Kasım 2015
“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
Sayı: 20
Ölümünden Yarım Asır Sonra Bir Genç Kalem:
Aka
GÜNDÜZ JAPONLARIN YAZI MAKİNESİ:
HARUKİ MURAKAMİ
YÜREĞİMDE BİR ÜMİT YAŞAR:
OĞUZCAN
BABALAR, OĞULLAR VE KADER:
YUNAN MİTOLOJİSİ
İncir Çekirdeği Dergisi
Sultan Demirtaş
E
Genel Yayın Yönetmeni
Editör
Ayşe Bengisu Akdağ “Yaşamak öyle güzel öyle derin Bir dostun sıcacık merhabasında Yürekten gülüşünde Yaşamak güzel şey Ellerin sevdiğinin ellerinde Gözlerinde sevgi dolu bakışlar”
Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz
Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı
Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Zeynep Tosun Misafirler Alparslan Budak Serkan Demirhan
Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD
Gülten Akın
EDİTÖRDEN... Değerli okuyucularımız, İncir Çekirdeği’nin yeni sayısı ile yine sizlerle buluşabildik. Kasım ayında sizleri dolu dolu bir sayı ile karşılıyoruz. Ölümünün elli yedinci yılında Aka Gündüz bu sayımızın konuğu oldu. Ayşe Bengisu Akdağ Aka Gündüz’ün hayatını ve sanat dünyasını anlatırken Tuğçe Erkol sinemaya uyarlanan romanlarını ve mizahi yönünü ele aldı. Işık Selin Orhuntaş ise Aka Gündüz’de kadın temini işledi. Hilal Akarslan Japonların yazı makinesi Haruki Murakami’yi tanıttı. Bunların yanında doğumunun 100. Yılında ünlü Rus şair Konstantin Simonov ve ölüm yıl dönümünde Ümit Yaşar Oğuzcan da sayfalarımızda okunmayı bekliyor. Şairlerimizin okumaktan zevk aldığınız şiirlerine yenileri eklendi. Begüm Çalışkan, Süleyman Erkut, Sema Keser yine duygularınızı okşayacak şiirleriyle sizlerle. Kübra Tarakçı Dünya Kütüphaneleri’ne kaldığı yerden devam ediyor. Bakalım bu sayıda hangi kütüphane size kapısını aralıyor? Kültür sanat haberleri, kitap tanıtımları ve misafirlerimizin yazdıkları okunmak için sıraya girdi. Yeni sayımız ile sizi baş başa bırakırken aynı zamanda iyi okumalar diliyorum. Esen kalın...
KASIM’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İçindekiler Havadis İki Süngü Arasında Bir Yazar: Aka Gündüz / Ayşe Bengisu Akdağ Popüler Romandan Sinemaya Aka Gündüz / Tuğçe Erkol Kadınlar ve Aka Gündüz / Işık Selin Orhuntaş Aka Gündüz’ün Silahı: Mizah / Tuğçe Erkol Otlak – Şiir / Sema Keser Mevsimsiz Sohbet / Alparslan Budak Uçmağa Erken – Şiir / Begüm Çalışkan Bir Eleştirinin Eleştirisi / Mehmet Altınova
Afili Filintalar IV: Tarık Tufan / Işık Selin Orhuntaş
Dem – Şiir / Süleyman Erkut
Akrebin Kıskacında – Şiir / Hatice Türk
Japonların Yazı Makinesi: Haruki Murakami / Hilal Akarslan
Babalar, Oğullar ve Kader / Busenur Aslan Hayalsiz / Serkan Demirhan
Çantamda Yosunlaşmış Telli, Yeşil Defter – Şiir / Muhammed Münzevi Her Yıl Bir Büyük Türk: Halil İnalcık / Ayşe Bengisu Akdağ Dünya Kütüphaneleri – Stocholm Halk Kütüphanesi / Kübra Tarakçı Yüreğimde Bir Ümit Yaşar: Oğuzcan / Begüm Çalışkan Sonbahar – Şiir / Sema Keser Risale II – Şiir / Süleyman Erkut Bekle Beni Efsanesi / Konstantin Mihayloviç Simonov / Tuğçe Erkol
Arka Kapak / Zeynep Tosun – Işık Selin Orhuntaş Neden Deliliğim – Şiir / Begüm Çalışkan An Sızı İçimde – Şiir / Hatice Türk Fotoğraf / Aybige Akdağ
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Beyza Özkan
HA VÂ DİS KÜÇÜK PRENS’in BÜYÜK DÜNYASI
On yıllardır tüm dünyada en çok satan okunan kitaplardan olan ‘Küçük Prens’ 20 Eylül–20 Ekim arasında özel bir sergiyle Capitol AVM’de İstanbullu çocuk ve yetişkinlerle buluştu. İlk kez 1943 yılında İngilizce ve Fransızca olarak basılan ve 276 dil ve lehçeye çevrilen kitabın bütün baskılarından 481 adet Küçük Prens koleksiyon
kitabının bulunduğu sergide yazarı Antoine de SaintExupery’nin defteri de yer aldı. Yazarın torunu ve aynı zamanda Küçük Prens Vakfı Başkanı Olivier Dagay’ın da katıldığı sergi sırasında ayrıca yeni çekilen ‘Küçük Prens’ filminin ön gösterimi de yapıldı.
"Tüm dünyayı kucaklamak istedim; kollarım yetişmedi" Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık tarafından hazırlanan Bir Usta Bir Dünya: Özdemir Asaf "Tüm dünyayı kucaklamak istedim; kollarım yetişmedi." sergisi, 2 Ekim 23 Ekim 2015 tarihleri arasında Özdemir Asaf'ı Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi'nde ağırladı. Sergi şairin fotoğraflarıyle, kişisel evrakıyla, defterleriyle, el yazılarıyla yaşamöyküsünü ve sanatçı kişiliğini gözler önüne serdi.
“Üstat Moliere Evleniyor” Oyununun Prömiyeri Yapıldı Antalya Devlet Tiyatrosu (ADT), Mehmet Murat İldan'ın yazdığı iki perdelik "Üstat Moliere Evleniyor" komedisinin ilk gösterimini yaptı. Haşim İşcan Kültür Merkezi'nde sahnelenen ve 13 tiyatrocunun rol aldığı "Üstat Moliere Evleniyor" oyununu, Gökhan Kocaoğlu yönetti.
"Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni" Sona Erdi Türkiye Yazarlar Birliğince (TYB) bu yıl 11'ncisi düzenlenen "Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni", Tataristan'ın başkenti Kazan'da gerçekleştirildi. Tataristan Yazarlar Birliği Abdullah Tukay Toplantı Salonu'ndaki ödül töreninde
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ konuşan TYB Onursal Başkanı Mehmet Doğan, bu yıl ödüllerin Tataristan milli şairi Abdullah Tukay, Remi Garipov ve Muhibbi mahlasıyla şiir yazan Kanuni Sultan Süleyman adına verildiğini belirtti. Muhibbi Büyük Ödülü'ne layık görülen şair Rustem Calilov da ödüle layık olmak için daha güzel şiirler yazmaya devam edeceğini ve daha çok çalışacağını söyledi. Abdullah Tukay Büyük Ödülü'nü kazanan Ali Ural ise "Ödüller başa konulan taçlar değil, omuzlara konulan yüklerdir. Umarım layıkıyla taşırız" dedi.
Oyuncu Tomris İncer Hayatını Kaybetti
Bir süredir kanser tedavisi gören tiyatro ve sinema sanatçısı Tomris İncer, 67 yaşında hayata gözlerini yumdu. Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu, yaptığı açıklamada, "Ülkemizin yetiştirdiği çok değerli
sanatçılardan Tomi'yi (Tomris İncer) kaybettik. Türk basınının, tiyatro sanatçılarına hiç değilse öldüklerinde sahip çıkmaları gerekiyor" ifadelerini kullandı.
Nobel Edebiyat Ödülü'nün Sahibi Belli Oldu
Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç'in ismi yıllardır Nobel Edebiyat Ödülü için geçiyordu. Belaruslu yazarın bu yıl Nobel hayali gerçekleşti. Svetlana Aleksiyeviç Ukrayna'nın şehrinde 31 Mayıs 1948'de Belaruslu baba ve Ukraynalı bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu Belarus'ta geçen yazar, Belarus Devlet Üniversitesi gazetecilik bölümünden 1972'de mezun oldu. Sonrasında bazı yerel gazetelerde çalıştıktan sonra, Minsk'te yayınlanan "Neman" isimli edebiyat dergisinin muhabiri oldu. Sovyet-Afgan Savaşı'nın ilk ağızdan anlatıldığı "Çinko Çocukları" ve Çernobil
kazasının ele alındığı "Çernobil'den Sesleri" isimli kitapları Svetlana Aleksiyeviç'in en önemli eserleri olarak öne çıkıyor.
"Kuşakları Besleyen Dergiler" Anlatıldı Edebiyat Mevsimi'nin 2. gününde "Kuşakları Besleyen Dergiler" konuşuldu. Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul şubesi ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığınca, TYB'nin Sultanahmet'teki merkezinde düzenlenen etkinliğin ilk oturumunda, moderatörlüğü Bünyamin Yılmaz üstlendi. Etkinlikte Hece Dergisi'ni anlatan şair ve yazar Hayriye Ünal, geçmiş ve gelecek arasında bir köprü olduklarını aktardı. Hece dergisinin etki alanından bahsederek, genç yazar ve şairlere uzaktan erişilebilir atölye imkanı sağladıklarına vurgu yaptı. Sönmez: "Türkiye'de 10 bin kişiden biri, edebiyat dergisi okuyor"
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İki Süngü Arasında Bir Yazar:
Ayşe Bengisu Akdağ
AKA GÜNDÜZ Bir devletin yıkılışından yeni bir devletin filizlenişine, Meşrutiyetten Cumhuriyet dönemine, Trablusgarp Savaşı’ndan Balkan Savaşlarına, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’na kadar, döneme tanık olmuş bir yazar, şair, fikir adamı, aydın:
Aka Gündüz... Tarihler bundan tam yüz otuz yıl öncesini, 1885’i gösteriyordu. Rizeli Fincioğullarından Binbaşı İbrahim Kadri kucağına aldığı bebeğinin kulağına Enis Avni adını tekrarlıyordu. Enis Avni büyüdü, İlk tahsilini Serez ve Selânik’te yaptı; Selânik Rüşdiyesi’nden sonra Eğrikapı Sırp Rüşdiyesi’ne devam etti. İlim sevdasıyla yanıp tutuşan Enis Avni, okumasını istemeyen üvey annesinden kaçıp İstanbul’a geldi ve sırasıyla Galatasaray, Edirne ve Kuleli askerî idâdîlerinde okudu. Harbiye’nin ikinci sınıfındayken siyasete karıştığı için hastalığı da bahane edilerek okuldan ihraç edildi ve tekrar, dünyaya gözünü açtığı memleketine, Selânik’e döndü. Ancak okuma aşkını kimse elinden alamazdı onun, yılmadı Enis Avni. Paris’e gitti; orada Collège de France, Paris Güzel Sanatlar
Okulu ve Hukuk Fakültesi’nde iki buçuk yıl çeşitli derslere devam ettikten sonra İstanbul’a döndü. Edebiyat dünyasına oldukça genç sayılabilecek bir çağda, on altı yaşında, Edebiyât-ı Cedîde şairleri tarzında manzumeler yazarak giren Aka Gündüz, Enis Safvet, Avni, Muallim ve Serkenkebîn takma adlarıyla edebî ve mizahî birçok şiir ve yazı kaleme aldı. 28 Mart 1901’de Askerî Sınıf-ı Mahsus’ta öğrenciyken Servet-i Fünuncuların etkisinde, aruz vezniyle yazdığı “Pembe Gül” şiirinin Mecmua-yı Edebiye’de yayınlanmasıyla yayın dünyasına ayak basmış, daha sonra Selânik’te yayımlanan Çocuk Bahçesi (1903) ve Genç Kalemler (1911) dergilerinde yer alan yazılarıyla edebiyat çalışmalarını sürdürmüş ve kısa sürede tanınmıştı.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türk toplumunda bir fikir akımı olarak yücelten ve Cumhuriyet’in resmî milliyetçilik II. Meşrutiyet’ten sonra prensiplerini yaymaya çalışan eserlerini başlamıştı. Ömer Seyfettin’in 1911 yılında yayımladı. Bu eserlerinde Türk halkının Genç Kalemler dergisinde yayınladığı “Yeni yaşadığı acı, ıstırap ve işkenceleri aktaran Lisan” başlıklı yazısında dile getirdiği dilde yazar Türk askerinin-halkının kahraman, sadeleşme hareketi ve şuurlu bir Türk dili fedakâr ve yurtsever yönlerini vurguladı. ihtiyacı, edebiyatın ve hayatın her sahasında Cumhuriyet’in kuruluşunu takip eden bu milliyet şuurunun yayılmasını sağladı. yıllar Aka Gündüz’ün yazarlık hayatının en Türkçülük akımının yayılmasında Genç önemli dönemi oldu. Gazetelerde tefrika Kalemler’de ve çeşitli dergilerde dile edilen romanları da şöhretini daha da getirilen düşüncelerin büyük rolü artırdı. vardı. II. Meşrutiyet sonrası Türkçülük akımının ateşli “Aka Gündüz’ün “Eğer şehit olmayıp savunucularından olan romanlarının millî memlekete varırsan Aka Gündüz de asıl sevineceğim, fakat kum bilinç ve siyasetle ilgili çöllerinde devlet millet şöhretini millî özellikleri dışında uğrunda Rabb’ine kavuşursan edebiyat cereyanına bugün bile dünyalar benim olacak... Ah katıldıktan sonra aşılamamış nice oğul, cenk et, yaralan şehit ol, kazanmıştı. 1923’ten sosyal meseleleri ama bir lahza aklından önce yayımladığı işlemiş olması çok devletini, milletini çıkarma! eserlerinde, daha çok, önemlidir. Bütün Ben hepsine razıyım...” Türk Kalbi Türklük duygusuyla yazılarına hâkim olan Rumeli’de düşman elinde heyecanlı hitabet üslûbu kalan Türk toprakları karşısında roman ve hikâyelerinde de duyduğu ıstırabı, bir avuç Türk’ün bu görülür. Fikirlerinin zamanla daha topraklarda verdiği kahramanca mücadeleyi belirmesi ve savaş günlerinin cephe dile getirmişti. gerisindeki tahribatının boyutlarını Aka Gündüz de Cumhuriyet döneminde yakından tanıması, Cumhuriyet’in ilk yazdığı eserlerinde Mustafa Kemal Atatürk yıllarında hayat karşısında hazırlıklı ve İsmet Paşa gibi devrin büyük tarihî olmayan ve bu yüzden istismara açık çocuk şahsiyetlerine yer vererek topluma millî ve kadınların kurtarılması konularını bilinç ve vatan sevgisi aşılamak istedi. eserlerinde çok işlemiş, hayatında bir defa Tanzimatla birlikte başlayan “Sanat toplum suç işleyenlerin kurtarılabileceğine içindir” anlayışıyla, Türk toplumundaki inanarak somut teklifler ileri sürmüştür.” 1 siyasî, sosyal, ahlâkî yozlaşmaları eleştiren yazar, olumsuz tiplerin karşısına modern Aka gündüz Ömer Seyfettin' in kendisini düşünceyi ilke edinen dürüst, çalışkan, yazmaya teşvik ettiğini açıkladığı erdemli bürokrat, siyasetçi ve yurttaş tipler oluşturdu. Eserlerinde yarattığı ideal kişileri 1 topluma model olarak sundu. İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyete (1839-1923), Dergah Yay., İstanbul Cumhuriyet’ten sonra Millî Mücadele’yi 2007, s. 437-438.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
konuşmada, kendisini milliyetçi edenin sevdiği bir Bulgar kızı olduğunu söyler: "Bir gün herkes çay kenarında toplanmış havaya bakıyordu. Sevgilimle beraber biz de gittik. ‘Ne var?’ dedik. ‘Gündüz, havada bir yıldız görünüyor’ dediler. Güzel Bulgar kızı ellerini çırparak oh, oh; diye sevindi. ‘Neye seviniyorsun?’, dedim. ‘Ben mi?’,dedi, ‘Ne zaman güpegündüz havada bir yıldız görünmüşse, çok sürmez Türklerin başına bir felaket gelir. Ona seviniyorum’... O anda yıldız bütün cüssesi ile, bütün ateşten savleti ile beynime indi ve o saniyeden itibaren Osmanlılıktan Türklüğe avdet ettim." 2 Bu olayı Ömer Seyfettin' e anlattığında, Ömer Seyfettin, onu hikaye halinde yazmasını söylemiştir. Ne yazık ki bu hikayeyi, gönderdikleri irtika basmamıştır. Daha sonra Ömer Seyfettin “Nakarat” adlı hikayesinin konusunu Aka Gündüz' ün bu macerasından almıştır.
geçişin yaşandığı dönemdir. Bu dönemde toplum savaşlar dolayısıyla büyük sarsıntılar geçirmiş, değerlerde önemli yozlaşma ve çözülmeler olmuştur. Yaşadığı dönemin meselelerini dikkatle izleyen Aka Gündüz, bu meseleleri sadece tespit etmekle kalmaz, çözüm tekliflerinde de bulunmuştur. Mağdur kadın ve çocukların sorunlarına eğilir ve onlar adına çözümler üretmiştir. Aka Gündüz’ün eserleri estetik açıdan çok fazla değer taşımamakla birlikte, yazıldığı dönemi canlı bir şekilde yansıtması bakımından önemlidir. Gerçekleştirilen inkılâpların toplum üzerinde tesirli olması için edebiyattan yararlanan yazar roman, hikâye ve tiyatrolarında bu inkılâpların ana fikirlerini işleyerek onları toplumun belleğine yerleştirmiştir.
Kaynak:
GÜNEŞ Mehmet, “AKA GÜNDÜZ’ÜN ROMAN, HİKÂYE
ve TİYATROLARINDA SOSYAL MESELELER (1909-1958)” DOKTORA TEZİ, İstanbul, 2009
Aka Gündüz’ün yaşadığı dönem bir devletin yıkıldığı, yeni bir devletin kurulduğu, imparatorluktan milli devlete 2
Mecdi Sadrettin, Sevdiklerimiz 1, İstanbul Milliyet mat. 1929 s.43- 44
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Popüler Romandan Sinemaya:
Tuğçe Erkol
AKA GÜNDÜZ Aka Gündüz’ün romanlarının çok okunmasındaki en önemli sebeplerden biri, bizi anlatıyor olmasıdır. Yaşadığı dönemi gözlemleyip gerçeği olduğu gibi aktaran yazarımız savaş sonrasındaki yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nde çokça rastlayabileceğimiz türden konulara yer vermiştir. -
Fakirlik Fuhşa sürüklenmiş kadınlar Dağılmaya yüz tutmuş aileler Erkek baskısı Sosyal statüleri farklı olan gençlerin aşkı Hapislik Çok zenginlik Ülkenin eğitim durumu Boşanma Yetimlik Tecavüz Dini nikah ve resmi nikah çatışması Dayak Yanlış batılılaşmışlık Üveylik Lüks hayat özlemi Ahlaki bozukluk romanlarında sıkça rastlayabileceğimiz yan konular veya temel konular arasına giriyor. Aka Gündüz’ün romanlarını popüler romanlar olarak adlandırıyoruz. Popüler kelime anlamıyla halkın zevkine uygun, halk tarafından tutulan herkesin tanıdığı bildiği demektir. Ayrıca kelime anlamının dışında çok farklı anlamları da barındırıyor popüler kelimesi. Sanattan ziyade pazarlama ve tüketim alanında kullanılan bir terimdir. Popüler olan moda
olandır. Dolayısıyla çok satandır. Aka Gündüz’ün hayatını kazanmak için yaptığı başka bir şey yoktur. O bir yazardır. Mesleğidir bu. Bu yüzden de ne kadar çok yazarsa o kadar çok kazanacaktır. Hal böyle olunca yazarın daha üretken olabilmesi için tanıdık konulara yönelmesi gerekiyordu ki Aka Gündüz de bu yüzden bizi, bize anlatmayı tercih etmiştir. 1958’de hayata gözlerini yuman Aka Gündüz, ölümünden sekiz yıl önce eserlerinin popülaritesini biraz olsun arttırabilecek bir çalışmanın içine girer. Daha doğrusu onu ve eserlerini tanıyan, bilen film yapım şirketleri ona bir teklif götürür. Bizi anlattığı eserleri, film haline getirilecektir. 1950’de senaryolaştırılan ilk eseri seyircisiyle buluştu. Sezer Sezin, Kenan Artun ve Orhon Murat Arıburnu’nun başrollerini paylaştığı film II. Abdülhamit döneminde II. Meşrutiyet öncesinde geçer. Padişaha muhalif olan paşalardan birinin kızı olan Ayşesin ile nişanlısı olan Kerim ve Zaptiye subayı Fettah arasında geçen aşk ve intikam öyküsünü konu alır. 1952’de aynı adlı romanından uyarlanan İki Süngü Arasında adlı romanı sinemaya yansır. Emine adlı genç kızın hapishaneye girip, oradan çıkmamak için sürekli olay çıkartması ve daha sonra
bir doktorla tanışıp hayatının değişmesini konu alır eser. Filmin oyuncu kadrosunda Hümaşah Hican ve Sadri Alışık başrol olarak yer alır. 1973’te filmin ikinci bir versiyonu daha çekilir. Murat Soydan ve Zeynep Aksu vardır bu defa başrolde. Aka Gündüz’ün hayatını kaybettiği sene yani 1958’de bir eseri daha sinemaya uyarlanır: Bir Şoförün Gizli Defteri. Eşref Kolçak ve Çolpan İlhan’ın başrollerini paylaştığı filmde sosyal statü bakımından birbirine denk olmayan gençlerin aşkı anlatılır. Eşref Kolçak evin şoförüdür ve paşa konağında çalışmaktadır. Çalıştığı konağın kızı olan Çolpan İlhan’a aşık olur ve olaylar bu aşk çizgisinde ilerler. Bu filmin ikinci bir versiyonu da 1967’de çekilmiştir. Onda da Cüneyt Arkın ve Sema Özcan başroldedir. 1959’da bir diğer uyarlama gelir: Üç Kızın Hikayesi. Muhterem Nur, Leyla Sayar ve Sema Pakiş’in yanı sıra oyuncu kadrosunda Ekrem Bora ve Salih Tozan’ın da bulunduğu filmde İstanbul Kız Lisesi’nden arkadaş olan 3 genç kızın ortak kaderleri konu alınmıştır. 1962’de Dikmen Yıldızı adlı film aynı romandan uyarlanır. İzmir’in işgali üzerine Ankara’ya gelirken havacı bir pilotla tanışan Yıldız’ın öyküsü, Kurtuluş Savaşı atmosferinde anlatılır. Türkan
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Şoray ve Önder Somer filmin başrollerini paylaşır. 1967 ve 1971 yıllarında iki defa sinemaya uyarlanan Üvey Ana’da iftiraya uğradıktan sonra kocası tarafından terk edilip alkol batağına saplanan bir kadının öyküsü anlatılır. İlk filmde Hülya Koçyiğit ve Ekrem Bora; ikinci filmde ise Zeynep Aksu, Fatma Karanfil, Sadri Alışık ve Fikret Hakan vardır. İkinci film, ilkine göre çok daha başarılı olmuştur. 1972’de yapılan 9. Antalya Film Şenliği’nden 3 ödülle dönmüştür. Son olarak da 1974’te sinemaya uyarlanan Yayla Kızı’nı görüyoruz. Başrollerinde Zeynep Değirmencioğlu, Suzan Avcı ve Mahir Ünsal’ın bulunduğu filmin konusu Koramaz köyünde yaşayan babası yıllar önce ölmüş, hasta ve yatalak annesine bakmak zorunda olan bir genç kızın köyde dilenci sanılarak aşağılanmasını gururuna
yediremeyip Ankara’ya çalışmaya gitmesini ve orada hayırsever bir şarkıcıya dönüşüp köyüne bir hastahane yaptırmasıdır. Aka Gündüz’ün romanları her zaman insanın başına gelebilecek konuları yansıtıyor. Bu nedenle romanları, yazıldığı dönemden çok sonra bile rahatlıkla sinemaya ya da diğer sanat dallarına aktarılabilecek niteliktedir. Aktarıldığı sanat dallarında da gene aynı şekilde ilgi bulacaktır. Çünkü o yaşadığı dönemin koşullarında bizi, bize, başarıyla ve doğrulukla anlatabilmiştir. Aka Gündüz, eserlerinde edebi bir derinlik olmasa da bizi, bize anlatmadaki başarısından dolayı edebiyat tarihindeki yerini almıştır. Ancak şu da unutulmamalıdır ki onun edebi başarısı sadece bundan kaynaklanmaz. Genç Kalemler Hareketi içindeki dil görüşleri ve sadeleşme çalışmaları da onun edebi hayatındaki mihenk taşlarındandır.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kadınlar ve Aka Gündüz
Işık Selin Orhuntaş
yazarlar fazla gecikmemişlerdi. Romanlarında kadınları sosyal hayata yerleştirenden biri de Aka Gündüz olmuştur. Onun romanlarında genelde ana kahramanlar hep kadındır. Çoğunluğu ise ahlaki açıdan düşmüş ve bir şekilde fuhşa sürüklenmiştir. Yani bir kadının düşebileceği en aşağı duruma düşmüştür. Aka Gündüz’ün mesleği yazarlıktı. Yani kitap yazmak dışında para kazanabileceği bir mesleği yoktu. Aynı günümüz popüler romancısı Ahmet Ümit gibi. Ahmet Ümit ile Aka Gündüz’ü bir tutmam size şaşırtıcı hatta alakasız gelebilir. Romanlardan para kazanmak dışında bir iki ortak noktaları Türkçülük akımı ile beraber “kadın” daha var, onun dışında farklı edebiyat sorunu gündeme geldi. Bu akıma mensup anlayışlarına sahipler. Aka Gündüz edebiyatçılar kadının sosyal hayattaki yeri toplumsal olaylara dikkat çekmek amacıyla hakkında düşüncelerini yazılarında dile kadın kahramanlarına kötü getirdiler. Kuşkusuz kadın sosyal sonlar yazar. Kadınlar fuhuş hayatta olmalıydı. Bunun için batağına sürüklenmese de kadın evden çıkmalıydı . Bir dönem “Kadın” bile kokainden ölebilir. Ama nasıl? Hikayelerde dergisinde Seniha Bunları yapmasının bile kadınlar evlerde Hikmet takma adıyla sebebi hem kendine tasvir ediliyordu. Evlerde yazılarını yayımlamıştır. edindiği görev olarak olmasa bile okulda ya da dikkat çekmek hem Yazdıkları aynı bir sokakta. Kadının başka de rahatça çözüm alternatifi yoktu sanki. kadının kaleminden önerisi sunabilmektir. Çalışan kadın ya da çıkmış gibidir. Bilinçlendirme çabaları mesleğini icra eden kadın ne kadar başarılı oldu çok azdı. Kuşkusuz bunda bilinmez ama sunduğu öneriler Osmanlı toplumunun yaşayış dikkate değerdir. Düşmüş kadınlara acımak tarzının da etkisi vardı. Cumhuriyetin yerine onlara yardım etmek gerektiği ilanından sonra da kadınların sosyal bunlardan ilkidir. Bireysel yardım elbette hayatta yer alması uzun sürmüştü. Fakat yeterli değildir. Bunun için kadının devlet eserlerinde kadınları farklı mesleklerle ya tarafından korunması gerekir. Kadın da farklı sosyal durumlarda tasvir eden
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
sığınma evlerinin koruma amacı güttüğü kadar tekrar topluma kazanma amacı da olmalı. “Bu Toprağın Kızları” eserinde bulunan ‘küçük fabrika’ buna örnektir.
romancısı Ahmet Ümit de benzer bir yol izlemiştir. Bab-ı Esrar romanında ana karakter kadındır. Kahraman karşı cins olmasına rağmen yazar konuşmaları ustalıkla işlediği gibi onun iç dünyasını da başarıyla yansıtır.
Yazar, kadının yıllarca sessiz kaldığı devlet yönetiminin çöküş yıllarına şahit olmuştur. Geniş halk kitlelerini Romanlarında düşünerek yazan Aka Yaşadığı dönemin anlattıkları çöküş Gündüz, diğer Türkçü meselelerini dikkatle izleyen yıllarından arta yazarlar gibi yeni bir Aka Gündüz, bu meseleleri kalanlar, yani kadın modeli çizer. sadece tespit etmekle gerçeklerdir. Eski yapıyı kalmaz, çözüm tekliflerinde Değişen yaşamı eleştirir. Kadınlara halka anlatma geniş yer verdiği de bulunur. Mağdur kadın ve görevi bir nevi eserlerinde ‘kadın çocukların sorunlarına eğilir dönemin aydınları haklarını’ da ve onlar adına çözümler sayıldığı savunur. Kadın ile üretir. romancılara erkeğin eşit olması, düşmüştür. Bu süreçte kadının okula gidip Aka Gündüz üzerine düşen topluma karışacağı ve hatta görevi elinden gelenin fazlasıyla boşanabileceğini gösterir. yapmıştır. Öyle ki bir dönem “Kadın” Sunduğu çözüm önerileriyle ve yaşadığı dergisinde Seniha Hikmet takma adıyla dönemin çok ötesindeki bakış açısıyla kadın yazılarını yayımlamıştır. Yazdıkları aynı bir meselesine farklı bir yorum getirmiştir. Bu kadının kaleminden çıkmış gibidir. Şüphesiz sebeplerden dolayı ilk sayılabilir. bu davranışın sebebi kadınları yazarlığa özendirmek ve yıllarca itelenmiş kadınlığı ön plana çıkartmaktı. Günümüz popüler
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Aka Gündüz’ün Silahı: Mizah
T
ürk halkının geçmişten günümüze değin mizah anlayışı oldukça güçlüdür. Genellikle sözlü edebiyat ürünleri içerisinde gelişen mizah, fıkralarla dilden dile yayılmıştır. Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekri Mustafa, Bektaşi gibi mizah tiplerinin etrafında dönem fıkralar günümüze kadar gelmiş, yazıya geçirilmiş hatta örnekleri daha da arttırılmıştır. Öte yandan geleneksel halk oyunlarımız da meddah, Karagöz ve orta oyunu olmak üzere üç ayrı koldan devam etmiştir. Bu geleneksel oyunlarımızda da güldürü unsuru ve mizah bol kepçe olarak kullanılmıştır. Tanzimat Fermanı’nın ilanı bize tamamen bir farklılaşma getirmiş; sosyal, siyasal ve kültürel alanda olmak üzere birçok yenilik yaşatmıştır. Bu yeniliklerden biri de öncelikli olarak ilk gazetenin çıkarılmasıdır. İlk gazetenin ardından gazete iyice yayılmış, genelden özele doğru bir konu sınırlaması bile yapılmış ve gazete türü dergiye doğru yolculuğuna devam etmiştir. İlk dergilerin ardından Theodor Kasap ilk Türkçe mizah dergisini, Diyojen’i çıkarmaya başlamıştır.
Tuğçe Erkol
Tanzimat’ın ardından gelen Servet-i Fünuna geçiş döneminde de en önemli mizah yazarlarından biri Hüseyin Rahmi olmuştur. Onun kaleme aldığı popüler romanların içinde mizah unsuru mutlaka kullanılmıştır. İnler, cinler, hurafeler, geleneksel Türk tiyatrosundaki tiplere benzer tipler ve batılılaşmayı yanlış anladığı için komik duruma düşen kişiler sayesinde güldürü unsuru sağlanmıştır. Yine bu dönemde Ahmed Rasim gazete ve dergi yazılarında eleştiri yaparken mizahı kullanmıştır. II. Meşrutiyet Dönemi’nde romanlara, dergi ve gazete yazılarına ek olarak mizah dergileri çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi Ali Fuat Bey tarafından çıkarılan Karagöz olarak kabul edilmiştir. Diyojen’le başlayan mizah geleneği bu dergiyle devam eder. Karagöz’deki tiplerin dönemdeki temsilcileri incelenmiş, toplumsal ve siyasal olaylar Karagöz’deki tipler üzerinden komikleştirilerek işlenmiştir. Derginin en önemli yazarlarından biri ise Aka Gündüz’dür. Aka Gündüz, gerek popüler romanlarından gerek gazete ve dergi yazılarından geçimini sağlayan bir yazar olduğu için kolay bir şekilde ve çok sayıda eser vermiştir. Ancak çok başarılı bir yazar olmasa da toplumu ve toplumun içinde bulunduğu durumları, dönemin sosyal ve siyasal yapısını başarılı bir şekilde gözler önüne sermesiyle bir yere gelir. Aka Gündüz, Karagöz adlı bu dergide yazdığı mizahi yazılarda yerine göre ince bir mizah çizgisinde ilerlemiş, yeri geldiğinde de abartmadan eleştirisini esprili bir dille yapmıştır. Karagöz dergisi Mütareke ve Kurtuluş Savaşı Yılları’nda da yayın hayatına devam etmiştir. Uzun bir zaman boyunca yayın hayatına devam
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
etmesi nedeniyle de Türk mizah tarihi açısından önemli eserler arasına girmiştir. Geniş bir yazar kadrosu olan dergi bu yıllar arasında Kuva-yı Milliye yanlısı bir siyasi mizah çizgisi üzerinden yayın hayatına devam etmiştir.
1923’te ilan edilen Cumhuriyet’ten sonra başlayan Cumhuriyet Dönemi Edebiyatımız içinde de Karagöz dergisi yayın hayatına devam etmiştir ve gene kendi alanında başarılı yayınlar içinde olmuştur. Aka Gündüz bu dönemde de eserlerinde mizahı elden bırakmamıştır. Cumhuriyet’in ilanıyla gelen modernleşmenin halk arasında yanlış anlaşılması onun eserlerinde yer yer mizahi unsurlarla gözler önüne serilmiştir. Aka Gündüz’ün geçimini yazarlığı sayesinde sağlayabilen bir yazar olduğu için farklı farklı gazete ve dergilerde yazmıştır. Karagöz dergisine yazdığı mizahi yazılarının yanı sıra bir de mizah dergisi çıkarmıştır. Alay dergisi, Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen mizah dergilerinden biridir. Recaizade Mahmut Ekrem’in oğlu ile Aka Gündüz tarafından çıkarılmıştır. 10 Ocak 1920 - 7 Nisan 1920
tarihleri arasında üç aylık bir ömrü olan dergi haftalık bir dergidir. On iki sayı çıkarmıştır. Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra Atatürk, bazı yazar ve aydınları yanına Ankara’ya çağırır. Amacı Anadolu’daki halka ulaşıp onların desteğini istemek ve biraz da davetlileriyle fikir alışverişi yapmaktır. Atatürk’ün bu nedenle davet mektubu gönderdiği isimlerden birisi de Aka Gündüz’dür. Aka Gündüz, bu mektubu aldıktan sonra Anadolu’ya geçer ve elinden geldiğince de Atatürk’ün yanında olur. Aka Gündüz, Anadolu’da olduğu dönemde de edebi faaliyetlerine devam eder. Burada bir mizah dergisi çıkarır: Anadolu’da Peyam-ı Sabah. Derginin yayın yaşamı bir yıldır. 1921-1922 yılları arasında faaliyet gösterir. Anadolu’da Peyam-ı Sabah dergisinde bu defa bir de amacı vardır: Kurtuluş Savaşı’na muhalif yayınlar yapan İstanbul Hükümeti’ne çalışan basınla, “Peyam-ı Sabah” ile alay etmek. Mihran Efendi'nin çıkardığı Sabah gazetesi, İttihat ve Terakki yönetimine karşı yıllarca sert bir muhalefet yürüten Peyam gazetesiyle birleşmişti. Onların yazdıklarını gerekçeleriyle reddetmek ve onların ithamlarına cevap vermek... Tabii ki bunu yaparken de mizah onun silahı olacaktır. Mizahı kullanarak yapabildiği kadar insanları desteğe davet eder, üstlerine püskürtülen ateşi geri çevirir. Ankara Hükümeti’ne savaş açan tek mizahi dergi Refik Halit’in çıkardığı Aydede olmuştur. Doksan sayı yayımlanmıştır. Özellikle de Refik Halit’in yazılarına cevap vermek için Peyam-ı Sabah yayın hayatınca kullanılmıştır. Aka Gündüz gerek gazete ve dergiler için yazdığı yazılarında, gerek çıkardığı dergilerde ve yazdığı romanlarda mutlaka mizahtan yararlanmıştır. Yoğunluğu az ya da çok fark etmez muhakkak onda bir mizah vardır. İnsanları tipleştirme, ithamları “ti”ye alma, toplumdaki bozuklukları eleştirme ve popüler romanlarındaki güldürü unsurlarında mizah muhakkak yer edinmiştir.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
OTLAKÇI Uzaklardan bir ses "Dur" dedi Otlakçı'ya, "Duramam" dedi otlakçı yolum Habeşistan'a. Otlakçı gitti durmadan önünde uçsuz bir derya, Kokladı tuzlu toprağı, sanki her yer ekinezya. Uzun yollar yürüdü, saplandı balçıklara, Yürüdü zühre ile, dokundu yedi kat semaya. Azrail'e haber saldı uğrama bi süre buraya, Masiva'ya ulaşmadım daha bu topraklarda. Bir ayaz vakti bir berduş yaklaştı yanına, "Susamadın mı" dedi Otlakçı bu kuraklıkta, Otlakçı cevap verdi "Suskunluk zemzem oldu boğazıma". Sessizce yaklaştı bir pınarın yanına, Pınarlar anlattı, Otlakçı duydukça döndü şaşkına, Bildiklerini unuttu, bilmedikleriyle devam etti yoluna. Yolun sonuna doğru bir yılan yaklaştı yanına, "Korkmaz mısın" dedi her taraf paramparça, Otlakçı cevap verdi "Korkum firar etmiş, kalbim onu aramakta". Bir dağa yaklaştı Otlakçı, dağın başı ağarmakta, Dağa anlattı derdini, anlattıkları yol oldu kayalıklara, Kayalıklardan ulaştı tohuma, ağaca, yağmura, Oradan da karıştı sonsuzluğa.
Sema KESER
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
UÇMAĞA ERKEN Benim dağlarımda çiçekler açmaz Çünkü sen ezdin onları. Bebekler ağlamayı öğrenir doğmadan Anneleri kesilir sütten Bir çocuğun yeşil gözlerinden taşar Babasının al bayrağa sarılmış naaşı Benim dağlarımda. Yalnız benim dağlarımdan koşar Cennete doğru kara postallar. Öyle ya kibritinin kıvılcımı, Belki ağlatır beni, belki kanarım Yas tutarım, taşları çiğnerim belki. Doğru ya senin yok bir adın Benim şanım, şerefim var. Senin mazin yok, benim tarihim var. Söyletme suratına ruhumun neferini Çünkü orada sonsuz cehennem ateşin var. BEGÜM ÇALIŞKAN
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir Eleştirinin Eleştirisi
Mehmet Altınova
Birçok yazar, yazdığı eserin ön sözünde okuyucunun kendini eleştirme hakkının olduğunu vurgular. Aslına bakacak olursak yazarın bunu söyleme zorunluluğu yoktur fakat söylemese dahi her okuyucu eleştirme hakkına kitabı okumaya başladıktan sonra sahiptir. Şayet yazar bunu ön sözünde belirtirse yazarın kendine olan güvenini okuyucu görür ve esere daha farklı bir gözle bakar. Eleştiri dediğimiz zaman Türk edebiyatının ünlü simalarından Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Bize edebiyat münekkitsiz geldi." sözü hatırlarımıza gelir. Gerçekten de biz, günümüzde olduğu gibi eleştiriyi yanlış anlıyoruz ve her eleştiri yapana eleştirmen gözüyle bakıyoruz. Bu da eleştiriyi bir tür olarak değil de alelade söylenen/yazılan değersiz bir söz olarak görmemize neden oluyor.
Eski Latin şairi Horatius, kendi eserlerinden birine şöyle hitap eder:"Haydi, git; halkın içine karış; artık, sen, benim malım değilsin!" Bu söz yazarın yazısını yazıp toplumla buluşturduğu zamandan itibaren artık eserin kendisine değil, topluma ait olduğunu vurgular. Bu sebeple okuyucu gerek maddi gerek manevi yönden bir şeyler sarf ederek onu değerlendirme hakkına sahiptir.
Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil, İskender Pala'nın Şah ve Sultan adlı romanına bir vakitler eleştiri yazısı kaleme almıştı. Ben de hocanın yaptığı eleştiriyi, eleştiri kurallarına uygunluk açısından bakarak değerlendirmeye çalıştım. Yazıyı bana arkadaşım okutmuştu. Başından sonuna kadar hitamkar olan bu karmaşık yazıyı okumakta güçlük çektim. Birkaç sayfa edecek yazıyı birkaç günde okuyabildim. Yazı, Ahmet Hocanın Fuzuli'nin bir şiirini yanlış yorumlamasıyla başlar. Daha sonra, romanın bölümlerinden parçalar vererek roman hakkındaki bazı eleştirilerini tarihi gerçekler olarak zannettiği kıstaslara göre yorumlayarak yazmaya devam eder. Bu eleştiriler tamamen belli bir ideolojik perspektiften bakılarak yazılmıştır. Bu perspektif Ahmet Hoca'nın yetişme ortamına ve üniversite tahsilinin dışında eğitim aldığı hocalardan gelmektedir.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
benim haddim değildir, haddimse bile yazımın konusu değildir. Benim değinmek istediğim nokta iki akademisyenin tartışmasında Ahmet Şimşirligil'in takındığı tavır ve yaptığı eleştirinin metodolojisine aykırılığıdır. Birincisi edebiyat bilmeden bir eser eleştirisi yapmasıdır. Bilindiği üzere tarihi romanlarda tarihi gerçekleri değiştirmediği müddetçe her yazarın kurguda değişiklikler yapma tasarrufu vardır.
Bu hocaların simalarını hocanın adını ve soyadını yazıp ‘google görseller’den aratarak öğrenebilirsiniz. Tarih duayenlerinden üstad Prof.Dr. Halil İnalcık'ın "...tarihçilerimiz edebiyat bilmiyorlar." sözü tam da bu duruma uymaktadır. Sevgilinin kirpiği oka benzetilmesini gerçek mızrak olarak anlayan zihniyetin bir romanı değerlendirmesi sanata yapılmış en büyük darbedir. Belgeler ışığında ve sanata dökülmüş bir eser, herhangi bir tarihi vakayı Türk insanına öğretmede en önemli araçtır. Batılıların Superman'ı, Batman'ı bizdeki Barbaros'un, Battal'ın olması gereken yerde, çocuklarımızın gönlünde yer etmiştir, maalesef. Bunun başlıca sebebi, bunların edebi eserlere iyi bir şekilde yansıtılmamış olmasıdır. En iyi şekilde yansıtanlara veyahut amaçları Türk kahramanı oluşturmaya çalışan kişilere karşı çıkan eleştirmenler, hiçbir saygı göstermeksizin en ağır ve asılsız eleştirileri yapmaktadır. Bundan dolayı da bu amaç yeterince gerçekleşememektedir. Modern eleştiri bilindiği gibi belli bir metodolojiye göre yapılmaktadır. Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil'in tarih metodolojilerini konu aldığı eseri olsa da edebiyatın eleştiri metodolojisinden maalesef habersizdir. Bu da yukarıda Halil Hoca'nın da ifade ettiğini bir gerçek olarak görmemizi sağlamaktadır. Ahmet Hoca'nın söylediği yanlışları söylemek
Nitekim romana baktığımızda bu kurgunun tarihin gerçekliğine zarar verecek herhangi bir olumsuz sonucu yoktur. Kullanılan kelimeler ve işleyiş postmodernist bir akımla kaleme alınmış ve iki kahraman üzerinden konu işlenmiştir. Bölümlerin başına hale uygun beyitler verilerek Selimi ve Hatayi arasında sanatsal bir savaşın da olduğunu göstererek kurgunun içine ayrı bir zıt unsur da eklenmiştir. Ahmet Şimşirgil'in eleştirinin başında yaptığı gibi yanlış bir beyit seçimi yapılmamış ve yazar, edebiyat hocalığını da kullanmayı bilmiştir.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Eleştirmen, eleştiride yazarın sürekli hocalık kimliğini kullanmaktadır. Bu nedenle yazıda "Prof.Dr." ifadesi sürekli geçmektedir. Fakat yazar, gerek okuyucuya samimi gelmesi bakımından gerekse kendisini roman yazarken bir hoca edasıyla değil okuyucuya ulaşmak isteyen bir "yazar" olarak değerlendirdiği için, bu ünvanı kullanabilme olanağı varken kullanmamayı tercih eder. Bu uygulama, ona kurguyu bir akademisyen kimliği ile değil, bir yazar kimliği ile oluşturduğunu belirtir ve kurgu için daha imkanlarının olmasını sağlar. Eleştirmenin öncelikle eleştireceği eser hakkında geniş bir malumata ve eleştiri türü ile ilgili geniş bir bilgi birikimine sahip olması gerekmektedir. İlimsiz eleştiri olmaz. Bu eleştiriye baktığımızda tarihi birikimine bakıp devlet, Ahmet Hocaya bazı ünvanlar verse de edebi bakımından zayıf bir bilgi birikimine sahip olmasından dolayı eleştiri zayıf kalmıştır. Bir roman eleştirilecekse eleştirmenin de belli bir edebi zevki olması gerekmektedir. İyi bir eleştiri metni ancak bu şekilde ortaya çıkar. Ama eleştirinin bütününe baktığımız zaman eleştirmenin kendine ait bir edebi zevki yoktur. Yukarıda da ifade ettiğim üzere bu edebi zevki eleştirmen başka kişilerden almıştır. Ahmet Hoca'nın eleştirisindeki bir eksik yan da şüphesiz eleştirinin amacından bütünüyle sapılmasıdır. Eleştirinin -bilindiği gibi- yıkıcı değil yapıcı olması gerekmektedir. Eleştiri yapılan kitabın yazarı, eleştirmenin ele aldığı konuları değerlendirmelerinden kendine bir şeyler bulabilmelidir. Eleştiri metnine baktığımızda herhangi bir öneri vesaire olmadığı gibi eleştiri hakaret noktasına kadar maalesef varmıştır. Toplumu şekillendirmek için eğitmenlik görevini üstlenen birinin böylesine hakaret dolu cümleleri kurması ahlaki düşüklüğün bir göstergesi olmuştur.
Belki de eleştiride en fazla göze çarpan taraf, Ahmet Şimşirgil'in kitabı eleştirmeyi bırakıp kendi ifadesiyle İskender Pala'nın televizyonlarda sürekli boy göstermesini anlattığı paragraftır. Bunun kitapla hiçbir alakası olmadığını her okuyucu anlamaktadır. Bu cümle ile eleştirinin "esere dönük" bir eleştiri değil de "yazarı kötüye çıkarmak" için yapılan bir eleştiri olduğunu daha rahat anlarız. İskender Pala’nın amacı boy göstermek değildir bilakis kendisi bir vakitler bizim dergimizin de adını taşıyan bir programı hazırlayıp sunmuştur. Ahmet Şimşirgil de Cine5 kanalında aynı işi bir zamanlar yapmıştır. Her eleştirmen bir eseri incelemeden önce kendine belli sınırlar çizer ve bu sınırlar minvalinde eleştiri yapar. Sanıyorum, Ahmet Şimşirgil bu eserinde yazarı kötüleme, hitamkar cümleler kurma, dayanak noktası oluşturmama, patronunun sözünü dinleme gibi birtakım normlar oluşturmuş ve buna göre eleştiriyi kaleme almış. Yoksa başka türlü böyle bir eleştiri kaleme alınamazdı. İnternetten araştırılacak olursa videoda kendisi "Eğer İskender Pala bunları kanıtlarsa Profesörlük diplomamı yırtarım." ifadelerini kullanmış nitekim akabinde yazar bunları canlı yayında kanıtlamış ve ondan sonra ses seda kesilmiştir. Kendisi de yazar olan ve Türk tarihine hizmetleri azımsanmayacak kadar yüksek olan bir hocanın sırf ideolojik bazı meselelerden ve hocasının kitabı beğenmemesinden olacak ki bu edebi yanı bulunmayan sözcükler bütününü sarf etmiştir. Dileyen okuyucular, Ahmet Şimşirgil’in kişisel internet sitesinde eleştirisinin tamamını okuyup kitapla mukayese edebilirler. Eminim son nokta olmayan eleştirimin doğruluğunu anlayacaksınız. * Tuğçe Erkol'a yardımlarından dolayı teşekkür ederim...
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
DEM Terk-i diyar eylesem gitsem ummana Doğayı seyr edip tefekküre dalsam Kalsam maviliklerde kuş misali uçsam Hep aynı demde yaşasam yaş alsam Ruhumun engin sularında uçurtmalar uçursam... Süleyman Erkut
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hilal Akarslan
JAPONLARIN YAZI MAKİNESİ:
HARUKİ MURAKAMİ
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Küçüklüğünden itibaren batı Kendisiyle tanışalı çok yazarlarının önemli fazla bir zaman olmadı. eserlerini okuyan yazar, Kitaplarıyla 4 senelik gençliğinde ise postmodern bir beraberliğimiz var. yazar Kurt Vonnegut ve Haruki’nin hayâl Riccard Brautigan’ın âlemine ‘İmkansızın oldukça etkisinde kalmıştır. Şarkısı’ ile misafir 1974 yılında, üniversiteyi olmaya başladım. bitirdikten sonra, eşiyle Sonra ‘Koşmasaydım birlikte ‘Peter Cat’ adında Yazamazdım’ ve ‘Sınırın bir caz bar açmış ve ilk romanı olan “Hear the Güneyinde Güneşin Wind Sing’’i barda boş Batısında’ adlı zamanlarında kaleme kitaplarıyla iyice almıştır. bağdaş kurdum kelimelerine, cümlelerine ve “Sadece herkesin özellikle okuduğu kitapları hayâllerine…
okursanız, sadece herkesin düşündüğü şeyleri düşünüyor olursunuz.”
Murakami 1949 yılında Japonya’nın Kyota şehrinde doğdu. İlk gençlik yıllarına kadar Kobe’de yaşayan Murakami’nin anne ve babası Japon edebiyat profesörüydüler. Ben onları ‘Edebiyat Ailesi’ olarak nitelendiriyorum. 1968 Tokyo Waseda Üniversitesinde Tiyatro eğitimine başladı.
Haruki, yaşadığı hayattan romana serpiştirmeyi seven bir yazar ve bar geçmişini romanlarına da aksettirmiştir. 1982 yılında ise hayatının kararını
vererek barını kapatmış ve sadece yazar olmak istemiştir. O günden bugüne durmadan yazıyor, durmadan… Editörlerinin ona ‘yeter artık, yazma, dur’ dediği bile söyleniyor. 2006 yılında çıkardığı ‘1Q84’ kitabı tam 1256 sayfa ve bir söylentiye göre editörlerinin yazma daha demesi üzerine kitabı bitirmiş. İşte bu yazma aşkı üzerine ben onu Japonya’nın “Yazı Makinesi” olarak adlandırdım. Bizim nasıl Ahmet Mithat’ımız varsa Japonya’nın da Haruki Murakami’si var. O kadar çok anlatacak hikâyesi var ki bu hikâyeleri sadece kendine saklamak istemiyor ve boyuna yazıyor. Hazır Türk edebiyatından bir benzetmeyle yazıma devam etmişken bir de Haruki’ye ‘Japonya’nın Orhan Pamuk’u denildiğini bilin isterim ayrıca Orhan Pamuk’un 2006’da Nobel aldığı zaman Haruki Murakami de Nobel’e aday olmuştur.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bir yelpazeye sahiptir ve kitaplarında birçok müzik aleti yer alır. Bu da bize, müziğin onun hayatında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Hayatının diğer vazgeçilmezi ise koşmaktır. Sabahın erken saatlerinde koşmaya başlar ve bu tutkusunu, ‘Koşmasaydım yazamazdım’ eserinde bizlere sunar. Haruki Murakami’nin eserlerinde Sürrealizmin keskin izleri vardır ve hikâyelerindeki rüyalar artık onun vazgeçilmezi olmuştur. Aslında baktığınızda Murakami’nin oldukça sade bir dili vardır. Hatta ilk kitabını okuduğumda ‘Bu kadar sadelik neden?’ diye düşündürmüştü beni. Bu onun tarzı; sadelik ve etkileyicilik... Murakami,1985 yılında “Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu” adlı romanını yazdı. Bu kitap çoğu eleştirmene göre onun en iyi kitabıydı. Kobe depreminden sonra da ‘Underground’ adlı kitabını kaleme aldı. Eserlerinde mutlaka müziğe yer verir. Cazdan klasik müziğe kadar geniş
Başucundan kitabını eksik etmediği Franz Kafka’nın adını 2002 yılında kaleme aldığı ‘Sahil de Kafka’ adlı kitabına verdi. Bu onun için büyük gurur kaynağıydı. Murakami bütün dünyanın tanıdığı ve eserlerinin 50’den fazla dile çevrildiği bir yazardır ve her ne kadar Nobel Edebiyat ödülünü alamasa da her yıl Nobel’in potansiyel adayıdır.
Son olarak Haruki’nin bir sözüyle yazıma son veriyorum:
''Sanki bedenim ikiye ayrılmış da birbiriyle kovalamaca oynuyor. İkisinin arasında kocaman bir sütun yükselmiş ve onlar da birbirlerini yakalamak için sürekli dönüyorlar o sütunun çevresinde. Her zaman bir başka parçam var, söylenmesi gereken sözleri bilen, ama onu bir türlü ele geçiremiyorum...” HARUKİ MURAKAMİ – İMKANSIZIN ŞARKISI
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Çantamda Yosunlaşmış, Telli, Yeşil Defter Mavi siyah çanta, Tepesinde gizli isim kazılı siyah kurşun kalem, Beyaz şapka... Vakti geldi. Göçebe yaşam tarzı Bir ergeni uzaklara sürükledi. Caddesinde geceleri, Ak zambakların parladığı bir şehir 19 yıl yürünerek bitirilen sokaklar Etti şairi esir. Nasihatlerin Kulaklarını paslandırdığı bir şair. Sınıfta yalnız kaldığında Tek dostu belki de tebeşir. Gitme sırası bende Sırtımdaki yosunlaşmış, telli yeşil defter şahidim. Aklımdan geçen tüm kelimeleri kiraya verdim. Dost bırakmadım ardımda Karşıma aldım rüzgarı Gitmek var kanımda, Düpedüz ettim yolları. Şehrin en uzak köşesini yürüyerek geçtim. Şiir ektim her yere Manzarası Topçam Dağları
Özleyeceğim anları: İnsanları, kaçanları, kovalayanları, saklananları, Oynananları, oynayanları... İlkokulda yağ satarım bal satarım Okul biter yazları simit, yağlı satarım Merak ederim geçmişi, Geleceğimi geçmişle tararım Sakallarım varla yok arasında Ayaklarım Yaptığım kaçma girişimlerinde aşındı aslında. Aşklarım başka başka olmasa da Keşkelerim geleceğe bir başkaldırı doğrultusunda. Kentlim, aykırı davranışlarıma aldırış etmedi. Yazdığım şiirler tek bir kuruş etmedi. Yetmedi insanların satırlarıma açtığı yaralar Yamalarım Doğduğum ve doyduğum yerdeki film şeridini Yürüyerek tamamlarım...
Muhammed Münzevî
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Her Yıl Bir Büyük Türk
Ayşe Bengisu AKDAĞ
Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık'a 100. Yıl Bilgi Şöleni “Dünyaca ünlü tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık adına 100. yaşı nedeniyle Uludağ Üniversitesi ev sahipliğinde "Bir Büyük Türk" Bilgi Şöleni gerçekleştirildi.” Geçtiğimiz sene üniversitede son senemizdi.(Daha doğrusu biz öyle sanıyorduk ) Öğrencilik hayatının son zamanlarını yaşadığımızın acı bilincindeydik. Mezun olmamıza az kala elimizde olan son boş vakitlerde birikimimizi ne kadar artırırsak kâr olacağını da biliyorduk. Nerede bir panel bir sempozyum varsa takip etmeye çalışıyor, konferans salonlarının kapısını aşındırıyorduk. Ve bir gün yine üniversitemizde düzenlenecek olan bir sempozyumun duyurusuyla heyecanlandık: “Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şölenleri” Ceketimizin yakalarını kaldırdığımız, avuçlarımızı sıkarak ceplerimize soktuğumuz havalar, petek önlerini kapatıp sohbet ettiğimiz günler gelmişti. Vizeleri henüz atlatmıştık. “Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şöleni”ne kalan günleri sayıyorduk. Her yıl düzenlenecek olan bu bilgi şöleninin ilki, ölümünün 100. Yılında Gaspıralı İsmail adına düzenleniyordu. 11-12 Aralık 2014 tarihlerinde iki gün boyunca süren bilgi şölenindeki bildirileri büyük bir ilgiyle, heyecanla takip etmiş, Zafer ve Neşe Karatay’ın Kırım belgesellerini izlemiş, Kırım’ın acısını yaşamıştık. Ve en önemlisi bitirişi Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun konferansını dinleyerek yapmıştık. Konferansın ardından Kırımoğlu ile kısa bir söyleşi yapabilme şansını da yakalamıştık. Ne yazık ki her güzel şeyin bittiği gibi bu iki güzel gün de bitivermişti ve 13 Aralık’tan itibaren yeni bir heyecan başlamıştı: “Önümüzdeki sene hangi büyük Türk adına bilgi şöleni olacak?”
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İşte geçtiğimiz hafta Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şölenleri’nin ikincisi Doğumunun 100. Yılında bilim dünyasının önemli isimlerinden birisi olan Prof. Dr. Halil İnalcık adına 2 - 3 Kasım 2015 tarihlerinde Uludağ Üniversitesi ile ortaklaşa olarak, Prof. Dr. M. Mete Cengiz Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Kırım’ın atasından Kırım’ın evladına... Bu sefer yüksek lisans öğrencisi olarak bilgi şölenine aynı heyecanla katıldım. Halil İnalcık’ı ve onun tarihi ilmini, Osmanlı tarihinin önemli konularını gün boyu süren oturumlarda, alanın önemli hocalarından dinleme, öğrenme şansını elde ettik. Sadece dinlemedik! Bu sempozyumda İncir Çekirdeği dergi ekibi olarak öncesinden duyurduğumuz üzere, gün boyu süren oturumları “Periscope” uygulaması üzerinden siz okurlarımıza canlı yayınla ilettik! Bu sayede etkinliğe katılamayan ama merak eden, dinlemek isteyen birçok takipçi de konferansı anbean yaşamış oldu... Ve bizler şimdiden önümüzdeki sene hangi büyük Türk’ün ele alınacağının heyecanlı bekleyişine girdik bile... Gerek bilgi şöleni boyunca canlı yayınlarımız esnasında, gerek ardından bize teşekkürlerini sunan bütün okuyucularımıza ilgilerinden dolayı bizler de teşekkür ediyoruz. Ne diyoruz; “Dilimize, kültürümüze incir çekirdeği kadar dahi olsa bir faydamız olması ümidiyle...”
Soldan sağa: Mehmet Altınova, Begüm Çalışkan, Sultan Demirtaş, Ayşe Bengisu Akdağ, Işık Selin Orhuntaş, Beyza Özkan, Tuğçe Erkol
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Dünya Kütüphaneleri Kübra Tarakçı Dünya üzerindeki ilginç kütüphaneler yazı dizisinde bu ay ki durağımız Stockholm Halk Kütüphanesi...
Stockholm... İsveç'in başkenti... Şehir, XIII. yüzyıldan beri bir İskandinavya kültür, siyaset, medya ve ekonomi merkezi. Yapıları, parkları, tarihî merkezleri, yeşil alanları ve eğitim merkezleriyle oldukça ileri bir Avrupa şehri. Bunun da etkisiyle İsveçliler dünyada en çok kitap okuyan milletler arasında gösterilmekte. Küçük yaştan itibaren çocuklarına okuma ve kütüphane kullanma alışkanlığı kazandırmak için büyük gayretler sarf ettikleri de bilinmekte. Belki de bu yüzden dünyanın en ilginç kütüphanelerinden birine sahip. İsveçli mimar Eric Gunnar Asplund tarafından tasarlanan ve 1928’de tamamlanan bu harika kütüphane İsveç’in açık raf sistemine sahip ilk kütüphanesi. Bu sistem kütüphane çalışanlarından yardım istemeye gerek kalmadan kitapları bulup alma imkanı sağlıyor.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kütüphane, 100’den fazla dilde 2 milyon civarı kitaba ve 2,4 milyon cd, kaset ve sesli kitaba ev sahipliği yapıyor. Burası kitapseverler için adeta bir "Düşler Diyarı". Kütüphane aynı zamanda ziyaretçilerine birçok olanak sağlamakta... Okuma - yazma workshopları organize eden görevliler, çeşitli dillerde, kadınlara ve çocuklara yönelik masal ve hikaye okuma etkinlikleri de yapmaktadır. Arapça, Çince, İspanyolca gibi farklı dillerin konuşulduğu "Dil Kafeleri" (Språkcafé) nin en ünlüsü İsveççedir. Göteborg kökenli SOM adlı araştırma enstitüsünün yaptığı bir çalışma, göçmen nüfusunun İsveçlilere kıyasla yüzde 11 oranında daha fazla kitap ödünç Stocholm Kütüphanesi’nde her yıl ‘Uluslararası Çocuk Kitapları Haftası’ düzenlenmektedir. Dünyanın değişik yerlerinden dört veya aldıkları ve kütüphaneyi daha çok kullandıklarını ortaya koymuş. beş çocuk kitap yazarı davet ediliyor. Hatta yıllar önce Türkiye’den Aynı araştırmaya göre, de çocuk kitap yazarları Ayla Çınaroğlu ve Behiç Ak da bu İskandinavya ülkeleri dışında kütüphaneyi ziyaret edenler arasında yer almışlardır. Ayrıca yetişmiş kişilerin kütüphane kütüphanede yaklaşık 9 bin Türkçe kitap yer alıyor. kültürü daha gelişmiş. Ülkedeki göçmenler tarafından sıkça ziyaret edilen kütüphane, pratik yapmak için eşsiz bir mekan. Kahve eşliğinde İsveçlilerle konuşarak dillerini geliştirme şansı buluyorlar.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yüreğimde Bir Ümit Yaşar: Oğuzcan
Begüm Çalışkan
“Alev alev yanarken bilsen nasıl her gece Bin defa ölüyorum fecre kadar sen yoksan’’ Türk Şiiri’nde melankoli ve ızdırap düşkünü, şairliği baba mirası olan bir isim Ümit Yaşar Oğuzcan. Kendisi 22 Ağustos 1926 Tarsus doğumlu, henüz anne karnında şairliği seçmiş ve şairliğin doğuştan geldiğine inanan bir şiir yolculuğu onunki. Şairin bestelenmiş dizeleriyle başlayalım o halde yolcuğa:
‘’Bu kadar yürekten çağırma beni Bir gece ansızın gelebilirim Beni bekliyorsan, uyumamışsan Sevinçten kapında ölebilirim’’ Oğuzcan, Faruk Nafiz Çamlıbel hayranı bir anne ve şair babası Lütfi Oğuzcan’ın kollarında büyüdü. Şiir yazma hevesi dokuz on yaşlarındayken ilkokul sıralarında başladı. Eğitim hayatından kısaca bahsedecek olursak; Eskişehir İnkılap İlkokulu’nu, Konya Askeri Ortaokulu’nu ve sonrasında Eskişehir Ticaret
Lisesi’ni bitirdi. Liseyi tamamladıktan sonra Türkiye İş Bankası’nda çalışmaya başladı. Şairimizin diğer mesleği bankacılıktır. Diğer mesleği diyorum çünkü Oğuzcan’ın ömürlük ve biricik mesleği şairlik olup hayatını yalnız ve yalnızca şiire adadığını kendisi bildirmiştir.
‘’Hayatımdan şairliğimi alıp çıkarırsanız geriye önemli bir şey kalmaz. Öylesine tutkunum şiire.’’ Şairlikle tanınması Yedigün Dergisi’nde yazdığı şiirlerle başladı diyebiliriz. Daha sonra çeşitli dergilerde şiirleriyle var olmaya devam etti ve 1947’de ilk kitabı ‘’İnsanoğlu’’ nu yayımladı. Bu kitabını ‘’Deniz Musikisi’’ ve ‘’Dillere Destan’’ kitapları izledi. Yaptığı Avrupa gezisi sonrasında anılarını ‘’Avrupa Görmüş Adam’’ adıyla yayımladı. Bunun yanı sıra şairin mektup biçiminde yayımlanmış ‘’Sahibini Arayan
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Mektular’’ kitabı belki sahibini bulamadı ama şaire birçok yeni okuyucu kazandırdı. ‘’Mektuplarınla resimlerini yakacak gücü
kendimde bulamasam, o zaman da kendimi yakardım. Şu herkeste seni gören gözlerimi, şu her yerde sana koşan ayaklarımı ve şu her zaman sana yazan ellerimi yakardım. Tenimden yükselen alevler ta Allah’a kadar uzanır, ona çaresizliğimi anlatırdı. Seni güçsüz, zayıf bir insan tarafından sevilmemenin hayal kırıklığına uğratmamak için, şimdi benim yerime senden kalanları yakacağım.’’
şairin ta kendisidir. Ümit Oğuzcan, adının tam aksine hayata hiçbir zaman ümitle bağlanmamış aksine ümitsizlik timsali olmuş karamsar bir yapıya sahiptir.
‘’Ölüyüm çoktan, bir baksana gözlerime Gör, içindeki o kanlı cam kırıklarını Bu ne karanlık, bu ne zindan gece böyle Bütün gemiler söndürmüş ışıklarını’’
Yaşar yine adının aksine yaşamayı değil ölümü seçmiş ve üç kez intihar girişiminde bulunmuştur. Ölümü becerememiş olma, bu isteği gerçekleştirememiş olma duygusunu onun şiirlerinde açık bir şekilde görürüz. Lakin kader ona öyle bir oyun oynamıştır ki onun Ümit Yaşar Oğuzcan çağdaşı hiçbir yapamadığını oğlu Vedat yapmış ve akıma, hiçbir edebi topluluğa henüz on yedi yaşındayken dahil olmamış, şiir dünyasını Galata Kulesi’nden atlayarak Kader ona öyle bir oyun ve poetikasını kendi içinde, kendi iradesiyle hayatına oynamıştır ki onun yüreğinde bulmuştur. son vermiştir. Bu durum Aynı zamanda dönemi yapamadığını oğlu Vedat Ümit Yaşar Oğuzcan’ı hiçbir siyasi oluşumun tamamen hayattan yapmış ve henüz on yedi içinde bulunmamış ve koparmış ve ölüm yaşındayken Galata bu sebeple rahatça arzusunu büyütmüştür. Kulesi’nden atlayarak yazabildiği hicivleriyle Nitekim bu ölüm de tanınmıştır. Kendisi kendi iradesiyle hayatına idealinden oğlu aynı zamanda bir rubai etkilenmiş ve belki de onun son vermiştir. yazarıdır. Şiirde birçok şekli yüzünden intihar etmiştir. Bu denemiştir. Onun şiirlerini acı ona bir ömür yetmiş ve okuduğumuzda söylemek istediğini şiirindeki ölüm temasını ölene dek tam olarak anlarız. Onun şiiri gizlenmiş, sırlarla öldürememiştir. dolu bir şiir değildir. Aksine apaçık bir serzeniş çoğunlukla hayata, sevgiliye ya da herhangi bir ‘’Galata Kulesinden bir adam attı kendini şeye karşı isyankar bir tavırdır. Bu nankör insanlara
‘’Hangi cennetten geldim bu cehenneme Ki her yokluk bendedir, her acı benim Baltalar kıyasıya inmiş gövdeme Bak! Şu devrilen hayat ağacı benim’’ Onun şiirinde ilk sıraya koyabileceğimiz tema kuşkusuz ki ölümdür. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirlerinde genellikle ölmek isteyen, ölümü arzulayan, ölümden korkmadığını iddia eden ancak bunu başaramayan bir çehre görürüz. Bu
Bu kalleş dünyaya inat Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.’’ Gözyaşlarımızı silip de kendimize gelebilirsek Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirindeki kadından ve aşktan bahsetmek istiyorum. Onun şiirinde hep beklenen, gelmeyen, karşılıksız sevilen kadınlar vardır. Oğuzcan şiirindeki kadınları büyük bir yere koymuştur. Onlara her zaman güzellikle seslenir ancak gelmeyişlerine ve bu bitmeyen
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ayrılıklara da sitem etmeden Ve aklına ölümü getirmeden hiç duramaz.
‘’Öylesine çözülmüş, öyle dağılmışım ki Bu ne bitmez ayrılık bu ne özlem diyorum Beni çağırdığını bir defa duyabilsem Avuçlarımda ateş, yorgun gözlerimde nem Aşarak denizleri bir gün kapına gelsem Başımı duvarlara vurup ölsem diyorum’’ Ümit Yaşar Oğuzcan’ın zamana ve ömre sığmayan sevdaları vardır. Kadınları bambaşka yerlere götürüp oralarda sevmeyi ve onları başka zamanlara taşımayı tercih etmiştir. Çünkü onun yaşadığı zamanda yenildiği bir yaşam, kazanamadığı bir ölüm vardır.
‘’İlk tanıştığımızdan bu yana çağlar mı geçti Nasıl şimdi bir yerlere gidiyoruz el ele’’ Yaşar Oğuzcan’ın içinde hep büyüyen, filizlenen bir şeyler vardır. Ulaşamadığı kadınların ona fiziksel anlamda büyük zarar verdiğini ve sevgiliyi düşlediği gecelerde çektiği acıları bu dizelerden anlıyoruz.
‘’Bir zehir karışıyor kanıma anlıyor musun Bir daha görsem seni diyorum bir daha görsem Bir gün olsun bir dakika olsun.’’ ‘’Değer mi hiç? Değer mi hiç? Değer canım değer elbet. Değer bir tanem aşk için her şeye.’’ Onu artık siz de tanıdınız ve bu dizelerin ona ait olduğunu anladınız hemen. Görüyoruz ki Ümit Yaşar’ın şiirleri günümüzde dillerden düşmeyen aşk şarkıları haline gelmiş. Ve evet onun aşkı ve onun sevdası her şeye değer. Ve o aşkı için her şeyi yapıp aşkı için yaşar ve aşkı için yazar. Ve aşkları onu her zaman onsuz ve aşksız bırakır. Kör kuyularda merdivensiz bırakır. Lütfen bu şiirin de bestelenmiş halini Münir Nurettin Selçuk’tan dinleyin.
‘’Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı Beni sensiz bıraktın beni bensiz bıraktın.” 4 Kasım 1984’te başka bir zamana ve istediği yere giden Oğuzcan’ı hasretle anmış bulunuyorum. Elbette ki onun için söylenecek daha birçok şey ve buraya sığmayacak kederler vardır. Fakat onun öyküsü burada bir kez daha bitiyor ama şiirin Oğuzcan’ı kanı ve canı ölmüyor hiçbir yerde, hiçbir zamanda ve hiçbir çağda...
‘’Sarmış kollarını boynuna ölüm Ne yapsan boş, kurtulamazsın artık De ki: Hep yalanmış, bitiyor öyküm Bak! Can kuşun havalarda çığlık çığlık...’’
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Milyon Kere Ayten Ben bir Ayten'dir tutturmuşum oh ne iyi Ayten'li içkiler içip sarhoş oluyorum ne güzel Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum Ayten üstüne Saatim her zaman Ayten'e beş var Ya da Ayten'i beş geçiyor Ne yana baksam gördüğüm o Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz Günlerden Aytenertesidir Odur gün gün beni yaşatan Onun kokusu sarmıştır sokakları Onun gözleridir şafakta gördüğüm Akşam kızıllığında onun dudakları Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim Ayten'i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz Bir kadeh de sizinle içeriz Ayten'li İki laf ederiz Onu siz de seversiniz benim gibi Ama yağma yok Ayten'i size bırakmam Alın tek kat elbisemi size vereyim Cebimde bir on liram var Onu da alın gerekirse Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar Parasızlık da bir şey mi Ölüm bile kötü değil Aytensizlik kadar Ona uğramayan gemiler batsın Ondan geçmeyen trenler devrilsin Onu sevmeyen yürek taş kesilsin Kapansın onu görmeyen gözler Onu övmeyen diller kurusun İki kere iki dört elde var Ayten Bundan böyle dünyada Aşkın adı Ayten olsun
Ümit Yaşar Oğuzcan
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Risale II Nasıl yazmaya başlasam bilemedim Kelam döküldü dilden ben de yazdım Aktı gitti pınarlar okyanusları kaplar Dili narin bir kelam ile açıldı kapılar
Şimdi üç beş sırrı ifşaya kalır açıklarsam Sırra fakirullah dem bu dem der biz Saki Haki olan doldurdu ilhamı biz dolu bardağı Kırdık boşaldı aktı tüm sırrı kalem kelamı...
Bu kaçıncı bitiş kaçıncı risale Oku oku bitmiyor bendeki risale Bu kaçıncı misal bu kaçıncı timsal Timsah gözyaşlarıyla dolmaz kumsal...
Bazen gizliden verdik Nefesi içten, içerken Yolun sonu arak karpot dedik yoldan geçerken Biz sır veririz okuyan der cümle fenafillah Yok yok İllallah,La tahzen innallaha meana.
Denizle eşdeğer içimdeki umman Yaz dedi Rahman yazdı Süleyman Aktı gitti boşaldı tüm sırr-ı kelam Şiire başlamadan herkese selam.
Akif dediğinde bulmadım, ezberi bildim Üstad Necip Fazıl’la üçünü demledim Fuzuli Baki Nefi derken nefes geçtim İçtim iksirden geldim Süleyman’ı buldum...
Bir Süleyman daha gelmez cihana Kıymet bilmeni isterim sözüm hâna Daha yazılacak binlerce şiir, şiirlerim var Ben şimdiden gitmeye meyilliyim ey yar...
Bak şimdi tefekkür hali üzgün Haşim ahvali Halimi sorana hamd dedim bildim gayrı lali Derin mevzulara girdim gördüm buldum hilali Ben Haşim misali anlatamam halimdeki melali...
Çoğu zaman sekerata düştük Hallac olduk Yazdıkça çeşit çeşit içimizdeki bistamiyi bulduk Yazdık sayfalarca sustuk şiir konuştu, durduk En nihayetinde biz de beşeri fani bir kulduk.
Yazarım uzun uzun ne fayda göremeyene Gören gözle iki bin mısra binlerce sene Yolun sonu dedikleri baştan başka kapı Açılmaz açılır en ücra kapı Efsun diyarı.
Yorulduk anlatmaktan anlaşılamamaktan Durulduk mu dersin acep, gayrı gider olduk Sözlerimiz bizim için masivada bir mana Her biri ayrı desen içimden Süleyman’a...
Şiir bir garip nükte işi içi sanat dışı saz Kulakla aşinalık göz ucu lezzeti der şiirbaz Kaz gelmeden yazı geçirdik kış kapıda bak Az anlasaydın nolurdu ey gidi fani uslanmaz.
Bu asrın hiçbir şairi benimle yarışamaz Kapışamaz dediklerin de sus çalsın saz Kıyasladıklarınızın hepsi benim elimin kiri İki iki dört ederdi,çok açık net ve de belli.
Sus sus olmaz böyle daha ne anlatırsın Açılmayacak bu alemde en gizli cambaz Şiirden selametle git ruh menziline Ruh'ül Ervah kentidir her bir dize...
Hey gidi fani kibre kapılmışsın sanki Bu hal ahval nedir bilir misin ey pir-i fani Lakayik olmakla başladı çoğundaki kesret Alayı kral oldu biz Rafi, çoğuna verdik destek...
Neyse der bitiriyoruz sezonu gayrı Hak Halk kelamından var Şah kapısına al hak Hakkını kaybetme hak ara Hak ile var bak Nur Cemali Ba-kemal enel hak...
Süleyman Erkut
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
SONBAHAR Ihlamur ağaçlarının son demini yaşadığı bu zaman, Oyuklara misafir olur güneşin soğuk hareleri. Titrerken dudaklarında, bir Peştun Kızı'nın Afgan ezgisi, İçimde yeniden hayat bulur, bir çalı bülbülünün sesi. Eskimo masallarının anlatıldığı bu zaman, İçli bir yörük türküsü duyulur, susamış ovalardan. Gökyüzünün tanıdık çizgilerini seyrederken kağıt toplayan bir adam, Mandalina kokuları yayılır sokağa, mevsim sonbahar. Sema KESER
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bekle Beni Efsanesi:
Tuğçe Erkol
Konstantin Mihayloviç Simonov -Yoldaş Stalin, Simonov yeni kitap yazmış, basacak mıyız? -Basın. -Kaç tane basacağız? - İki tane. - İki tane mi??!! - Evet iki tane yeter, birini kendine verin, birini de sevgilisine yollayın. Simonov, 28 Kasım 1915’de Petrograd’da doğar. Babası Kızıl Ordu’da subaydır. Annesi ise soyu Çar ailesinin prenseslerine uzanan köklü bir ailenin kızıdır. Simonov’un eğitim hayatı ilk başlarda çok da mükemmel geçmez. Babasının asker oluşu nedeniyle temel eğitimini hep taşra okullarında alır. Üniversiteye makine mühendisliği alanında başlar ve bir yandan da torna atölyesinde çalışır. 1930’lu yıllarda Orlando Figes’in deyimiyle “proleter yazar” olarak kendini baştan yaratır ve Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne kaydını yaptırır. Bir süre her iki okula da devam eder ama sonra mankine mühendisliğinden vazgeçer. 1939’da Gorki Edebiyat Enstitüsü’nü bitirir. Yahudi asıllı Yevgeniya Laskina’yla evlenir ve aynı sene Tüm Birlik Komünist Partisi’ne girer. Yevgeniya Laskina’yla olan evliliği pek de uzun sürmez. Üstelik bir de oğlu olmuştur
ama Simonov bunu bile umursamaz. Evlilikleri esnasında tanıştığı güzel sanatçı Valentina Serova’ya aşık olur. Bu nedenle de karısını ve oğlunu terk edip Valentina’nın yanına gider. Beraber geçirdikleri zaman pek de uzun değildir. 1938’de ilk eseri olan ilk şiir kitabı yayımlanır: Gerçek İnsanlar. 1939’da patlak veren II. Dünya Savaşı onu biricik Valentina’sından ayırır. Savaş
sırasında Kızıl Ordu’nun gazetesi olan Kızıl Yıldız’da savaş muhabirliği yapar, yarbay rütbesinde bir erdir ve üyesi olduğu komünist partinin komiserliğini de yapar. Bu yıl içerisinde ikinci şiir kitabı olan Yol Şiirleri yayımlanır. Simonov’un muhabirliği oldukça gerçekçi ve canlıdır. İşini birinci sınıf kaliteyle yapar. Yazdıkları kelimesi kelimesine kendi gözleminin ürünü olduğu için doğrulara dayanır. Onun iyi
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
gözlemciliği ve onları aktarabilmesi özelliği onu hayatının ilerleyen yaşlarında iyi bir anı yazarı yapar. Hayatı boyunca altı defa Stalin Ödülü’nü almaya hak kazanan Simonov, ödüllerinden birini bu alanda alır. Stalin Ödülü, o dönemin ikinci değerli ödülüdür. Birincisi ise Lenin Ödülü’dür. Simonov bir defa da Lenin Ödülü’nü kazanır.
1940’da ilk oyunu olan Albayın Aşkı yayımlanır. 1941 yılında onu asıl üne kavuşturan olay yaşanır. Savaşın en ateşli olduğu dönemde birden Valentina’yla konuşmak isteği dolar içine ama o anda yapabileceği tek şey ona yazmaktır. Bu yüzden ona şiir şeklinde bir mektup yazar. Yazdığı mektubu izne giden bir arkadaşıyla çalıştığı gazeteye gönderir ancak cepheye gazete gelemediği için şiirinden haberi olmaz. Üstelik o arkadaşını da bir daha göremez. Mektup, arkadaşı tarafından en kısa zaman içinde yetiştirilmiş ve
çok beğenildiği için ilk baskıya verilmiştir. Şiir, gazete yayıldıkça özellikle askerler ve asker yakınları tarafından beğenilir, dilden dile dolaşır. Askere giden delikanlılar o şiir aracılığıyla mesaj iletir sevgililerine: Bekle Beni... bekle beni, döneceğim bütün gücünle bekle. bekle, sarı yağmurlar hüzün getirdiğinde. bekle karda, tipide bekle, bunaltırken sıcak bekle, kimseler beklemezken geçmişi unutarak. bekle uzak yerlerden mektup gelmez olduğunda. bekle, birlikte bekleyenler beklemekten usandığında. döneceğim, bekle beni ve iyilik dileme artık unutmak gerektiğini söyleyenlere. varsın oğlum ve anam yok olduğuma inansınlar, varsın, yorulup beklemekten otursun ateşin başına dostlar içsinler o acı şaraptan rahmet dileyerek yitene bekle. o şaraptan içmekte acele etme. bekle beni, döneceğim tüm ölümlerin inadına. varsın, beklemeyenler yorsunlar bunu şansa. anlamayacak onlar nasıl ortasında ateşin
kurtardı beni senin bekleyişin. nasıl sağ kaldığımı ikimiz bileceğiz sadece: başardın beklemeyi sen kimsenin bekleyemediğince. Simonov’un şiirinden de, yarattığı Bekle Beni Efsanesi’nden de haberi yoktur. Oysa ki şiir öyle bir hal almıştır ki ölen askerlerin ceplerinden gazeteden kesilmiş halleri, sevgililerinin el yazısıyla yazılmış halleri bulunur. Simonov’un kendi şiiriyle rastlaşması ise oldukça trajiktir. Bir askerin bir şarkı mırıldandığını duyar. Şarkının sözlerine kulak kesilir ve tanıdık gelir. Askerin yanına gidip de bu şarkının kime ait olduğunu sorana kadar ise aklından bir sürü şey geçer. En basiti şiiri çalınmış olabilir. “Herkesin dilinde, yoldaş... Bütün Rus ordusunun ezberinde bu şiir. Sen daha duymadın mı bu şiiri?” der asker ona. Simonov da şiiri kendi yazdığını söyler ama inanmazlar ona. Bekle Beni, kutsal metinlerden sonra Rusya’da en çok okunan ikinci eser ve Rus Edebiyatının en önemli üç şiirinden biri olur. Seneler sonra bu şiiri nasıl yazdığı sorulur ona. Simonov ise oldukça basit bir cevap verir:
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Çıldırmak üzere olduğumu anladım ve bunu önleyebilmenin tek yolu Valentina ile konuşmak, ona aşkımı anlatmak ve mutlaka geri döneceğimi söylemekti.” Savaşın ateşli kısmının sona ermesinden sonra Valentina’ya kavuşur Simonov. Hala aynı aşık şairdir. Oysa Valentina için aynı şeyler pek de söylenemez. Evet, Valentina hala Simonov’a aşıktır. Beklemiştir onu. Sözünü tutmuştur ama hayatı değişmiştir. Küçük oyunculuk denemeleri git gide hızlanmış ve ülke çapında tanınan ve her erkeğin rüyalarını süsleyen bir aktris haline gelmiştir. Simonov ilk başlarda buna katlanmaya çalışmışsa da ilişkileri çok kolay yürümeyecektir. Bizim Kentten Bir Delikanlı adlı ikinci piyesi de yine bu yılda, 1941’de yayımlanır. 1942’de Ruslar adlı oyunu ve Lirik Günce adlı şiir kitabı yayımlanır. 1943 yılına geldiğimizde ise Simonov ikinci evliliğini biriciği Valentina’yla yapar. 1944’te ilk romanı olan Gündüzler ve Geceler yayımlanır. 1945’te II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle biraz daha rahatlar. Savaş sırasında karşılaştıklarıyla ilgili anılarını yazmaya başlar. Dönemin en önemli edebiyat dergilerinden biri olan Novi Mir’in yayın yönetmenliğine getirilir.
Novi Mir’in yayın yönetmenliği sırasında ayrıca eserler vermeye devam eder. 1946’da Rus Sorunu adlı oyunu, 1947’de Ana Yurdun Dumanı adlı romanı, 1948’de Duruzya i Vragi adlı Türkçe çevirisi bulunmayan romanı, 1952’de Silah Arkadaşları adlı romanı, 1953’de İyi Bir Ad adlı oyunu, 1956’da Dym Oteçestva adlı Türkçe çevirisi bulunmayan romanı yayımlanır. 1957 senesinde hayatının en zor kararını vermek zorunda kalır Simonov.
Karlı bir Moskova sabahında hiçbir şey olmamış gibi evden ayrılır ve bir daha da Valentina’yı görmez. Bekle Beni dediği Valentina’sından onu daha fazla üzmemek adına ayrılmayı göze alır.
Askerden geldiğinden beri Valentina’yı üzmemek, kaybetmemek için çok çabalar. Ondan ayrılmak asla aklında yoktur ama daha fazla da Valentina’nın şöhretine katlanacak hali kalmamıştır. Karlı bir Moskova sabahında hiçbir şey olmamış gibi evden ayrılır ve bir daha da Valentina’yı görmez. Bekle Beni dediği Valentina’sından onu daha fazla üzmemek adına ayrılmayı göze alır. 1975’te hayata gözlerini yumar
Valentina. Ve Simonov cenazeye bile gitmez. Ancak cenazeden bir gün sonra Valentina’nın mezarında beyaz bir elbiseye sarılmış mavi renkli bir menekşe bulunur. Bu menekşenin üzerinde ise “Zhdi meny...” yazar. Yani “Bekle beni...” Simonov’a bu durum sorulduğunda gülümsemekle yetinir şair. Ama ondan başkası da yapamaz bunu. Çünkü o, menekşe gözlü Valentina’yı ilk gördüğünde üzerinde beyaz bir elbise vardır ve Bekle Beni onların aşkının en büyük kanıtıdır. Bellidir ki Simonov bu dünyada mutlu olamadık ama beni biraz daha bekle Valentina, orada mutlu olacağız mesajı vermiştir büyük aşkına. Ivan Babenko’nun Bekleyiş 1945 adlı bir yağlı boya tablosu vardır. Nedense benim aklıma hep Valentina gelir o resimde. Beyaz bir elbise giymiştir kadın elinde şemsiyesiyle virane bir tren istasyonunda sevdiğini bekler. Beklediği kocası, nişanlısı, sevgilisi, babası ya da oğlu olabilir. Sonuçta gitmeden önce birileri ona “Bekle beni.” dememiş miydi? Ve o da beklememiş miydi? Peki ne için beklemişti? Viran bir ülke ve geride kalan kayıplar, kayıpların ardından dökülen göz yaşları ve acı hatıralar uğruna mı? Simonov, 1958’de Novi Mir’in yayın yönetmenliğinden ayrılır. Sovyet Yazarlar Birliği ile
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
çalışmalarıma devam eder. 1959’da Yaşayanlar ve Ölüler adlı romanını, 1962’de Dördüncü adlı oyununu, 1964’te İnsan Asker Doğmaz adlı romanını ve 1973’te Savaşsız Yirmi Gün adlı eserini yayımlar. Savaşsız Yirmi Gün adlı eseri Bekle Beni şiiri gibi diğer eserlerinin arasından ayrılır. Bu eserinde savaşı, savaşmayı iliklerine kadar hissederek yazar. Bizzat kendi başından geçen olayları, duyguları aktarır başkahramanın üzerinden. Ve özellikle savaşla ilgili yaptığı tanım hafızalara kazınır.
“Savaş kıyamet günü borusu gibi, ulu bir varlığın önünde insanoğluna kendini çıplak hissettiren, yaptıklarının sorumluluğunu duyuran büyük bir olaydır... İnsanoğlu o gün sevaplarının günahlarından daha çok olmasını tutkuyla ister. Bu eğer inanıyorsa böyledir. Tanrı’ya değil, kendi yaşamından daha önemli bir şeye ülke geleceğine inanıyorsa... İnancın her türlüsü vardır. İnsan yurdu için değişik değişik konuşur ve düşünür. Ancak gerçekten kıyamet günüdür. Yapabildiklerimizden de yapamadıklarımızdan da sorumlu tutulacağımız kıyamet günü sorgulamasından daha korkunç ne olabilir ki?”
1975’te Sovyet Yazarlar Birliği’nin sekreterliğini yaparken ilk defa Türkiye’ye gelir. Onu burada karşılayan komitenin başında Aziz Nesin vardır. Bu ilk ziyaretin ardından iki defa daha gelir. Bu ziyaretleri sırasında Oğuz Atay’ın büyük eseri Tutunamayanlar’ın değerini anlayıp onu baskıya hazırlayan değerli sanat eleştirmeni ve yayıncı Hayati Asılyazıcı’nın evinde konuk olur. Her iki gecenin de dost meclisi hayli kalabalıktır. Cengiz Aytmatov, Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlhan Selçuk ve geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Çetin Altan sadece birkaçıdır. Türkiye’ye son ziyaretini yaptıktan sonra Moskova’ya döner şair. İşini yapmaya devam eder. Bir yandan çalışır bir yandan da anılarını kaleme alır ve derken 28 Ağustos 1979’da hayata gözlerini yumar şair. Bekle Beni, dünyanın en meşhur savaş şiirlerinden biri olarak tüm dünyaya yayılır. Şiir bestelenir farklı farklı müzisyenler tarafından. Baleye uyarlanır. Sinemaya aktarılır. Türkiye’de de Cem Karaca fark eder ilk defa. O dönemde Almanya’da sürgündedir.
1982’de Almanya’da çıkan ikinci albümüne bu şiirden bestelediği şarkısının adını verir: Bekle Beni... Ve daha sonra da farklı bir çeviriyi ele alarak Ezgi’nin Günlüğü, Hüsnü Arkan’ın muhteşem sesiyle sunar dinleyicisine Bekle Beni’yi... Bekle Beni’nin, Simonov ve Valentina’nın aşkının, şiirin hikayesinin belki de bu denli bir efsaneye dönüşmesinin en büyük sebebi her ülkede benzer acıların yaşandığı dönemler olması bana kalırsa. Savaşlar, mecburi hizmetler, tayinler... Sürekli o basit iki kelime çıkıyor insanın ağzından:
Bekle Beni...
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Mevsimsiz Sohbet 1
Mutlu bir sonbahar gününden geriye
Misafir Köşesi
Alparslan BUDAK
dans ediyor, gözünün önüne getiriyordu.
havanın kararmasına dakikalar kala…
Sadeliğin güzellik bulmuş haliydin. Geldiğin
Rüzgârın kulağıma bir şeyler fısıldadığını
andan beri sana bakıyor, gözlerimi alamıyordum
hissedebiliyorum. Sanki anlatmak istediği bir
senden. Sen denizi seyrediyordun, yakaladığın
şeyler vardı bana. Yaprakların ağaçtan düşüp
bir sese de kulak verip. Yüzündeki şaşkınlık
yere değerken çıkardığı sesin içimde uyandırdığı
ifadesi, dikkatimi çeken bir şeyler olduğunu
duygu. Daldan düşen yapraklar ve rüzgârın hafif
söylüyordu. Belki de –benim gibi- sen de kemanı
hafif, içtenlikle söylediği nağmeler benden
andıran o sesi anlamaya çalışıyordun. Bir zaman
hoşlanmış gibiydi. Saçlarımı dağıtıyor ve
sonra kafanı yavaşça bana doğru çevirdin. O an
benimle dans edercesine tatlılıkla esiyordu.
ağaçların baharda olduğu gibi tekrar yeşile
Kulağım diğer yandan uzaktan uzağa, inceden
büründüğünü, akşam sakinliğine dalmış daha
inceye gelen bir sesi anlamlandırmaya
coşkulu dalgalandığını, martıların yorgunlularını
çalışıyordu, daha çok sonbahar akşamına yakışır
unutup daha hızlı uçtuklarını hissetmeye
şekilde çalınan, kemanı andıran… Belki de bu
başladım. O anda aklım bir kâğıt parçası gibi
sesi çok uzaklardan gelen kayıkçıların ve
hafiflemişti; rüzgâr aldığı gibi uçurdu, nereye
martıların çıkardığı sesler oluşturuyordu,
uçurduğunu kendisi bile bilmeden. O anda
bilmiyorum. Her şeyiyle sonbahara yakışır bir
donup kalmıştım, ne diyeceğimi bilemiyordum.
akşamdı o akşam. Kafamın içi uzaklardan
Ne demeliydim, ne demeliydim de bu nefesimi
görünen deniz kadar berrak ve sakindi. Tek
kesen zamana bir son verip normale
başıma o bankta oturmuş, hayatı
döndürmeliydim. Çünkü kendimi
seyrediyordum.
hissetmiyordum ve sen bana bakınca; çünkü vücudum kaskatı kesilmiş, hareket
Nasıl olduğunu anlamadım ama birden sen
edemiyordum; çünkü ucu bucağı olmayan
belirdin sağ tarafımda. Nasıl bu kadar sessizce
sonsuzluk geçiyordu içimden. Sana dokunmak
yanıma yaklaştığını merak etmiştim doğrusu.
istiyordum, rüzgârın şarkılar okuduğu saçlarına,
Belki de ben çok dalgınım, geldiğini
bana içten içe gülümseyen ve gamzelerini
anlamayacak kadar, her neyse. Geldin ve bankın
ortaya çıkaran yanaklarına, o narin omzuna.
sağ tarafına usulca oturdun. Dikkatimi çeken ilk
Fakat büyülemiştin beni, bunların hiçbirini
şey kahverengi uzun saçlarındı. Rüzgâr saçınla
yapamıyordum. Her şeyin normale dönmesi için rüzgârı ve o sesi duymak istiyordum yeniden.
1
Mevsimsiz Sohbet romanından bir bölümüdür.
Fakat duyabildiğim tek ses, nefesindi.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sakin, durgun, dinlendirici nefesin. Tüm seslere
gidiyordu. Yere düşen yaprakların çıkardığı ses
değişebilirdim. Bu ses; çok garipti ama öyleydi.
gecenin orkestrasına eşlik ederdi. Birdenbire artık konuşabileceğini fark ettim,
Hisli, derinden gelen bakışlarla bana baktığın
artık özgürdüm, seninle konuşabilecektim.
an fark ettim. Gözlerin çok derinden bakıyordu,
“Nasılsın?” dedim sana, ilk dediğim şey bu oldu.
konuşuyordu gözlerin, evet, gözlerin içten içe
Şaşırmıştın adeta böyle bir şey duymayı
konuşuyordu benimle. Rüzgârın sana dediklerini
beklemiyordun benden belki de. Kafanı yavaşça
anlatmaya çalışır gibi. Ama susuyordun sen,
bana doğru çevirdin ve tekrar bana bakmaya
neden konuşmuyordun sahiden? Kelimelerin
başladın. Tekrar bana bakıyordun, gözlerime, en
yetemeyeceğini mi düşünüyordun yoksa? Yoksa
derinime. Gözlerin, çok güzeldi. Uzun uzun
anlatmak mı istemiyordun? Ya da o sonbahar
baktın yine. Vereceğin cevabı merak ediyordum.
akşamının o asil sessizliğini mi bölmekten mi
Ne söyleyecektin bana? Tüm dikkatimi sana
kaçınıyordun? Belki de konuşmasan da seni
vermiş seni izliyordum. Konuşmaya başlamadan
anlayacağımı düşünüyordun, bilmiyorum
önce aldığın nefesi hissedebiliyordum. Sanki o
cevabını. Tek bildiğim gözlerinin benimle
nefesle birlikte ben de toz olmuş havaya
konuşmak istemesi.
karışmıştım. Söylediğin tek bir şey beni olduğum yerden uçurmaya yetebilecek güçteydi.
Sessizliği bölmek istemedin. Bana bakmayı
Nedense kendimi çok hafif hissediyordum.
bırakıp denizi seyretmenden tahmin ediyorum
Etrafta senden ve benden başka kimse yoktu.
ki. Yakamozu izliyordun, bense sana bakmaya
Sadece ikimiz vardık, beraberdik. Ve ben
devam ediyordum. Rüzgârın saygıyla taşıdığı tuz
hazırdım, bir toz bulutu kadar hafiflemiş
kokusunu içime çekiyordum. Ohh, tertemiz ve
kendimi artık sana bırakmıştım.
ferah… Fakat heyecanım hala devam ediyor, yatışmıyordu bir türlü. O sonbahar gününden
Hazırdım, ne söyleyeceksen hazırdım,
geriye kalan saatler sanki sonsuzluğa akıyordu.
söyleyeceğin her şeye hazırdım, senindim
Dünyanın en güzel yerini sorsalar tam olarak sağ
tamamen. Ve beklediğim o an gelmişti.
tarafımı tarif ederdim; gözlerindeki
Konuşmaya başlıyordun! Ama hayır, hayır, bu
masumiyeti… Usulca denizden gelen tuz
mümkün olamaz, mümkün değil! Öylesine
kokusunu her burnuna çekişinde sanki benden
gerçek, öylesine sıcak, öylesine içtendi ki ihtimal
de bir parça içine dolardı. Bu durumdan
dahi verememiştim buna. Belki de unutmuş
memnun olduğunu düşünürdüm yüzündeki
olmalıydım. Her şey o kadar güzel ve
mutluluğu okuyunca. Huzur doluydun burada.
büyüleyiciydi ki o an… Lanet olası alarm!
Rüzgârın sana fısıldadığı şeyler sanki hoşuna
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Afili Filintalar -4Tarık TUFAN
Afili Filinta olmanın bazı yazısız kuralları var. Bunlardan biri sanatın tek koluyla yetinmemek. İkinci kol olarak ya tiyatro ya da sinemayı seçmek. Bu ay yazımda yer vereceğim Afili Filinta Tarık Tufan da sanatın tek yönüyle yetinmeyenlerinden.
Işık Selin Orhuntaş
Bizim yazılarıyla tanıdığımız Tarık Tufan “Uzak İhtimal” filmiyle girmiş hayatlarımıza. Üç kişilik senaryo ekibi içinde yerini almış. Gittiği her festivalden ödülle dönen film bu Afili Filintaya en iyi senaryo ödülünü kazandırdı. Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nde yarışmaya hak kazanan ilk Türk filmi oldu. Bu başarı elbette sadece Tarık Tufan’ın değil. Oyunculuklarıyla harikalar yaratan Görkem Yeltan’ın, ikinci filminde de çalışacağı Nadir Sarıbacak’ın, yönetmenin, cast ekibinin kısacası bütün ekibin aynı zamanda. Senaryo yazmadaki başarısı ödülle taçlandırılan Tarık Tufan daha iyi olduğunu göstermek adına ikinci film için kolları sıvar. Bu film çalışmaları sürerken aynı zamanda bir dershanede Felsefe Grubu öğretmenliği yapar. Yeri gelmişken söyleyeyim, kendisi İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi ve Marmara Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında yüksek lisans derecesi almış. Yani diğer Filintalar gibi Sinema ya da Televizyon mezunu değil. “Mektepli değil alaylı.”
İkinci filmi “Yozgat Blues” da 2013 yılında en iyi senaryo ödülü kazandırır. Sinema ile ilişkisi iki ödüllü filmle zirvede kalır. Kamera önünde de yeteneğini sergiler. Meksika Sınırı ve Kafa Dengi isimli iki farklı kanalda yayımlanan programla hayran kitlesi oluşur. Programa davet edilen konuklarla kültür sanat adına her şey konuşulur. Program kirliliğinin yoğun olduğu dönemde bu format gayet güzel
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
düşünülmüştür. Bazen programda konuşulanlar beklentiyi karşılamasa da Sırrı Süreyya Önder’i, İsmail Kılıçarslan’ı, Selahattin Yusuf’u ve Tarık Tufan’ı bir arada bulundurup konuşturmuş program. Ece Temelkuran’ı konuk aldıkları bir günde sayelerinde Ali Şeriati’yi daha yakından tanıdım.
bakıldığında yazıda söz edilen ürkek kızları anlayabiliyorsunuz. Çoğu birbirinden bağımsız yazılar yalnızlık, felsefe, günlük yaşam ve varoluş üzerinedir. Tarık Tufan’ı bize okutturan anlatış tarzıdır. Anlatmaya çalıştığı şey ne olursa olsun cümleler basittir. 2004’te yayınladığı “Ve Sen Kuş Olur Gidersin” duygularını en basit cümlelerle anlatan Filinta’nın giderek daha iyi yazdığını gösterir. Kahramanın yaşadıkları okuyanlara tanıdık gelebilir. Tutunamayanlar ‘dan ve Düşüş’ten etkilenmesinin sonucudur. Röportajlarında da etkilendiğini belirtir:
Gelelim Tarık Tufan’ın edebiyatla ilişkisine… Şu ana kadar piyasaya çıkmış yedi eseri bulunuyor. Bunlardan bir tanesi roman : “Şanzelize Düğün Salonu”. Geçtiğimiz ay piyasaya çıktı. Kolay okunabilir bir dili var. Okuyucuyu sıkmıyor. Gelen ilk yorumlara göre Murat Menteş vari bir şeylere gönderme göze çarpıyor anlatımda. Bu işlemde galip gelen taraf Tarık Tufan. Nerede nasıl durması gerektiğini daha iyi biliyor, kontrol edebiliyor. Sanırım bu, sakin mizacından geliyor. Sakin bir o kadar da duygulu Filinta’nın modern zamanla bitmek bilmeyen kavgası var. Kavganın izlerini “Kekeme Çocuklar Korosu” ndan itibaren her kitabında görüyoruz. Bugün muhafazakar şeklinde adlandırdığımız İslami kesime yakınlığı ile biliyoruz kendisini. İslam konusunda hassasiyeti var. Bu konuda çoğu islami kesim yazarından daha samimi. Mesela “Yüzleşme” yazısında başörtüsü sorunu yüzünden okula gidemeyen ya da geçici çözümler bulan kızlara kendine has üslubuyla yer vermiş. Yazıyı bugün okuduğumuzda anlamsız geliyor değil mi? Aslında hafızalarımızı biraz zorlarsak hiç de anlamsız olmadığını görürüz. 2003 yılına ait yazıyı o günün şartlarıyla değerlendirmemiz gerek. Her zamanki gibi karışık olan ülke o dönemlerde de örtü yasağı ile çalkalanıyordu. Yasak yüzünden okula gidemeyen kız öğrenciler çoğunluktaydı. Bu açıdan
“Onun bakışları için şarkı söylenmesi gerekiyordu. Parmak uçlarına şiirler kondurmak gerekiyordu. Onun için kimseler yokken ağlamak gerekiyordu.”
2007 yılında “Hayal Meyal” isimli öykü kitabıyla hayranlarının karşısına çıkar. Kanser hastası bir adamın geçmişiyle yüzleşmesi akıcı dille anlatılır. Betimlemeler ve içli cümleler
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bunalım tarzını sevenler için bulunmaz nimet. Ama kitaba yazdığı son okuyucuları pek tatmin etmedi. Çünkü aceleyle, beklentilerden farklı olarak son noktayı koyması hikayeye yakışmadı.
Biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan Rabbin adıyla başlayan adamlarız Anna. Büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.
Tarık Tufan okumayı sevenler kitaplarını kendi içlerinde kıyaslarlar. Kariyerinde zirve diyebileceğimiz iki kitap var :“Kraliçenin Pireleri” ve “Bir Adam Girdi Şehre Koşarak”. İsimleri kadar içerik de dikkat çekici. “Kraliçenin Pireleri” ismini, Descartes’in Kraliçe Christina tarafından Felsefe dersleri vermek üzere Stockholm’e davet edilmesini işleyen hikayeden alıyor. Denemelerinden oluşan bu kitapta en beğenilen yazıları “Madam Butterfly ölüyor” ve “Yalnız Hüznü Vardır Kalbi Olanın” başlıklarını taşıyor. Diğer denemelerde de islami söylemler dikkat çekiyor. Bazen aşırıya kaçtığı ve söylemlerin yapay durduğu oluyor.
Sanayi devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden.
Vicdandan sıkça söz ettiği için lakabı “Bay Vicdan” . Lakabına yakışan en güzel şiiri “Bir Adam Girdi Şehre Koşarak” kitabından “İNSAF ET ANNA”. Sosyal medyada çok sık karşılaştığınız duygu yüklü bir şiir. Yazılarının, konuşmalarının, senaryolarının toplamı ya da sentezlenmiş hali. Anna’yla kaçıp gitmek isterken zamanda yolculuk yapıyor; makinelerden, coğrafyalardan geçiyor. Tanrı’nın onunla konuşmasını bekleyen kulun Hira dinginliğinde bekleyişi ile sona eriyor.
Hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.
Tarık Tufan diğer iki Filinta ( Murat Menteş ve Emrah Serbes ) gibi düzenli olarak aylık yayın olan OT Dergisi’nde duygularını bizimle paylaşmaya devam ediyor.
Piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. Kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de art arda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında. İşte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor. İnsaf et Anna! Gidelim buradan. Senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.
Ölelim diyecektim az kalsın. Ölmeyelim. Hiç ölmeyelim Anna. Sarılalım diyecektim az kalsın. İçimden böyle şeyler de geçiyor işte. Sarılalım, dudakların… Tamam sustum. Gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. Şiir kalsın istersen, sadece otursak. Oturmasan da olur benimle, sadece ellerimi tut. Ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak. Yüzüme bak ama Anna, yüzüme bak. Gözlerime bak, gözlerimin içine bak. Gözlerim biraz karanlık. İçinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, cipralexler, Turgutlar, Edipler, Sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş ağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var. Gözlerim biraz yorgun. İçinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler… Bekleyişler Anna. Köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. Nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne. Hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. Ama geçecek hepsi, geçecek. Şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek. Gözlerimin içine bakmaktan korkma Anna. Sen adımını attığın andan itibaren Hira dinginliğine dönüşecek ortalık. Tanrı bizimle de konuşur belki.
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
AKREBİN KISKACINDA Nasıl uyunur Sen olanca tatlılığınla Kocaman bir karmaşayı Temaşa ettirirken Kalbimde ve beynimde? Ne yana dönsem Dile gelmez bir fikir girdabında Boğulacağımı bilerek Nasıl uyurum? Vakit haince ilerlerken Yastık altındaki bunca sorumluluğa Nasıl sarılım gamsız? Oysa yalnız ellerim Ve gözlerim Aksi yönde sebat gösteriyor. Yerinden doğrulamayacak kadar Mecalsiz bacaklarım. Sıcakta mayışmış bir kedi kadar yavaş İşliyor damarlarımda kanım. Yoksa neden böylece oturayım? Ah vakit Ah yelkovan, peşi sıra akrep; Etimi çürüten zehir, zaman. Aynı anda konuşmayın duvarlar, Aynı anda susmayın da. Yaşamak, Bir nefes ara ver Bırak uykunun kollarına! Hatice TÜRK
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Babalar, Oğullar Evren henüz dipsiz bir kuyuyken, yer meydana geldi. Yerden sonra Eros ortaya çıktı ve aşkı yaydı. Yerin adı Gaia’ydı. Gaia, kendini güneş ve yıldızlarla örten Uranos’u doğurdu. Uranos, gökyüzüydü. Gökyüzü ve Gaia’nın altı çocuğu oldu. Uranos, sevmedi çocuklarının hiç birini ve hepsini yerin derinliklerine gömdü. Çünkü korkuyordu çocuklarından birinin tahtını ele geçirmesinden. Uranos’un altı çocuğundan biri Kronos’tu. Annesi Gaia ile babasının zulmüne karşı çıktı. Annesi Gaia’nın yaptığı orakla babasının cinsellik organını kesti. Tahtın başına geçti. Kardeşlerini hapsedildikleri yerden çıkardı. Artık evrenin hakimi Kronos’tu. Kardeşi Rhea ile evlendi Kronos. Bu evliliğinden; Hestia, Demeter, Hera, Hades, Poseidon ve Zeus adında çocukları oldu. Asıl hikayemiz, Kronos ve Zues’un
ve
Kader
aralarında yaşamış olduğu bu çekişme ile ilgilidir. Kronos’un babası Uranos buyurdu ki; “Sen böbürlenme Kronos. Bugün elinde bulundurduğun bu yüce makam bir gün elinden kayacaktır. Tıpkı benim çocuğumun bana yaptığı gibi senin çocuğun da senin tahtını elinden alacaktır.” Bunu duyan Kronos, inanmak istemedi babasına. Annesi de onayladı babasının kehanetini. Ama inanmak istemedi kulaklarına Kronos ve odayı terk etti. Şüphe çok güçlü bir zehirdi bir tanrı için bile. Evlatlarından birinin tahtını ele geçirmesi korkusu içten içe yedi bitirdi Kronos’u. Bir çözüm yolu bulmalıydı. Sonsuz hükümdarlığını elinde tutmalıydı. Ama nasıl? Rhea, her doğan çocuğunu kurban etmeye başladı Kronos’a. Hestia, Demeter,
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hera, Hades ve Poseidon’u bir bir yedi Kronos. Taht sevgisi, evlat sevgisinin önüne geçmişti Kronos’un. Ama Rhea, buna bir dur demek istedi. Bu yüzden, son oğlu olan Zeus’u sakladı toprağın derinliklerine. Kundağa sardığı büyülü bir taşı da sundu Kronos’a adeta bebeğiymiş gibi. Hiç fark etmedi Kronos, yediğinin aslında bir taş olduğunu. Tek lokmada midesine indirdiği diğer çocukları gibi taşı da indirdi midesine. Zeus, toprak olan babaannesi Gaia’nın koruyuculuğunda yetişti ve büyüdü. Bebekken babaannesinin keçilerinden birinin sütüyle beslendi. Büyüyüp savaşabilecek hale gelince de bu keçilerin boynuzundan silah postundan da onu koruyacak bir kıyafet yaptı. Zira bu keçiler de büyülü, özel keçilerdi. Babaannesi Gaia , Zeus’a bir iksir hazırladı. Bu iksir sayesinde Zeus, babasının midesindeki kardeşlerini kurtarabilecekti. Nitekim de öyle oldu. İçmekten çok hoşlanan Kronos’a bir içki gibi içirdi Zeus bu iksiri. Kronos da iksirin etkisiyle kusmaya başladı. Midesinde sakladığı bütün çocuklarını da bu sayede bir bir kustu. Zeus, kardeşlerini oradan aldı ve kaçtı. Bu kaçış sırasında, Kronos’un daha önce esir ettiği Kikloplar’ın ve Hekantonkheirlar’ın esirliğine son verdi. Zeus’un babasıyla savaşı henüz bitmemişti. Biliyordu ki bu, savaşın daha çok başıydı. Kardeş meclisini topladı Zeus. Hades, korkusunu biraz yenmişti ve yardım edeceğini söyledi Zeus’a. Hades gibi diğer kardeşleri de yardım etmek istediler Zeus’a. Çünkü babaları Kronos, artık yenilmez görünmüyordu onlara. Zeus’un esaretten
kurtardığı Kikloplar ve Hekantokinler de yardım etmek istediler. Minnet duyuyorlardı Zeus’a ve bundan dolayı sundular ona şimşekleri ve yıldırımları. Olimpos’ta toplanan bu kardeş meclisi, karar verdi savaşa. "Göğüs göğüse ölümcül savaş içinde yüzkollular titanların karşısına dikeldiler, güçlü ellerinde koca koca kayalarla... Öte yandan, titanlar da sıralarını güçlendiriyorlardı yılmak bilmeden... Ve yankı veriyordu uçsuz bucaksız deniz, çepeçevre ve ürkünç! Toprak gürledi şiddetle, engin gök inildedi, her şey sarsıldı…" Titanlar ve Olimposlu grup arasında kıyasıya bir savaş yaşandı. Sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen bu savaş, tam on bir yıl sürdü. Zues’un önderliğindeki Olimposlular grubu savaşın galibi oldu. Unanos’un kehaneti gerçekleşmiş oldu ve Kronos tahttan indirildi. Kronos’un güçleri Poseidon, Hades ve Zeus arasında paylaşıldı. Poseidon, denizlerin tanrısı oldu. Hades, yeraltının hükümdarı . Zeus ise gökyüzünün ve tüm evrenin hükümdarı oldu. Böylece, huzurlu bir yönetim sağlandı. Ne Uranos ne de Kronos kaderden kaçamadılar. Tanrıyken yazılmış olana doğru yavaş yavaş yürüdüler. Nice yıllar boyu babalar oğulları, oğullar babaları öldürdüler. Tanrı silüetinde dünyaya gelmiş olan insanlar, tanrılarda kendilerini yazdılar. Babalar, oğullar daima savaştılar ve kader daima kendi oyununu oynattı kuklalarına.
Busenur Aslan
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Misafir Köşesi
HAYALSİZ Hayal kuramayan bir kişi hayal ettim. Masanın başında önünde duran kağıda bir şeyler yazıyor gibiydi. Yüzünde anlamsız bir mutsuzluk vardı. Anlamı olmayan bir mutsuzluk. Yanı başına dikildim. Kafasını kaldırmadı bile. Önündeki kağıdı buruşturup yandaki, ağzına kadar dolmuş çöp kovasına attı. Çöp kovasını aldım. Göz ucuyla baktım ona. Hala umrunda değildim. Kağıtları döktüm. O an kolumu tuttu. Gözleri korku dolu yalvarırcasına bakıyordu. Beni az önce görmezden gelen kişinin tüm hayatı sanki bu kağıtlardaydı. Gözleri dolmuş, elmacık kemikleri belirginleşmişti. Alnındaki damar sinirden mi kendini göstermişti? Dudaklarının solduğunu gördüm. Soğuktan değildi bu. Heyecan ve korku yüzünü değiştirmişti adeta. Elleriyle sardığı kolumu kendime çektim. Avuçlarının arasından kayan kolumu çaresizce izledi. Elleriyle yüzünü kapatarak kaçtı. Yaptığım doğru muydu? Bilmiyorum. Önümde duran buruşturulmuş kağıtlara baktım. Madem bu kadar önemli niye çöpe attı o zaman diyerek hızlıca açtım elime ilk geleni. Boştu. Diğerini açtım. Bomboş sayfa. Boş, boş, boş... Hiçbir şey yazmıyordu kağıtlarda. Arkasından baktım. Aklındakileri, özelini, sırlarını, hayatını öğrenmiştim. Bir an onun kim olduğunu unutmuştum. Hayali olmayan bir kişiydi ve bir daha o masaya oturmayacaktı. Anlamı yoktu zaten.
Serkan DEMİRHAN
KASIM’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Beşir Ayvazoğlu / Ömrüm Benim Bir Ateştir Ahmet Haşim’i hepimiz biliriz. Peki, gerçekten bilir miyiz, tanır mıyız onu? Çöller ve Göller şairi Arap Haşim’i ne kadar biliriz? Haşim’i bilmek demek, onu anlamamak demektir bir bakıma. Yine de bu kitap, kendisinin yakın bir arkadaşı olan Beşir Ayvazoğlu’nun onu anlaşılır kılmaya çalışmasının başarılı bir ürünüdür. Haşim’in hayatı, eğitimi, arkadaşları, hocaları, şiirleri, nesirleri, karikatürleri ve hatta kendi benliği ile mücadelesi… Bu kitap herkes için, bütünüyle Haşim’i tanıma fırsatıdır.
FÜRUZAN / PARASIZ YATILI 1971 yılında yayımlanan bu öykü kitabı Çağdaş Türk Edebiyatı klasiklerin arasında. Kitapta yer alan öyküler anne kız ilişkileri, çocukluğunu erken terk etmiş kadınlar , hayatın acı sahneleri vb farklı konuları ele alıyor.Yer yer şiirsel anlatımla bezeli öyküler 1972 yılında yazarına Sait Faik Hikaye Armağanı kazandır. Eleştirmenler tarafından “edebiyatımızda bir olay” olarak nitelendirilen Füruzan umudun en güzel cümlesini “Parasız Yatılı” öyküsünde kurar ve hiçbir zaman güncelliğini ve güzelliğini yitirmez. “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.” 82. yaşını 29 Ekim’de kutlayan Füruzan’a ve yolu parasız yatılı imtihanlarına düşmüş bütün çocuklara…
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
NEDEN DELİLİĞİM Düşündüğüm bir gecenin sabahındayım Başını koyduğun yastığın Çağlayan saadetini Ben olamam Saçını koklayan bir yastık kadar senin Ben o kadar şanslı olamam Titreyerek üşünmek sana Odandaki herhangi bir şey senin Seni izliyor aynaların Seni istiyor havlunun elleri Çekmecende unuttuğun bir şey işte Neden değilim dizinde bir battaniye senin Neden değilim? Ve ben bugün yine Erlerden erken uyandım Toplamadım,böldüm yatağımı Dolabında bir yün kazak olamamanın acısıyla Süt verdim çiçeklerime Odanda kokulu bir fesleğen senin Neden değilim? Beyaz pelikanlı bir perdede izledim Kasımda başka olduğunu aşkın Burada doğru değil hiçbir şey Ve üzgünüm bu da değil ‘’Her şeyin yanlış Ve her şeyin yalnız olduğu Hiçbir yerdeyim.’’ Belki de inanmalıyım yalana Yalvarırım beni inandır Battaniyeleri yak at inandır Aynaları kır da inandır. Bu inanç bir ülkü olur benim için Bu delilikle dalından bir meyve kopartırım Bir öğle üzeri uyandığımda Gün olurum siyah geceliğime Aydınlık bir yer olurum. ‘’Fakat senin bahçende ölümsüz bir ördek Bu çirkin dünyada Sana ait bir rüya Ve yalnız senin için olan her şey Evinin içinde bir ev senin Neden değilim?’’
Begüm Çalışkan
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kasım’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
AN SIZI İÇİMDE Ne vakit rastlaşsak Bir şeyler unutuyorum Çok iyi bildiğim. Ne vakit rastlaşsak Sorular doğuyor kapkara; Hangi gündeyiz, Bu tren nereye gider, Bilmediğim hangi dilde konuşuyor insanlar Ve neden susuyor gün ortasında kuşlar? Bence ne zaman rastlaşsak Bir insan kalabalığının ortasında Bütün yüzler bize dönüyor. İki kelime edecek olsak Her zerre kulak kesiliyor. Sonra yürüyüp geçiyorsun İçimden geçip gider gibi Öyle kolay ve ansızın Karanlık sokaklarda kaybolmaktan da ürkmeden. Saçmalıyorum. Neden korkasın, Bildiğim bütün sokaklar senin adın; Adın gibi biliyorsun memleketini. Hatice TÜRK
Pergamon(Bergama), İzmir
Fotoğraf Aybige Akdağ
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...