İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:25

Page 1

Nisan 2016 Sayı: 25

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Doğumunun

100. Yılında

BEHÇET NECATİGİL

“SEYİRCİ KALMA”: NİLÜFER

RÖPORTAJ:

TİYATRO FESTİVALİ

ERCAN YILMAZ

Öykünün Filozofu: SABAHATTİN KUDRET AKSAL


İncir Çekirdeği Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Ayşe Bengisu Akdağ

Genel Yayın Yönetmeni

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol

Misafirler Serkan Demirhan Begümhan Varlık

Özel Yazar Öğr. Gör. Ayşe Energin

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

Behçet Necatigil bundan tam 100 yıl önce, 1916’da; “Şu dünyada insanca yaşamak da yoksa / Ne kalıyor geriye, yüzyıllardan?” dediği dünyaya gözlerini açtı. Biz de bu önemli yıl dönümünde dergimizin dosya konusunu ustaya ayırdık. Çok yönlü bir edebiyatçı olan Necatigil’i birçok yönüyle ele almaya çalıştık. Şiir sanatını, çevirilerini, radyo oyunlarını, Batı edebiyatı ile ilişkisini, sözlüklerini, mektuplarını, röportajlarını ve daha nice yönünü derin araştırmalarımızla sizler için dergimizin sayfalarına taşıdık. Behçet Necatigil hakkında söylenecekler bitmez, bizden önce de söylendi, bizden sonra da söylenecektir; sırf içinde bulunduğumuz Nisan ayında bile şimdiye kadar en köklü yayınlar kapaklarını ayırdı, üniversitelerde paneller düzenlendi. Yıl boyunca da konuşulmaya devam edecek… 30 yılı aşkın öğretmenlik yapmış olan Necatigil’in anısına, sanatına bizim de öğrencileri olarak incir çekirdeği kadar da olsa bir faydamız olursa ne mutlu bize… *** Dosyamızın yanında, başta Ercan Yılmaz ile gerçekleştirdiğimiz keyifli söyleşimiz olmak üzere her zaman olduğu gibi şiirlerimiz, hikayelerimiz, denemelerimiz, kitap tanıtımlarımız da okunmak için sizleri bekliyor. *** Nisan ayı İncir Çekirdeği’nin de ilk sayısının yıl dönümü. Üçüncü yılımıza adım attığımız bu yolda sadece okurlarının ilgisi ve desteğiyle ilerleyen dergimiz bu sayede incir ağacı olma yolunda ilerliyor. Okuyan, okutturan bütün edebiyatseverlere selam ve sevgi ile…

Uludağlı Edebiyatçıların


İçindekiler 3

Havadis / Beyza Özkan

5

Türkülerimiz ve Bursa Bakır Türküleri Üzerine / Pınar Çaylak

8

Hayat – Şiir / Sema Keser

8

Günlerden Biri – Şiir / Sema Keser

9

Öykü Kahvesinde Bir Filozof: Sabahattin Kudret Aksal / Işık Selin Orhuntaş

11

Mitoloji Pusulası: Çin Mitolojisi / Busenur Aslan

DOSYA: BEHÇET NECATİGİL 100 YAŞINDA 13

Behçet Necatigil’in Radyo Oyunlarında Dilin Kullanımı / Öğr. Gör. Ayşe Energin

21

Behçet Necatigil’e Şiirler

22

Evvela Alevler – Şiir “ Behçet Necatigil’e” / Begüm Çalışkan

23

Evlerden Bir(inde) Necatigil / Begüm Çalışkan

27

“Behçet Necatigil Anlatıyor” / Mustafa Baydar

29

İnancın Sığınağında Necatigil Mısraları / Ayşe Bengisu Akdağ

33

Behçet Necatigil’den Kamuran Şipal’e Mektup

35

Tercüme Makinesi: Necatigil / Mehmet Altınova

39

Behçet Necatigil Şiirlerini Nereye Yazardı / Cemal Süreya

40

“Sevgilerde” – Şiir / Behçet Necatigil

41

Sözlükler İçinde Behçet Necatigil / Beyza Özkan

45

Behçet Necatigil’in Batıya Dönük Yüzü / Tuğçe Erkol

47

Neden “Necati”gil / Sırdem Kemiksiz

49

Nefes – Şiir / Süleyman Erkut

50

Ölüm Fermanım Verildikten Sonra Yapılacaklar – Şiir / Muhammed Münzevî

51

SÖYLEŞİ - Bir Hülya Adamı: ERCAN YILMAZ / Ayşe Bengisu Akdağ

57

Pamuk Ağaçları – Hikaye / Hilal Akarslan

59

“Yaşasın Tiyatro” – Nilüfer Tiyatro Festivali / Sultan Demirtaş

61

Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ

63

Kanepe – Hikaye / Serkan Demirhan

64

Şiir Falı Şair Ahvali – Şiir / Muhammed Münzevî

65

Sessiz Bir Gelecekte – Şiir / Begümhan Varlık

66

Fotoğraf / Aybige Akdağ


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HAVÂDİS Ahmet Oktay, "Her Yüz Bir Öykü Yazar" kitabıyla 1957'de Yeditepe dergisinin Şiir Ödülü'nü, "Yol Üstündeki Semender" kitabıyla da 1987'de Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü de almıştı.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim Kurulu, TGC üyesi, Sürekli Basın Kartı Sahibi Ahmet Oktay Börtecene’nin ölümünün ardından yayınladığı başsağlığı mesajında, “Şiirimizin ustalarından şair, yazar gazeteci Ahmet Oktay Börtecene’yi kaybetmenin üzüntüsü içindeyiz. Ahmet Oktay Börtece’neyi sevgi ve saygıyla anıyoruz. Değerli üyemiz Ahmet Oktay Börtecene’nin ailesine, sevenlerine ve basın topluluğumuza başsağlığı diliyoruz” dedi. Oktay'ın cenazesi, Erenköy Galip Paşa Camisi'nde kılınan namazın ardından Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.

sloganıyla gerçekleştirilecek olan festivalimiz, geçmiş yılların deneyimi ve tiyatro severlerin talepleri doğrultusunda daha güçlü, daha yoğun bir program içeriyor… Sadece tiyatro değil, konserler, atölyeler ve sergiler de festivali zenginleştiriyor” dedi. Festival çerçevesinde, 5 TL ile 30 TL arasında değişen bilet fiyatları ile oyunları izleyebilecek olan tiyatro severler biletleri sahnelerin gişelerinden ya da internetten temin edebilirler.

AHMET OKTAY VEFAT ETTİ Türk şiirinin önemli isimlerinden, aynı zamanda gazeteci, yazar Ahmet Oktay, 83 yaşında hayata veda etti.

Beyza Özkan

www.biletinial.com www.nilufertiyatrofestivali.com

5. NİLÜFER TİYATRO FESTİVALİ BAŞLADI Bursa Nilüfer Belediyesi'nin her iki yılda bir gerçekleştirdiği Tiyatro Festivali başladı. Bu yıl "Seyirci Kalma" sloganı ile duyurusu yapılan 5. Nilüfer Tiyatro Festivali, 27 Mart-28 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek. 32 günde 100 gösterimle tiyatronun kalbi Nilüfer'de atacak! Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, festivalle ilgili, “Ülkemizin ne yazık ki içinden geçtiği bu kara günlerde, hayatı olduğu gibi kabul etmeyen, sorgulayan, değiştirmek için çaba harcayan hepimizin en sağlam dayanağı; sanat ve özellikle tiyatro”… “Seyirci Kalma”

3

AZERBAYCAN SİNEMASININ ACI KAYBI Azerbaycanlı yönetmen, senarist, tiyatrocu Prof. Dr. Tevfik İsmailov (77) hayatını kaybetti. Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de hayatını kaybeden Prof. Dr. Tevfik İsmailov, 1994 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmıştı.


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İsmailov, Türkiye'de yaşadığı dönemde Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ gibi ünlü sinemacılarla ortak çalışmalara imza atmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanlığı'nca 1995 yılında kurulan Gösteri Sanatları Merkezi'nde de sinemacılık dersleri vermesiyle bilinen İsmailov'un cenazesi, Bakü'de toprağa verildi.

NOBEL ÖDÜLLÜ MACAR YAZAR IMRE KERTESZ HAYATINI KAYBETTİ

tanışması hedefleniyor. 31 Mart’ta başlayacak Kurultay’a katılacak genç yazarlar çok sayıda müracaat arasından yayınları ve çalışmaları dikkate alınarak belirlendi. Kurultay 2 Nisan cumartesi günü tamamlanacak. Kurultayda genç yazarlar karşılaştıkları sorunları gündeme getirecek ve çözüm yolları tartışılacak ve karara bağlanacak.

2002 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Macar romancı Imre Kertesz, uzun bir hastalık sürecinin ardından bugün 86 yaşında öldü.

TANPINAR EDEBİYAT FESTİVALİ YAKLAŞIYOR 8. İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali (İTEF), bu sene Şehir ve Sesler temasıyla 8 – 15 Mayıs tarihleri arasında İstanbul ve İzmir’de düzenlenecek. Türkiye’nin ilk uluslararası edebiyat festivali olan İTEF bu yıl kapılarını sekizinci kez edebiyatseverlere açıyor. Festivalin etkinlikleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı ve KargArt başta olmak üzere, İstanbul Şehir Üniversitesi ve Tanpınar Müze Kütüphanesinde gerçekleşecek. Festival, 12-15 Mayıs tarihlerinde İzmirli edebiyatseverlerle de buluşacak.

1929’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Budapeşte’de dünyaya gelen Kertesz, 15 yaşındayken Auschwitz Toplama Kampı’na gönderildi. Burada yaşadığı tecrübeler eserlerini derinden etkiledi. Kertesz’in, Nazi Almanyası tarafından 2. Dünya Savaşı döneminde kurulan en büyük toplama, zorunlu çalıştırma ve imha kampı olan Auschwitz’ten hayatta kalanlar arasında olduğu biliniyor.

GENÇ YAZARLAR KURULTAYI BAŞLIYOR 31 Mart – 2 Nisan tarihleri arasında üç gün sürecek olan 1. Genç Yazarlar Kurultayı, Gençlik ve Spor Bakanlığı Gençlik Projeleri tarafından destekleniyor. Kurultayda tecrübe sahibi yazarların genç yazarlarla bir araya gelmesi aynı zamanda farklı şehirlerden gelen genç yazarların da birbirleri ile 4

ULUSLARARASI İSLAM YARIŞMASI Bir medeniyet merkezi olan Konya’nın 2016 İslâm Dünyası Turizm Başkenti olması sebebiyle başta kültür ve turizm alanında olmak üzere Konya’da pek çok uluslararası etkinlik planlandı. Bu etkinlikler çerçevesinde, hat, tezhip ve minyatür gibi başlıca İslâm sanatları üzerine uluslararası bir yarışma da açıldı. Bu yarışma ile söz konusu sanat dallarının aslına uygun bir şekilde uygulanmasını ve bu sanat dallarında eser verebilen sanatkârları teşvik etmek hedeflendiği belirtildi. Hat, tezhip ve minyatür gibi İslâm sanatlarının uluslararası mecrada daha iyi tanınmasına katkıda bulunmak da yarışmanın amaçlarından. Ayrıntılı bilgi için: http://konya.bel.tr/islamsanatlari/


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TÜRKÜLERİMİZ ve BURSA BAKIR TÜRKÜLERİ ÜZERİNE

Pınar ÇAYLAK

Uludağ’ın Eteğinden Türküler… Menteşeli Cengiz Bütün

Türküler, ah bu yüzlerce yıllık kültürümüzün

büyüleyici ve insanı saran kuvvetinden söz eden

en sağlam gönül bağları… Her bir kelimesinde

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Anadolu’nun romanını

yüreğimizin bütün tellerine ayrı ayrı dokunan büyülü

yazmak isteyenler, ona mutlaka türküler yoluyla

ezgiler. Bize uzak olan diyarları, kavuşulmaz bildiğimiz

gitmelidir” demiştir. Türkler acılarını, sevinçlerini,

yarları, gözümüzde tüten anaları, kardeşleri, kınalı

sevgilerini türkülerle ifade etmiştir. Türküler, ömür

Mehmetleri nasıl da yakın ederler. Unuttuğumuzu

boyu yoldaş olmuştur Türk ulusuna. Beşikte ninni,

sandığımız yaraları daha söze başlamadan kanatırlar.

çocuklukta oyun, askere yâren, sevdalıya tercüman,

Neşeli olduğumuzda ise bizi oynatmadan hiçbir yere

düğünde neşe, tasada ortak, mezarda ağıt olmuştur.

bırakmazlar. Bunları az çok hepimiz söyleyebiliriz, türküleri bilmem diyenlerin en azından bir kez kendi

Yine içeriklerine göre türküleri: lirik türküleri,

kınasında: “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar.”

anlatı türküleri, tören türküleri, oyun ve dans

denirken ağlamadığına kimse beni inandıramaz. Ve ya

türküleri olarak ayırmak mümkündür.

“Şu kışlanın kapısına mail oldum yapısına, telli kurban

Türküleri işlenen konulara ve coğrafi koşullara

bağlayayım yarin kapısına” diye başladığında

göre ayrı başlıklar altında incelersek de, işlenen genel

radyoda, duygu dolu bir sesle uzaklara dalmayan bir

konular: askerlik, savaş ve kahramanlık konuları,

çift göz yoktur benim gözümün nuru memleketimde.

gurbet, ninni ve ağıtlar, iş türküleri olarak toparlayabiliriz.

Türküler, Anadolu’daki Türk dili kadar kendine özgü ve köklü bir yapıya sahiptir. Türkülerin

5


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türkü dinlemek, bu duygular elbet güzel ama bir de türkülere gönül verenler var ki işte onlara hayran olmadan edemem. Bozkırın Tezenesi Rahmetli Neşat Ertaş’tan dinlemek türküleri biraz da bu hayranlıktandı. Nasıl hayran olmayacaktık ki böylesine zengin gönüllere. Çoğu şey anlamını yitirdi derken türkülerimiz bentlere sığmayıp taşan seller gibi her nesle daha da güçlü akıp gitmekte. Ama burada o seller hep ulaşsın diye uğraşıp bizler için derleyenlerin emekleri çok büyük. Bu emeklerden bahsederken değinmeden asla geçemeyeceğim Bursa Belediyesi’ni değerli sanatçısı “Menteşeli Cengiz” namıyla tanınan “Cengiz Bütün” Bursa’nın sahip olduğu o değerlerdendir. Araştırma ekibinin derlemelerine ben de bir süre katıldım ve değerli ustayı orada tanıdım.

Bakır Türküleri…

bunu kızlarına öğreterek kendilerinden sonra da

Türk kültüründe kadınların çalgı çalması pek

geleneğin devam etmesini sağlıyor. Özellikle dağ köylerinde bu gelenek özen gösterilerek yaşatılıyor.

hoş karşılanmadığı için, kadınlarımız bir araya geldiklerinde ve yalnız kaldıklarında leğen, bakır, tava

Daha önceki yıllarda Bursa köylerinde kına

gibi aletlerle türküleri söylerlerken bunların çıkardıkları seslerle müziklerini icra ediyorlarmış.

gecelerinde ve kadınların toplandıkları zamanlarda en

Sadece düğün, nişan gibi törenlerde değil tarlalara

büyük eğlencelerden biri olan bakır türküleri ve bakır

çalışma giderken de kendilerini motive etmek için

çalma geleneği giderek adını diğer

bakır çalan birini de götürüyorlarmış.

şehirlerde de duyurmakta. Bakır

Bu icra hala devam etmektedir. Yörede

türkülerinin adının duyurulması ve yaşatılması konusunda 5 Kasım 2015

bakır türkülerinin oynanması da

tarihinde Ege Üniversitesi Devlet

oldukça geleneksel şekilde devam

Türk Konservatuarının

ettirilmektedir. Bakır türkülerinin oynandığı yerlere bakır evleri

gerçekleştirdiği etkinlikte bakır

deniliyor. Yapılan çalışmalarla

türkülerini tanıtması, Bursa’dan giden, aralarında mahalli ses

Bursa’nın bu yaşatılan kültür unsuru

sanatçılarının da bulunduğu bir

korunuyor. Bakır çalan kadınlar

6


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ekibin türküleri orada icra edip halk oyunlarını sergilemeleri çok önemli bir gelişmedir.

Derlenen türkülere kendilerinin beste yapmaları, ya da bakır türkülerini kendilerinin de

Kişilerin duyarlılığının yanında yapılan

seslendirerek kayıt almaları ise Bursa Araştırmaları

çalışmalarla da bu geleneğin devam ettirilmesi

Merkezi’nin kendi stüdyolarında

destekleniyor. Bu konuda Bursa Araştırmaları

gerçekleştirilmektedir. Bu çalışmalar sayesinde pek

Merkezi başta olmak üzere DAĞDER gibi dernekler de

çok bakır türküsü derlenmiş, kayıt altına alınmış ve

bu çalışmaları kayıt altına alarak, gerek köylerde

seslendirilerek albüm haline de getirilmiştir.

görüşmeler ve çekimler yaparak, gerek bakır

O derlemelerden bir örnek ile yazımı

türkülerini icra eden kadınları, kendi oluşturdukları

noktalıyorum. Türkülerin hayranı, bir Bursalı olarak

mekanlara davet ederek bu anlamda önemli bir

başta Menteşeli Cengiz ağabeye ve emeği geçen

çalışma yürütüyorlar.

herkese yürek dolusu teşekkürler.

Cengiz Bütün ile yaptığım görüşmede bu

Tek dur Karacaoğlan

çalışmaların aşamalarını öğrenmeye çalıştım. Derleme

Tek dur Karacaoğlan tek dur

için genellikle kış aylarının tercih ediliyor.(Yazın

Dostundan düşmanın çokdur

genellikle herkes tarlalarda ya da farklı uğraş

Ölüm var emme ayrılık yoktur

alanlarında olduğu için, kaynak kişiye ulaşma

Ya sen ya ben ölmeyince

sıkıntısından dolayı bu mevsim tercih edilmektedir)

Ölüm var emme ayrılık yoktur

Derleme yapılacak köylerin de genellikle uç ve dağ

Ya sen ya ben ölmeyince

köyleri olduğu düşünüldüğünde bayağı zahmetli bir

Çalkan Karadeniz çalkan

çalışma gerektirdiği açıktır. Bunların yanında kaynak

Gemilerde olur yelkan

kişilerin kadınlardan olduğu göz önünde

Sabah namazından erken

bulundurulursa, icralarını yaparken görüntü almakta zaman zaman çekinmeleri veya kayıt altına alınacağı

Uyan Alim sabah oldu

için seslerinin duyulmamasını istemeleri de doğaldır.

Sabah namazından erkan

Kısaca onları yapılacak olan çekimlere ikna etmek de

Uyan Alim sabah oldu Garşıdan duydum sesini

zahmet ve anlayış gerektiren ayrı bir nokta.

Başından aldım fesini Beş yüz askerin içinde

Cengiz Bütün’ün yıllardır bu derlemeleri başarılı bir şekilde yürütebilmesinin en büyük

Beğendim de aldım seni

sebeplerinden biri kendisinin de bir dağlı olması,

Beş yüz askerin içinde

bölgenin geleneğini- örfünü alarak yetişmiş olması,

Beğendim de aldım seni

icracıların iknası sırasında kendisinin de türkülere

Derleyen- Seslendiren: Cengiz Bütün

eşlik etmesi gibi pek çok sebep sıralanabilir.

7


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HAYAT Keşke korksam, hayatı sevmekten Düşler kurmasam uykusuz gecelerden Uçurtmalar uçursam Afganistan çöllerinden Siyahi çocuklara bayramları anlatsam Yağmursuz günlerde yağmur olsam Habeşistan’a. Unuttursam, herkese siyahı beyazı Anlatsam âleme gökkuşağıdır, evrenin yalansız tonları. Şarkılardan yapılan bir dil olsam Kuşaklar beni konuşsa, lehçeler hiç olmasa Rotası olmayan bir gemi olsam karada Çocuk kahkahaları sürüklese, kınalı kızları oradan oraya Atlas dağlarında bir derviş olsam Horasan topraklarından Maveraünnehiri arşınlasam Maskeli gezginler olsa her yerde Maskeleri tiyatrolarda görsek sadece Kocaman bir ülke olsam Sınırlarımda sadece korkuluklar ve kuşlar olsa Her yerde güneş açsa Yalınayak gezmek moda olsa Ayakkabılar hiç olmasa Hem Avrupa, hem Asya

GÜNLERDEN BİRİ Nice günlerden birindeyim Dünlerimi ararken, Sarhoş bir akrebin Yelkovanına bakarken.

Hem doğu, hem batı olsam Her yer tek bir dünya olsa Hayat, boynu bükük bir hamal olmasa Hayallere işlemese, Firavunun mahalle baskıları Aforizma edilmese, umut tohumları

Sema Keser

Efsaneye karışsa, tarihin kapitalist çocukları Dünyaya hüküm sürmese, koltuğun arka sevdalıları.

Sema Keser

8


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Öykü Kahvesinde Bir Filozof: Sabahattin Kudret AKSAL

Işık Selin ORHUNTAŞ

“kimi insan dünyanın en büyük hayalcisidir sabahları” Lisedeydim ve bitmek tükenmek bilmeyen bir açlıkla okuyordum. Annemle babamın benden özenle uzak tuttuğu kitap dolu sandığa erişim izni yeni çıkmıştı. Bir sandık dolusu kitap beni bekliyordu. Çoğu benim seviyemin üstündeydi ama o açlıkla hangi seviyede oldukları beni ilgilendirmiyordu. Eski kitaplar kadar ciltli güzel kapaklıları da vardı. Gidip en yırtık en eski olanı buldum: Gazoz Ağacı. Bir solukta okudum. Yetmedi bir daha okudum. Başım dönmüştü öykülerden. Başkaydı öyküler. Başka türlü bir şeydi. İçeriği, kelimeleri, havası… Gazoz Ağacı’nı okumamın üzerinden yıllar geçti. Sabahattin Kudret Aksal’ı yakından tanıdım. Şiirlerini de tiyatrolarını da keşfettim. Ama öykülerinin yeri bende hep ayrı kaldı. Açlığı bastırmak yerine bilinçli okumaya başladım. Bu yolda attığım ilk adım meğer sandıktan güzel ciltliler yerine en eski kitabı seçmekmiş. Sabahattin Kudret Aksal’ın öykülerinde farklı olan aslında felsefeymiş. Öykü estetiğini araya insanının günlük hayata katılma çabasını, biraz Sait Faik ‘in aylaklığını biraz Orhan Veli’nin İstanbul sevgisini katarak oluşturmuş. Felsefi arayışı sadece öykülerinde değil şiirlerinde ve oyunlarında da varmış. Yıllar sonra tiyatro oyunlarından “Kral Üşümesi” ve “Kahvede Şenlik Var” ı okuyunca anlayacaktım.

derinlik arayışıyla oluşmuş öyküler. Bu yüzden klasik okuyuculara hitap etmez. Küçük insanların hayatları ya da aile içindeki iletişimsizliği Sabahattin Kudret böyle aktarır okuyucuya. Gazoz Ağacı öyküsü kitaba ismini verir ve aynı öyküyle Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanır. 1955 yılında ilk kez verilen ödülü Haldun Taner’le paylaşır. Sait Faik Hikaye armağanı alması anlamlıdır. Çünkü Sait Faik’le yakın arkadaşlardır. Beraber Beyoğlu’nda yaptıkları çapkınlık anılarını “Okul Dışı” şiirinde anlatmış. Öykülerinde de yakın arkadaşından etkilenmiş. 1940 kuşağı öykücüleri iki ana çizgide eserlerini verir. Biri Sabahattin Ali çizgisinde gerçeklere yönelenler diğerleri de Sait Faik gibi kısa öyküde kendilerini bulanlar. Aksal kuşkusuz Sait Faik çizgisinde ilerler. Her yönüyle kısa öykünün özelliklerini taşır. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi öykü kahramanları avarelikten yanadır. Gazoz Ağacı’nın kahramanı Saim gibi. Saim bütün gün kahvede oturup oyun oynar ve karşı pencereden Melahat’ı gözler. Onu biraz olsun görebilmek uğruna kaybettiği oyunlar yüzünden kahvedeki arkadaşlarına gazoz ısmarlar. Bu yüzden arkadaşları ona “Gazoz Ağacı” diye hitap eder. Sorumluluk duygusundan yoksun Saim ile tipik ev kızı Melahat kaçarlar. Ancak bir

İstanbul’da doğmuş ve İstanbul’da ölmüş. İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe okumuş. İlk şiiri Biri Var 1938 yılında Varlık dergisinde, ilk öyküsü Semtin Kahvesi de 1940 yılında Servet-i Fünun dergisinde yayımlandı. Onu tiyatro yazarı olarak anacak eseri Evin Üstündeki Bulut 1948 yılında oynandı. İlk oyunlarında mekan olarak ev seçilmiş. Daha sonraları mekan sokağa taşmış hatta mahalledeki kahve olmuş. Öykülerinde olduğu gibi özelden genele doğru gitmiş. Gazoz Ağacı ve Yaralı Hayvan ‘dan ibaret iki öykü kitabı var. Sonradan keşfedilen ve hiçbir yerde yayımlanmamış öyküleriyle beraber toplam 32 öykü. Olay örgüsünden yoksun , alışılmışın dışında kurgusuyla , dilde

9


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

süre sonra sıkıntılar başlar. Saim’in avarelikleri ve sorumsuzluğu Melahat’i kalantor bir adamın kollarına iter. Türk Dil Kurumu Sanat Ödülü’nü kazandıran Yaralı Hayvan kitabında ise öyküler gizemli bir havaya girer. Betimlemeler ağır basar. Kış günü yazlık bir otele gelip oda tutan gizemli, suskun bir adamın, çevresindekilerce nasıl görüldüğü anlatılır. Otel kâtibi, edebiyat heveslisi uzatmalı bir üniversite öğrencisidir; bu adamın öyküsünü yazmak ister, ona kendince bir yaşam kurgular. Adamın daha önce buraya sevdiği kadınla geldiğini, hatıralarının akasından sürüklendiğini düşler. Böylece, öykünün içinde başka bir öykünün yazıldığını görürüz. Gizemli yabancının gerçek yaşantısıyla, öykü yazma heveslisinin ona dair düşlemekte olduğu şeyler bir an birbiriyle buluşur; iki kurmacanın bu hassas noktasında “Öyküsüne arayıp da bulamadığı sonu yakalamıştı şimdi. Daha doğrusu adam öyküsünün sonunu kendi yazmıştı.” cümleleri içimizi hüzünle doldurur.

“ilginç olan şuydu ki hepsi de aşağı yukarı aynı şeyleri söyledikleri halde tartışmanın sıcağında yanıp kavruluyorlardı” Başarılı oyunlarından bir diğeri de Kahvede Şenlik Var’dır. Bu oyunda kahramanlar sadece cinsiyetleriyle karşımıza çıkarlar. Kadın, Erkek ve Garson’dan oluşan kahramanlar yazarın özelden genele doğru giden üslubunun bir sonucudur. İsimleri yoktur. Önemli olan kimlikleri ve kimlikleriyle temsil ettiği kişiliklerdir. Geleneksel tiyatro anlayışıyla yazılan oyunda ayrıca mekan bir kahvedir. Evden çıkılmış sokağa taşımıştır. Romantik bir kır kahvesinde buluşan genç bir erkekle genç bir kadın arasındaki, gösterişe, mal ve para tutkunluğuna dayalı “evlilik pazarlığı”nı anlatan oyunda kişiler soyutlaşmıştır. Palyaço kılığındaki garson oyunda filozof kişinin özelliklerini taşır.

“ah bu gerçekleşmemiş istekler niyetler ne Tiyatro oyunları için dil her şeydir. zaman nasıl tepeceği belli olmayan bir Aktarılmak istenen mesaj dilin iyi kullanımıyla ukde gibi siner insanın içine” mümkün olur. Sabahattin Kudret dili iyi Aksal, Öykü estetiğini, kullandığı için kişiler arasındaki araya insanının günlük iletişimsizliği, aile bireyleri arasındaki Şiirden hiçbir zaman sorunları ve kadın – erkek arasındaki kopamayan Aksal oyunlarında da şair hayata katılma çabasını, çatışmayı başarıyla sahneye kimliğini gösterir. Nasıl öykülerinde biraz Sait Faik ‘in taşımıştır. Ancak bu başarıya rağmen Gazoz Ağacı ustalık dönemi eseri aylaklığını biraz Orhan hala az tanınan yazarlar arasındadır. olmuşsa Kıral Üşümesi de Veli’nin İstanbul sevgisini Aksal, 26 yıl önce Nisan 19 ‘ da oyunlarında ustalık dönemi eseridir. katarak oluşturmuş. aramızdan ayrıldı. Yeni Türk İktidarı , iktidarın yalnızlaştırdığı insanı Edebiyatı’na katkıları çok olan bir yazarı sadece ölüm yıldönümünde değil her zaman hatırlamak boynumuzun borcu.

konu alır ve çağının eleştirisini çok iyi biçimde oyuna katar. Bir gece tahtını bırakmaya karar veren kral, saray yetkililerini ve Kraliçeyi yanına çağırarak kararını bildirir. İçinde bulunduğu sıkıntıyı, yalnızlığı ve ürpermeyi anlatmaya çalışsa da başarılı olamaz. Kendi koyduğu yasalarla tutuklanır ve yine kendi koyduğu yasalarla ölüme mahkûm edilir. Oyunun güzelliği son sahnesindedir. Kral kendine sarılıp “üşüyorum, üşüyorum” diyerek ağlamaya başlar. Bir kralı tek başına bırakıp yalnızlıktan ağlatabilmek sadece Aksal’ın oyunlarında karşılaşabileceğimiz bir manzaradır. Ve bu manzarayla kendine hayran bırakır. İnci Enginün oyun için "... Nedir Kıral Üşümesi? Kuşkusuz insana inanmaktır. İnsanin var olmak çabasını, var olmayı düşünmek eylemini bağlamasıdır." der.

Dünyanın en büyük hayalcisine saygıyla…

“Bakın şimdi şu sayacağım şeylerin Okulu yok. Gökyüzünde rastgele bir bulut parçası için Körükörüne tutkunluğun, Ağacın birine durup dururken abayı yakmanın, Sigara içmekten Kibrit çakmaktan alacağınız keyfin, Okulu yok.” Sabahattin Kudret Aksal

10


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI Çin Mitolojisi Ellerimi, pusulanın lale işlemelerinde gezdirdim bir müddet. Sonra, içimdeki sesin; “Pusulayı oyuntuya yerleştir.” demesine daha fazla dayanamayıp yerleştirdim pusulayı. O ana kadar hiçbir şekilde hareket etmeyen ibre, birden deli gibi dönmeye başladı. Kitap birden açılıverdi. Yaprakları da pusulanın ibresi gibi dönüyordu. Gözlerime inanamıyordum. Birden duvara çarpmış gibi durdu bir yaprak. Renklendi bomboş sayfalar. Başında “Çin Mitolojisi Dünyanın Başlangıcı” yazıyordu. Kabartma şeklinde Yang-Yin resmi vardı. Kendimi ona dokunmaktan alamadım. Etraf aydınlandı birden. Işıktan başka bir şey yoktu adeta.

Zamanımın çoğunu, dedemden kalmış eski bir evin tozlu kütüphanesinde geçiriyordum. Dünyanın bütün gürültüsünden ve çirkinliğinden arınmış en ücra köşesi gibiydi burası. Büyülü bir görüntünün hakim olduğu bu oda, sanki asırlar öncesinin bir anında takılı kalmıştı. Ben de o asrın en kutlu kişisiydim. Yine böyle bir gündü. Kitapların mis kokusu içinde mest olmuş bir şekilde dolaşırken ayağım, eskimiş bir döşemeye takıldı. Kendimi bir anda yerde buldum. Kalkmaya çalıştım ama bileğimin acısı, kalkma isteğimi örseliyordu adeta. Sonra dikkatimi ayağımın takıldığı döşeme çekti. Yüreğim, yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Ayağıma takılan döşeme kırılmış ve beni, her şeyden çok heyecanlandıracak olan gizemini ortaya koymuştu. Adeta Merlin’in büyü kitabını andıran, kalın kapaklı, büyük bir kitap ve yanında camı çatlamış bir pusula vardı. O gün, ömrümün en güzel günüydü.

Bir ürperti aynı zamanda bir sıcaklık hissettim. Hem kupkuruydu hem de ıslak. Bir kısım göz alan aydınlık bir kısım ise zifiri karanlıktı. Birbirine geçmiş iki zıt kutbun oluşturduğu kürenin içindeydim. Henüz meydana gelmemiş bir vücudun yalnız gezen ruhuydum. Henüz her şey birken ben de o birliğin içindeydim. Okuduğum bir kitap geldi aklıma. Sanırım Yang-Yin ayrılmadan önceki zamandaydım. Ama her şey sarsılmaya başladı. Sanki içimden bir öteki ben koptu. Artık, sıcak ve soğuk kopmuştu birbirinden. Aydınlık bir yana, karanlık bir yana gitmişti. Kadın ve erkek oluşmuştu birbirinden ayrılan bu küreden. Gökyüzü ve yer oluşmuştu. Ben bir ruh gibi oradan oraya süzülüyordum. En sonunda menşeim dolayısıyla olsa gerek yeryüzünden tarafa çekildim. Artık Yang ve Yin vardı. Yang’ın Yin üzerindeki etkilerinden mevsimler ortaya çıktı ve mevsimler yeryüzündeki ürünler meydana geldi. Yang’ın sıcak akıntısından ateş oluştu. Akan ateşin bir kısmıyla güneş bir kısmıyla ay oluştu. Güneş aya verdi kendinden ve yıldızlar oluştu. Tanrılar, yıldızları, güneşi ve yeryüzünü düzene soktu.

Kafamı çevirdim ve bana bu gizi açan döşemeye baktım. Adeta görevine ihanet etmiş gibi boynu büküktü. Ama ben, o an o döşeme parçasına, kayıp bir parçamı bulmuş gibi sevgiyle baktım. Ayağımın acısı yoktu artık. Merakım ve sevincim ilacım olmuştu. Ellerimi uzattım ve aldım kitabı. Kapağında pusulanın şekli vardı. Koyu kırmızıydı ve odadaki her şey gibi eskiydi. Muhakkak en gizli sırları saklıyordu bu kitap. Açtım içini ve gözlerim kocaman oldu. İçi bomboştu bu kitabın. Kalbim paramparça olmuştu. Sanki en sevdiğim kuş olup uçmuştu. Kırılan kalbime aldırmamaya çalışarak bu sefer de pusulayı aldım elime. Bozuktu. İbresi sanki mıhlanmıştı olduğu yere. Belki öylece oturdum saatlerce her şeyini yitirmiş gibi. Ellerim bomboş muydu?

11


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bunlardan sonra Yang ve Yin tekrar birleşti ve bir daha ayrılmadı.

bölümü, başından dağlar, etlerinden topraklar, kanından ırmaklar, derisinden ve saçlarından nebatlar, ağaçlar, dişlerinden, kemiklerinden ve iliklerinden metaller ve kıymetli taşlar oluştu. İçim acıdı P’an Ku’ya. Her şeyin özünde biraz ondan varmış meğer. Fakat, bütün bu olanlara rağmen dünya tam olarak yerleşememişti. P’an Ku, dünyayı elli bir kat olarak kurmuştu. Yukarı doğru çıktım ve saydım. Tam otuz üç kat vardı. Yerin derinliklerine kadar indim. Tam on sekiz kat vardı. Dünyanın altında da bir boşluk vardı. Bu boşluk beni içine çekti. Az kalsın oraya düşecektim. Son anda kurtardım kendimi. Uğursuz zamanlarda kadın ve erkekler buraya düşüyormuş. Nu-Ku adında bir kadın çıktı ve bu boşluğu doldurdu. Böylece dünya tamamlanmış oldu.

Ruh olmanın verdiği huzurla süzüldüm gökyüzünde. Daha doğmamış rüzgarın krallığında dans ettim. Güneşe el salladım. Ruhum huzurla doldu. Kafamı eğdim ve bomboş yeryüzüne baktım. Dikkatimi çekti elinde bir keskisi ve sopası olan adam. P’an Ku diye rivayet edilen kişi olduğunu anladım onun. Elindeki keski ve sopasıyla şekillendirdi yeryüzünü. Dağların tepelerini ve diplerini şekillendirdi. Bu işi yapması on sekiz bin yıl sürmüştü ama içinde bulunduğum anda saniyeler gibi geçti yıllar. Tanrılar işe el attı sonra. Dört hayırlı yaratık olarak adlandırılan Ejder, Deniz Aygırı, Kaplumbağa ve Zümrüt ü Anka kuşu, P’an Ku’nun emrine verildi. Ejder, Yang’dan yapıldığı için bütün hayvanların başıydı. Büyükten daha büyük, küçükten daha küçüktü. Nefes aldığı zaman nefesi bulutlara değiyor ve oradan Cennete kadar çıkıyordu. Şimdiye kadar gördüğüm en görkemli aynı zamanda en naif yaratıktı. Merakımdan süzülüp yaklaştım yanına. Kendindenmiş gibi baktı bana. İçimi ısıttı o bakış. Merakımı çekti Deniz Aygırı’nın gücü. Süzüldüm onun da yanına. Bu güne gördüğüm en güçlü canlıydı. Etrafını saran bir güç çemberi vardı adeta. Yang ve Yin’i sırtında taşıyordu. Hiçbir canlı bitkiyi yemiyordu ve otların üzerine basmıyordu. Kaplumbağaya da yöneldim. O adeta bir bilgindi. Ölümün ve yaşamın sırrını biliyordu. Yaratıkların içinde en mükemmel olanı oydu. Zümrüt ü Anka Kuşu da bütün kuşların Efendisiydi. Beş nota rengi denilen renktendi. Saf sularda yıkanıyordu. Çok zarifti.

Binlerce olaya şahit oldum dakikalar içinde. Fakat boşluğun kapatılmasıyla her şey silikleşmeye başladı. Birden burnuma kitapların kokusu geldi. Kendimi en başta olduğum yerde buldum. Kitap tekrar boş sayfalarla dolmuş, pusula, kitabın kapağından ayrılmıştı. Her şey bir rüya gibi olmuş bitmişti. Bense hâlâ onlarca zamanın etkisindeydim. Acaba tekrar aynı duyguları yaşayabilecek miydim? Devam edecek…

Her şeyi düzene koydu P’an Ku, bu dört harika canlının yardımıyla. On sekiz bin yıl çalıştı. Güneşi, ayı ve yıldızları düzene soktu. Sonunda dünya intizama kavuştu ve P’an Ku, Uçmağa vardı. Onun kuş olup uçmasından sonra nefesinden rüzgar ve bulutlar oluştu. El salladım gencecik rüzgara. Hoş geldin dedim. Sesinden gök gürültüsü, kol ve bacaklarından yeryüzünün dört Kaynak: E.T. Chalmers Werner, Çin Mitleri ve Efsaneleri Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu, Mitoloji Üzerine Araştırmalar

12


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BEHÇET NECATİGİL’İN RADYO OYUNLARINDA DİLİN KULLANIMI Öğr. Gör. Ayşe ENERGİN Uludağ Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

i

Behçet Necatigil, eser vücuda getirdiği her alanda büyük bir özenle çalışmış, eserlerini kendi mizacında hayat bulan imgelerle oluşturmuştur. Her şeyden önce evin, evlerin şiirini yazan şairin, edebi esere hep şiir penceresinden baktığı düşünüldüğünde hayatı edebi eserin temel kaynağı olarak ele aldığı, bununla da kalmayıp edebi eseri de hayatın kendisi olarak düşlediği fark edilir. Yazarın sadece eşine ve ailesine yazdığı özel mektuplarındaki üslubu bile bunun en önemli göstergesidir. O, eşi Huriye Necatil’e: ‘’Bizden ev ve aile mektupları beklediğini hatırlattığın için 1 bu ikinci mektubumu istediğin gibi yazıyorum” der . Aynı mektupta gününün nasıl geçtiğinin anlatırken kullandığı şu ifadeler hayata bakışı, şiiri ve tüm eserleri arasındaki o hiç kopmayan bağı açıklar özelliktedir. “Şimdi ise cumartesi pazarının içli sesleri arasında saat 17.30 suları ilk iş olarak bu mektubu yazıyoruz. Bu iş bitince akşam yemeği hazırlanıp ocağa konulacak, o iş bittikten sonra vakit ve enerji kalırsa kitap başına oturulacak, bizim saadetimiz bunlar oldu.

(…) “Ben sadece kalemi yola getirmeye çalışıyor, şiir ve tüm yazmaya hazırlanıyorum… Ve nedir biz “küçük aile”nin kazancı, hayattan?- Birbirimize karşı derinlerde sevgiler ve kağıtlarda şiirlerden başka? (…) değil mi ki geçecek günler değil, kalacak şeylerdir asıl mühim olan.”3 İçe dönük bir mizaca sahip olan Behçet Necatigil’in eserlerinde bu hüzünlü ruh halinden yansımalar görmek mümkündür. Onun Almancadan çeviri yaparken de “özellikle kendi mizacına uygun”4 gördüğü yazarları seçmiştir. Şair, şiirleri kadar radyo oyunlarında da hayatından önemli izler taşıyan, oyun boyunca hareketten ve değişikliklere sebep olmaktan adeta kaçan, çok düşünen fakat çoğu, hayatın içinde aktif bir rol üstlenmeyen kahramanların iç dünyalarındaki fırtınaları yansıtmıştır. Bu kahramanlar, kısık bir sesle pek çok sözcüğün anlamını, oyunun kurgusu ve anlatılmak istenen ruh haline göre yeniden şekillendiren yazarın kaleminden, okuyucuyu/dinleyiciyi derin yapıda varlığını hissettiren önemli ayrıntıları kavramaya sevk eder. Behçet Necatigil’in tüm oyunlarında bu özellikleri görmek mümkündür. Aşağıdaki ifadeler bu duruma örnek olabilecek niteliktedir:

Ama şiirin yavaş yavaş yaklaştığını hissediyorum. Yazılacaktır. Birikiyor. Gece saatlerinde duyuyorum. Henüz uzakta ama yakındır. İş onda. Gerisi kolay. –Yani bazı şeyler ona göre kolay.-“2

3 1 2

A.g.e., s.11. Enginün, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yayınları, s.250, İstanbul, 2004 4

Necatigil, Behçet, Serin Mavi, YK..., s.30, İstanbul, 2005 A.g.e., s.30-31.

13


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Kalkarsanız beni görürsünüz: büyü bozulur; oysa beni bu şekilde görmeden görüyorsunuz, değil mi? Beni ve kendinizi!”5 (“Kadın ve Kedi”, s. 13) “Beyaz. Şimdi beyaz üstüne bir şiir yazabilirim. (…) Beyaz. Evet. Beyaza başlayabilirim şimdi.” (“Kadın ve Kedi”, s. 15) “Ateşböcekleri çook, çok büyüktür; ancak çocuk ellerine sığar. Ateşböceklerini göremeyen yıldızları hiç göremez.” (“Yıldızlara Bakmak”, s.29) “Yorgunlukların araladığı kapılardan bilincimize saçma sapan hayaller dolabilir.” (“Son Tren”, s. 42)

bütününe bakıldığında anlaşıldığına göre kendilerini huzurlu hissettikleri tek yer çalışma masasıdır ve bu masa pencerenin önündedir. Sanıkları değerlidir çünkü geçmişleri ve değer verdikleri bu sandıklardadır. Kâğıt ve kalem ancak şiir yazmaya yaradığı zaman kıymetlidir.

Bir mekânda bulunan eşyaların taşıdığı anlam, insanın o eşyayla arasındaki bağ, aidiyet duygusunu pekiştirir. Bu durumda, “ev”in sahibi, evde yeni düzenlemelerle kendine has bir yaşam alanı oluşturan kişidir. Behçet Necatigil’in oyunlarında, yine asıl anlamlarının yanında, derin anlam “Kapıyı açtığın anda her şeye tekrar başlamak gerekir. Var kazanan sözcüklerle sunulan bir durumda “ev”in sahibi, mı sende bu kuvvet?”(“Son Tren”, s. 59) kendini boşlukta ve sadece o evde değil hayatta bir misafir “Ağlıyor muydu? Vay başıma gelenler! Cemilciğim, doğum gibi hissederken, eşyayla arasındaki bağ da kopma günü pastamı getir; bir yaşıma daha girdim.” (“Emekli”, s. noktasına gelir. Kapalı mekândaki yalnızlık duygusu, ruh ve 75) eşya arasındaki kopukluk Behçet Necatigil’in oyunlarındaki “Koz kabuğunun peşindedir. Ümidinin peşindedir. kahramanları “hava alarak” , “pencereyi aç”arak, “yeşile Gençliğinin peşindedir.” (“Araştırma Salonunda”, s. 93) bak”arak, “radyo aç”arak, bir çocuk şarkısı “Renkler tamam mı şerbette, Evlat?” (“Gece mırıldanarak kendilerini iyi ya da ait Aşevi”, s. 113) hissetmeye çalışmalarıyla bir nebze “Nedir gerçeklik?. “Görmek”, “Ama Necatigil, oyunlarında azalır. İnsanların “ yaşamda misafir nasıl görmek? Büyüteç altında renklere anlamlar yüklemiştir. oldukları gerçeğini unuturlar.”6 görmek! Görmek için dünyayı Yeşil ve beyaz, kahramanların dolaşacaksınız. Gözünüz o zaman iç huzuru ve kendi içlerinde Behçet Necatigil, oyunlarında açılır. (...) (“Kutularda Sinek”, renklere bazı anlamlar yüklemiştir. istedikleri bir zamana özgürce s.164) Buna göre yeşil ve beyaz, yolculuk yapabilmelerini “Aydınlanır, yakında aydınlanır! kahramanların iç huzuru ve kendi sağlayan renklerdir. Siyah Göz önünde yürürseniz, çok içlerinde istedikleri bir zamana mutsuzluğun, huzursuzluğun geçmeden aydınlanır. Bilmiyor özgürce yolculuk yapabilmelerini değilsiniz ya, nerde kalabalık varsa simgesidir. sağlayan renklerdir. Siyah mutsuzluğun, orasıdır esas yol.” (“Yol”, s.190) huzursuzluğun simgesidir. Aslında Behçet “Bu denizde her şey olur. Çok şey olur. Çok Necatigil, renklere özellikle beyaza şiirlerinde şey umar, pek azını edersiniz.” (“Uzak Yol de yer vermiştir. Onun şiirlerinde çok sık kullandığı beyaz Kaptanı” s.230) sözcüğüne, oyunlarında da benzer anlamlar yükleyerek pek “Gözü yakınlarda olan, uzakları göremez. (...)” (“Süslü çok kez yer vermesi dikkat çekicidir. Karakol Durağı” , s.261) “Evlerin sesleri her yerden duyulur.” (“Uzun Köprü”, s.332)

Yazar, radyo oyununun, konuşma ve sesler bütünü olduğunu ifade eder. Bu türün şiire yakınlığı, Behçet Necatigil’in, bilinçli bir şekilde ve ısrarla radyo oyunu yazmayı tercih etmesinin sebebini açıklar niteliktedir. O, bu oyunlarda sözün, sesle şekillendiğini bilir ve dili en etkili kullanış şeklinin yine ancak ses oyunlarıyla olabileceğini düşünür. Behçet Necatigil, sanat hayatı boyunca Türkçenin tüm imkânlarını en iyi biçimde kullanmıştır. Oyunlarında, tekrar ettiği sözcükleri, bir bütünün parçalarını oluşturacak

İnsanların yaşları ilerledikçe, geçmişe ve geçmişi çağrıştıran, her birinde birçok anının saklı olduğu eşyalara karşı duyarsız kalmaları Behçet Necatigil’i derinden etkiler. Ona göre her eşya bir iz, bir değer taşır ve bu izi ancak o eşyanın asıl sahibi fark edebilir. Ev, bu eşyaların oluşturduğu ortamla daha da anlamlı hale gelir. Eşyaların renkleri ve duruşları uyandırdıkları hisleri de belirler niteliktedir. Buna örnek vermek gerekirse “Kadın ve Kedi” adlı oyunda Birinci Adam’ın da İkinci Adam’ın da şiir yazabildikleri, oyunun 5

6

Necatigil, Behçet, Radyo Oyunları 1, Bütün Eserleri 7, Cem Yayınevi, İstanbul, 1984. (Alıntılar bu baskıdandır.)

Çakmak, Banu, Gelenekselden Çağdaşa Tiyatromuzda Kadınlar, UÜ Basımevi, s.299, Bursa, 2012

14


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

10

şekilde, somuttan soyuta, parçadan bütüne giderek, ilmek ilmek işlemiş, az sözle çok anlam elde etmeyi başarmıştır.

günümüz hayatında araması da şiirin orijinalliğidir.’’ Bu duruma verilebilecek pek çok örnekten biri ‘’Temmuz’’ adlı oyunudur. Bu oyun, neredeyse ‘’Kilim’’ adlı şiirinin genişletilmişidir. Onun evliliğin yer aldığı pek çok oyununda ailesini, evlilik birliğini ‘’düzeni’’ korumak için sessizce çabalayan erkek kahraman burada da vardır.

Onun oyunları her şeyden önce bir şairin kaleminden çıkmış, neredeyse şiir gibi ahenkli bir yapıdadır. Bu oyunlardaki söz varlığı ve ses özellikleri değerlendirildiğinde oyunların ardındaki güçlü şairi görmemek mümkün değildir.

Behçet Necatigil’in oyunlarının konuları şu şekilde sıralanabilir: 1-Ev, eşler arasındaki ilişki ve kadının bu ilişkideki yeri.

Yazarın şu ifadeleri bir radyo oyunundan ne beklediğini açıklar. ‘’ Gerçek radyo oyunu düşle gerçek arasıdır. Gerçeküstü öğeler ve sembollerle beslenir. Alegorik ve trajiktir. Tuluatla, skeçle, kabare ile hiç ilgisi yoktur. Yazarından, oyuncusundan, dinleyicisinden incelmiş bir zevk ve saygı bekler. Düşündürücüdür. Sembollerden kuvvet alır, mecazla güçlenir, şiire yakındır şiirsel arka planlar ister.’’7 Ona göre: radyo oyunu, trajik bir taraf taşır, bir çıkmazı hissettirir, ağırcadır. Düşündürmeli, eski türküler gibi uykularda da yankısını sürdürmelidir.’’8

2-Geçmişe ve kaybedilen aşklara duyulan özlem. 3-İnsani değerler. 4-Yaşamın gerçek anlamı ve bu anlamı arayanlar. 5-Sanat ve yaşam arasındaki bağ. 6-Etrafında insanlar olsa da yalnızlık hisseden ve hayatın aktığını fark edenler. 7-Gerçek hayatla bağını koparmış, kendi çaresizliklerini kendileri hazırlayan insanların önemli

Behçet Necatigil, radyo oyununu O, bu konulardan hareketle ‘’insanın Onun oyunlarındaki tanımlarken söylediklerini değişmeyen yönlerini’’11 göstermiştir. evlerde, odalarda kapalı bir oyunlarında uygulamayı Şiirlerinde de benzer konulardan hareketle mekanda sıkışan insanın başarabilmiştir. Oyunlarında, Doğu ve Batı kültürüne ait mitolojik bunalımını, yalnızlık içinde sözcükler, farklı anlamda unsurlara yer veren Behçet Necatigil, boğulduğunu fakat bu kullanılmış, anlamın ‘’bütün bunları bilinçli bir şekilde yaparken duyguya ölesiye alıştığını, değiştirilmiş, dilin çeşitli yollarla tüm bunların şiire bir çağrışım zenginliği, süslenmiş ve deyimlerin sık sık değişimden kaçtığını bir derinlik bir kültürel arka plan 12 gerçek anlamlarının yanında görmek mümkündür. kazandırdığını da bilmektedir.’’ oyunda değer kazanan yeni anlamlarıyla kullanılması buna Yazarın oyunlarındaki konular, bu şekilde farklılık örnektir. Bu şekilde, söz oyunlarıyla, gösterse de oyunlarında kullandığı dil bir büyük bir Behçet Necatigil, geleneğin etkisini ve gücünü benzerliğe sahiptir. O, ‘’radyo oyunlarında süssüz, sanatsız, şiirlerinde olduğu gibi radyo oyunlarında da kullanmıştır. yalın bir konuşma dili kullanmıştır.(…)Uzun, dolambaçlı cümlelere, şive taklidine, sosyo-ekonomik farklılıklar ’Radyo oyunu şiirin tamamlayıcısıdır.’’9 diyen Behçet gösteren toplumsal kahramanların özel dillerine yer Necatigil’in oyunlarıyla şiirleri arasındaki ilişkiyi İnci 13 vermez.’’ Yıldızlara Bakmak, Emekli, Yol, Kediciler, adlı Enginün’ün şu şekilde açıklamıştır: oyunlarında seçtiği kahramanlar, sosyal durumlarını yansıtacak, ağız özellikleri gösteren cümlelerle değil, yazı ‘’Şiirlerinin bir çeşit ‘agrandismanı’ olarak gördüğü radyo diline has ortak kültürü ifade eden cümlelerle konuşurlar. oyunları ile şiirleri arasında paralellik vardır. Mitolojik unsurları (Yunan, Asur; İslamlaşmış Doğu Mitolojisi) bir arada kullanışı, şiirine esaslı bir hava kattığı gibi, bu mitleri 10

Enginün, İnci, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, s.91, İstanbul,2005. 11 Tarım, Rahim, Kültür, Dil, Kimlik, Behçet Necatigil’in Şiir Dünyası, Özgür Yayınları, s.115, İstanbul,2004. 12 A.g.e., s. 115. 13 Çetin, Nurullah, Behçet Necatigil Hayatı, Sanatı ve Eserleri, Kültür Bak. Yay. S.373, Ankara, 1997.

7

Necatigil, Behçet, Bütün Eserleri 5 Düz Yazılar I, Cem Yayınevi, s.382, İstanbul, 1983. 8 A.g.e., s.507. 9 Özcan, Celal, Behçet Necatigil’le Başbaşa”, Hürriyet Gösteri, s.10, Aralık 1984

15


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir seçici kurul toplantısında. Sağdan: Behçet Necatigil, Rauf Mutluay, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Necati Cumalı, Oktay Rifat, Ümit Yaşar Oğuzcan, Ahmet Muhip Dıranas (Ağustos, 1974)

Behçet Necatigil, Varlık Dergisi'nde yayımladığı ''Kadın ve Kedi'' adlı ilk radyo oyununda, ''yaklaşan şiirlerin sevinci''nin hayatta tuttuğu ''Birinci Adam''a: ''Taşınmadan önce tepeden tırnağa yıkasak, boyasak, havalandırsak yine de eskiden bir şeyler kalır evlerde. Görünmeyen bir şeyler. Yeni gelenler evlerde görünmez izleri kalmış bu eski yaşamalara uyarlar. Görünmeyen kurulu bir düzenin bozulmaması için ne lazımsa yapar evler. Sonunda farkına varmadan bizler değişir, evlere uyarız da onları değiştirdiğimizi evleri kendimize uydurduğumuzu, yenileştirdiğimizi sanırız. Boş hayaldir bu!''(''Kadın ve Kedi'', s 9-10) der.

bir varlık algılanmak, seçilmek; bir şeyin bulunduğu anlaşılmak, karşılaşılmak, rastlanmak şeklinde açıklanmıştır.14 Bu durumda yazarın kimse tarafından fark edilmeyen, fark edilmek için hiçbir çaba harcamayan, bir anlamda insanın iç sesini temsil eden pasif kahramanlarının hepsi ''görülmeyen insanları''n, ''duyulmayan seslerini''ni duyabilir. Bu kahramanları en iyi anlayan ve onları hayatı idrak edebilmeleri için harekete geçiren de yine bu ''görülmeyenler''dir. Oysa ''görünmeyen'' kurulu düzen son derece aktiftir. Varlığını her zaman hissettirir. Etkilidir. Hareketsiz kahramanları kontrolü altına alır. Behçet Necatigil, ''görünmeyen'' sözcüğünü de farklı anlamlara gelecek şekilde birden fazla kez kullanmıştır. Böylece, ''görülmek''teki durağanlığı ve algılama unsurunu vurgulamıştır.

Onun oyunlarındaki evlerde, odalarda kapalı bir mekanda sıkışan insanın bunalımını, yalnızlık içinde boğulduğunu fakat bu duyguya ölesiye alıştığını, değişimden kaçtığını görmek mümkündür. Yazarın hayatta varla yok arasında kalmış kahramanının söylediği ''ölülerin gelmesi, çok kere dirilerin gelmesinden daha kolaydır.'' cümlesi, ''görülmeyen insanlarla konuşmak daha kolay'' (''Yıldızlara Bakmak'', s1924) yorumuyla asıl anlamını bulur. Yazar ''görünmeyen'' ve ''görülmeyen'' sözcüklerini ardı ardına gelen cümlelerde kullanmıştır.

Burada her iki sözcük de hem gerçek anlamları hem de kendi anlamları dışında bir anlama bürünerek oyunun vermek istediği asıl mesaja hizmet eder. Mutsuz, amacını yitirmiş, kaybolmuş insanların görülmeyen kimliklerinin hüzünlü sesleri, sözcüklerden cümlelere, cümlelerden oyunun bütününe yayılır ve dinleyicisine ulaşır. ''Kapı, beyaz, ev, hayat, geçmiş, sandık, uymak, yenileşmek, uydurmak, değişmek, saat, ölmek'' gibi sözcükler, yazarın oyunlarında gerçek anlamlarından çok , onlara yüklenen o anlamları fark etmeden oyunun tam kavranamayacağı

Türk Dil Kurumu Sözlüğü'nde görünmek sözcüğü; görülür duruma gelmek, görülür olmak, gözükmek, izlenim uyandırmak, benzemek, görünüşünde olmak gibi anlamlarla karşılık bulurken; görülmek sözcüğü; göz yardımıyla bir şey,

14

16

Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, s.783., Ankara, 2005.


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kendilerine has anlamlarıyla kullanılmıştır. Mehmet Kaplan, Behçet Necatigil'in oyunlarında kullandığı cümleleri anlayabilmek için sözcüklerin anlamalarını bilmenin yeterli olmadığına yazarın ''Yol'' adlı oyunundan hareketle şu şekilde dikkat çekmiştir:

yani annesinin dönmesini bekler.”(…) “Karanlıkta aydınlığın dönmesini beklerdi.” (“Kadın ve Kedi” , s.12) Bu konuşmalar devam ederken bir zil sesi işitilir kapıyı çalıp açanın bir çocuk olduğunun anlaşılması üzerine konuşan kahramanlar şunları söylerler : “ çocuklar (…) çalıp kaçarlar bir kapıyı bir ömrü , bir ömrün emeklerini… ve hemen unuturlar. Çocukluk !” (s.13)

''Okuduğunuz parçada bütün kelimeleri bildiğiniz halde yazıyı anlamakta neden güçlük çekiyorsunuz? Bu 15 anlaşılmazlıkla konu arasında bir münasebet var mıdır?''

Yıldızlara Bakmak adlı oyunda yalnızca “yolcu”nun duyduğu kaynağı belirsiz ses , hep sorar “yıldızlara baktın mı ?” sesin Gerçekten de yazarın radyo oyunlarında büyük bir özenle kelimesi durumu için yazarın kullanmayı seçtiği sözcük seçtiği ve yerine göre değişen anlamlar yüklediği sözcüklerin “erimek”tir. Bu ses yok olmaz , bitmez : erir. Çünkü söz hayata, insana ve insanın hayatının anlamını bulma konusu ses buz gibidir, serttir. Oyunun geneline sürecinde karşılaştıklarına dair önemli görevleri vardır. Bu bakıldığında görülür ki bu sesi duyan “yolcu” henüz sözcükler, kahramanların, kendi ''ev''leri, kendi ''geçmiş''leri gerçekten yaşayamamış, yani ruha sahip olamamıştır. Belli ve pişmanlıkları vasıtasıyla çıktıkları yolda başlayan ki sesin ona onun anlayabileceği tınıda seslenmesi sorgulama sürecinin, bir bulmaca gibi sunulan görünürdeki gerekmektedir. Ses , açık net ve tekrar tekrar bir kısmıdır. Burada söz konusu ''yol'' ifadesinin de “sesleniş “ halinde duyulur. Böylece yazarın oyunlarında sık sık kullandığı , yolcunun bu ses için “sesleniş” demesi kurgunun iskeletini oluşturan söz “Kapı”, Necatigil’in radyo daha da anlamlanır. O , bu sesi oyunlarının bir örneği olduğu oyunlarında halk içselleştirememiş , çıktığı yolun asıl düşünülebilir. Yazar, iç yolculuğa edebiyatından izler taşır. Kapı anlamını kavrayamamıştır. çıkardığı kahramanlarına, ''anlamı'' onun oyunlarında âlemler “Arabacı” anlayabilen bir , bir bulabilmeleri için bir tren ya da at insan olduğu için “ hangi ses” diye arabası gibi dönemin özelliklerini arası geçişi sağlamasa bile, sorar , oysa bu ses yolcu için henüz yansıtan bir “araçla” mekan kahramanın farklı ruh sadece “sesleniş”ten ibarettir. değiştirir. Bu iç yolculuk , bazen de hallerine bürünebilmesi için “Yolcu” için önemli olan ona aslında her gün yaşanan fakat geçişi sağlayan bir yardımcı seslenilmesidir , sesin kendisi değil. sıradanlaştığı için önemsizleşleşen niteliği taşımaktadır. Yazar, harf farkıyla değiştirdiği gibi eylemlerle , iş yerinde karşılaşılan yeni sözcüklerle bambaşka kahramanlarına ait bir durumla ya da bir sandık , kağıt , en belirgin ruh hallerini somutlaştırmış gibidir. fotoğraf gibi yine “ araç” özelliğiyle öne çıkan bir eşyanın yardımıyla gerçekleşir. Sözcükler, Behçet Necatigil’in kaleminde büründükleri yeni anlamlarıyla Gözlemevi Müdürü : Başınızı kaldırıp yukarıya oyunlarının bütününde var olan imgelerin somutlaşması baksaydınız bir yaz gecesi mesela havalanırdınız . gibidir. O, sözcüklerin kendi söz kadrosundaki anlamlarıyla Yolcu : Düşmekten korktum “ göze alacaksınız” oyunlarını işlemiştir denilebilir. Aşağıdaki ifadeler, bu göze batmaktan korktum duruma örnek olacak özelliktedi : Gözlemevi Müdürü : Göze alacaksınız Yolcu : Herkes bana dikerdi gözlerini “ yıldızlara bakmadım ama mesela başka şeylere barktım . Sözgelişi dişlerinize gıdanıza hasta olmamaya (…) bunlara bakmasaydım çoluk çocuğuma bakmazdım” ben bu güne kadar hep önüme baktım” (s.23-24)

“Bir eski zaman sandığı başında, içindekileri ortaya döküp saçarak oyalanmak; içimizdekileri kağıtlara döker gibi.” ( “Kadın ve Kedi , s.11) “Benim sandığımın içinde de anılar yaşantılar doluydu.” (…) “Karanlıkta aydınlığı yaşamak garip şey “ “çocuk ve çiçek! benim kızım da hep akşamı bekler sanki ,

Yazarın bakmak sözcüğünü farklı deyimler içinde farklı anlamlarda kullanırken ortaya koyduğu asıl düşünce şiirsel bir ahenk kazanırken kurguya da zenginlik katmıştır. Yine benzer bir örnek : Emekli adlı younda da vardır kendi akıbetinden endişeli olan kahramana sorulur :

15

Kaplan, Mehmet, Lise I, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.237, Ankara, 197.

17


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

felsefesinin, kahramanlar aracılığıyla geleneği ve dilin özelliklerini yeniden yorumlayarak aktarılması gibidir.

“Müdür : Ne düşünüyorsun Cemil Bey ? Cemil Bey : Hiç daldık gittik işte.” Müdür : Biz de dalalım şu denize be Cemil!” (“Emekli”,76)

Yazarın mutsuz ve geçmişinden kopmakla bu günü yaşamak arkasında daralan insanları temsil eden kahramanlarından biri olan Hilmi(kocası) , karanlığın en önemli savunma aracı olduğunu düşünür. O, insanın kendi dünyasında yaşadığı şeyleri kimsenin görmemesi gerektiğini karısına ışığı yakmamasını istediğini söyleyerek yine yazara has bir yolla özel den genele ve fertten hareketle insan ruhunu, hisleri harekete geçiren en önemli unsuru, tabiatı gözlemleyerek dile getirir:

Uzak Yol Kaptanı adlı oyunda kaptan ve delikanlının konuşmaları sıradan gibi görünür. Oysa Cümlelere , sözcüklere yazarın kalemindeki anlamlarıyla bakıldığında oyun genelinde hayata ve evliliğe dair önemli noktalara değinildiği görülür. Kaptan , sadece kendi gemisini ayakta tutmaz o , henüz nikah salonundan çıkmış bir çift ve çiftler için önemli bir kılavuzdur. Deniz , hayatı temsil ederken dalgalar âdeta hayatta evli çiftin karşılaşabileceği zorlukları simgeler. Aşağıda, oyundan alınan diyaloglar bu duruma örnek olabilecek özelliktedir:

“Kocası: Yakma. Mumun gölgesine bak yarı gölge. Büyük olayların gölgesi önceden düşer yola (...) bir şey biteceğine yakın gölgesi büyüyor ikindi güneşleri gibi. Uzuyor geriliyor sonra birden yok oluyor. Ameliyatların eşiğinde hastaların durumu. Ameliyat salonuna giderlerken korkuları son raddeye bulmuştur. Sonra birden korku da ümit de silinir ve başlar boşluk.” (“Son Tren”, s.54)

“Kaptan: Deniz denizdir. Azıyla fazlasıyla. Her haline hazırlıklı olmalı. Yanınıza neler aldınız? Delikanlı: Eli boş gidiyoruz. Varacağını yerde yavaş yavaş alacağız. Kaptan: Eskileri bırakabildinizse iyi! Demek sıfırdan başlayacaksınız? Delikanlı: Pek öyle sayılmaz. Şu iki valizde var bir şeyler.

Yazarın, pek çok oyununda bu duruma örnek olacak kullanımlar görülür: “Müdür: (...) Saadet senin gözünde felaket oldu çıktı. Emekliye ayrılan ilk adam İzzet Efendi mi Birader?” (“Emekli”, sf.73-74) “Canına yandığım şöyle bulut gibi özgür olamadık.” (“Emekli”, sf.76) “İnsan içindeyken kurtulmaya can attığı bir âlemden ansızın ayrı kalınca...”(“Emekli”, sf.176)

Kaptan: Geçmişi gerilerde bırakabildinizse iyi! Delikanlı: Hayata sanki yeni doğdun , Kaptan! Kaptan: Buna sevindim. Yolculuğa ağırlıklarla çıkmak en azından sıkıntı verir insana.” (sf.224) Behçet Necatigil, geleneği kendi “diliyle” sözlüğüyle oyunlarında kullanırken kendisine “ev şiiri” ni tanıtan Ziya Osman gibi şiirimsi bir nesir ortaya koymuştur. Fakat Behçet Necatigil’in oyunları uzun cümlelerle kurulmamıştır. Aksine bu oyunlarda dil, günlük hayatta belki de bu yoğun anlam bağını görmezden gelerek dil kültür ilişkisi içinde sıradanlaşmış halde kullandığımız sözcüklerle atasözleri ve deyimlerle derinleşmiştir.

“Kapı”, Behçet Necatigil’in radyo oyunlarında halk edebiyatından izler taşır. Kapı onun oyunlarında âlemler arası geçişi sağlamasa bile, kahramanın farklı ruh hallerine bürünebilmesi için geçişi sağlayan bir yardımcı niteliği taşımaktadır. Kapı, hem bu değişimin ilk adımı, hem de “temiz hava”nın girmesi, oyuncağı ruh sıkıntılarının, bunalımlı “hava” nın dağılması anlamında önemli bir rol üstlenir. Söz konusu kapıyı açmak için anahtara ihtiyaç duyan, bezmiş kahramanın karşısına ona, derindeki hayatın asıl anlamını açıklayan, ortak kültür öğelerinden hareketle ferdin dünyasını gösteren ve bunu son derece sıradan bir işim gibi yapan kahramanlar çıkar.

“Yıldızlara Bakmak” aldı oyunu geçen “bunlar birbirine bağlı şeyler bey!” Çiçekleri gördünüz mü gökyüzüne bakmadan yıldızları da görürsünüz. “ (sf.31) ifadeleri, yaşam

18


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Evlilikte kaderine razı olan erkek kahraman geride bıraktıklarının hepsinin özellikle pişmanlıklarını ve özlemlerini saatin doğru ayarlanamaması olarak simgeleştirmiştir. Onların hayat saati “geri/de” kalmıştır.

Saat, onun radyo oyunlarında günün belirli zamanlarını anlatmakla sınırlı kalmaz, sıkıntının dile getirildiği ve hayatın akıp geçtiğini yansıtan bir araçtır. Şiirinde: Sarkaçlar gibi şimdi sallanır Dünle yarın arasında düzensiz. Ya çok ileri gider ya çok geri kalır. Düzgün işletemeyiz.’’16 diyen Behçet Necatigil’in yine evliliğini korumak için kendi özlemlerini feda eden kahramanlarından biri olan Hilmi aracılığıyla aktardığı aşağıdaki cümlelerle dikkate değer bir benzerliktedir: Dalgın olan “kocası” Hilmi’ye, “kadın, neler kurduğunu sorar”. Sonrasında konuşma şu şöyle gelişir: “Kocası: (Güler) Saati. Kadın: (Güler) Hangi saati?

Yazarın, kendini sorgulayan ve geçmiş pişmanlıklarını hatırlayan kahramanları, kimsenin kendilerine rahatsız etmeyeceği günün “ kendilerine ait” saatlerinde gerçek hislerini dile getirebilirler. Bu kahramanlar ancak kendileriyle kaldıkları bu saatlerde gerçekten konuşurlar.

Kadın, Behçet Necatigil’in oyunlarında, gerçek anlamı arayan erkek kahramanın, öte aleme geçmesine, bu dünyada somut biçimde yanında olduğu için engel teşkil eder. Çünkü sadece kadın sözcüğü tek başına bile “ev”i “aileyi, sorumluluğu, çalışmayı ya da geçmişe duyulan büyük özlem ve pişmanlıkları hatırlatır ve kahramanın Kocası: (İçini Çeker) Hayat saatini. Çok geri özgürlüğünü kısıtlar. Kadının “karısının” varlığı, erkek kalıyor. Ayarladım, kurdum”(s.58) kahramana, mecbur olduğunu düşündüğü şekilde davranmaya iter. Behçet Necatigil’in Radyo Bu oyunlarda dil varoluş Gaz adlı oyunda da buna benzer oyunlarında erkek kahraman kendisini sebebini ve hayattaki yerini ögelerle “insanın kendi neredeyse evliliğin yürüyebilmesi için dış dünyaya daldıkça yarattığını ve önüne “kadının saadeti için” (…) “feda eder”.18 kaybeden kahramanın, geçemediğini suçluluk duygusu Kadın kahraman, erkek kahramanı sürekli 17 kendi iç dünyasında, işler.” Oyunda saatin kaç ikaz eder durumdadır: olduğunu soran, alt katlarındaki sözcüklerin, yazarın kelime “Kapa şu pencereyi aldanma güneşe” “Yaşlı Kızın” ın varlığıyla kadrosundaki anlamlarıyla (“Kadın ve Kedi” s.16) evliliklerinin ilk aylarının kaygıyla aramasına yardımcı olur. “Kapıyı kapat” (...) “Terliksiz gitme.” dolu olduğunu anlayan ve erkeği (“Gaz”s.305) ısrarla bu konuda uyaran yine kadın “Yengem dedi ki eniştem göz kulak ol, sofada sızıp kahramandır: kalmasın, dedi.” (“Kutularda Sinek”s.152) “Kadın: (…) Saat kaç? Erkek: Beşe on var. Yazarın tasavvuf öğretisiyle işlediği radyo oyunu Hayal Kadın: Çok da erken. Kış sabahı geç olur; uykum da Hanım’da kahramanın asıl olana ulaşmasında karşılaştığı en kaçtı.”(s.306) büyük engel nefsi, nefsini kolay kandıran unsursa yine kadındır. Bu kez kadın kahraman maddi varlıktan kurtulup, Bu evlilik, ancak erkek, içindeki suçluluk duygusunu aştıktan gerçek varlığına erişebilecek erkek kahraman için doğrudan sonra sabaha erebilecektir. Yani bu kış, bu çift için zor bir engel teşkil etmektedir. geçmektedir. Gün, hem gerçekten mevsimin bir özelliği olarak, hem de geceleri alt kattaki “Yaşlı Kız”ın yaptıklarıyla Behçet Necatigil’in “çok yeni kelimeler bir yana, her sanki geç ışımaktadır. Onlar için geceler gündüzlerden çok kelimede hele şiirden geliyorsa bu çağrışım gücü bir anı daha uzun ve boğucudur. 19 zenginliği vardır.” SONUÇ 16

Yavuz, Hilmi ve Tanyeri, Ali, Behçet Necatigil, Bütün Eserleri, 1948-1972, YKY, s.60, İstanbul, 1995. 17 Tüfekçi, Elif M., “Behçet Necatigil’in Radyo Oyunlarında Geçmiş İzleği”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, S.13, Haziran 2002, Ankara, 2012.

18

Enginün, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, s.261 Necatigil, Behçet, Bütün Eserleri, Bile/Yazdı, YKY, sf.85,İstanbul, 1997 19

19


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KAYNAKÇA Çakmak, Banu, Gelenekselden Çağdaşa Tiyatromuzda Kadınlar, UÜ Basımevi , Bursa 2012 Çetin, Nurullah, Behçet Necatigil Hayatı, Sanatı, Eserleri, Kültür Bak.Yay. Ankara, 1997 Enginün, İnci, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005 Enginün, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergah Yayınları , İstanbul 2004 Necatigil, Behçet, Bütün Eserleri, Bile/Yazdı, YKY, İstanbul, 1997 Necatigil, Behçet, Bütün Eserleri 5, Düz yazılar 1, Cem Yayınevi, İstanbul, 1983 Necatigil, Behçet, Radyo Oyunları 1, Bütün Eserleri 7, Cem Yayınevi, İstanbul 1984 Necatigil, Behçet, Serin Mavi, YKY, İstanbul, 2005

Sonuç olarak her şeyden önce bir şair olan Behçet Necatigil’in radyo oyunları, dilin bir şiir gibi sözcüklerin tek tek büyük bir özenle seçilerek dokunduğu, her birinin rengiyle ve adeta kendi ruhuyla capcanlı parladığı; şiirlerin oyunlaştırılmış, düşüncelerin duyguyla kurguya dönüştürülmüş halidir. Bu oyunlarda dil kültürün en önemli özelliklerini yansıtırken bir yandan da varoluş sebebini ve hayattaki yerini dış dünyaya daldıkça kaybeden kahramanın, kendi iç dünyasında, sözcüklerin, yazarın kelime kadrosundaki anlamlarıyla aramasına yardımcı olur. Kahraman, kendini fark etmeye başladıkça o güne dek sadece somut anlamlarıyla bildiği sözcüklerin, soyut anlamlarını da kavramaya başlar. O, Türkçenin dil imkânlarının son derece geniş olduğunu bilir. Bunu pek çok kez dile getirir ve şiirlerinden oyunlarına kadar tüm sanat eserlerinde bu zengin dili, en işlevsel haliyle kullanmaya, geleneği ve klasiği estetik bir bütüne hizmet edecek şekilde işleyerek eserleriyle yaşatmaya çalışır.

Özcan, Celal, Behçet Necatigil’le Başbaşa , Hürriyet Gösteri , Aralık 1984 Tarım, Rahim, Kültür, Dil, Kimlik, Behçet Necatigil’in Şiir Dünyası, Özgür Yayınları, İstanbul, 2004 Tüfekçi, Elif M. , “Behçet Necatigil’in Radyo Oyunlarında Geçmiş İzleği” , Tiyatro Araştırmaları Dergisi, s.13, Ankara, Haziran 2002

Bu anlamda denebilir ki dilin düşünce dünyasının gelişimindeki değerini, Behçet Necatigil’in kaleminden şiir gibi oyunlarla görmek mümkündür.

i

Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara, 2005 Yavuz, Hilmi ve Tanyeri, Ali, Behçet Necatigil, Bütün Eserleri, 1948 -1972, YKY, Istanbul,1995

Bu makale, VI. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu’nda bildiri olarak sunulmuştur. Bursa, Aralık 2013.

20


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KUMAŞINI DOKUMUŞTU2 FAZLA BALKON1

Aylardır Necatigil okumuyorsun Bastırdı evleri dünyanın telaşı Oysa inceliğindi ömrüne yakışan Uzan şuradan raftaki şu utangaç kitaba Küçük hayatlardan bir büyük sızı Kumaşını dokumuştu yıllarca İnce ipeğiyle acının ve sevginin…

Balkonlar evlere fazla balkonlar belki de kurulmazdı kapıların açıldığı ırmaktan şehir değil bahçeler aksa Balkonlar gevezelik balkonlar ısrar

Yakası ezilmiş bir gömleğin utancı Tükenen erzak daracık mutfaklarda Contası bozulan pirinç musluklar Gün günden kararan sularda Rüzgârsız yelkensiz bir hayal tekne Azalan paraların çarpa çarpa Tükettiği yüreklerin ezik hevesi

Balkonlar evleri bıraksa çocuklar eve dönse hastalar güzel ölse kendi vatanında ev kendi yatağında hasta Herkes balkonda unuttuğu şiirini geri alsa

Bulsan kendini yeniden bulsan Büyüdüğün zamanları giyinsen vefayla… Sokakların zoruna bir içerlek ışık Hem sevilsen hem üzülsen Necatigil okusan odalarda kısık…

Kalsa kalsa bana evlerden Behçet balkonlardan Sezai

Haydar ERGÜLEN

Şükrü ERBAŞ

1

Haydar Ergülen, Hafız ile Semender, Bütün Şiirleri 2, Kırmızı Kedi.

2

Şükrü Erbaş, "Bütün Mevsimler Güz", Bütün Şiirleri 2, Kırmızı Kedi.

21


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

EVVELA ALEVLER “Behçet Necatigil’e” “Behçet Necatigil’e” Çıkmazokullarında sokakların okullarında hep Çıkmaz sokakların hep bir kara tahta bir kara tahta tebeşirin tebeşirin eşelediği mızrakeşelediği mızrak ve korkularında okunan sözlerin ve korkularında okunan sözlerin Ne diye bunca evlerde Ne diye bunca evlerde ve evlerin duvarlarında üzgün fotoğraflar ve evlerin duvarlarında üzgün fotoğraflar bizi avlayan canavar akşamlar Şam’ı eskitir bizi avlayan canavar akşamlar Şam’ı eskitir ne diye bunca söylediğin ne diye bunca söylediğin kanayan acı sularında kanayan acı sularında mersiye ellerimden ve ermeyen ellerine mersiye ellerimden ve ermeyen ellerine Harflerinle giydirdiğin günler mi hep gün/düzler Harflerinle giydirdiğin günler mi mi geceyi? hep gün/düzler mi geceyi? Neydi inlediğin insanlara ve o hep mi duymayanlar Neydi inlediğin insanlara zehir ehli bir –a/hali mi demeli ve o hep mi duymayanlar kamışları susturup böyle unutkan zehir ehli bir –a/hali mi demeli ve onlar zebralara inanmayanlar kamışları susturup böyle unutkan Fakat sokaklarım, evlerim ve ve onlar zebralara inanmayanlar öğretmenim öğretmenim Fakat sokaklarım, evlerim ve şiirleri tahtalardan artık ah siliyorlar öğretmenim öğretmenim ve şairler sanki atların yalnız ayak şiirleri tahtalardan artık ahucundalar siliyorlar artık ve şairler sanki atların yalnız ayak ucundalar Ebcedte sonsuza uzayan adını artık nasıl oluyor ve nasıl asık suratlı evlerde unutuyorlar böyle ölüm Ebcedte sonsuza uzayan adını Ve ben ve diyorum acıların tersine nasıl oluyor ve nasıl asık suratlı evlerde ev velimden de yakın ev diyorum unutuyorlar böyle ölüm -Bana sormayın keza Ve ben ve diyorumben acıların ondantersine öğrenirim yüzyıl ev velimden de yakınbu evçirkin diyorum ve bu silik nesiller -Bana sormayın keza “Nerede şimdi bir şiir ateşinde ayakları yerden kesilenler?”1 ben ondan öğrenirim bu çirkin yüzyıl Begüm Çalışkan ve bu silik nesiller 1

’’Nerede şimdi bir şiir ateşinde ayakları yerden kesilenler?’’ Behçet Necatigil, Bile Yazdı, YKY

22


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Ben Batı uygarlıklarından gelmiyorum. Yunan antikitesinin aydınlıklarından gelmiyorum. Mayamda Yunuslar, Âşık Paşalar, “Cife-i dünya değil herkes gibi matlubumuz / bir bölük ankalarız Kaf-ı kanaat bekleriz” diyen Fuzuli’ler, deryadil Karacaoğlan’lar var.”

EVLERDEN BİR(İNDE) NECATİGİL Begüm ÇALIŞKAN “Nerede şimdi bir şiir ateşinde ayakları yerden kesilenler?’’1

‘’Bir kişiyle bile konuşulamaz şeylerle dolmuşsa bardak-başlar şiir taşkını.’’ 2

Türk Şiiri’nde Davudi bir ses Behçet Necatigil… Şiirde sayısız kuşak yetiştirmiş incelikli bir öğretmen ve son şiirine dek öğrenmeye, gelişmeye, tanımaya, bulmaya devam etmiş ilme aç bir öğrenci aynı zamanda. Anadolu toprağı kokan ve bize köklerimizi hatırlatan birer ağaç dalı misali her şiirinde aynı iklimin farklı meyvesi… Evet, biraz şiirsel konuşuyorum; mutlaka Behçet Bey’le gecelerce konuştuğumuzdandır.

Şiir işçiliğinin ustası Necatigil her büyük şair gibi küçük yaşta yakalandı şiir hastalığına. Varlık’ta “Gece ve Yas” şiiriyle boy gösterdiğinde henüz 19 yaşındaydı. İlk şiirlerinde dahi yüreğini saran hüzün, genç yaşına rağmen kendini gösteriyordu. Yayımlanan ilk şiirinde ve aynı yıllara tekabül eden diğer şiirlerinde genellikle hece ölçüsünü denedi. İlk şiir kitabı 1945 yılında “Kapalı Çarşı” adıyla yayımlandı. Daha sonra kapalı çarşının çıkmaz yolunu “Çevre”, “Evler”, “Eski Toprak”, “Arada”, “Dar Çağ”, “Yaz Dönemi”, “Divançe”, “İki Başına Yürümek”, “En/cam”, “Zebra”, “Kareler Aklar”, “Beyler” ve ölümünden sonra yayımlanan “Söyleriz” adlı şiir kitapları izledi. “Eski Toprak” şiir kitabıyla Yeditepe Şiir Ödülü’nü(1957) alırken ‘’Yaz Dönemi’’ ile de Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü kazandı.(1964)

1

2

Behçet Necatigil, Bile/Yazdı 23

Behçet Necatigil, age


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Necatigil’in şiir kitaplarına verdiği isimler kuşkusuz onun şiirini tanımak için en büyük ipuçlarıdır. “Kapalı Çarşı”da birçok insanın bin bir halini izlemiş, insanların derdini tasasını kendi acılarına ekleyerek anlatmış ve yine “Çevre’’ kitabında etrafını adeta dürbünle seyrederek en ince ayrıntısına kadar her şeyi şiirine çizmiştir.

insanlar yaşarken diğer bir yanda iç içe geçmiş evlerin içinde yaşamak zorunda olan orta halli insanlar vardır. Evlerin rutubetli duvarları, kışın odun kömürsüz evlerde yaşananlar, eşyalar ve birçok şey şairi boğmuş ve o nefes alacak başka bir yere yönelmiştir. Fakat bu sokaklarda mümkün değildir. Çünkü sokakların da hali bellidir.

“Behçet Necatigil’in şiirleri saksı çiçekleri gibi gelir bana. Beşiktaş’ta, Fatih’te ya da İstanbul’un başka bir bucağında birçok katlı ahşap evlerden birinin önce sokağa, sonra İstanbul’a daha sonra da yeryüzüne açılan bir penceresine koyulmuş, bakımlı saksı çiçekleri, yağmur yağınca, kar yağınca, soğuk olunca eve sığınır sokaktan kurtulamaz.” 3

“Evlerde nice nice cinayetler işlendi Ruhu bile duymadı insanların Dört duvar arasında aile sırları, Dört duvar arasında dünyanın kahırları. Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın Gözyaşlarıyla beslendi.” 6

3

6

4

7

“Ev içinde mutlu olmayı engelleyen bu kadar Necatigil’in şiiri genel olarak ev ve sokak ikilemi sebep varken Necatigil yine de evi dış dünyaya tercih üzerinde kuruludur: eder. Çünkü dış dünya Necatigil’i endişelendirmekte, korkutmaktadır. Psikologlar endişeden kurtulmanın ‘’Yandı sokak lambaları mum alevi en köklü yolunun, endişe yaratabilecek her pervane türlü durumdan, düşünceden, Şeytanca sırıtır fosforlu camlar duygudan kaçmak olduğunu Necatigil’in şiir kitaplarına verdiği Gördüm zifir sarısını dükkân söylerler. Necatigil de mutluluğu isimler kuşkusuz onun şiirini vitrinlerinde hissetmese de eve dönmekten tanımak için en büyük ipuçlarıdır. Belliydi biliyordu bezgindi yanadır. Aklı hep evdedir.” 7 “Kapalı Çarşı”da birçok insanın 4 Evimize gidelim” bin bir halini izlemiş, insanların Necatigil, bebeğinden derdini tasasını kendi acılarına “Sokak ve vitrinlerin onda ninesine, küçüğünden ekleyerek anlatmış ve yine bu duyguları büyüğüne, karıncasından filine “Çevre’’ kitabında etrafını adeta uyandırmasının sebebi, kadar geniş bir yelpazede dürbünle seyrederek en ince fakirliğinden utanma ve ördüğü şiirinde; vapurda, ayrıntısına kadar her şeyi şiirine ezilme hissidir. Camlar yani otobüste insanlık hallerini bilmiş, çizmiştir. güzel eşyaların teşhir olunduğu dünyayı gözlemlemiş, herkesin dükkân vitrinleri, ancak paraya söylemek istediğini ama karşı saygı duyarlar. Fakirlerin böyle söyleyemediğini söylemiş ya da belki duymak yerlerde işi yoktur.” 5 isteyene fısıldamıştır. Şiirlerini okuduğumuzda ya da onun gözlüğünü taktığımızda onun hayaline erişmek, Ev temi bu şekilde dünya telaşesinden ve onun iç acısını duymak yine şairin kaleminin insanların maddi gelirlerine göre değer gördüğü kuvvetiyle mümkündür: dışarıdan yani sokaktan kaçış olarak görülürken şair bazen de evden sıkılır ve bunalır. Çünkü Behçet ‘’Yatakların sıcaklığı arkalarda yetim Necatigil hiç girmediği, tanımadığı evlerde neler olup Başladı ormanda yarış. bittiğini bilir. Kapalı kapılar ardında çekilen eziyetleri Girdiğim koşuda ben de senin gibiyim hisseder, hiç kimsenin duymadığı çığlıkları ve Bir kanadı kırık kuş’’ 8 insanların evlerden yankılanın seslerini duyar. Geçim sıkıntısı, ekmek kuyrukları, aç kalkılan masalar onun “Yaşamın şairidir Necatigil. (…)Dört duvar aklının bir köşesindedir hep. Bir yanda, yükselen mahpusluğundan sokaklardaki tedirginliklere apartmanlarda zevk ve sefa içinde gökyüzüne yakın varıncaya kadar her anımızı şiirleştirir, akşam vakti Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle Necatigil, Şiirler, Dışarda 5 Mehmet Kaplan, Şiir Tahlileri 2

Necatigil, Şiirler, Evler Alev Sınar Uğurlu, “Behçet Necatil’in Eserlerinde Ev” 8 Necatigil, Şiirler, Çalar Saat 24


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

gelip çöktüğünde de sizden ayrılır gene sizi yazmak için.” 9

uygarlıklarından gelmiyorum. Yunan antikitesinin aydınlıklarından gelmiyorum. Mayamda Yunuslar, Âşık Paşalar, “Cife-i dünya değil herkes gibi matlubumuz / bir bölük ankalarız Kaf-ı kanaat bekleriz” diyen Fuzuli’ler, deryadil Karacaoğlan’lar var. Evlerin arı duru yaşayabilme özlemini, aile resim ve anılarında mutlanabilmeyi Fikretlerden, Ziya Osmanlardan öğrendim, onların sürdürücüsü olmak isterdim.’’12

Necatigil’in bu tavrı takınması sanata bakış açısından kaynaklanır. Ona göre şiir insanlığın sesi olmalı çağ adına konuşmalıdır. Şair bunu yapmayı çağa ters düştüğü halde başarmıştır. Çağa ters düşmesinden kasıt insanların yoksulluk sebebiyle hep bir fazlasını arzulaması, yetinmemesi, maddeye düşkünlüğü ve maneviyatı hiçe sayması gibi hallerinin dışında kalmasıdır Necatigil’in.

‘’Kimin kimin mercan gözleri saplanmış kuşlar/ dilinde dilinde yaş inci ok neye benzer/Baki Nedim nale yâre düşer ceylane. Kimin kimin kim kimin canı/ yolunda yolunda bu şu o/ servi revan hicranda daim ateş ahlar divan.’’13

“Çünkü artık sadece hayalimizin mavi çiçeklerini derlemeye, düşlerde yakamozlanan güzellikleri göstermeye imkân ve vakit yok. Zaman zaman hayallere dalmak ağır bassa bile, sonunda ortaya çıkan sanat veriminde madde dünyasının tortularını, Bunun yanında Necatigil Divan Şiiri’nde kullanılan çağın sorunlarını, bizde ve çevremizde yaşayan söz sanatlarını benimsemiş özellikle tevriye tedirgin, ürkek, yarınından güvensiz, sanatını şiirlerinde sık sık değerlerden kopmuş insanın yinelemiştir.‘’Olur neden olur her şey sızlanışlarını, kısık-kapalı çığlıklarını birden olur / çekip gittiğimizde Necatigil çağın getirdiği 10 buluyoruz.” kimler bizden olur.’’14 yeniliklerle kurduğu şiire eskiyi ‘Birden’ kelimesi hem birlik, katmayı ustalıkla başarmış, Necatigil’e göre şiir bir yere teklik hem de aniden Doğu-Batı bileşimini kadar konuşmalı ve anlamlarında kullanılmış ve sağlamıştır. Öyle ki Necatigil’in devamında kendini yine bizden kelimesi hem okuyucunun bulacağı boşluğa şiirinde hem Divan Şiiri bizimle beraber olmak bırakmalıdır. Bu bağlamda şiir geleneğine uzanan bir “mum anlamında hem de bizi kapalı bir anlatımda yazılmış pervane” imgesi hem de Batı kaybetmek anlamında bile olsa okuyanı düşündürmeli şiiri biçimini bilen bir diziliş kullanılmıştır. ve bir şeyleri sezdirmelidir. görmek mümkündür. Necatigil’in şiirinde genellikle Necatigil çağın getirdiği somut anlam soyutu içine almış ve yeniliklerle kurduğu şiire eskiyi onu görünür hale getirmiştir diyebiliriz. katmayı ustalıkla başarmıştır. Bu Bunun yanında özellikle ‘’Yaz Dönemi’’ ve ‘’Eski anlamda Doğu-Batı bileşimini sağlamıştır. Öyle Toprak’’ şiir kitaplarında hülyaya daha yakın olduğunu ki Necatigil’in şiirinde hem Divan Şiiri geleneğine görüyoruz: uzanan bir mum pervane imgesi hem de Batı Şiiri biçimini bilen bir diziliş görmek mümkündür. Birçok “Yoktur da dudaklarda, göğüslerde bunca ; kez Divan şairlerine göndermelerde, telmihlerde Bir çiçektir açabilir bir eli sıkarken. bulunmuştur diyebiliriz. Muhibbi’nin “halk içinde Ya da kuğu şarkılı bir zarfın içinden muteber bir nesne yok devlet gibi olmaya devlet Gelir gizli ezgiler kuytu köşelerde.” 11 cihanda bir nefes sıhhat gibi” beyitiyle başlayan gazel hepimizin malumudur. Necatigil “Atatürk’ü Duymak” Necatigil’in şiirinde üzerinde durulması gereken bir şiirinde yine onun büyüklüğünü ve kudretini söylemek başka önemli nokta milli olması, genel olarak milli için bu beyite telmihte bulunmuştur: edebiyat tarihinden beslenmesidir. Buna Divan şiiri başta olmak üzere, yer yer Halk şiirini ve yine Türk masal motiflerini de dâhil edebiliriz: “Ben Batı 9

12

10

13

Doğan Hızlan,Saklı Su Necatigil, Bile/Yazdı 11 Necatigil, Şiirler, Zaman Denen Bir Tren

Necatigil, Bile/Yazdı Necatigil, Şiirler, Divane Derkenar 14 Necatigil, Bile Yazdı, Şiir Uçları 25


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ Arşivlerde bulunan, Yel Değirmenleri II defterinin kapağı ve arka sayfadaki yazı

“Kaç Türk var şu dünyada, bir o kadar susuz Hepsinin gönlünde sen, bir pınar bulmak gibi: Ancak senin yolunda sağlıklar, esenlikler: Olmaya devlet cihanda Atatürk’ü duymak gibi.”

yerden yani şiirindeki sokak-ev-çevre üçgeninden bahsettim. Necatigil’in şiiri, Türk Şiiri’nde şiirin inceliklerine meşale tutan bir yetiştiricidir. Necatigil evlerin, sokakların öğrencisi, şiirin öğretmenidir. Öğretmenime selam ve sevgiyle…

Necatigil bu şekilde 20.yüzyılda Divan Şiiri’ni satır aralarında yaşatıp yüzyıllar önce yaşamış şairlerle bağlantı kurduğu gibi kendi şiirleri arasında da bir anlam bağı kurmayı başarmıştır. İlk şiir kitabındaki, ilk şiir olan Yel Değirmenleri’nde;

“Madem küçük dünyamız ölümlerle sınırlı Madem kişi bağlı ortak yaşamalara Benden sana, senden ona, onlardan bize Gitmek gelmek arada başka dünyalara. … Aranarak yordamlarda bir ara Yaşarsın. Derken dürülür defter, başkasına gelir sıra Sen aradan çıkarsın!’’ 16

“Yaşamak azaptır çok zaman Dualara açıldı ağız Tükendi dizlerde derman Akşamı bulamayacağız’’ dizeleri onun yaşamın karşısında durduğunu ve çaresizliğini ifade ederken 1964 yılında yayımlanmış olan Yaz Dönemi şiir kitabında yine kendine dönüp, kendisiyle konuşup 20 yıl önce yazdığı şiirine gönderme yapmaktadır: “Ama şimdi akşamı çabucak buluyoruz, -Sanki neden bu yolu önceden görmedikBir yokuştan aşağı hemen iniveriyoruz Artık önümüz deniz, engin mavi serinlik.’’ 15 Behçet Necatigil üzerine söylenilecek, konuşulacak iyiliklerin, güzelliklerin sonu gelmeyecektir. Örneğin dizelerinde gizlenmiş kadın, çocuk ve yine hayvan hassasiyeti, ezilmişlerin bütün yüzleri şiiri tarandığında bulunup üzerine sayfalarca yazılabilir. Fakat ben genel olarak onun kendini görmek istediği 15

16

Necatigil, Şiirler, Kısaltmalar 26

Necatigil, Şiirler, Arada


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BEHÇET NECATİGİL ANLATIYOR Mustafa Baydar (Varlık, nu.427, 1 Şubat 1956,s.7)

Şiirde mısra güzelliğine mi, yoksa “bütün” halinde bir şiir havası teminine mi ehemmiyet verirsiniz?

şiirin yakınlı uzaklı kelimelerinde, belki kendi de farkında olmadan ele verecektir. Şiirine göre; bir başlık, bir motif, teslim oluş veya isyanı, ümit bey ümitsizliği çeşitli yollardan değişik şekilde ifadeye yarar, birbirine yakın manada isimler, sıfatlar, bir ima, bir hatırlatış, bir şiirin okuyucuya ne demek istediğini bulmamıza yeter bir ipucudur.

Birçok şiirler, yer yer güzel de üstelik; biçim, düzen, istif yoksulu oldukları için unutulup gitmişlerdir. Bir seziş, bir buluş, bir tema, ne kadar yeni ve güçlü olursa olsun, sağlam bir deyişe erişemedi mi ömürsüzdür. Genç yaşlarda heyecan sonsuz, ilham boldur. Ama çokluk bir şey eksik olur, mısralarda en azından güzellik! Şiirdeki “bütün” güzelliği , parça güzelliklerinin kesiksiz sürüp gidebilmesinden, zincirlenmesinden doğar. Arada, bir mısraın bile aksaması; şiirde verilmek istenen bu hava, yaratılmak istenen bu iklim, sahiden varsa, onu bozar, zedeler. Bu düşüncelerimi, kendi denemelerimde uygulayabilmek isterdim.

Pek anlaşılmıyor. Evet, iyi anlatamadım. Daha açayım düşüncemi. Bir şiir, diyelim in beş mısra. Şöyle kelimeler olsun içinde: “kırık – sönerken -ağır -kan ter içinde -siyah -dar -uzakta halsiz...” Bu kelimelerin arasında anlayamadığımız, birden manalarını kavrayamadığımız imajlar da bulunsun. Biz, bu kör kayaların, çıkıntı adaların, görmediğimiz altta bir koca karaya bağlı olduğunu, yani bu şiirin bir yaşama bezginliği şiiri olduğunu pekâlâ kestirebiliriz. Deminki sorunuzda şiir havası dediniz. Şiir havası bu gibi çağrışımlardan, dikkatli bir okuyucu hayalinin kolayca doldurabileceği mecaz ve alegori boşluklarından kuvvet alır.

Bazı şiirlerinizde mana oldukça karanlıkta kalıyor. Mesela Yıkık Duvar gibi, ne dersiniz? Şiirde manaya varmak, belki gizli ama mutlaka mevcut ipuçlarını bulmaya bakar. Şair manadan ne kadar kaçarsa kaçsın, veya manayı ne kadar kendine saklamak isterse istesin, zaman zaman, kendisine o şiiri yazdıran sebepleri 27


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Michael Babits, Avrupa Edebiyatı Tarihinde Homeros destanları girerken şöyle der: “Dünya edebiyatı bir öfkenin türküsü ile başlar. “ Akhilleus’un öfkesi, yani bir heyecan, bir duygu, yani bir insan! En milli karakter taşıyan eserler, en heyecanlı eserler olabilir. İnsan, kendinden pay biçerek düşman heyecanları dahi anlar, onlarda da bir bakıma kendini bulur.

Şiirlerinizde hatıraların mı, yoksa hayallerin mi payı daha fazladır? Hatıraların, yani yaşanmışın payı! Batık bir şeyin şu altında zamanla geçirdiği değişimi, düşünürsünüz. Biçimi, ağırlığı, rengi gittikçe başkalaşır. Hayal de, hatıra da su altında birer eşya gibidir. Hayal yaklaşamadığı, hatıra, ayrıldığı, koptuğu için, ikisi de gerçeğe bu hayli uzak. Her hatıra bu hayaldir. Hiçbir olay yaşandığı anın niteliklerini tam olarak devam ettiremez hatıra olunca.

Bazıları Türk şiirini Avrupa şiiri ayarında buluyorlar, siz bu hükme ne dersiniz?

Bu da doğru! Çok çeşitli yönlerde ilerleyen bir şiirimiz var. Şair çokluğundan şikayet ediliyor. Her zaman çoktu şair. Hatıra geride kalmıştır da hayal ileridedir diyebilir miyiz? Ama çeşitli anlayış ve yollar, sonra bu derece derinliğine ve Kuvvete bakar. Hatıra ileri geçer, hayal geri kalır, olur a! başarılı, bu ilk defa! 193y yıllarına kadar önümüzde yalanı Ayakta tutan dinç hatıraları; sönük, cılız, ümitsiz Fransız şiiri vardı. Şairler bilirlerse yalnız Fransızca bilirler, hayallerden yeğ görüyorum. Fransız şiirini de büyük bir zaman aşımı ile tanırlardı. Şimdi en uzak ülkelere kadar şiir dünyasını bir hayli Şiirin herkes tarafından öğrendik. Şiir seviyemizin yükselmesinde ciddi beğenilmesi doğru mudur? Hatıra geride eleştirmelerin, bilgili eleştirmeci sayısının artmasının büyük tesiri oldu. Beğenilemez ki! Hem bu soruyu da kalmıştır da hayal ben karanlık buldum. Sorunuzdan ileridedir diyebilir Şiirde vezin ve kafiye sizin böyle bir beğenilmeyi pek miyiz? Ayakta tutan olmayınca onu bellemek pek doğru bulmadığınız sonucunu dinç hatıraları; mümkün olamıyor; bu heni şiir çıkarmama müsaade var mı?

Hatıra ile hayal arasında bir fark yok mu?

Bilmem ki... Mutlu azınlık diyorlar?

sönük, cılız, ümitsiz hayallerden yeğ görüyorum.

hesabına yerilecek bir nokta sayılabilir mi?

Sayılamaz. Evet, vezin ve kafiye yokluğu, ezberci güçleştiriyor. Sonra yeni şiirlerin çoğu eski manada inşada elverişli değil, Recâizâde ile Fikret’in yendiği “kafiye göz içindir. “ görüşü bu şefe de “şiir göz içindir “ şeklinde hortladı desek? Hayır, sese bağlılığı, her zaman devam edecek şiirin. Yalnız bugün bellemek anlayışı değişti. Ben bir şiirin bize iyice işlemesini, ezberlemek sayarım. Günümüzde öyle şiirler var ki, ezberlememişizdir, ama defterimizdedir. Hangi kitapta, nerede olduğunu, yerini biliriz. Sık sık açıp okur, her seferinde o şiirle ilk karşılaşmamızın heyecanını yaşarız. Şiirin kendini böyle arayışı, hatırlatışı da bir ezber olsa gerek.

Mutlu azınlık. Son ayları tartışma konusu. Sanatçıların bir kısmı nedense, ta Dante devrinden gelme bu deyim karşısında parladılar. Haklı idiler bir bakıma. Çünkü mutluluğun ancak bir azınlığa lâyık görülmesi, çoğunluğun mutsuzluğunu hatırlatıyor, incitici küçümser bir mana taşıyordu. Ama ne çare, bütün sanat faaliyetleri mutsuz çoğunluğa hitap amacını gütse bile, mutlu azınlıkça değerlendirilir. Mutlu azınlığın yüzde seksenini ise, sanatçının sosyal çizgisi üstünde, onun dünyasına belki de tüm yabancı, belki de lütfen bir göz atacak kimseler teşkil eder. Mutsuz çoğunluğun, ona kendisini tanıtan sanat eseri karşısında durumu, davranışı meçhuldür, şimdilik. Hayatı ile mutsuz çoğunluğu temsil eden bir sanatçı dahi, eserleri ile mutlu azınlık planına geçer. Ben bu işi böyle anlıyorum.

Atatürk, şiirimizde lâyık olduğu yeri almış mıdır? Ata’ya yazılan şiirler birer ağıt, birer saygı duruşudur henüz. Her milli kahramanla epopesi arasında uzun bir zaman aralığı bulunur. Atatürk’ün destanlaşması, efsaneleşmiş, doruktan kopan çığ gibi devleşmesi, edebiyatta bu manada yüce yerini alması için vakit erken daha. Atatürk şimdiki halde Cumhuriyet kuşaklarının kalbine bir önder, bir idealdir, izinde yürünen sönmez ışık!

Şiirde milliyet aranır mı, yoksa musikî gibi beynelmilel mi olmalıdır? Öteki güzel sanat kolları gibi, şiir de milletlerarası bir değerdir. Dağlarca bir şiirinde ne diyordu: “Burda, Hindistan’da, Afrika’da Buğdaya karşı sevgi aynı Ölüm önünde düşünce bir...”

Kaynak: Güzel Yazılar Röportajlar, TDK, Ankara, 1997 28


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ayşe Bengisu AKDAĞ

İnancın Sığınağında Necatigil Mısraları Fuad Köprülü “Türk Edebiyatının Menşei” adlı makalesinde bu konuda önemli bilgiler verir: “Umumiyetle güzel sanatlar ve pek tabii olarak onun kısımlarından olan şiir, menşe’leri itibariyle, din ile çok alakadardır.” 2 Bizim kültür ve edebiyatımız gerek İslamiyet öncesi, gerek İslamiyet sonrası, inancını hep hayatının odak noktası haline getirmiş, yaşamını inancına göre tanzim etmiş, sanatını da yine inancının etkisiyle icra etmiş bir kültürdür. Özellikle İslamiyet sonrasında sahip olduğumuz, Divan şiiri dediğimiz klasik şiirimizin en önemli kaynağı da din ve onun unsurlarıdır.3 “Modernleşme” adı altında bazı dönemler bu önem kaybedilmiş ancak milli mücadele ruhu yurdu sardığında tekrar önemi idrak edilmiştir. Cumhuriyet sonrasında ise daha karmaşık bir tablo görünmektedir. Mehmet Kaplan, Cahit Sıtkı – Orhan Veli nesli diye tanımladığı Cumhuriyetin ilk kuşak şairlerinin yüce alemle ilişkiyi kestiklerine, dinî kavramları sıradan işler ve kişiler için kullandıklarına ve dolayısıyla dinî duygunun dejenere olduğu düşüncesindedir. Kaplan onların devrin sosyal ve siyasal şartlarının, özellikle İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında gelişen psikolojik çöküntünün etkisiyle bir 4 yaşama dinine yaptıkları vurguya dikkat çeker. Edebiyatımızda önemli bir yeri olan Behçet Necatigil de 1916 yılında dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta annesini kaybetmiş, eksik bir çocukluk geçirmiş, çocukluğunda milli mücadele dönemlerini, gençliğinde de dünya savaşlarını yaşamış; ilk edebi ürünlerini 1935 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin yankılandığı, belki bizim coğrafyamıza basmadığı ama yurdumuzun da sarsıldığı bir ortamda vermiş biri olarak Necatigil’in de şiirlerinde bir sığınak arayışı elbette olmuştur. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde Allah’a imanın yanında ona teslimiyet, minnettarlık, sığınma gibi duygular ve bir iç tecrübeyi 5 andıran Allah’ı tanıma isteği belirginleşir.

İnsanla beraber var olan ve yaşayan bir gerçek olan din, aynı zamanda ferdî ve sosyal bir realitedir.1 İnsanoğlu bir dine inanmakla bir emniyet ve teselli hissi kazanmanın yanı sıra güvenebileceği bir kuvvete dayanma imkanına da sahip olur. Hayatın zorlukları karşısında kendini güçsüz ve savunmasız bulan insan, dinin sağladığı güven duygusuyla ancak rahatlayabilmekte ve bu şekilde huzura erebilmektedir. Bu şekilde insanlığın ve sosyal hayatın ayrılmaz bir unsuru olan din en güzel ifadesini “sanat”ta gösterir.

2

M. Fuad Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, 2.bs., Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1986, s. 50 3 E. J. Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, C. I-II, Çev. Ali Çavuşoğlu, Ankara, Akçağ Yayınları, s. 44. 4 Secaattin Tural, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Din Duygusu, İstanbul, Kitabevi, 2003, s.39 5 Secaattin Tural, age, s.142.

1

Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, 3.bs., İstanbul, Remzi Kitabevi, 1982, s.31.

29


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Behçet Necatigil’in, önce, çocukluğundaki dini duygularını, herkesin çocukluğundaki o masum inanç hissi açıdan inceleyecek olursak “Yakarış”6 şiirindeki şu mısralarla karşılaşırız:

Katran gibi camlara yapıştı perde.” Şair, yalnızlığın verdiği sıkıntıyı, gözü yollarda posta treninin getireceği mektubu bekleyen bir insanın ruh haline benzetir:

“Yine yarın benimlesin bekleyiş, Gelmedi posta treni! Bu berbat düşüceler saatinde Tanrım boş bırakma beni.”

“Allahım çocukluğumda olurdu her ne dersem Annem rüyalarıma gireydi mezarından … Allah’ım görüyorsun üşümüşüm Uzatsan sıcacık kanatlarını

Yalnızlık teması Necatigil şiirinde dikkati çeken özelliklerdendir. Tanpınar da şairin bu yönüyle ilgili olarak Altına giriversem” “İnsanın tek kaderi gibi gördüğü ve sessizce razı olduğu bir yalnızlık hissini anlatır.” der. Necatigil, evlerine çekilen, Necatigil, çocukluk zamanlarında istediği her huzuru, mutluluğu bulan bu insanlardan uzaktır. Tıpkı şeyin gerçekleştiğini hatırlayarak o günlere olan hasretini beklenen ve bir türlü gelmeyen posta treni gibi mutluluğa dile getirir. Anne eksikliği burada da kendini uzaktır. İşte bu vakitlerde yanında hissettiği tek varlık göstermektedir. Öyle bir eksiklik ki “dilek” Allah’tır. O, caddelerde tek başına gezerken, söz konusu olunca şairin ilk söylediği Allah’tan kendisini yalnız bırakmamasını ister, annesini rüyalarında görmektir. Şair Allah onun için sığınılacak ve güvenilecek Necatigil’in çocukluğunda kendisini her yegane varlıktır. Halk diline yakın bir zaman koruyan Allah’a aynı yaşıyla birlikte, edayla söylediği “Tanrım başı boş masum duygularla teslim olur. yalnızlığı da artar. bırakma beni” mısraının bir benzerini Onun için Allah, insana sıkıntı 8 “İlkteşrin” şiirinde de görürüz. Şair, Şair yalnızlığın ve çaresizlik anlarında kol “İnsansız caddelerde yağmurlarla kanat geren yüce bir varlıktır. verdiği çaresizlikle dolaşmak” ır ve yalnızlığın verdiği hüzün Necatigil, bir anlığına da olsa ve sıkıntıyı hafifletmek için yine Allah’a Allah’a sığınır. çocukluğuna dönmeyi ister. sığınır: “Allah yardımcım olsun”. Behçet Büyüdükçe, dini inançlarında Necatigil, yalnızlıktan Allah’a sığındığı gibi Cahit Sıtkı’nın Cuma şiirinde dile insanlardan gelecek kötülüklerden de yine getirdiğine benzer bir zayıflama Allah’a sığınır. Bir anlamda ilahi iradenin mutlak oluştuğu anlaşılan şair çocuksu bir ifadeyle gücünü de tanımış olur. “Allahım görüyorsun üşümüşüm” derken aslında

“İşleri baştanbaşa hile Benim diyenleri çok gördük Bırakmaz bizi böyle

çocukluktaki isteklerin de ne kadar masum olduğunu hatırlatmaktadır.

Allah büyük.”9

Necatigil’in yaşıyla birlikte, yalnızlığı ve yalnızlığının neticesinde Allah’a sığınma ihtiyacı da artar. Şair yalnızlığın verdiği çaresizlikle Allah’a sığınır. İnsanda fıtrî olarak bulunan kendinden üstün bir varlığa bağlanma ihtiyacı insanı Allah’a yönelterek kendisini güvende hissettirir. Necatigil’in “Gece Vakti” şiirinde de bu görülür. Herkes evlerine çekilmiş ve perdelerini sıkı sıkıya kapamıştır. Oysa şairin gideceği bir yer yoktur ve amaçsızca caddelerde dolaşmaya başlar:7 “Erkekler evlere çekildi çoktan,

Necatigil şiirinde dini açıdan ele alınan önemli temlerden biri de “ölüm”dür. Ölüm şair için kolay kolay kabul edilebilecek bir olay değildir. Necatigil, yaşadığı, gördüğü acılara karşın hayata sıkı sıkıya bağlıdır ve vazgeçme niyetinde değildir.

“Tanrı, Kur’an’da der ki: ‘Küllü men aleyhâ fân’ 10 Yaşamak öyle güzel ki Ölümü düşünmüyor insan.”11

6

8

Behçet Necatigil, Şiirler, 7. bs., Haz. Ali Tanyeri – Hilmi Yavuz, İstanbul, YKY, 2014, s.68. 7 Secaattin Tural, age, s. 205.

Necatigil, s.22. Necatigil, s.69. 10 “Yer üzerindeki her şey yok olacaktır”, Rahman, 55/26. 9

30


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ Necatigil, eşi ve kızları ile. 1962.

Bu ayette de ifade edilen, insan hayatının ve kainatın faniliği şairi oldukça huzursuz eder. Necatigil’e göre insanlar hep ölümün başkalarının başına geleceğini düşünür. Kendisine, çevresine konduramadığı ölümü bu sebeple düşünmeden yaşar ve gerçek manası olmayan, geçici zevklerin, malların peşinde koşar. Eğer tam tersi olsaydı, insanoğlu ölümü aklından çıkarmasaydı hayat insan için bir azap halini alırdı.

“Herkes bir yol tutturmuş kendince, Bir düzen kurmuş iyi kötü. Bana gelince… Başkaları dururken beni gördü.” Ancak Necatigil ölüm düşüncesini bir türlü üzerinden atamaz ve ölümün her an kendisini bulma ihtimali beraberinde daimi bir tedirginliği ve korkuyu getirir. Bu kabullenememe ve onun verdiği ıstırapla kıvranır. Ancak Necatigil’de bu duygular sorgulamaya, karşı çıkmaya götürmez. Onunki ölüm ve ahireti, mutlak sonu, kader olarak bilen ama dünyadan vazgeçemeyen bir ruhun sancısıdır.

kıssalara telmihler yapılır. Necatigil de hayatın sıkıntılarına katlanmanın güçlüklerini anlattığı “Zor Geçit”13 şiirinde; “Devran döner Âdem – Havva üstüne Dünya evlilikle bâki” diyerek söz konusu kıssadan yararlanır. Şair dünyanın kadın ve erkeğin üzerine kurulduğunu belirtir ancak işin felsefik boyutuna girmez. Behçet Necatigil’in “Müjdeciler”14 şiirinde ise Hz. Nûh’a telmih yapıldığı görülür. Nûh, Divan şiirinde gemi ve Tûfan ile birlikte anılır.15

Necatigil’de ölüm Divan şiiri geleneğinden duygusu, sorgulamaya, beslenen Necatigil’in bu gelenekten etkilenerek karşı çıkmaya götürmez. “Saksağan akıllı hayvan, şiirlerinde malzeme olarak Onunki, ölümü, âhireti, Gaipten haber vermişti kullandığı dini temalardan biri yani mutlak sonu kader Nuh’un gemisinde bir zaman.” de peygamber kıssalarıdır. olarak bilen ama Divan şiirine göre bir millete Şair, gözü yolda postacının getireceği dünyadan vazgeçemeyen fert olmaktan ziyade bir dine bir haberi beklemektedir. O anda ümmet olmak önemlidir. Bu da bahçede öten bir saksağanı görür ve bir ruhun sancısıdır. 12 İslam tarihini bilmeyi gerektirir. onun kendisine postacının gelişini haber Necatigil, Batı şiirinin bugün bile verdiğine inanır. Çünkü Nuh tufanının bitip Hristiyan ve Yunan mitolojisinden aldığı bitmediğine dair bilgiyi vermesi için bir kuşu imajları yoğun olarak kullandığını ifade ede ve görevlendirmiştir: “Gözün aydın, gözün aydın! / bizim şairlerimizin de “menakıbname” ve “Kısâs-ı Mektubum olduğunu yolda, / Ondan öğrendim.” Enbiya”lardan aynı ölçüde faydalanmaları gerektiğini düşünür. Divan şiirinin en önemli kıssalarından biri de

şüphesiz adı en çok anılan Peygamberlerden olan “Yusuf” kıssasıdır. Yusuf kıssası Kur’3an-ı Kerîm’in en güzel kıssası

İslam tarihi öncelikle Hz. Âdem ile başlar Bu sebeple şiir geleneğimizde de en çok Hz. Âdem ile ilgili

13

Necatigil, s. 41. Necatigil, s. 32. 15 İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, 20. bs., İstanbul, Kapı Yay., 2011, s. 361

11

14

Necatigil, “Körebe”, s.27. 12 İskender Pala, Divan Edebiyatı, 13.bs., İstanbul, Kapı Yay., 2010, s. 37.

31


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

16

olup “Ahsenü’l – Kassas” olarak vasıflandırılır. Yusuf kıssası genelde şairlerin dilinde terk edilmişliğin ve ayrılığın acısını anlatmak için bir motif olarak kullanılır. Behçet Necatigil de bunu kullanan şairlerdendir. Necatigil, ayrılığı anlattığı şiirinde iki sevenin birbirine kavuşamamalarının verdiği acıyı Yusuf’un kuyudaki yalnızlığı ile anlatmaya çalışır. Burada tema sevdiğine kavuşma özlemi, motif ise Yusuf’un kuyudaki bekleyişidir.17

Sonuç olarak Necatigil, divan şiiri geleneğinin de etkisiyle şiirlerinde başta peygamber kıssaları olmak üzere pek çok dinî mazmunu kullanmıştır. Bu gelenekten ayrı olarak, kendi ruhundaki din duygusu, yaşam, ölüm kavramları, Allah’a bağlılık, yaradana sığınma, dua etme gibi temler de şiirlerinde yer etmektedir. Ve birçok şairde de görülen “çocuk ve Allah”, “Çocukluktaki inanç”, “saf hisler” gibi duyguların dile geldiği mısralar Necatigil’in de sığınağıdır.

“Kervanlar kalktı gitti. “Allah’ım görüyorsun üşümüşüm Uzatsan sıcacık kanatlarını Altına giriversem” diyen Necatigil’in duasının

Yusuf kuyu köşesinde Uyudu uyandı ah etti. Yusufçuk bahçesinde. Kervanlar kalktı gitti.”18

gerçekleşmiş olması temennisiyle, rahmetle…

Yusuf kuyunun içinde bir dala tutunarak kendisini kurtaracak kervanların yolunu gözler. Birçok kervan gelir fakat Yusuf sesini bir türlü onlara iletemez. Behçet Necatigil’in Yusuf’un kuyudaki trajik bahsetmesinin sebebi, birbirini seven fakat bir türlü kavuşamayan iki aşığın hasret dolu bekleyişlerinin ifadesidir. Necatigil, “Hasret ne vakte kadar?” dediğinde burada Yusuf’un değil artık iki aşığın hasrtinden söz edilmektedir. Şiirde söz konusu olan oğlan sevdiği kızı bekleyişi yönüyle kervanları bekleyen Yusuf’a benzetilir. Necatigil, Yusuf ile ilgili bir diğer kıssayı, “Yusuf u Züleyha” kıssasını ise bir diğer şiirinde hatırlatır. En eski dini hikayelerden biri olan Yusuf u Züleyha kıssası, kaynağını ta Tevrat’tan alarak çeşitli renkler altında zamanımıza kadar gelmiştir. Necatigil, “Besinler”19 şiirinde:

“ Kim getirdi Yusuf’a bu sözü, Züleyha Etek yırtık arkadan Kadınlar, kadınsılar konuşunuz Susmak gururu besliyor” mısralarıyla Züleyha’nın Yusuf’a attığı iftiraya telmih yaptıktan sonra, arkadan 20 yırtılanın gölek değil etek olduğunu söylemiştir.

16

İskender Pala, age, s. 484 Secaattin Tural, age, s. 284. 18 Necatigil, s. 28. 19 Necatigil, s. 133. 20 Sinan Paşa’nın Tazarruname’sinde de yırtılanın etek olduğu belirtilir. Etek burada daha çok âr, namus, hayâyı temsil eder. 17

32


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

i

Behçet Necatigil’den Kamuran Şipal’e Mektup 17 Eylül 1969 Sevgili Kâmuran, Dost mektuplarını çokluk aralarda yazıyorum (okullarda, teneffüslerde; vapurlarda giderken; kahvelerde verilmiş molalarda). Yanımda çantam yoksa, kitap falan yoksa, ıslak kirliyse masa, dizime koyarak kâğıdı kâğıtları (çünkü onlar oluyor daima; bir ilhamın ne zaman geleceği hiç belli olmaz), yazıyorum. Bunu belirtmem bir savunma: Senin 3’lerin gözü henüz dolmamış, bir daktilodan çıkma tertemiz mektubuna karşılık; bu satırlar eğri büğrü oluşları önlenemeyerek bir dizin üstünde yazılıyor. Eylülün 17’sidir: Çok kısa bir süre-başlar güz. Evet, yaz geçti sayılır: Akşamlar serin oluyor. Zaten en sık hatırladığım mısralardan biridir: Kere’deki r’yi ikileyip tekrarlıyorum hep: “İşte bir kerre daha harâb oldu bahçeler.” Ziya Osman, aziz şairim, en çok güz ayları ve kışlarda benimledir. Saat 6’yı çeyrek geçiyor. Hava birden karardı, tuhaftır birden karardı. Artık “karanlık hâlâ çökmedi” diyemiyorum. Yazın bittiğini bundan anlıyorum: Karanlık birden çöküyor. Bazı şeyleri hatırlamamam daha iyi: Bir mektubu ve bu mektupta Almanya’da şiir kitabı bastırmak tasavvurunun imkânsızlığını belirten satırları ve bu işin kompetanı sıfatıyla da bir de Yüksel Pazarkaya’ya müracaatı öneren satırları – hatırlamamak iyidir. Brigge’de bir yer vardı: Hiçbir şey olmadı, yok bir şey– Yani bir netice çıkmadı anlamında değil de karşılaşılmış bir zararı inkâr, bir sıkıntıyı küçümseme anlamında: yok bir şey; bir şey olmadı. Kırılan şeyleri unutmak mertliktir. ………… 21 Eylül 1969 – Nice şeyler başlanıyor, bırakılıyor; bitmeleri eşref saatlere bakıyor. Bir yazlık kahvede başlanmış bu mektuba-Pazar, sabah, 7 ½-Haydaparaşa vapurunda devam ediyorum. Bilinmez nerde biteceği. Üç günlüğüne Ankara’ya gidiyorum, Dil Kurumu seçiciler kurulu toplantısına. Denk geldi, gidiyorum. Birbuçuk ayım Sis’e yattı, radyo oyunlarını kitap biçimine soktum. Bir nabız yoklaması kabilinden, sırf Bilgi yayınevine görünmek için gidiyorum Ankara’ya. Yugoslavya’ya gidemedim, izin gelmedi, geldi de neden sonra, vaktinden 15 gün sonra geldi ve bir işe yaramadı tabii. Gitmiş kadar olmak gar lokantalarında. Ama işte şimdi gidiyorum, üç gün için d eolsa Ankara’ya gidiyorum.

33


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ve kitabın çıktı, çıktı ama neden sonra. Oğuz sana gönderdiğini söyledi, ben göndermedim. Dört tane aldım senin hesabına, birini Brands’a yolladım, birini bir görüşme dolayısıyla Tarık Buğra’ya verdim, biri duruyor henüz. Dönüşün uzun sürecekse ve göndermeyi vermeyi düşündüğün kişiler varsa yaz isimlerni, ulaştırayım ben. Çok genç hikâyecilerden Selim İleri almış hemen, Karşıdaydı hikâyesi üzerinde muhabbet ve hayranlıkla durdu, konuştuk bir süre. Tebriklerimi paragrafın sonuna bıraktım. Artık neden sonra da olsa yazmamak için bir bahanen de kalmadı işte. Kitap çıktı. Bir kırık duygudur bilirim sahibini bir süre saracak olan. Vapur beni Haydarpaşa’ya bıraktı. Mektubu gar yolcu salonunda sürdürüyorum. Gar. Kelimede esrarlı bir ahenk var. Gar. Hikâyesini yazmalı. Garlar. Radyo oyunları yattı. Sen gideli ancak üç şiir yazdım. Şiir denirse. Yaz ayları Sis’e yattı. Şimdi Bilgi Yayınevi’ne yaranmak için isterlerse Unamuno’nun hikâyelerini yeni baskıya hazırlayacağımı söyleyeceğim. Yok başka yolu. Oğuz hiçbir şey demedi.Venedik’te Ölüm’den kalan parayı alınca ben de görünmeyeceğim artık. Ankara’dan olumlu bir sonuçla dönmek istiyorum. Narlıkapı’ya çok gittim bu yaz. Bir ıssızlığı büyütmek için hep. Küskün Yolcunun Türküsü oradan dönüşlerden birinde yazıldı. Garlardaki büyü bir ıssızı duyurmasında olsa gerek. Heine’den yirmi kadar şiir çevirmiştim. Ama “Her Ülkeden Bir Ozan” serisine F.G. Lorca ile başlamış olan yayınevi kapandığı için sonunu getirmedim. Dursun, ilerde. Evet, GAR. Yazılmadan kaldı bazı şeyler, gene de yazılmış kadar oldu. Bizlerden sizlere selâmlar, sevgiler.

B. Necatigil 21.9.1969 i

Kaynak: Mektuplar, haz. Ali Tanyeri, Hilmi Yavuz, Yapı Kredi Yayınları, 2001

34


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tercüme Makinesi:

NECATİGİL

Mehmet ALTINOVA

Behçet Necatigil, şüphesiz çağdaş Türk şiirinin en önemli şahsiyetlerinden biri. Necatigil, şairliğinin2 yanında aynı zamanda iyi bir öğretmen ve mütercimdir. Bu yazıda Behçet Necatigil’in mütercimliği konusunda bilgiler verip çağdaş İran edebiyatının önemli şahsiyetlerinden Sadık Hidayet3’in Kör Baykuş çevirisine dikkat çekeceğim. Dikkat noktası iki farklı çevirmenin ayrılan yönleridir. Zira yakın bir zamanda kitabın tercümesi Prof.Dr. Mehmet Kanar tarafından da yapılmıştı. Behçet Necatigil’in çevirileri ile ilgili Prof.Dr. İnci Enginün, “Sayısı bir hayli tutan çevirileriyle o bize Alman edebiyatından ve Almanca çevirilerinden Türkçeye naklettiği İspanyol ve İran edebiyatından örnekler vermiştir. Norveç edebiyatından çok beğendiği ve ‘o yalnızların adamıdır’ dediği Knut Hamsun’u İspanyol edebiyatından Unamuno’yu Türkçeye kazandırmıştır. Çevirileri dikkatli, asıllarına sadıktır. Yazar, özellikle kendi mizacına uygun gördüklerini çevirmiştir. Öğrencilik yıllarında Otto Spies’den Türk halk hikayeleriyle ilgili olarak yaptığı çeviri önemli bir kitaptır. Umarım ki o da Bütün Eserleri arasında 4 yayımlanır.” İfadelerini kullanır. Necatigil; Rilke, H.Heine, Knut Hamsun, Andersen gibi yazar ve şairleri dilimize kazandırmıştır. Özellikle Andersen Masalları’nı Türkçeye çevirmesi Batının halk kültürünü tanımamız bakımından önem arz eder. Henrich Heine’i doğumunun 175. Yılında Türkçeye kazandırmıştır. Sadık Hidayet’i de Almancadan Türkçe’ye çevirmiş ve yazarın tanınmasını sağlamıştır. Bu eserlere baktığımızda görürüz ki Behçet Necatigil’in yaptığı çeviriler salt yabancı cümlelerin Türkçeye aktarılmasından ibaret değildir, aynı zamanda tanıtıcı ve ilk olma özelliklerine de sahiptir. Bu özellik, çevirmenin yazar ve metin seçimini bilinçli olarak yaptığının göstergesidir. Belki de çevirmenin bir sorumluluğu da içinde yaşadığı ve dilini bildiği toplumun edebi zevkinin gelişmesini sağlamaktır.

“Evlendik, diyelim karımsın, Herkes kıskanır seni; Zevkler, hazlar, güzelim Geçer günlerin sevinçli. Diyelim şirret çıktın, Sabırla katlanırım; Ama şiirlerimi beğenmezsen, Senden ayrılırım.”

2

Behçet Necatigil’in toplu şiirleri Hilmi Yavuz ve Ali Tanyeri tarafından toplanmıştır. Ayrıca şairliği ile ilgili derli toplu kitaplardan biri Rahim Tarım tarafından hazırlanmıştır. Bkz. Kültür, Dil, Kimlik Behçet Necatigil’in Şiir Dünyası, Özgür yay. 3 Sadık Hidayet hakkında ayr. bkz. Mehmet Altınova, Doğulu Bir Kafka: Sadık Hidayet, İncir Çekirdeği Dergisi, Kasım 2014, 8.Sayı 4 İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergah Yay. , s.250, Ağustos 2004

1

1

H.Heine, Şarkılar Kitabı, Çev.:Behçet Necatigil, sy.217,Türkiye İş Bankası Kültür yay, 1972

35


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

7

Doktora tezini Behçet Necatigil üzerine yapan Prof. Dr. Nurullah Çetin ise onun mütercimliği hakkında; “Behçet Necatigil, şairliğinin yanında en çok çevirmenliğiyle tanınmıştır. Almancadan yaptığı çevirilerinin pek çoğu otuz sekiz kitapta toplanmıştır. Onun çevirileri genellikle roman, hikaye ve şiir türlerindendir. Şair, yalnızca Alman edebiyatından değil, aynı zamanda Norveççe ve İspanyolca gibi dillerde verilmiş ürünlerini Almancalarından da çevirmiştir.” 5 der.

görülmektedir. Aynı zamanda Necatigil, çevirmenlik işini metodolojiye uygun olarak sorumluluk8 bilinciyle yapmaktadır. Yukarıdaki alıntılardan da hatırlanacağı gibi Behçet Necatigil, kendine uygun yazarları ve onların eserlerini çevirmiştir. Özellikle şiir çevirilerine baktığımızda sanki yabancı şairler ürünlerini Türkçe vermiş gibidirler. Bu Behçet Necatigil’in bir başarısıdır. Şair, Türkiye’deki çevirmenlik faaliyetleri ile ilgili değerlendirmelerde bulunup çeviri kitaplarla ilgili bir kılavuz yayımlanmasının gerekliliğini, bunun sağlayacağı yararları da belirtmiştir. Bu konu ile ilgili “Türkçede Çağdaş İran Edebiyatı ve Doğumunun 75. Yılında Sadık Hidayet.” başlıklı yazısında “Önemli Bir Eksiklik” alt başlığı ile şu ifadeleri yazar:

Çevirmenlik belli metodoloji kullanılarak yapılan bir iştir. Kullanılacak kelimelerin seçiminde ana metindeki çağrışım dikkate alınmalıdır. Türkçe üç dilin etkisinde kaldığından kelimeleri seçerken mütercimlere kolaylık sağladığı gibi bu kolaylık kimi zaman da dezavantajdır.

Batılı bir yazarın da dediği gibi hiçbir kelimenin eş anlamlısı “Günümüz İran edebiyatının Türkçedeki yoktur. Her kelime çağrışım ve hissettirdikleri yönüyle durumundan ve Sadık Hidayet’ten önce, önemli bir eksikliğe birbirlerinden ayrılmaktadır. Bu yüzden çevirmenlere değinmek istiyorum: Çağdaş dünya edebiyatları üzerine, düşen görevlerden biri bu anlam her milet için ayrı, küçük, kullanışlı kitaplar yok zenginliklerinin içerisinden metne en elimizin altında. Beş yılda, on yılda bir gözden uygun kelimeyi seçmektir. Behçet geçirilecek; yeni baskıları yapılacak bu tür Behçet Necatigil, kendine Necatigil’in şiirleri ve çevirileri kılavuzlar, bize, 20. Yüzyılın başından, uygun yazarları ve onların okunduğunda yazarın kelime hatta 2. Yarımından bugüne bir zaman eserlerini çevirmiştir. hazinesinin ne denli geniş olduğu aynasında, her milletin son çağ Özellikle şiir çevirilerine rahatlıkla kavranabilmektedir. edebiyatını görmeyi sağlardı. Kısaca baktığımızda sanki tanıtılacak yabancı edebiyatçıların Lise yıllarından öğrencileri Türkçeye yapılmış çevirilerinin de yabancı şairler ürünlerini Hilmi Yavuz, Mustafa Şerif Onaran, gösterilmesi gerekli bu tür kitaplar, Talat Sait Halman’ın yönetimindeki Türkçe vermiş gibidirler. okuyucuya neyi okumakta olduğunu ve bir programda Halman ve Onaran, okuduğunun o milletin diğer şair ve Necatigil’in çevirmenlik yönüyle ilgili yazarları arasındaki yerini saptamayı cümleler sarf etmişlerdir. Onaran, 9 mümkün kılardı.” “...Necatigil öncelikle bir kültür insanıydı. Yalnız divan şiirini bilmekle kalmadı, çevirilerine Türkçenin özel tadını kattı. Onun özellikle Knut Hamsun’dan yaptığı çeviriler, her biri Knut Hamsun’u yeniden keşfetmemize yol açacak mahiyettedir.” İfadelerini söylemiştir. Aynı programda Halman ise “Çevirmen olarak Necatigil, bizim Bilkent üniversitesinde Türk edebiyatı bölümünde çok dikkatli öğrenciler var. Doktora seminerinde konu Dünya edebiyatı idi ve Knut Hamsun’nın Behçet Necatigil çevirisini seçtik. Okumalar yaptık. O kadar çok hata var ki biz adeta 6 üzüldük, bu kadar çok hata var diye.” demiştir.

Necatigil, Rilke, Heine, Knut Hamsun’un ardından Sadık Hidayet’in Kör Baykuş adlı eserini çevirmiştir. Almancadan çevrilen bu eser Türkiye’de Sadık Hidayet’in tanınmasını sağlamıştır. Onun daha fazla tanınmasını isteyen Necatigil bu konuyla alakalı olarak da şu sözleri söyler; “Ben, Sadık Hidayet’i Türkçedeki iki hikayesi ve tek romanı Kör Baykuş’la sevdim. Vakti gelse de başka 7

Bkz. Behçet Necatigil, Mektuplar, YKY Bu sorumluluk bilinci Behçet Necatigil’in kızı Ayşe Sarısayın’nın konuk olduğu Ayrıntı Sandığı programından anlaşılabilmektedir. Programda, kendisi de babası gibi çevirmen olan Sarısayın, Necatigil’in çevirmenlik üzerine tuttuğu notlarla ilgili belge getirmiştir. 9 Behçet Necatigil’in Düzyazılar 1’de bulunan bu yazı aynı zamanda Sadık Hidayet’in Kör Baykuş eserinin ön sözünü oluşturmaktadır. Alıntı bu eserden yapılmıştır. Bkz. Sadık Hidayet, Kör Baykuş, Çev.:B. Necatigil, s.7, YKY, 2014

Behçet Necatigil, çevirmenliği, üzerine binen bir yük olarak görmemiştir. Gerek Tahir Alangu’ya gerekse Oktay Akbal’a yazdığı mektuplarda bu açıkça

8

5

Nurullah Çetin, Behçet Necatigil Hayatı-Sanatı-Eserleri, T.C. Kültür Bakanlığı Yay. ,s.383,1997 6 Adı geçen programın adı TRT 2de yayınlanan Behçet Necatigil’i konu alan Önce Şiir Vardı’dır.

36


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

hikayeleri ve masalları da çevrilse, diyorum. Çünkü Hidayet, benim için, devletlerin, rejimlerin sınırları içinde edebiyatın bağımsız ve yıkılmaz cumhuriyetler olduğunu bir kez daha hatırlatmış, mutsuzluğunda ölümsüz mutluluğa erişmiş 10 sayılı yazarlardan biri oldu.” Sadık Hidayet Türkiye’de bir hayli tanındıktan sonra eserleri çevrilmeye devam etti. Behçet Necatigil’in açtığı bu yoldan Yeditepe Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Kanar devam etti. Fars edebiyatının Türkiye’ye tanıtılmasında en büyük hizmeti Mehmet Kanar yapmıştır. Sadık Hidayet’in 11 bütün eserlerini dilimize kazandırmıştır. Mehmet Kanar çevirdiği Kör Baykuş eserinin ön sözünde, “Öncelikle şunu söylemek istiyorum: Sadık Hidayet’in Kör Baykuş (Buf-i Kur) adlı eseri, vaktiyle söz ustamız Behçet Necatigil tarafından Farsça’dan Almanca’ya yapılan çevirisinden Türkçe’ye aktatılarak yayımlanmış, çok da ilgi görmüştü. Farsça metni Necatigil çevirisiyle karşılaştırdıktan sonra kitabın yeniden çevrilmesi ihtiyacını duydum. Çeviriyi tamamlasam da Behçet Necatigil gibi bir usta kalemin önüne geçemedim, bir başka ifadeyle geçirtilmedim. Bunu söyledikten sonra Sadık Hidayet hakkında kimi hususlara değinebilirim.” ifadelerini kullanmıştır. Burada dikkat çeken husus Kanar’ın çeviriye ilişkin son sözleridir. “...geçirtilmedim.” İfadesi tam bir muammadır. Kaan Murat Yanık’ın sunduğu edebiyat programına konuk olan Mehmet Kanar bu çeviriye ilişkin birtakım bilgiler vermiştir. Kaan Murat Yanık, çevirideki “inziva” kelimesinden yola çıkarak çevirmenden kaynaklı farklılara temas etmiştir. Mehmet Kanar programda, “Behçet Necatigil’in çevirisini çok beğenirim. Sadık Hidayet’in diğer eserlerini YKY’ye çevirirken bana sormuşlardı Kör Baykuş’u çevirin diye. O zaman Varlık yayınlarının elindeydi Kör Baykuş, oradan çıkmıştı. Ben tercümesini okudum beğendim. Onu bırakalım şimdi demiştim. Aradan uzun zaman geçti Sadık Hidayet’in eserlerini çevirdim, sırayla yayımlandı. Bir gün boş vaktimde Farsça metni açtım Behçet Necatigil çevirisiyle karşılaştırmaya başladım. Farsçadan Almancaya çevrildiği için Almancadan da Türkçeye çevirirken zaten her çeviride biraz kayıp olur, eser kaybeder. Bu çevirmenin başarısına göre %5 de olur, %10 da olur %20 de olur. Ama %20 korkunç bir rakamdır. Zaten yıllardır çeviri yapıyorum, bir

de ben çevirmek istedim. Oturdum çevirdim. YKY’ye teklif ettim. Onlar sözleşme olduğu için Behçet Necatigil ile, bunu basamayacaklarını söylediler. [...] Çevirisi elbette farklıdır çünkü Farsça aslından çevirdim. İnziva kelimesi Türkçede de var. Zaten bize Arapçadan gelen kelimeler Farsça yoluyla girmiştir. Bizde sıkıntı yok ama Almanca çok farklı bir dil. Kültür farkı var. Oysa bizde kültür ortaklığı var. O yüzden Farsça metnin başarılı olması normal bir şeydir.” İfadelerini 12 kullanır. Onun çevirisine baktığımızda şairanelik görülmektedir. Aşağıdaki cümleler Necatigil’in çevirisinden alınmıştır; “Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.

10

Milliyet Sanat Dergisi 283,26 Haziran 1978 tarihinde yayımlanmış, alıntı adı geçen eserin 12.sayfasından yapıldı. 11 Sadık Hidayet’in Kör Baykuş haricindeki tüm eserleri Mehmet Kanar tarafından çevrilip yayımlanmıştır. Kör Baykuş’un Behçet Necatigil çevirisi YKY’den çıkarken Mehmet Kanar çevirisi Ayrıntı yayınlarından çıkmaktadır.

Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları 12

Programın tamamı için bkz. Kaan Murat Yanık, Edebiyat Kokusu, 18 Şubat 2016 tarihli yayın. On4 TV.

37


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ölçütümüz hangi dilden çevrildiği ise Kanar’ın çevirisi bu açıdan daha iyidir. Kelime seçiminde de Mehmet Kanar’ın çevirisi daha iyidir. Önceki cümlelerimde de ifade ettiğim gibi Türkçe, Arapça ve Farsça’nın etkisi altındadır. Dolayısıyla Mehmet Kanar çevirisinde aslına uygun kelimeler seçilmiş ve hatta kelime değişimine bile uğramamıştır. Okuyucu kitlesinin ilgisine baktığımızda ise Necatigil çevirisi dikkat çeker. Çünkü Almanca’nın gramerine uygun düz cümle yapıları kullanılmakla birlikte sade dil ve Arapça ve Farsça kelimelerden Kanar çevirisine oranla daha az olmasındandır. Bu nedenle esere hangi açıdan baktığımız ona değer biçme noktasında bir ölçüt olur.

söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Tek ilaç şarap yardımıyla unutmaktadır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendiriler. Acaba bir gün bu metafizik olguları, ruhtaki bu kendinden geçme halinde ve uykuyla uyanıklık arasında beliren gölgeler yansımasının sırrı anlaşılacak mı?” Şu parçalar ise Mehmet Kanar’ın çevirisinden;

“Hayatta öyle yaralar var ki, ruhu Sonuç olarak Behçet Necatigil, şiirleri ve inzivadeyken cüzam gibi yer, kemirir. Bu radyo oyunlarının yanında çevirmen olarak da acıları kimseye belli etmek de olmaz Türk edebiyatında çok mühim bir yere Necatigil yalnızca yabancı zira inanılmaz acıları nadir görülen sahiptir. Çevirilerinde kendine yakın bir metni Türkçeye olaylarda sayılacak kanısı mizaca sahip olan yazarları seçmiş ve yaygındır. Birisi çıkıp da bunları aktarmakla yetinmemiştir; yalnızca yabancı bir metni Türkçeye söyleyecek, yazacak olsa, Batı edebiyatının en seçkin aktarmakla yetinmemiştir. O, Batı insanlar yaygın inançlara, kendi edebiyatının en seçkin ve tanınmamış ve tanınmamış yazarlarını akidelerine göre kuşkucu, alaycı yazarlarını seçip çevirmenin tanıtma seçip çevirmenin tanıtma tebessümlerle karşılar. İnsanlık sorumluluğunu da gerçekleştirmiştir. sorumluluğunu da bir çaresine, ilacını bulamadı zira. Sadık Hidayet’in Kör Baykuş adlı eserini Bir tek ilaç var: Şarapla, afyonla, gerçekleştirmiştir. çevirmiş ve Türk okuyucularının uyuşturucu maddelerle yapay uykuya beğenisine sunmuştur. Değişen şartlar ve dalmak. Ancak böyle ilaçların etkisi geçici gelişen çeviri teknikleri nedeniyle bu çevirinin ne yazık ki! Teskin edecek yerde bir süre sonra yeniden yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur. acının şiddetini arttırıyor. Akademisyen ve özellikle Farsça ve Arapçadan yaptığı Acaba günün birinde bu doğaüstü olayların sırrını, ruhun çevirilerle o kültürlerin edebiyatını Türkçeye kazandırmış koma halinde, uyku ile uyanıklık arasındaki berzahta çevirmen Mehmet Kanar tarafından da yapılmıştır. İki çeviri görünen bölgesinin yansımasını anlayacak biri çıkacak mı?” arasında cümle kurulumu ve kelime seçiminde farklılıklar göze çarpmaktadır. Hiç şüphesiz ki bu fark, çevrilen dilden Bilindiği gibi bir metin her çevrilişinde kayba uğrar. kaynaklanır. Çünkü metin her çevrilmede kayba uğrar. Behçet Necatigil Farsça bir eseri Almanca’dan Türkçeye Çevirmenin görevi en az kayıpla bu işi gerçekleştirmektir. kazandırdığı için çeviride dezavantaj oluşturmaktadır. Mehmet Kanar ise metni Farsça aslından çevirmiştir. Eğer

38


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Sevgilerde Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı. Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı. Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı. Siz geniş zamanlar umuyordunuz Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. Yılların telâşlarda bu kadar çabuk Geçeceği aklınıza gelmezdi. Gizli bahçenizde Açan çiçekler vardı, Gecelerde ve yalnız. Vermeye az buldunuz Yahut vaktiniz olmadı.

Behçet Necatigil

39


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Behçet Necatigil Şiirlerini Nereye Yazardı Renksemez camgöz Hep arka pencereden baktı, Orada, oralarda sabah akşam Solgun ay altında kasımpatı -Nereye mi yazardı dizelerini Bir şey çıkmamış biletlerin kenarına yazardı. Bir kapı mı açılıyor Hemen menteşeye kayardı gözleri Küçük ev aletleri kerpeten mengene Giderek onda alışkanlık yarattı -Nereye mi yazardı dizelerini İlaç kutularının üstüne yazardı. Yazısı 1928 yazısı Atatürk’ün elyazısı Ama sıkılganlıktan mı neden Fazlaca bastırılmış bir yazı -Nereye mi yazardı dizelerini Kağıt peçetelere yazardı. Çiğnediği sözcükler, ağzının kenarında Salya değil köpük halinde toplanırdı Ve zarif kemerini örtme duygusuyla Şal gibi aşağı akardı boyunbağı -Nereye mi yazardı dizelerini Plastik oyuncakların üstüne yazardı. Koca Barbaros’a karşın Beşiktaş biraz odur artık, Küçük bir oda versinler Kehribar yüzü öylece kalsın -Nereye mi yazardı dizelerini Tırnaklarının üstüne yazardı.

Cemal Süreya Sevda Sözleri- 191/192

40


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyza ÖZKAN

SÖZLÜKLER İÇİNDE BEHÇET NECATİGİL

“Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü başlangıçta ancak öğretmen ve öğrencilere edebiyat derslerinde bir kılavuz olur diye düşünmüştük. Ama bu çizginin de ötesinde, örnek ve kaynak olduğumuz besbelli, benzeri sözlüklerin türemesini sağlaması, birçok maddelerinin ansiklopedilere olduğu gibi aktarılışı hatta bizde olmayan maddelerin başka sözlüklerde de bulunamayışı bize olumlu, yararlı bir iş yapmış olmanın kıvancını tattırdı.” Behçet Necatigil

Behçet Necatigil, Türk Edebiyatında şiirleriyle yer etmiş, “ev”ler şairi olarak edebiyatımızın mihenk taşlarından olmuştur. Şair kişiliğinin yanında neşrettiği düz yazıları ve radyo oyunları da bulunmaktadır. Bütün bunların yanında, Türk Edebiyatı çalışmalarına temel kaynak teşkil eden Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü ve 100 Soruda Mitologya isimli çalışmalar da yapmıştır. Beni Behçet Necatigil’in sözlüklerini araştırmaya iten noktalardan biri aslında bölümümüzde derslerde öğrendiğim sözlükleri daha detaylı bir şekilde inceleme hevesim ve az evvel adını andığım eserlerin eski Türk edebiyatımızdaki tezkirelerle benzerlik taşıması. Sözlük oluşturmanın ne kadar ciddi ve önemli bir iş olduğu malum. Öncelikle Bir sözlük oluşturulmadan evvel amaç, bu amaca hizmet edecek alan belirlenip çalışmanın mihverinin ona göre şekillendirilmesi gerekmektedir. Behçet Necatigil de Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü(1960)’nü hazırlarken amacını şöyle açıklar: 41


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Başlangıçta ancak öğretmen ve öğrencilere edebiyat derslerinde bir kılavuz olur diye düşünmüştük. Ama bu çizginin de ötesinde, örnek ve kaynak olduğumuz besbelli, benzeri sözlüklerin türemesini sağlaması, birçok maddenin ansiklopedilere olduğu gibi aktarılışı, hatta bizde olmayan maddelerin başka sözlüklerde de bulunamayışı; bize olumlu, yararlı bir iş yapmış olmanın kıvancını tattırdı, teşekkür ederiz.” 1

başvuracaklar bunun için, başım süresini, çıkış tarihini göz önünde bulundurmak zorundalar. “2 Necatigil, sözlüklerin sayfa sayısı, sözlük içinde yer alan kişilerin zamanla uğradıkları değişim ve sözlüğün basımı sırasında meydana gelen birtakım olaylara da işaret ederek düşüncelerini açıklar. Sayfa sayıları sözlük yazarının belirlediği amaç doğrultusunda ( Necatigil’in dediği gibi devrinin şartları ve basım ile ilgili birtakım mevzular etrafında dönen unsurlar) şekillenir.

1979 yılında yayımlanan Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü isimli çalışmasında da amacını şu şekilde beyan eder:

Peki bir sözlüğü sözlük yapan bir diğer etken nedir? Tarafsızlık. Her sözlük tarafsız mıdır? “Amacımız, Batılı anlamda hikâye, roman, Sözlüklerin bir yazarı vardır ve bu sözlükler muhakkak oyun ve anı edebiyatımızın gelişip güçlendiği yüzyıllık yazarından izler taşımaktadır. Buna göre, Kaşgarlı bir zaman içinde bu tür eserlerden okuduğumuz, Mahmud’un Divân- ı Lugâti’t Türk ü, Şemsettin unuttuğumuz veya okumayıp hiç değilse konularını Sami’nin Kamus-ı Türkî si ve bahsettiğimiz Behçet merak ettiğimiz kalem ürünlerini ana çizgileriyle Necatigil’in hazırladığı sözlükler de yazarından toparlamak, anımsatmaktır.” bir parça taşır. Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde bu konudaki Adını andığım düşüncelerini şu şekilde dile çalışmalardan hareketle Behçet Sözlükler muhakkak getirmiştir: Necatigil’i sözlük çalışmalarına yazarlarından izler yönlendirenin, döneminin taşımaktadır. Kaşgarlı “Tarafsız, nesnel ihtiyaçlarına cevap vermek Mahmud’un Divân- ı olunmaya çalışıldı deriz ya, ve edebiyat sınırları Lugâti’t Türk ü, Şemsettin duygusallığımızı tam içerisinde derli toplu, Sami’nin Kamus-ı Türkî önleyemeyiz. Ama işte bu kullanışlı bir kılavuz teşkil sözlükte, böyle bir kezliğine, si gibi Behçet Necatigil’in etme isteği olduğunu birkaç kezliğine maddeler hazırladığı sözlükler de söylemek yerinde olur. bulabilir, sonraki basımlarda ondan bir parça taşır. Sözlüklerin sayfa sayısı, onları görmeyebilirsiniz. Gününde hazırlanma amacına göre parlayıp da arkasını getirmeyişlere, değişmektedir. Sayfa sayısının kime edebiyata ihanetlere göz yummak, göre ve neye göre şekil alacağı sorusuna bilmeyiz, doğru mudur? “3 diyerek bize tam kimse tam olarak cevap verememiştir. Behçet olarak tarafsız olmadığını söyler. Necatigil de, sözlüklerini hazırlarken bu noktaları göz Sözlükleri tanıtırken amaçlarından ve amaca ardı etmemiş: göre nasıl bir mihvere girdiklerinden az önce söz “Bu tür sözlükler sürekli ekleme, çıkarma etmiştik. Sözlükler, temel ve özel amaçlı sözlükler gerektiriyor: Yeni yayınlar, kişilerin durumlarındaki olmak üzere ikiye ayrılırlar. Behçet Necatigil’in değişmeler, yeni şöhretler, kesilen güçler, boşa çıkan sözünü ettiğimiz sözlük çalışmaları, özel bir amaca umutlar; çok çabuk etkiliyor bir yanıyla güne, güncel hizmet etmektedir. e yaslanan bu tür sözlükleri. Başım sırasında daha Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü ve yeni dizilmiş, henüz basılmış bir madde, diyelim bir Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü adlı çalışmalarından ölümle, ya da yeni bir yayınla hemen oracıkta sonra 100 Soruda Mitologya adlı sözlüğü gelir. Onun noksan-yarım kalmaya hükümlü. Kitaba bu sözlüğü, ilk çıkardığı İsimler Sözlüğünden sonra,

1

2

NECATİGİL, Behçet, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık, 1993, s.5

3

42

NECATİGİL, Behçet, age, Varlık, 1993, s.5 NECATİGİL, Behçet, a.g.e, Varlık,1993, s.6


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

1969’da basılmış fakat üzerinde fazla çalışılmamıştır. 100 Soruda Mitologya isimli çalışmayı eline ilk kez alıp inceleyenler, sözlüğün alışılagelmiş bir formda olmadığını ilk bakışta anlayacaklardır. Çünkü bu sözlükte belirlenen format , “kelime -anlam” değil, “soru-cevap” formatıdır. Şekil açısından böyle bir format kullanılsa da genel bütün sözlüklerde verilen bilgilerin “genelden özele” doğru bir yol üzerinde olması gibi Necatigil’in eserinde de sorulan sorular genelden özele doğru gidiş göstermektedir.

esası güdülerek, hayattakiler ve yeniler “Günümüz Sanatçısı” olarak verilmiştir. Sanatçının adından sonra sanatçının hayatı, ilk yayınları, eserlerinin genel karakteri, konuları, dil ve anlatım özellikleri, edebi kişilik ve değeri üzerinde kısa bilgi verilerek, eserlerinin başlıcaları, ilk baskı tarihleriyle sıra içinde verilir, eski eserlerin Yeni Türk Alfabesi ile yapılmış, tam veya seçme yollu baskıları gösterilmeye çalışılmıştır. Eserlerin yanında parantez içinde, önce kitabın türü, sonra ilk baskı yılı gösterilmiştir.

Sözlüklerin genel özellikleri ekseninde Behçet Necatigil’in, sözlük çalışmaları içindeki tavrını sanatçıdan aldığım demeçlerle göstermeye çalıştım. Necatigil’in sözlükçülüğünü daha iyi anlamak adına eserlerin içeriklerinden de söz etmekte fayda var…

399 sayfadan oluşan bu sözlüğün önemli bir yanı, yazınımızın genel eğilimlerini sayısal olarak saptamaya çeşitli olanaklar sağlamaya çalışmasıdır. Böyle bir sözlükten, edebiyatçılarımızın doğum yerlerinin dağılımı, yazınımızın doğal çevresi, Türk 1960’ta basılan Edebiyatımızda İsimler yazın toplum bilimi ve Türk yazın coğrafyası Sözlüğü, ağırlığını daha ziyade 20.yüzyıl ve için ilk yasalar, edebiyatçılarımızın günümüz edebiyatından almakla birlikte eğitim ve meslek durumları, onların eski Türk edebiyatından ediplere de 100 Soruda Mitologya yüzyıllar içindeki dağılımı, kalıcı yer vermektedir. “Bu sözlük ne isimli çalışmayı eline alıp olup olmadıkları gibi birçok kalem sahibim ünlü kişiler inceleyenler, sözlüğün eğilim çıkarılabilir ve üretken ansiklopedisidir, ne de bütün alışılagelmiş bir formda yorumlara gidebilir.5 başyazarları, gazetecileri, olmadığını ilk bakışta çevirmenleri içine alan bu basın anlayacaklardır. Çünkü Edebiyatımızda İsimler yayın kütüğü. Biz ancak bir bu sözlükte belirlenen Sözlüğü, bu bağlamda edebiyatçılar sözlüğü yapmaya format , “kelime -anlam” edebiyat sosyolojisi ve çalıştık. Bu yüzden, fikir-bilim değil, “soru-cevap” edebiyat adına atılan önemli adamları, dilciler, dilbilginleri, formatıdır. adımlardan da bir tanesidir. politika – polemik yazarları ancak edebiyat türlerinde de eser vermişler, 1971’de basılan Edebiyatımızda edebiyata da katkıları olmuşsa da, Eserler Sözlüğü, 19.yüzyıl ve günümüz sözlüğümüze alındılar.”4 diyerek Necatigil, edebiyatının roman, hikaye, oyun ve anı türlerinde eserindeki kadroyu açıklamıştır. belli başlı 223 yazarımızın 750 yapıtını tanıtıp özetlerini veren, bu tür eserlerden okunanHacim bakımından dar olan bu sözlük; okunmayan, unutulan ve okunmayıp konuları merak tanıtma, sözlük maddelerinde gözetilen sıra, sözlük edilen kalem ürünlerini ana çizgileriyle tanıtmak için ve sonunda sözlükte yer alan ediplerin aldığı hazırlanmıştır. edebiyat armağan ve ödülleri, doğum ve ölüm yılları çizelgesi ve son olarak içindekiler kısım ile Sözlükte yer alan eserlerin sıralamasında bitmektedir. öncelikle eserin adı, yazarı ve eserin hangi türde kaleme alındığı ve eserin yayımlandığı yıl, eserin Sözlüğün maddeleri düzenlenirken ilk önce yapısı, içeriği hakkında kısa ve yalın bir şekilde bilgi sanatçının adı ( eserlerinde kullanıyorsa soyadı), verilir. Eser, “Sözlükteki Eserler Dizini” ile sonlanır. yaşadığı yüzyıl veya bağlı olduğu toplulukta en çok Necatigil, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü nde hangi türde tanınmış ya da yazmış olduğu, doğum“emeğe saygılı” olduğunu belirterek bazı maddeleri ölüm yılları ve yerleri verilip soyadı kullanmayanlar başka çalışmalardan ya kısaltarak, ya da kimi zaman için genel olarak takma adlarının ilk harflerine bakma 4

5

NECATİGİL, Behçet, a.g.e, Varlık, 1993, s.5 43

Tuncer Uçarol, Behçet Necatigil’in Sözlükleri


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olduğu gibi alır. Böyle maddelerin sonuna bu parantez içinde, öz ve soyadlarının ilk harfleriyle sözlükte yer alan kişinin adını belirtir.

Behçet Necatigil’in edebiyatımızın gereksinimlerini karşılamak, edebiyat öğretimine, araştırmalarına kılavuz niteliğinde olan bu sözlükleri, hacim bakımından küçük ve kimi zaman tarafsızlıktan uzaktır. Ancak edebiyatımızda güzel bir örnek ve kaynak olarak bugün kullanılıyor olması Behçet Necatigil’i şiirleri dışında da yaşatmakta ve bizlere de onun eserleriyle çalışma yapmanın mutluluğunu tattırmaktadır.

Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, yazarın ilk sözlüğü olan Edebiyatımızda İsimler Sözlüğünün devamı niteliğinde olup edebiyatımızdaki gereksinimleri karşılamak üzere kaleme alınmıştır.

Necatigil’in son sözlük çalışması olan 100 Soruda Mitologya, 1969 yılında yayımlanmış olup üzerinde fazla çalışılmayan eserler arasındadır. Eser, mit ve mitologya üzerine sorulan bir soruyla başlar ve mitolojiyle ilgili genelden özele giden bir yol takip eder. Fazla detaya inmeden, okuyucuya vermek istediğini tam olarak verebilmek maksadıyla sorulan 100 soruya kaba hatlarla cevap aramaya çalışmıştır. Türk mitolojisi ile ilgili iki soruya yer veren eserin çoğunluğunu Yunan mitolojisi teşkil etmektedir. Türk mitologyasından bahsedilmemesinin sebebi Necatigil’ de saklıdır: “Tarihleri ne kadar eskiyse pek ve miktarları da o ölçüde eskidir milletlerin. Kültür ve din temas ve kaynaşmalarıyla her millet komşularından yeni yeni efsaneler alarak, onları özümleyerek bu kültür hazinesini zenginleştirir. Geniş bir coğrafya üzerine yayılmış bu millette mitologya pek bol çeşitlemelerle karşımıza çıkar. .....yoksa kozmogoni (dünyanın yaradılışı) ve eposlar bakımından çok zengin olan mitologyamıza bu kitapta geniş bir yer ayıramayacaksak, bunun nedenleri hem bu düşünceler, hem de kitabımızın sayfa yetersizliğidir.”6 Necatigil ‘in 131 sayfadan oluşan bu çalışması, hacim bakımından küçük olmasına rağmen edebiyatımızdaki kimi konuları ve araştırmaları aydınlığa kavuşturma işlevi görmüştür.

6

NECATİGİL, Behçet, 100 Soruda Mitologya, Gerçek Yayınevi,1969, sf,13 44


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tuğçe ERKOL

Necatigil’in Batı’ya Dönük Yüzü Mitolojiyle en çok ilgilenen Türk yazar ve şairlerden biri de bana göre Behçet Necatigil’dir. Mitoloji ile ilgili bir sözlük hazırlaması da bundandır. Öte yandan Batı edebiyatından birçok ismi çevirmiş olduğu için de tercüme yaparken kaynak olarak başvurduğu mitolojiyle ilgilenmiş olabilir diye düşünüyorum. Böyle bir durumda da doğal olarak mitoloji konularına vakıf bir hale gelip ardından da Türkçede mitolojinin eksikliğini fark edip bununla ilgili bir çalışma yapmış olması da olağandır. Ya da hepsi bir yana, belki Necatigil de, benim gibi, sadece mitolojiyle çok eğleniyordur. Nedeni her ne olursa olsun hazırladığı eserlerle bize büyük bir kolaylık sağlamış ve şiirlerine mitolojiyi sokarak insanlarda biraz daha merak unsurunu uyandırmış olması nedeniyle önünde saygıyla eğiliyorum… Gerek yaptığı tercümelerle gerek mitoloji sayesinde Batı onda hep var olmuştur. Özellikle tercüme yaptığı yazarların sayısı oldukça fazladır. Rilke, Hamsun, Thomas Mann, Zweig, Cehov, Heinrich Böll, Heinrich Heinne, Christian Andersen bunlardan bazılarıdır. Erdal Öz onun tercümeleri için şöyle der:

Bir yazarın, şairin okuduğu başka bir meslektaşından etkilenmemesi pek de mümkün değildir. Hatta bunu “O kitapta Rilke’den çok Necatigil vardır gibi gelir sadece bir meslektaştan etkilenmek olarak sınırlamak bana. Sanırım Rilke ile Necatigil arasında da olmaz. Bir olaydan, bir manzaradan, duyduğu da kişilik benzeşmesi vardı. Tanısak, bir müzikten, gördüğü bir tablodan ya da belki Rilke’yi de Necatigil kadar Boudlaire ve izlediği bir oyundan, filmden… Esas olan sevebilirdik. Ama biz Rilke’yi oradaki sanat ve kişinin ondan Necatigil, her ikisi de değil Necatigil’i tanıdık, çıkardıklarıdır ve tabii ki Necatigil de sevdik.” küçük yaşta her meslektaşında olduğu gibi birçok annelerini kaybetmiş Tercüme ettiği bir eseri şeyden etkilenmiştir. ve üvey anne elinde kendisine bu kadar Şiir bağlamında modern hayatın ilk içselleştiren tercüman sayısı büyümüşlerdir… çıkışını yapan Fransız şair Boudlaire, Türk oldukça azdır denir. Galiba edebiyatının Batı’yla olan tanışıklığının Necatigil’in bunu başarmasının ardından birçok şairimizi etkilemiştir. Özellikle ardında iyi bir şair olması bir de Servet-i Fünuncular onun etkisinde çok kalmıştır. okuyucusu tarafından çok sevilmesi yatıyor. Boudlaire dendiği zaman akla gelen eserlerden biri de

45


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

şüphesiz Elem Çiçekleri’dir ve Necatigil de, bu eserden yıllar sonra adına, Korku Çiçekleri dediği bir şiir yazar. Boudlaire, moderniteye bu kadar karşıyken modernitenin çıkışını yapan isimlerdendir. Moderniteyle ilgili olumsuz görüşlerini söylemekten de kaçınmaz:

***

“Kötülük ve elem modern yaşamın doğurduğu metropolün belirgin çizgileridir. Bu metropolde yaşamak, var olmak ve korunmak kolay değildir. Bu zorluk beraberinde kendine yabancılaşmayı getirir.”

Necatigil’in bazı şiirleri yazıldıktan sonra büyük sansasyonlara neden olmuştur. Bunlardan en meşhuru da Gizli Sevda’yla iligli olanıdır sanırım. Necatigil’in en naif şiirlerinden biri bana göre odur. Yıllar sonra Hani Bir Sevgilin Vardı adıyla Erol Evgin’den de dinlediğimiz bir şiir şarkısıdır bu. Ben seviyorum şiirlerin bestelenip şarkı olmasını. Gizli Sevda da iyi ki bestelenmiş dediğim şiirlerden biri oldu onun bir şiir olduğunu öğrendikten sonra…

Necatigil’in Korku Çiçekleri adlı şiirine baktığımız zaman verilmek istenen Boudlaire’nin fikirlerinden hiç de farklı değildir. Zaman farklıdır, mekan farklıdır, medeniyet farklıdır ama ortaya konan şey aynıdır:

“Seni sordu. Hiç değişmedi, dedim, Bildiğin gibi… Anlıyordu…”

“Vardığımız her çizgi bir duvar kesildi Kaygan küfler aşamayınca. Ve ne olur bilirsin Ve güzeldir dünya... Yaşamayınca...”

Dostoyevski’nin Bir Yufka Yürekli adlı bir öyküsü vardır. Benim çok sevdiğim Salah Birsel, öykülerden biridir bu. İnsanı okurken Necatigil’in “Gizli parçalar. Salah Birsel, Necatigil’e ait olan Gizli Sevda adlı şiirin bu öyküden Sevda” şiirinin, “yürütme” olduğu kanısındadır. Dostoyevski’nin “Bir Memet Fuat ise bu düşünce Hilmi Uçan’ın Yufka Yürekli” adlı aktarımından kısa bir süre sonra Boudlaire’le ilgili bir öyküsünden “yürütme” Adam Sanat’ta bir yazı yazar. Yazıda yazısında onun için verilmek istenen alt metin şudur: Bir olduğu kanısındadır. söylediklerini Korku öyküden şiir çıkarmanın yürütmeyle ne Çiçekleri’ni yazan Necatigil için ilgisi olabilir? Ayrıca Memet Fuat yazının de söyleyebiliriz. Necatigil de tıpkı devamında şiirin Dostoyevski’nin bir öyküsünden Boudlaire gibi kötülükten sanatı yani iyiliği değil Heinrich Heine’nin bir şiirinden uyarlanmış damıtmayı bir tek bu şiiriyle bile başarabilmiştir. olabileceğini söyler. Hem öyküyü hem de adı geçen şiiri okuduktan sonra herkes kendince bir fikir “Elemlerden çiçek devşirmeye çalışan bir şair olan koyacaktır ortaya bana kalırsa. Sonuçta sanatın Baudelaire’e göre sanat ancak doğanın öznelliği burada da çıkmıştır karşımıza. kötülüğünden güzellik damıtmayı başararak ona direnebilir. Onunki bilinçli bir kötülüktür; iyilik içindir, kötülük çiçekleri.”

Necatigil’in Batı’ya dönük yüzü tabii ki bunlarla sınırlı kalmayacaktır. Düzyazılarında, bazı önsözlerinde, konuşmalarında, derslerinde, tercümelerinde , mitolojide her yerde karşımıza çıkacaktır. Hatta öyle ki eşine ve ailesine yazdığı özel mektuplarda bile yer yer eşine bu şekilde dert yanmıştır:

Boudlaire ve Necatigil arasındaki bu düşünce benzerliğinin yanı sıra hayatlarında da birtakım benzerlikler olduğu görünür. Hatta her ikisinde de bulunan karamsarlığın sebebi olarak bu ortak kader görülmüştür. Her ikisi de küçük yaşta annesini kaybetmiş ve üvey anne elinde büyümüşlerdir…

“Attım başımdan Beyaz Geceler’i, ne olursa olsun.”

46


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Neden “NECATİ”GİL ?

Sırdem KEMİKSİZ

Bir şairin kalbinden başka bir şairin kalbine giden mutlak bir yol vardır, bilen bilir. Bu gizli gönül bağına ister nazirecilik diyin ister hayranlık, ama bu yol upuzun bir yoldur. Yollarında gülistanlar, yollarında seyyareler, yollarında bülbüller… Bir şairin kesretlerle atan kalbini ancak onun hüznünü, onun vuslatını içinde büyüten başka bir şair anlar. İşte böyle başlamış diyebiliriz Behçet Necatigil’in divan şairi Necatî ile dansı. Halk şairlerinden Divan şairlerine, Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’ a tüm şairler aynı gayeyi taşır aslında: gönlünü açmak! Kimisi “anlaşılmak için yazdım” der kimisi “kendim için”, kimisi de “sözlerimi aralayıp bülbülü öldürmeyiniz” der. Ama hasret hep aynı, neşe hep aynı, kavuşma hep aynıdır. Sadece zaman zaman birbirlerinin tezi ve anti tezi olan sanatçılar girer çıkar bu camiaya. Hiçbir edebi gruba tutunmayıp kendi kültür ve geleneğini, birikimlerini kendi ifadesiyle ‘’toplumcu realist’’ olarak sunan Behçet Necatigil’in de soy ismi aslında Necatigil değildi. Nurer Uğurlu’ya göre Necatigil, klasik edebiyatımızda mahallî dil akımının temsilcisi olan Necatî’ye gönül bağlılığından ötürü, “yazdıklarının günümüze kadar gelmemiş olmasına, bu haksızlığa dayanamamış” ve yüzlerce yıl sonra “sessiz öfkesiyle buna karşı çıkmış” Gönül olan soy ismini bu şekilde değiştirmişti.

ben buna resmen bir ‘gil’ ekledim. Necatigil oldum.(…) Tezkirelerin yazdığına göre bir köle imiş Necatî, zamanla kendini yetiştirmiş. Ben de şiirde hayatın kölesiyim. Necatî gibi çocukluğumda bir süre Kastamonu’da da bulundum. Babam da Kastamonulu.”

Selim İleri de bu görüştedir. “Bazı başka edebiyatçılarımızın alçak gönüllülüğünü düşünüyorum, Divan şairi Necatî’ye bağlılığını kanıtlamak amacıyla soyadını Necatigil olarak değiştiren Behçet Hoca’yı…”1

Peki Necatî kimdir? Şairlerin duygu ve düşüncelerinin şiirlerinde dile getirildiği muhakkak. Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde yaşayıp, ismini gazelleriyle duyurmuş olan Necatî Bey, Divan şiirinin büyük şairlerindendi. Şiirlerinde deyim, atasözü, halk söyleyişlerini güzel Türkçesiyle kullanmasının yanında, duygu ve düşüncelerine de şiirinde yer vermişti. Coşkulu ve âşıkane gazelleriyle kendisinden sonra yaşamış olan birçok Divan şairini etkilemiş, şiirlerine nazireler yazılmıştı.

Behçet Necatigil bir konuşmasında bu soyadı konusuna şöyle bir izah getirir: “Ben şiire başladığım yıllarda Soyadı Yasası daha yeni çıkmıştı. Necati babamın adıdır. Yayımlanmış ilk şiirlerimin altında, 1944’lere kadar Behçet Necati imzası görülür. Sonra 1

Hilmi Yavuz, benzerlikler bulunsa da şairin soyadının Necatî’ye dayandırılma konusuna karşıdır. Selim İleri’ye bu konuda eleştiriler yöneltir. Bkz. Hilmi Yavuz, Okuma Notları, “Necatigil ve Soyadı”, 2. bs., 1998, İstanbul s.141

47


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Necatî Bey “kimsesizlik duygusu”nu dile getirmiş olduğu Divanı ile tanınmaktaydı. Behçet Necatigil’e etkisi ise Türk-i Basit adıyla da bilinen Mahalileşme akımı düşüncesinin etkisiyle olmuştu. Şu veya bu şekilde, soyadı mevzusunu kabul edenler veya etmeyenler bir yana Behçet Necatigil’de Divan şiiri etkisi göz ardı edilemez.

bütüncül güzellik daha önemlidir. Ona göre, yer yer güzel olan birçok şiir, biçim, düzen, istif yoksulu oldukları için unutulup gitmişlerdir. Bir seziş, bir buluş, bir tema ne kadar yeni ve güçlü olursa olsun, sağlam bir deyişe erişmemiş ise ömürsüzdür. Ona göre, şiirde “bütün güzelliği”, parça güzelliklerinin sürüp gidebilmesinden, zincirlenmesinden doğar.

Behçet Necatigil için en önemli hususlardan biri biçim olmuştur. Şiirin şekil yönünden derli toplu olması gerektiğini savunan şair, her şeyden önce şiirde yeniliğin muhtevadan çok, şekille ortaya çıktığını dile getirmiştir. Kendisine “Şiirimizde yapılmış olan yenilik şekil ve muhteva itibarıyla olduğuna göre sizce hangisi daha önemlidir?” şeklinde yöneltilen soruya Necatigil şu yanıtı verir:

Bu düşüncelerle Divan edebiyatıyla da yolu kesişen şair her ne kadar Necatî’nin ismini soy isminde taşımış, Divan edebiyatına gönülden bağlanmış olsa da aslında bu tam manasıyla bu edebiyatın bir devam ettiricisi olmamıştır. Bu şu konuyla izah olunabilir. Şiirin içyapı meselesi açısından Necatigil için edebi sanatlar önemlidir. Hatta şiiri bir edebi sanat tarifiyle eşdeğer görür. Ona göre “şiir, bilgece bilmezlikten geliştir, eski deyişle: tecâhül-i ârifane.” Ancak bu edebi sanatlara bağlılığın eskiyi diriltmek, Divan edebiyatını devam ettirmek olmadığını ifade etmek gerekir. Ona göre edebi sanatlar, “duyguyu, düşünceyi, buluşu, bildiriyi eritip kaynaştırıp perçinleme araçlarıdır, yani kaynak yapmak”tır.

“Galiba şekil daha önemli, çünkü eskiden denenmiş bir muhtevayı tekrar ele alabilir, yeni bir şekille bir daha söyleyebiliriz. Yenilik yarıdan pek fazla deyişte olduğuna göre şekil daha ağır basıyor, iş şekilde bitiyor diyebilirim”. İşte bu ifadeleriyle arada yüzyıllar da olsa onu Divan şiiri etkisinde görmeye başladığımızı söylemek zor olmayacaktır. Çünkü bildiğimiz üzere divan şiiri anlatılan konudan ziyade şekilleriyle var olmuş hatta ona göre isimler almış bir edebiyat dönemidir. O halde şiirde biçim ne demektir? Ona göre “şiirde biçim, gerekli parçaların yerli yerine konmasıdır.”

Cumhuriyet dönemi şairleri içerisinde bir başka parlamıştır Behçet Necatigil. Dünden bugüne bakıldığında onun belki de en büyük şansı yaşarken şöhretine tanıklık edilmiş, yaşarken kıymetinin bilinmiş olmasıdır. Ama yine de bu ün onu farklı kılan üslubu yüzünden gelen -ve hatta zamanla dozu da artan- eleştirilerden kurtaramamıştır.

Necatigil için şiirin dış yapısında vezin ve kafiye de önemlidir. Tıpkı Divan Edebiyatı’nda olduğu gibi. Ona göre kafiye ve vezin, şiirden uzakta, şiirden ayrı şeyler değildir. Her şiir kafiyesini, veznini beraberinde getirir. Kafiyeyi sadece mısra sonlarındaki ses benzerliği diye düşünmek, Necatigil’e göre artık iflas etmiş bir anlayıştır. Ona göre kafiye mısra içinde, birbirinden uzak mısraların çeşitli kelimelerinde de görülebilir. Günümüz şiirinde de bu böyledir. Aynı zamanda vezin meselesi de bu doğrultudadır. Necatigil, eski veznin yerini alan ritim, iç ses, bu çeşit dikkatler neticesinde ortaya çıkar görüşündedir.

Behçet Necatigil, bütün bunların yanında “şiirde kırk yılını, doğumdan ölümüne, orta halli bir vatandaşın, birey olarak başından geçecek durumları hatırlatmaya; ev-aile-yakın çevre üçgeninde gerçek ve hayal yaşantılarını iletmeye, duyurmaya harca”mış, ve -kendi deyimiyle- şiirde hayatın kölesi olmuştur…

Behçet Necatigil, bütün bunların yanı sıra, aslında şiire bir bütün olarak bakar. Mısranın kuvvetine ve güzelliğine inanan şair, ancak bunun tek başına şiiri temsil edemeyeceğini de dile getirir. Mısra güzelliğinin yerine kelimelerin terkibinden doğacak

48


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nefes (Bir gece vakti) Bir gece vakti

Bir gece vakti

Geldi yine sakit Üfledi nefes Saki Kâmyab oldu gönül Ehl olan bildi, dinledi Lillâhi-l hamd dedi Yazdı, çizdi üfledi Bir gece vakti.

Akılda mehpâre Dilde nesliyara İnkisar eyler Çeşm-i cân Solar gülsitan Açmaz gülistan Bir gece vakti

Yazdı muttasıl Süleyman Kalem muttasıf kamuran Şiire bulandı mehr-i küheylan Düştü humhaneye dest-i nihan Şam bize eyledi derd-i cavidan Saki ihsan buyurdu câm-ı cem Şair yazdıkça söz oldu râz Göz gördü kulak duydu saz...

İntisab eder Süleyman kande dehan Gavvas misali kelimeler deryada han Duymaz mısın bigâne mi kaldık sana can Hasat zamanı çorak kalır ektiğimiz bostan Neden böyle oldu neyledik de olmadı mihriban Neden deyu bu hal içre bizi böyle naçar kıldın Şam-ı dem ruşen uzakta ikbal dil naçar,nadan Artık kime niye neden niçin ne yazsın Süleyman.

Bir gece vakti Garip kaldı arif Şiir öksüz avare Bir raygan divane El açmış geda

Bir gece vakti Açtı şiir gül-fam Kapandı perde can Sustu Küheylan Uçtu ilham-ı raz

Yok ki mihriban Dökülür ab-ı dide

Geçti mi bizden Ey can kandesin

Bir gece vakti.

Bir gece vakti...

Zaman meçhule aktı peymane Dertten olmuş âşık dil-figâra

Süleyman Erkut

Uşşak olmuş mağrur, ram avare Biz tezattan kaçmakta iken zem Eylemedik yâre de mağlup olduk Dolduk içimize akıttık ab-ı dide Yıkandık, baştan ayağa ab-ı dest ile Medet saki bize de ihsan-ı câm-ı cem.

49


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ölüm Fermanım Verildikten Sonra Yapılacaklar Tüm bildiklerimi unutmanın vakti geldi Bütün her şeyi Bu harita metod deftere anlatmalıyım Kendi kıyametimi kendim koparmalıyım Bu şehrin tüm çıkmaz sokaklarından Ardımda en ufak kanıt bırakmadan çıkmalıyım Bir kuruşum kalmayana kadar harcamalıyım Arkamdan konuşmasınlar sonra Müsveddelerimi ceplerime doldurmaktansa Birer birer yakıp Yeşilırmak'a dökmeliyim küllerini Köprü altında baştan aşağı Yıkamalıyım bedenimi Kendi kendimi aklamalıyım Şehrimde gitgide yalnızlaşmaktansa Ölümle yalnız başıma hesaplaşmalıyım Ya yükselen binaları alçaltmalıyım Ya da alçalan insanlara vermeliyim ağzının payını Alçak gönüllü olamam ki ''Alçak gönüllü olmakta da alçaklık var!'' der şairin biri Muhtemelen bu şiirden sonra yaşıyorsam Akıl hastanesinde arayın beni Müteahhitler deli gömleğini giydirirler bana Bir daha şiir yazamayayım diye Bir zincire bağlayıp asarlar beni Sekizinci kattaki balkondan aşağı Durun! Oksijenimi tüketmeyin! Karbondioksit salmayın şehrime! Beton yığınlarını dikmeyin! Apartman çok soğuk! Ölüyorum...

Muhammed Münzevî

50


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“rüzgârın gagasındaki deliklerden geçiyor zaman, bir ses ver de çalayım sessizliği, uzaksan eğer incire yemin ettiğim yerden”

Ercan Yılmaz

Ercan YILMAZ İle Söyleşi

Ayşe Bengisu AKDAĞ

Ercan Yılmaz’ı ilk duyduğumda henüz 16 yaşında bir lise öğrencisiydim. Yıl 2009’du. Bursa Osmangazi Belediyesi'nce Ahmet Hamdi Tanpınar anısına düzenlenen şiir yarışmasının birincisi olmuştu. İmrenmiştim. Hem öğretmen, hem şair, hem de Tanpınar’a -Bursa denince ilk akla gelen isimlerden biri olan üstada- adanan bir ödülün sahibi… Ancak bunları düşünürken başka dünyalarda başka hedeflerdeydim. İleride Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü okuyacağımdan, arkadaşlarımla bir edebiyat dergisi çıkaracağımdan ve üstüne üstlük dergi sayesinde kendisiyle röportaj yapma şansım olacağından habersizdim. Ve yıl 2016. Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından düzenlenen Şiir Kıraathanesine Ercan Yılmaz’ın konuk olacağı haberini aldım. Hemen dergideki arkadaşlarımla haberleştim. Sözleştik ve 11 Mart Cuma akşamı “kıraathane”ye gittik… Devrim Tülay’ın koordinatörlüğünde geçen bu güzel etkinlikten sonra ise Ercan Yılmaz ile akşamın ilerleyen saatlerine kadar İncir Çekirdeği dergi ekibi olarak çay içip sohbet edebilme imkânı bulduk…

Ercan Yılmaz Kimdir? 4 Mart 1977'de Geyve, Sakarya'da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Adapazarı'nda, yükseköğrenimini ise 1999 yılında KTÜ FenEdebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. 2002'de Can Yayınları'ndan Âherli Zamanlar, 2007'de Aşina Kitaplar'dan İncire Yemin, 2010'da da Timaş Yayınları'ndan Rüyâ Kasrı isimli şiir kitapları yayımlandı. Heyamola Yayınları'ndan Ganita Akşama Doğruyum Ben ve son olarak Granada Yayınları'ndan Ada Defteri adlı kitabı çıktı. Bursa Osmangazi Belediyesi'nin A. Hamdi Tanpınar anısına düzenlediği 'Bursa'da Zaman' temalı şiir yarışmasında 'Bursa'da Dört Mevsim' isimli şiiri ile birinci oldu. Şiir ve yazıları çeşitli dergilerde yayımlandı, yayımlanıyor. Bir dönem Trabzon Yomra Fen Lisesi'nde Edebiyat öğretmenliği yaptı. Halen Sakarya Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi'nde Öğretmenlik görevini sürdürüyor.

51


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

taklit etmiş; Nef’î Ahmet Paşa’yı taklit etmiş, hepsi birbirinin aynısı gibi gelir. “Hilmi Yavuz ve müritleri” derler bize duymuşsunuzdur belki, işte ben, Can Bahadır Yüce, Aydın Afacan, Cem Yavuz… Ama bu “müritlerin” kitaplarını getirin koyun şöyle hepsi birbirinden çok farklıdır. Yapmak istediğim şey, başka bir benliğin bana tuttuğu aynada kendimi görmek. Kendime, “zâtıma hoşca bakabilirsem”, kendimi ve başka varlıkları bilme yolunda adım atabilirsem ne âlâ, şiir bunun vasıtası olmalı. O yüzden yani üslup dediğimiz şey bu etkilenmelerden ari değildir, başka şairlere atıflar yapmaktan, başka şairlere benzemekten ari bir şey değildir. Ben Hilmi Hoca’ya, Yahya Kemal’e, Şeyh Galib’e benzetiliyor olmaktan büyük bahtiyarlık duyarım. Nev-i şahsına münhasır tek kişi var bu âlemde: Hz. Adem. Öncesi var mı? Yok. Bitti. Onun dışında herkes birbirine benziyor. Varsın insanlar böyle isimler taksınlar zaten melal meşrep bir adamım ben, kınanmak hoşuma bile gider…

Bengisu Akdağ: Hocam öncelikle Bursa’ya hoş geldiniz. Dinlemesi çok keyifli, gerçekten güzel bir etkinlik oldu. Hoş buldum… Bursa’da ve İbrahim Paşa Kültür Merkezi gibi böyle tarihi bir ortamda sizlerle olmak da çok güzel.

Bengisu Akdağ: Gençlik yıllarınızda, şiirinizin ilk dönemlerinizde Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan çok etkilenmişsiniz doğru mu? Bu üslup etkilenmesine aslında “icazet” olarak bakıyorsunuz yanılmıyorsam?

Evet, bizim geleneğimizde “icazet” vardır. Ben buna inanan bu yolda gitmeye çalışan biriyim. Ustaçırak ilişkisi benim için mühimdir. Evet, ilk zamanlar Dağlarca’ya tıpatıp benzeyen şiirler yazmaya başladım öncelikle. Nasıl taklit ediyorum ama… O kadar keyif alıyorum ki… Tabi taklit de iyi bir şey sonuçta, Picasso’nun resminin aynısını yapabiliyor olmak sende yetenek “Eğer yazıyor Bengisu Akdağ: Divan geleneğine göre olduğunu göstermez mi, o düşünürsek o zaman bu kınanmakta şekilde düşünüyordum ben de. olmasaydım ve mazohist bir yaklaşım var diyebilir Sonra Yahya Kemal’i dinim beni men miyiz? keşfettim, onun meseleye etmemiş olsaydı başka baktığını fark ettim. Olabilir. Arapça bilenler muhtemelen Sonraları ilerledikçe şiirim vardır aramızda. Azap kelimesinin değişmeye başladı lisede, hayatıma kendi köklerinden biri “zevk”tir. Acıdan, üniversitede ise Hilmi Hoca azaptan zevk alma durumu var. ellerim ile son karşıma çıktı. Baktım ki benim Acıdan keyif almak… “Hüzün ki en çok verirdim” söyleyeceğim şeylerin hepsini yakışandır bize”, belki de en çok bu adam söylemiş dedim. Çok anladığımız. Çünkü hüzün peygamberinin mutlu oldum, benim gibi biri daha ümmetiyiz biz. Azap, acı, onun verdiği haz ayrı varmış dünyada diye, ama çok da üzüldüm bir şeydir tabi. Dolayısıyla kınanmakta da bir haz vardır benim yazacağım her şey yazılmış ben ne yazayım elbette. Bunu felsefe haline getirenler de var. diye. Sonra baktım, bir işi beceremiyorsam üstüne gidip becermek için uğraşmam lazım. Elimde kalem var, yazayım dedim. Yavaş yavaş -he şimdi kendi Mehmet Altınova: Hocam şunu sormak istiyorum, üslubum var mıdır bilemem- üslubumu oluşturmaya Ahmet Haşim, önsözünde edebiyatçıların, edebiyat çalıştım. Ama bizim gibilere yöneltilen en büyük şey öğretmenlerinin edebiyatla uğraşmamalarını, yazı şu; Hilmi Hoca’nın geçmişten getirip açtığı bir çizgi var, yazmamalarını şiddetli bir şekilde eleştiriyor. Siz de ben de oraya eklemliyorum kendimi, ama diyorlar ki bir edebiyat öğretmenisiniz. Bu durumu nasıl Hilmi Hoca’yı taklit ediyorlar. E biz bu mantıkla değerlendiriyorsunuz. Her edebiyat öğretmeni bakarsak o zaman Divan şairlerinin hepsi birbirini taklit yazmalı mı, yahut gözlemlediğiniz kadarıyla bugünkü etmiş deriz. Şeyh Galip Bâki’yi taklit etmiş, Fuzuli’yi edebiyat öğretmenleri yazıyorlar mı?

52


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir şeyler yazmalı mı… O farklı bir durum biraz ama en azından iyi bir okur olmalı diye düşünüyorum. Nitelikli okumalı. Ben öyle edebiyat öğretmenleriyle karşılaştım ki, onların elinden yetişen bir talebenin nitelikli bir okur olması, bir estetiğinin oluşması, hayata bakış açısının oluşması mümkün değil. Maalesef böyle bir derdi olmayan çok öğretmen var. Bunu açıkça söylemek zorundayız. Estetik dediğimiz şey 20 yaşından sonra üniversitede aldığınız eğitimle de oluşacak bir şey değil. Estetiğin temelden oluşturulması gerekli. Mevlana imanın güzellikle ilişkili olmayanının eksik olduğunu söyler. Yahya Kemal de “imanın bir şevk olarak yaşandığı zamanlar geçti” der. Nedir imanın bir şevk olarak yaşanması? Itri’nin tekbiridir, segâhtır, onları dinlediğinizde cûşa gelirsiniz. Bu estetiği, bu hazzı öğrenciye aktaramazsan, sadece müfredatı aktarırsan “talebe” yetişmesi mümkün değil. Mehmet Kaplan da ne diyor? “Edebiyatı, edebiyat öğretmenleri öldürmüştür” diyor.

Bengisu Akdağ: Peki şiir diline bakacak olursak, dil açısından günümüz şiirini nasıl açıklarsınız, Divan geleneğinden gelen biri olarak, Yahya Kemal’den etkilenen biri olarak, sizce bugünkü şairlerin dili nasıl?

meta gibi dayatılıyor. Genç arkadaşlarımız bunun ayırdında değil gibi geliyor bana biraz. Mesele “duyuş”u “deyiş” haline getirmekte.

Hatice Türk: “Duyuşu deyiş haline getirebilmek” Bir de dil hassasiyeti yok benim biraz da Allah vergisi diyebilir miyiz? gördüğüm kadarıyla. Yahya Kemal Çalışarak olabilecek bir şey midir? baştan sona dil hassasiyetidir, “Genç arkadaşlar, zeka “deruni ahenk”i önemser. Ne ile şiir yazmaya Evet, bu belli insanlara verilmiş diyor Yahya Kemal şiirinde; çalışıyorlar. “parıltılı bir bence. Aramızda Shakespeare’den, “Günler kısaldı... Kanlıca'nın şey yakalayayım, bir Fuzuli’den daha derin, daha hisli ihtiyarları/ Bir bir modernizm eleştirisi insanlar yok mudur? Onları ifade etme hatırlamakta geçen olsun” tarzı kudreti mesele. O da belli insanlarda. sonbaharları.” Buradaki “bir düşüncelerle yazmaya Hatip olunur, şair doğulur. Şairlik bir bir” ifadesi, veya sonra “ve çalışınca askıda kalıyor” Allah vergisi ama tabi “Allah vergisiymiş derin ve serin serviler” derken öyleyse oturdum, yazmıyorum” da “r” sesleri gibi seslere önem verir. denmez. Valery’nin de dediği gibi “deha Ve “r” sesini barındıran bu manalar hep çalışmaktır” biraz da. İlham dediğimiz şey de hüzündür. Yani o kadar ayrıntıya girer ki… Deruni çalışmak. Aç Yunus’u, Galib Dede’yi, Yahya Kemal’i, ahenk bu. “Yârab bana bir ses yaratan kudreti ver” ilham verir, kışkırtır yani seni… Yoksa benim de diyor Yahya Kemal. Öyle bir müzikaliteyle veriyor ki gençliğimde yaptığım gibi mumlar yakıp beklemek anlamı o ahengin içinde buluyoruz. Musiki, ahenk değil. Üniversitedeyken arkadaşlarımla ışıkları dediğimiz şey, manayla iç içedir. Kur’ân’ın okunuşunu, kapattım, gaz lambası buldum onu açtım. Atmosfer manasından ayrı tutulabilir miyiz? E şimdilerde böyle oluşturdum. Sabaha doğru bir koku… İs tutmuş duvar. hassaslık var mı? Ben böyle bir şey göremiyorum. Söndürelim derken battaniye tutuştu falan, beş katlı Şimdilerde şiir sadece bir şey anlatması gereken bir

53


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

demek, bununla ilgili bir şey. Zaten yazarken, o “yazan ben”, diğer “ben”i öldürüyor. Onun üstüne, dışına çıkıyor. Hani “ölmeden evvel ölürüz” hadisi var ya, bu da o bağlamda değil ama başka bir bağlamda gerçekleşiyor. Zaten öyledir. İbn Arabi öyle söylüyor, “kainatı her dem yeniden yaratılan” bir şeydir. Her dem yeniden ölüyoruz ve diriliyoruz aslında. Hiçbir anımız bir diğer anımıza denk değil. Sadece mesele bu dünyada kendi şahsımıza ait bir duruş geliştirmek, kendimize bir yer bulmak. Böylece, hayatı anlamlandırabiliyor muyum, şairane konaklayabiliyor muyum benim meselem bu. Yani ölüme yakın durmak demek biraz da böyle bir şey, uçlarda durmak gibi, hayatın kıyısında durmak gibi.

apartmanı yakacaktık! “Benim ilham perilerim” diyor Hilmi Hoca, “benden önce yaşamış şairler”. Bu kadar.

Begüm Çalışkan: “Eğer yazamasaydım, ve dinim beni men etmemiş olsaydı hayatıma kendim son verirdim” dediniz etkinlikte. Gerek Türk edebiyatına, gerek Dünya edebiyatına baktığımızda çok fazla şair ve yazar hayatına kendi son vermiş. Şöyle demek ki; şair doğmuş insanlar, bu dünyada var olabilmek için, tutunabilmek için ya da dünyanın acısını azaltabilmek için bir şeyler yazmak zorunda. Bu acıyı eksiltmek zorunda. Haydar Ergülen’in şöyle bir denemesi vardı mesela; “Ya bir daha hiç yazamazsam?” Bu, bu dünyada var olamamayı getirir mi yahut şair ölüme hep yakın, ölümün içinde mi yaşar?

Muhammed Yıldırım: İsmet Özel de “Dünyaya alışan şiir yazamaz” diyor…

Heidegger’in çok güzel bir cümlesi var, “şairane konaklamak”, “Şairane yaşar bu yeryüzünde insan”. Gerçek varoluşun bu olduğunu belirtiyor. Ben meseleye biraz oradan bakıyorum. Şairane konaklamak için ne yapmak gerekiyorsa onu yapmaya çalışıyorum. Ha, yazamasaydım, orada kastettiğim şu, yazmak benim için bir teselli. Dünyaya tahammül biçimi. Yazmıyor olsaydım, bu dünyada tutunacak bir dalım olmazdı. Dolayısıyla ölüme yakın yaşıyor olmak

Tabi, benzer görüşlerim var benim de. Çünkü Dünya ile şiir başka şeyler aslında. Şiirin temsil ettiği şey başka bir şey, dünyevî gerçeklik başka bir şey…

Mehmet Altınova: Az önce ifadelerinizde şiirdeki "ben" ile şairi anlamamak gerekir demiştiniz. Bu, bana da bir başka İsmet Özel'in ifadesini anımsattı "Şiirimdeki benden Türkiye'yi anlayın." diyor o da. Sizin şiirinizde birinci tekil şahıstan neyi anlamamız gerekir? Şiirde söylenen öznenin durumunu hisseden herkes şiiri üstüne alabilir. Sezai Bey de biz derken kendi gibi düşünen herkesi kasteder. Burada sezdirilen insanlık durumuna kendisini yakın hisseden herkes o "ben" olabilir. Ama bu, biraz daha ileriye giderse "şiir sokakta" gibi bir harekete mahal verebilir. Ben böyle bir şeyin içinde yer almak ve anılmak istemem.Bu konuda bir yazı da yazmıştım.Bir gün Haluk(Oral) Hoca ile bir panelde buluştuk. Bana dedi ki: "Sana bir gün senin bir mısranın ‘şiir sokakta’ hareketine dahil olduğu bir hediye vereceğim." Ben de alabileceğim en kötü hediye olacağı şeklinde yanıt verdim. Bunun geldiği son nokta Kadıköy' de Cemal Süreya’nın şiirlerinin kaldırımlara yazılması... Bu olmaz. Bizim kültürümüzde yemek tarifi dahi yere yazılmaz.

54


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bireyselleşmeden söz edemeyiz. Bunun yanında Türk şiiri dünya çapında, birinci sınıf bir şiir. Çok müthiş bir geleneğimiz var. Ben bu gelenekten beslenen, lirik şiire inanan biriyim. Lirizmdeki ustalarını takip etmeye çalışan bir çizgim var. Dolayısıyla lirik şairlere eklemliyorum kendimi. Lirik şiir dışında, düşünceyle şiir yazan, zekayı öne çıkaran, mesela kapitalizm eleştirileri yapan şair arkadaşlarımız da var, o anlayışla yakınlığım yok, onlarla ortak paydada buluşturamıyorum kendimi. Herkes kendi inandığı şiiri yazmakta özgür tabi ama ben şiirin çıkış noktasının lirizm olduğuna inanıyorum ve oradan ilerlemeye çalışıyorum.

Bengisu Akdağ: Hocam, şunu merak ettim, Hilmi Yavuz’un “Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim” demesi gibi sizin için de var mı ilham kaynağı olan bir mevsim, bir eşya, bir müzik?

Süleyman Erkut: Bu dönemde, yetişen genç şairler hakkında düşünceleriniz nelerdir peki?

Var tabii. Yazarken kendimi motive etmeye çalıştığım bazı mekanlar, müzikler, hatta kokular vardır. Mesela Limon çiçeği, “fil bahri” derler. Fil bahriler açtığı zaman yaz gelmiş demektir. O fil bahri kokusu, böyle sarı beyaz çiçekleri vardır çok güzeldir o. Şimdi nasıl anlatsam… O koku insanı şair eder tabiri caizse. Hani “deli eder bu dünya insanı” diyor ya Orhan Veli, o koku da insanı şair eder. O koku, Mayıs ayı gibi hiç beklemediğiniz bir anda gelir, önünüzü keser. O sebeple yaz aylarını ben de çok severim. Aynı şekilde baharın geldiğini hissettiren sesler vardır… Hiç gölgede oturmam mesela. Güneşi, güneşin varlığını tenimde hissetmek…

Gerçekten kendine güvenen, lirik damarı olan, belli bir politikası olan arkadaşların ilerisi olacağına inanıyorum. Ayrıca tabi Fuzuli biliyorsunuz “bilgisiz şiir, temelsiz duvara benzer” der. Burada bilgiyi tabi ki çıplak haliyle almak değil, metafora dönüştürebilmek meziyet. Şiir yazan arkadaşların çoğunun poetikası olduğunu düşünmüyorum açık söylemek gerekirse. Yani aslında şiiri “önemseyen” , şiiri belagate kurban etmeyen şair geleceğe kalır bence. Bugün yetişen gençlerin durumuna bakacak olursam aslında şöyle bir eleştiri de yapabilirim; editörlük yapıyorum bazı dergilerde, genç arkadaşlar dergilere, yayınlara şiirlerinden gönderiyorlar, bir hafta sonra arıyorlar “noldu şiir?” diye, henüz 19, 20 yaşında. Allah Allah diyorum, aradan üç ay, altı ay geçse anlayacağım, o kadar sabırsızlar ki… Ben ilk şiirimi Dergah’a göndermiştim. Hatırlıyorum. İki - iki buçuk sene sonra yayınlanmıştı. Artık tereddüt etmeye başlamıştım baktıklarından. Yani çok sabırsız arkadaşlar aslında biraz da gençlerde nerden geliyor bilmiyorum ama garip bir hırçınlık, öfke var bakıldığında. Şiirle uğraştığını dile getiren gençlerin özellikle sosyal medyada şairlere, yazarlara söylediklerinin bazen haddi hesabı olamayabiliyor. Oraya, buraya saldırarak, hakaret ederek, kendini başka türlü şekilde var etmeye çalışarak olmaz. Yazdığın şeyle şair olursun, söylediğin sözle değil.

“Bir yaz gününden öğrendim” derken, Hoca da yazları yazar. Gider Bodrum’a, iki ay orada kalır. Kendine orada bir atmosfer oluşturuyor. Veya dış mekan mesela benim için önemlidir. Dışarda oturup, bir eve, ağaca bakarak, dağlara, insanlara bakarak yazmak… Kafede oturup yazmayı çok severim. Dolmakalemle, elimle yazmak, yazdığımı kağıtta görmek gibi taraflarım da var. Böyle bir takım ritüeller var ama bu tabi salt böyle, bu şekilde yazıyorum değil elbet.

Muhammed Yıldırım: Şu anda belli bir akım, ad içerisinde eser veren şiir anlayışı ile ilgili neler düşünüyorsunuz gerçi artık bireyselleşme daha çok akım görülmüyor ama ve kendinizi bu noktada nerede görüyorsunuz? Aslında 2000, 2010 sonrasında da birçok kategori var şairler arasında. Tamamen bir

55


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Mehmet Altınova: Geçen gün Hilmi Yavuz’un “Behçet Necatigil ve Şiirlerarasılık” diye bir yazısını okudum da şiir okuma sizce nasıl olmalı, şiir kitabı okurken nasıl bir bağlamda okunmalı, bununla ilgili bir kuram var mıdır?

ağaç falan diyor, metafizik bir bağlamda ele alıyor. Bazı takıntılı olduğum kelimeler vardır onları ben kullanmayı severim, “incire yemin” meselesi de zaten Kur’an-ı Kerîm’den dolayı. Tîn Suresi’nin ilk ayeti… “İncire ve zeytine andolsun.”

Çok farklı kuramlar var aslında. Eagleton’un “Şiir Nasıl Okunur” diye bir eseri var. Biraz ağır olabilir o ama, bir sürü şiir okuma yöntemi var belirtilen. Hilmi Hoca’nın “Edebiyat Okumaları” kitabı var mesela bir de ondan önce “Okuma Biçimleri” vardı. Onlarda o tarz kitaplara bir sürü referans var.

Hocam çok teşekkür ederiz, çok keyifli bir etkinlik ve söyleşi oldu… Teşekkürler, eksik olmayın. Biraz keskin bir üslup olmuş olabilir bazı cevaplarda ama… Yok Hocam, çok güzel izahlarda bulundunuz. Dinlemesi çok keyifliydi. Bazı şairler, yazarlar etkinliklerde bu kadar paylaşmayabiliyor görüşlerini…

Bengisu Akdağ: Hocam son olarak size dergimizi de verelim, “İncir”e sizin özel bir ilginiz var sanıyorum, şiirlerinizde de “incir yaprağı”, “incir düşleri”, “incire yemin” gibi çok kelime geçiyor…

‘Çok konuştun’ diyorsunuz yani… :D Estağfurullah Hocam… :D

Evet, çok, çok, çok… :) Benim de dikkatimi çekti. Bunun sebebi nedir?

***

Evet bir meylim var, bir meyveden çok, başka bir şey olarak görüyorum ben onu. Hani denizden çok deniz sözcüğünü severim diyor ya, ben de işte o meyveden çok incir kelimesinin o çağrışımlarını severim. Kaçıncıydı o Rilke’nin Duino ağıtlarında incirden bahsediyor. Çiçeklenmeden meyve veren

İncir Çekirdeği dergi ekibi olarak bu etkinlik için Bursa Büyükşehir Belediyesine, Bursa Kültür A.Ş.’ye, “Şiir Kıraathanesi”ne ve Devrim Tülay’a teşekkür ederiz.

Soldan Sağa: Muhammed Yıldırım, Begüm Çalışkan, Mehmet Altınova, Ercan Yılmaz, Devrim Tülay, Ayşe Bengisu Akdağ, Süleyman Erkut, Hatice Türk. 56


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Pamuk Ağaçları Hilal AKARSLAN

görülmemiş bir olaydı. Ayşen için kötü ihtimalleri değil de, iyi ihtimalleri düşünme zamanıydı.

Salonun soğuk penceresine burnunu dayadı, nefes alışverişiyle buharlaşan camdan dışarıyı göremeyince koluyla şöyle bir görebileceği kadar camı sildi.

Safiye babasını beklerken yorgun düşmüş, annesinin dizine başını koyup uyuya kalmıştı. Bir çocuk uyuduğu zaman tüm kuşlardan bile daha masum gözüküyordu ve safiye dünya üzerinde masumluğun çizilmiş en güzel resmiydi…

- Anne babam ne zaman gelecek? İki göz odalı olan evlerinde Safiye’nin meraklı bekleyişle dolu olan sesi duvarlara çarpıp annesinin kulağına ulaştı. Mutfakta taze fasulye kıran Ayşen Hanım saate baktıktan sonra minik kızına seslendi:

Saat on buçuk civarıydı ki Ayşen kapının çalmasıyla irkildi. Safiye’nin başını hafifçe kaldırıp altına minder koyduktan sonra kapıyı açmaya gitti. Kapının yanındaki ufak camdan baktığında gelenin Safa olmadığını gördü. İşte o an içine düşen buz kristallerinin kırılma sesini duydu, dizlerinin titrediğini hissetti. Eski tahta kapıyı açtığında kapının gıcırtısı kulağını tırmaladı. “Safa geldiğinde şu kapıyı bir yağlayalım” diye bile düşündü.

- Bir saat olmadan burada olur, merak etme. Sen şimdi sana ördüğüm bebeğinle güzelce oyna bakalım, hadi. dedi. Dedi demesine ama bir saat sonra hâlâ ortalıkta kocası, canının parçası yoktu, gelmemişti. Ayşen’in içine düşen şüphe kurtları vahşice yüreğini kemiriyor, onu daha da meraklanmaya sevk ediyordu. Ara ara dış kapıyı açıp bahçenin yola bakan tarafına doğru bakıyordu. Kapıyı açıp kapamaktan evin içerisi soğuduğu için bu eylemi daha az gerçekleştirmeye karar verdikten sonra salondaki divanın üstünde oturan Safiye’nin yanına oturdu. Beklemeye kızıyla camdan dışarı bakarak devam etti. Gözleri yola daldığı sırada “herhalde işi çıkmıştır” diye düşünmeye başladı. “İşi çıkabilir miydi, çıksa ne olabilirdi ki” gibi ince ayrıntıları es geçiyordu. Belki de gelirken kahveye uğramış, arkadaşlarıyla lafa dalmıştı. Aslında Safa eve uğramadan asla kahveye geçmeyen bir insandı. Hatta kahveye hafta içi uğradığı

Muhtar patika yolu çıkarken oldukça yorulmuş gibi duruyordu. İçeri girip bir soluklanmasını teklif etse de kabul etmedi. - Ayşe, kızım şimdi sana bir şey söyleyeceğim ama sakin olasın bak. Dur ya da benim hanım gelmek üzere o gelsin de öyle diyeyim. Heh bak geliyor hadi o zaman girelim içeriye böyle kapıda olmaz bu iş. Muhtar, muhtarın hanımı Selma Teyze… Acaba bu insanlar evlerine en son ne zaman gelmişti. Safiye’yi doğurduğunda gelmiş olabilirler miydi? Ayşen’in aklı bir an Safiye’yi doğurduğu o zorlu 57


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçini öyle bir çekiyordu ki benim sağ ciğerim eriyordu. Ben duymamayım diye yastığını suratına bastırdığını gördüm birkaç defa. Sonra ise saçımı tararken ağladığını gördüm. Sessizce dudakları hiç kıpırdamadan ağlıyordu. Gözyaşları entarisine dökülüyor, entarisindeki çiçekler soluyordu. Çiçekleri solduran gözyaşları annemi soldurmaz mıydı Doktor Hanım? Ben hep annemin içini düşündüm. Annemin yüzü soldukça içinin nasıl solduğunu düşündüm.

geceye gitti, hani ölümün pençesinden son anda kurtulduğu gece… Selma Teyze ile muhtar kapıdan girip mutfak kapısının yanındaki divana oturuverdiler. Ayşen ise misafirlerinin oturmasını bekledi, sonra getirdiği iki çift terliği rahatça giyebilmeleri için ayakuçlarına bıraktı. - Çay koyayım ben muhtar amca. Safa daha gelmedi ama herhalde bir yere uğradı o da gelmek üzeredir. Keşke önceden haber etseydiniz bak bir şeyler hazırlardım size, böyle kuru kuru hiç olmadı ne yapsak ki?

-Peki, Safiye Hanım, babanızın ölüm haberi size nasıl söylendi? Bunu hatırlıyor musunuz? -Babamı camda bekliyordum. O gelsin beraber pamuk toplarıyla oynayacaktık. Siz pamuk toplarını bilmezsiniz tabi. Kartopları onlar. Ben o zamanlar karları pamuktan sanıyordum. Babam bana öyle demişti. Onların gökyüzünde ki pamuk ağaçlarından düşen pamuklar olduğuna inandım hep… Bizim için, çocukların mutluluğu için yağan pamuklar…

Muhtar amca eşine baktıktan sonra lafı fala uzatmaması gerektiğini anladı. Sobanın yanında duran plastik kırmızı sürahiden kendine bir bardak su doldurup içti, boğazını temizledi. Sanki önemli bir konuşmaya hazırlanıyor gibiydi. - Bak kızım demin bizim eve bir telefon geldi. Sizin evde telefon olmadığı için de size telefon edecekler her zaman bizi ararlar. Neyse demin bir telefon geldi, başta kim olduğunu anlamadım. Hastaneden aradığını söyledi ‘Safa Deniz’in yakını mısınız’ diye sordu bana. Telefondaki kadına muhtar olduğumu önemli bir şey varsa bana söylemesini söyledim. Bizim bu sahil yolu var ya işte oradan yolun karşısına geçecekken kamyonun freni tutmamış…

O gece annemle babamı bekliyorduk. Ben de annemin dizine yatmıştım. Gözlerimi kapamış babamla her zaman oynadığımız oyunu oynuyordum. Dışarıdan gelen ayak seslerini tahmin etme oyunu. Bu bir kedi, fare, tavuk olur fark etmez. Önemli olan kimin doğru tahmin ettiğiydi. O gece hiç uyumadım, çünkü oyunum hiç bitmedi… Ta ki sabah oluncaya dek… Babamın ayak seslerini duyduğumda kalkacaktım, kendimce oyuna bu şartı koymuştum. İlk başta hep annemin ayak seslerini duydum. Bahçeye çıkıyor, geri eve geliyordu. Sonra Muhtar Amca geldi, Selma Teyze, Bakkal Hüseyin, Fırat Amca, annemin arkadaşı Sultan Abla…

-Kızım, safa çok gençti… Dünya mı kararmıştı? Ay, yıldızlar, ağaçlar sırayla böyle nereye gidiyorlardı? O önden giden kim göremiyorum, Safa mı o? Safa, Safa daha değil… Bak daha değil Safiye büyümedi, gitme, hayır…

Sonra babamın ayak seslerini duydum. Oyunu bitiren babamın gelişi olacaktı ve artık babam geldiğine göre oyun da bitmişti. Beş yaşındaydım ve babamın ayak seslerini her şeyden ayırt edebiliyordum Doktor Hanım, her şeyden… Gözümü açtığımda evin içinde kimse yoktu. Evin sokak kapısından bahçe kapısına doğru yalınayak koştum, koştum... Babam gelmişti Doktor Hanım. Babam yeşil bir arabayla gelmişti. Gökyüzünden düşen pamuklarla beraber gelmişti.

-Yavrum, Ayşen… Bey şuradan kolonyayı ver, ah kızım ah… İkisi de gençti biri gitti, biri bitti. *** -Annem çok ağlardı. Gece ben yatağa girdikten sonra daha çok ağladığını duyardım. Başlarda sesli ağladığını hatırlıyorum. Mesela en çok o gün ağıt yakarak ağladığını hatırlıyorum. Sonra ise zamanla sessizleşti ağlamaları, kendisi gibi ağlamaları da küçüldü. Beni uyuttuğunu sandığı her gece ağladı, her gece…

58


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

YAŞASIN TİYATRO!

Sultan DEMİRTAŞ

Bir düşünün bakalım… İki yıldır heyecanla beklediğiniz festivalin programına bakıp da beş yıldır izlemeyi istediğiniz oyunu görünce ne yapardınız? O anki tarif edilemez mutluluğumun -havaya uçmak da diyebiliriz- ardından kanatlarım gitti ve ayaklarım yere basar basmaz, iki sene öncesinin bana kazandırdığı tecrübe ile plan yapmaya koyuldum. Planım çok açık ve gayet netti: Sabahın ilk ışıklarıyla yola koyulup bilet gişesindeki yerimi almak. Çünkü biliyorum ki erken kalkan bilet alır.  Biletini aldığım bu oyun ‘’Bir Delinin Hatıra Defteri’’. Genco Erkal’ın ilk defa 1965 yılında Nikolay Gogol’ün eserinden uyarladığı ve oynadığı bu oyun 5. Nilüfer Tiyatro Festivali kapsamında 18 ve 19 Nisan tarihlerinde Bursa’da sahneleniyor. nasıl? Seyirci kalmadan; anlayarak, sorgulayarak, tartışarak, yaşayarak… Festivalin sloganı da bu.

Programdan izlemek istediğim oyunların listesini yapıp, biletlerimi alıp, planımı başarıyla tamamladım. Geriye oyun günleri gelince salondaki yerimi almak kaldı. Sonrası görmek, izlemek ama

‘’Seyirci Kalma’’. Nilüfer Belediyesi iki yıl ara ile bu festivali düzenliyor. Bu sene beşincisi düzenlenen festivalin programı yine dolu dolu. 27 Mart tarihinde müzikli gala ile başlayan festival tam 32 gün sürecek ve 28 Nisan’da sonlanacak. Bu günler aralığında Bursa halkını, yüz yirmi sekiz temsil, altı atölye, bir sergi ve bir konser bekliyor. İçinde bulunduğunuz andan biraz olsun uzaklaşabileceğiniz, kendinizi bulabileceğiniz, yeni ve farklı yollar görerek hayatınızı daha da güzel hâle getirebileceğiniz bir festival olmasını dilerim. *** Bu kapsamda festivali düzenleyen Bursa Nilüfer Belediyesi’ne ve Belediye Başkanı Sayın Mustafa Bozbey’e teşekkürlerimi sunarım.

59


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Manifestosuz olmazdı. İşte festivalin manifestosu:

kalmayanlardır. Savaşları, gözyaşlarını, katliamları, ırkçılığı, sosyal adaletsizliği, tecavüzleri, her türlü hak ve hukuk ihlallerini reddederek; aşktan, doğadan, yaşam hakkından yana olanlardır.

“SEYİRCİ KALMA Şu ânın anlatıcıları olarak geçmişin izleri üzerimizden, yüzümüzden, dilimizden dökülürken… Şu ânın yaratılmasında pay sahibi olanların sahnelediği oyuna seyirci kalmamalıyız.

Bizler; kötülüğe alışmayan, güçten değil eşitlikten yana, sadece bir döneme ait değil tüm zamanların barış elçileriyiz. YAŞASIN TİYATRO, YAŞASIN BARIŞ.”

Geleceğin gözleri, sözleri, izleri biziz. Kötülüğün hüküm sürdüğü coğrafyalar sergilenirken sahnelerde hiç tanımadığımız yüzler hep bir ağızdan soracaklar bize: Seyirci miydin sen de? Uygar dediğimiz şu anki dünyada; Uygar’ları, Çağdaş’ları, Özgür’leri, Sevda’ları otobüs duraklarında, sahile vuran dalgalarda, miting alanlarında, tiyatro ve konser salonlarında, bilinmezliğin peşi sıra sınırları zorlayan küçük adımlarda feda etmekten artık vazgeçmeliyiz.

* Festival programına ulaşmak için: https://issuu.com/niluferbel/docs/nilufertiyatrofestivali_2 016_kitapc/37?e=0

Bizler sahneye çıktığımızda hem herkesiz, hem hiç kimseyiz. Yollara düştüğümüzde de sahnede de kimsesiziz. Sanatın aykırı sokaklarında hep kabul edilmeyi, onaylanmayı bekleyen mültecileriz. Seyircilerimize sığınırız. Biliriz ki onlar bize lütufta bulunmaz, hak ettiğimizi verir. Bu yüzden aslında bizim için adı seyirci olanlar aslında seyirci

60


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş FAKİR KENE / BİRHAN KESKİN 21.YY ‘ ın yetiştirdiği özgün kadın şairlerinden Birhan Keskin 6 yıl sonra sessizliğini bozdu. “Fakir Kene” içinde yaşamanın gittikçe zorlaştığı dünyaya bir parça da olsa umutlar besleyenlere 19 yeni şiirle sesleniyor. Kadın , doğa ve ölüm kitabın temaları. “Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun.” Öykü gibi oluşturduğu şiirlerinin içinden bir de “Kargo” çıkıyor. Isınmamız için küçük bir güneş, bir inanç bir inat, tabiat , ağaçlar , güzel çaylar var içinde. Mesai saatlerinde patronlarına yakalanmadan şiir okuyanlar için geliyor: "ben bu durduğum noktaya kolay gelmedim. ben canımı sokakta buldum efendim!"

FATMA ALİYE (Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu) AHMET MİTHAT EFENDİ Sel Yayıncılık’tan edebiyat arşivcileri için kütüphaneleri süsleyecek bir kaynak. Ahmet Mithat Efendi , manevi kızı diye sevdiği , erkek egemen edebiyatın içinde bir kadın olarak yer alan Fatma Aliye Hanım’ın yazarlık sürecini gözler önüne seriyor. Yazarın yetişme koşulları, bitmek bilmeyen öğrenme sevgisi , kabuğunu yırtarcasına hocalarıyla yaptığı tartışmalar yazı makinesi diye bildiğimiz Ahmed Mithat Efendi tarafından incelenmiş ve kağıda dökülmüş. Kadın yazarlardan desteğini esirgemeyen kalemden bir başka kalemin 32 yıllık mücadelesi hatırlanmak için okurlarını bekliyor.

TANRI OLMAK İSTEYEN OTOBÜS ŞOFÖRÜ / EDGAR KERET 1967 Tel –Aviv doğumlu yazarın Türkçe yayımlanan üçüncü kitabı. Kitaptaki 21 muhteşem öyküden biri “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü”. Okurken kahkahalara boğuyor . Bu sırada sizi ustaca kendi labirentlerinde dolaştırıyor : Prensip sahibi bir otobüs şoförü, Mossad şefinin oğlu, İblis'in yeteneğini almadan önce son bir öykü yazmasına müsaade ettiği bir yazar, öğrencilerinin gizemli bir şekilde kaybolduğu bir okul ve yalnızca intihar edenlerin gittiği sıkıcı bir öbür dünya… Kitaptaki en uzun öykü kırk altı sayfa süren Wristcutters: A Love Story (Bilekkesenler) filminin uyarlandığı “Kneller’in Mutlu Kampı”. Edgar Keret, keşfedilmesi gereken bir yazar.

61


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ GENÇLİĞİM EYVAH / TARIK BUĞRA Gençliğim Eyvah, tarihsel arka planı, bu planın genişliği ve toplumsal meselelere yönelik bakış açısıyla öne çıkan bir roman. Tarık Buğra’nın “her sanat eserinde, çözümünü eleştirmeciden bekleyen küçük bir şifre bulunduğunu veya bulunması gerektiğini” düşünerek kaleme aldığı bir romanı. Roman, ülkemizin 1980 kaosunu yaşadığı ve henüz huzura kavuşmadığı günlerdeki analizleriyle öne çıkmakta. “İhtiyar”, “delikanlı” ve “Güliz” karakterlerinden oluşan romanda “Toplumun kaderini insanda gören” Tarık Buğra, bu tezini gençler aracılığıyla işlemiştir. Romanla ilgili en büyük eleştiri ise Fethi Naci’nin 100 Yılın 100 Türk Romanı eserinde. Fethi Naci, Tarık Buğra’yı,“nutuk atmaya o kadar heveslidir ki zaman zaman kendi karakterlerini bir kenara itip mikrofonu alır eline, başlar anlatmaya” şeklinde eleştirmektedir.

YAVAŞ YAVAŞ AYDINLANAN TANPINAR/ MEHMET KAPLAN Dergâh Yayınları, doğumunun 100. Yılında Mehmet Kaplan üzerine özel çalışmalar hazırlamaya, derlemeye devam ediyor. Bunlardan biri de geçtiğimiz Ekim ayında ilk baskısı yapılan Zeynep Kerman’ın yayına hazırladığı “Yavaş Yavaş Aydınlanan Tanpınar”. Bu çalışmada Mehmet Kaplan’ın ‘Bütün hocalarımdan üstündür’ diye tarif ettiği Tanpınar üzerine yazdığı makaleleri ve denemeleri derlenip bir kitapta toplanmış. Çeşitli yerlerde dağınık bir şekilde yer alan bu yazıları derleyip toparlayarak gün yüzüne çıkaran Prof. Dr. Zeynep Kerman da bir anlamda kendi hocası Mehmet Kaplan'a karşı vefa borcunu ödemiş. Kitap, adını ise Tanpınar’ın mısralarından alıyor: “Yavaş yavaş aydınlanan/ Bir deniz altı âlemi,/Yosunlu bir boşluktan/ Çekiyor kendine beni”

İstanbul'da İki İskandinav Seyyah / K. Hamsun - H. C. Andersen Hamsun deyince “Açlık”, Andersen deyince “masal” ilk aklımıza gelen. Peki bu iki ünlü dünya yazarının aslında bizle ilgili önemli yazıları da olduğunu kaçımız biliyoruz? Yapı Kredi Yayınları’nın hazırladığı bu yayında Knut Hamsun ve Hans Christian Andersen'in gezi notlarından İstanbul ile ilgili bölümler derlenmiş. Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm Knut Hamsun'un “Mücadeleci Hayat” kitabından alınan İstanbul gezisini anlattığı kısım. ikinci kısım ise bu sefer Hans Christian Andersen'in “Bir Şairin Çarşısı” kitabının İstanbul gezisini içeren bölümünden oluşuyor. Kitap, 100 ve 150 yıl öncesinin İstanbul’unun çok yabancı iki göz tarafından sosyal, fiziksel ve politik açıdan değerlendirmesini sunuyor. Andersen’in seyahati Abdülmecit, Hamsun’unki ise II. Abdülhamit dönemine denk geliyor.

62


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hikaye / MİSAFİR KÖŞESİ

KANEPE

Serkan DEMİRHAN

babama ithafen… Hardal renginin hâkim olduğu kanepenin karşısında ezilmiş bir biçimde duran tekli koltukta oturuyor, az sonra dış kapının ardından açılacak asansör kapısının sesini tahmin ediyor, bekliyordum. Duvar saatindeki akrebin konumuna bakarken açılıyordu asansör kapısı. Aynı katta dört daire vardı ama biliyordum onun olduğunu. Kilitte çevrilen anahtarın sesi beni yine yanıltmıyordu. Ezberlemiştim adımlarını.- Montunu astı. Kahverengi montunu bu havalarda sadece evde çıkarırdı. Vücudunu sıcak tutmayı seviyordu.-Pek çok kez tanık olmuştum bu sevgiye.- Ağzından düşürmediği sigarasının çevresindeki kirli sakalından birkaç beyaz kıla aldırmadan zamanını harcadığı okey masasında beni her gördüğünde oralet ısmarlar, kimseye vermediği, sobanın hemen yanındaki sandalyesinde ısınırdı kahverengi montuyla. Ben bu sıcaktan her zaman bunalır, hızlıca içtiğim oraletin ardından eve kaçardım.

Gözüm uzandığı kanepeye takıldı, orada kaldı. Kıskanırdım, diğerlerinden farklı gelirdi. En rahatı oydu sanki. Sırf uzun kanepeye yatıp, kanalları istediği gibi değiştiren babasına imrenen, atletini içine sokamayan, eli yüzü sokak rengine bürünen çocuk karşımdaydı. Oturmuş, elindeki oyuncak arabasını sürüyordu. Göz ucuyla babasına bakıyor, ona özeniyordu. Bir gün o da oturacaktı, uzatacaktı ayaklarını, istediği çizgi filmi izleyecekti. Sıkılmıştı haberlerden. Peki, çizgi filmleri de haberler kadar izlese sıkılır mıydı? Bu soruyu sormak isterdim, ama ne o ne de arabasının içinde yarattığı hayali karakter beni duyardı. “Yatçam-kalkçam” ikileminde yatağa girdiği her gece yorganın altında büyümenin hayalini kurar, yapacaklarını sıralardı. Hayalleri de yorgan kadar ısındırırdı onu. Bu ikilemi unuttuğundan beri ne oyuncak arabasını sürdü ne de büyümek istedi. Tepsisindeki çay dolu bardakları az önce çıkardığı sehpanın üzerine koydu. Alınan ilk yudumlar içimizi ısıtıyor, izlenilen televizyondan bir nebze olsun bizi uzaklaştırıyor, evde birilerinin yaşadığını hatırlatıyordu. Annemin sohbet aralarında ani durgunluğunu fark etmiştim biten çayın ardından. O da kanepeye bakıyordu. Kim bilir gözünün önünde hangi hatıralar canlandı. –Çok sevdiğini biliyordum.- Her gün iş dönüşü onu dinlemeye bayılırdı. Sinirlendiğinde ne yapılması gerektiğini de en iyi annem bilirdi. Ben annemin aksine anlaşamazdım. Takılırdı, “senden adam olmaz”, diye. Bense hep ciddiye alırdım bu cümleyi. Sevgimi de belli etmezdim, saklayarak büyüdüm bu güne kadar. Sıkılmıştım aslında bu saklambaç oyunundan. –Tabi bu kanıya varmam için geciktiğim bir zamandı artık.- Dışarıdan gelen asansör kapısının açılışı, televizyonun sesini kısmış, hatıraların, beklentilerin umudunu taşımıştı. Kilide girecek anahtarın sesini bekliyordum. Bekledim, bekledim…

Bu andan uzaklaşalı belki seneler olmuştu. Çok değişmiştik. Artık yanına pek uğramıyordum. O da farkına varmıştı yüzündeki beyaz kılların. Aynaya baktığında dokunuyordu siyahların arasından çıkmış birkaç beyaz kıla. –Sanki bir şeylerin farkına varıyordu.- Montunu asarken yanındaki aynada ilk onlara baktığını biliyordum. Bu beyaz kıllar aklına neler getiriyordu acaba? Ne düşünüyordu o an? Zamandan mı çekinmişti? Ya da görünüşünden mi? Yoksa geçen zamana mı acımıştı? –Özlüyor da olabilirdi.Zaten siyahların içinden birkaç beyaz çıkmamış mıydı bu zamana kadar. Düşüncelerini montuyla beraber askıya astı. Beyazların aradan çıkıp doğruları söylemesinden korkmuş olsa gerek aynadan çekti kafasını. Doğrulardan çekindi, korktu, susturdu onları. Selam alışverişinden sonra uzandı kanepesine. Bu kronoloji hiç bozulmamıştı. Devam etti sırasını bozmadan; ayağındaki minderi başının altına aldı, çift minderin rahatlığını kafasını sağa sola çevirerek ayarladı. Kumandayı aldı, önce arkasındaki açık kapaktan pilleri yokladı, birkaç kanal değişikliğinden sonra her zaman olduğu gibi haber kanalında durdu ve kumandayı kucağına koydu.

İki ay olmuştu, hala gelmedi. Bir daha da gelmeyecekti. Anneme baktım, yere bakarak içindekileri döktü. “Sanki bir gün o asansörden çıkıp kapıyı açacak ve ben ölmedim diyecek.”

Kirletilmeye utanılan sedyelerin, artan ekonominin sevincini, dokunulmazların atışmalarını, futbol maçlarını, cenaze namazlarını, bağırıp çağıranların barış istemelerine, kutuplaşan ayıları aynı soğukkanlılıkla anlatan spikerin her haberde aynı mimiği kullanmasını izliyor, bozulmayan sesinden sıkılıyordum.

Kanepeye baktı, gülümsedi. Gözleri doldu ama akmadı, tuttu kendini. Hiçbir zaman babamın yanında ağlamazdı. Gene ağlamadı.

63


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ŞİİR FALI ŞAİR AHVALİ

Kediler, kapıdan gidenlere bakılır Kazma kürek yakılır iken çiftleşirlerdi Bense misvakla temizlediğim dişlerimi Sigarayla söndürürdüm Kart, Mart borcum vardı Çünkü yanlış adamlarla doğru paylaşımlar yapardım Kedi, veni vidi vici Çok umrumdaydı.

Yazmaya başlamadan önce Falıma bakıldı zannetmiştim, Halime bakıldı: Gidiciyim. Vatansavarlar vatanseverliğimi görmezden geldi Benim sobaya kıyım vardı Onların devlet’s go, good idea Simitlerim biterdi, ellerim kara Benim sevincim Milli piyango gelirlerinden fazlaydı Ben de akşam yatmaz sabah kalkmazdım Fakat, boynumun ağrısı, ters yatmaktan değil Başımın üstündeki simit tepsisindendi Dökerdim ara sıra Toplardım ve satılacağına inanırdım Dostların değil Susamı dökülen simitlerin.

Hepimiz gidiciyiz dedi biri Babamı anlamam için Mart ayazında, yazlık kırmızı ayakkabımla Yürümem mi gerekirdi? Ya da Uludağ’da üşümem mi? Sevdiğimle mektuplaşmalarım Mektep dışında Yıldızlara bakarken mi olmalıydı Ay, bana karşı yüzünü hep asar mıydı Asarlar mıydı beni de kanlı kavaklarda Suçum Yaşadıklarımı yazarak anlatmak olmalıydı Annem, yaşmak çekerdi, bilirdi Onun da asılmak umrunda değildi Ona göre yaşamak Kuru ekmek bir de soğandı. Yaşamayı başka bir şey zannedenler Elma deyip, hayallerimizi soyanlardı Şiir falı, karla karışık karma karışık Nisan arifesindeki Mart sabahıydı.

Sigara içtim sonra Sonra sevdim Sigara içmeyi değil, sigara yakmayı Yaktım ve dumanı takip ettim Yıldızlara bakmamı tavsiye etmişlerdi Yıldızlar başka gezegenlerle kırıştırmıştı Onların gezegenlerinde yerçekimi yoktu Benim saçlarım yerçekimine karşı koyamazdı Yerçekimi olmadan da kalem kağıda doyamazdı. Belki bu yüzden kar düşerdi toprağa Mart aylarında

Muhammed Münzevî

64


Nisan’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MİSAFİR KÖŞESİ

SESSİZ BİR GELECEKTE1 Oyunların içinde aldatıldın sen de. Sisli bakışlarının altında, Zamanın özlemekle geçti. Masum ruhların arasından, Kilitli saldırıya uğradın! Terkedilen bir şehrin içinden, Beklediğin sese koştun. Tuzaklı köleler yüzünden, Özgürlüğün gecelerde saklandı. Dönen dünyanın yeraltından, Bulutların varlığını Son kez hissettirdin !

Begümhan VARLIK

1

Ankara Güvenpark patlamasında kaybettiğim Mehmet Alan arkadaşımın anısına…

65


Fotoğraf

Aybige Akdağ

"İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar. İrili ufaklı, birbirinden farklı, Ahşap evler, kagir evler yaptılar. Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu, Evlerin içi devir devir değişti Evlerin dışı pencere, duvar." ■ Behçet Necatigil


“Yolunuz açık, ilham melekleriniz hep omzunuzda, cesaretiniz yüreğinizde daim olsun. Hepiniz sevgiyle, aydınlıklarda kalınız. Kaleminiz ışık yaysın...” Nermin Bezmen “Okumanın sorumluluğunu, saygınlığını duyarak, elimiz yüzümüz kitaplarla donanmış olarak yeryüzünde dolaşmayı hak etmeliyiz. İncir Çekirdeği’ne bu yolda başarı dileklerimle sevgi ve selamlar...” Sevinç Çokum “Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız.” Beşir Ayvazoğlu

“Üniversitelerin Çocuk Edebiyatı kürsüleri açması, geçmişte en büyük düşümdü. Gerçekleşti. Sizlere öğüt vermeyi doğru bulmuyorum sevgili öğrenciler, “Ödünç akıl cepten düşer” atasözünü pek severim. Sizler 21. yüzyıl ve bilgi çağı gençleri olarak lütfen, Çocuk Edebiyatı konusunda kendi önerilerinizi, projelerinizi yaratıp ortaya atın.” Gülten Dayıoğlu

“Sizlere söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize : ‘Bir taşı delen bir suyun gücü değil Damlaların sürekliliğidir.’ Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir.” Sunay Akın

“Öncelikle bu mesleği seçmiş olmanızdan dolayı sizleri kutluyorum. Dünyanın en güzel, en özgür mesleği edebiyat öğretmenliğidir. Yaptığınız dergi işinden dolayı da sizleri kutluyorum ve kolaylıklar diliyorum. Sağlık ve başarı dileklerimle...” Osman Çeviksoy


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.