Ekim 2015
Sayı: 19
“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
Ölümünün 10. Yılında
attila
ilhan DÜNYA KÜTÜPHANELERİ: Amsterdam Halk Kütüphanesi
Uçamayan Kuşun Adı: NİLGÜN MARMARA
Dünden Yarına KELOĞLAN MASALLARI
İncir Çekirdeği Dergisi E
Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz
Kübra Tarakçı
Editörler
Editör
Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı
Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Zeynep Tosun
EDİTÖRDEN... Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları; Yine dopdolu, muhteşem bir sayımızla sizlerleyiz. Sonbaharı doyasıya yaşadığımız şu günlerde içtiğiniz kahvelere umarız dergimiz eşlik eder.
Misafirler
Bu ay dosya konumuzu ölümünün 10. yılı dolayısıyla Attila İlhan oluşturdu. Işık Selin Orhuntaş Attila İlhan'ın romanlarını, Begüm Çalışkan şiirlerini, Tuğçe Erkol ise sanat ve fikir dünyasını yazdı. Kübra Tarakçı yani bendeniz yepyeni bir köşe ile karşınızdayım: Dünya Kütüphaneleri. İlk olarak Amsterdam Halk Kütüphanesi ile sizlerleyim. Bu ay yine ölüm yıldönümü olan şaire Nilgün Marmara'nın intihar ile sonuçlanan yaşamına Begüm Çalışkan yazısında yer verdi. Busenur Aslan da Halk Kültürü yazı dizisinde bu ay Keloğlan'ı anlattı.
Muhammed Kırvar Begümhan Varlık Büşra Can
Bunların yanında şiirler, hikâyeler, misafir köşesi, arka kapak, kültür sanat haberleri de dergimizde yerini aldı.
Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ
Sözü fazla uzatmadan sizleri Ekim sayımızla baş başa bırakıyorum...
İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD
“Ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak, hiç doğmamayı isterdim; ama bir kere doğmuşum ölmek yasak...” ATİLLA İLHAN
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İçindekiler Havadis Artık Çok Geç – Şiir / Sema Keser Öl Emri – Şiir / Begüm Çalışkan Seni Biz Öldürdük Çocuk – Deneme / Mehmet Altınova Dünya Kütüphaneleri: Amsterdam Halk Kütüphanesi / Kübra Tarakçı Bir Sonbahar Şairi: Attila İlhan / Begüm Çalışkan Yasak Sevişmek – Şiir / Attila İlhan Attila İlhan ve Romanları, Romancılığı / Işık Selin Orhuntaş Adım Sonbahar – Şiir / Attila İlhan An Gelir – Şiir / Attila İlhan Attila İlhan’la Bir Konuşma / Nurullah Ataç Kaptan: Attila İlhan / Tuğçe Erkol Ellerinden Öpüyorum – Şiir / Sema Keser Gözler – Şiir / Muhammed Kırvar Uçamayan Kuşun Adı: Nilgün Marmara / Begüm Çalışkan
Dünden Yarına Keloğlan / Busenur Aslan Murasaki’nin Hikayesi / Tuğçe Erkol Mata Hari Varmış – Deneme / Büşra Can Gizlenen Gecede Sesler – Deneme / Begümhan Varlık Arka Kapak / Zeynep Tosun & Işık Selin Orhuntaş Şiirbaz – Şiir / Süleyman Erkut Fotoğraf / Aybige Akdağ
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HA VÂ DİS Beyza ÖZKAN
TÜYAP KİTAP FUARI 7 KASIM’da
TÜYAP ve Türkiye Yayıncılar işbirliğiyle bu yıl 34. kez düzenlenen "Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı", 7 Kasım'da ziyarete açılacak. Fuar kapsamında "Aziz Nesin 100 Yaşında" etkinliğinin gerçekleştirileceğini belirten Deniz Kavukçuoğlu, küratörlüğünü Işın Önol'un
yaptığı "Ömrüne Sığmayan Adam Aziz Nesin:19152015" sergisinin fuarda sanatseverlerle buluşacağını kaydetti.
Nutuk 88 yıl sonra orijinal diliyle basılacak
Türk Tarih Kurumu, 1927'de ilk kez Osmanlıca basılan Nutuk'u, 88 yıl sonra yeniden orijinal diliyle yayımlayacak. Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Refik Turan Nutuk'un, ilk orijinal baskısının ardından bir daha Osmanlıca yayınlanmadığını, harf inkılabından sonra farklı kurumlar tarafından tüm basımların Latince yapıldığını dile getirdi. Nutuk'un özel baskısının "bir sayfası Osmanlıca, karşı sayfası ise mümkün olduğunca Osmanlıca'ya bağlı kalan sesleri dikkate alarak Latin alfabesi" şeklinde hazırlanacağını belirten Turan, tarih ve dil uzmanlarından oluşan grubun çalışmalarına başladığını ifade etti.
Agatha Christie'nin torunu İstanbul'da
Polisiye Edebiyatın Kraliçesi Agatha Christie’nin doğumunun 125. yılı şerefine Agatha Christie Vakfı Başkanı, Agatha Christie’nin torunu Matthew Prichard İstanbul’a geliyor! Pera Palace Hotel Jumeirah’ta 22-24 Ekim 2015 tarihleri arasında düzenlenecek olan Kara Hafta etkinliğinin onur konuğu, Agatha Christie Vakfı Başkanı ve aynı zamanda Agatha Christie’nin torunu da olan Matthew Prichard olacak.
Ünlü yazar Jackie Collins hayatını kaybetti "Evli Aşıklar" ve "Çoşkunun Bedeli" gibi aşk romanları Türkçe'ye de çevrilen ünlü yazar Jackie Collins, 77 yaşında Los Angeles'ta hayatını kaybetti. Yapılan
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
açıklamada, 77 yaşındaki Jackie Collins'in meme kanserinden yaşamını yitirdiği duyuruldu.
ve Giulietta, Ama e Cambia il Mondo" müzikali, 8 gösteri yapmak üzere Türkiye'ye gelecek.
Arjantinli yayınevinden çocuklara gerçek kadın hikayeleri Collins, dünyada kitapları en çok satan yazarlardan biriydi. Jackie Collins'in romanları 40 ülkede 500 milyondan fazla sattı.
“Romeo ve Juliet” Kasım’da İstanbul'a geliyor William Shakespeare'in ünlü aşk öyküsü "Romeo ve Juliet", 3-8 Kasım arasında sanatseverlerle buluşacak. Konuya ilişkin yapılan açıklamaya göre, İtalyan yapımcı David Zard'ın modern yorumu, Giuliano Peparini'nin özgün rejisi, Gerard Presgurvic'in besteleri ve Vincenzo Incenzo'nun sözleriyle yorumlanan müzikal, Zorlu Center PSM'de sahnelenecek. Bugüne kadar birçok kez bale, film, müzikal ve opera olarak sahnelenen "Romeo
Arjantin'de faaliyet gösteren Sudestada y Chirimbote isimli yayınevi 21. yüzyılın çocuklarına büyük ve soğuk kalelerde yaşayan bir avuç prensesin değil, başarılarıyla adlarından söz ettiren gerçek kadınların hikayelerini anlatacak. Okurlarına "Tanıdığımız birkaç prenses var. Peki büyük ve soğuk kalelerde yaşayan bu prensesler, bizim gerçekliğimize ne kadar yakın?" sorusunu yönelten yayınevi, "Antiprenses" adlı bir kitap serisi yayınlayacak. Serinin ilk kitabı ise Meksikalı ressam Frida Kahlo ile ilgili. Bir diğer kadın kahraman da Peru'nun İspanya'ya karşı bağımsızlık savaşında yer alan Juana Azurduy.
Yazarlardan Suriyeli mültecilere 150 bin euro! Suriyeli mülteciler için dünyaca ünlü yazarlar el ele verdi. Küçük bir yardım kampanyası çığ gibi büyüdü, 24 saatte 150 bin eurodan fazla bağış toplandı. Çocuk kitapları yazarı Patrick Ness, 3 yaşındaki Suriyeli çocuk Aylan Kurdi'nin sahile vuran bedeninin fotoğrafını görünce harekete geçmeye karar verdi. Ness, internet üzerinden bir para toplama kampanyası başlattı. Toplanılan paranın "Çocukları Kurtarın" programına gideceğini açıkladı. Bu kurum, mültecilere yardım etmeyi amaçlayan bir kurum. Ardından "Aynı Yıldızın Altında" kitabıyla ünlü John Green 10 bin euro bağış yaptı. Green'in ardından başka başarılı yazarlar da bağış yapmaya ve okuyucularını da bağış yapmaya çağırmaya başladı.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARTIK ÇOK GEÇ Artık çok geç, kıştan sonra yağan İlkbahar yağmurunun tadına bakabilmek için, Sallanan salıncağa midem bulanana kadar binebilmek için çok geç. Çok geç, korktuklarımdan yeniden kormak için, Köşebaşındaki berber amcaya yeniden çay götürmek için Güvercin kokan parkın her yerinde düşmek için çok geç. "Mavi Ay" başlıyor diye erkenden yıkanıp televizyonun karşısına geçmek için Çok geç, uçurtmam olmamasına rağmen uçurtma günlerine gitmek için, Arkadaşıma küstüğüm için annemin yaptığı mercimek çorbasını içemediğim için, Saatler geçsin umuduyla beklediğim zamanları geri almak için çok geç İşten fırsat bulamayıp da annemin doğum gününü kaçırdığım için, Bir heves uğruna yurt dışına gidip "Bozcaada"yı yıllarca göremediğim için Karaköy' ün seslerine aşina olabilmek için çok geç Gidenleri geri alabilmek için, Veli Efendi dinleyip hemhal olabilmek için çok geç Dışarıda yağıyor hüzün taneleri, yanımda geçmişin izmaritleri Hasreti taşıyorum içimde, geçmişe hesap vermek için çok geç.
Sema KESER
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ÖL EMRİ Mevsim buzun üzerinde, alışamıyorum Bulamıyorum kara sandıklarda Kokuna ilikli yün hırkalarımı Oysa biliyorum,öğle sıcakları Yalnız senin kollarında Belki hastayım yatıyorum Sirkeli bez,bir fincan ıhlamur Kalbimin tutuşması ocak yanarken Çünkü ağlıyorum Yağmur yağarken bile sevmediğine beni Mevsim evimi bulduğundan Bu soğuk duvarlarda adın yazdığından İhtiyacım var Sana var benim ve Benim sana ihtiyacım İhtiyarladım epey Aydınlık bakmıyor gözlerim Ve saçlarıma düştü bekar kızların Gelinlikleri beyaz Düşün ki bir kalp hastasının haplarını Saklıyorsun avuçlarında Ve sen elini yüzümden eksik ederek Ne diyorsun bana Ben krizinden öl mü diyorsun? Bu hastalıklar yoktu bende Sen gidince Ve gittiğin yollardan senin Sen değil de sonbahar dönünce Ben böyle üşüyorum titriyorum Düşün ki mübarek ciğerlerinde O yetmeyen nefeslerini taşıyorsun Bir astım hastasının Nefesini sesimden ayırarak Ne diyorsun bana Öl mü diyorsun? Mevsim buz üzerinde Hastayım düşkünüm Hastanım düşkününüm Ellerimi ayaklarımı hep buz kırıyor İnan bunları da komşu çocuğuna yazdırdım Kendimi öylece yataktan sarkıttığım gün Turuncu bir yaprakla haber yolluyorum Sana kadarlık kaldığını ömrümün Ne diyorsun Hâlâ öl mü diyorsun? Emrin olur. Ömren ölür.
Begüm Çalışkan
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Seni Biz Öldürdük Çocuk Mehmet Altınova Seni Biz Öldürdük Çocuk, Affet *Bedeni Kıyıya Vuran Çocuğun Aziz Anısına… Hayal onun da değil babasınındı. O sadece gitmek zorunda. Böyle yazıldı çünkü... Gidecek, kimse engellemeyecek, ölecek ve benim bu satırları yazmama neden olacaktı. Bir kıta değiştirecekti o, hani bizim için Asya’dan Avrupa’ya geçmek gibi bir vapur seyahati olan türden, yanında da belki çay… Bütün kurumsal insanlara sesleniyorum; dinleyin ve işitin sözlerimi; A.B.D.,İran, İsrail, Macaristan, Makedonya, Yunanistan, A.B. vs... Bir çocuk öldü. Beynelmilel bir varlık öldü. Endemik bir bitki değil, bir insan. Ey varlıkların en şereflisi, en güzel yaratılışlısı, en kıvamlısı, işit şu sözlerimi, dinle bunları ve demediklerimi aklına getir, bir şeyler yap: Bir çocuk vurdu karaya. Emekleyen bir çocuk gibi, kıbleye secde eder gibi… Su, cehennemden bir parçadır kimi zaman. Bir masumiyetin simgesi olan su, masumluğunu kullanarak çirkin insanların yüzüne ahlaksızlık sıçratır. Su, temizler. İnsanın yüzündeki duyarsızlık ifadesini bir kir parçası gibi çıkartır yüzünden. Hanidir su insana hayat verirdi? Hayat da alırmış meğer. Umuda yolculuk koymuşlardı adını ama o, umuda bıraktı kendini. O ki kıta değiştirmekti hayali.
İnsanlığa sırtını dönmüş, hırçın dalgalara, ufuktaki varlığa, maddi olarak ulaşmak istediği yere ve manen ulaşacağı yere dikmiş gözlerini. Bir çocuk düşün, şortuyla bir çocuk, kırmızı penyesiyle bir yavrucak. Ayağındakini -var mı yok mu bilmiyorumhırçın su almış belki de. Boyundan büyük su dalgaları, sanki kandırmış çocuğu; “Gel” demiş çocuğa “seni bıcı bıcı yaptıracağız.” çünkü bir Azrail, küçük çocuktan canı ancak böyle alır.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ey insanlık âlemi, ey üreten ve tüketen insan; bir çocuk vurdu deniz kıyısına. Bir dalga değil, bir yosun değil, bir can vurdu. O heybetli insanlar nerede? Nerede o falez etkisi yapacak insanlık? Boşluğa düşer o dalgalar. Bir çocuğun üzerinden geçip bir insanlığa hiçbir tesir etmeyen dalgalar nerede?
de ülkesinde savaş yoksa bir maziyi hatırlamayı gösterir. Ama göstermediler. Umuda yolculuk diye kaç zamandır haberlerde reyting peşinde koşan insanlar da sebep olarak insanlara bunları yaşatmadılar/ yaşatamadık. Bir şair dizeye dökemedi, bir insan çıkıp haykıramadı, bir insan yazamadı, bir yetkili konuşamadı.
Ey dünyada en çok bulunan varlık, bir şeyler yap. Bir çocuk vurdu deniz kıyısına. Kumdan evi, kaleleri bile olmayan bir çocuk vurdu... Onu taşıyanlara belki de içinden “Beni, iki elinle taşımana gerek yok asker amca, ben zaten küçüğüm tek elle taşı ki kardeşimle beni ayırma.” diyen biri vurdu.
Ey yerden göğe kadar haklı olan çocuk sana sesleniyorum, gör halimizi, hafızalarımızı; Naçiz kalemim bu kelimeleri döküyor sana. Bir çocuk karşısında hiçbir kelime duramaz çünkü. Çocukların görevi, işten gelen babalarını kapı eşiğinde yaz günü çıplak ayaklarla beklemektir. Bu görevi biz verdik onlara. Ve görevini tamamlayamadan ölen çocuk, bir topluluğun ayıbını ortaya çıkarır.
Ey kendi fikirlerinden başkasına yalan diyen varlık, oku ve düşün ne diyor kitaplar, bir çocuk öldüğünde ne düşünmen gerekiyor! Bir masum çocuğa dua etmek için semâya açılan iki el ne kadar da fazla gelir değil mi? Peki ya açılan çukur… Küçük çukur var mıdır, yerin üstünde? Küçük çukur, yağmur mazgallarıdır bir çocuk için.
Ey görev dağıtmakla meşgul olan insan, ey varlıkların iftiharı sana sesleniyorum. Bir gülümseme bir çocuğun akşam vakti uyuma ihtimalini gösterir, “anne ben dışarı çıkıp arkadaşımla oynayacağım.” diyecek olmasının ihtimalini gösterir. Belki bir geleceğinin olmasını, bayramı kutlama ihtimalini, yere düşme, yerden kalkma, gol atma, saklambaç oynarken yakalanma, ebe olma ihtimalini gösterir. İki gülümseme ise bir birlikteliğin, gelecek nesilleri, sıkılmamayı, muhabbeti, şen ve şakrağı gösterir. Bir fotoğrafsa bu eğer ve
Ey çocuk sabret, birkaç güne televizyonlarda alt yazın da ölecek, üç nokta olmasa bu satırlar da bitecek...
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Dünya Kütüphaneleri Kübra Tarakçı Yepyeni bir yazı dizisi ile karşınızdayım! Araştırmacı kimliğimle (?) her ay sizin için dünyanın en ilginç kütüphanelerini araştırıp, bu köşede sizlerle paylaşacağım... İlk kütüphanemiz:
“Amsterdam Halk Kütüphanesi” Yorulduğunuz herhangi bir anda ya da can sıkıntınızı bir kitapla gidermek istediğinizde bu kütüphane sizin için en doğru seçim olabilir. Üstelik kütüphane farklı milletten ziyaretçi de ağırlamaktadır. Girip dolaşmak, oturup bir şeyler okumak için üyelik, üye kartı diye bir şeye ihtiyaç yok. Kütüphane herkese kapılarını açmaktadır. Zemin kat çocuklar için olmak üzere her yaşa hitap eden kitaplar mevcut bu kütüphanede. Üstelik çocuk kitaplarının kahramanları da oyuncak haline getirilmiş. Bilgisayar odalarının yanı sıra grup ve bireysel çalışmalar için odalar da mevcut.Uzun bir okuma maratonuna ya da çalışmanıza ara vermek isterseniz
rotanızı kütüphanenin kafesine çevirebilirsiniz. Kütüphane muhteşem bir manzaraya sahip. İsterseniz manzarayı karşınıza alıp kitabınızı okuyabilirsiniz. En özel yanı da bu kütüphanenin sadece kitapların yer aldığı bir yer olmaması. Bilginin her türlüsü mevcut. Kitaplar yetersiz gelirse her kattaki bilgisayarlardan internete bağlanabilir veya raflar dolusu DVD ve CD’lerden film izleyebilir ve müzik dinleyebilirsiniz.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Amsterdam adı, ilk kurulduğu zamanlarda Amstel ırmağının üzerine kurulan su bendi ("dam") olan Amstelredamme'ın zamanla Amsterdam olmasından gelir. Özellikle, Amsterdam'da bulunan Dam Meydanı çok ünlüdür ve dünyanın birçok yerinden ziyaretçi akınına uğramaktadır. “Kanal boyunca yürüyorum Amsterdam'da. Dudaklarımda lacivert bir tango. Akşam mı oluyor? Ben mi yüzüyorum hüzünler denizinde? Gece ılık. Ve kalbim kanıyor galiba. Küçük bir çocuğun oyuncak torbasına doldurulmuş evler. Kocaman camlı pencereleri merakla bakıyorlar bana. Bulutları kesen bir terziyim ben. - Peki ama, yıldızların nerede Amsterdam?” / Özkan Mert
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir Sonbahar Şairi: ATTİLA
İLHAN
Begüm Çalışkan “Ben sana mecburum bilemezsin Adını mıh gibi aklımda tutuyorum Büyüdükçe büyüyor gözlerin Ben sana mecburum bilemezsin İçimi seninle ısıtıyorum.” Ben sana mecburumla başlayan bu dizeleri okumayanımız, dinlemeyenimiz yoktur. Hepimiz aşklarımızı, sevdalarımızı çoğu kez Attila İlhan’ın dizeleriyle dile getirdik. Anlatamadığımız, dillendiremediğimiz birtakım duygu ve hislerimizi onun kelimelerinde bulduk. Onun şiirlerini farkında olmadan ezberledik, farkında olmadan tekrar ettik. Çünkü o bizim hissettiklerimizi olağanüstü bir lirizmle, sıcacık bir kalemle ve içimize işleyecek derin bir hüzünle daktilosunun saman kağıtlarına kazımıştı. Atilla İlhan’ın şiirlerinin genel teması sebebiyle her ne kadar ona sonbahar şairi desem de o Haziran’ın sıcak bir gününde dünyaya geldi. Bir aşk adamı ve unutulmaz bir şair olacağını henüz lise yıllarında belli etti. Lise yıllarında mektuplaştığı
kıza bir Nazım Hikmet şiiri gönderdi ve o dönem Nazım Hikmet şiiri okumak ya da herhangi bir yere yazmak yasaktı. Fakat Attila İlhan çok büyük bir Nazım Hikmet hayranıydı ve bu durumu bilmesine rağmen mektubunun arasına o şiiri sıkıştırmayı ihmal etmedi. Nitekim genç kız bu şiiri yok etmesi gerekirken sakladı ve yakalandı.
Daha sonra Attilla İlhan henüz 16 yaşındayken tutuklandı ve iki ay hapis yattı. Suçu sanırım aşık olmak ve şiire olan tutkusuydu. İşte o Nazım Hikmet dizeleri: “Çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günü sımsıkı etini dişlemek sıhhatli, beyaz bir elmanın. Ey benim sevgilim, karlı bir çam ormanında nefes almanın
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bahtiyarlığına benzer seni sevmek…”
Sevişmek, Tutukluğunun, Günlüğü, Böyle Bir Sevmek, Elde Var Hüzün,Korkunun Krallığı, Ayrılık Sevdaya Dahil ve Kimi Sevsem Sensin’ şiir kitaplarını yayımlamış edebiyatımıza yüzlerce şiir bırakmıştır. Şair aynı zamanda 1976’da yayımladığı ‘Tutuklunun Günlüğü’ adlı şiir kitabının aynı adı taşıyan şiiri ile Türk Dil Kurumu şiir ödülüne layık görülmüştür.
Attila İlhan’ın şiir anlayışının oluşmasında babasının da etkisi vardır. Babası Bedri Attila İlhan için en büyük şair İlhan Osmanlıca bilen, Divan Nazım Hikmet’ti. Sürekli Edebiyatı’na meraklı, kültürlü Nazım şiirleri okur ve onun bir adamdı. Attila İlhan gibi güzel şiir yazma çabası gazeller, şarkılar, rubailer içinde olduğunu belirtirdi. okuyan bir babayla Nazım Hikmet de onun bu büyümüştür. Nitekim İlhan’ın çabasını ve hayranlığını tabi ki şiirlerinde divan edebiyatının görmezlikten gelmedi, Attila etkisi büyüktür. Attila İlhan İlhan’ı her zaman destekledi. aruzla gazeller yazmış ve daha Nazım Hikmet, Attila İlhan’ın sonra yazdığı şiirlerinde de ilk şiir kitabı ‘’Duvar’’ı tamlamalara büyük ölçüde yer okuyunca beğenisini şöyle vermiştir. dillendirmişti: Attila İlhan’ın şiiri aynı zamanda halk edebiyatından ‘’Duvar beni çok sevindirdi. da izler taşır. Zaten o, halk Attila İlhan gayet soylu, özlü edebiyatı ve divan şair pek beğendim. Aşk edebiyatının ayrı ayrı Onun tüm dikkatleri üzerine olsun delikanlıya!’’ incelenmesi tutumunu doğru bulmaz. Çünkü çekmesine sebep olan olay onun için her iki amcasının Attila’ya haber Atilla İlhan’ın şiirleri edebiyatta da bizim vermeden onun adına katıldığı çeşitli dergilerde bir geleneğimizdir CHP şiir yarışmasında onun ve gerçek şiir bu yayımlanmış ve şiir geleneklerden şiirinin ikinci olmasıydı. Bu severlerin doğar. İlhan şiirde beğenisini yarışmada birinciliği ise ‘Otuz Beş ritim ve ahenge kazanmıştı. Bu Yaş’ adlı şiiriyle Cahit Sıtkı Tarancı önem verir. Bunun dergilerde bazen almıştı. yanında onun takma adlar da şiirlerinde kadın öğesi kullanıyordu. Ancak bazen hayali ve ulaşılmazdır. Hiçbir zaman var Atilla İlhan’a birçok ünlü şairi olmayacak sadece onun zihninde yaşayan kadınlara geride bırakarak ikincilik Adını duyurduğu ‘’Cebbaroğlu yazdığı şiirler bana göre şairin kazandıran şiiri ‘Cebbaroğlu Mehemmed’’ adlı şiirinden bir en güzel şiirleridir. Pia ve Mehemmed’ aslında bir bölümü hatırlatmayı yerinde Aysel aslında var olmayan destan denemesidir. Şiirde kadınlardır. Onlar karanlık görüyorum: milli mücadele dönemi çöktüğünde Attila’nın kalbini anlatılmaktadır. Bu destan şiir, gizli odalarında yaşayan ‘’Cebbar oğlu Mehemmed onun için bir dönüm noktası kadınlardır. Fransıza silah çekmiş olmuş ve ismi bir daha hür yaşamak uğruna hafızalardan silinmemiştir. ırz uğruna namus uğruna “Hiç kimse misin bilmem ki 1946’da kazandığı bu şiir ana için baba ve kardeş için nesin ödülünden sonra 1948’ de Lüzumundan fazla beyaz ‘Duvar’ ı yayımlamıştır. Ve şu mübarek topraklar Sen benim hiçbir şeyimsin ardından ‘Sisler Bulvarı, şu mübarek vatan için’’ Varlığın yokluğun Yağmur Kaçağı, Ben Sana anlaşılmaz’’ Mecburum, Bela Çiçeği, Yasak
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yağmur ve sonbahar İlhan’ın şiirlerinde başlıca imgelerdir. İlhan şiirlerindeki romantizmi bu kelimelerin ardına saklamıştır. Onun şiirlerinde yağmur adeta sırılsıklam aşık olmayı bu aşktan keyif almayı ve aşk yağmurunda inadına ıslanmayı simgelemektedir. Aşk, Attila İlhan’ın hayatında ve bunun neticesinde şiirlerinde çok büyük yer tutar. Aşksız bir ömür Attila için bomboş bir ömürdür.O hep aşıktır.
‘’Ne kadınlar sevdim zaten yoktular Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir’’ Cezmi Ersöz ‘Pia’ şiirini çok beğenmiş ve Attila İlhan’a bu şiiri yazdıran kadını merak etmiştir. Attila İlhan onun bu merakını gidermek için
kendisini Pakistan Hava Yolları’na götürmüştür. “Pakistan International Airlines’’. Evet, kelimelerin baş harflerini birleştirdiğimizde biraz şaşırıyoruz ama gerçek bu. Attila İlhan’ın Pia şiirini hava alanındaki bir kuryeciye ya da bir gişe görevlisine yazdığına dair birçok düşünce var. Ben araştırdım aslını bulamadım. Ancak isminin nereden geldiği Cezmi Ersöz yukarıda bahsettiğim gibi açıklıyor. O da Pia’yı ulaşılmaz bir kadın olarak hayal ederken böyle bir şeyle karşılaşınca hayal kırıklığına uğramış. Öyle ki bu dizeleri okuyup da kanlı canlı bir Pia olmayı kim istemez?
‘’ ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın ellerini bir tutsam ölsem böyle uzak uzak seslenmese ben bir şehre geldiğim vakit o başka bir şehre gitmese … ellerini tutabilsem pia'nın ölsem eksiksiz ölürdüm’’
GARİBE MAVİ ÇIKARMASI Atilla İlhan tam bir sanat adamıdır. Ona göre sanatla ilgisi olmayan herhangi bir yazı türünün edebiyat çerçevesi içinde değerlendirilmesi doğru değildir. Bu bağlamda onun yaşadığı yıllarda baş gösteren Orhan Veli öncülüğündeki Garip Akımı’na sessiz kalamamıştır. Çünkü Garipçilerin şiiri sanattan tamamen uzak, günlük dille yazılmış ve Attila’ya göre nesre daha yakın, şiirden tamamen uzak bir yazı türüdür. Atilla İlhan şiirin sanattan uzak olamayacağını savunur. Çünkü şiir sanatın ta kendisidir. Şiirde imgeler olmayacaksa, anlamda farklı çağrışımlar olmayacaksa, düzen, ses, ahenk olmayacaksa şiir neden şiirdir? ‘’Bu şiirin oluşmasında, sandığınız gibi, sadece bazı ozanların etkisi, ya da katkısı olmadı; tam tersine, sinemadan resme, romandan toplumsal bilimlere değin, şiir dışında bir sürü disiplinin katkısı oldu. Çocukluğumdan beri süregelen sinema tutkumu hesaba katmadan, şiirimin doğru değerlendirilebileceğini sanmam. Bunun gibi, diyalektik yöntemin özelliklerini öğrenmemin, şiir oluşturmamda önemli katkıları olduğuna eminim. Elbet, çok eski yıllardan bu yana sevdiğim ozanlar oldu hep aynı kalmasalar, zaman zaman değişseler de, adlarını
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
rahatlıkla vermişimdir yine de verebilirim: halk ozanlarından, Dertli, Bayburtlu Zihni, Dadaloğlu, Gevheri. Divan ozanlarından Bakî, Nedim. Çağdaşlarımızdan, elbette Nazım. Bunlar, şiirde “kan gruplarımızın” uyuştuğu ozanlar. Bir de, böyle bir yakınlık içinde olmadığım, ama önemsediklerim var: Şeyh Galip ve Nail-i Kadim, Karacaoğlan ve Yunus Emre, Yahya Kemal ve Ahmet Muhip Dıranas’’.
Attila İlhan’ın Garipçilerle birleştiği tek bir nokta vardır: toplumculuk anlayışı. Onda da tam bir yakınlık kuramayız. Çünkü Garipçiler toplumu olduğu gibi her nasıl görünüyorsa öyle anlatırken Attila kendi süzgecinden geçirerek bireysellik katarak anlatır. Ve hatta çağdaşı ve kalem arkadaşı Hilmi Yavuz’a göre Attila İlhan her ne kadar toplumcu ve gerçekçi bir şair olduğunu söylese de şiirlerinin tamamı ben merkezlidir.
Attila İlhan ve birtakım genç şairler Mavi adlı bir dergi etrafında toplanarak bu görüşlerini net bir şekilde dile getirirler. Derginin ilk sahibi Teoman Civelek’tir. Daha sonra dergiye Özdemir Nutku sahip çıkmıştır. Bu derginin
Attila İlhan, Orhan Veli başta olmak üzere Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’e adeta edebi bir savaş açmış, onları sanatsız sanat anlayışları sebebiyle ağır bir dille eleştirmiştir.
etrafında toplanan Ahmet Oktay, Ferit Edgü, Orhan Çubukçu, Oğuz Arıkanlı gibi şairler ilk mavicilerdir. Bu mavici sanat görüşü divan edebiyatından uzak halk edebiyatına yakındır. Onlara göre yaşayan şiir, halkın anladığı ve kendini bulduğu şiirdir; divan edebiyatı ömrünü doldurmuş bir edebiyattır. Ancak bu gruba
Attila İlhan dahil olduktan sonra bu görüş ve düşünceler tabi ki daha başka yönde şekillenmiştir. Attila İlhan’ın divan edebiyatına olan ilgi ve alakasından daha önce bahsetmiştim. İlhan Mavi Akımı’na dahil olduktan sonra bu grubun daha sanatkar bir üslup takınması hiç kuşkusuz onun eseridir. Zaten bu edebi topluluk onun görüşleri ve fikirleriyle hayat bulmuş, Attila İlhan Mavi Hareketi’nin öncüsü olmuştur. Attila 1954’te yayımladığı ‘Sosyal Realizmin Münasebetleri yahut Başlangıç’ adlı makalesinde Orhan Veli başta olmak üzere Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’e adeta edebi bir savaş açmış onları sanatsız sanat anlayışları sebebiyle ağır bir dille eleştirmiştir. Mavi Hareketi toplumcu şiiri sanat kaygısıyla yazmayı hedefler. Atilla İlhan içerisinde toplum barınmayan şiirde neyin bulunacağını sorgulamış; dönemin toplumsal, siyasal sorun ve sıkıntılarını dile getirmiştir.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Onun şiirinde kendini gerçekleştirememiş toplum tarafından ezilmiş çehreler görürüz: ‘’gönlünde büyüttüğün o müthiş ünlem içindir ki seni kapattıkları öyle rezil o kadar çirkindir ki çıplak bir lamba mısın dört duvar içindeki ne lambası söndürülen bütün ilk gençliğindir ki gözlerin zehirlense de suç sayarsın ağlamayı’’
Attila İlhan Mavi Hareketi’nin İkinci Yeni Şiiri’nin öncüsü olduğu fikrine katiyen karşı çıkar. Ona göre Mavi Hareketi çağdaşı hiçbir akım ya da toplulukla ilişkilendirilemez. Hele ki İkinci Yeni’nin şiir görüşüne tamamen karşıdır. Onları aşırılık, fazlalık ve anlaşılmazlıkla suçlar. İkinci Yeni Şiiri’nin batı etkisi altında olduğunu savunur. Hatta kendisinin hali hazırda ‘İkinci Yeni Savaşı’ adlı bir kitabı bulunmaktadır. Fakat garip bir şekilde Atilla İlhan’ın birçok şiiri bana İkinci Yeni’yi hatırlatır: ‘’Çünkü elimi kestim beni kan tutuyor Şarabım bütün ekşi suyum soğuk Yanımda olmadın mı seni daha birçok seviyorum Belki gelmem gelemem beş dakika bekle git … Bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor Sana ait ne varsa Hiçbiri benim değil Belki ölmek hakkımı kullanıyorum
Belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git Belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git’’ Velhasıl Attila İlhan Türk Şiiri’ne adını en büyük harflerle yazdırmış, şiirleri; dillere, beyinlere mühürlenmiş bir şiir üstadı, kalem sanatçısı ve yine
unutulmaz bir aşk adamıdır. Birçok şair ve yazar yetiştirmiş; ayrılığı sevdaya dahil etmiş sonsuz bir mavidir. Kendisine şiir ve şiir üzerine bıraktığı her ne varsa teşekkür ediyor, saygıyla ve mihnetle anıyor yazıma sevdiğim bir şiiriyle son veriyorum...
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
YASAK SEVİŞMEK öteki kapımdan gel bunu açamazsın eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel hem tetik bulun ardında biri olmasın hanidir ben bu evde saklanıyorum adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum öteki kapımdan gel bunu açamazsın sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel pancurların gerisinde kararıyorum içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor telefonda sesini tanıyamıyorum yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor sabaha karşı gel eski gözlerinle gel öteki kapımdan gel bunu açamazsın hem tetik bulun ardında biri olmasın artık hiç kimse beni yaşamıyor aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler korkularım oldum bittim kimsesizdiler yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum bir revolver romanımı tamamlıyor oyun bitti ışıklarımı söndürdüler yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel öteki kapımdan gel bunu açamazsın üzerime kilitleyip mühürlediler hem tetik bulun ardında biri olmasın
ATTİLA İLHAN
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Attila İlhan ve Romanları, Romancılığı Işık Selin Orhuntaş
Attilla ilhan, başarılı bir şair olduğu kadar başarılı bir romancıdır da. Şiirlerinde anlattığı aşk hikâyeleri farklı anlatım teknikleriyle romanlarında hayat bulur. Döneminde çok eleştirilen İlhan’ın yaklaşık 15 romanı vardır. Düzyazı ile ilişkisi sadece romandan ibaret değildir. On tane deneme türünde eseri bulunur. Attila İlhan’ın ilk romanı Sokaktaki Adam 1953 yılında yayınlanır ve Zenciler Birbirine Benzemez ile Kurtlar Sofrası romanlarıyla üçleme oluşturur. 1973 yılında yeni bir seriye başlar: Aynanın İçindekiler. Yedi kitaplık seride 1909 ile 1960 yılları arasındaki Türkiye'yi konu alır. Eserler 1970-2000 yılları aralığında yayınlanır. Serinin farklı bir özelliği kronolojik sıraya bağlı kalınmamasıdır. Okuyucu herhangi bir romandan başlayıp sıra göz etmeden okuyabilir. Hikâyenin Kuvay-i Milliye hareketine katılmış subay Ferid'in 1960 yılında ülkesinin içinde
bulunduğu durumu beğenmemesi ve tarihi sorgulaması üzerine kurulu olduğu Sırtlan Payı Yunus Nadi Roman Ödülü'ne layık görülmüştür. Eser yayınlanma tarihi olarak serinin ikinci kitabıdır. Kurgusal olarak belirli bir sınırlayıcılığı yoktur. Aynanın İçindekiler serisi, bir kişinin ya da bir toplumun tarihindeki önemli gelişmelerin birden fazla eserle anlatıldığı Nehir Romancılığı'na örnek olması açısından önemlidir. Kurtuluş Savaşı'nın filizlenmesinden Cumhuriyet’e, tarihsel kişiliklerin gözünden anlatılan savaştan 27 Mayıs Darbesi'ne kadar birçok olay seride yer alır. Her kitap başında yıl ve ay olarak zaman dilimi verilir. Eser sonunda da anlatılan olay tarihsel belgelerle desteklenir. Karakterler birbirlerine ailevi bağlarla bağlanır. Bu da romanlar arasında kurgusal bağı oluşturur. Romanları birey odaklı anlatılar olsa da aslında toplumsal bir görüntü vardır. Birey üzerinden toplum anlatılır. Her birey bir toplumsal olayı simgeliyor denilebilir. Bu simgede Atilla İlhan'ın yazmaktan hoşlandığı tarihi
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
beraberinde getirir. İlk romanları Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez -doğal olarak- bu durumun ilk örnekleridir. Yazarın Paris'te yaşadıklarını ve gözlemlediklerini karakterlere yansıttığı kitaplardan Sokaktaki Adam'da Türkiye'nin batılılaşma çabasında toplumdan kopmayı, bocalamayı anlatır. Devamı niteliğinde olan Zenciler Birbirine Benzemez romanında ise Avrupa'daki siyasi ortamı gördükten sonra hayal kırıklığına uğrayan bir devrimci konu edinilir. Kent insanının yaşamından farklı sorunlara eğilen yazar Kurtlar Sofrası'nda tarihin izinden gitmeyi sürdürür. Ülkenin 1960 olaylarına nasıl geldiğini ve ülkenin çalkantılarını işler. Yazıldığı dönem olan 1954 – 1963 arasındaki Türkiye'yi romana aktarmada başarılıdır. 1963 yılında yazdığı Fena Halde Leman yayınlandığı dönemde büyük tepki uyandırmıştır. Eşcinsellik üzerine kurulu romanda, bir gazeteci İzmir’in önemli ailelerinden Korkut Ailesi'nin Fransız asıllı gelinlerine ilgi duyar ve hakkında araştırma yapmaya başlar. Leman’ın mazisini kazıdıkça onun hayatında gizlenmiş bazı şeyleri fark eder. Leman’ın "farklı" tercihlerin gözler önüne serer. İlhan, bu eserle Türk Edebiyatı'nda bir ilke imza atar. Kitapta yer alan eşcinsellik bir hastalık ya da bir sorun değil; bir seçimdir. Leman’ın ilham kaynağı eski eşi Biket İlhan olduğu söylenir. Eserlerinde kadın kahramanlara geniş yer veren yazar her fırsatta kadın haklarını savunmaktan geri
durmamıştır. Mensup olduğu toplumcu gerçekçilik akımından mı bilinmez kendine eşcinsellerin sözcüsü görevini yüklemiştir. Leman Hanım'ın maceraları bu kitapla sınırlı kalmıyor Haco Hanım Vay'la devam ediyor. Bu romanda da eşcinsel ilişki Leman Hanım ile kayınvalidesi Haco Hanım arasında gelişir. İlhan'ın düzyazılarını ortak paydada toplamak istersek bu payda tarih olur. Romanlarında seri halinde ele aldığı Kurtuluş Savaşı'nı denemelerinde de konu alır. Son romanı O Sarışın Kurt'ta Atatürk başlı başına bir konudur. "Hangi..." başlığı ile birbiri ardına gelen kitaplardan "Hangi Atatürk" adlı kitapta da aynı konu işlenir. Aynı şekilde "Hangi Seks" isimli deneme kitabında ortaya koyduğu görüşleri "Fena Halde Leman" ve "Haco Hanım Vay" romanlarında anlatmak istedikleri paraleldir. Diyebiliriz ki deneme ve gazete yazılarında açıkladığı düşüncelerini romanlarında pratiğe dökmek istemiştir. İlhan, daha sonraları etkilendiği Marksizm görüşünden dolayı romanlarında "diyalektik"e yer vermiştir. Birbirine zıt iki olayı iç içe vermeye çalışarak gerçeklik duygusunu sağlamaya çalışmıştır. Attila İlhan, dönemine göre çok ileride konular seçmiş toplumcu gerçekçi anlayışa bağlı kalarak eserler vermiştir. Ayrıca nehir romanı da denilen türün örneklerini Türk Edebiyatı'na kazandırmış olması Türk romanı açısından önemlidir.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ADIM SONBAHAR nasıl iş bu her yanına çiçek yağmış erik ağacının ışık içinde yüzüyor neresinden baksan gözlerin kamaşır oysa ben akşam olmuşum yapraklarım dökülüyor usul usul adım sonbahar Attila İLHAN
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
an gelir paldır küldür yıkılır bulutlar gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet o eski heyecan ölür an gelir biter muhabbet çalgılar susar heves kalmaz şatârâbân ölür şarabın gazabından kork çünkü fena kırmızıdır kan tutar / tutan ölür sokaklar kuşatılmış karakollar taranır yağmurda bir militan ölür an gelir ömrünün hırsızıdır her ölen pişman ölür hep yanlış anlaşılmıştır hayalleri yasaklanmış an gelir şimşek yalar masmavi dehşetiyle siyaset meydanını direkler çatırdar yalnızlıktan sehpada pir sultan ölür
son umut kırılmıştır kaf dağı'nın ardındaki ne selam artık ne sabah kimseler bilmez nerdeler namlı masal sevdalıları evvel zaman içinde kalbur saman ölür kubbelerde uğuldar bâkî çeşmelerden akar sinan an gelir -lâ ilâhe illallahkanunî süleyman ölür görünmez bir mezarlıktır zaman şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek kim duysa / korkudan ölür -tahrip gücü yükseksaatlı bir bombadır patlar an gelir attilâ ilhan ölür
Attila İLHAN
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Attila İlhan’la Konuşma ( Ataç, nu. 16, Ağustos 1963, s.18-19) -Kitapların arasında iki roman daha var. İlki, Sokaktaki Adam 1953’te; ikincisi, Zenciler Birbirine Benzemez 1953’te çıkarılmış; üçüncüsünü, birincisinden aşağı yukarı on yıl sonra yayımlayabiliyoruz: Kurtlar Sofrası 1963’te çıkacak. Bu yeni roman şiir yazmakta olduğun gibi roman yazmakta da devam edeceğinin bir belirtisi midir? -Romancıyı şairden ayırmak belki de yanlış; zira ikisi arasında organik olduğu kadar entelektüel bir birlik mevcut. Yine de bu çeşit ayrımların kullanıldığını gördük. Sokaktaki Adam çıktığında romancının şairden üstün olduğu yazıldı; Ben Sana Mecburum’da ise tam tersi. Gerçekte roman üzerindeki çalışmalarım senin pek iyi bildiğin, benim de ilk romanımda açıkladığım gibi hayli eskilere uzanıyor: Sokaktaki Adam daha önce yazdığım fakat yayımlamadığım on kadar romanın cesedine basarak meydana çıkmıştı: O günden bu güne de şiir, senaryo, gazetecilik arasında romancılığıma ara vermedim. Böyle bir niyetim de yok. Bunun kanıtıysa Kurtlar Sofrası’nı bitirir bitirmez bir başka romanın hazırlığına, sonra da yazımına başlamam. -Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez yayımlandığında olumlu olumsuz çeşitli tepkilere, karşılıklı yazışmalara yol açmıştı. Kimi eleştirmenler bu romanları Malraux’nun Steinbeck’in eserleriyle ölçerken kimileri adamakıllı yeriyorlardı. Senin verdiğin karşılıklarda yeni bir roman grameri denediğini yazdığını anımsıyorum. Bu konuyu biraz açıklar mısın? Kurtlar Sofrası’da aynı çizgi üzerinde midir sence? -Türkiye’de roman, aslında bizden önceki kuşağın tekelindedir. Kemal Tahir’den Yaşar Kemal’e değin hepsi XIX. yüzyılda batıda eskitilmiş bir roman anlayışının memleketimizdeki alaturka temsilcileridirler. Aralarındaki kişisel nüanslar gerek roman mimarîsi gerekse anlatımı konusundaki ortaklıklarını silmez. Ben, başlangıçtan bu yana daha başka bir mimarî, daha başka bir yapı ve anlatım aramak derdine düştüm. Bu, bir bakıma, Sait Faik’in hikâyede deneyip başardığını romanda ve pek tabiî başka bir planda denemek girişimiydi. Ben yöntemimin gerektirdiği üzere toplumsal bir platform üzerindeydim elbet. Bileşimi de bu platform üzerinde yapacaktım. Sokaktaki Adam sindirimi epey kolay bir denemeydi, başarılı oldu. Biraz daha çetrefil tuttuğum Zenciler Birbirine Benzemez üzerinde nice öncü eleştirmecinin tökezlendiğini gördük. Kurtlar Sofrası derseniz basbayağı bir roman-fleuve kimliğiyle geliyor: Daha geniş tutulmuş, daha hacimli ve daha soluklu olarak. Bu kitapta ilk romandan itibaren alıp getirdiğim Cumhuriyet kuşaklarının yaşantısı ve toplumsal bileşimi problemini bir sonuca bağlıyorum. Bence bu önemli. O kadar önemli ki, romanın yazılış sırasında öngörüp tartıştığım varsayımlar roman yayımlanmadan birer gerçek oldu.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
-Öteki iki romanın çıktığında seni bu konuda olumsuz bi yola girmekle, toplumculuktan uzaklaşıp kötümser bir bireyciliğe düşmekle suçlamışlardı. Kurtlar Sofrası, onları cevaplandırmış oluyor demek. Yalnız vardığın bileşimin soyut olarak gerçekleşmesi konusunu açar mısın biraz, pek aydınlık olmadı? -Pek karanlık da sayılmaz. Gerçekte Atilla İlhan’ın kitaplarını yürütmeye çalıştığı aksiyon içerisinde değerlendirmek daha tutarlı görünüyor bana. Nasıl mı? Şöyle: 1953’lerde Mavi’de ve Kaynak’ta toplumsal gerçekçilik tartışmasını açıyoruz. Gerçek Atatürkçülüğü, Kuva-yı Milliye ruhunu hareket noktası sayan, devrimci e ulusal, bir o kadar da batılı bir sanat yöntemi öneriyorum ben. Bunun eserleri de yazarları da gelecektir diyorum. Yatırımlar oluyor, patırtılar oluyor. Menderes diktası Mavi etrafında toplanmış gençlerin üzerine çöküyor; bir kısmını çökertiyor, bir kısmını ikinci yeni bataklığına itiyor. Bense harıl harıl Kurtlar Sofrası’nda yeni bir Kemalist tipinin ana çizgilerini aramaktayım o sıra. Oysa kötümser olmam için her şey tamam. Mavi hareketi soysuzlaşmış. Gençler adeta kendi kendini yadsıyor. Siyasi baskı son haddinde. Yazdığım romanı yayımlayabileceğimden emin değilim. Olsun. Ben arıyorum bu genci romanda. Ve romanın bitmesine yakın birdenbire 27 Mayıs gençleri en uzak Kuva-yı Milliye dağlarından yanardağ sesleri veriyorlar. Bu birinci gerçekleşme. Bugün romanın yayınlanmasına yakın Mavi sanatçılarının birer ikişer toplumsal gerçekçi asıllarına döndüklerini görüyorum. Bu ikinci gerçekleşme. Az şey mi?
-Şimdiye kadar daha çok romanın etrafında dolaştık; kısmen çevreyle, kısmen de senin kişiliğinle olan bağlarını konuştuk; peki ya kendisi? Kurtlar Sofrası nasıl bir roman sence? -Kurtlar Sofrası her şeyden önce bir roman, batılı bir roman. Derinlemesine ve genişlemesine toplumsal bir kesit. Zaten, geçen yüzyıllarda olduğu gibi cafcaflı adlar koymak âdet olsaydı, bu romana pekâla “İkinci Dikta Yıllarında İstanbul’dan Toplumsal Bir Kesit” adı verilebilirdi. Bir kesit ama donuk ve duruk bir kesit değil bu. Oynak, eylemli ve hareketli. Üstelik devamlı olarak tarihsel bir perspektif içerisinde veriliyor: Aynı zamanda 1954/55 yıllarını ve Kuva-yı Milliye günlerini yaşıyoruz. Menderes demagojisi bir yerde Mustafa Kemal mavisine çarpıp tuz buz oluyor. Bir yerde basının o günkü hâli. Tevkif edilen gazeteciler. Bir yerde sosyete. Teddy boy’lar. Sanat piyasası ve sinema pazarı. Kötü Beyoğlu. Bir çıkar yol arayan üniversiteliler. Tüccar ve sanayici çevreleri. Daha daha gerek duygusal, gerek eylemsel gerek yurt-bilimsel açılardan alınmış birbirine bağlı bir sürü olay, bir o kadar da problem. Birlik Gazetesi Sermuharriri Hüsnü Faik Bey, Atatürkçü gazeteci Mahmut, Sosyalist avukat Sadık Bey, Taga İthalat ve İhracat Şirketi. İstanbul Ekonomi Bankası. Ümit adında siyah bir kuğu. Acı bir aşk. Ressam Eşref. Bar şarkıcısı Arap Zehra niye ezgin? Döviz fırıldakları ve yüksek tüccarlar. İlle zengin olacağım diyen eski iktisat talebesi İbrahim. Ne bileyim, daha belki bir gangster filmi sertliği ve gerilimi, hızlı bir montaj ritmi. Fakat asıl 27 Mayıs’ı özleyen ve öngören o iç kımıldanışın, o deprem öncesi uğultularının tespiti. Öyle sanıyorum ki; sözün başında dokunup geçtiğim ve yeni roman gramerinin başarılı bir uygulaması oldu bu roman. Şimdilik en büyük üzüntüm iki cilt hâlinde yayımlamak zorunda kalışımız; en büyük dileğim ise, yeni Atatürkçü gençliğin bu romanda kendi sorunlarını ve Türkiye’ninkileri araması ve tanıması. Çözümlemek değil mi ki ona düşüyor. Değil mi ki Atatürk bunu bizzat böyle demişti.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kaptan... Attila Hamdi İlhan
Tuğçe ERKOL
An gelir Attila İlhan ölür... Onun yokluğuyla geçer 10 yıl... Adı mıh gibi aklımızda 90 yıldır... 15 Haziran 1925’te Menemen’de doğan Attila İlhan, Mehmet Seyda’nın Edebiyat Dostları’nda da dediği gibi kendi döneminde doğan ya da yaşayan bütün çocuklar gibi tipik bir Cumhuriyet ailesinde doğmuştu. Babası bir savcı; annesi de kendi koşulları içinde kendisini geliştirmiş bir ev hanımıydı. Doğar doğmaz bir edebiyat çevresinin içine düştü. Çünkü babası, divan edebiyatının koyu bir hayranıydı. Eşinin karşısına geçip Nedim’den şarkılar okumaya bayılır, annesi de eşinin bu jestine biraz mahcup ama mutlulukla gülerdi. Öte yandan annesi elinden kitap düşürmeyen, okuyarak kendini geliştirmeye çalışan bir kadındı. Eğitim hayatına İzmir’de başlar Attila İlhan, ama okulu hiç sevmez. Her fırsatta okuldan kaçar. Ancak bütün bunlara rağmen çok da başarılı bir öğrencidir ve bunun da nedeni ince zekası olsa gerek. İlk şiirini ilkokul 3. sınıfta yazar. İlkbahar’dır şiirin adı. Kimsenin dikkatini çekmez hatta kimse bilmez bu şiiri ve ortaokulun 3. Sınıfında Nazım Hikmet’le tanışır. İlköğrenimini bu şekilde bitirdikten sonra İzmir Atatürk Lisesi’nde okumaya başlar. Bu dönemde okula katlanmasının tek sebebi okuldaki bir kızdır. Adı meçhuldür bu kızın ama lisenin bir kısmını en azından okuldan kaçmadan
okumuştur Attila İlhan. Lise birinci sınıftayken meçhul kıza yazdığı bir şiirinde Nazım Hikmet’ten alıntı yapar ve yakalanır. Bu durum, okul yönetimi tarafından polise bildirilince Attila İlhan komünizm propogandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanır. Bu tutuklama ardından okuldan uzaklaştırmayı da gerektirir. Bu dönemde ailesi onu kurtarabilmek için “akli dengesi yerinde değildir” raporu alır ve bir süre kendi deyimiyle tımarhaneye yatırılır. Ancak sonra evine dönebilir Attila İlhan. Ne kadar büyük bir dramdır, 16 yaşındaki bir delikanlının belki de çocuğun, sadece arkadaşına şiir gönderdi diye bunları yaşaması... 16 yaşındaki iki gencin arasındaki masumane
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
mektuplardır oysa bunlar. Attila İlhan, henüz başlamamıştır ideolojisini savunmaya.
dağıtımını da bildiği kitapçılara kendisi yapar. İlk kitabı Duvar’ın önsözünde de şöyle der:
“Onun yazarlığı, ya da yazarlığa yönelişi kendiliğinden olmuştur.” der Mehmet Seyda. 1941’de onun ilk şiiri Yeni Edebiyat dergisinde Balıkçı Türküleri yayımlanır.
“Belki harbi etiyle kemiğiyle yaşamamış ama gazete, radyo ve sinema yoluyla bir yandan; fırında kaybolan ekmek, seferber edilmiş ordu, pasif korunma ve karartma yoluyla öbür yandan; onun sertliğini ve hainliğini etinde duymuş bir harp delikanlısının şiirleridir bunlar.” Önsözünde geçen bu cümlelerle anlıyoruz ki kendisi artık her yönden ideolojisini savunacaktır. Şiirini de yazacaktır.
Attila İlhan’ın hayatının büyük şanslarından biri babasının bir hukukçu olmasıdır herhalde. Çünkü Danıştay davaları sırasıyla açılmış ve 1944’te, yani 19 yaşında bir gençken Attila İlhan’ın okuma hakkı geri alınmış, derhal İstanbul’a gidilmiş ve orada Işık Lisesi’ne kaydı yapılmıştır.
Attila İlhan’ın ilk şiirlerine bakacak olursanız Paris’i orada rahatlıkla görürsünüz. Ancak henüz Lisede amcasının yanında hayatını geçirir. kendisi Paris’i görmemiştir. 1949’da Attila İlhan Onunla yazdığı şiirlerden ve yavaş yavaş ilk defa Paris’e gider ve amacı tutuklu bulunan oturmaya başlayan ideolojisinden konuşur. Nazım Hikmet’i kurtarmak için yürütülen Amcasının da fikirleri ondan pek uzak değildir ve kampanyaya katılmaktır. Paris’te 1 yıl kalır. Bu amca yeğen birbirleri için birer bilgi ışığı olurlar. sırada iyice Paris’i gözlemler. Paris’i tanır. Zaten İdeolojilerini bir yandan savunup bir yandan Paris’i tarih derslerinde öğretilen Fransız Devrimi yaymaya çalışırlar. sayesinde sevmeye başlayan şair buraya gelip o özgür ve devrimci havayı soluyunca onun şiiri Cumhuriyet Halk Partisi’nin her sene yeni bir hava kazanır. düzenlenen bir şiir yarışması 1950’de Türkiye’ye döndükten sonra vardır. Attila İlhan’ın amcası orada katıldığı yürüyüşlerden ve onun “Cebbaroğlu dönemin siyasi otoritelerini, O bir şair, o bir romancı, o Mehemmed” adlı şiirini Sansaryan Han’da yaşanan bir gazeteci, o bir yeğeninden habersiz olayları açıkça eleştirdiği için sinemacı, o bir düşünür, o yarışmaya gönderir ve polisle yıldızı pek barışmaz. bir siyaset adamı... Her şiir ikinci olur. Üstelik o Birkaç defa gözaltına alınır. yarışmada dönemin en 1951’de Gerçek şeyiyle Türkiye’nin meşhur şairleri de gazetesinde yazdığı bir düşünce, edebiyat ve vardır. Attila İlhan bunu yazıdan dolayı polisle başı siyaset dünyasına şu sözlerle anlatır: yeniden derde girince damgasını vurmuş bir Paris’e gider. Bu ikinci gidişi isim. “Bu da bütün sanatçı onun Fransızcayı ve takımının daha başlangıçta Marksizm’i öğrendiği yıllar olur. bana düşman kesilmesine yetti. 50’li yıllar içinde Paris-İstanbul-İzmir Lise son sınıfta bir p*ç kurusu, Cahit üçgeninde yaşar. Yavaş yavaş adını hem Sıtkı ile Fazıl Hüsnü arasında bir yere sanatıyla hem de siyasi karakteriyle duyurmaya giriveriyordu; hiç olacak şey miydi!” başlar. 1952’de Türkiye’ye dönünce okuluna devam eder. 1948’de kitapçılarda yeni bir isim olarak Attila İlhan görünür. İlk şiir kitabı Duvar yayımlanır. Bu yıllarda Türkiye’ye yayılmış olan Garip akımını Ama nasıl? Duvar birçok yayınevine gönderilir. O “Bobstil ve alafranga” olarak adlandırır ve yıllarda zaten çok yayınevi de yoktur. Var olan tamamen karşısında yer alır. belli başlılara gönderir şiirlerini. Ancak hiçbir yayınevi kitabı yayımlamayı kabul etmez. Bunun 1953’te onun ilk romanı olan Sokaktaki Adam üzerine Attila İlhan amcasından ve babasından yayımlanır. Halbuki yazarın bundan önce yazılmış destek alarak bir matbaaya gider ve kendi ve hazırda bulunan romanları da mevcuttur ama imkanlarıyla kitabı bastırır. Üstelik kitabın o yayımlamaz bunları. Bunu da şöyle açıklar:
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Birçok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatırlar. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır.” Aynı sene gazeteciliğe başlar ve okulu bırakmak zorunda kalır. 1953 senesi aynı zamanda onu sinemacılığa da iten sene olur. Çünkü Vatan gazetesinde sinema üzerine yazılar yazmaya başlar. 1954’te ise Sisler Bulvarı ve Yağmur Kaçağı adlı iki kitabını iki bölümden oluşan tek bir kitap olarak bastırmak ister. Ancak yayıncı bir şiir kitabının bu kadar uzun olmaması gerektiğini düşünerek kitabı ikiye ayırır. Attila İlhan’la yapılan bir röportajda “Tıpkı Duvar’da olduğu gibi neden kendi imkanlarınızla bastırmadınız kitabı?” sorusuna şöyle cevap verir: “ uvar’ı kendi hesabıma yayımlamış m, parasını bir türlü toplayamadım ki, bir ikinci şiir kitabı çıkarabileyim.” Bunun üzerine 1954’te Sisler Bulvarı ve 1955’te Yağmur Kaçağı yayımlanır. Bu iki kitabın yayımlandığı dönemde Mavi dergisi etrafında birtakım gençlerle toplanarak Maviciler’i kurar. Garip’in bahsettiği şiirin açık olması gerektiği ilkesini reddeder. Bunun karşısına anlam kapalılığının şiiri düzyazıdan ayıran önemli bir faktör olduğu görüşünü ileri sürer. Hatta Garip ve İkinci Yeni yüzünden Türk şiirinin geleneksel sesini yitirip bir çeviri şiir kılığına büründüğünü söyler. Üstelik bunu yaparken de toplumcu olduklarını savundukları için onlara daha da hiddetlenir. Oysa toplumcu olan Attila İlhan’dır. Tozan Alkan bir yazısında bu dönemin şairleri arasında “Bir Nazım’a toz kondurmaz Attila İlhan.” der. Aynı yazısının konuyla ilgili kısmını da şöyle sonlandırır: “Attila İlhan’a göre Birinci Yeni (Garip) şiiri İnönü iktası’nın şiiridir, İkinci Yeni ise Menderes iktası’nın. Ayrıca Garip akımı gerçeküstücülükle dadacılığın, İkinci Yeni varoluşçulukla lettrisme’in, toplumcu gerçekçilik ise sosyalist gerçekçiliğin taklitleridir.” 1957’de ikinci romanı olan Zenciler Birbirine Benzemez yayımlanır. Bu romanında Attila
İlhan’ın deyişiyle “Cumhuriyet kuşaklarının yanlış Batılılaşmasının, topluma yabancılaşmasının tartışması yapılmaktadır.” konusu işlenir. İlk deneme anı tarzındaki kitabı Abbas Yolcu da bu dönemde yayımlanır. Aynı sene Erzincan’a askerlik görevini yapmak için gider. Askerliğin ardından İstanbul’a döner ve sinemacılıkla ilgilenmeye başlar. Zaten sinema üzerine yazmaya başlamıştır. Şimdi bir de senaryolar kaleme alır Ali Kaptanoğlu takma adıyla. Üstelik onun senaryoları hepimizin de bildiği Yeşilçam’ın klasikleri arasına girmiş filmlerdir. Şöför Nebahat, Yalnızlar Rıhtımı, Ver Elini İstanbul... 1960’ta Ben Sana Mecburum yayımlanır ve yeniden Paris’e gider. Paris’te olduğu dönemde Anette isimli bir Fransız bayana aşık olur. Hatta bazı şiirlerinde Anette’ye de yer verir. Babasının ölüm haberini alınca hemen yola çıkar ve hayatının İzmir dönemi başlamış olur. 8 yıl boyunca İzmir’de kalır. 1970’te ilk deneme kitabı olan Hangi Sol, 1972’de aynı tarzda yazılan Hangi Batı yayımlanır. Hayatının sekiz yılını geçirdiği İzmir’den 1973’te Ankara’ya taşınırlar çünkü Bilgi Yayınevi’nden iş teklifi almıştır. Artık yayınevinin danışmanıdır. Üstelik siyasi kimliğinden dolayı onunla çalışmak istemeyen yayınevlerine de artık ihtiyacı kalmamıştır.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bu iş ona kitaplarını da kolaylıkla yayımlama imkanı sağlar. Tutuklunun Günlüğü yayımlanır. Aynı yıl Bıçağın Ucu’nu Ankara’da yazar ve yayımlar. 1974’te Sırtlan Payı adlı romanı yayımlanır. Bu romanın konusunu kendisi şu şekilde belirtir: “Seferberlik kuşağı diyebileceğimiz aksiyon adamlarının tutumu ve kaderi tartışılmıştır.” 1981’de Dersaadet’te Sabah Ezanları adlı romanı yayımlandı. Gürsel Aytaç bu romanla ilgili düşüncelerini şöyle ifade eder: “Kemal Tahir’in evlet Ana’sından sonra çağdaş Türk edebiyatının ikinci büyük tarihi romanıdır.” 1983’te eşi Biket Hanım’dan ayrılır. 1985’te Sağım ise ani bir kalp krizi geçirerek sevenlerini üzer. Neyse ki tedavi sonucunda hayatına devam eder.
“
“görünmez bir mezarlıktır zaman şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek kim duysa / korkudan ölür -tahrip gücü yüksek- saatli bir bombadır patlar an gelir Attila İlhan ölür”
Kaptan belki bize bedenen veda etti ama onunla yaşamaya devam ettik biz. Çünkü 2006’da Gazi Paşa adlı romanı yayımlandı. 2007’de de Cumhuriyet’in 75. Yıldönümünde gösterilmesi için yazdığı O Sarışın Kurt adlı filmi kitaplaştırıldı. elikanlıydık, 2007 yılında Attila İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı kuruldu. kanımızı
dellendirirdi, ne yapar eder canımızı şenlendirirdi. Soyadı İlhan, şiiri ilhamdı”
1986 yılında onu sadece gazete yazılarında görürüz. Ancak 1987’ye geldiğimizde son şiir kitabı olan Korkunun Krallığı yayımlanır. Milliyet’teki işinden ayrılır. 1991’de “Hangi?” sorusunu sorarak yola çıktığı deneme serisine Hangi Edebiyat adlı deneme kitabını ekler. 1996’da Meydan gazetesinden istifa eder ve Cumhuriyet gazetesine transfer olur. Cumhuriyet gazetesindeki yazı yaşamı hayatının sonuna kadar devam eder. 2001 yılında ara verdiği romancılığa geri döner ve Yengecin Kıskacı adlı romanını yayımlar. 2002’de Allah’ın Süngüleri: Reis Paşa adlı son romanı da yayımlanır. 2002’de yayımlanan son kitaplarının ardından kalp rahatsızlıklarından dolayı piyasadan biraz uzaklaşmak adı altında yayımcılıktan uzaklaşır ama Cumhuriyet’teki yazılarına devam eder. 11 Ekim 2005’te evinde aniden geçirdiği bir kalp krizi nedeniyle aramızdan ayrılır Attila İlhan...
Attila İlhan anlatılması ya da yazıyla aktarılması en zor olan yazarlarımızdan biri belki de çok yönlü bir kişiliğe sahip olmasından. O kendi deyişiyle bu çok yönlülüğünü şöyle ifade ediyor:
“Yaşadığım dönemi bütün kesitleriyle, bütün sanat dallarında vermeye çalışıyorum. Ben dünyadan gittikten sonra Attila İlhan’ın şiirleri, romanları, filmleri, yazıları, onun yaşadığı dönemleri hemen hemen bütün kesitleriyle gösterecek. Buna ‘yaşadığı döneme tanıklık etmek’ diyor Frenkler. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum.” Attila İlhan öyle bir insan ki kendisinin de ifade ettiği gibi her alana yayılıp insanların yaşanan olayları görmesini, öğrenmesini istemişti. Bunu da o kadar güzel bir şekilde yapmış ki bugünkü çocuklar bile onun bize vedasının 10. Yılında birbirlerine “ben sana mecburum” diyor. Ve bence en güzeli, o kız arkadaşlarına Nazım okurken, yeni nesil de onu okuyacak, onu yazıp gönderecek, tıpkı onun şiirlerini bestelemeyi çok seven Yaşar’ın dediği gibi: “Delikanlıydık, kanımızı dellendirirdi, ne yapar eder canımızı şenlendirirdi, şiiri öğreten bir öğretmen, belki bir şiirtmendi. Öyle öğrendik lafların, dünyaların deli büyük olduğunu... Soyadı İlhan, şiiri ilhamdı, olmaya devam ediyor...”
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ellerinden Öpüyorum Karanlığa her düştüğüm an İyi olacak günlerin ellerinden öpüyorum. Dudaklarını okuyup aşık oluyorum, Kordon boyunda teselli ediyorum maziyi, Uzak tutuyorum sarmaşıklara dolanan korkuları. Kapı aralıklarına gizlenmiş aydınlıkların da ellerinden öpüyorum. Bugün her yerde karanlık var. Her göz tenhayı arayan köpek gibi, Yalnızlığı arıyor, insan kılığına girmiş sanki zebani Ay ışığı dahi ruhlarına giyotin olmuş, sokak lambası ne ki Hırsları ile arkadaş olmuş geliyorlar arkadan, gölge gibi İşte maskesini takınmış gidiyor yine insan müsveddesi Bugün var olmak adına yarını öksüz bırakmış biri Kapının önünden çekil de içeriye dolsun güneşin nefesi. İyi olacak yarınlar sizin de ellerinizden öpüyorum. Aydınlıklar gökyüzüne yayılsın Ben, umudun çocuğuyum Siz, nasıl sevmedinizse ışıkları Ben de sevmedim karanlıkları Unutulmaya mahkum bırakılmışları Yarınlar, kendinize iyi bakın Hep sevin onurlu dünleri. İyi olacak cümleler ellerinizden öpüyorum. Yüklemlerinize üç nokta koyuyorum. Atıyorum cümlelerden olumsuzlukları Her paragrafa büyük umutlarla başlıyorum.
Sema KESER
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Işık kaynağına tâbidir.
GÖZLER Eşik harap mekânım, kapılar evhâm idi, Kül rengi âsumanım, tuzaklar ummân idi. Gözlerde mahı gördüm, mah göğerdi gözümde Nurdan bir nefes bildim, kamlar içtim sözünde. Bast ettin can kafesim, her varlığa han oldu, Semayla hemhâl sesin, nevrim perişan oldu. Boyansam da bin renge, yetmedim zaman soldu, Dünya girmedi denge, gözünde ağyar oldu. Aceb sen mi geç geldin? Hayaller güman oldu, Yoksa ben mi geç kaldım? Rakamlar düşman oldu. Boş kaldı senin yerin, ak güller harap oldu, Hala arar gözlerim, çölde iz serap oldu. Neharsız yürek doldu, acep yeter yarına? Mızrabın girmez oldu ruhumun gülzarına. Korku ümide çatık senle mecliste özüm, “Baki heves” ol katık, bir kırık desti sözüm. Eşik aştım ulaştım daha özün eşiğe, Kem gözüme sataştım eşik beğenmez diye. Eşikler bünyan bugün yalnızlığa alışsam, Yoldaşım üryan bugün o eşikte buluşsam. Görmeden gayr iyd’imi, beyaz güller çevrimde, Sen bil yeter bendimi, sular taştı nehrimde. Ah o kayıp hediye, ümit nehrine yatak, Bahara kalsın diye sade yürek tadacak. Çehrende mahı gördüm, tütmesin tek dumanım Cevrine duvar ördüm, gül goncada cananım.
Muhammed Kırvar
Misafir Köşesi
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Uçamayan Kuşun Adı: Nilgün Marmara Begüm Çalışkan
Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına Niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına Niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına? "Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.
Size kanatları olmayan bir kuştan bahsetmek istiyorum belki de bembeyaz bir kuğudan. Size kendini yeryüzünde bulamamış ve gökyüzünde de olamamış; çareyi yer altında bulmuş bir şairi anlatmak istiyorum. Size kalbimde çoğu gece büyük bir istekle kaşıyarak kanattığım bir yaradan, Nilgün Marmara’dan söz ediyorum.
“Burada daha ne kadar öleceğim? Yeryüzü ile gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz yerde?” Nilgün Marmara 1958 Şubat’ında İstanbul’da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji’ni ve Anadolu Lisesi’ni bitirdi. Gençlik yıllarından beri kendini gösteren psikolojik sorunlarına rağmen başarılı bir öğrenciydi. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü başarıyla tamamladı. İşte aslında trajedi tam olarak burada başlıyor. Çünkü Nilgün’ün bölümünü bitirme tezi onun hayranı olduğu şair Slyvia Plath’ın üzerine bir inceleme. ‘”Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi’’ .
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sylvia Plath Londra doğumlu şair ve gizdökümcü şiir anlayışının en önemli temsilcilerindendir. Hayatı boyunca psikolojik sorunlar yaşamış ve ‘’Sırça Fanus’’ adlı otobiyografik romanla hayatı kitaplaştırılmıştır. Nilgün Marmara’nın Sylvia Plath üzerine tek incelemesi bu değildir. Nilgün için Plath adeta bir takıntı, bir inançtır. Sürekli onu okur ve yazar hala gelmiştir. Çünkü kendi hayatını, isteklerini ve duygularını bu denli denkleştirebildiği bir başka şair yoktur. Plath’ın tüm nevrotik bozukluklarının gün yüzüne çıktığı Sırça Fanus ‘ta Nilgün sanki kendini okumuş, kendini bulmuştur. Nilgün’ün ‘’Sırça Sığınak’’ adlı yazısından: “Her zaman onu anlatır ozan. Sonradan en karanlık yüzlerimizle, arı suçlarla bir yere döneceğimizi, bıkmadan erinçle. … Kabullendi sırça konutu soylu sevincin bizleri de. Erdem sığınağının kanatları altında, sen ve ben çocuklarıyız açelyaların, kardelenlerin. Ah bilmem kaçıncılarız?”
fanusuna yerleşti ve ölümü seçti. O uçma bilmeyen bir kuştu.
“ kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim, yalpalayan hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri.’’
Nilgün Marmara’nın bölümünü bitirme tezi onun hayranı olduğu şair Slyvia Plath’ın üzerine bir inceleme. ‘”Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi’’
Bence burada bahsedilen ozan Plath ve onunla birlikte döneceği yer de Slyvia’nın bir gece çocuklarına kurabiye ve süt bıraktıktan sonra kendini gaz dolu odaya kilitleyerek gittiği yer olmalı ki ölüm. Plath intihar ettiğinde henüz 30 yaşındaydı fakat Nilgün hayata bu kadar bile tahammül edemedi. 1987’nin Ekim ayında Nilgün evinin penceresini içeriye oksijen dolmasın diye açmadı. Zaten bu dünyanın herhangi bir havası ona yaramadı, nefes almasına, anlamasına hiçbir şeye yetmedi. Nilgün Marmara, 29 yaşında evinin penceresinden boşluğa uzanarak Plath’ın
İntiharından bir yıl kadar önce sanırım bu pencere önünde ölmeyi arzuluyor ve onun için kokuşmuş dünyayı izliyordu. Günlüğünden 1986 tarihli bir yazıda bahsettiği kaçış penceresinin, ölüm gezegeni olduğu gerçeği kanımı donduruyor.
‘’Yeryüzünün tüm bağırsakları uzunluğunca umutsuzluğumuz içeride labirentin karmaşıklığı boyunca katlanan bir saldırma ve saldırılma korkusu. Çıkış yolu mu? Arka pencere hangi gezegene açılır? Baktığı yer yakın bir beyaz duvar, kısaltılmış uzunluk... Aşk bu ya dövüşürler.’’
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ölümünün ardından öldürüldüğüne dair birçok tartışma yaşandı. Hatta olaydan Ece Ayhan bile sorumlu tutuldu. Özellikle yakın arkadaşı Lale Müldür kendisinin intihar ettiğine hiçbir zaman inanmadı. Ancak Nilgün’ün hayatına, psikolojik durumuna ve yazdıklarına bakıldığında bir intihar ölümü olduğu kanısına varılıyor. Nilgün hep mutsuzdu. Kağan Önal’la evliydi ancak o hiçbir eve sığamadı, yerleşemedi.
“Hani denizin, özellikle de Ege’de denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasında açıklanamaz ve değişik bir mavilik vardır. Evet, işte Nilgün Marmara’nın gözleri de öyle bir renkteydi. Resim boyası satan kırtasiyecilerde bile böyle bir maviliğe rastlayamazsınız. Velhasıl Nilgün Marmara gerçekten kusursuz denenebilecek bir güzellikte, “marjinal” de denebilecek ve sahicilikte eşsiz adımlık önemde bir şairdi.’’
“Ey, iki yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!’’
Nilgün genellikle evine şair arkadaşları Ece Ayhan, Cemal Süreya, Tomris Uyar, İlhan Berk, Haydar Ergülen, Tevfik Akdağ gibi isimleri çağırır ve şiir konuşurdu. Nilgün’ün nefes alabildiği zamanlar yalnızca bu anlardı. Özellikle Ece Ayhan’ın onun üzerindeki etkisi ve yine Nilgün’ün Ece Ayhan üzerindeki etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Ece ve Nilgün’ün dostluğunu ve bir dönem arkadaşlıktan öte ilişkilerini Ece Ayhan’ın bu hayran dizelerinden anlıyoruz:
Cemal Süreya, Nilgün’e Amerikan yazar Scott Fitzgerald’ın karısının adıyla seslenirdi: ‘’Zelda’’.İlhan Berk ona ‘’Büyük Nilgün’’ derdi. Zelda hayata bu kadar kısa veda etmeseydi ve yazmaya devam etseydi eminim onun adını da Süreya kadar, İlhan Berk kadar çok duyacaktık. Ama o dünyayı sevemedi. Nilgün Marmara ölümünden önce psikolojik tedavi görüyordu fakat kontrollerine çoğunlukla gitmiyordu. Manik depresif ruh haliyle baş etmeye çalışıyor ve yalnız defterlerine, kalemlerine sarılıyor, şiire sığınıyordu. Zelda hayattayken ‘’Beyaz’’ ve ‘’Şiir Atı’’ dergilerinde şiirleri yayımlandı. Ölümünden bir
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yıl sonra şiirleri ‘’Daktiloya Çekilmiş Şiirler’’ adıyla kitaplaştırıldı. 1990’da da mensur şiirleri ‘’Metinler’’ adlı bir kitap haline getirildi. Daha sonra günlüğü ve kağıt parçalarından toplanan notları kız kardeşi Gülseli İnal tarafından ‘’Kırmızı Kahverengi Defter’’ 1993’te yayımlandı. Nilgün Marmara yaşamalıydı. Plath’ın kader ortağı olarak hem o korkunç imgelem kalemine hem de bize haksızlık etti. Yazacak, paylaşacak, anlatacak kim bilir daha neleri vardı. Söyleyemeden ve biz dinleyemeden gitti.
“Sonra sözcüklerin kumda bıraktığı izlerin içine yerleştim.’’
Bir daha kimsenin bir kimseye bu kadar güzel seviyorum diyebileceğine inanmadığımı hissettim. Ve bunu söyleyebilenin de şimdi nefes almadığını. Ben çok üzüldüm, siz de üzülün.
“Delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor, var olanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor. Bir sabah bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla. Yaslı yüreğimin utangaç itirafı: ‘SİZİ SEVMEKTE ÖLÜYORUM’ ”
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Dünden Yarına Keloğlan Busenur Aslan Bir garip Keloğlan... Eşeğinin adı: Karakaçan. Bir palanı bile yok eşeğinin. O, Anadolu halkının fakir köylülerinden biri. Varı yoğu doğruluk. Ve yalanı hiç sevmiyor. Bir garip anası var, birkaç tavuğu ve bir de ineği. Onun bir durumu hatırımıza bir halk kahramanı resmi çiziyor adeta. Yaşadığı büyülü ve karmaşık dünyanın içinde sevilmiyor kötü yöneticiler tarafından. Köylü, onun sakarlık ve unutkanlıklarından dert yanıyor her zaman. Sadece köylülere sıkıntı vermiyor bu durumu. Kel başına da olmadık işler getiriyor. Ama yüreği o kadar temiz ki yüreği, bütün bu olanlara rağmen her güçlüğün altından kalkıyor. Temiz yüreği sayesinde, başına her gün konan sineklerden bile veryansın etmiyor.
Masallar diyarından kopup geliyor günümüze bir Keloğlan. Bizim gönlümüzün köylerinden çıkıp, gönül tahtımızın başkentinde padişah oluyor. Altın varakla tahtımıza aklı ve pratik zekasıyla kuruluveriyor. Çok ama çok seviliyor. Ünlü bir oyuncu gibi her yerde tanınıyor. Dünün karanlığında kaybolmuyor da bugünün kısa dilimini merdiven yapıp geleceğe ulaşıyor.
Halk, daima ezilenin karşısında duranı sever. Keloğlan da kötü yüreklilerin, namertlerin karşısındadır. Zulmedenin karşısında çakı gibi bir askerdir adeta. Başta onu, sakar, cahil ve akılsız biri gibi görsek de sonra anlarız ki çok zeki ve kurnazdır. Baş alan, can yakan yani sarayını zulümler evine çevirmiş olan padişahların, yöneticilerin karşısında durmuştur. Hiç kimseye kul köle olmamıştır. Adeta, halkın kulağı ve dili olmuştur. Büyülü dünyanın büyülü olaylar yaşayan kahramanı, her hikayesinin başında bir amaç uğruna ayrılır kocakarı anasının yanından. Alır eşeği karakaçanı peşi sıra ve başlar bize hayaller kurduran yolculuğuna. Bazen iş aramak için çıkar bu yolculuğa
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bazen de bir prensesle evlenmek için. Her farklı amacı benzer sonuçları doğurur. Meşakkatli yolunun ortasında devler, periler ve cücelerle tanışır. Her birine yardım eder ve onları bir takım dertlerden kurtarır. Başı sıkıştığı zaman, işte bu yardımları sonucu yardım eder iyilik ettikleri ona. “İyilik eden, iyilik bulur.” sözünü kanıtlar adeta Keloğlan. Asla hak etmediğinin düşündüğü bir ödülü de kabul etmez iyi yürekli kahraman.
Halkın içinden çıkıp, gönül tahtına kurulur. Dünden bugüne gittiği yol hiç bitmez, her yeni nesil yeniden tanışır onunla. Yeniden sevilir.
Başına ödül konan işleri yaptığında bile bu ödülleri kabul etmez. Anlayacağınız yoktur gözü parada pulda, haram malda. Kendisinin haram malda gözü olmadığı gibi halkın hakkını yiyene de elbet iki sözü vardır. Böyle iyi nitelikleri barındıran güzel yüreğine de Allah, yüreğini güzelliğinde nasipler verir. Bazen, bir ülkenin şahı olur bazen de bir prensisin gönlünü kazanır. Anasının başını asla yere eğmez.
Meşakkatli yolların yılmaz savaşçısı gibidir. Kurnaz ve kurnazlığı ölçüsünde iyi yüreklidir. Kuyudaki bir devle karşılaşır. Çocuk bir cin yoluna çıkar. Büyülü bir kuşun tatlı şarkısını dinler. Sihirli bir taşa takılır ayağı. Devlerin arasında kalır korku içinde. Kel başını kaşır ve sazını çalar. Suyun başında bir periyle karşılaşır. Tahtı zorla elinden alınmış bir prensin, tahtını geri almasına yardım eder. Cadıların zulmünden halkı kurtarır. Ne kadar olağanüstü güç varsa onlara karşı koyar. Sempatik tavırları ve güzel yüreği sayesinde çok sevilir. Daima aranan ve özlenen bir insanı sembolize eder. Halkın içinden çıkıp, gönül tahtlarına kurulur. Dünden bugüne gittiği yol hiç bitmez. Her yeni nesil yeniden tanışır onunla. Yeniden sevilir. Böylece dünden yarına ulaşır. Annelerimizin annelerinden bizim de annelerimizden duyduğumuz bir masal kahramanı oldu hep Keloğlan. O kadar samimi ve sıcaktı ki sıcacık etti yüreğimizi. Annemizin gönül tahtından, bizimkine geldi oturdu bugün. Yarınsa bizim çocuklarımızın gönül tahtına oturacak. Şimdi o, yarına ulaşacak merdivenin basamaklarından birini daha tırmanıyor.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Murasaki’nin Hikayesi Dergimizin geçen ayki sayısında Işık Selin Orhuntaş’ın Afili Filintalar serisi için ele aldığı isim Murat Menteş’ti. Ayrıca Arka Kapak bölümümüzde de Zeynep Tosun’la birlikte bizler için Murat Menteş’in Korkma Ben Varım kitabını önermişlerdi. Ben de en yakın arkadaşların sözü de kalemi de dinlenir dedim ve bu kitabı okudum. Korkma Ben Varım, her zamanki gibi bir Afili Filintalar kitabıydı. Eğlenceli, akıcı, sıkılmadan okunacak bir kitap. İsim sembolleriyle insanı şaşırtan ve bir ayakkabıcı babanın kızı olarak esas Kahraman'ı anlamama sebep olan şeyler kitaba daha büyük bir tebessümle bakmamı sağlamış ve Milan Kundura’ya durup durup gülmüştüm. Ancak, Afili Filintalar’ın en önemli özelliklerinden biri olan bilgi verme kısmı bu kitapta da öne çıkmış; edebiyat tarihiyle ilgili çok önemli bir bilgiyi bizlerle paylaşmışlardı. Şöyle diyor Murat Menteş, Korkma Ben Varım’da: “İlk romanı 1007 yılında Murasaki Shikibu adlı Japon Soylusu yazmış; kitabın adı Genji’nin Hikayesi. Romancılar bin senedir çalışıyor; bin yıla kalmaz seni anlatabilecek seviyeye ulaşırlar. İnsanı cazibe hareket ettirir, mucize de durdurur.” Ben de bu yazımda Shikibu’nun peşine düştüm. Murasaki Shikibu ya da Murasaki
Tuğçe Erkol
Hanım’ın 973’te doğduğu tahmin edilmektedir. O dönemde Japon ve Çin imparatorluklarında fazlasıyla gelişmiş olan tarih yazıcılığı sayesinde öğrendiğimiz kadarıyla kitabımızın yazarının asıl adı Fujiwara Takako’dur. Murasaki Shikibu ise tamamen kendisi tarafından seçilmiştir. Murasaki, Genji’nin Hikayesi’ndeki kadın karakterlerden birinin adıdır. Shikibu ise babasının ünvanıdır. Madem ki yazar kendisi için Muradaki Shikibu adını seçmiş, biz de ona öyle diyelim. Murasaki, anne ve babasını genç yaşında kaybetmiştir. Babasının ünvanını kullanmasının sebebi de buradan kaynaklanır. Murasaki, Fujiwara sülalesinin bir üyesidir. Bu aile Heian Dönemi Japonya’sına damgasını vuran aristokrat bir yapıya sahiptir. Ailenin çocukları saraya gelin ve damat olarak girip oradaki aristokrasiyi ve diplomasiyi etkilemiştir. Ayrıca kültürel akımları da fazlasıyla etkilemişlerdir. Bu açıdan baktığımız zaman Fujiwara sülalesini Medici sülalesine benzetebiliriz. Murasaki’nin yaşadığı dönemde kadınlar iyi bir eğitim almazlardı, devlet dili olan Çinceyi öğrenmezlerdi. Ancak Murasaki’nin ailesi ona hemcinslerinin sahip olmadığı bütün bu imkanları sundu. O da babasına şükranlarını sunmak için Shikibu’yu kendine isim olarak seçti. 20’li yaşlarında evlenen Murasaki’nin evliliğinden kısa süre sonra bir kızı oldu. Kızının doğumundan 2 yıl sonra da eşini
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
kaybetti. Gerek ailesinin etkisi gerek yazdığı şiirlerin bilinmesiyle saraya davet edildi. Ancak o dönem içinde şairliğinden dolayı saraya alınmış olması daha yüksek bir ihtimaldir. Çünkü Osmanlı Devleti’ndeki hamilik sistemi gibi bir işleyiş Japon Sarayı’nda da mevcuttu. Murasaki, kızıyla beraber saraya geldikten sonra ya nedimelik yapmıştır ya da dönemin imparatoru Akiko’nun sekreterliğini yapmıştır. Bu dönemde günlük yazmaya devam etmiş, şiirler yazmış, romanını tamamlamıştır. Altı yılını sarayda geçirdikten sonra kızını sarayda nedime olarak bırakıp Biwa Gölü’nün yakınlarındaki, ailesinden kalma eve gidip emeklilik günlerini orada geçirmiştir. Tam olarak bilinmemekle birlikte 1014 ya da 1025 yıllarında öldüğü söylenmektedir. Genji Monogatari ya da Genji’nin Hikayesi 54 bölümden oluşmaktadır. Saray dili kullanılmıştır. Olayların asıl kahraman olan Genji anlatır ki romanın daha doğrusu monogatari denilen ve Japon edebiyatına özgü olan düz yazı türünün yazarı bir kadınken bir erkeğin dilinden anlatılmış olması oldukça şaşırtıcı bulunmuştur. Büyük ihtimalle de bir kadının, erkek bir karaktere can vermesinden dolayıdır ki kitabı okuyan kadınlar Genji’ye hayran olmaktadır. Genji duyarlı, anlayışlı, görgülü, nazik, duygulu ve kültürlü bir prenstir. Ancak babası tarafından siyasetin kirli işlerine bulaşması istenmeyen bir prenstir ve o da bu yüzden kendini aşka adamıştır, daha doğrusu aşklara ve kadınlara... Romanın en önemli özelliği kendi dönemine ışık tutmasıdır. Nora Dönemi’nin devamı olarak 794-1185 yılları arasında devam eden Heian Dönemi'nde Konfüçyüsçülük ve Budizm etkisi görülür. Her ikisinde de iyi insan, ahlak ve iyi
ameller öne çıkar. Zaten döneme verilen ad da barış ve sükunet anlamına gelmektedir. Bu dönemin eğlence yaşamı, modası, günlük hayatı, saray yaşamı ve hatta entrikaları bile gerçekçi bir şekilde romana yansıtılmıştır. Genji, Murasaki tarafından detaylı bir şekilde işlenmiştir, Genji’nin hayatına giren her kadında da aynı detaylarlar işlenmiştir. İnsanların duygularını ve doğal güzelliklerini başarıyla betimlemiştir Murasaki. İlk defa Asuko Dönemi’nde Budizm öğretileri saraya girmiştir. Ancak tam olarak yayılması ileri zamanlara uzamıştır.Bu dönemde de etkilerini gördüğümüz Budizm’in özellikle dünyanın geçiciliği öğretisi, kullanılan renkler ve canlı
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
anlatımlarım giderek yavaşlamasıyla kararak ve hız keserek sembolize edilmiştir. Romandaki kişi sayısı oldukça kalabalıktır. Hizmetkârlar hariç 430 kişinin varlığından bahsedilir. Zaten roman da 1100 sayfa olarak 2001’de ancak İngilizceye tercüme edilmiştir. Türkçeye tercümesi henüz yapılmamıştır. O dönemde nesir ve nazma aynı önemde değer verilmiyordu. Nazım çok daha değerliydi. Bu yüzden de Murasaki, akıllıca bir adım atıp romanının içine 800 tane waga yani nazım parça yerleştirdi. Genji Monogatari Emaki, yamato-e tekniğinde yapılmış bir illüstrasyon çalışmasıdır. Bu teknik Budizm’deki içe dönme öğretisinin resme yansımasıdır. Zaten monogatari de aynı öğretinin edebiyata yansımasıdır. Yani eser gerek yazılı gerek görsel sanat üzerinde olsun Budizm’in öğretilerinden fazlasıyla yararlanmıştır.
Murasaki Shikibu’nun Günlüğü 10081011 yılları arasını kapsar. Eser tarih araştırmacıları tarafından saray içini anlatması bakımından ikinci dereceden tarihi kaynak olarak görülmüştür. Günlük incelendiği zaman, Murasaki’nin kendi şahsi hayatından ziyade saray hayatını anlattığı söylenebilir. Bu nedenle de edebiyat tarihçileri tarafından eser defalarca incelenmiş ve yazımız dahilinde verdiğimiz bilgilerin dışında pek bir bilgiye ulaşılamamıştır. Murasaki Shikibu’nun Günlüğü 2009 yılında Esin Esen tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Türkiye İş Bankası Yayınları’nın Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’nin içindeki yerini almıştır. Murasaki Shikibu’nun romanı ve günlüğü dışında kaleme aldığı 128 tane de şiiri vardır. Şiirleriyle önce kendini Japon Edebiyatı içinde tanıtmış, ardından da roman türünü ortaya koymuştur. Tabi ki kendisi bunu roman olsun diye yazmamıştır büyük ihtimalle ama daha sonra yaptığının böyle bir güzelliğe yol açması onun en büyük başarısını ortaya koymuştur.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Misafir Köşesi MATA HARİ VARMIŞ Kocaman bir kafa sesinin elime daktilo ettirdiği karmaşık fısıltılardan ibaretti hepsi. Olmasan da yanımda, olmasam da aklında, aklımın 3 oda 1 salonuna taşınıvermişsin. Haki yeşili koltuğunda okuduğun cinayet romanlarının yeni bölüm işareti gibi afiliydi her şeyimiz. Menekşeler diziliydi camlarda, farbelalarımız bile vardı. Koridorları genişti. Camları kağıttan deniz manzaralı bahçesinde yabani sarmaşıkların sardığı yalancı bir kafa balonuydu belki de şu anda tepemde beliren. Bağcıkları yoktu ayakkabılarımızın. Saat gürültüsü yoktu odalarımızda. Sadece çok sevmek ve çok konuşmak vardı. İliklerimize kadar konuşur, dinleşir iliklerimize kadar demlenirdik. Tozlanmıyordu kitaplarımız. Hafif yağmurlu yolları takip edip ortasında dev bir dünya maketi olan kurtuluş parkına gidiyorduk. Hiç salıncak sırası yoktu o parkta, anneler ve babalar yoktu bir de emekliler yoktu. Çekirdek kabukları ve sevgililer de yoktu. Parkları işgal eden hiçbir şey yoktu. Yalınayak çıkıyorduk kaydıraklardan merdivensiz. Tahtaravalliyi de doğru yazamamanın huzuru var üzerimde.
Büşra CAN
GİZLENEN GECEDE SESLER Odamda saklanan eskilerin sesi; tik takların arasından seçilmiş, gizli penceremin ardında bulunan kusursuz zamanı, duvarımdaki özenle yapılmış saate yönelik ayrıcalığını işliyordu. Kendine has bir görüntüsüyle antikanın ruhsal doğuşunu hissettiriyordu. Koyu kahve rengine sahip ahşap kaplamasıyla beraber ufak, puslu bir camı vardı. Karşısına geçtiğim anda, bana arkamda kalan duvarın üzerinde asılı duran mutsuz bir yüzü yansıtıyordu. Belirlenmiş gecenin sesleri ufak adımlarıyla sesin örtüştüğü kalın gövdeli yaşlı ağaçların titreşimine neden oluyordu. Rüzgarlı bir günde, yok olan yorgun gölgeler içsel bedenimi canlandırıyordu. Eskilerin özgürlüğünü besleyen, bir müziğin keşfi ruhumu sürüklüyordu. Çalınan siyah plağın eşliğinde dönen aşklar, bıraktığı duyguların ritmini yansıtıyordu. Karşımda duran saatin, bir yandan tik tak sesi karşılıksız aşkın gizli dokunuşunun sona erdiğini gösteriyordu. BEGÜMHAN VARLIK
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Murat Belge – Edebiyat Üstüne Yazılar Türk ve dünya edebiyatı üzerine yapılan çalışmalar, sürekli bir ilerleme kaydetmeye devam ediyor. Murat Belge, Yeni Türk Edebiyatı sahası çalışmalarında önem taşıyan isimlerden biridir. “Edebiyat Üstüne Yazılar” adlı bu kitapta, Murat Belge’nin romanda önemli bulduğu konular, eski edebiyatta önemli olan kitaplar, T.S. Eliot, Sabahattin Ali gibi sanatçıların önemli eserlerine yer verdiği incelemeler üzerinde durduğunu görüyoruz. Kitabı anlamanızı, görmenizi sağlayacak ve akademik eğitiminize yardımcı kaynak olarak kullanabileceğiniz “Edebiyat Üstüne Yazılar”da daha fazlasını bulabilirsiniz.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Patrick Rothfuss - Kral Katili Güncesi / Gün 1 – Rüzgârın Adı “Birinin ailesi hiç olmayacak bir şarkı söyler” ve küçük bir çocuk aniden tüm dünyada yalnız kalır. Sonra günlerce, haftalarca, aylarca belki, parmakları kanayıp tekrar tekrar nasır tutana dek lavtasını çalar bir çocuk… “Şarkılar tehlikeli midir?” diye soran olursa, artık biliyorsunuz, tehlikeliden biraz daha fazlası. Kızıl saçlı bir hancı olan Kote’nin kumpanyasını nasıl kaybettiğini, rüzgârın peşinden koşarken hiç duyulmamış hikâyeler anlattığı, Tanrı’dan daha eski şarkılar söylediği inanılmaz hayat öyküsünü, onunla birlikte yaşayacaksınız. Ve çevirmeye başlayınca sayfaları, tanıyacaksınız; “ Benim Adım Kvothe… Belki beni duymuşsunuzdur.”
FENA HALDE LEMAN – ATTİLA İLHAN Attila İlhan'ın en ilginç romanlarından olan Fena Halde Leman, 27 Mayıs 1960 sonrası dönemi konu edinir. Olaylar, Paris'teki işgal sonrasında Paris'te Leman Hanım üzerinden şekillenir. Sosyal konuları ele almaktan hoşlanan yazar bu romanda cinsellik üzerinden sosyal yaşantının değişmesini gözler önüne seriyor. Leman Hanım'ın kocasının ölümünü araştırmak için Paris'e gitmesi ve sonrasında farklı cinsel deneyimler yaşar. Yazar bu romanla eşcinselliğin suç ya da hastalık olmadığını vurgulamak ister. Yayınlandığı dönemde farklı tartışmaları da beraberinde getiren roman,Türk Edebiyatı'nda eşcinsellik kavramına tercih penceresinden bakan ilk romandır. Ayrıca günümüzde de kullanılan "Fena Halde Leman" deyiminin bu romandan sonra dilimize yerleştiği biliniyor.
Ekim’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ŞİİRBAZ Heyhat! Sessiz sessiz Satırlara üfle nefessiz. Yaz olsun kelam eşsiz. Dilden dile benzersiz. Bize şairane dostlar gerek. Şiirsel sözler bunlar bak. Ateşi yak, kalk toparlan. Gemi geldi gidiyor hey! Neyden üfledik ezelden, Satırlar dost meclisinden. Gemi gelecek elbet tekrar, Giden dönecek bize Allah yar. Saki doldur mey dolsun, İçimiz dışımız gül koksun, Varsın adımız keş olsun, İçmişiz ab-ı hayattan sarhoşuz. İçmeyen anlamaz bizi gafil. Sevmeyi bilmeyenlerdir sefil. Afili sözler bunlar gerisi nafile, Kafilem satırlardır fakültem. Yazdıklarım kitaplarda yazmaz. Yazdıklarımı kitaplar kaldıramaz. Yazdım birçok şiir çoktan az. Az şiir binlerce mana hep çok. Şiir âşık işidir bil, elde var saz. Aşkım şiirden ibaret gerisi yok. Tokluk el verir açlık gider, Şiir bize nimettir ebeden yeter.
Hey! Dost meclisi açılsın. Hal ehli bilir vefa nedir. Gayrı gerisi yalan bil isterim. Şiirle sihirli ders bu selametle, Gel dersi dinle öğreteyim. Öğretmenim, öğretirim, öğrenirsin. Feyz al buradan dersi çıkar, manayı kavra Şiirbazın kalemi bu hep didaktik. Liriksel koma yaşantılar içinde, Şiirsel çaba başka bir biçimde. İçimde derya deniz ben umman, Aslolan şiirse kalem Süleyman, Kelam akar, akar küheylan. Dök içini hey koca sultan. Anlık değişimlerle olmaz şiir, İlham gelir zikir işitilir fikir. Hey hey! Elimde kamıştan ney, Ney üfle güfte güzelse gelsin. Besteler deste deste enfes Bir nefeslik ses içimlik bu ders. Şimdi çok sessizlik az söz gerek. Anlamak için manayı idrak etmek. En önemlisi de Hakkı hakkıyla bilmek, Layıkıyla okuyup şükretmek gerek. Son sekizlik, son kısım, son ders, Hey sen, sen ol kendini bil kardeş. Vefa, erdem, sevgi, saygı, hoşgörü… Çok güzel kavramlardır bunlar iyi anla. Bak bana gerisi kısır döngü sakın unutma. Eyvallah dost selam sana hürmetler, Elimde şiir sihirli demet demet güllerle Hey güzel insanoğlu gayrı selametle…
Süleyman Erkut
“Ne bu gürültü, bu oyunlar Ne bu saygısızlık burada, Dionysos’un çok gümbürtülü sunağında? Bak Bakhos benim: ben söylerim (nasıl) çığlık atılacağını, haykırılacağını, Dağlar üzerinden kanatlanarak güzel su perileriyle” PRAİNTAS
Fotoğraf Aybige Akdağ Efes, İzmir
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...