Ağustos 2015
Sayı: 17
“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
Örtün, evet, ey şehr; Örtün ve müebbed uyu...
Ölümünün
100.
Yıl dönümünde
TEVFİK
Fikret İNGİLİZ ŞAİR VE RESSAM: DELİ DAHİ BLAKE
DİL BİLGİSİNİN ÖĞRETİMİ VE AİLE ETKİSİ
BİR HALK KÜLTÜRÜ: TEMEL FIKRALARI
İncir Çekirdeği Dergisi E
Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz
Ayşe Bengisu Akdağ
Editörler
Genel Yayın Yönetmeni
Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı
Yazarlar Afra Nur Akkayalı Begüm Çalışkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Sema Keser Serhan Demir Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Zeynep Tosun
Özel Yazar Arş. Gör. Tayfun Barış Misafirler Muhammed Uçan Erkan Katırcı
Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN... Değerli İncir Çekirdeği okurları... İncir Çekirdeği olarak yoğun duygular yaşadığımız bir ay geçirdik. Kurucu yazarlar olarak dört yıllık zorlu eğitim öğretim hayatımızın sonunu getirmenin ciddiyetini, mezuniyetimizin heyecanını yaşarken yeni hayatlara adım atmanın da endişesini hissettik... İncir Çekirdeği artık diplomalı Türkologların yönetiminde, bölümdeki diğer öğrenci arkadaşlarımızla yolculuğuna devam edecek. Gelelim bu ayki sayımızın içeriğine... Kasıp kavuran sıcak bir Ağustos ayında, sizleri edebiyat rüzgarıyla serinletecek yepyeni sayımızla karşınızdayız. Ağustos sayımız çok özel bir isme, Aşiyan’ın kanadı kırık yalnız kuşuna, kendi deyimiyle “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir şaire, bundan 100 yıl önce ölen Tevfik Fikret’e ait. Bir asır önce “Bu memlekette de bir gün sabah olacaksa” diyordu Tevfik Fikret. Aynı mısraı tekrarladığımız bu günlerde kapak konumuz Tevfik Fikret’i hocamız Arş. Gör.Tayfun Barış geniş bir yazıyla ele aldı. Şairin acılı hayatı, inzivaya çekildiği yuvası Aşiyan ve dönemin edipleriyle olan hatıraları da sayfalarımızda sizleri bekliyor. Bunun yanında birbirinden güzel şiirler, hikayeler, Afili Filintaların devam eden serisi, Dünya edebiyatından önemli isimler ve misafir köşemiz gözlerinize değmek için heyecan içinde. Sizleri dergimizle baş başa bırakırken Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü yeni kazanan arkadaşlarımıza da hoş geldin diyor, keyifle geçirecekleri bir üniversite hayatı diliyor ve ailemize bekliyoruz...
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İçindekiler Doğudan Uzakta – Hikaye / Hilal Akarslan Işıkları Yakın – Şiir / Sema Keser Siyah Dantel – Şiir / Begüm Çalışkan Aynaya Baktım Bir Garip Temel / Busenur Aslan Tevfik Fikret’in Haluk’un Amentüsü / Araş. Gör. Tayfun Barış Anılarda Fikret... Aşiyan’ın Yalnızlığı / Ayşe Bengisu Akdağ Kuş Yuvası: Aşiyan / Işık Selin Orhuntaş Sis – Şiir / Tevfik Fikret Göllerden Çöllere – Şiir / Süleyman Erkut Çölde Gemi – Şiir / Süleyman Erkut Afili Filintalar 2: Emrah Serbes / Işık Selin Orhuntaş Deli Dahi Blake / Tuğçe Erkol
Türkçenin Dilbilgisel Konularının Öğretiminde Ailenin Etkisi / Mehmet Altınova Arka Kapak / Zeynep Tosun- Işık Selin Orhuntaş Beyaz Güvercin – Şiir / Muhammed Uçan Defolu Benlik – Şiir / Erkan Katırcı Fotoğraf / Aybige Akdağ
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Doğudan Uzakta
Hilal Akarslan
20 Eylül 1997-Midyat Canım, cananım… Sonbaharım, kırılgan çiçeğim, evimde yanan tütsümün dumanı… Gözlerin Karadeniz’in ormanından kaçıp Midyat’ta sana sığınmış bir yeşil. Mezopotamya’nın ağaçlarının gölgesi senin gözlerinde sanki. Kim bilir kaç çocuk sana bakarken koşmak istedi o ormanda, kim bilir kaç insan ormanında ölmek istedi. Ah gelinim, gönlümü hiç üşütmeyen kar tanem benim. Bir bilsen kaç kere gözlerinden akan yağmura dalıp gittim. Ağladığın anda hep yağmurunda ıslanmak istedim. Yağmurunda çamur olmak ve güneş doğduğunda sana toprak kokusunu sunmak istedim. Biliyorum, ben hep sana karşı istemekle kaldım hiçbir şeyi hayata geçiremedim. Yapabildiğim en muhteşem şey seni ruhuma geçirmek oldu daha ötesine ben bile gidemedim. Aylara, mevsimlere sığdıramadığım Sılam benim. Olacak olmayacak her şeyim. Her gün güneş sana doğar, ben sende ısınırdım. Üşümek yoktu sen varken, kar yoktu ama rüzgar çoktu. Ah sevgilim, ah nar tanem … Sana toprak olmak isterken sen toprağa karıştın. Senin toprağın da yeşerip büyümek, filizlenmek isterken sen mezarına toprak oldun. Kalk Sılam, ben sarayım seni Midyat’ın toprağıyla, gecenin ayazında ben ısıtayım seni. İnan çiçeğim , gönlümün doğusuna geldiğin günden beri her şey sensin. Gitmekle gidemezsin ki benden. Ölümle bitiremem ki seni. Sağım, solum her şey hala sensin. Saatime baktığım da yelkovan bile sensin. Zaman sensin, yaşam sen, varlık da sensin yokluk da. Tüm inancım sensin. Cevapsız kalan tüm mektuplarımın cevabı cennet kokan nefesini bilmemdir. Cennette kal. Senden sonra Midyat’ta ağaçlara dolanan; Doğu.
Hayat bazılarına doğarken ölümü tanıtır. Hayat onlar için erken başlar ve erken biter. Fakat bazıları ise öldüğünde tanımış olur ölümü. O zaman varlığından haberdar olur, nasıl bir acı olduğunu sadece o zaman anlayabilir. Hazal her ne kadar Hollanda- Lahey’de yaşasa da oğluna hiçbir zaman özlemi dinmeyecek olan topraklarının adını verdi: Doğu. Hazal, simsiyah zeytin gibi gözleri, kömür karası kaşları ve saçlarıyla Mardin gibi bir kadın, bir anneydi. Mardin Midyat’ta doğmuş annesinin ölümünün ardından babasının yeni bir kadınla evlenişini pek sindirememişti. Rojin her ne kadar babalarının yanında üç kıza iyi davranır gibi gözükse de, bazen odun
sobasının maşasıyla evde kimse yokken sırtlarına vurabiliyor, çocukları ağlamaktan gözleri şişene kadar dövebiliyordu.Hazal her gece rüyasında annesini görüyordu.Bu rüyalara öyle çok alışmıştı ki annesini rüyasında görmediği her gecenin sabahına ağlayarak uyanıyordu. Bir süre sonra Ekber Hollanda’da iş bulma vaatlerini duyduğu kardeşiyle beraber Lahey’ye göç etti. Arkasından da üç üvey çocukla karnı burnunda olan Rojin gitmişti. Lahey’ye ilk gelişleri değil ama Mardin’den gidişlerini dün gibi hatırlıyordu Hazal. Hiç unutamadığı Mardin’i çok özlüyordu. Su başında komşu kızlarıyla oynadıkları oyunlar,
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Mardin’in temiz gökyüzündeki pırıl pırıl yıldızları, annesinin yaptığı haydariyi her şeyi çok özlüyordu. Doğu’dan önce doğan iki oğlundan birini on günlükken birini ise üç aylıkken kaybeden Hazal bu küçük çelimsiz ama güçlü görünen oğlunu da kaybetmeyi hiç istemiyordu. Bebeğine sütünü dua ile veriyor, ninnisini dualar ile okuyor, dua ile uyutuyordu. Hazal kızlarını da çok seviyordu ama onda bir erkek çocuk hasreti vardı. Erkek çocuklarını kaybettiklerinden olsa gerek evin camından yolda gördüğü sarı saçlı çocuklara bakarken gözleri yaş ile doluyordu. En büyük kızına annesinin adını vermiş, annesine olan özlemini Ayşen ile gidermeye çalışmıştı. Ondan birkaç yıl sonra Gül doğmuştu. Gül kokulum diye severdi Berdan Hazal’ı. Annesine benzesin diye kocası kızlarının adını Gül koydu. Hazal ne kadar çok sevinmişti kızının ismini duyunca . Ufak şeylerle mutlu olmayı bilen kadınlardandı o. Göç ettikleri Hollanda’daki tüm kadınlara hayret ederdi. Karşı apartmanda oturan kısa saçlı kadını hep kocasına bağırırken duyar onları hayretle dinlerdi. Kadın her defasında evlerinden şikayet ediyor havuzlu lüks bir evde oturmak istediği için kocasının başının etini yiyordu. Hazal hiçbir zaman Berdan’a evinden şikayet etmeyeceğini çok iyi biliyordu. O kocasını çok seviyordu ve evinden de gayet memnundu .Mutluluğunda bu günlerde artış olmuş fakat artışın yanında bir de ölüm korkusu sarmıştı Hazal’ı.Tekrar çocuğunu kaybetme korkusu… Doğu’sunun yitip gitme korkusu... 5 Mart 1990-Lahey Hazal her sabah saat yedi buçuk gibi kalkıp evin tüm güneşliklerini çeker, odaların havalanması için camları açardı. Çocukların okul saati gelene kadar tüm vaktini mutfakta geçiriyor onlar için türlü türlü kekler, börekler yapıyordu. Belki de en sevdiği uğraştı yemek yapmak Hazal için. Öyle ki yemek yapmayı,
yedirmeyi o kadar çok seviyordu ki her sabah çocuklarına kurduğu sofranın daha âlâsını akşam tüm aileye hazırlıyordu. Annesi ne kadar yemek yapmayı çok sevse de çocuklar yeme konusunda onun istediği gibi iştahlı hiç olmamıştı. Doğu sabah kahvaltısından her seferinde bir şekilde sıyrılır ya tabağındakileri gizliden gizleye mutfakta bir yere saklar ya da gidip ablası Gül’ün dolabına koyuverirdi. Hazal her defasında Gül’ün dolabından çıkan yemeklere hayret eder kızının neden bu kadar zayıf olduğunu anladığını sanırdı. Gül öyle gizliden gizleye işler yapmaya alışık olmadığından her seferin de tabağındakileri bitirmeye gayret ederdi ama o da anlamıyordu hala neden bu kadar zayıf olduğunu. Bugün özel bir gündü. Hazal ile Berdan’ın evliliklerinin yirmi üçüncü yıl dönümüydü ve Hazal olduğundan da erken kalkmıştı. Her sene saat altı gibi kalkıp yine güneşlikleri çekmeye koyulduktan sonra hızla temizliğe başladı Hazal. Etraftaki yabancı komşuları onun bu temizlik aşkını hiç anlayamadı.’ “Türklere özgü özel bir yetenek mi bu ?’’diye her sorduklarında güzel konuşmasıyla ‘Temizlik imandan gelir’ der komşularını şaşkına çevirirdi. Birkaç gün önceden bu özel günün yemek listesini hazırlayan Hazal tekrar bir düzenlemeden sonra listeyi buzdolabına astı. Bugünkü özel menü; Mercimek çorbası, Mardin kebabı, bulgur pilavı, cacık, haydari, yöresel bir tat olan icce ve tatlı olarak tüm ailenin hayran olduğu zerde. Saat ikiye kadar tüm yemekleri hazır etmiş ve temizliği bitirmişti. Şimdi geriye ılık bir duş alıp sofraya yardım etmesi için yedi aylık evli olan kızı Ayşen’i beklemek kalmıştı.
Devamı gelecek…
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
IŞIKLARI YAKIN Kumburgazın ışıklarını yakın tepeden Mehtapta bir bülbül ağlıyor, Bırakın kuşkonmazları tabaklarınızda Bu akşam çingeneler düğün yapıyor.
Seyredin bıçkın "Ay"ı erguvanlı balkonlarınızda Tutun soluğunuzu karanfilli çaylarınızın son damlalarında Unutmayın bu akşamları, istifaya mahkum anlarınızda Yakın ışıkları, papatya kokan yaz akşamlarında.
Sema Keser
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
SİYAH DANTEL Seni gördüm Kalabalığın içinden seçtim aldım seni Seni almak diyorum Kuytu köşeme saklamak seni Yanaklarımı al al ediyorum Fakat gördüm seni Bir misket yuvarlıyordu gözlerin Renkli bir kağıt sarmıştın parmaklarına Muazzam bir şeydi Seni gördüm Birbirine değiyordu ve sanki hiç üflenmemiş bir mızıkaydı Dişlerin senin, senin dişlerin Hiçbir kızın çeyizinde örneği yoktur ki Yüzüne örttüğün siyah dantelin senin Sakalların diyorum canım şakaklarından akıyor Fakat çocuksun dantelin serilmemiş henüz Dondurman yüzüne bulaşıyor Yahu kavun içine kokuyorsun Belki bir daha anılmayacak bir akşamda Sen yine dayanılmaz oluyorsun Neyse ben işte diyorum ki Ellerin dantelini kaldırmaya erişmesin hiç Ve sen hep böylece gizle yüzünü Çünkü benim kıskançlığım çocukluğumdan gelir Mesela ayak numaran yirmi dokuzken senin Komşu kızıyla herhangi bir arsadan Kiremit taşı topladıysan hem de dokuz tane Bu tam da şimdi canımı yakar benim Oysa ben eminim ki Avuçlarına misket doldurabilirmek için senin Belki pamuk şekeri alabilmek için sana Ama yalnız bunlar için Kilitli kumbaramda para biriktirirdim
Yok ama böyle olmayacak En iyisi mi sen beni çocukluğuna götür Çocuk olmak ve saklambaç oynamak seninle Bak işte bu her yüzyılda salıncaklı bir rüyadır Saklandığın yerden bulup da çıkarmak Sonra yeniden saklamak Ve yeniden bulmak seni Belki duramam sarılırım Mesela koşmak peşinden Şarkıların içine kovalamak seni Adını bağırıp sobelemek seni Belki duramam adına sarılırım Mızıkçı diye anılsam da sarılırım Mesela adlarımızı yazmak kaldırımlara Kiremit değil ama tebeşir taşıyla Ah mesela kırmızı bir topu fırlatmak kucağına Ve aynı anda yüreğimi fırlatmak sana Bir civcivi seviyor olmanın ürkekliğiyle Avuçlasan ya yüreğimi ellerinle Şimdi Lunapark'ta hızlı trene biniyorum Çünkü yüreğim ellerinde biliyorum Bak bu trende civciv de uçmayı öğreniyor Bu tren için dizilmiş raylar yalnız benden sana gidiyor Şimdi heyecandan küçük dilimi yedim, yuttum Zaten kalabalık Tıklım tıklım her yer ve yalnız herkes Zaten kalabalık Çocuğum, küçüğüm benim Ben o gün saçımı pelik ördüm Ve seni gördüm O gün kendi kalemimle vurdum kendimi Ve o gün buldum seni Çocuğum, doğurmadığım bebeğim benim Parmaklarından öperim senin Çocuğum, dağım, taşım, ovam, suyum Yurdum benim
BEGÜM ÇALIŞKAN
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Aynaya Baktım Bir Garip
TEMEL
Busenur Aslan Güzel memleketimin her köşesi ayrı bir hazineyle dolu. Her bölgesinin ayrı bir zenginliği ve birbirinden benzersiz insan tipi var. Elbette ki bu tiplerin oluşturduğu ve meydana getirdiği eğlenceli topluluklar var. Takdir edersiniz ki bu topluluklarda bir çok sosyal ve beşeri olay meydana gelmekte. Kimisi insanların gülmekten gözlerini yaşartıyor bu olayların kimisi de gülerken düşünmeye sevk ediyor. Yedi güzide bölgemizin birbirinden özel, harikulade insan tipinin hiç biri birbirine benzemiyor. Bu çeşitlilik içinde her biri olayları, kendine özgü düşünüş biçimiyle algılıyor. Bu da güzelliğine güzellik katıyor memleketimin. Çeşitliliğin güzelliklerinin yaşadığımız bu topraklarda bizleri güldüren ve belli bir zümreyi tanımamızı sağlayan Temel’i hepimiz biliriz. Onun kendine has yaşayış ve düşünüş tarzı, kulaktan kulağa yayılarak her bir köşede kendine yer edinmiştir. Aslında Temel, Karadeniz insanının düşünüş ve yaşayış tarzının bir isim etrafında vücut bulmuş halidir. Balıkçılığın yoğun olarak yapıldığı Karadeniz bölgesinden çıkan Temel’in bir balıkçı fesi vardır. Burnu uzun bir yapıya sahiptir. Yine, balıkçıların giydiği çizmelerden giyer. Yüzünden gülümsemesi eksik olmaz Temel’in tıpkı, Karadeniz insanı gibi. Temel, aslı itibariyle Karadeniz insanının başından geçen çeşitli olaylar ve durumlara tepki olarak ortaya çıkmış bir tiptir. Daha doğrusu, Karadeniz fıkralarının zaman içinde Temel adı etrafında toplanmasıyla ortaya çıkmıştır. Tam bir Karadenizlidir Temel. Halk bünyesinde ne kadar özellik varsa hepsini ona yüklemiştir adeta. Gerçek bir kişi olmasa da varlığıyla tam bir Karadeniz insanı portresini oluşturmuştur. Zekidir, olaylara çok farklı bir çerçeveden bakar, biraz uçarıdır ve çabuk parlayıp söner. Bunlar bölgesinin Karadeniz insanına getirmiş olduğu özelliklerdir ve hepsi Temel’in bünyesinde vücut buluştur. Güzel ülkemin her bir köşesinde Temel denince insanın aklına Karadeniz ve Karadeniz insanı gelir. Bunun nedeni çok geniş ve çeşitli konulara yer vermesidir Temel fıkralarının. Sosyal hayatın içinde geçen hemen her konuya el atmıştır Temel. Meraklıdır. Gerçek hayatın içindedir adeta. Çünkü onun başından geçenler her an herkesin başına gelebilecek olaylardır. Bundan dolayı çok sevilmiştir ülkem insanı tarafından.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Adeta gönüllere taht kurmuştur. Bugün herhangi birine Temel deseniz anında yüzü gülümser ve hemen bir fıkrasını anlatmaya başlar size. İşte bu tip, adeta Karadeniz insanı olmaktan çıkmış Türkiye insanı olmuştur. Birçok vasıf eklenmiştir Temel’e. Bazen, bir üniversitede öğretim üyesidir. Bazen bir taksicidir. Öğrencidir herhangi bir kademede. Ya da çok büyük bir şirketin başında patrondur. Yurt dışına çıkmış bir turisttir. Bazense sokakta kalmış bir açtır. Zengindir, fakirdir, sinirlidir, zekidir, aptaldır ama daima karşımıza çıkabilecek bir insandır. En okumuşundan en cahiline herkestir Temel. Bu yüzden adına sayısız fıkralar söylenmiştir. Bu yüzden yurdum insanı onu bağrına basmıştır. Onun farklı bakış açısı, farklı yorumları taht kurmuştur gönlümüzde. Temel hem çok sevilmiş hem de pek sevilmemiştir. Çünkü bazen çok saf ve akılsız gösterilmiştir fıkralarında. Karadeniz insanı da biz böyle değiliz demiştir. Ona gülerken ondan soğumuşlardır adeta. Hatta öyle bir seviyeye gelmiştir ki bu insanlar çocuklarına Temel adını vermekten vazgeçmiştir. Temel adına sahip olanlar isimlerini değiştirmişlerdir. Aslında sorulması gereken bunda Temel’in
suçu nedir? Acaba Herkesin bakmadığı bir yerden bakan Temel biraz da yalnızlaştırılmamış mıdır? Bir Karadenizli olarak, bugün sana sahip çıkıyorum Temel. Bir Türk olarak, bugün seni bağrıma basıyorum. Sen bizsin biz de sen. Üzülme Temel. Biz sana gülmeye, seni söylemeye devam ediyoruz. Her toplandığımızda, yaşadığımızda, adım attığımızda sen oluyoruz. Aynaya bakıyor ve seni görüyoruz.
“Servet” Temel, İstanbul’a gezmeye gitmiş. Gezerken acıkmış ve lüks bir lokantaya girmiş. Menüye bir göz atınca, fiyatlar karşısında oldukça şaşırmış. Garson, şaşkın şaşkın Temel’e yaklaşır ve sorar: “Ne yiyeceksiniz efendim?” “Pütün servetumi.” diye cevap verir Temel.
“Şeytan’a Antraman” Temel, bir gölün kenarında oturmuş, bir ıslık çalıyor bir Besmele çekiyormuş. Bu durumu gören Fadime sormuş: “Ula Temel, on beş takikadur ne yapaysun?” “Şeytan’a antraman yaptırayrum.” demiş Temel.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
TEVFİK FİKRET’İN “HALÛK’UN ÂMENTÜSÜ” Araş. Gör. Tayfun BARIŞ / Uludağ Üniversitesi - Türk Dili ve Edebiyatı
Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr ü bâl Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim, İnhina tavk-ı esaretten girândır boynuma; Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şairim.1 Tevfik FİKRET 25 Aralık 1867’de İstanbul’da dünyaya gelen Tevfik Fikret (Mehmet Tevfik), Servet-i Fünûn adıyla anılan Edebiyat-ı Cedide edebiyatının önde gelen şairi olduğu gibi, özellikle İstibdat döneminde yazdığı ve II. Meşrutiyet’ten sonra basılan şiirleriyle kazandığı şöhreti, bugüne kadar devam ettirebilmiş nadir şahsiyetlerdendir. Şüphesiz ki Servet-i Fünûn edebî hareketinin ortaya çıkışında ve bu hareketin Türk Edebiyatı tarihi içinde bir “edebiyat” kimliği kazanmasında Tevfik Fikret’in önemli bir rolü olmuştur. Bu bakımdan 2015 yılı Ağustos ayı içinde 100. ölüm yıldönümünü anmaya çalışacağımız bu değerli şairin (Ölm. 19 Ağustos 1915), tam anlamıyla bir öncü şahsiyet olduğunu özellikle vurgulamamız gerekmektedir. Bir kudret-i külliye var ulvî ve münezzeh, Kudsî ve muallâ, ona vicdanla inandım. Toprak vatanım, nev-i beşer milletim… İnsan İnsan olur ancak bunu iz’anla, inandım. Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan, ne melek var; Dünyâ dönecek cennete insanla, inandım. Fıtratta tekâmül ezelîdir; bu kemâle Tevrât ile, İncil ile, Kur’an’la inandım. Meşrutiyet öncesinde, Âşiyan’ında kendi dünyasına çekilmiş olan ve ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılı günleri seyrederek sızlanan Tevfik Fikret; Meşrutiyet’in ikinci kez ilanını müteakip sosyal içerikli/gayeli şiirler kaleme almaya başlar. Servet-i Fünûn devrinde gerçeklerden kaçan, hulyâlara dalan Rübâb-ı Şikeste şairi, 1908 sonrasında yaşadığı muhit ile uyuşamaz, onu aşmaya çalışır. Eskiden kendi hesabına hayâller kurarken (Ömr-i Muhayyel) artık cemiyet ve insanlık namına hulyâlara dalar. Tevfik Fikret’in bu bahsettiğimiz dönemdeki sanat ve fikir cephesini ön plana çıkartan “Halûk’un Âmentüsü” adlı şiirinde, şairin bilhassa eski din anlayışına karşı yeni ve kısmen de reddedici bir tavır ortaya koymak istediği ifade edilebilir. Bu manzumeyi doğru yorumlayabilmek için Müslümanların Âmentüsü ile de mukayese etmekte fayda vardır. Müslümanların yüzyıllardan beri tekrarladıkları ve çocuklarına ezberlettikleri klâsik Âmentü’nün esası Allah’a, O’nun mukaddes kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, öldükten sonra dirileceğine inanmaktan ibarettir. Fikret, “Halûk’un Âmentüsü”nde Allah’ı, müphem manâlı “kudret-i külliye” tabiriyle zikretmekte ve Kur’an’a “fıtrattaki ezelî tekâmül”ün bir mahsulü olarak değer 1
Şiirde yer alan bazı sözcük ve tamlamaların anlamları: Perr: Kanat/ Bal: kol(kanat)/ Cevv: gök, hava/ Tair: Uçan/ İnhina: Eğilme/ Tavk: Tasma, boyunduruk/ Girân: Ağır/
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
vermektedir. Şair, şiirin beşinci dizesinde Şeytanı ve meleği açıkça inkâr eder (Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan, ne melek var;). Evvelki iman esaslarını hiç bahis konusu etmeyerek, onların yerine İslâm Âmentüsü’nde adı geçmeyen kıymetleri ortaya koyar. Şiirde geçen bu kıymetler arasında insanın kudreti, dünyanın birliği, terakki, akıl, hak, hürriyet ve fen yer almaktadır. Tevfik Fikret’in “Halûk’un Âmentüsü” adlı şiirine başka bir açıdan baktığımızda aslında bu şiirin, Sadullah Paşa’nın “Ondokuzuncu Asır” manzumesinin — hatta akıl, terakki, insanlık, garplılaşma ve
medenileşme düşüncesi açısından,
Şinasi’nin bilimsel nitelikli âmentüsünün — belli bir program haline getirilmiş ve bu tarzda sunulmuş şekli gibi olduğunu da söyleyebiliriz. Aslında Tevfik Fikret, bu şiiriyle Sadullah Paşa’nın kaleme almış olduğu manzumedeki maddeleri sayı olarak arttırmıştır. “Halûk’un Âmentüsü”ndeki ilk dört madde, Sadullah Paşa’nın şiirinde hemen hemen aynen yer almaktadır. “Ondokuzuncu Asır”daki bu maddeler “İnsanın aklının gücüne iman; akıl ve tecrübenin doğurduğu ilim ve medeniyete, bunların yeni bir devir açtığına; terakkiye iman; sosyal sahada eşitlik ve hürriyet fikrine iman”dır. Fikret’in “Halûk’un Âmentüsü” şiirinde“Ondokuzuncu Asır”dakilere ilave olarak şunlar bulunmaktadır: “Hakkın bâtıla üstün gelmesi, hakkın akıl ve fen sayesinde gerçekleşeceğine inanma; insanların kardeşliği ve dünyanın birliği fikri; ilim ve fenne büyük değer verme.” Ebnâ-yı beşer birbirinin kardeşi… Hulyâ! Olsun, ben o hulyâya da bin canla inandım. İnsan eti yenmez; bu teselliye içimden -Bir an için ecdâdımı nisyanla- inandım. Kan şiddeti, şiddet kanı besler; bu mu’adât Kan âteşidir, sönmeyecek kanla, inandım. Elbet şu mezâr ömrünü bir haşr-ı ziyâ-hîz Tâkip edecektir, buna imânla inandım. Tevfik Fikret’in, bir nevi seküler âmentü sayabileceğimiz “Halûk’un Âmentüsü”ndeki mevcut maddelerle, dinî olan’a ilişkin İslâm Âmentüsü’nün maddelerini karşılaştırmak, aralarındaki — yüzeysel ve derin — farkları belirlemek ve bunları takdim ediliş biçiminden kabul ediliş oranına kadar bir değerlendirmeye tabi tutmak da mümkündür. Böyle bir mukayeseden sonra “Halûk’un Âmentüsü”ndeki maddeler, denilebilir ki, sırf Müslümanların ezbere bildikleri İslâm âmentüsündeki maddeleri tamamen değiştirmek veya onlara karşı tamamıyla “yeni bir iman” ortaya koymak amacıyla kullanılmış olmayabilir. Bununla birlikte yukarda temas ettiğimiz gibi bir reddiye niteliği taşımakla birlikte, tam anlamıyla bir ikâme veya alternatif bir âmentü şeklinde yorumlanamaz; çünkü hem asıl amaç bu değildir, hem de bunlarda şairin devrine göre çok yeni ve özgün sayılabilecek fazla bir şey yoktur; tam tersine, bunların büyük bölümü bir yüzyıldan fazla bir zaman önce ortaya konulmuş fikirlerden gelme kavramlar niteliğindedir.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Daha doğrusu bunlar, 1789 Fransız İhtilâli’nin
“hulyâlarına bin can ile inandığını” kesin bir dille
insanlığa
duyurduğu, modern
ifade etmektedir. Üstelik bu tavrın, “Âmentü”deki
dünyanın da son yarım yüzyıla kadar gelen bir
“aklın hâkimiyeti” prensibine halel getireceğini bile
süreç içinde, aydınların dilinden düşürmedikleri —
bile yapmaktadır bunu. Bu ise, Tevfik Fikret’in
hak, adalet, hürriyet, eşitlik, kardeşlik, birlik, aklın
aklının, rasyonel mantığa göre işleyişten çok, —
gücü, irfan gücü, terakki vb., birtakım sözcükler,
prensiplerin
deyim yerindeyse Batı’nın uzun yıllar süren, kan
düşünüldüğünde, her halde — şâirâne biçimde
ve gözyaşına mal olan mücadeleler sonucunda
işlediğini göstermektedir.
yüksek
sesle
beslendiği
damar
açısından
elde ettiği bir takım hususların, geçirdiği safhalar tamamen atlanarak, bir anlamda sadece sonuçları alınarak
veya
aktarılarak
benimsenmiş
terimler/olgulardır. Bir kısmı da mevcut olanı inkâr etmekten ibarettir ki bu meselenin, reddiye kısmıyla ilişkilendirilebilir. Bu bakımdan, İslâmî anlamda bir “îman” ile doğrudan doğruya alâkaları olduğu söylenemez. Bu maddelerin, İslâmî
anlamda
“îman”
ile
alâkalarının
bulunmaması, İslâm’da bu hususların yer almadığı anlamına gelmez; çünkü bunlar İslâm’ın prensip olarak ortaya koyduğu veya hakkında hüküm getirdiği
meselelerdir;
bu
bakımdan
“îman
esasları” yani “âmentü” kavramı içinde yer almazlar.
Bu
bağlamda
yapılacak
olan
mukayeselerde bu hususa dikkat edilmediği takdirde temel farkların tespit edilmesinde bazı yanılgılara düşülmesi de kaçınılmaz olacaktır.
Prensiplerini, dinî kaynaklı bir kavramla kodlaması veya şifrelemesi; içinde yaşadığı Müslüman toplumun hafızasında bu kavramın — aslında, dine ait genel kuralların özünü prensipler halinde belirtmek
demek
olan
catechisme’in
yani
“âmentü”nün — hem anlam ve çağrışım hem de telkin ve tesir gücü bakımından son derece
Tevfik Fikret, Servet-i Fünûn döneminde, hayâlî bir dünya özlemini dile getirme ve bu özlemi — Yeni Zelanda’ya giderek — gerçekleştirme yoluyla, dünyevî bir “mutluluk cenneti (adn-i saadet)” tesis etme tarzındaki ana fikri etrafında, kendi
hesabına
kurduğu
hayallerini,
İkinci
Meşrutiyet devrinde kaleme aldığı “Halûk’un Âmentüsü” ile, bu defa, oğlunun şahsında temsil edildiğine inandığı gençlik, onların oluşturacağı toplum ve insanlık hesabına kurmakta, bu kavramları, — gerçekleşmesi açısından “hulya” olduğunu bildiği halde — bir îman prensibi seviyesine
yükseltmek
istemekte
ve
bu
yüksek bir değer taşıdığını bilerek, bunu bilinçli biçimde kullanmak istemesinden ileri gelmektedir. Böylelikle prensiplerin, hem bir anlamda dinî kutsallık
kazanması,
hem
de
kolaylıkla
benimsenmesi sağlanabilecektir. Böylelikle, ancak bu âmentü metnine îman edildiği ve gerekleri eksiksiz olarak yerine getirildiği takdirde, insanlığın yüzakı saydığı çağdaş Batılı ülkelere bakarak, içinde yaşadığı olumsuz şartları ve insanlık durumunu (insani değerler açısından değil, fakat insanın
ulaştığı
teknik
seviye
bakımından
kıyaslayarak) “Onlar niye semâda ben niye çukurdayım” diye sorgulayan Tevfik Fikret’in
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
büyük ümitler bağladığı oğlu ve gelecek nesiller,
yeni bir anlam (içerik) malzemesiyle doldurulması,
“muâsır medeniyet seviyesine/ çağdaş uygarlık
yeniden
düzeyi”ne kavuşmuş olacaktır.
münhasır bir lügatin oluşması, bazılarının dolaylı
anlamlandırılması,
dolayısıyla
şiire
biçimde reddedilmesi, bazılarının doğrudan yok Aklın, o büyük sâhirin i’câzı önünde
sayılması ve İslâm Âmentüsü’nde hiç yer almamış
Bâtıl geçecek yerlere hüsranla, inandım.
ve alması mümkün olmayan bazı maddelerin
Zulmet sönecek, parlayacak hakk-ı dırahşan
böyle bir başlık altında toplanabilecek şıklardan
Birdenbire bir tâbiş-i bürkânla, inandım.
biriymiş gibi takdim edilmesi, dolayısıyla alışılmış
Kollar ve boyunlar çözülüp bağlanacak hep
kategoriyi
Yumruklar o zincir-i hurûşânla, inandım.
teknik/metodik tasarruflar söz konusudur. Bu
Bir gün yapacak fen şu siyah toprağı altın 2
Her şey olacak kudret-i irfânla… inandım.
altüst
etmesi
tarzında
bazı
bağlamda şiirin, içeriğini anlamlandıran başlık açısından, bir tür negatif propaganda niteliği taşıdığı, hattâ bilinen âmentü maddelerinin bir anlamda yabancılaştırılması ve dolayısıyla ileri sürülen prensip düşüncelerin tesir gücünü arttırma maksadı güttüğü de söylenebilir. Böylelikle söz konusu kavramların beyinlerde mevcut hususlarla ilgili işlevinin değiştirilmesi arzulanmış, bu yüzden onlara,
tabir
caizse,
dindışı
bir
kutsiyet
kazandırılmış olmaktadır. Tevfik Fikret’in burada, çok değişik bir tavır içinde olduğu görülmektedir. Allah’ı inkâr etmek yerine, dünyada O’nun hükümranlığını
reddetmeyi
yeğlemekte,
ona
“dünyanın işine sen karışma!” diyerek insanı “Rabb-i hayr ü şer/ Rabb-i mümkinât” olarak gördüğünü belirtmektedir. Bu söz, “Halûk’un Âmentüsü”nde sayılan
“insanın
getirmekte “Halûk’un
Âmentüsü”nde,
meselâ,
yer ve
alan
kıymetlerin
birincisi
kudreti”
meselesine
açıklık
şairin
böylelikle
İslâm
İslâm
Âmentüsü’ndeki birinci maddeyi (Allah’a îmanı)
Âmentüsü’nde de var olan bazı temel maddelerin,
reddetmiş, “hayır ve şerrin Allah’tan olduğu”na
kelime ve kavram kalıplarının içinin boşaltılarak
îman yerine “hayır ve şerrin insandan olduğuna îman” anlayışını getirmiş olmaktadır. Mehmet
2
Şiirde yer alan bazı sözcük ve tamlamaların anlamları: Kudret-i küllîye: Tümden ve bölünmez güç/ Münezzeh: arınık/Muallâ: yüce/ Nev’-i beşer: insanlar/ İz’an: anlama,kavrama gücü/ Fıtrat: yaradılış/ Nisyan: Unutma/ Muâdât: Düşmanlık/ Haşr-ı ziyâ-hîz: Işık dolu bir kalkınma/ İ’câz: yaptığıyla herkesi hayrette bırakma/ Hakk-ı dırahşan: parlayan gerçek, haklılık/ Tâbiş-i bürkân: yanardağın parıltısı, patlayışı/ Zincîr-i hurâşân: (burada) gürültüler çıkaran zincir/ Kudret-i irfan: Bilimin, kültürün gücü.
Kaplan’ın deyişiyle “bir cemiyet ve insanlık havârisi kesilen” Fikret, Halûk’un Defteri’nde yer alan “Gökten Yere” adlı manzumesinde de geçtiği üzere, insanın kutsanmasını, onun bir anlamda “mümkünler âleminin rabbi” olduğunu — tuhaf biçimde yine O’ndan isteyerek — ilân etme cüreti göstermektedir. Aslında bu, göklerin tanrısının
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
gökten yere inmesi ve onun irâdesinin yerine
yöntem
olarak
insan irâdesinin geçmesi anlamına gelmektedir.
değerlendirmeye
da
ortaya
tâbi
konulabilir
tutulabilir.
ve
“Halûk’un
Âmentüsü”nde bilhassa teknik açıdan buna “Halûk’un Âmentüsü”nde yer alan bu gibi maddeler ve bazı kavramlar kadar dikkate çarpan
benzeyen
böyle
çokyönlü
kullanımlar
söz
konusudur.
başka bir husus da, bunlara îman edişte “vicdan”ın
Tevfik
Fikret’in
1327/1911
yılında
bir dayanak noktası olarak seçilmiş olmasıdır.
yayımlanmış olan Halûk’un Defteri adlı şiir
Fikret, — ilahiyatçı filozofların “Tanrı” veya kudret
kitabının birinci bölümünde yer alan “Halûk’un
sahibi “Varlık”; materyalist ve ateist filozoflarınsa
Âmentüsü” adlı şiiri, çok çeşitli okumalara izin verir
“Tabiat” olarak karşıladıkları; Rıza Tevfik, Neyzen
nitelikli olması, farklı değerlendirmelere açık kapı
Tevfik gibi bazı şahsiyetlerin kendilerince anlam
bırakması
yükledikleri — “Küllî Kudret”e, bütün varlık âlemini
gözükmektedir.
içeren yüce, kutsal bir tabiî güç (tabiat gücü)
Şikeste’nin pasif, ölümü arzulayan, yalnız insan
anlamını vermektedir. Bu anlamı yüklerken Fikret,
anlayışından; aktif, hak uğruna mücadele eden,
— sanki oğlu Halûk’un ağzıyla konuşmakta —
fenci yeni bir insan figürüne doğru kaymaya
îmanın asıl kaynağı kalbin yerine modern çağın
başladığını bize net bir şekilde göstermektedir.
kavramlarından
koyarak,
“Halûk’un Âmentüsü” adlı manzume, Fikret’in oğlu
“vicdanla inandım” demektedir. Burada dikkati
etrafında geliştirdiği bu yeni insan figürünün
çeken bir husus — şiirde konuşan ve bu inanç
kıymetlerini dile getiren ve “inandım” redifine
çizgisini takdim eden kişinin kim olduğu hususu —
dayanan önemli, dikkat çekici bir şiir olarak ön
apayrı bir mesele olarak da, şiirde başvurulan bir
plana çıkmaktadır.
biri
olan
“vicdan”ı
yönünden
son
Bu şiir,
derece
önemli
Fikret’in, Rübab-
KAYNAKLAR AKAY Hasan (1998) Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatında Yeni Fikirler, Kitabevi Yayınları, İstanbul. AKAY Hasan (2007) Yeni Türk Şiirinin Kurucularından Tevfik Fikret, 3F Yayınevi, İstanbul. ENGİNÜN İnci (2007) Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), Dergâh Yayınları, İstanbul. KAPLAN Mehmet (1998) Şiir Tahlilleri I, Dergâh Yayınları, İstanbul. KAPLAN Mehmet (2010) Tevfik Fikret (Devir-Şahsiyet-Eser), Dergâh Yayınları, İstanbul. PARLATIR İsmail (2000) Tevfik Fikret Dil ve Edebiyat Yazıları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara. PARLATIR İsmail (2004) Edebiyatımızın Zirvesindekiler / Tevfik Fikret, Akçağ Yayınları, Ankara.
ı
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Anılarda Fikret... «İstanbul’dan çıkmamış, Galatasarayın dört dıvarı arasında mübhem emeller besledikten sonra hayata çıkınca onu hayalinden o kadar uzak görmüştü ki Babıalide ciğerlerine muvafık bir hava bulamayarak boğulacağına hükmetmiş, bir maden kuyusunda müsemmim bir hava yutmuş gibi kendisini dışarıya atarak, biraz sersem, biraz şaşkın, bu memlekette nasıl yaşayabileceğinde mütehayyir, sarfedilmeğe vesile bulunmayan zengin kuvvetlerini habsede ede dolaşıyordu; bütün rü’yet afakı, mektebin hakikate varamıyacak emelleriyle memleketin her ümidi gırtlağından tutup sıkan idaresinin arasında bir karanlık köşeden ibaretti. » Halit Ziya Uşaklıgil Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, Matbaacılık ve Neşriyat T.A.Ş., İstanbul 1936.
«Kendi neslimin bütün çocukları üzerinde olduğu gibi, ruhumda, ahlâkımda, zevkimde, lisanımda, sanatımda en büyük tesiri o icra etmişti. Şark âleminden kafamı o çıkarmıştı. Bir müddet onun kâinatında kalmıştım. Sonra Paris’teki edebî hayata dalarak onun kâinatından çıkmıştım. (...) Tevfik Fikret’in lisanına ve şiirine benim neslimden ilk aksü’l-amele ben cüret ettim; maamâfih onun aleyhinde yazmayan ve ona hürmet eden, onu ilk mürşid gibi telakkî eden bir ferd oldum. Galiba beni bununçün sevdi.» Yahya Kemal Yahya Kemâl Beyatlı, Siyasî ve Edebî Portreler, 3. bs., İstanbul Fetih Cemiyeti yay., İstanbul 1986.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“(…) İnsan ona baktıkça ahlak temizliği, dürüstlük dersi alırdı. Hayatımda öyle vakar dolu bir ruha sahip insana pek az tesadüf ettim.” Abdülhak Hâmit Tarhan
“Fikret, benim için, kudurmuş bir deniz karşısında kayalar üzerinde yükselen altından bir ışık ve altından bir kuledir. Ben onu daima böyle düşündüm” Ahmet Haşim
«En ehemmiyetsiz kederlerinize bile candan öyle bir merak edişi, teselli ve tedavî için o kadar âteşîn bir natukluğu vardır ki, sizin cerîhalarımıza böyle cidden iştirak eden bu adama karşı ilk hareketiniz hürmet ve muhabbet olur. (...) Fikret için edebiyat «yüksek sesle düşünmek»ten, hayatı «yazı ile yaşamak»tan başka bir şey değildir; o hayatını da bir şiir haline koymuş olduğundan edebiyatta ne ise hayatta da odur.» Mehmet Rauf
1896 yılının kışında Recaizâde Ekrem, yanında «bakışı çok kuvvetli, iri vücutlu, pek sevimli çehreli bir delikanlıyla birlikte» Servet-i Fünûn’a gelir. Bu delikanlı Fikret’tir. Ekrem Bey, Fikret’i Ahmet İhsan’a göstererek şöyle der: «- Size Tevfik Fikret Bey’i getirdim. Kendisi benim çok sevdiğim müstait bir gençtir. Mektep filan gibi bazı mecmualarda eserleri de çıktı. Ama ben istiyorum ki, Tevfik Fikret Bey, Servet-i Fünûn’un olsun!» Ahmet İhsan Tokgöz Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, 1. cilt, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul: 1930.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Âşiyan’ın Yalnızlığı Ayşe Bengisu AKDAĞ Onun için dediler ki: Dinsiz, peygamber; vatanperver, kozmopolit; cemiyeti seven, cemiyetten nefret eden; diğergâm, bencil; cesur, korkak; ahlaklı, ahlaksız; hassas, sığ... Fikret hem bunların hepsiydi hem de hiç biri. O bir tezatlar şairiydi ve onu açıklamaya sadece iki kelime kâfiydi: Tevfik Fikret On ikisinde annesini kaybeden, ardından babası sürgün edilen bir öksüz; Galatasaray Lisesi’ni birincilikle bitirmiş zeki bir öğrenci; inanç buhranlarıyla çırpınan bir kul; hayatının merkezine oğlunu koyup ona şiirler yazan, şiirlerinde ondan inancı ve imanı yok etmesini isteyen ve sonunda tahsili için gönderdiği İskoçya’dan Protestan olarak dönen ardından da Amerika’da bir Hristiyan papazı olan evladının yokluğuyla acısıyla yalnız yaşamış bir baba ve inzivaya çekildiği
“Aşiyan”ında 19 Ağustos 1915 sabahında hayata tek başına veda etmiş, yazmak için yaşamış bir şair: Mehmed Tevfik Fikret. Şiir denemeleri, yarışmalarla aldığı birincilikleri ile adını
duyuran Fikret kısa zaman sonra 1895’te arkadaşları Mehmet Rauf ve Halit Ziya ile birlikte Beyoğlu’nun arka sokaklarında küçücük bir matbaanın kepenklerini açacaktı. Anlaşmazlıklar, kırılmalar, sansürlemeler ve kapatılmalarla kısa
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
sürecek olan Servet-i Fünun döneminde Fikret şairliğinin zirvesine ulaşacaktı. Süslü, sanatlı, hayatın gerçeklerinden uzak şiirlerinin yerini zamanla ülkesine, milletinin acılarına duyarlı, gençliğe seslenen mısralar alacaktı. Ne var ki bu tavır onu git gide hırçınlığa, karamsarlığa düşürecek, iç buhranlarını sükûnete kavuşturamadan inancını kaybedecekti. Bu kin ve öfke yeri gelecek “Bir Anlık Gecikme” şiirinde: “…Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç, Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş...” diyerek Yeri gelecek ruhuna çöken sis çok sevdiği İstanbul’una en ağır küfürleri söyletecek, ıstırap ve tahammülsüzlük içindeki nidaları mısralardan taşacaktı:
“…Ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar. Ey nefret edilen, hakîr görülen milli gayret! Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasi mahkûm ... Örtün, evet, ey felaket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!” Git gide yükselen her bir “ey” Fikret tarafından şiddetle çarpılır adeta insanın yüzüne. Git gide artan buhran ve ıstırapla Fikret, “İktirab” şiirinde derin bir melankoliyi anlatacaktı. Bu melankoli ölümden bile beterdir. Şair çektiği ıstırabı anlatırken bu ıstırap onun hem ruhunu hem de vücudunu harap eder. Bu durumda şair ölümü arar: “Hasretle eylerim seher-i mevte intizâr; Muzlim ziyalarıyle derim, kılsam istitâr!” Padişahı devirip yerine geçen İttihatçılar ise Fikret’in umutlarını iyice söndürecek, bir istibdadı indirip kendi istibdadını getiren İttihatçılara şairin tepkisi gecikmeyecekti: “Hala tarafiyyet, hasabiyyet, nesebiyyet; Hala: ‘Bu senindir, bu benim!’ kavgası; Hala gazap altında hakikatle hamiyyet... Hep dünkü terennüm, sayıdan, saygıdan yoksun; Son nağmesi yalnız: Yaşasın sevgili millet!” Fikret bu karamsarlığın yanında umudu Haluk’un
“Gençliğinde gayet neşeli imiş. Taklitler yaparmış. Sesi son derece tatlı imiş. Şarkılar söylermiş.Mevlid’i pek sever ve ezberindeki parçaları pek müessir okurmuş. Gayet sofu imiş. Her Cuma gecesi Yasin’i muhrik bir sesle ölülerine ithaf eder, namaz kılarmış. Sonra sonra neşesi de azalmış, sofuluğu da.” Ruşen Eşref, Tevfik Fikret s.138 nezdinde gençlikte, akılda, bilimde görecek öğütler verecekti: “Ferda”da, “Promete”de, “Haluk’un Amentüsü”nde… Hâluk, Fikret’in hayatında ve dünyaya bakış tarzında önemli bir rol oynacak kötümserliği kat kat artan şairi hayata bağlayan unsurlardan biri olacaktı. Bunun yanında 1901 tarihli “Hayat” şiirinde Fikret hayatın insanı yok edebileceği düşüncesinin buhranıyla henüz yetişmemiş oğlu düşünecek ve insanın hayat karşısındaki zaafını anlatmak için küçük Haluk’u denize atıverdiğini farz edecekti:
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“ Şu mâi safhaya bak; şimdi ansızın seni ben Tutup da fırlatıversem onun derinliğine Düşün biraz ne olur?... Korku bilmesen de yine Tahammül eyleyemez, çırpınırsın, ağlarsın; Zavallı kollarının hükmü yok ki kurtarsın! O mâi şey seni yuttukça haykırır, bağırır, Fakat halâs olamazsın; omuzlarından ağır, Haşin demir iki el muttasıl itip zedeler; Ve çare yok ineceksin... Bu işte ömr-i beşer.” Zamanla sivrilen görüşleriyle yalnızlaşan Fikret’in en büyük edebi ve fikri düşmanı ise
Mehmed Akif olacaktı. “Şimdi Allah’a söver, Sonra biraz pul para ver Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder” diyen Akif’e Fikret, “Buyuruluyor ki” diyerek Akif’in mısralarını söyledikten sonra; “Ben utanmam, yüzüm ak, alnım açıktır Sen utan yaptığın işten be alık Değil Allah’a ama doğrusu Sana sövmek hoş olurdu azıcık Edebim mani olur yoksa Sövemem, gelmez elimden kabalık.” Diyerek cevap verecek, iki
Padişaha yapılan suikast bir anlık gecikmeyle gerçekleşemediği için Fikret’i üzecek, bunu düzenleyen Ermeni çetelerine ise “Ey şanlı avcı” diye seslenerek alkış tutacaktı... büyük şairin bitmeyecek olan bu mücadelesi Osmanlı gazetelerini uzun süre meşgul edecekti. Yaşama, ülkesine, yönetime, dostlarına küskün bir şekilde hayata veda eden Fikret son zamanlarında: “…Bütün boşluk; zemin boş, asuman boş, kalp ve vicdan boş, Tutunmak isterim, bir nokta yok hasarlı hayatımda İnanmak, işte nûrâni bir ulu yol o kabir gurbetinde…” Mısralarıyla “İnanmak İhtiyacı” şiirini yazacaktı.
Mustafa Kemal’in Aşiyan’daki imzası Mustafa Kemal, Tevfik Fikret’in evini ölümünden sonra ziyaret etmiş ve müzede bulunan defterde, “ Eğilmeyen bir başın huzur-u manevisinde saygıyia eğiliyorum” yazısının soluna imzasını atmıştı.”
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Tevfik Fikret 1915 yılı Ağustos ayında; “Yıkılıyorum... Yavrum, yavrum!” diye yaşama veda ederken yavrum dediği, biricik oğlu Haluk babası öldüğü zaman Amerika’daydı. Haluk din değiştirmiş, Hıristiyanlık dinine girmiş, Protestan
kilisesinin sadık üyesi olmuştu. Şeker hastalığından hayatı cehenneme dönen, son deminde kolu bile kesilen Fikret öldüğü zaman, oğlu Haluk, babasının namazının kılınmasını istemeyenlere rağmenEyüp’ten kalkan cenazesine gelemedi. Ancak 30-40 kişinin katıldığı törende tabutunu sırtlayansa tanıdık bir isim olacaktı: Mehmed Akif Ersoy… Fikret kendi tanımıyla “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şair” olarak gelmiş; kendinin tasarlayıp yaptırdığı Aşiyan’ının yalnızlığında henüz kırk sekiz yaşındayken sessizce veda etmiştir. Bugün Aşiyan’daki evinden hâlâ ümitle Türkiye’nin geleceğine bakıyor...
Şair, kendisinin tasarlayıp yaptığı evinde kendi içine çekilmişti adeta. “Kuş yuvası” anlamına gelen Aşiyan’ın yalnızlığında, hayata, haykırmalarının sessizliğinde veda etmişti.
Tevfik Fikret’in fırçasından oğlu Hâluk...
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kuş Yuvası: AŞİYAN Işık Selin Orhuntaş Aşiyan Müzesi, şair Tevfik Fikret'in yaşamının son yıllarında kapandığı ev. Boğaz manzaralı bol yeşillikli bu köşkte,Tevfik Fikret'in de mensubu bulunduğu Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun) Topluluğu'na ait özel eşyalar sergilenmekte. Tevfik Fikret ve eşi Nazime Hanım'ın oturduğu ev 1940 yılında İstanbul Belediyesi tarafından satın alınmış. 1945 yılından beri Edebiyat-ı Cedide Müzesi olarak ziyarete açık. Şairin daha önce Eyüp Mezarlığı'nda bulunan naaşı 1961 yılında bu bahçeye nakledilmiş ve bu tarihten sonra ev "Aşiyan Müzesi" adını almış. Müze 3 katlı. Evin kapısında Fikret’in büstü yer alıyor. Girişte bozuk para karşılığında galoş alıyorsunuz ve Farsça "kuş yuvası" anlamına gelen Aşiyan Müzesi'nde gezmeye başlıyorsunuz...
Kapıdan girer girmez sizi o dönemin modası olan koltuklar, halılar, duvar döşemeleri ve sanatçılığın simgesi tablolar karşılıyor. Tabloların çoğu Tevfik Fikret'in fırçasından çıkma. Şairimiz ressam kimliği ile de tanınmakta. Ama asıl sürpriz sol tarafta koltuğuna oturmuş bacak bacak üstüne atmış, ziyaretçilerini yüzünde donuk bir tebessüm ve o eşsiz
bıyıklarıyla karşılayan şairimizin bal mumu heykeli. Ne yalan söyleyeyim görünce bir an korktum Koca bir avizenin aydınlattığı bu salon şairimizin misafirlerini ağırladığı yer. Heykelin yanında bir tablo göze çarpıyor. Bu tablo, onu bir nevi asıl ününe kavuşturan "Sis" şiirinden esinlendiği bilinen Halife Abdülmecit Efendi'nin "Sis" tablosudur. Modern kültürün simgesi şömine karşı duvardan sizi selamlıyor. Gösterişli hayatın en sade yeri şömineli kısımda Fikret’in babasının hatıralarına yer verilmiş. Ardına kadar açılmış iki kapı var. Balmumu heykele yeniden göz atıp hemen yanındaki kapıya yöneliyoruz. Şairimizin dinlenme odasına
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
giriyoruz. "Edebiyat-ı Cedide Odası" adı verilmiş buraya. İsminden topluluğa ait bir oda olduğu anlaşılıyor. Ama odada Halife Abdülmecit Efendi tarafından yapılmış bir başka şair/yazar Recaizade Mahmut Ekrem'in yağlıboya portresinin yanında topluluğun diğer sanatçılarının resimleriyle yetinilmiş. Edebiyat-ı Cedide odasında daha fazla ‘özel eşya’ olsaymış isminin hakkını verirmiş. Olsun.
Gelelim bir diğer odaya: ABDÜLHAK HAMİT TARHAN BÖLÜMÜ İtiraf etmeliyim ki müzeye gidiş sebebim Can Dündar'ın "Lüsyen" romanıydı. Döneminde 'Şair-i Azam' olarak anılan Abdülhak Hamit'i ve büyük aşkı Lüsyen'in anlatıldığı kitapta harika ikilinin fotoğraflarının aslını müzede olduğunu öğrendim. Ardından yanıma meraklı bir arkadaşımı da alarak yollara düştüm.
Aşiyan yokuşunu çıkarken(ki o yokuşu çıkarken vazgeçmeyi bile düşündüm) o atmosfer için sadece Lüsyen önemliydi. İçerisini gördükten sonra fikrim değişti tabi. Sadece edebiyat turizmi için değil, bir dönem boyunca Pazartesi günlerimi dolduran, isminin geçtiği her makaleyi merakla okuduğum insanın yuvasını görmek için de oradaydım. Bin bir merakla girdiğim yer Hamit'e ayrılmış durumda. Kuzey kanadındaki bu odada görenleri kendine hayran bırakan bir Abdülhak Hamit Tarhan tablosu mevcut. Abdülmecit'in fırçasından çıkmış tablo. Çapkın Şair-i Azam'ın eşlerinin fotoğrafları da yer alıyor. Kitap kapağı olan Lüsyen portresi diğer duvarda şairin eski eşlerine doğru bakıyor. Neyse ki araya şairin şıklığı ile dikkat çeken takım elbise sergisi giriyor. İkinci odada ise Şair-i Azam'ın aldığı nişanlar ve aile büyüklerinin resimleri yer alıyor.
Sergilenen bir adet takım elbise bir adet diplomat üniforması onun hem şair kimliğini hem de diplomat kimliğini çağrıştırıyor. Zemin kattan ayrılıp ahşap merdivenleri tırmandıktan sonra Fikret'in özel hayatına geri dönüyoruz. Bu kez çalışma odasına giriyoruz. Odanın tasarımı şairin kendisine ait. Burada ressam olarak da gayet başarılı olduğunu açıkça gösteren tablolar, öğretmenin düzenli çalışma masası, kitaplar mevcut. Bir de Robert Kolej’in kestirme yoluna açılan kapı. 'Yatak Odası'na geldiğimizde onu sonsuzluğa uğurluyoruz. Şairimiz 19 Ağustos 1915'te henüz 48 yaşındayken bu odada hayata gözlerini yummuş. Odanın sadeliği dışında dikkat çeken şey başucunda asılı bir mask olması. Bu mask Tevfik Fikret'in yüz maskıdır. Ölüm maskı geleneğinin Türkiye'deki ilk örneği olan çalışma büyük şairin yüz kalıbı İlk kadın ressamımız Mihri Müşfik tarafından Fikret'in ölümünden hemen sonra şairin yüzünden alınmıştır.(Daha sonra aynı işlem Abdülhak Hamit için de uygulanmıştır.) Banyoya şöyle bir göz attıktan sonra ahşap merdivenleri bodrum kata inmek için kullanıyoruz. Bodrum katta yemek odası,mutfak ve çamaşır odası yer alıyor. Yemek odasında Fikret'in ailesinin kullandığı yemek takımları
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Boğaz'a bakan masası üzerindedir. Duvarda asılı olan natürmortlar Fikret'in fırçasına aittir.
Duvarda Fikret’in Aşiyan yolunu çıkarken yolda kendi izlerinden başka izlerin olmayışı üzerine yazdığı çerçevelenmiş şiir dikkati çekiyor. "Yürürdüm biraz güç,biraz bî-huzûr Dikenlik,çetin,taşlı bie sâhadan; Önüm bir yokuş fakat ben muannid,sabûr. ... Geçerdim basıp birtakım izlere; Eğildim biraz dikkat ettim yere! O izler benim,hep benim izlerimdi." #TevfikFikret 21 Şubat 1317
Yemek odasının yanında Şair Nigar Hanım bölümü bulunmaktadır. Şair Nigar Hanım'ın eşyaları yakınları tarafından 1959 yılında müzeye bağışlanmıştır.
Bu odaya gelince kendinizi 1950'li yıllarda düşünün. Bir salı akşamı Nigar Hanım'ın evinde yemeğe davetlisiniz. Sizinle birlikte dönemin edebiyat akımını yakından takip edenler de var. Sohbetinin tadına doyum olmuyor ve bu güzelliğe Şair Nigar Hanım'ın eşsiz piyanosu eşlik ediyor... İşte böyle bir yer Aşiyan Müzesi Bir yandan bir dönemin hatıraları içinde
gezerken bir yandan boğaz manzarası sizi zamandan soyutluyor. Evden çıkar çıkmaz İstanbul’un şiirler yazdıran güzelliği Boğaz manzarası ayaklarınızın altına seriliyor. Bize de Tevfik Fikret’in 100. ölüm yıldönümü için bu yazıyla onu anmak düşüyor. Müzeye gitmek isteyenler için; Giriş ücretsiz, müze saat 16.00'da kapanıyor, İçeride fotoğraf çekmek yasak. Pazartesi ve Pazar günü kapalı. Dilerseniz ufak bir ücret karşılığında sesli rehberi edinebilirsiniz .
Kabataş'tan geçen 22 numaralı otobüs Aşiyan Mezarlığı'nda indiriyor. Size de o ölümcül yokuşu çıkıp cennete ulaşmak kalıyor.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sis’ten...
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Göllerden Çöllere Suya hasret bir karınca düşün! Deryalara açılıp yüzmek ister. Okyanusları kendine yurt edinmiş, Bir küçük karınca çöllerden göllere... Gidebilir mi yüzebilir mi? Bu imtihan çetin değil mi? Balığın gönlü çöle vurgun iken Karınca okyanusları sahiplenmiş Bir varmış bir yokmuş pir gelmiş Gün geçmiş gün batmış gün bitmiş Seneler dereleri kovalarken ovalardan Şiir bu ya sular sel olup akmış kovalardan... Şairem şiirim şirinem,şairim şiirdir hazinem Açıldık deryaya derme çatma gemiylen Nefessiz yüzüyor karınca deryada fiilen Bir pertevden ibaretttir benim kafilem Aniden çöl olur balığa göller kum gibi Balığında gönlü karınca misali sahipli... Hallak olan bilir ikilemde bırakmaz Hallaç gibi az,er kişi toprak olmaz Sekerata düşmüş Bistami misali Gönül Nesimi gibi bazen derisi Bazen evin delisi bazen de yüzülmeli En nihayetinde yaşarken kalp ölmemeli... Bir gün gelecek bir gül yeşerecek Gönüllerde nice sümbül yetişecek Kalplerde olanı dile dökecek Göllerden çöllere bir ışık geçecek Gelecek elbet bir zaman O zaman en güzel şiir barış olacak Vesselam...
Süleyman ERKUT
Çölde Gemi Başlıyor yine derin derin İçim garip sular serin Bıraktım cümleleri Bu şiir kafiyesiz Nedensiz,sebepsiz,isteksiz Zaman,mekan garip Kalemin yaprağa aşkı galip Bu aşk çölde serap misali Şair için her dem gerekli Ah neler neler içinde Bu aşk başka bir biçimde İçimde yangın ahali Sessiz,yorgun,durgun ahvalim Gelip görsen bu hali Yeşillikler kurumuş sanki Çöldeyim akmıyor pınarlar Gözlerde yağmur kum gibi Acep ne zaman bitecek Bu gemi çölden gidecek Gelecek elbet bir zaman Bir meziyet içinde Süleyman Har ve ateş var yol sonunda Cehennemin nâr-ı Cennetin sevdası İki kutuplu tek yaldızlı an Her tebessüm bir yıldız parlayan Zaman,mekan muallakta Kalem yaprakla arafta Sabret toprak seni elbet kucaklayacak Vuslatı bekleyen sevenler mahşerde kavuşacak.
Süleyman ERKUT
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Afili Filintalar -2-
Işık Selin Orhuntaş
Polisiye ve Diğer Çıkmazlar İçin Emrah Serbes... Afilli Filintalar çetesi içerisinde yıldızı birden parlayan birisi varsa o da Emrah Serbes'tir. Emrah Serbes ismi size tanıdık gelmediyse "Behzat Ç." size mutlaka tanıdık gelecektir. Kimdir Emrah Serbes? 1981 yılında Yalova'da doğmuş. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Teoremi ve Tarihi Anabilim Dalı Bölümü 'nü bitirmiş. 2006 yılına gelene kadar çeşitli gazeteler, dergiler için söyleşiler yapmış. Hatta Hayvan Dergisi'nde çalıştığı sırada Ahmet İmam ve Cengiz Güleç'le düzenli olarak yaptığı sohbetleri kitaplaştırarak Say Yayınları'ndan çıkartmış. 2006 yılında Emrah Serbes ufak kitlesinin dışına çıkıp bir anda Türkiye'nin gündemine oturdu. "Her Temas İz Bırakır" adlı ilk romanı piyasaya sürüldü. Polisiyeye gelen taze kan, 2010 yılında romandan uyarlama diziler arasına katılır. Serbes'in tiyatro bölümünde öğrenciyken yazdığı metinlerde karakterleri öldürmesi üzerine hocasından polisiye yazma önerisi gelir. İyi polisiye yazmak iyi polisiye okumak gerektirir. Polisiye külliyatını bitirir, kendi deyimiyle Amerikan tiplemelerini Ankara'ya uyarlar. Haliyle Behzat Ç. tiplemesi oluşur. Erdal Beşikçioğlu'yla harmanlanan Behzat Ç. yazarın alfabeye karşı isyanıdır. Asla soyadını bilemeyiz. Kitap okumaz, alkolle sıkı fıkı, psikopat amirin maceraları 2008 yılında "Son Hafriyat " ile devam eder. Emrah Serbes'i polisiye alanında farklı kılan şey olaylara değil de kişilere önem verip onları ön plana çıkartmasıdır. Behzat Ç.'nin girdiği bunalımdan dolayı hiç konuşmadan mimikleriyle anlaşma çabaları başarıyla yazıya aktarılmış. Behzat Ç. için anlatacaklar bitmez. Şunu söyleyebilirim ki işin kötü tarafı Behzat Ç. denilince aklımıza hep Erdal Beşikçioğlu gelecek. Mükemmel oyuncu ve mükemmel karakter birleşiminin yan etkileridir bu.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Paradokslar ve Aforizmalar Uzmanı "Şimdiki aklım olsa öyle yapmazdım. Öyle yapmasaydım da şimdiki aklım olmazdı.” Yazarın polisiye dışında gerçekten başarılı olduğu alan paradokslar kurup üzerine aforizmalar oluşturmaktır. Bu paradoksların yanında ufak öykülerini de "Afili Parçalar" adıyla blogda yayınlamıştır. Daha sonra aforizmalar 2012 yılında "Hikayem Paramparça" adıyla elle tutulur gözle görülür hale gelmiş, kütüphanelerimizde yer almıştır. Paramparça hikayeler yazarın Afili Filintalar'ın ortak özelliği olan geniş sinema ve edebiyat bilgilere sahip olduğunu ortaya koyuyor.
Günümüzde çoğu yazarın kompleksi var. Yani çoğunun burnu havada, halkın içinden geldiklerini iddia edip onlardan çok uzakta duruyorlar. Oysa bu Afili Filinta üyesi öyle mi? Değil. Ankaralı olmasa da Ankara'yı çok sever, neredeyse her yazısında mekan olarak Ankara'yı seçer. Beşiktaş'ı tutar, maça gider; orada dayak yer. Çarşı'yı destekler. Rivayete göre Çarşı adına açılan dava dosyalarında isminin iki kere geçmesine üzülür. Bu olayları şöyle yorumlar: “…Dosyada bir şahıstan 24 bin lira aldılar, ‘darbe yapacaklardı’ diyorlar. Ya 24 bin liraya darbe yapılabiliyorsa eğer, bankalar o zaman darbe kredisi versin vatandaşa, böyle saçma sapan bir şey olur mu?”
"babam fabrikadan aldığı maaşının yarısıyla yirmi sene boyunca taksit ödeyip inan yapı kooperatifinden bir daire sahibi oldu. taksitlerin bittiği ay deprem oldu, ev yıkıldı. tek yumrukla nakavt. her zaman böyle olur. mutlu olmak için bir sürü faktörün bir araya gelmesi gerekir. mutsuzluk için tek neden yeter."
"şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. başsız sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. bir üstat öner dergi kurmuş olmasın. ne çok utandık mazideki yaralardan her adımda ele geçirilme korkusundan. ismet özel mi metin altıok mu yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı. sen gittin ve herkes ölmeye başladı
Haksızlığa gelemez, halkıyla beraber kavgada ön saflarda olur. O da bir Erken Kaybeden'dir neticede. İkinci kitabı "Erken Kaybedenler"de ergenlik döneminde erkek çocukları merkez alır. Öykülerindeki erkek ergenler yüzünden Ece Temelkuran'dan eleştiri gelir. Başka bir Afili Filinta arkadaşı Murat Menteş, EceTem'le üsturuplu bir tartışmaya girer. ( Bu tartışmayı Afili Filintalar'ın sitesinden okuyabilirsiniz.) Kitabın içinde yer alan "Üst Kattaki Terörist" öyküsü 2014 yılında Sami Berat Marçalı tarafından senaryolaştırıldı ve sahneye aktarıldı. Öğrenilmiş nefretle dalga geçen bu öykü kitabın en iyi öyküsüdür kanımca.
elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor. sen gittin ve herkes ölmeye başladı "
Az önce sosyal meselelere, haksızlığa kayıtsız kalamadığını ve aynı zamanda koyu bir Çarşı taraftarı olduğundan söz etmiştim. İşte
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bu özelliklerin hayat bulduğu kitaba geldi sıra: Deliduman. 2014 yılında çıktı kitap. 2013 Gezi Parkı Direnişi sonrası başlayan "Gezi Edebiyatı" furyası listelerinde bu kitap da yer aldı. Emrah Serbes yine kendini diğerlerinden ayırmayı başardı. Baş kahraman Çağlar çerçevesinde gelişen olaylar Yalova'da başlayıp Gezi Parkı'nda son buluyor. Çağlar İyice'nin derin bir aşkla bağlı olduğu kız kardeşi Çiğdem İyice'nin moonwalk dansıyla meşhur olma fikri kitap boyunca daima gündemimizde kalıyor. Ama evdeki hesap çarşıya uymuyor. Furya içindeki diğer kitaplardan ayrılan yönü yazarın olayları yerinde anlaması, yerinde yaşaması. İçten bir bakış açısıyla 17 yaşındaki Çağlar İyice ağzından okurlara aktarılıyor. Çağlar ve Çiğdem'in ilişkisi ile yazar sanki Salinger'in Çavdar Tarlasında Çocuklar'ına göz kırpıyor. Çağlar İyice Holden Caulfield'ı anımsatır, onun gibi kız kardeşine her şeyden çok değer verir. Tavsiyem Önce Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı daha sonra Deliduman'ı okumanız. Kitap çok tartışıldı hala da tartışılıyor. Bunun sebebi sadece Gezi'ye yer vermiş olması değil. Romanın markalarla döşenmiş olması. Alışverişlerin KİPA'dan yapılması, bulunmayan her şey için gittigidiyor.com 'a bakılması gibi. Çok ironik bir durum aslında, hayatımız bu markalardan daha fazlasından ibaret olmuşken
ayna tutulunca sıkılmamız. Arkadaşlarımızla Whatsapp'tan yazışmıyor muyuz ya da bizim de hayatımızda T.C. Sinem Uzun'lar yok mu? Ya da dayımız ormanlık alanı ranta açmak için komşularına sahte sözler vermiyor mu? Emrah Serbes'i reklam almakla itham edenler için üzerinde düşünmesi gereken bir konu. Behzat Ç. , Başkomser Nevzat'ın tahtını sallamış olsa da polisiyeye yeni bir soluk getirmesi pek sevgili Afili Filinta, gönlümüzde taht kurmuştur.
"öne çıktım, göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok, dedim. arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar." ÜST KATTAKİ Terörist / Erken kaybedenler
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Deli-Dahi:
BLAKE
Tuğçe ERKOL
18. yüzyılın ortalarında yaşamına başlamış, kendine has bir romantizm anlayışına sahip, dünyanın en önemli sanatçılarından biri William Blake. Onu anlamak fazlasıyla güç... Anlamak için orijinal dilinde okumak esas. Orijinal dilinden okunduğu zaman bile ne demek istediğini anlamak biraz zaman alsa da, asıl lezzeti o imgeler çözüldüğü zaman ortaya çıkıyor. Ve bu nedenle de Blake’yi anlamayanlar tıpkı Sade’ye ve Kafka’ya yaptıkları gibi onu edebiyatın kötü çocukları arasına iteliyorlar. 28 Kasım 1857’de Londra’da doğan ve İngiltere’den yetişen çok yönlü bir dehadır William Blake. Onun dehası, delilik ile çok ince bir çizgi arasındadır. Ailesinin yoksulluğu nedeniyle okula gitme imkanı bulamayan Blake, kendi kendini geliştirmiştir. Okuma ve yazmayı öğrendikten sonra Latince, Yunanca ve İbranice üzerine çalışmalar yapmıştır. Seneler sonra okula gidemeyişi ona sorulduğunda; “Eğitim hiçbir işe yaramaz, günahların en büyüğüdür bana kalırsa.” diye cevap verir. Ayrıca bir şiirinde de okula gitmeyi ve orada anlatılanları alaya almıştır.
“Tanrı’ya şükür, okula gönderilip, dayak ata ata, Aptalları örnek almak öğretilmedi bana.” Blake 14 yaşındayken ailesi tarafından James Basire adlı bir gravür sanatçısının yanına çırak olarak verilmiştir. Ancak bu olay onu sanatla buluşturan bilinçsiz bir ilk adım olur. Onun yaptığı çıraklık yedi yıl boyunca devam eder. Yedi yıldan sonra usta bir gravür sanatçısı olur. Onun gravürleri görsel sanatlar üzerine yaptığı bilinçli ilk çalışmalardır. Yaşadığı dönemde yaptığı resimler anlaşılmaz. Tıpkı edebi eserlerinin de anlaşılmadığı gibi. Ancak 20. yüzyılda resim eleştirmenleri onun çalışmalarını Rönesans'ın dört büyükleriyle bir tutar. O yaşadığı dönemin Lonardo'su, Michalengelo'su, Raffaello'sudur.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yedi yıllık çıraklık dönemi sırasında öncelikle Blake Strand yakınlarındaki Old Somerst House'de Kraliyet Akademisi'nin gravürle ilgili eğitim almaya başladı. Buradaki eğitimi altı yıl sürdü. Çıraklıktan ayrıldıktan kısa bir süre sonra hayatı boyunca tek eşi olan Catherine'yle evlendi. Eğitim hayatının son iki yılını da evli olarak geçirdi.
Kate çok cahil bir kadındı. Cehaleti o denliydi ki nikahlarının kıyıldığı gün resmi evrakı “X” diye imzalamıştı. Çünkü onun okuma ve yazması yoktur. Ancak Blake sabırlı bir adamdı. Deli ve dahi oluşunun yanı sıra onunla ilgili sıralanabilecek bir diğer özellik de bu olmalı. O denli sabırlıydı ki hiç gitmediği okuldaki bir öğretmenin okuma yazma bilmeyen bir çocuğu eğittiği gibi eğitti karısını. Okuma ve yazmayı öğretmekten başladı. Ardından da basit matematik işlemlerini öğretti. Blake'ye göre bir insanın hayatında temel olan bu eğitimin ardından sıra onu sanatla tanıştırmaya geliyordu ki Kate için de böyle oldu. Renklendirme tekniklerini, gravür yapmayı öğretti karısına. Böylece Kate de ona yardımcı olmaya başlamıştı. Kate ve William Blake çifti çocukları olmasa da ideal bir çiftti. Ancak insanlar tarafından fazlasıyla yadırganıyordu. Çünkü Blakeler, evlerinin bahçesinde çırılçıplak oturup yüksek sesle Milton'un Kayıp Cenneti'ni okumaya bayılırdı. Bu yaptıkları hareketin garipliği yetmezmiş gibi bir de onlara bu yüzden gelen
eleştirilere Blake'nin verdiği cevap daha da garipti. “Buyurun işte! Yeni Adem ile Havva!” Kraliyet Akademisi'nden mezun olmasına henüz bir yıl varken ilk şiir derlemesini yayınladı. 1784'te de akademiden mezun oldu. Mezuniyetinin ardından resim ve edebiyat çalışmalarını hızlandırdı. Bulunduğu yerden memnun olduğu için hayatının büyük kısmını akademiyi de okuduğu Blake Strand civarında geçirdi. Kendini geliştirmeye fazlasıyla önem veren yazar, yaşlılık döneminde Dante'nin bir portresini yapmaya çalıştı. Bu sırada da bir yandan Dante okumaları yapıyordu. Dante'yi daha iyi anlamak adına da İtalyanca çalışmaya o yaşına rağmen başlamıştı. Üstelik bir de gençliğinde olduğu gibi kolay öğrenemiyor diye hayıflanırdı bu zamanlarda. Blake ailesi çok koyu bir Hristiyan inanca sahipti. Daha en küçük yaşlarından beri Kutsal Kitap'a hayran olan Blake'nin yazılarındaki en büyük kaynaklardan biri de odur zaten. Ancak küçük yaşlarında ona anlatılan Hristiyan hikayeleri nedeniyle İsa'yla konuştuğunu, dört yaşındayken Tanrı'yı gördüğünü, geleceği bildiğini iddia etmeye başladı. Ondan farklı olan insanlar tarafından deli diye ötekileştirildi. Küçükken başına gelen bu gibi olayları anlatınca babasından dayak yiyen Blake, evliliğinin ilk zamanlarında çok aşık olduğu karısına bunları anlatmaya çekindi. Ama daha sonra karısına anlattığında karısının bunları normal karşıladığını gördü. Hatta karısı o kadar normal karşılamıştı ki bu durumu etrafındaki başka insanlarla konuşurken “Hayatım, sen, dört yaşındayken Tanrı'yla konuşmuştun değil mi?” diye rahatlıkla sorabiliyordu. Büyük bir ihtimaldir ki Blake gibi bir adamla bu kadar uzun bir hayatı yaşayabilecek olan bir kadın da en az onun kadar deli olmalıydı.
“Pencere ile değil, pencerenin içinden bakmak...” Onu anlatan en iyi mısra... Çünkü o dünyaya doğrudan bakmaz, hayal gücünün ardından bakar. Bu nedenle şiirleri anlaşılamadı zaten. Blake, o kadar büyük bir hayal gücüne sahipti ki Rönesans'ın ardından tüm Avrupa'ya yayılan
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Eski Yunan ve Roma mitlerini kullanma sıradanlığına düşmedi. Onun hayal gücü kendisi için bir mitoloji hazırlamasına yetecek güçteydi. Tıpkı çocukluğunda hayal gücü sayesinde Hz.İsa ile arkadaş olması gibi. Blake'nin resimleri ve şiirleri birbiriyle bağlantılıdır. Zaten ilk dönemlerde kendi şiirlerini bakır levhalara yazıp resimledikten sonra kendisi basardı. Onu anlamak için hem resmini hem de şiirini iyi bilmek gerekir. Çünkü gün gelir bir şiir yazar bu şiire uygun bir resmi sonradan yapar ya da gün gelir bir resim yapar ardından o resme uygun şiir yazar. Biraz bizim Servet-i Fünun yazarlarının tabloya şiir yazma, tablo için şiir yazma geleneği gibidir onun da durumu. Kendi edebi eserleri şiirleri, Kehanetler dediği kitapları, Cennet ve Cehennem'in Evliliği adlı eserinin haricinde birçok edebi eseri resimledi. Bunlardan biri hayran olduğu Milton'un Kayıp Cennet eseridir. Ayrıca birçok edebi kişiliğin de portresini yapmıştır ki bunların bazılarını hiç görmemiştir çünkü bu insanlar ondan yüzyıllar önce yaşayıp ölmüşledir. Onun bu tanımadıklarını portleme olayı da boşluğa gözlerini dikerek yaptığı bir işlemdir. Kate'ye anlattığına göre portrelerini yaptığı insanların ruhları ona gelip portlerini yapmasını istiyordu. 1804'te Londra'ya döndü Blakeler. Blake'nin Londra'ya gelir gelmez yaptığı ilk iş, hırsla kaleme aldığı eseri olan Jaruselam adlı şiir kitabını resimlemek ve yayımlamak oldu. Blake'nin en önemli eseri Cennet ve Cehennem'in Evliliği'ydi. Bu eserin temeli de onun kaleminden çıkmıştı.
“Karşıtlar olmadan ilerleme de olmaz.” Bu nedenle Cennet ve Cehennem gibi birbirine zıt iki kavram bir araya gelmişlerdi. Çünkü bu iki zıt kavram bir araya geldiği zaman ortaya yeni kavramlar ortaya çıkacaktı. Yeni kavramlar da peşinde ilerlemeyi getirecekti. Blake'nin zekasının bir kanıtını bu eserde görebiliriz. O, Freud'dan önce eserinde şundan bahseder: “İstek duyan; ama eyleme geçemeyen veba salgını üretir.” Cinsel isteğin bastırılması durumunda toplumsal sapıtmanın ortaya çıkacağını söyler. Onun koyu Hristiyan inançlarına rağmen bunu söylemesinden dolayı ise Cozmion, seneler sonra da “Ruhsal İsyanın Prensi” diyecektir. Çünkü o, din adamları tarafından saptırılarak asla hoşgörüsü yokmuş gibi gösterilen bir Tanrı'nın varlığını kabul etmiyordu. Ona göre Tanrı, insanın içindeydi. Kilise Tanrı'yı insandan uzaklaştırınca toplumsal bozukluklar ortaya çıktığı görüşüne bağlıydı. Tanrı'nın insanın içinde olduğunu söyledi diye de bir kere daha deli damgası yedi. Bunu söyleyenlere de cevabını kendi yöntemiyle verdi. Hem kiliseyi hem de kilisenin yarattığı Tanrı'yı alaya almak için Nobody's Daddy, yani hiçkimsenin babası değil ifadesinin kısaltmasından NOBADADDY kelimesini türetti. İşte zeka, işte delilik, işte ilham!
“Bir yöntem yaratmalıyım, yoksa başka birinin yöntemine köle olurum. Ben mantık yürüterek karşılaştırmalar yapmayacağım. Benim işim mantık değil; ilhamdır!” Blake hayatının hemen her anını diğer insanlardan farklı yaşamışken ölümünün sıradan olması beklenemezdi. 1827 yılıydı. Öleceği sabah yeni bir manzara resmine başlamıştı. Onun üzerinde çalışırken birden durdu. Karısı tam yanından geçiyordu. Ona seslendi:
Birçok edebi kişiliğin de portresini yapmıştır ki bunların bazılarını hiç görmemiştir. Yüzyıllar önce yaşayıp ölmüşledir. Onun bu tanımadıklarını portreleme olayı boşluğa gözlerini dikerek yaptığı bir işlemdir. Kate'ye anlattığına göre portrelerini yaptığı insanların ruhları, ona gelip portrelerini yapmasını istiyordu.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Dur Kate! Olduğun gibi kal. Bana hep bir melek gibi göründüğün için portreni yapacağım.” Kate, onun garipliklerine alışıktı. Kocasının sözünü dinledi ve ona poz verdi. Blake, karısının var olan tek resmini o gün yaptı hem de 6 saatte. Resim bittikten sonra yataklarına gittiler. Yatmadan önce karısına bir söz verdi.“Hep seninle olacağıma söz veriyorum, Kate. Seni seviyorum.” Cümlesini bitirir bitirmez de huzurla gözlerini yumdu. Çok sevdiği Tanrı'sına bu kadar kolay kavuştu Blake. Belki de orada Hz.İsa'yla da gerçekten konuşmuştur. Kim bilir? Blake'ye herkes deli gözüyle bakıyordu. Özellikle kendi döneminde onun edebi kişiliğini beğenen insanlar bile onun deliliğini kullandı. Örneğin Wordsworth; “Bu adamın deliliğinde Lord Byron'un ya da Walter Scott'un akıl sağlığından daha çok ilgimi uyandırdan bir şeyler var.” demekten hiçbir zaman geri kalmadı. 20. yüzyıldaysa Blake'yi Blake yapan asıl ününe kavuştu. T. S. Elliot ve Ezra Pound onun çağdaşı olan birçok ismi yerden yere vururken onu her daim yüceltti. Özellikle T. S.Eliot onun için Dante benzetmesini yapar:
“William Blake, çok dahi bir adammış. Yanlış yerde ve zamanda doğmuş. Eğer başka bir çevrede yetişseydi Dante olabilirdi.” Gene 20. yüzyılda ona kendi devleti de gereken değeri gösterdi. İngiliz İşçi Partisi 1945 yılı seçimlerinde propoganda amaçlı onun Jaruselam adlı şiirinden bir kısmı besteledi. Seçimleri o yıl İşçi Partisi kazandı. 21. yüzyıla geldiğimizdeyse artık onu bilmeyen yok gibi. Gerek edebiyat çevreleri, gerek edebiyatın sadece dedikodu kısmıyla ilgilenenler, gerek resim ve gravürle ilgilenenler onu tanıyor. İngiliz Edebiyatı alanında mühim isimlerden olan Mina Urgan da onun eşsiz biri olduğunu söylemekten geri kalmıyor:
“Sadece Romantizmde değil Pre-Romantizmde de değil; İngiliz Edebiyatı'nda hatta dünya edebiyatında eşi olmayan bir yaratıcıdır.”
Canterbury Hikâyeleri' nin resmedildiği bir gravür, William Blake, 1810
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türkçenin Dil Bilgisel Konularının Öğretiminde Ailenin Etkisi Mehmet ALTINOVA Bilindiği üzere insanlar dünyaya geldiklerinde ilk dil eğitimini ailelerinden alırlar. Hatta denir ki insanlar daha doğmadan önce çeşitli vasıtalarla dil edinimine anne karnında başlar. Bu yüzden dil eğitiminde ailenin önemi yadsınamaz bir gerçektir. Bu çalışmada Türk aile yapısının, Türkçenin dilbilgisinin okullarda öğretilememesinin ve zor öğrenimin sebeplerini bu bağlamda incelemeyi amaçladım. Türk eğitim tarihinin tümünde Türkçenin kurallarının öğretilememesi problemi vardır. Bunun oluşumunda çeşitli sebepler yatmaktadır. Bunlardan bazılarını şu şekilde maddeleyebiliriz:
Öğrencinin derse duyduğu ilgisizlik Nitelikli öğretmenin bulunamaması Müfredatın yetersiz olması Ders kitaplarının yeterli olmaması Halk içinde Türkçenin kurallarına uygun kullanılmaması Kırsal kesimde kullanılan dilin standart Türkçeye uygun düşmemesi Aydınların Türkçeyi iyi bir şekilde kullanmaması Medyadaki birtakım hatalar Kişinin anadilinin başka olması Yazarların savruk bir dil kullanması Aile içinde Türkçenin iyi bir şekilde kullanılmaması1
Yazılan son maddede "Aile içinde Türkçenin iyi bir şekilde kullanılmaması" ibaresi makaleyi yazmamdaki amaçtır. İnsan anadilini aile içinde öğrenir ve daha sonra dışarıyla bağlantı kurup oluşturduğu temel sözcüklerden sözcük üstü birim oluşturup cümle kurar daha sonra da cümle üstü birimler kurarak iletişimini gerçekleştir. Aslında yukarıda da ifade edilen maddelerin hepsi,"Aile içinde Türkçenin iyi bir şekilde 1
Bu maddeler daha çoğaltılabilir. Yalnızca örnek vermek maksadıyla yazılmıştır.
kullanılmaması" maddesinin sonucundan oluşmaktadır. Bu sorun çözüldüğü vakit diğer sorunların büyük bir kısmı çözülecektir. Ünlü edebiyatçı Nihad Sami Banar, Türkçenin Sırları adlı eserinde dili öğretmede ailenin etkisini şu cümlelerle açıklamaktadır;
“ Burada cesâretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifesi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına herşeyden çok Türkçeyi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifâde ce mânâ zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazifenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehâsının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninni'ler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçe'dir."2 Nihad Sami Banarlı'nın da sözüne ettiği gibi Türk dilini genç bireylere öğretmedeki yöntem yine Türk halkının ürünlerinden olan ninniler gibi halk edebiyatı türleridir. Bu mesele genç nesillerin birbiriyle iletişim kurabilmeleri için önemlidir. Konfüçyüs'ün dil konusundaki meşhur sözünü hatırladığımızda bir dilin kurallarının öğretilmesinin ve öğrenilmesinin ehemmiyetini daha rahat kavrarız. Nihat Sami Banarlı'nın görüşlerine paralel olarak bir başka görüşü de Yrd.Doç.Dr. Nadir İlhan konu ile ilgili makalesinde ifade etmiştir; 2
Banarlı,Nihad Sami, Türkçenin Sırları, say.6, 6.bs.1982, Kubbealtı Neşriyat ,İstanbul
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
"Çocuğun dil gelişimi, başlangıçta onun ile ilk iletişimde bulunan ailesinin diliyle paralellik gösterecektir. Bu nedenle çocuğun sağlam bir dil yapısına sahip olabilmesi için onunla konuşurken, çocuk gibi konuşmak yerine kelime ve cümleleri dilin kurallarına uygun olarak kullanmak gerekir. Çocuğun kişiliği, duygu dünyası bu ilk öğrendiği dilin malzemesiyle gelişip olgunlaşacaktır. Bu sebeple çocuklar için anadili öğretimi önemlidir. Bir milletin geleceğinin temel teminatlarından ikisi, olmazsa olmaz ikilisi dili ve çocuklarıdır. Millî geleceğin devamlılığını garantiye almak için her ikisinin de korunması ve geliştirilmesi ailelerin, eğitimcilerin, devletin kısaca toplumun temel görevidir."3 Yrd. Doç. Dr. Nadir İlhan'ın konu ile ilgili çalışmasında4 kullandığı kaynaklardan birinde5 şu ifadelere yer verilir; "Yaşamın ilk birkaç yılında tüm çocuklar, insanoğlunun öğrendiği şeylerin belki de en karmaşık olanını -konuşmayı ve ana dillerini kullanmayı- öğrenirler. Genellikle ilkokula başlamadan önce de ana dillerinin temel kurallarını öğrenirler. İlköğretim sırasında ise, daha çok, dili değişik durumlarda nasıl kullanacakları konusunda ustalaşırlar.”6
Bilindiği üzere genç yaşta öğrenilen bilgilerin kalıcı olma olasılığı daha yüksektir. İnsanlar, edindiği ilk bilgilerin üzerine yenilerini ekleyerek yaşamlarını sürdürürler. Bu yüzden dil edinimi ferdin yaşamı boyunca kümülâtif yani üzerine eklenen bilgiler sonucunda gelişen eylemdir. Dolayısıyla, aile içindeki ilk dil edinimi büyük önem arz eder. Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan tabii bir vasıta7 olduğundan, üzerine koyulacak yeni bilgiler için aile içinde öğrenilen dilin dilbilgisel yapısının da sağlam olması gerekmektedir. Araştırmalara göre Türkçenin dil edinimi süresi oldukça kısadır. Örneğin, Avrupa'daki çekirdek aile modelinde dil edinimi ve bu dili kullanma ortamı kısıtlıdır. Oysa Türk aile yapısının şehirlerde çekirdek ve kırsal alanlarda geniş aile modelinin var olması dil ediniminin süresi açısından avantaj sağlamaktadır. Türkçenin dil bilgisel kurallarının öğretiminde ailenin etkisinin araştırılabilmesi için bazı kısımlara bölmek bu konuyu çözümlememize yarar sağlayacaktır.
Devamı gelecek sayıda...
Tanju Gürkan'ın da belirttiği gibi çocuklar, yaşamlarının ilk yıllarında dillerinin kurallarını öğrenirler. Çocukların bu yıllarda ailelerinin ve toplumun yanında büyüdüğünü düşündüğümüzde dil biliminin yapı taşları olan kuralların ilk başta bu çevrede öğrenildiğini rahatlıkla kavrayabiliriz. 3
Yrd. Doç. Dr. Nadir İlhan,"Çocukların Dil Edinimi, Gelişimi ve Dile Katkıları", Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, makale için ayrıca Academia.edu adlı makale paylaşım sitesine bakılabilir. 4 Yrd. Doç. Dr. Nadir İlhan,"Çocukların Dil Edinimi, Gelişimi ve Dile Katkıları" adlı makalesinden bahsedilmektedir. 5 Yrd. Doç. Dr. Tanju Gürkan, "Çocuğun Dil Gelişimi ve Eğitiminde Ailenin Rolü", Türk Dilinin Öğretimi Toplantısı, A.Ü, EBY Yay., Ankara,1986 6
Yrd. Doç. Dr. Tanju Gürkan, a.g.m.
7
Bkz. Muharrem Ergin'in dil tanımı.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Mektup – Simon Garfield Son zamanlarda büyülü tınısını yavaş yavaş kaybettiği görülse de mektup her devrin kıymetlisi olagelmiştir. Her devirde farklı amaçlarla, farklı metotlarla ama daima bireyler ya da devletlerarası mektuplaşmalar yapılmıştır. Edebi yönünü de inkâr edemeyiz elbette, mektup edebiyatın temel taşlarından biri haline gelmiştir dersek belki yalan olmaz. Zira bugün sanatçıların en değerli görüşlerinin bir kısmını şahsi mektuplarından elde ediyoruz. Simon Garfield’ın ilk baskısını 2013’te yaptığı Mektup adlı kitabında derin bir nostalji yaşayabilir, mektup hakkında bilmediklerinizi öğrenebilir, yazarın deyimiyle “adamakıllı bir eğitimden geçebilir”, büyük sanatçıların mektuplarına göz atma imkanı yakalayabilirsiniz.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Tanpınar’dan Ders Notları – Güler Güven Ahmet Hamdi Tanpınar, 1959 yılında İstanbul Üniversitesinin Yeni Türk Edebiyatı kürsüsüne tayin edildi. Hayatının son anına kadar da bu görevi sürdürdü. Derler ki derslerini eser tadında işlermiş, işlediği dersler son derece verimli ve zevkli geçermiş. Bu kadar akıcı işlenen derslerde not tutmak öğrenciler için zor bir durummuş. Güler Güven 1956 yılından 1958’e kadar Tanpınar’ın derslerinde not tutmayı sürdürmüş. Yıllar sonra Güler Güven’in kardeşleri tarafından ortaya çıkarılan bu notlar Hayri Ataş tarafından hazırlanarak 1 Ekim 2014 tarihinde ilk baskısını yayınladı. Notlar, edebiyat tarihi, tenkit ve metotlar; uzun uzun işlendiği görülen Servet-i Fünun dönemi, Halit Ziya, Mehmet Rauf ve Tevfik Fikret; Tiyatro ve bir de Türk şiiri konuları üzerinde duruyor. Kısa ancak oldukça net ve faydalı bilgiler eşliğinde Tanpınar’ın edebi görüşlerini bu kitapta bulabilirsiniz.
Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar Bir ilk roman olan Puslu Kıtalar Atlası , sizi İstanbul tasvirleriyle büyülerken aynı zamanda Uzun İhsan Efendi ile yaşama dair felsefi sorular sorduracaktır. 1995 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkan kitap 2015 yılında İlban Ertem'in çizimleriyle yine İletişim Yayınları'ndan çizgi roman olarak raflarda yerini almıştır. 1980'den sonra edebiyatımıza giren postmodern roman türü temsilcilerinden olan yazar 2009 Erdal Öz Ödülü sahibidir.
Ağustos’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BEYAZ GÜVERCİN Engin bir dağ gözlerinin içi Bense gözlerinden ırak elçi Kayboldum nurunu arar iken Bittim çölden çöle koşar iken Kaf dağından sana bakar iken Düşüverdim ben beyaz güvercin Ferman kağıdı saçının teli Hüküm yok bomboş elçinin eli Bakışların koca bir gökyüzü Kalpte yangın görmüyor göz gözü Yokluğun bir esirin son sözü Kanatlan bana beyaz güvercin Ben çatlayan toprakta boğuldum Terse akan suda balık oldum Çileye kapıldım senden yana Toprak kurak vuslat toprak ana Beyazlar çalmış bizde katrana Susma ne olur beyaz güvercin
Muhammed Uçan
Defolu Benlik Bugün Pazar... Ve ben artık Pazarları sevmiyorum. Hatta öyle ki, pazarları kahvaltı bile etmiyorum. Sen olmadan tadı dudağıma azap. Bugün, boğazıma ip doluyor. Parmak izlerin her yerde. İntihar süsü vererek öldürmeye kalkıyorsun beni. Son vapuru kaçırmış gibi sitem doluyum. Anılar sanki fotomontajı aşkın. Bu aralar her şeyini, her şeyden daha çok özlüyorum. Boynumdaki nefesinin uykumu bölmesini özlüyorum. Bir gün değil bir mevsim olmayı özlüyorum. Fakat ben dört mevsim yaşasam kalbinde hep kıştan bir masal olurum. Bakmayın bana, ben bazen hiç 'şiir' olamamış bir şair kadar kötü olabiliyorum. Peki siz hiç, bir 'şiir'in üstüne toprak attınız mı? Ya da yerin dibine ölü papatyalar ektiniz mi? Ben seni biliyorum. Dışa vurmasan da içinde bir yerlerde ayrılık birikmiş. Biliyorsun herkes bir benliğe sahiptir. Ne yazık… Benim istediğim ‘senlik’ti.
Erkan KATIRCI Sakarya Üniversitesi
“Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda, Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam; Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda, "Suna"mın başka köye gelin gittiği akşam.”
Kemalettin Kamu
Fotoğraf Aybige Akdağ
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...