki biz işin farkındayız ve dövünüyoruz… Dünyanın ise bir şeyden haberi yok, ne kaybettiğimizi
HİLAL AKARSLAN KAYNAK: http://saitfaikmuzesi.org/
bilmiyor. Belki sonraları, çok sonraları fark edecek. O günün gelmesi belki bizim için tek teselli olacak.
Nevzat Üstün: Sen yaşaması gereken insanlardandın Sait, beş on frenk yazarı ile birlikte kafamda sen de vardın. Ben şimdi senin ölüm yerinden bin kilometre ötede Erciyes Dağı'nın eteklerindeyim ama, ölüm haberi yanı başımda duruyor. Durmaz olsun. Sana, Oktay Rıfat'ın, Orhan Veli'ye teklif ettiği şeyi rahatça edebilirim: Al benim ciğerimi kullan, al benim yüreğimi tak, bunda hilafım varsa namussuzum. Ağlıyorum Sait.
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
SAİT FAİK ABASIYANIK
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
MEVSİMLER
KADER
Yaza sessiz doluşu var
Sana söylüyorum, Bir an dinle. Seni diyorum Ben Parmak uçlarından Saç diplerine kadar Öperim. Seni diyorum Ben Yerinden göğüne kadar, Başından sonuna kadar, Doğumdan ölüme kadar, Severim. Seni diyorum ben Sana diyorum ben.
Öyle narince bir soluyuşu var Cümle nebâtın fotosenteze meyli artar Hakkıyla yaşar hep güzü Hiç anlamam nasıl bir gazel yüzü Siyah renkli şah beyit sağ gözü ve sol gözü Bir soğuk fasıl beyaz kış Bak mucize her zerre ayrı nakış Teni buzu eritir tesir etmez ona kış Şalıyla örtük pusatlı Baharın içinden gelir süzülür Bir tebessüm etmez zât-ı şâhâneleri Dert tarlam ah ne hasatlı Gönül mahsüle baktıkça üzülür Deva çıkmaz gezsem de tüm şifâhâneleri
AZİZ NADİR
Parmağından tırnağına kadar, Gözlerinden kirpiğine kadar, Boynundan âdemine kadar, İnan olsun Ziyan etmem içerim. Seni diyorum ben. Sana diyorum ben. Bana diyorum ben Etinle, kemiğinle, Suyunla, ateşinle, Toprağınla, gübrenle, Gel. Bana diyorum ben. İnan olsun İmânım olsun, Ömür olsun, Sana diyorum ben, Seni diyorum ben, Bana diyorum ben, Ver. Gel.
Begüm Çalışkan
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARDINDAN
Bölüm -10-
Sırdem Kemiksiz Bursa’ya geleli 1 ay oldu. Ben bu şehre âşık olmuştum ama teyzem için aynı durum söz konusu mu bilemeyeceğim. Bugünlerde iyice içine kapandı. Hâlbuki onun yaralarını tedavi etmesi için adeta kaçtığımız bu şehir beni iyileştiriyordu. Bilen bilir, Bursa’nın Heykel’ i meşhurdur. Hatta Heykel’e gidilmez Heykel’e çıkılır. Biz de orada bir yerde teyzem için bir klinik ayarladık. Burada pek kimseyi tanıdığım söylenemez ama bir arkadaşım aracılığıyla –tabi gizli tutarak- çok iyi bir psikiyatr bulduk. Açıkçası ben ona sonuna kadar güveniyorum ama annem nedendir bilmem teyzemin iyileşmesine ihtimal bile vermiyor. Ben her zaman burnumun dikine giderek sonuna kadar görmek taraftarıyım. Teyzemi annemin ve diğer teyzelerimin de yaptığı gibi yapayalnız bırakmak da zaten bana göre değil. Öncelikle psikiyatr hanımdan söz edeyim: Handan adında dünya tatlısı bir kadın. Ankara’da okuyup eğitimini tamamladıktan sonra hiçbir sebep olmadan buraya yerleşmiş. Anneme anlatamadığım şey de bu. Bu şehir nedensizce kendine çekiyor insanı. Bir gün o da buraya gelecek ama şimdilik kendisi bunu bilmiyor. Tekrar Handan Hanım’ a gelecek olursak Heykel’de bir kliniği var. Hem de Tophane manzaralı. Her Çarşamba ve Cuma günleri teyzemle kliniğe gidiyoruz. Bu günler benim için de fırsat günleri tabi. Teyzemi kliniğe bıraktıktan sonra kısa bir şehir turuna çıkıyorum; en iyi yemek nerede yenilir, en iyi çay-kahve nerede içilir, peki ya meşhur kestane şekeri? Sanmayın ki ben meşhur Vedat Milor’um ama aile geleneği diyelim işte, biraz yememize düşkünüz. Kaldı ki buradaki Kapalı Çarşı’yı annem görse ben imzamı atıyorum şimdi bavulunu toplar gelir, babamı hiç mi hiç dinlemeden. Ama her şeyin bir vakti var, o da bana hak verecek göreceğiz… Yine bir Cuma günü teyzemi kliniğe bırakmıştım. Cuma günü Ulu Camii bir bütündür. Havuzun başındaki koşturan o minicik çocuklar, çimenlere uzanmış insanlar, simitçiler, Bursa’ya ilk kez gelmiş, buranın tadını çıkaran turistlerin fotoğrafını çeken amcalar, İpek Han… Ben de bu karenin ortasında bulmak istemiştim kendimi o anda. Hemen bir simit ve ayran alıp çimlerin üzerine oturdum. Tam elim çantamdaki kitabıma uzanmıştı ki biraz uzağımda duran çiftin tartışması dikkatimi çekmişti. Kızın yüzü bana dönüktü ve ayaktaydı, çocuk ise başını önüne eğmiş oturuyordu. Kız bağırıyor bir elinin parmağıyla diğer elinin parmaklarına vurarak bir şeyler sayıyor kızarıyor, sesi titriyordu. Herkes bir an irkildi ama kimse bir tartışmanın ortasına girmek istemezdi ve meşgul oldukları şeye kaldıkları yerden devam ettiler ama ben bir türlü dikkatimi başka şeye veremiyordum. Kızcağız hıçkırıklar içinde ağlıyordu dayanamadım ve ona en azından ‘’iyi misin’’ demek için yerimden kalkıp oldukları yere doğru yürüdüm. Ama benim gelmeme kalmadan kız çocuğa öyle bir tokat atıp uzaklaştı ki şu klişe sahne benim birkaç saniye yerimde donakalmama neden oldu. Tam yerime dönmeye hazırlanıyordum ki yerinden kalkan çocuğu gördüğüm anda gerçekten bir kova soğuk su, başımdan adeta ağır çekimle aşağı döküldü. Şimdi burada olmamalıydı hem de bu şekilde, dört sene sonra bu sahnede tam da her şeyden kaçmışken onu görmemeliydim. Kendime ve teyzeme kurduğum bu yeni ve sıcak hayat yeniden buz tutmuştu içimde. Kalbimdekinin nefret olması için yalvarıyordum. Bir an önce buradan gitmeliydim ama çok geçti artık o da beni görmüştü…
Devamı gelecek…
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Busenur Aslan
Işığa Doğan Gecede Cazi Karısı’nın Sonu Kışın dondurucu soğuğunda kapı aniden tiz bir sesle çaldı. Evdekiler şaşkınlık içinde birbirlerinin gözlerine baktı. Kışın bu soğuğunda ve dağ başında üstelik bu saatte kim gelmiş olabilirdi? Evdekilerden hiç birinin beklediği kimse yoktu. Ali, yeni doğum yapmış eşini telkin edip kalkıp kapıyı açmaya gitti. Kapıyı açtığında karşısında soğuktan kıpkırmızı olmuş yüzüyle komşuları Ayşe Teyze duruyordu. - Ayşe Teyze, ne yapıyorsun bu soğuk havada burada? - Karşı köyden geliyorum. Çok soğuktu, eve kadar gidemedim. Size geleyim dedim. Ali, Ayşe Teyze’yi eve davet etti. Beraber çay içip sohbet ettiler. Derken Ayşe Teyze Ali’nin eşine dönüp: - Dikkat et kızım! Biliyorsun, bizim buralarda biz Cazi Karısı peyda olmuş. Yeni doğan bebeklerin ciğerini söküp yemeyi pek severmiş. Ali ve eşi Elif, şaşkın şaşkın birbirlerine ve daha yeni doğmuş güzeller güzeli kızlarına baktılar. Ali’nin eşi, başka bir memleketten olduğu için Cazi Karısı’ndan haberdar değildi. Ali’ye Cazi Karısı’nı sordu ve başladı Ali anlatmaya… “ Bak, bu Cazi Karısı denen yaratık, normal bir anne ve babadan doğar. İnsanlardan tek farkı, bir parmak uzunluğunda olan kuyruğudur. Ama uzun elbise giydiği için bunu anlaması zordur. Efsunludur. Geceleri ortaya çıkar. Her kılığa da girebilir. Özellikle örümcek kılığına girip bebek ve annenin olduğu odaya sessizce girebilir. Kazık yardımıyla öldürülebilir. Bizim bu yörede (TrabzonRize) halk inanışıdır. Herkesten kendini saklar da dayanamadığı yeni doğmuş bebeklerin ciğeridir. Onu yemekten kendini alamaz Cazi Karısı. Pek inanılası gelmiyor insanın kulağına. Sakın korkmayasın. “ O vakte kadar gayet neşeli olan Ayşe Teyze’de bir huzursuzluk baş gösterdi. Elif’e “Evet kızım, korkma sen.” dedi. O sırada gözleri bir bebeğe bir kadına bakıyordu. Ali’nin eşi bu durumdan işkillendi. Fakat bu huzursuzluğunu kimseye belli etmemeye çalıştı. Zaman aktı ve artık yatma vakti gelmişti. Anneyle bebeği sobanın olduğu sıcak
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
odada yattılar. Ayşe Teyzeyi de onların karşısındaki odada yatırdılar. Ama anne yüreği bir türlü huzur bulamamıştı. Zaten Ayşe Teyze, gecenin bir vakti gelen davetsiz bir misafirdi. Elif’i bir türlü uyku tutmuyordu. İçine bir kurt düşmüştü artık. Endişeli gözlerle bebeğine baktı. O an bir plan yaptı. Bebeğin beşiğinin yanındaki yatağının içine yastıkları dizdi. Kendisi de yatağın kenarına çömelip Cazi Karısı’nı beklemeye başladı. Gelecek miydi Cazi Karısı yoksa kendi kendine vesvese mi veriyordu Elif? Bilmiyordu. Ama kendini, içini kemiren bu huzursuzluk duygusundan da kurtaramıyordu. Ana yüreği dedikleri buydu işte. Gecenin en karanlık vakti çöktü Karadeniz’in bu ufacık köyüne. Ayşe Teyze, odasında kıpırdanmaya başladı. Aklı minicik bebeğin sessizce atan yüreğindeydi. Bu gece buraya özellikle gelmişti. Komşularından duymuştu Ali ve Ayşe’nin yeni doğan bebeğini. Planını yapıp öyle gelmişti eve. İyi görünmek adına ortaya atmıştı Cazi Karısı lafını. Fakat bilememişti Elif’in bu konuyu ciddiye alıp sabahlayacağını. Ayşe Teyze evin sessizliğine kulak kabarttı. En ufak bir kıpırtı dahi yoktu evde. Bunu bir fırsat bildi kendine ve büründü sessiz örümceğin kılığına. Küçük ve hızlı adımlarla vardı Elif ve bebeğinin odasına. Yerden Elif’in yatağına baktı ve yastıklardan yapılan şekli elif sandı. Tekrar kılığını değiştirdi ve eski haline döndü. Cebinde sakladığı büyülü kumu daha derin uyusun diye Elif sandığı yastıkların üzerine döktü. Çıkardı cebinde sakladığı ucu sivriltilmiş hançerini ve yaklaştı güzeller güzeli bebeğe doğru… Elif, kocaman olmuş gözlerle karanlıktan izliyordu Ayşe Teyze’yi. Bir an tutuldu kaldı tüm vücudu. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? İnanamadı gördüklerine fakat Ayşe Teyze diye bildiği Cazi Karısı, yaklaşıyordu bebeğine doğru. O an, herkes uyumadan yatağın yanına gizlediği kazığı aldı eline. Cazi Karısı’ndan hızlı davrandı ve Cazi Karısı’nın göğsüne sapladı o kazığı. Kulakları sağır edecek bir feryat koptu Cazi Karısı’nın ağzından. Sesten korkup uyanan bebek ağlamaya başladı. Ali diğer odadan koşarak geldi ve yaktı ışıkları. Fal taşı gibi açıldı gözleri Ali’nin. Biricik eşinin önünde uzanıyordu Ayşe Teyze’nin cansız bedeni. Bebek de annesi de ağlıyordu. Koştu ve karısına sarıldı. Bütün olanı biteni anlattı karısı. Kanıt olarak da Cazi Karısı’nın kuyruğunu gösterdi kocasına. Anne yüreği ve sezgileri böylece kurtardı biricik yavrusunu Cazi Karısının elinden. Cazi Karısı, oyun yapayım derken, kendi oyununda yenilmiş oldu. Bütün köy halkı, öğrendi durumu. O günden sonra bir huzur kapladı köyü. Ali ve Elif bebeklerini huzurla büyüttüler. Adına da Işık dediler. Onlarınki karanlıktan aydınlığa, ışığa doğan bir gecenin günüydü.
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kadir Daniş ile Röportaj Mehmet Altınova Bu ayki röportajımızda edebiyatımızın yeni isimlerinden sayın Kadir Daniş ile ilk kitabı olan "Kitabü'l Acayip" üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik... Yazar kitabında kendi hayatını şöyle tanıyor; "Tevellüt 1900'lerin son çeyreği. Mekân Fatih. Evli.Yazar.Deliden hallice, zehir gibi bir "kanı deli. Ezelinden zekâsının lanetini sıkılmak, bu illetin dermanınınsa gezmek ve öğrenmek olduğunu düşünegeldi. Ki bu ikisi sayesinde, internet âlemlerinde "cilginchocuk_khadir.34" rumuzunu kullandığı sancılıergenlik döneminden, iki lafı bir araya getirebildiği bugünlere erişti. Bugün kendini bir iki kelamla tanımlayabilse bu "Çılgın" değil, "Daimi Talebe" olurdu. Kendisine çayın 1 lira olduğu mekânlarda,metrobüste ve ev yemeği lokantalarında rastlayabilirsiniz."
Mehmet Altınova: Kitabı yazma amacınız nedir? Kadir Daniş: Meramımı rüyalarımın merceğinden dile getirmeye çalıştım. Mehmet Altınova: Kitabı yazmanızdaki ilham kaynağınız nedir? Kadir Daniş: İlham aldığım kişiler her gün tanıdığımız gördüğümüz kişiler. Bizzat günlük hayattan ilham aldığıma inanıyorum. Anlatış tarzım abartılı da olsa kitaptaki her kişi ve olayın gerçeklere tekabül ettiği kanaatindeyim. Manzaranın önüne bir parça renkli cam koyuyor olmam vehametini değiştirmez. Mehmet ALTINOVA: Kitabın en çekici yanlarından biri kullandığınız üslûp, bunun hakkında ne söylemek istersiniz? Kadir Daniş: Absürdün, karikatürün, masalsı olanın yalın gerçeği daha iyi ifade ettiği kanaatindeyim.
Mehmet ALTINOVA: Kitapta belli bir konu bütünlüğü yok, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadir Daniş : Az önce de ifade ettiğim gibi eserimin, bence bütün yönleriyle hayata dayalı olduğunu söylemeliyim. Günlük hayatta geleneksel roman kurgusu gibi muntazam bir olay çizgisi ve sebep sonuç ilişkisiyle karşılaşmayız. Her birimizin anlamlandırılmayı bekleyen kaotik hikayeleri vardır. İşte ben bu açıdan bizzat bireylerin hayatlarını parodileştirdim. Hasıl-ı kelâm dekor ne kadar uçuk olsa da anlatılan kişiler sensin, benim... Mehmet ALTINOVA: Biz Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi olduğumuz için ilgimi çekti, öz Türkçecilik hakkındaki düşüncelerinizi açıklar mısınız? Kadir Daniş : Dile ideolojik müdahaleyi faşizan, hele herhangi bir dilde saflığı,arılığı, katışıksızlığı aramayı saçma, imkansız ve bilimsellikten uzak buluyorum. Her dilin pek
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
çok kültürden kazanımlar sağlayarak bir bütün oluşturması, bir mozaik haline gelmesi kaçınılmazdır. Bu açıdan yazarın görevinin bir bakıma da bu mozaiği muhafaza etmek olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Flaubert'in dediği gibi hiçbir kelimenin eşanlamlı olmadığı kanaatindeyim. Bu sebeple halk tarafından benimsenmiş ve hele ki yazı diline girmiş herhangi bir kelimenin ihraç edilmeye kalkışılmasını zavallıca ve aşırı abes buluyorum.
dönüştürmek... Bunda ne kadar başarılı olduğumu takdir edecek merci ben değilim. Elbette daha kırk fırın ekmek yemem lazım ama yıllarca aruz çalıştığımı, divan üslubunda şiirler yazdığımı, bunun da bana naçizane bir kalem ve ses kazandırdığını düşündüğümü belirtmek isterim. Bahsettiğiniz şiirler de vaktiyle yazdığım aruz ölçülü veya ölçüsüz şiirlerdir.
Mehmet ALTINOVA: Dilinizin ağdalı olduğu gözüküyor, bunun hakkında ne söylemek istersiniz? Kadir Daniş : İlişkileri ve iç dünyasıyla insan ve kainat bu kadar karmaşıkken edebiyatı sadeliğe mahkum etmenin adeta bir zulüm olduğunu düşünüyorum. Herkesin kendini ifade şekline saygı duymakla beraber ben kendi perspektifimden insanı ve kainatı en iyi bu şekilde ifade edebileceğim zannındayım. Milli hafızamızda yer etmiş, hatta Türkçenin herhangi bir döneminden yazı dilinde kullanılmış herhangi bir kavram veya kelime benim için kullanımdadır. Tabii elbette anlaşılabilirlik çizgisini korumak ve özel bilgi gerektiren kelimeler ya da kavramları dozunda ve metne yedirerek kullanmak gerekir. Mehmet ALTINOVA: Kitapta çoğu aruz ölçülü şiirler göze çarpıyor bunları araştırdım ve herhangi bir şaire ait olmadığını gördüm. Bu şiirler size mi ait? Kadir Daniş : Benimdir, evet. Sanatın mutlak güzelliği aradığı malumdur. Lisan ile icra edilen edebiyatta ise bunun en güvenilir yolunun şiir olduğunu düşünüyorum. Fakat şiir derken manzum ve mensur şiirin bildik anlamından ziyade roman ve hikayeyi de kapsayan daha geniş bir şiir anlayışını kasdediyorum. İşte bu noktada romanın da iç ahenge ve armoniye sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Bahsettiğim şey romanı da bir şarkıya bir şiire
Mehmet ALTINOVA: Kitabınızda ekonomiden, siyasete, dilbilime kadar pek çok alana gönderme görülüyor. Bu çeşitliliğin sebebi nedir? Kadir Daniş: Az önce ifade ettiğim gibi insan karmaşık bir varlıktır. Dolayısıyla insanı anlamak ve anlatmak için insanın inşaa ettiği bütün kurum ve dallarda araştırma yapmak ve eserimi hazırlarken sonuçlarından faydalanmam gerekti. Siyasetten,ekonomiden ve pek çok alandan bir şeyler kapmadan insan denen varlığı tam olarak anlayamayız. Açıkçası insanı daha iyi anlamak için tam bir allame olmak gerekiyor. Bu da bizi her alanda gücümüz yettiğince durmaksızın araştırmaya sevk eder. Bir arkadaş iyi bir romancı olmak için matematik dahi bilmek gerektiğini söylemişti. Çok haklıydı...
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Mehmet ALTINOVA: Sevdiğiniz yazarlar kimlerdir?
Sakinamelere eski edebiyatımızı incelemekteyim.
Kadir Daniş: Gabriel Garcia Marquez ve İhsan Oktay Anar'ı üstadım bilirim. Hele Puslu Kıtalar Atlası'nı aşılamayacak bir zirve eser olarak görürüm. Kafka, E.A.Poe, Sait Fâik, Albert Camus'u ve Kemal Tahir'i özel olarak severim ama bana en çok ilham veren, beni en çok heyecanlandıran Türk ve dünya edebiyatına anonim eserler bırakan isimsiz ustalar yani belki de bizzat halk hafızasıdır.
Mehmet ALTINOVA: İyi bir yazar olmak için ne yapmak gerekir?
Mehmet ALTINOVA: Bu günlerde ne okuyorsunuz?
Kadir Daniş: Evet, Kitabü'l Acayip'le aynı üslup çizgisinde bir dedektif romanı yazıyorum. Yine absürt yine masalsı yine bilmeceler ve akıl oyunlarıyla dolu...
Kadir Daniş: Aynı anda pek çok alanda çalışmalarıma devam ediyorum. Evvela çeşitli kuram kitaplarını incelemekteyim. Marquez'i tekrar tekrar daha yakından dört gözle okuyorum. Öte yandan masal edebiyatıyla meşgulüm; Grimm Masalları, Binbir Gece Masalları... Son olarak orta oyunundan meddaha, gazavatnamelerden aşk hikayelerine Keloğlan masallarından,
Kadir Daniş: İyi bir yazarmışım gibi söyledin, teşekkür ederim. Nacizane kanaatim, elbette Allah vergisi bir yetenek temeli oluşturuyorsa da işin çok büyük kısmı çalışmaktan ibaret. Mehmet ALTINOVA: Son olarak sırada ne var, yeni bir şeyler yazıyor musunuz?
Mehmet ALTINOVA: Teşekkür ederim, zaman ayırıp bizimle söyleşi yaptığınız için... Kadir Daniş: Ben, teşekkür ederim.
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nesliyar –VCan dile geldiğinde yaz azizim. Üfle şiirle diline kalbin aks etsin. Yazmak en ala yaşama biçimi, Hayatın gizemini yansıtma hâli. Seçimini yap, konuş benimle şimdi. Ey sevgili seninle can bulur bu fani. Aks'ini gören kelimeler raks eder. Mana boyut değiştirir perdeler açılır. Yazmak içten geldiğinde hele ki sen, Bir şiir olup dile gelsen konuşsan. Bir cümleye virgül misali bir gül, Ah! Bir de tebessüm edip içten gül. Ne yazık ki bu diyarda kar! Gülistanda gülden çok ne var? Sen gel de bu çölde aç ey sümbül! Senin için şerbetler dile döker bülbül. Bu zamanın sultanı sensin Hânım? Sensin bütün ummanın güftarı. Süleyman’ın satırları mı bunlar? Yoksa senden açılan yollar mı? Adının her harfine açılan kapılar, Her kelimede senden hatıra var. Çünkü sana çıkıyor cennete açılan Bütün yollar, bütün hanlar, bütün kapılar. Nefes gibi her dem gereklisin. Ezelden beri bilirim içimdesin. Süleyman için levh-i mahfuz sensin. Leyla değil, Aslı değil, Sitaresin. İçinde yunusu saklayan okyanus, Hâlıkın rahmetiyle bize olur sonsuz. Açılırız bir kayık yahut sandalla, Ne hoş olurdu bir de çayımız olsa.
Çay önemli şimdi kitaplar okurken, Yahut muhabbet deryasında yüzerken. Adını gizledim satırlara Nesliyar Şifre koydum yücelttim Eyvah! Ah vah etmek için erken mi? Bilmiyorum vakit erken mi? Sırrını ifşa eden olur Hallac, Bundan sonrası Seyr-i Uruc. Yücesin, erişilmez bir çiçeksin. Üzüldüm çiçekler solar gider. Cümlemde hata ettim sen güneşsin, Ey ışığı sonsuz gönül menekşesi… Sen artık bendesin ben de sen. Ne sen benimle ne de ben sende. Seninle benliği kaybolan bu ben, Beni bilmeden içinde yaşatan sen. Bazı bazı kelimeler anlamsız, Bazı anlamlar çıkmıyor anladım. Anladıysan anlamsız olurdu. Durdurulamazdı bu yolcu. Son söze geçmeden remizleri Bir çöz derim, derin dehlizleri. Ya ilahi medet Ya Allah! Bismişah bismillah Ya Hâk. Arz-ı hal sanadır Nesliyar bana, Şükürler olsun Seni yaradana.
Rahmet er geç düşecek cana, O zaman bize vasl olacak dehan.
Süleyman ERKUT
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
NERDEYİM Varlığından şüphe ettiğim bir özgürlük ağrısı Temelinden zorluyor vücudumun her yanını Günışığı tekerlemelerinden sıkılan ruhumu Kandırmaya devam ediyor, öğlen uykuları Belki de nerdeyim diye sorgulattırıyor Kafamdaki anıların kayıtlarını tutan, bir akıl ustası Sema Keser
BİZ Yine bir yokluk ekseninde paralele oynayan saatler Düş kurmaya zorlanmış otuz aylık bebekler Düz yolun tümseğini engebe sanan zihinler İşçilik oyununa yetişmeye çalışan neferler Uşaklığı ağalık sanan bedenler Çağdaş kalabalığın, yalnızlık portresini çizen aletler Evrensel hapishanenin mahkûmları olmaya zorlanan yegâne bizler... Sema Keser
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Misafir Köşesi
Demode Bir İroni “Noktalama işaretleri mühimdir bir aşkta…” Sözümün ardında durarak diyorum ki; Bir nokta koyarak dar, düz bir ünlüyü mesela “ı” sesini “i” yaparak “yarim” olabilirsin ya da tam tersine bir nokta kopartarak can evimden “yarım” bırakabilirsin beni. “Aşkım” der ve peşinden koyarsan üç noktayı; masal oluruz seninle, sonsuzluğa uzanan kelimelerde aşk oluruz ama bir sessizlikse sıralanan bu noktalar bütünü; düşmek bilmeyen bir taş gibi canımı yakar, kuşluk vaktinden ertesi sabah dek. Bilirsin. İmla mühimdir sevdadan bahsederken… Bakma sen bana, ben modası geçmiş bir ironi peşindeyim yalnızca ama sen bilmelisin nerede soluk alman gerektiğini çünkü yalan yanlış kelimeler zehirler seni. Bilmen lazım nerede durman gerektiğini ve beni nerede bulacağını öğretmeliyim sana. Ben halen birçoğunun anlamını dahi bilmediği bir imla olurum sıralanmış bir yazıda, noktalı virgül örneğin. Bir noktalı virgülsen eğer, ne adam akıllı durabilirsin durduğun yerde ne de kaçabilirsin iç acıtan seslerden. Anlam verilemeyen gizli bir farklılık çabası gibi kıvranır durusun köşende, anlam bulacağın bir kelime beklersin. Bu dipsiz bekleyişlerde belki bir gün “Sen “ gelirsin, sonra hayat buluruz bir şairin kaleminde ki şiirse konumuz imlasız da anlatabilirsin sevdayı ama konumuz aşk ise eğer bensiz biz olamazsın...
Burak Çakır Fırat Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencisi/ Elazığ
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İlahi DANTE
Tuğçe ERKOL
karakteri ve muhalif olmasına rağmen Floransa’dan sürgün yememesindeki soru işaretinden kaynaklanan kötü ünü, Dante’nin babasını sevmemesindeki sebeplerdendir. Dante’nin babasına olan nefreti, onun eserlerine de yansır. Babasından hiç bahsetmezken, var olan baba karakterlerini kötü babalar olarak yazar. Zaten sevmediği babası, Dante 18 yaşındayken ölür. Babası öldü diye neredeyse sevinecekken, onun ardında kalan üvey anne ve üvey kardeşlerinden dolayı daha da öfkelenir babasına. Dante’nin bu halinin Oidipus Kompleksi’yle bir alakası var mı diye de -bu baba-oğul ilişkisi düşünüldüğünde- rahatlıkla sorulabilir.
Dante, Bea’yı hayatı boyunca sadece iki defa görmüştür. İlk görüşteki aşkın ardından Dante, onu bir daha 18 yaşında 1265 yılının Mayıs ayında mı yoksa Haziran ayında mı doğduğu tam olarak bilinmeyen ve asıl adı Duranta olan, bir rivayete göre babası bu adı verdi diye adını değiştiren yazar Dante, İtalya’nın ileri gelen ailelerinden birine mensuptu. Ancak daha sonra hayat şartları onu, bu aristokrasinin en alt sınıfına kadar düşürecekti. Babası II. Alighiero’nun mesleği hakkında kesin bir bilgi yoktur, ancak devlet için çalıştığı ve Guelfo partisine mensup olduğu kesindir. O zamanlar Ghibellino Partisi hükümetteydi. Hükümetse muhalifleri Floransa’dan sürüyordu. Bu durumda II. Alighiero’nun da sürülmesi gerekirken ailesiyle birlikte Floransa’da yaşamaya devam etmiştir. Dante, annesini çok küçük yaşta kaybeder. Annesinin ölümünün ardından babasıyla baş başa kalır ve babası ikinciye evlenince zaten sevmediği babasından iyice soğur. Babasının ona üvey anne getirmesi, annesinin yokluğunda oğluna karşı kötü tavırları, silik
görecektir. Dante’nin bu tek taraflı aşkı, edebiyat tarihine damga vurmuştur. Bu aşk sadece Dante’ye değil, tüm sanat dünyasına ilham verir.
Dante, ilk eğitimini bir çeşit papaz okulunda alır. Ancak bu eğitimin ardından herhangi bir okula gidemediği ya da gitmediği ki aristokrat bir aileden geldiği düşünülürse gidemediği değil de gitmediği demek daha doğru olacaktır, eğitimini dışarıda tamamlamıştır. Herhangi bir okul kaydı bulunmamakla beraber büyük bir okuma ve araştırma ateşiyle yanan Dante, kendini geliştirmek için elinden geleni yapar. İtalyanca, Latince ve Yunanca eserleri okur. İçinde geçmişi barındıran Yunanca eserleri
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
okuyarak bir yerde Rönesans’ın tetikleyicisi olmuştur. Dante, annesini çok küçük yaşta kaybettiğinden hayatında bir kadın isteği de öncelikle anne hasretinden çıkmıştır. Üstelik, babasının ikinci eşinden de pek haz etmiyordu. Hayatındaki bu şefkat eksikliğini daha çocuk yaşlarında, 9 yaşında, kendisinden bir yaş küçük bir kıza aşık olarak tamamlamaya çalışır. Beatrice Portinari... Floransalı bir şövalyenin kızıdır, Bea. Dante’nin ailesiyle beraber yaşadığı evin yakınlarında yaşar. Bu yüzden şaşılacaktır ki, Dante, Bea’yı hayatı boyunca sadece iki defa görmüştür. Üstelik ilk görüşmelerinde Bea’ya aşık olmuştur. Ve bu ilk görüşteki aşkın ardından Dante, onu bir daha 18 yaşında görecektir. Dante’nin bu tek taraflı aşkı, edebiyat tarihine damga vurmuştur. Öyle ki bu aşk sadece Dante’ye değil, tüm sanat dünyasına ilham verir. Dante, Komedya’yı, Bea’ya olan aşkından yazar. Komedya’nın sonunda kavuştuğu sevgilisini, olunabilecek en üst seviyeye yerleştirir. Maddi aşkı, manevi bir hale getirir. Hatta, Bea’nın ona Cennet’te sunacağı bir kadeh şarabı içebilmek için eserde kendisini bile öldürmüştür. Bu aşk hiçbir şekilde iki tarafın da bildiği bir aşk değildir. Dante, Bea’ya söyleyemez. Bu yüzden olacaktır ki, Bea, 1288’de babası gibi bir şövalyeye evlenir. Bea’nın evliliğinden çok mutsuz olduğu, öyle ki bu mutsuzluğa daha fazla dayanamayıp 2 yılda hastalanarak öldüğü bile söylenir. Evet, Bea evlendikten iki sene sonra ölmüştür, ama ölümünün nedeni sadece hastalık olarak belirtilmiştir. Dante’yi Dante yapan Bea olmuştur. Onu silkeleyip kendine getiren şey de Bea’nın ölümü olmuştur. Çünkü deyim yerindeyse Bea’nın ölümünün ardından manevi bir boşluğa düşmüştür ve bu manevi boşluğu doldurmak için önce politikayla ilgilenmeye başlamıştır, politikadan sonra da şah eserini yazmaya başlamıştır. Komedya’nın dışında daha birçok eseri olmasına rağmen Dante deyince akla ilk gelen eseri Komedya’dır ki bunun nedeni aşktır. Ah, aşk, insana her şeyi yaptırıyorsun! Dante, Bea’yı yaşatmak ve onunla mutlu olduğu bir yaşamın artık bu dünyada olamayacağının
farkındaydı. Bu yüzden de Bea’yla yaşayabileceği bir öbür dünya tasarladı. Bunu da Komedya’da okurlarına sundu. İlk aşk deneyimini 9 yaşında yaşayan Dante, evlilik yolundaki ilk adımını Bea’yla atmayı planlarken ailesinin zoruyla 12 yaşında atmıştı. Gemma de Manetto Donatti’yle nişanlanmıştır. Bu nişanda gene iki ailenin aynı sosyal statüden olup, birbirlerine denk olma durumları esas alınmıştı. Bu nişandan önce ve sonra sık sık görüşen zoraki çiftin arasında en ufak bir sevgi tohumu filizlenmemiş, aksine Dante’nin Bea’ya olan aşkı gün geçtikçe kuvvetlenmişti. Bea’nın ölüm haberini aldıktan sonra beş yıl boyunca derin bir üzüntü içinde yaşamış ve evliliğin maneviyatının onu iyileştireceğine inandığı için de nişanlısıyla evlenmişti. Dante, tıpkı babası ve büyükbabasına yaptığı gibi Gemma’yı hiç sevmedi, ama evliliğin kutsallığından dolayı saygı duyarken ondan eserlerinde hiç bahsetmedi. Bea’dan ise her fırsatta bahsetti ve onu sevmekten asla vazgeçmedi.
Dante, Bea’yla mutlu olduğu bir yaşamın artık bu dünyada olamayacağının farkındaydı. Bu yüzden de Bea’yla yaşayabileceği bir öbür dünya tasarladı. Bunu da Komedya’da okurlarına sundu.
Dante dönemin siyasi ortamı içerisinde önce çocukken babasından dolayı bulunmuş, daha sonra da kendisi aktif siyaset hayatına girmişti. Karısının ailesinin başı çektiği Siyahlar’ın karşısında, Beyazlar’ın yanında olup reformist düşünceyi savunmuştu. Beyazlar’la Siyahlar arasındaki çatışma oldukça uzun bir süre devam etmişti, ancak bu çatışmayı kazanacak kişi tabi ki papa destekli olan, reformist düşünceye kapalı Siyahlar olacaktı.
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Dante, dönemin Papa'sı VIII. Bonifatius’u, hiç sevmezmiş. Bu siyasi çatışmanın haricinde de babasıyla yakın ilişkileri olması onun bu durumunun bir nedeni olabilir. Siyahlar, Floransa’da hükmetmeye başlayınca Beyazlar, cezaya çarptırıldı: İdam ve sürgün! Ama babası bundan etkilenmemişti. Dante ise babası kadar şanslı olamadı. Önce Floransa’dan sürgün edildi. Ardından da Papa VIII. Bonifatius’un özel emriyle bir de Dante için idam kararı çıkarıldı: Görüldüğü yerde infazı gerçekleştirilecektir! Dante, adına çıkan ölüm kararından habersiz bir şekilde Floransa’yı terk etti. Daha sonradan bu ölüm haberini de alınca sürekli yer değiştirerek yaşamaya devam etti. Çok sevdiği Floransa’dan ayrılan Hayata karşı güveni iyice azalan Dante kendi yalnızlığını dostlarıyla doldurmak için eseri üzerine çalışmaya başlar: Komedya! Floransa’dan ayrıldıktan sonra Verona’ya geldiği bilinen Dante’nin daha sonra ne yaptığı bilinmez. Ancak bir daha karısını görmediği, kendini araştırmalara ve yazmaya verdiği bilinir. Dante, 1321’de henüz 56 yaşındayken sıtma hastalığından dolayı öldüğünde Ravenna’da olduğuna göre Verona’dan sonra Ravenna’ya gittiğini söyleyebiliriz. Dante’nin bedeni artık toprak olsa da gittiği yerde Bea’yla umarım kavuşmuşlardır. Dante'nin eserleri için yapılan en temel sınıflandırma eserlerin dillerine göre olandır. Latince Eserler ve İtalyanca Eserler olmak üzere iki ana gruba ayrılır. En meşhur iki eseri Yeni Hayat ve Komedya ise dönemin halk dili olarak görülen Toscana İtalyancası ile yazılmıştır. Komedya'da Dante baş karakter olarak kendisini çizer ve ölümden sonrası için yapılabilecek bir yolculuğu anlatmaya başlar. Yaptığı bu seyahat üç ana duraktan oluşur. Eser de bununla doğru orantılı olarak üç ana bölümden oluşur: Cehennem, Araf ve Cennet. Eserin asıl ismi Komedya'dır. Ancak Hristiyanlık'ın temel ögeleriyle fazla iç içe olan bu eseri deyim yerindeyse Hristiyanlık'a mal etmek ve biraz daha kutsal bir hale getirmek için Boccacio tarafından Komedya adının
başına bir İlahi kelimesi eklenir. Eser, içerik açısından incelendiği zaman zaten yeterince kutsal bir içeriğe sahiptir. Yazılırken İncil'i kendisine kaynak olarak almıştır Dante. Bununla da yetinmeyip Kur'an-ı Kerim'den de yararlandığı söylenir.
Dante bir daha vatanına dönemeyecekti. Savunduğu ideoloji çökmüştü. Adına bir ölüm kararı çıkmıştı, tek aşkı Bea, kavuşamadan ölmüştü ve sevmediği bir karısı vardı.
Komedya'nın en temel özelliklerinden birisi sembolik olmasıdır. Eser boyunca gözümüze çarpan her şey aslında kendisinin de içinde bulunduğu siyasi dönemin bir alegorisi ve çarpık bir eleştirisidir. Yani eserde bol miktarda Guelfolar ve Ghibellinolar'a rastlanır. Ayrıca Komedya yazıldığı dil açısından da İtalya'nın kendi ulusal kimliği açısından önem taşır. Eserler o dönemde kilisenin elinde olan Latinceyle yazılıyordu ve halkın büyük bir kısmı da bu eserleri okuyamıyordu. Dante, bu ikiliği ortadan kaldırmak adına bir adım atmıştır ve eserini halk dili olan Toscana İtalyancasıyla yazmıştır. Böylece lehçenin halk dilinden, edebiyat diline doğru da geçişi için bir adım atılmış olur. Komedya boyunca 3 rakamı gözler önüne çarpar. Dante, dinine düşkün ve dinini iyi bilen biriydi. O yüzdendir ki özellikle Rodolfo Benini'ye göre bu 3 rakamının bol miktarda kullanılması tamamen bilinçlidir. Kantoların 33 kıta olması Hz. İsa'nın öldüğü zamanki yaşını, Kantoları oluşturan her bölümün 3 mısra olması Teslis'i, eserin 3 bölüm olması gibi örnekler çoğaltılabilir. Eser boyunca kutsal hedefe ulaşmak için ilerler Dante ve sonuçta kutsal hedefe
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
varacaktır. Onun bu seyahatinde son aşamaya kadar yanında bir şair vardır. O şair Dante'nin etkilendiği ve saygı duyduğu Vergillus'dan başkası değildir. Vergillus, Agustus döneminde yaşamış İtalyan bir şair, Aeneis adlı destanıyla tanınır. Zaten Dante'nin yol boyunca karşılaştığı mitolojik kahramanların çoğu da Vergillus'un kaleminden çıkanlardır.
çalışmalarında, Michelengelo'da, Rodin'in meşhur Düşünen Adam Heykeli'nde, Dan Brown'un Cehennem adlı son romanında ve Cahit Sıtkı'nın dizelerinde...
"Yaş otuz beş yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün."
Dante, yolculuğun sonuna gelindiğinde artık yanındaki rehberini geride bırakır ve kutsal sebebine ulaşır. Onu Cennet'te Yeni Hayat'ta da geçen Beatrice Portanari karşılayacaktır. Nihayet Bea'ya kavuşan Dante onun sunduğu bir kadeh şarabı içecektir önce ve ardından da onun kolunda göğe yükselerek kutsal ışığın kaynağına ulaşacaktır. Her zaman geçerli olan bir şeydir ki bir eserin sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de bir o kadar vardır. Komedya dendiği zaman Batı'daki insanlar hazır ola geçerler deyim yerindeyse. Doğu kültüründe ise insanlar bununla ilgili iki görüşe ayrılırlar. Bir görüş, Dante'nin Cennet'e doğru yaptığı yolculukta, yedi ölümcül günah için hazırladığı yedi katmanın en derininde Hz. Muhammed'le karşılaşmasından dolayı eseri yerin dibine sokar. Bu görüşte olanlar bir de Dante'nin bunu yapma sebebi olarak Hristiyanlık gibi bir din varken Hz. Muhammed'in İslamiyet diniyle ortaya çıkıp en büyük günahı işlediğini söylerler. Diğer görüş ise tıpkı Dante'de olduğu gibi Cennet'e gitmek için Hz. Muhammed'in de o yoldan gittiğini, Cennet'e gidişiyle ilgili bir bilgi verilmediğini savunur. Hatta bunu söyleyenler, Hz. Muhammed'in Miraç'a yükselmesinden etkilenerek Bea'yla beraber kutsal ışığın kaynağına ulaştığını da söylerler. Dante bu eseriyle kimi çevreceler alkışlandı kimi çevrelerce de yuhlandı. Ama şu da bir gerçektir ki Dante'nin bu eseri yuhlanmaktan çok alkışlanmış, sadece kendi dönemine değil, kendi döneminden sonraki dönemlerde kaynak olmuştur. Özellikle heykel ve resim sanatında Dante'nin bu eseri defalarca konu olmuştur. Botticelli'nin tablolarında, Dore'nin oymalarında, Mechellino'nun yağlı boya
Dante'nin öldüğünde 56 yaşında olduğu düşünülürse ömrünün yarısının 35 olmadığı bariz şekilde ortaya çıkar. Ancak bunun için Dante'nin, Komedya'yı yazdığı yaşının onun hayatının yarısı olduğunu savunanlar olduğu için bu yolun yarısı 35 olarak düşünülmüştür. İtalya'nın yetiştirdiği en büyük şair olan Dante, Shakespeare'le birlikte Batı Avrupa Edebiyatı'nın en büyük dehalarından biri olmuştur. Ortaçağ'da her şeyi tekelinde bulunduran Roma Katolik Kilisesi'ne rağmen, zorla Latinceyi benimsemek yerine halk diliyle yazmıştır. Onun bu halk diliyle yazma çabası İtalyancanın öneminin artması, İtalya'nın milli bir hareket yaşamasıyla sınırlı kalmayıp insanların Ortaçağ kilisesinden kurtulması için de bir adım olmuştur.
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ
Kübra TARAKÇI
Yine yeniden merhaba...
Vee hüzün dolu o son... Artık hiç bitmesini istemediğim Erasmus bitmiş, Türkiye yolu gözükmüştü. Nasıl ki Riga'ya varana kadar hiçbir şeyin farkında olmadıysam; Türkiye'ye ayak basana kadar da yine hiçbir şeyin farkında değildim. Evet, içimde bir his vardı ama tanımsız bir histi bu. Arkadaşlarım uğurladı beni. El salladım... Belki bir sonun vedasıydı bu ya da yeni bir başlangıcın. Sadece bir bilinmezliğe gidişti. Annemi, babamı, kardeşimi, arkadaşlarımı her şeyi o kadar çok özlemiştim ki... Ama kopamıyordum da buradan. Pazardaki teyzelerle, yoldaki amcalarla anlaşamamamızı, kötü kokan insanları, bıkmayan usanmayan otobüs kontrolcülerini; yani kötü olan şeylerini bile çok özleyecektim. Riga'ya giderken bir yanım eksikti. Erasmus'a birlikte gitmeye karar verdiğim sınıf arkadaşıma bazı sebeplerden dolayı vize çıkmamıştı ve ben onsuz gitmiştim. Onun bana, ben gitmeden önce söylediği sözler hala kulağımda. Benim için başta "Bu beş ay nasıl geçecek ya?" cümlesi ile başlayıp "Acaba tekrar gelir miyim?" sorusu ile sona eren altı aylık bir rüyaydı. Bana çok şey öğretti Erasmus. Kapalı olmayan dünyamı daha çok aydınlattı. Dünyanın bazen çok küçük bazen de bir o kadar büyük olduğunu öğrendim. İklimin insanlar üzerinde etkili olduğu tezini gözlerimle canlı canlı gördüm. Avrupa'daki eğitim sisteminin, üniversitedeki profesörlerin ne kadar farklı olduğunu, aynı dili konuşamasak da gözle iletişimin ne kadar etkili olduğunu gördüm. Klasik bir cümle olan dil, din, ırk, kültür farklılığının insan ilişkilerinde hiç önemli olmadığını öğrendim. "Yok artık bu kadar da olmaz" cümlesi yerine "Bu da olabilir" cümlesini kullanmayı öğrendim. Farklı ülkelerin yemeklerinin aslında o kadar da kötü olmadığını
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
öğrendim. Altı ay anneme dokunmadan ona sarılmadan da durabileceğimi, yıllar sonra yurtdışındaki babamla kahve içmenin nasıl bir duygu olduğunu öğrendim. Kısacası o acımasız diye nitelendirdiğimiz hayatın aslında ne kadar yaşanılır olduğunu öğrendim. Erasmus benim için birçok ilki de içinde barındırıyordu. Bunlardan ilk aklıma geleni bayramı tek başıma geçirmemdi. Şimdi arkama baktığımda “vay be” diyorum. Neler yaşamışım? İyisiyle kötüsüyle, ağlamasıyla gülmesiyle...
Lise yıllarında hayalini kurduğum Eyfel Kulesi'ni, İtalya'yı ve daha birçok yeri hayal olmaktan çıkardım. Bunun için her zaman bana destek olan aileme ne kadar teşekkür etsem az sanırım. Tabii bir de tüm derslerimi eş saydıran sevgili Hatice Hocam’a minnettarım. Arkadaşlık konusunda da farklı dinden, farklı milletten birisinin de çok güzel Erasmus yoldaşı olacağını öğrendim. Bahsettiğim kişi Ilona benim canım, can yoldaşım. Benim kızım şimdi İstanbul'a Erasmus programı kapsamında geleceği için hazırlıklarına başladı bile. Biz, “Kim bilir bir daha kaç ay sonra...” hatta bazen “kaç yıl sonra...” diye düşünürken şimdi dört ay sonra kavuşacağımız günün hayalini kuruyoruz. Biriktiğim anılarımı valizime koyup gitme zamanı gelmişti. Bitmez dediğim beş ay bitmiş ve o anons yapılmıştı. Duygu yönünden hayatımın en karmaşık anlarından birisini yaşıyordum yine. Hüzün ve mutluluk bir aradaydı. Erasmus yapacak olanlara küçük bir not: " Denemekten korkmayın, hele ki gidersem yalnız kalırım korkusu içinizde olmasın."
Erasmus biter Kübra kaçar До свидания, ardievas, goodbye
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
O’na Doğru
Ayşe Bengisu Akdağ
Ağaçların kuru dalları tomurcuklanmaya başladı. Kuşlar yuva yapma telaşında. Güneşin sevimli yüzü sanki bana gülümsüyordu. Penceremi açıp neşeli bahar havasını doya doya içime çektim. Ancak bu güzel anı yarıda bırakmak zorunda kaldım. Geç kalmamak için hemen çantamı, kitabımı, kalemimi alıp çıktım evden. Her semtin birbirine bağlandığı yaşlı caddelerden geçerek kısa zamanda vardım Fabrika-i Hümayun’a.* Bu küçük, mütevazı mahallenin ortasına nasıl da vakarla oturmuş seyreyliyordu semti. Asırlık, ihtişamlı külliyeden sadece iki binasının hayatta kalma mücadelesini kazanmış olması ise hüzünlendirdi beni. Tuğla döşeli, buram buram ahşap kokan müzenin içine girer girmez yüz elli yıl öncesinin iplik, dokuma tezgahlarının sesleri kulağımda yankılandı. Kim bilir kimler girdi bu kapıdan, kim oturdu bu tezgahın başına, hangi sultana kıyafetler gitti, neredeler şimdi… “ Bu dünya hod , baki değil , mülke Süleyman neyimiş”** Servilerin, çınarların gölgelediği avlusu ise bu gün çok başka bir nedenle heyecanlı, kalabalık, cıvıl cıvıldı. İnsanların arasından zar zor geçerek kendime önlerden yer bulup beklemeye başladım konferansı. Biraz sonra lacivert takım elbisesinin içinde kırmızı kravatıyla fark edildi İskender Pala. Herkesi selamlayarak yavaşça oturdu. Baharın “Fabrika-i Hümayun”a, bu semte ne kadar yakıştığını düşünürcesine etrafa baktı ve sonra herkesi alıp yüzyıllar öncesine götüren o konuşmasına başladı: “ ‘Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm’…der Bizim Yunus. O huyu güzel, işi güzel, bilgisi güzel ve sözü güzel olandı. Sanki Kaf Dağı’ndan Anadolu bozkırlarına tenezzül etmiş
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bir Simurg, Allah’ın bir zaman için yeryüzüne koyduğu bir aynaydı. O bu yurtların göz bebeğiydi…”*** Pala, “Bizim Yunus”la herkesin gönlünde bugünden geçmişe, maddiden maneviye bir yolculuk başlatmıştı. Yılları boyutları aşmış, Yunus’la bir olmuştuk adeta. O sırada gözüm birden yosun tutmuş eski kaldırım taşlarının arasından başını hafifçe yukarı kaldırmış, masum ve mütevazı küçük sarı çiçeğe takıldı. Tek başına nasıl da güvenle çıkmış, güzelce duruyordu orada. Konferans bittikten sonra “OD” kitabını imzalatmış olmanın da mutluluğuyla sarı çiçeğin yanına gittim. Yavaşça eğildim, gülen gözleriyle bana baktı. Sordum çiçeğe: “Boynun neden eğridir Çiçek eydür: Boynum Hakk’a doğrudur.” Sarı çiçek beni kendine hayran bırakmıştı. Onu orda bırakmak istemedim. Nazikçe elimi uzattım, sordum çiçeğe: “Bahçene girsem nola Çiçek eydür: kokla beni geri dur.”**** Utandım bir an. Hemen çektim elimi. O bana az önce “Kalbim Hakk’a doğrudur” derken ben ne cüretle onu almaya yeltenmiştim? Değil miydi bu kainatta her şey O’na doğru, O’nun için? Benim küçük dediğim sarı çiçek ne kadar da büyükmüş oysa. Yavaşça kalktım çömeldiğim yerden. Arkamda Fabrika-i Hümayun’u, ahşap kokusunu, el açmış çenarlarını ve sarı çiçeği bırakarak ağır ağır uzaklaştım oradan. Yalnız ardımda kalmayan tek şey vardı: Bizim Yunus…
* XIX. yüzyıl ortalarında başlayan, ülkenin devlet eliyle endüstrilleşmesi çabalarının bir ürünü olarak 1852’de sarayda kullanılacak ipek halı ve kumaşlar için, iplik üretmek amacıyla kurulmuş, Avrupa sarayları da dâhil olmak üzere devrin önemli devlet adamlarını giydirmiştir. ** “Bilenlere Sormak Gerek” şiir kaynağı, Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre.,2011 ***Od,İskender Pala, s.11 **** “Sarı Çiçek” şiiri kaynağı, Mehmet Kaplan, “Yunus Emre ve Nebatlar”, Türkiyat Mecmuası,XII,İstanbul,1955
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Öğretmenim mi?
Hikaye / Mehmet ALTINOVA
Sanat benim için vazgeçilmez bir uğraş
Dil nota olunca memleketi de önemli değildi ,
olmuştur hep. Resim, müzik, tiyatro hep ilginç
kim olduğu da... Ortak bir dildi nota. Yabancı
geldi bana. Daima onlarla vaktimin hemdem
dil bilmesen de notalarla sözcükleri
olmasını istedim. Hayallerim sanata bağlı
çıkartabilirsin. Hatta denemiştim bunu. Flüt
olduğu için beni de kendisiyle sürükledi.
çalmayı biliyordum. "Can ı get some water?"
Hocalardan ders aldım. "Sanat, hocasız
cümlesini notalarla söylemiştim, turist de
olmaz.", derdi babam. "Oturup, onun izlediği
notalardan bu cümleyi anlayarak bana suyu
yolu takip etmekle sanata ulaşırsın.", derdi.
uzatmıştı. Notaların evrensilliğini anlamam
"Bazen bu yolun ayak izleri silinmiş, rüzgarlar
bununla başladı.
izleri kaybettirmiş olsa da sen ayrıntıyı görüp doğru bir istikametle yürümelisin.", derdi. Etrafta çekemeyenlere karşı dikkatli ol, onlar sana tuzak kurabilir, seni yolundan kayırabilir, taklitçiler iyi taklit ederler onlara uyma diye sürekli uyarırdı beni. Sanattaki ilk öğrenimimi babamdan
2
Dışarıya doğru çıktım. Güneş bulutun arkasında gizliydi. Aydınlığını yeryüzüne göndermekle yükümlüydü sadece. Isıtma gücünü gittikçe kaybetmişti. Biraz rüzgar vardı. Çiçekler bugün biraz daha soluktu. Sanırım güneşin vefasızlığına karşı bir tepkiydi bu. Bir bankta oturmuştum. Beş on metre ilerde yan
gördüm ben. Babam bir işçiydi. Demirleri
flüt ile kemanın buluşmasıyla oluşan bir müzik
döverek geçimimizi sağlardı. Geçinme sanatını
kulağıma terennüm ediyordu. Perdeli çalgı
öğrendim babamdan. Çocuk büyütme, çocuk
olduğundan kulağına yakındı. Notaları
sevme sanatını... Aileyi nasıl idare edebiliriz
hissederek duymaya çalışıyordu.Perde...
sanatını öğrendim. Sanatkârdı babam, hiçbir
İnsanın müziği değil, müziğin insanı
eksiklik hissetmedim onunla, işinde de
yönetmesini simgeliyordu. Kulağama yakın
öyleydi... Demiri eline aldığı zaman Davut
olmasını istediğim iki şey vardı, bunlardan biri
1
peygamber gibi işlerdi elinde. Basit bir demir
sevgilim diğeri de kemanın telleriydi...
onunla birlikte mucizevi bir hâl alırdı. Ama bu öğretmenliği benim için yeterli değildi, kuşkusuz en iyi ve en önemli eğitimlerden birini almıştım ondan, "Sanata Giriş"'i ondan almıştım ve en iyi öğrencisi bendim... Tek öğrencisi... Müziğe karşı ayrı bir ilgim var. Babam bunu verebilecek düzeyde değildi. Bir hoca
3
Keman çalan adamı dikkatle izledim. Kendinden geçmişti. Kemanı çantasına koydu ve yan flüt çalan arkadaşıyla paraları kırışıp ona güle güle dedi. Ben de kemancıyı takibe koyuldum. Kemancı orta boylu, giymek zorunda olduğu belli paltosu olan , yürüyüşü arkadan bakıldığında hiç de hoş görünmeyen bir adamdı. Evi olarak tahmin ettiğim bir
aradım kendime. Onunla yok olabileceğim bir hoca... Notalarla konuşabileceğim bir hoca... 1
Davut peygamber demiri eliyle istediği şekle getirmesiyle ünlüdür.(Y.N.)
2
Biraz su alabilir miyim?(Y.N.) Bir müzik parçasını oluştan seslerden her birinin kalınlık incelik derecesi ve tuşlardan oluşmayan, notaları kulakla nota değerini çıkartılabilen enstrümanlar.(Y.N.) 3
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
barakaya girdi. Barakanın camları macun
Keman mevzusunu babama söyledim,
çekilmiş, kapısı eski bir yerdi. O, içeri
ilköğretmenime. Tabii o, kendisinin ilköğretmen
girdiğinde ben birkaç dakika bekleyip kapısını
olduğunu biliyordu. Başka öğretmene gitmek
çalmak için ilerledim. Kapısını çaldım ve
onun için başka bir yâra gitmekten farksızdı.
"Buyrun" sözcüğü ile karşılaştım. Sözcüğü
Tepkisi bu yüzden acı ama sevindirici oldu.
söylemesi çok iyimserdi, ben âdeta sık sık
Artık ondan mezun olmuştum başka bir okula
derin nefes alıp veriyordum. Bunu daha çok
gidiyordum. Keman için para kopardıktan
heyecanlı olduğum zaman yapardım.
sonra ertesi günün olmasını bekledim. Uyku
4
Hiperventilasyon denirmiş buna vücudumu
tutmaz zannediyordum ama öyle bir uyku
dengeliyordu. Kendimi hem sakinleştirip hem
tutmuştu ki tarifi edilemezdi. Kadıköy Moda
konuşmaya devam etmem gerektiğinin
civarında turlamak hiç de zannedildiği kadar
farkındaydım.
kolay bir şey değildi.
-"Ben" dedim "sizin keman çalışınızı dinledim." -"Öyle mi?" dedi, ılımlı şekilde.
Ertesi gün annem odama girmiş takvimin yaprağını yırtmıştı. Saate baktığımda yelkovanla akrebin amansız mücadelesi
-"Evet, harika çalıyordunuz, hiç durmamanızı
devam ediyor, havadaki güneş,"Ben geldim."
dilerdim,lâkin..."
diye kendini göstermeye çalışıyordu. Hava dünkünün aksine daha da sıcak bir hâl almış,
-"Lâkin?" -"Ben de çalmak istiyorum, en az sizin kadar."
çiçekler güneşle barışmıştı. Gün, rüzgar sesinden çok notaların sesiyle yankılanmak istiyordu. Kahvaltıya aşağı indiğimde annem
Ve... O kadardı konuşmamız, kabul etmişti.
tabakları koymaya daha yeni başlamıştı. Evin
Sadece bir kemanımın olması yeterliydi sanki.
tek kızını uyandırmaya çabalamamış. Dediğim
Eve doğru yürüdüm. Evimden baya
gibi üzerime titrer. Keşke bir kardeşim olsa
uzaklaşmıştım ama buna değdiğine
dediğim zamanlar işte bu zamanlardır. Tek
sevinmiştim. Artık hoca bulmuştum, hem de en
çocuk olmasaydım belki annem üzerime
sanatkâr olanından. Çünkü sanatkâr demek
düşmez kendini de bu denli yormazdı. Neyse
bana göre hayatın içinden notaları çıkarmak
dedim, Allah'tan erken uyandım da biraz da
demektir. Herkes her şeyi konuşur ve sen
olsun yardım edebilme bahtiyarlılığına ulaştım.
onların hepsini birkaç sese karşılık gelen
Kahvaltımı her zamanki gibi aheste aheste
notalara dökersin. Bu adam o kabilden bir
yapmak yerine çabucak yapıp kemanıma
insandı, kabiliyetliydi de. Eve vardıktan sonra
kavuşmayı arzuluyordum. Sanki yirmi yaşımda
heyacanım yüzümden okunuyordu. Annem,
değilim de altı yaşımda okula başlamanın
babam üzerime titrerlerdi. Bilmiyordum neden
heyecanımı yüreğimde yaşıyormuş gibiyim.
bu kadar titrediklerini, arkadaşlarımla kendimi
Hocamla ilk dersime bugün başlayacaktım.
kıyasladığımda ailem onların ailelerinden daha
Benden para da almayacak, hatta bana sesimi
çok üzerime titrediğini farkettim. Sebebini aile
kullanabilme yetisini de öğretecekti.
bağlarımızın kuvvetli oluşuna yoruyordum. Kemanı almak için Kadıköy'den 4
Hiperventilasyon, hızlı soluk alıp verme durumu, vücudu dengelemeyi sağlar.(Y.N.)
karşıya geçip Fatih'e gittim. Orada çok eski
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
zamanlardan beri varolduğunu bildiğim müzik
önce ne de bir an sonra gelebilirdik.
aleti satan yerlerin olduğunu biliyordum. Gittim,
Sözcüklerle ifade edilemeyecek,"o an" diye
rastgele birinin dükkanına girdim ve durumumu
ancak söylenebilecek bir zamana eş değer
arz ettim. Sanırım beni çok istekli gördüğünden
olabilirdi. Tutuş tekniğinden başladık. Sancılı
midir yahut beni kendi akrabalarından birine mi
bir süreçti. Başını sağ tarafa bükerek alana
benzetti bilmem ama çok özel bir keman getirdi
yerleştirip, elini biraz büküp, hayatta kuvvetsiz
karşıma. Keman kullanılmıştı. "Bu kemanı
görünüp ezilen serçe parmağı çok
kullan." dedi, "Kullanılmış keman notalara
kuvvetliymişçesine alttan destek vermesi için
aşinadır." Güzel bir sözdü,"Kullanılan keman
kullanıp baş parmağın boğumlarıyla da yandan
notalara aşinadır.". Bilmem kaç eser çalınmıştı,
destek vermek gerekirdi. Meşakkatli bir süreç.
hangi aşk kelimelerini kemanın yayı bir ok gibi
İstek varsa meşakkat insana hırs ve hız
sıyırıp geçmiştir tellerini, bilmem kaç kişi
kazandırırdı. Notaların perdelerini kemanımda
kulağını dayamıştır tellerine, bilmem kaç kişi
bulmaya çalıştım. Nota bilgisi şuan için
düzeltmiştir akordunu. Ama en merak ettiğim
gereksizdi. Keman, hissin enstrümanıydı. His
soru şuydu, "Kaç kişi benim gibi ilk defa bu
ve senin kararın. Sence doğru olması
kemanda öğrenmiştir çalmayı." Evet, benim
gerekirdi. Yanlışınla kimse yargılayamazdı,
için en mühim sorulardan bir başkası da, "Ben
saksafon değildi bu ya da piyano. Tuşlarla işim
de bunu çalmayı öğrenebilecek miyim?" Aldım
yoktu hislerime egemen olmak beni doğru yola
kemanı ve gittim. Ucuza da gelmişti hem.
götürecekti.
Tekrar Kadıköy'e gitmek için Eminönü'e giden otobüse binip vapura yetiştim. Belki bir dahaki gelişimde kemanımla birlikte gelip bu vapurun içinde keman çalacaktım, rüzgar ayrı bir ahenk verecek, onlarca martı eko yaparcasına şarkı 5
söyleyecek ve çaldığım kemana karşılık solist görevini üstlenecekti. Ben, bunu hayal ederken vapur Kadıköy'e doğru ilerliyordu. O harabe kulubeye gittim. Hocam beni
Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış, maarif takvimleri bir bir günlerini yenilemişti. Dünyaya,"ınga" sesiyle yeni notalar doğmuş, âdeta bir es gibi durgun kalpler toprağa sarılmıştı. Yine bir gün hocamın yanına giderken afiş gördüm. Müzik yarışmasıydı. Sesimi kullanabilmem için hocam bana eğitim verse de ben yine de sesime güvenmiyordum. Ama keman
bekliyordu. Geç kaldığımın farkındaydım.
konusunda hocam, tevazu gösteremeyeceğim
Hocam geç kalacağımı tahmin etmişti.
kadar iyi eğitim vermişti. Artık hislerime
Kemanıma bakıp," Güzel parça." dedi.
egemen olmayı öğrenmiştim. Bu yüzden
"Yaşanmışlık bakımından ağır bir keman." dedi
âşıklık duygusu benim içimde yer etmemiş, o
ve "hâlâ bir parça daha yaşantı katılmayı
his mahallesine adımımı dahi atmamıştım.
ister." cümlelerini ekleyerek umut verdi bana.
Benim aşk anlayışım kemanın telleriyle
Hocamın, kemanımı beğenmesine
kulağım arasındaki sevgi seslerinden ibaretti.
sevinmiştim. Hemen derse başladık. Hemen
Yarışmanın da sadece enstrümandan ibaret
çünkü o an başlamalıydık, yaşama ne bir an
olmasından mütevellit katılmayı istiyordum. Bunun için saygıdan dolayı üstadımdan izin
5
Canon, müzik terminolojisinde bir seslendirme metodudur. Ardı ardına eko yaprcasına seslendirmektir. (Y.N)
almak gerekirdi, eğer o icazet verirse
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yarışmaya katılacaktım. Sanat saygı
dolaş yaptığından yirmi dört saat onun için çok
gerektirirdi.
uzun bir vakitti.
Hocamla dersten sonra görüştük. Bana
Ve yarışma günü. Bütün hazırlıklar
artık nota bilgisi de vermişti. Hocamın eğitim
tamamdı. Üzerime mavi bir elbise giymiştim.
yöntemi, "Bu aleti ilk bulan nasıl çalmıştır?",
Elime kemanı aldım ,herkes solosunu
şeklindeydi. Bu yüzden bana ilk önce nota
yaparken ben arka taraflarda çalıyormuş gibi
bilgisini vermemiş tamamen hislerimle çalmayı
yapıp heyacanımı gidermeye çalışıyordum.Sıra
öğretmişti. Artık makam bilgisinin de sonlarına
bana geldiğinde anons edildim. Sahneye çıkıp
6
yaklaşmıştım. Nihavendi , Hicaz hatta başka makamları başka perdelerden çalabiliyordum.
selamımı verdim ve eserimi çalmaya 7
başladım.Salondan çıt çıkmıyordu, bu benim
Kürdî hicaz makamından bir parsel çalmak
için iyi bir durumdu. Dikkatimi daha çabuk
kadar beni bahtiyar eden bir şey yoktur
toplayabiliyordum bu sayede. Yay her ileri geri
sanıyorum. Dersin akabininde hocamla bu
gittiğinde âdeta," Aferim çok güzel gidiyorsun."
meseleyi görüştüm. Olumlu bakmıştı. En
diyordu. O güçle devam ediyordum. Çalmaya
azından yarışma arefesine kadar dersleri
devam ettim ve ettim. Do ile Re ile Mi ile
sıklaştırıp daha iyi hazırlanmam gerektiği
karmaşık bir sistemi, sistemli hale getirip icra
söylemleri benim mutluluğumu sağladı.
ettim eserimi. Bittiğinde alkışlandım ve selam
Yarışma gününe daha bir hafta vardı. Her
verip arkaya gittim. Sonuçların açıklanmasına 8
yarışmacı solo yapacaktı. Hocamla peşrev mi
yakın en ön sıralardan beni izleyen ailemin
yoksa daha kısa olan saz semaisi mi çalmak
yanına inip yanlarına oturdum. Yarışmanın
gerek diye mütalaa ediyorduk. Peşrevde karar
sonucunun açıklanmasını bekliyorduk. Ailem
kıldık. Böylece heyecanıma yenik düşersem
ve ben el ele tutuşmuştuk, arkamızda bir yığın
durumu kurtarabilmem adına bir şeyler
insan vardı. İsmim açıklandı. Heyacandan
yapabilirdim.
havalara uçacaktım. Hocam da yanımdaydı.
Annemler hocamla hiç görüşmemişlerdi. Bana güvenleri sonsuzdu çünkü. Evde de bazen kemanımla onlara bir şeyler çaldığımda gerçekten kendilerinden geçip mutluluk yaşıyorlardı. Yarışma mevzusunu onlara da söylemiştim. Destekleri tamdı bana karşı. Onlar da takvimin yapraklarını bir geriye atmak için yirmi dört saatin dolmasını bekliyordu. Babam için bu kolaydı. İşlerinden dolayı zaman çabucak geçiyordu ama annem evde dön 6
Nihavendi,hicaz,kürdî hicaz müzikte kullanılan makamlardandır.(Y.N.) 7 Buna müzik terminoloisinde "transpoze etmek " denir. (Y.N.) 8 Peşrev, klasik Türk müziğinde fasıldan sonra gelen uzun bir parça, saz semai ise peşrevin daha kısa olanıdır.(Y.N.)
Yanımda oturanın hocam olduğundan kimsenin haberi yoktu. Ailem de bu sayede hocamla tanışacaktı ilk defa. Sahneye çıktım, selamımı verdim ve mikrofonu elime alıp teşekkürlerimi sundum. Beni yetiştiren hocamı sahneye davet etmek istedim. Hocamın yavaş yavaş geldiğini gördüm. "İşte hocam!", dedim , insanlar boşluğa bakmış gibiydiler...
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
CADI AVI-6 Işık Selin Orhuntaş "Herhangi bir kentte, varoluşun herhangi bir zamanında" diyordu Tezer Özlü. Hiçbir yere ait olamayışını böyle hafifletiyordu. Siz kendinizi nereye ait hissediyorsunuz sahi? Dünyaya pencere arkasından bakan kesimden misiniz? Yoksa hiç görmediğiniz bilmediğiniz yerlere mi aitsiniz? Aidiyet insanoğlunun asla bitmeyecek devinimlerinden biridir. Bir yerden gelme ya da herhangi bir yere ait olma. Başını Batı'ya çevirmiş, kökenini orada arayan yazarlar içinde başını Ortadoğu' ya çevirmiş bir yazardır Ece Temelkuran. Gazeteci kimliği ile tanıdığımız ecetem* 1973 İzmir doğumlu. 1995 Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. İstanbul Barosu'na kayıtlı bir avukat olsa da mesleğini hiç icra etmedi. 1993 yılında gazetecilik hayatı başladı. 20 yıl muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. Kadın hareketi, siyasi tutuklu ve hükümlüler, Güneydoğu sorunu üzerine çalıştı, röportajlar yaptı. Almanya'da kadın hareketi üzerine bir araştırma yaptı. “Onu Ağustos’ta Dünya Sosyal Forumu sürecini izlemek için 2003'te Brezilya'ya, 2004'te de Hindistan'a gitti. Daha sonra Venezüela'daki sosyalist devrimi ve Arjantin'de muz tarlalarına ekonomik krizden sonra oluşan halk hareketini inceledi. Bu incelemeye dair götürecektim. Muz yazılarını "Buenos Aires'te Son Tango" başlıklı yazı dizisi olarak Milliyet seslerini gazetesinde yayınladı. Aynı gazetede "Kıyıdan" adlı köşede yazmaya 8 Şubat 2010'a kadar devam etti. 2012'ye kadar Habertürk gazetesinde yazdı. Birgün dinleyecekti. Nasıl Gazetesi'nde de yazılar yayınladı. Yakın zamanda sosyal medya hesabından her sevineceğini, hayret ay OT Dergisi'nde yazacağı haberini verdi.
Ecetem'in İlk Kitabı 1996 yılında, köşe yazılarında satır aralarında okuyucularına hissettirdiği şiirselliği "Bütün Kadınların Kafası Karışıktır" a taşır. Şiir – metin karışımı bu kitap, ilk kitabıdır. Genç yaşında yayınlamasına rağmen yaşından büyük cümleler içerir. Bir "ilk kitap"a göre gayet özgün bir üsluba sahiptir. Bazen sevgiliyle bazen kendiyle hesaplaşır kitap boyunca. Cümlelerin altını çizersiniz peşi sıra, durup düşünürsünüz. 23 yaşındaki kadın sizden bunu ister : " Bunları oku. Denize karşı bir sigara yak. Tek şekerli, demli bir çay koy masaya. Çok neşeli bir müzik çalsın mutlaka. Kapat gözlerini, gülümse. Çünkü... " Hayat üçlemesinin ilk kitabı "Bütün Kadınların Kafası Karışıktır" kadınlığı, anneye olan bağlılığı ve hesaplaşmayı devrik cümlelerle düzensiz ama uyumlu biçimde okuyucuya aktarır. "Babam için, anneme " ithafıyla başlar. İçinden kadının geçeceği ilk ve son kitap olmayacaktır. Gerek H"ayat " üçlemesinde gerek diğer kitaplarında kendine has üslubuyla işleyecektir. 1997 yılında Metis Yayınları'nın Siyah-Beyaz dizisinin dokuzuncu kitabı
edeceğini düşündükçe…”
Muz Sesleri / Everest 2010
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yayımlanır. "Oğlum, Kızım, Devletim" Ecetem tarafından kaleme alınır. 6 Mayıs 1996'da Eskişehir E Tipi Kapalı Cezaevi'nin açılmasının ardından başlayan açlık grevine annelerin verdiği desteği "anne"lerin gözünden anlatır. Gözü yaşlı annelerin olaylara nasıl karıştığı, Türkiye'nin yaşananlar karşısında tutumu, annelerin nasıl dayak yediğini annelerin ağzından dinleriz. "Anneler, dünyanın bütün küçük mutfaklarında, haksızlığın "Biz bu toprağın dayanılmazlaştığı günler için hazırlanıyorlar." diyen Ecetem edebiyatın toplumun yaşadığı acılara kayıtsız kalamadığını 136 sayfada içimizi insanlarını neden burka burka anlatır.
hep çok dövülmüş çocukları sever gibi severiz ?"
2002 yılında Hayat üçlemesini tamamlayacak iki kitap gelir. "Kıyı Kitabı "ve "İç Kitabı ". Kitaplardaki yolculuk yavaş yavaş diğer kitaplarının temelini oluşturur.
2006 yılında yolculuk kitaplarından ilki gelir : "Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita" Latin Amerika'dan kesitler sunar. Hiç turistik yanı Ağrının Derinliği yoktur kitabın. Venezüela'da yaşanan devrim Temelkuran'ın kalemiyle bize ulaşır. Basının ufak tefek haberlerle geçiştirdiği bu değişim Chavez'in isteği üzerine taa dünyanın öbür ucundan bir gazetecinin gözlemleriyle yazılır. Umudun tükenmekte olduğu zamanlarda, dünyayı küçük insanların değiştireceğini hatırlatır, yaralara ilaç gibi gelir. 2008 yılına gelindiğinde farklı bir konu ile karşı karşıya kalırız: Ermeni meselesi. Siyaset ile iç içe bir yazar olan Temelkuran, yoğun tartışmaların yaşandığı meseleye "biz" olma duygusuyla yaklaşıyor. Türk ve Ermeni milliyetçiliğini incelerken toplumların birleşme aşamasında yaşananlara değinir. Bu konuda yazılmış bir başucu kitabı niteliği taşımaz ama "farklı" kesimlerin olaya bakış açısını görmek için okunmaya değerdir. (Kitap 2010 yılında İngiltere'de Deep Mountain adıyla yayımlandı.) Ece Temelkuran, eserlerinde toplumsal olayları işlemeyi sever. Toplumlarda sıkça yaşanan halkın bakar kör olduğu durumlara cesaretle çoğu zaman duygularıyla yaklaşır. Bilgi birikimi çok fazladır ki karşılaştırıldığı isimlerden bu yönüyle her zaman 1-0 öndedir. Katıldığı TV programlarında ya da gazetelere verdiği röportajlarında açıkça görülebilir. “Dilini bilmediğin bir 2010 yılı itibariyle gazeteciliği ile değil de 'romancılığı' ile ön planda olmaya başlar. yerde ağlamak
"Bu yol bir şehre giderdi / Güneşin tutuştuğu denize batmış güle / Mavi ıslak gecelerde ne sevgiler açardı /Dünya menekşe bahçesinde alev alev / Ey şehir sen yoksun " Ezginin Günlüğü – Beyrut İlk romanı "Muz Sesleri"dir Ecetem'in. Çoğumuz bu kitapla tanıdık. Muzların çıkarttığı sesi merak ettik. Kalplerin yağmalandığı yerden Beyrut'tan seslendi bize. Şatilla Kampları, Doğu'daki Paris savaşın ortasında aşk, aşkın ortasında kadın olmak...
fenadır. Çünkü seni, senin dilinde susturacak kimse yoktur.”
Ecetem, bu romanı yazmak için Beyrut'a gitmiş ve 9 ay orada kalmıştır. Ana mekanın Beyrut olmasının dışında kendisi de şehre aşıktır. Aşkını satırlara öyle bir yansıtır ki ister istemez biz de Beyrut'a aşık oluruz. -Beni de hiç görmediğim şehre aşık eden şey bu kitap olmuştu. :) İlk roman olduğu için birçok teknik kusur görülür. Gazeteciden romancıya dönüşmenin sancıları diyebiliriz. Yerel halkın dilinden sözcükleri cümle aralarına serpiştirmek uğruna romanın üslubu hasar görmüştür. Kötü sıfatını yakıştırmak olmaz, sayesinde sözlüğümüze "habibti" "kıbbe" kelimelerini ekliyoruz. :)
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
"Bu savaştan gidenler Filipina, evlerini kaybettiler. Bu yüzden gitmedim ben. Annen de bu yüzden kaldı. Birlikte yaşanan hikayeler, insanları birbirinin evi yapar." Aidiyet duygusu insanoğlunun baş belası mı iç sıkıntısı mı emin değilim. Emin olduğum şey Ecetem'in bu romanıyla bizi Ortadoğulu olduğumuza inandırıyor oluşu. İngiltere'de okuyan Deniz karakterinden okuyoruz bunu. Avrupa ve Ortadoğu çatışması vücut buluyor adeta. Yeni doğan bebeğin göbek bağı kesilir, Oxford'un bahçesine gömülür; büyük adam olsun diye. Tam Ortadoğulu hareketi değil mi ? Bu kitap üzerine anlatacak çok şeyim var lakin sayfalara sığdırmak zorundayım. Mayıs ayının anlam ve önemine yakışır bir kitaba geldi sıra : "Düğümlere Üfleyen Kadınlar" "Fatima, Dido, El kahina ,Sibel, Meryem... Adına ne dersen. Kadın tanrı kılık değiştirir sadece. Tahmin edersin ki erkek dünyasında hayatta kalmak için kıvrak olmak gerekiyor!". 2013 yılında Everest yayınlarından çıkar. İsmini Felak Suresi'nden alır. Yaralı coğrafyadaki yaralı dört kadının öyküsü anlatılmakta. "Çünkü bir erkek bir kadının nefesi kadar" sloganıyla yer edindi kendine. Muz Sesleri kadar çarpıcı olmasa da kalbi kırık bir kadının neler yapabileceğini göstermesi adına güzel denilebilecek bir roman. Yine gazetecilikten gelen bir yazarın kusurları göze çarpıyor. Ortadoğu'nun ara sokaklarında gizlenmiş halkı saklandığı yerden çıkartıp tanıtmaya çalışır. Bu çaba esas konudan uzaklaşmamıza sebep oluyor. Bu kusurların dışında anaerkil kültürün tanrıçaları olan kahramanlar her şeye rağmen hayatta kalmaya çabalarlar. Velhasıl-ı kelam, roman bitince Madam Lilla idolünüz olabilir.
"Kaç devir geldi kaç nesil geçti / kaç çiçek soldu hani bu sondu ?" Sezen Aksu- Sultan Süleyman Yıl 2015. Ecetem , bu defa 12 Eylül 1980 ile karşımızda : "Devir." Daha iyi bir dünya için çabalanırken devredilen tecrübeler. Daha önemlisi devredilen şey, daha iyi bir dünyanın olacağı ve bunun için çabalamaya değer olduğu inancı. 80 darbesi iki farklı çocuğun diliyle anlatılıyor roman boyunca. Onların kelimeleriyle. Oya Baydar, Devir 'deki çocuksu dilin, eseri katur kutur dönem romanı olmaktan kurtardığını ifade ediyor. Ali ve Ayşe'nin dilsiz kuğuları kurtarma çabaları, ipek böceklerinin meclis arşivinde kozalarından çıkıp kelebek olmaları, 70'ler ve 80'lerin mağdur Alevi mahalleleri, başkentin orta sınıf mahallerinin gündelik yaşamı, okur yazar sınıf semtler , devredilen zaman... Roman ilkokul ders kitabı gibi ünite – konu – alt başlık şeklinde bölünmüş. Bölüm adları da ilkokul kitabından alınmıştır : "Mahallemizi tanıyalım" , "Çağdaş Batı Müziği " vb . Farklı sınıflardan, farklı mahalleden iki çocuk. Seyranbağları ve Kurtuluş Mahallesi'ni birleştiren ne olabilir? Ya da ne kadar sürebilir? Elbet bir neden bulunur kuğular kurtuluncaya, kelebekler meclise girinceye kadar!
"Hatırlamakla unutmamak aynı şey mi Hüseyin Abi ?"
Gözlemlediğim kadarıyla romana gelen eleştiriler Ecetem'in hala üzerinden atamadığı gazetecilik üslubunun yanı sıra ideolojik görüşlerinin dayatılması yönünde. Roman üslubu oturtmak zordur fakat şunu da unutmamak gerekir ki, 80'li yıllarda sadece siyaset konuşulmuyordu. İnsanlar aşık olabiliyor, Zeki Müren'le Bülent Ersoy'un cinsi tercihleri dedikodu malzemesi olabiliyordu. Orta sınıfın kaygıları Zeki Müren ve Bülent Ersoy odaklıyken çocukların ilgi odağı rol-model aldıkları devrimci/ülkücü abiler/ablalar olabiliyordu. Bence Temelkuran , romanın tarih
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ve toplumdan beslendiğini kanıtlayabilen bir yazar. Çünkü biz bu satırlarla büyüklerimizin 'hatırlamayacakları'nı yani hiç görmediğimiz, yaşamadığımız bir dönemi şarkılarıyla, dedikodularıyla, renkleriyle, kokularıyla okuyabiliyoruz. “…O kuğuların bu ülkenin tam kalbinde durup susarak sakladıkları bir sır vardır. Bu çılgın ve hüzünlü ülkede her şeyin neden ve nasıl olup da hâlâ devam edebildiğini sadece o dilsiz kuğular bilir” Ece Temelkuran, sosyal medyayı iyi kullanan bir yazar. www.meyhanedeyiz.biz 'de sanatçılarla yemek esnasında yaptığı röportajları yazıyor. Nisan ayında konuk Hayko Cepkin'di. Bir de Can Yayınları'nın orijinal pazarlama tekniklerinden www.eceninmasasi.com sizi Ecetem'in dünyasına yolculuğa çıkarıyor. Masasındaki notları okuyabiliyor, yazdığı şiirleri kendi sesinden dinleyebiliyorsunuz. Arzu ederseniz bir de not bırakıyorsunuz kendisine.
Bundan sonraki adımı ne olur bilemem ama tek temennim kendisinin bir "Devrim Müzesi" açması yönünde. Dünyanın dört bir yanından devrim izleri kitaplardan vitrinlere taşınsa bir de bunun mimari Ecetem olsa... Yazıma son verirken Anneler gününü Düğümlere Üfleyen Kadınlar'ın son cümlesiyle kutluyorum : "Tanrı bizi sevmese bile cesur bir anne bize yetebilirdi."
*Ecetem: Ece Temelkuran'ın hayranları tarafından verilmiş isim.Ecetem'in diğer kitapları : *Dışarıdan Kıyıdan Konuşmalar *İçeriden Kıyıdan Konuşmalar *Ne Anlatayım Ben Sana *İkinci Yarısı*Kayda Geçsin
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARKA KAPAK
Merve BAŞOL
HAYVAN ÇİFTLİĞİ YAZAR: GEORGE ORWELL Konu: İngiliz yazar George Orwell, ülkemizde daha çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş bir diğer çok ünlü bir eseridir. 1940’lardaki “reel sosyalizim”in eleştirisi olan bu roman, dünya edebiyatında yergi türünün başyapıtlarından biri olarak kabul edilir. Hayvan Çiftliği’nin başkişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirir. Amaçları daha eşitlikçi bir toplum oluşturmaktır. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulur. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirir. Alt başlığı Bir Peri Masalı olan Hayvan Çiftliği, bir masal anlatımıyla yazılmıştır; ama küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değil, çarpıcı bir politik taşlamadır.
BİR SüRE YERE PARALEL GiTTiKTEN SONRA YAZAR: BARIŞ BIÇAKÇI KONU: “ Bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. Ama ben o meyveden tadamadım, gök erik gibi kaldı avucumda dünya. Şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgulüm. Kapımın önünde boş peynir tenekeleri, yağmur suyu biriktiriyorum. Kendi kendime, sanatçı tecrübe edinemeyen insandır, diyorum, bu dünyada hiçbir tecrübesi olmayan insandır ama şimdi sen karala bunun üstünü, yırt sen bunu, olmadı çünkü, olmadı işte. Nafile.” Bir intiharın çevresinde, insanlar… O kızın intiharıyla birbirlerine yaklaşan… Kendi içlerine ve geçmişe dalan… Onu kaybetmenin acısıyla başka sevdiklerine eğilen… Nasıl da mühimdir aşk şarkıları, sevgi ihmalleri; nasıl hayat kurtarır eşin-dostun bakım, onarımı… Barış Bıçakçı’dan, yine usul usul edebiyat...
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Başka Hiçbir Şey Uzun bir masanın başında bir eliyle masanın üzerinde duran bardağı sımsıkı kavrarken diğer eli dizinde, dimdik oturuyordu. On iki kişilik masada işgal edilmiş tek sandalyeydi oturduğu. Kim bilir, boş bir tane bulmanın zor olduğu zamanlar olmuştu belki... "Kırık bir şeyler var seninle ilgili" diyen şarkıyı gözleri kapalı dinliyordu. Masada konuşan tek ses oydu çünkü, başka hiçbir şey... Gözleri dolmuştu belli, sımsıkı kavradağı bardağı tek seferde dikerek elinin tersiyle sildi gözyaşlarını. Masada gözyaşını silecek tek kişi oydu çünkü, başka hiç kimse... Yüzündeki ifadeyi tanımlamak zordu lakin o görüyordu kendini, tam karşısında, masanın diğer ucunda duran aynada. Öfkeydi gördüğü, acıydı, belki acımaydı. Gözlerini devirdi, devirmese katili olacaktı aynanın. Masada doğru konuşan tek şey aynaydı çünkü, başka hiçbir şey... Milyon yıllık defterin üzerinde bir başka toz hanedanlığı kurulmuştu. Oturduğu yerden onu kendine doğru çekti, gömleğinin koluyla temizledi üzerini, kızacak kimse yoktu ne de olsa – ki temizledi yine de kolunu. Yıpranmış bir defterdi, yılların üzerine anılar ağır gelmişti. Sayfaları birbirine sadıktı, sandalyelerin birbirine uzak olduğu kadar. Istırap olmadan daha fazla, yavaşça yerine itti defteri. Masada ne kadar yaşlı olduğunu bilen tek şey oydu çünkü, başka hiçbir şey... Boş bardağı bir kere daha sımsıkı kavradı, bir kere daha kapandı gözleri. Bomboş masanın uğultularını duydu, aynı boşluktaki sandalyelerin kahkahalarını... Ve kendiliğinden açıldı gözleri. Sakince bıraktı boş bardağı, onun hatası değildi. Şamdanlık karanlık saçarken yavaşça geriye itti sandalyesini. Ağır ağır doğruldu. Aynaya son kez sert baktı, iyi gözüküyordu, yeterliydi. Şimdi, sessizce yalnız bırakmanın vaktiydi masayı. Bu da masanın gerçeğiydi, başka hiçbir şey...
Zeynep Tosun
Mayıs’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ULUDAĞ ÜNIVERSITESİ TOPLUM GÖNÜLLÜSÜ GENÇLERİN GENÇ HAFTASI 19-25 Mayıs’ı Gençlik Haftası olarak kabul eden Toplum Gönüllüleri, her yıl olduğu gibi bu yıl da Genç Hafta’yı kutluyor.
Genç Hafta Programı; 13-14 Mayıs’ta 15:00 ve 20:00 saatleri arasında Şenlik Alanında Kutu Oyunları (Kendine İyi Bak, Hayat Zor, Rengarenk ve Barış Zamanı) oynanacaktır.
21 Mayıs’ta da Doksanlarla özdeşleşmiş Çuval Yarışı, İp Atlama, Yakar Top, Halat Çekme vb. oyunlar Doksanlar Oyunu başlığı altında oynanacaktır. 21 Mayıs günü ayrıca Uçurtma Şenliği yapılacak ve Barış İşareti’nin yapımıyla son bulacaktır. Katılımınızı bekleriz...
Fotoğraf Aybige Akdağ
Yolunuz açık, ilham melekleriniz hep omzunuzda, cesaretiniz yüreğinizde daim olsun. Hepiniz sevgiyle, aydınlıklarda kalınız. Kaleminiz ışık yaysın... Nermin Bezmen Okumanın sorumluluğunu, saygınlığını duyarak, elimiz yüzümüz kitaplarla donanmış olarak yeryüzünde dolaşmayı hak etmeliyiz. İncir Çekirdeği’ne bu yolda başarı dileklerimle sevgi ve selamlar... Sevinç Çokum
Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız. Beşir Ayvazoğlu
Üniversitelerin Çocuk Edebiyatı kürsüleri açması, geçmişte en büyük düşümdü. Gerçekleşti. Sizlere öğüt vermeyi doğru bulmuyorum sevgili öğrenciler, “Ödünç akıl cepten düşer” atasözünü pek severim. Sizler 21. yüzyıl ve bilgi çağı gençleri olarak lütfen, Çocuk Edebiyatı konusunda kendi önerilerinizi, projelerinizi yaratıp ortaya atın. Gülten Dayıoğlu
Öncelikle bu mesleği seçmiş olmanızdan dolayı sizleri kutluyorum. Dünyanın en güzel, en özgür mesleği edebiyat öğretmenliğidir. Yaptığınız dergi işinden dolayı da sizleri kutluyorum ve kolaylıklar diliyorum. Sağlık ve başarı dileklerimle... Osman Çeviksoy
Sizlere söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize : ‘’Bir taşı delen bir suyun gücü değil Damlaların sürekliliğidir.’’ Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir. Sunay Akın