İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:26

Page 1

Mayıs 2016

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Sayı: 26

«Cihânın nimetinden kendi âb u dânemiz yeğdir. Elin kaşânesinden kûşe-i virânemiz yeğdir.»

BÂKÎ 490

Yaşında ÇİN MİTOLOJİSİ Ağaçtaki Lei-Kung

RÖPORTAJ:

AFİLİ FİLİNTALAR:

ŞÜKRÜ ERBAŞ

ALİ LİDAR


İncir Çekirdeği Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sırdem Kemiksiz

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol

Misafirler Halil Esen

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

Uludağlı Edebiyatçıların Sesi...

“Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” Sonsuzluğu, belki de en güzel anlatan bu cümleyle anlatabilirdi Bâkî. O ki uzun yıllar boyunca ve hatta şu günde bile “Şairlerin Sultanı” olarak anılmakta. Biz insanoğlu her şeyin kıymetini biliriz de “söz”ün kıymetini ya geç anlarız ya da anlamadan ömrümüzü tüketiveririz. Geçmişten gelene kulak tutmak gerekir bazen. Bilen bilir bizim editör ekibimiz arasında tatlı tatlı bir rekabetimiz vardır: Eski-yeni! Bu yarışı çoğu zaman sayın genel yönetmenimiz Bengisu Akdağ’a kaptırıyor olsam da Mayıs sayımızın dosya konusunu şairlerin sultanı “Bâkî’’ olarak belirleyince bu kez zaferi ben kazandım. Bizi 25 sayıdır istekle ve heyecanla takip eden edebiyatsever okuyucularımıza divan şiirini ve sanatını takdim ediyor olmanın haklı sevincini yaşıyorum. Bunun üzerine bir de muhteşem bahar mevsimi eklenince İncir Çekirdeği dergisini alıp çimenlere uzanmak ve sindire sindire okumak için tam vaktidir diyorum. “Nevbahar oldı gelin azm-i gülistan edelim Açalım gonca-i kalbi gül-i handan edelim” Sizlere Bâkî’nin baharı müjdeleyen bu beyitlerini ilettikten sonra gelin bir bakalım bu ay siz değerli okuyucularımızı neler bekliyor: Işık Selin Orhuntaş, Afilli Filintalar macerasına Ali Lidar ile devam ediyor. İncir Çekirdeği’nin röportaj serisine Begüm Çalışkan’ın Şükrü Erbaş röportajı da ekleniyor! Busenur Aslan’ın da Çin Mitolojisi serisi devam ederken; Mehmet Altınova, Ayşe Bengisu Akdağ, Beyza Özkan ve bendeniz naçizane dosya konumuz olan Bâkî’nin farklı yönlerini ele almaya çalıştık. Ayrıca her ay çeşitli kitapların tanıtıldığı “Arka Kapak” köşemiz; şairlerimiz Sema Keser, Muhammed Münzevî ve Hatice Türk’ün şiirleri, denemeler ve öyküler siz değerli okuyucularımız tarafından okunmayı bekliyor. Keyifli bir Mayıs ayı geçirmenizi diliyoruz. Hoşçakalın, sevgiyle kalın…


İçindekiler Havadis / Beyza Özkan Mitoloji Pusulası: Çin Mitolojisi / Busenur Aslan Şiirler / Sema Keser Demsaz – Şiir / Süleyman Erkut

DOSYA: BÂKÎ 490 YAŞINDA Muhteşem Süleyman’dan Sonra Hâmisiz Şair: Bâkî / Beyza Özkan Bâkî Divanı’ndan Bâkî Divanı’nda İlimler / Mehmet Altınova Bir Remilci Dükkanında Bâkî Kalan / Sırdem Kemiksiz Kanuni Mersiyesi’nden Baharda ve Sonbaharda Bâkî / Ayşe Bengisu Akdağ “Eski Şiir” Üzerine - Tanpınar’dan Muhayyile / Hatice Türk Şükrü Erbaş Röportajı / Begüm Çalışkan Beklenen Mevsim – Şiir / Muhammed Münzevî Ârif – Şiir / Sema Keser Hep Yarımdır Şiirler – Şiir / Hatice Türk Afili Filinta – Ali Lidar / Işık Selin Orhuntaş Büyüklük Sizde Kalsın / Rumuz: gereksizaytıntı Yanacaksın Değil mi Kalbim / Pınar Çaylak İnziva Köşesi / Muhammed Münzevî Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ Sen Yıldızları Seyrederken – Şiir / Halil Esen Fotoğraf / Aybige Akdağ


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HAVÂDİS

Beyza Özkan

boya tablolara eşlik eden hikâyeleri de Türkiye’nin önde gelen oyuncuları ve seslendirme sanatçıları seslendiriyor. Bu seslendirmeler dijital ekran ve kulaklıklar ile de davetlilere aktarılıyor.

BURSA İBRAHİM PAŞA KÜLTÜR MERKEZİ’NDE NECİP FAZIL ANILDI KONUŞAN RESİMLER EBEDÎ – EDEBÎ SERGİSİ 5 MAYIS’TA AÇILIYOR Sanatçı Ebru Ceylan, “Suretler” ve “Man o To”dan sonra “Ebedî – Edebî” sergisi ile Cumhuriyet döneminin beş farklı akımından edebiyatçıların hayatlarını, kırılma noktalarını, hayallerini ve aşklarını plastik sanatlar ile edebiyatı birleştirerek tekrar gün yüzüne çıkartıyor, günümüz kuşağı ile buluşturuyor. Serginin isminin işaret ettiği, bu edebiyatçıların eserlerindeki “Edebî”yi yakalıyor. Tomris Uyar’dan Deniz Çakır’a, Aziz Nesin’den Erkan Can’a Yağlı boya tablo ve hikâyelerden oluşan sergide, Cumhuriyet döneminin önde gelen pek çok yazar ve şairinin eserlerine yeniden can veriliyor. Sergide yer alan Türk edebiyatının önde gelen isimleri arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Telli, Aziz Nesin, Can Yücel, Edip Cansever, Halide Edip Adıvar, Metin Altıok, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Özdemir Asaf, Rıfat Ilgaz, Turgut Uyar ve Yaşar Kemal de bulunuyor. Sergide yer alan yağlı

SHAKESPEARE’İN SINIFI ZİYARETE AÇILIYOR

Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş tarafından İbrahim Paşa Kültür Merkezi’nde düzenlenen söyleşide büyük üstad, şair ve aksiyon adamı Necip Fazıl Kısakürek konuşuldu. Etkinliğin başında söz alan Metin Önal Mengüşoğlu, Türkiye’nin edebiyat tarihinde ve yakın geçmişinde Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl’ın önemli bir yere sahip olduğunu söyledi. Mengüşoğlu, Necip Fazıl ve Mehmet Akif’in bu toprağın insanı olmalarının yanı sıra inanç değerlerine sahip çıkan, millete önderlik eden, milli düşünceye mensup şairler olduğunu ifade etti.

Dünyaca ünlü İngiliz oyun yazarı Shakespeare'in doğum yeri olan Stratford-upon-Avon'da öğrenim gördüğü sınıf ziyaretçilere açılacak. BBC'nin haberinde, Shakespeare'in 1570'lerde öğrenim gördüğü sınıfın günümüzde Kral 6'ıncı Edward Okuluna ait olduğu ve onarımı için 1,8 milyon sterlin harcandığı belirtildi. Shakespeare'in 7 yaşından itibaren bu sınıfta dil bilgisi öğrenimi gördüğü sanılırken, 16. yüzyılda öğrencilerin bilgilerini içeren herhangi bir belge bulunmadığı ifade edildi. Warwick Üniversitesinden Profesör Ronnie Mulryne, sınıfın, "neredeyse kesinlikle" Shakespeare'in okulu olduğunu belirterek ünlü oyun yazarının 14 ya da 15 yaşına kadar burada öğrenim gördüğünü söyledi. Üniversiteye gitmediği bilinen Shakespeare'in tüm eğitiminin bu sınıftan ibaret olduğu, ünlü oyun yazarının aynı zamanda turneye çıkan oyuncuların sahnelediği bir oyunu ilk kez burada izlemiş olabileceği belirtildi.


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çay arası 16.00 III. Oturum Moderatör: Handan İnci Ercan Yılmaz "Tanpınar'da 'Bir Özge Temâşâ' " Cem Kalender “Tanpınar ve Politika” Murat Koç "Her Şey Bana Karşı /Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Son Savunması" 17.00 Kapanış

BURSA’DA I. AHMET HAMDİ TANPINAR EDEBİYAT SEMPOZYUMU Ahmet Hamdi Tanpınar anısına on beş yıldır edebiyat yarışmaları düzenleyen Osmangazi Belediyesi bu yıl sempozyum da düzenliyor. Ördekli Kültür Merkezi’nde bir gün sürecek sempozyumun program detayları şöyle: 11.00 Açılış Konuşmaları: (Protokol) Prof. Dr. Birol Emil Öğle arası 13.30 I.Oturum Moderatör: Mehmet Tekin Abdullah Uçman “Tanpınar’ın Ders Notları” Beşir Ayvazoğlu “Beş Şehir Niçin ve Nasıl Yazıldı” Alev Sınar “Yekpare Geniş Bir Ânın Parçalanmaz Akışında Bursa” Çay arası 14.45 II. Oturum Moderatör:Metin Mengüşoğlu Şerif Esgin "Tanpınar'da Bir Farmakon Olarak Hafıza" Sezai Coşkun “‘Direniş Edebiyatı’ Bağlamında Tanpınar’ın Değişim Karşısındaki Tavrı” Ali Şükrü Çoruk “"Bir Çağ Eleştirisi Olarak Saatleri Ayarlama Enstitüsü"

YUNUS NADİ ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU Cumhuriyet gazetesi tarafından 1946’dan bu yana verilen Yunus Nadi Ödülleri’ne değer görülen isimler belli oldu. Yunus Nadi Ödülleri’ne bu yıl roman kategorisinde Sema Kaygusuz, öyküde Yalçın Tosun ve İnan Çetin, şiirde ise Erdal Alova layık bulundu. Sema Kaygusuz, Barbarın Kahkahası adlı romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’ne değer görüldü. Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, Bir Nedene Sunuldum kitabıyla Yalçın Tosun ve Kureyş’in Kurtları kitabıyla İnan Çetin kazandı. Erdal Alova ise “Antik Çağ Anadolu’sundan ‘insan manzaraları’ sunduğu Birinci Çoğul Şarkı adlı kitabıyla şiir dalında ödülün sahibi oldu.

POLİSİYE DERGİSİNİ BULUŞTURAN 221B DERGİSİ Mylos Yayın Grubu tarafından 2 aylık sürelerle Ocak ayında yayımlanmaya başlanan Türkiye'nin tek polisiye

dergisi 221B, 5 Nisan Salı akşamı polisiye dünyasını Nan Şişhane'de buluşturdu. İlk sayısında "Altın Çağ versus Kara Roman", ikinci sayısında ise "Edebiyatta ve Ekranda Kadın Dedektifler" dosya konularına değinen 221B Dergi'nin lansmanında polisiye yazarları ve okurları ile yayın dünyasından konuklar ağırlandı. Lansmana konuk olanlar arasında Ahmet Ümit, Sevin Okyay, Erol Üyepazarcı, Celil Oker, Esra Türkekul, Çağatay Yaşmut, Seval Şahin, Esmahan Akyol, Cenk Çalışır, Ceyhan Usanmaz, Armağan Tunaboylu, Suphi Varım, Algan Sezgintüredi; Cem Erciyes, Açelya Elmas, Deniz Durukan, Altay Öktem, Suat Duman, Oben Budak, Suat Kavukluoğlu gibi isimler yer aldı.

EDEBİYAT DÜNYASININ ACI KAYBI: ÖMER FARUK AKÜN Edebiyat tarihçisi, yazar, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü emekli öğretim üyesi, "Hocaların Hocası" Prof. Dr. Ömer Faruk Akün vefat etti. Akün, 4 Mayıs Çarşamba günü saat 10.00'da İstanbul Üniversitesi'nin ana binasında düzenlenen törenden sonra Üsküdar Şakirin Camii'nde öğle namazının ardından kılınan cenaze namazını mütâkiben Karacaahmet Mezarlığı'nda defnedildi. Ömer Faruk Akün, titiz çalışmasıyla tanınan bir edebiyat tarihi uzmanıydı. Gerek Millî Eğitim Bakanlığının yayınladığı İslâm Ansiklopedisi'nde, gerekse Diyanet İşleri Başkanlığının yayınladığı İslâm Ansiklopedisi'nde yer alan maddeleri, çeşitli ilmî dergilerde yazdığı makaleleri edebiyatımızın birçok yönünü aydınlatan derinlikli çalışmalardır. Namık Kemal'in Mektupları (1972), Türk Dili Karşısında Türk Münevveri (1982), Divan Edebiyatı (2013) yayınlanmış kitaplarıdır.


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI Çin Mitolojisi - Ağaçtaki Lei-Kung Hayatın, hep büyülü bir fanusun içinde gerçekleşenler olduğunu düşünmüşümdür. Büyünün ise o fanusun dışını saran bir çember olduğunu. Ne yazık ki o büyü fanusun içinde sadece, doğanın canlanmasında karşıma çıkmıştı hep. Tâ ki bu güne dek. Güneş ışıklarının ortaya çıkardığı toz tanelerinin dansı ve burnumu sızlatan kitap kokusu… Her biri bir çocuğummuş gibi sevgiyle baktığım, dedemden kalma kitaplarım… Zamanın bir köşesinde, tarihin en bilinmeyen anında donmuş bu kütüphane… Birçok şey söyleyebilirim aslında. Ama içinde bulunduğum an, bir ressamın tablosu gibi üzerinde uzunca bir süre düşünülmesi gereken bir andı. Her şey gerçekten yaşanmış olabilir miydi? Şimdi her şeyin başladığı yerde, kütüphanenin ortasında nutkum tutulmuş bir şekilde oturuyorum. Ellerimde sayfalarındaki yazılar kaybolmuş bir kitap ve camı kırık, ibresi bozuk bir pusula. Sanki dakikalar öncesinde gerçekleştirdiğim yolculuk hiç olmamış gibiydi. Oysa bir rüyanın etkisinden çok daha fazlası vardı üzerimde. Merakım, korkum, endişem, özlemim hepsi anlaşmış gibi harekete geçti. Takılıp düştüğüm tahta parçası hâlâ aynı boynu büküklükle bakıyordu bana. Kocaman bir gülümseme yerleşti dudaklarıma. Pusulayı aldım elime ve yerleştirdim kitabın üzerindeki oyuğa. Çin’e dönmek istiyordum. Her şeyi yaşadığım, başlangıçtan çok sonralarına. Tarihin bile unuttuğu, gökyüzünün ve yeryüzünün insanlarının gittiği ana. “Hadi!” dedim. “Çin’in bilinmeyen zamanlarına gedelim.” Pusulanın ibresi deli gibi dönmeye başladı. Kitabın sayfaları da aynı hızla açıldı. Bir sayfaya gelince durdu aniden. Daha önce sayfada görülmeyen kabartma yazılar çıktı ortaya. Altın varaklarla süslenmiş yazıda “Ağaçtaki Lei Kung” yazıyordu. Ellerimi bu varaklara uzattım usulca. Büyülü bir ışık sardı her yanımı. Ruhumun kanatları birden saklandıkları yerden çıkmıştı yine. Şimşeklerin aydınlattığı bir gecenin içinde süzülüyordum. Yağmur damlaları okşuyordu tenimi adeta. İşte oradaydım! Her şey gerçekti!

Büyülü fanusun camlarını kırmış ve büyünün tam ortasına çıkmıştım işte. Bu mutluluk içinde yağmurla dans edip süzülürken gördüm onu. Kocaman, simsiyah kanatları olan uzun ve yakışıklı bir adam. Ömrümde görmüş müydüm böyle yakışıklı birini? Etrafını saran aura o kadar güçlüydü ki beni çekti ona doğru. Böyle bir cüssede böyle çocuksu bir gülümseme nasıl olabilirdi? Bir ağacı şimşekleriyle ortadan ikiye ayırmaya çalışıyordu. Beni görünce bütün dikkati dağıldı koca cüsseli bu adamın. Düştü o anda ağaç kavuğunun içine. Şaşkınlık ve kızgınlık içinde baktı gözlerimin içine. Yüreğim deli gibi çırpınıyordu olduğu yerde. Yağmurdan ve rüzgardan morarmış tenim birden kıpkırmızı kesildi. Bu halimi görünce tatlı tatlı gülümsedi ve şefkatle baktı bu kez bana. Acaba kurtulabilecek miydi o kovuktan? Çaresizlik içinde daralıyordu göğsüm. Yardım etmek istiyordum ama gökyüzünde süzülen bir ruhtum sadece. Bir hayaletin elinden ne gelirdi ki? Bu düşüncelerle boğuşurken bir adamın bize doğru geldiğini gördüm. Yüzünde görünüyordu içine işlemiş korku. Sanırım merakına yenik düşmüştü. “Şükürler olsun!” dedim insanın bu meraklı doğasına. Kovuktaki bu büyük, kanatlı ve mavi yüzlü dev seslendi gelen adama “Yeh Ch’ien-cho!”. Böyle uhrevi bir yaratığın, gelen adamın adını bilmesine hiç şaşırmamıştım. Yeh adındaki bu adam ürkekçe yaklaştı kovuğa doğru. Kocaman ağzını açtı kanatlı dev ve dedi ki; “Benim adım LeiKung. Bu ağacı ortadan ikiye ayırırken içine sıkıştım. Eğer beni buradan kurtarırsan sana hoşlanacağın bir şey veririm.” Bunu duyunca Yeh, kovuktaki taşları kullanarak Lei-Kung’u çıkardı kovuktan. Lei-Kung, “Yarın yine buraya gel. Sana hediyeni vereceğim.” dedi. Gökyüzüne doğru yükseldi. Bu sırada elini uzattı ve beni de götürdü yanında. Kanatlarının heybeti ve hızı adeta afallatmıştı beni. Birden ışıkların adeta canlandığı bir âleme geldik. Burada herkes kendi işiyle ilgileniyor ve dünyayı düzene sokuyorlardı. LeiKung, burada diğer dört kardeşiyle birlikte yağmur ve gök gürültüsünü düzenliyormuş. Haşarı bir çocuk gibiydi adeta. Bir anda sinirlenip bir anda düzelebiliyordu. Aynı gökyüzü


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

gibiydi. Ben bunlarla ilgilenirken zaman geçmiş ve ertesi gün olmuştu. Zaman nasıl bu kadar hızlı geçebilmişti? Yine uzattı elini bana Lei-Kung. Birlikte önceki gün yaşananların olduğu gere geldik. Yeh işte tam da oradaydı. Benden habersiz ve Lei-Kung’un ihtişamından kör olmuş gibi. Lei-Kung bir kitap çıkardı kınından ve uzattı Yeh’e. “Bu kitabı iyice okursan gök gürültüsü ya da yağmur oluşturabilirsin. Hastalıkları tedavi edebilir ve acıları dindirebilirsin. Biz beş kardeşiz, ben aralarından en genç olanıyım. Yağmur yağmasını istediğinde kardeşlerimden birini çağır. Eğer çok zorda kalırsan beni çağır. Çünkü kötü bir mizaca sahibim.” dedi. Bana göz kırptı ve muazzam kanatlarını açıp yükseldi gökyüzüne. Görmem gerekenlerin henüz gelmemişti sonu. Yeh’in peşine takılmıştım. Adeta bir gölge gibi her yerde onu izliyordum. Güneşin sisi dağıtması gibi iyileştiriyordu insanları bu kitap sayesinde. Acı çekenlerin acısını dindiriyordu. Yağmur yağmayan yerlere yağmur yağdırmak için her biri birbirinden ihtişamlı gökyüzü lordlarını çağırıyordu. Bir gün çok içti Yeh. O zamanın çok değerli bir tapınağına sarhoş halde girdi. Yargıç bu durumu öğrendi ve onu cezalandırmak istedi. Yeh yargıçtan kaçmaya başladı ve bu sırada, Lei-Kung’u çağırdı. Birden büyük bir fırtına koptu. Yeri sallayacak kadar şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu ve ortaya çıktı Lei-Kung. Yargıç o kadar korktu ki Yeh’e ceza vermeden kapattı davayı. Her şey saniyeler içinde oldu ve bitti. Yeh’te insanlara yardım etmeye, kurak topraklara yağmurlar düşürmeye devam etti elindeki kitap sayesinde. Ölmüş bir çiçek her bahar yeniden canlanır. İnanılması imkansız olan bir şeyin bazen gerçek olabilmesi gibi. İşte şimdi yine her şey ışığın şiddetinden silikleşirken bunu düşünüyorum. Gözlerimi tekrar açtığım bu loş kütüphanede inanamayacağım şeylerin gerçekliğine seviniyorum. Sımsıkı sarıldığım bu kitap… Dedemden bana kalan dünyanın en büyük hazinesi… Yaşadığım onca tarifsiz duygu… Sevgili, camı kırık, ibresi bozuk pusulam. Bir dahaki sefere hangi yönü göstereceksin bana?

Devam edecek…


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DÜŞÜN Bugün düşündüklerini söyleyemeyenler Yarın söylenenleri de düşünmesinler. Sema Keser

YENİÇAĞ Zahmetle onardığımız dostlukları Rahmetle defnettiğimizden beri İdamlık adam arar her eli tespihlisi. Sema Keser


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DEMSAZ (NEFFES) Gün heceyle pertev saçar geceden Halimi anlatmaya yetmiyor secerem Sabırdan sebattan öte mâh-ı nev Uzakta yangınlar düşer alev alev.

Silinen şiirler sönen ışıklar dönen dolaplar Görünenler ufukta gemi battı da bir kulaçta Yüzmeyi beceremeyenler gölde battıkça Kalem elbet deryaya açılacak makberden

Bir hilâl ki bâki nefesler ile acı Gökte yağmur yerde su ilacım İzmihlâl ile düşer mi yere başım Halim kötürüm dert içimde sancı.

Bir gün öleceğiz o gün övecekler demiştim Öldük işte bak şimdi güngeçti an söz gelişti Bu da burada dursun bak dönelim şiir kentine Ölürken kimse karışmasın boynumun kementine

Ey Sâki eski kadehe şarap koy Yok olsun şu âlem pek bir cavcavcı Avcı gelip vurur beni ilahi mi son? Kader izin verir mi kim kalem sahibi?

Dünyaya çaldığımız kavalın nağmesine ilgi var Bize değil bu alaka elbet çalınan kaval nağmesine Şimdi savaş yeri her yer saldırı gönlümün kabesine Kabeyi yıkıyor ebrehe neredesin ey ulu olan Çınar

Sırdan serre geçiren bilir Zülcelâl Kendiyle çelişir bazen de Süleyman Sükun makamıdır burası sükut eyle Bu hal böyle gider mi söyleyin beyler

Şatıh sahibiyiz hallac ile geçtik söze göçtük dile Himmet eyle bize Ey Çalabın nefesi olan kör dilek Fatalist bir ilmek ile örülü şu kocaman gördüğüm Rahmet çınarıymış ateşte konuşan görüntü dem

Hey erenler söyleyin bir kalemde su Aksın bazende âmâ olan şu akarsu Kasideler de vardı yazdığım neslisu Daha da yazmayacağım boşa akar su

Allah sınava tabi tutarsa içeriz biz şarabı elbet Ne cennet ne cehennem tasası bitmeyecek dert O zaman huşu ile var gir gönle gerisi imtihan İntihar da haramdı imtina eyle var gir meclise

Demsaz ile demledik bu geceyi yine Bazı şiirler kaldı uzak kalem sahibine Dili olan konuşur bilirim müstehaktır Dil bilmeyenin hali de pek bir saçmalık

Tasavvufta şirk var derler sazın içinde de şeytan İnanma şair sözü yalandır derler yalandır inan Biz gideriz adımız kalır geriye zamandan ileriye Zaman tan vakit uzuyor küheylan geç yerine

Kaçındım her şeyden uzakta ruhum Tuzak kurmuş dessas çorak arazi Marazlı sözlerin sahibi dertli kötürüm Götürün gömün meftunu söz farazi

Vema edrake ma Süleyman bir de mana dili Dilin kemiği olsa ilkin kıran ben olurdum şimdi O zaman kırılsın kemikler ateşte(n) bedesten Nefesimiz boşalsın demsiz aksın demsaz nefesle

Azimli şairler vardı eskilerden bâki Bilirdik lakin şimdiki şiirler de fuzuli Kalemin gülü idi sözün hikmeti nâbi Her biri mühür sahibi süleyman gibi

Demeden eylemeyelim sözü dem be dem nefes Demadem eylenelim şiirle sözü huu nefes dem Hak kelamı bedaheten aktı yine boşa kafesten Bitiriyoruz kelamı Nur cemal-i bâ kemâl Enel Hak. Nefesle...

Asırlarına ışık nefislere nefes idi hani Ya şimdi kim demler şiiri demsaz ile yani Anlamak gerekmiyor ki anlatamamak var Ölüm var Allah var kara toprak şiire yar

Süleyman ERKUT


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MUHTEŞEM SÜLEYMAN’DAN SONRA HAMİSİZ ŞAİR: BÂKÎ Beyza Özkan Osmanlı’da hâmîlik sistemi, büyük ölçüde güzel şiir yazma usullerini öğretmiştir. Şair Bâkî’yi pâdişâhlardan başlayarak saraydan daha alt edebi olarak besleyen muhit de böyle bir muhittir. konumlara ve taşraya yayılan ve sarayı model Zati’nin remilci dükkanında edebi olarak alarak işleyen bir sistemdir. Osmanlının son beslenen Bâkî, Kanunî’ye bir “nûniyye” yani nûn dönemlerine kadar sultanların, ilgiye göre değişen redifli kaside sunmuş ve karşılığında da ihsan derecelerde sanatın çeşitli kollarına ama özellikle görmüştür. O yıllarda Hoca Şemseddin ile birlikte de şiire son derece itibar ettikleri ve saray dışında Halep’e giden Bâkî, orada beş yıla yakın kalmış, ama sarayı model alan şehzâde sancakları, daha sonra İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’a beylerbeyliği merkezleri, paşa ve bey konakları, dönerken Konya’ya uğramış, burada dönemin çarşı gibi çeşitli merkezlerin de sanat meşhur kazaskeri Ebussuud Efendi’nin koruyuculuğunda bulunarak Osmanlı oğlu ile tanışarak ondan babasına sanatı ve şiirinin gelişimine götürmek üzere kendisi 1565 yılında hac farizası katkıları olduğu tespit hakkında yazılımı bir tavsiye için Hicaz’a giden Bâkî’nin edilmiştir. İşte Bâkî de böyle mektubu almış, daha sonra bir sistem içinde yetişmiş babası burada ölür. İstanbul’da Ebussuud ve eserlerini bu çevrede Babasının ölümünden bir yıl 1 Efendi’ye “Lâmiyye” vermiştir. sonra da Bâkî, ihsanına kasidesini sunarak onun mazhar olduğu Kanunî ‘yi 16.yüzyılın ve ilgi ve ihsanına mazhar kaybeder ve ve bu üzüntü edebiyatımızın büyük olmuştur. Bâkî’nin ona kendi adını bugün hâlâ şairlerinden olan, yetiştiği bu muhitten yaşatmakta olan ünlü “sultanu’ş-şu’arâ” olarak gördüğümüz şekilde şair, “Kanûnî Mersiyesi” ni anılan, kendisinden sonra çeşitli medreselerde yazdırmıştır Şeyhülislam Yahya ve Nedim’e müderrislik yapmış ve bu yol gösteren Bâkî, Osmanlı’nın sıralarda dönemin sadrazamı askeri, kültürel , sanatsal ve her Semiz Ali Paşa’nın teveccühünü alandan gelişim bir dönemde yetişmiş ve kazanmıştır. Bu sayede Bâkî, İstanbul’un devrinin bu havasını solumuştur. Onun şairler önde gelen şairleri arasında yerini almıştır. sultanı olması, aldığı eğitim ve yetiştiği ortamla Semiz Ali Paşa’dan sonra Sokullu Mehmed ilgilidir. İlk bilgilerini babasından alan şair, Paşa’nın himayesini kazanmış ve onun ilgisini Istanbul’un tanınmış bilginlerinden olan ve görmüştür. Bâkî, mersiyenin yedinci bendinde Ahaveyn lakabıyla ünlü Karamanî Mehmed ve Selîmî mahlasıyla şiirler yazan Sultan II. Selim’i övüp Ahmed Efendilerden ders almıştır. Bâkî, medrese ona dua etmiştir. Daha sonra da II. Selim’e cülusiye okuduğu yıllarda şiir yazmaya başlamış, çok genç yazıp onun tahta çıkışını kutlamaktadır. Buna yaşında Zâtî’nin remilci dükkanındaki şairler rağmen sultânu’ş-şu’arâ Bâkî, beklenen ilgi ve topluluğuna katılmıştır. Zâtî ’nin remilci dükkanı, desteği görememiştir hatta müderrislikten genç şairler için bir edebi meclis olmuş, onları azledilmiştir. Onun teveccühünü kazanmak için eleştirerek dönemin yetenekli gençlerine doğru ve Selîmî mahlaslı padişahın gazellerini tahmis etmiştir. Ben de bu yazımda Bâkî ‘nin Kanûnî Mersiyesi’nde II.Selim’i övdüğü halde ondan neden 1 DURMUŞ-İSEN, Tuba Işınsu, Tutsan Elini Ben ilgi göremediğini sizlere mersiyenin yedinci Fakirin –Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği–, bendinden hareketle vermeye çalışacağım : İstanbul: Doğan Yayıncılık, 2009


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

eşsiz kudretinin sıfatlarıdır.2 Şair Bâkî, II. Selim’in kendisini eşsiz kudrette konumlandırmış ve değerli hamisi Kanûnî’ye gösterdiği saygıyı onda da göstermiştir. Pîr-i Azîz-i Mısr-i vücûd itdi irtihâl Mîr-i cevân-ı çâpük-i Yûsuf – nazîri gör “Varlık Mısırı”nın ihtiyar azizi ahirete göçtü, (şimdi) Yusuf’a bedel (güzellikteki) genç ve çevik hükümdara bak. “

Bâkî cemâl-i padişeh-i dil-pezîri gör Mir’at-i sun’-ı hazret-i Hayy u Kadîri gör “Bâkî (yeni) padişahın gönle hoş gelen cemaline bak, “Yaratıcı” ve “Kudret sahibi” olan Allah’ın sanatının aynasını gör. Kanûnî, Osmanlı tahtının başında olamadığı için devletin başına onun oğlu Selim geçecektir. Bâkî’nin yazdığı bu mersiyenin yedinci bendinde şair, değerli hamisi Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra yeni bir hami arayışına girmeye başlamıştır. Bu hami de Kanuni gibi sanattan anlayan, sanatçıyı koruyan ve kendisini makamla ihsan eden bir gölge II.Selim’dir. Bâkî, yedinci ben din ilk beytinde, Allah’ın sıfatlarını kullanarak methe başlamaktadır. Mutasavvıflara göre her şey Allah’ın yüce sanatını ve kudretini yansıtan bir ayna gibidir. Özellikle insan ve insanın yüzü, bütün yaratılanların en ünlüsü oluşu sebebiyle, Allah’ın cemâl ( İlâhî güzellik) sıfatını yansıtan mükemmel bir aynadır. Bu yüzden Bâkî, padişahın yüzünü Allah’ın “sun”unu yani sanatını yansıtan bir aynaya benzetiyor. “Hayy” ve “Kadîr” sıfatları da Allah’ın ölümsüzlük ve

Mısır , divan şiirinde çok bahsedilen motiflerden bir tanesidir. Yûsuf ile Züleyhâ’nın maceraları orada geçmiştir. Yûsuf peygamberin güzelliğine telmih olarak sevgilinin yüzü Mısır’a , kendisi de sultana benzetilir. Kelimenin esas anlamı “ülke, memleket” anlamındadır. Şair Bâkî, burada ” vücûd “ yani varlık âlemini bir şehre benzetmekle muhtemelen dünyayı kastetmektedir. Eski Mısır’da vezir yahut hâkimlere “azîz” dendiği rivayet edilir. Bu beyitte “Azîz -i Mısr “ ( Mısır Azizi) olarak zikredilen şahıs, Yûsuf peygamberleri tüccarların elinden ağırlığınca altın ile satın alan Mısır maliye nazırıdır. Rivayete göre ihtiyar olan Mısır Azizi’nin ölümü üzerine Yûsuf peygamber onun yerine geçmişti. Bâkî burada Yûsuf Kıssası’na telmihte bulunarak aslında “pîr-i Azîz” ( Yüce ihtiyar) ibaresi ile ölen Kanunî’yi, güzelliğini Hz.Yûsuf’a benzettiği genç “mîr” ( hükümdar) ile de onun yerine tahta geçen II. Selim’i kastetmektedir. Bâkî, bu beyitte II.Seljm’in hükümranlığının tıpkı Yûsuf peygamber gibi olacağını söylemek istiyor ve bununla birlikte tahta yeni çıkan Selim’den Yûsuf gibi güzel işler bekliyor. Bunlar arasında kendisinin yaşadığı dönemde kıymet görmesi kadar iyi bir makamla da onurlandırılması da sayılabilir. Gün dogdı şimdi gâyete iradi sepîde-dem Ruhsâr-i hûb -i hüsrev-i rûşen zamîri gör “Güneş doğdu, şimdi sabah aydınlığı en parlak hâle geldi; aydınlık gönüllü hükümdarın güzel yüzüne bir bak.” Bâkî, burada çok ustaca bir ifade ile Kanunî devrini, eskilerin “fecr-i kâzib” dedikleri güneş doğmadan 2

ŞENTÜRK, Ahmet Atilla , Osmanlı Şiiri Antolojisi, sf.418, YKY, Nisan 2014


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

önceki sabah aydınlığına, Selim’in tahta geçişini ise tabiriyle Kanûnî’yi kasteden, “sayd-gâh”(av yeri) güneşin doğuşuna benzetmiştir. Ardından da söz tabiri ile bu dünyayı kastetmekte ve Kanûnî’nin konusu güneşin “ruhsâr-i hûb -i hüsrev -i rûşen ölerek mezara girmesini de Behrâm’ın av sırasında zamîr” (aydınlık gönüllü padişahın güzel yüzü) çukura düşmesi ile sembolize etmektedir. Erdeşîr olduğunu belirtmektedir. Burada insanların içlerinin ise aynı sülalenin 380 yılında tahta geçen hâlinin yüzlerine vurduğu inancına işaret olmak hükümdarıdır. Kolayca anlaşılacağı üzere şair üzere padişahın yüzünün nurluluğuna, gönlünün Behrâm ile Kanûnî’yi kastettiği gibi Erdeşîr ile de aydınlığı sebep gösterilmiştir. Doğal olarak bu ifade onun yerine tahta geçen II. Selim’e işaret okuyucuda ilk anda sanki şair Kanûnî devrinin etmektedir. Ancak bu iki İran hükümdarının tahta parlaklığını inkâr edip o devri güneş doğmadan geçiş yıllarına bakılacak olursa yaşça büyük olan önceki aydınlık ile, Selim’in devrini de güneşin İran hükümdarı oğul Selim’e, küçük olan Behrâm da doğuşundaki parlaklıkla vasıflandırıyormuş gibi bir Kanûnî’ye benzetilerek tarih itibarıyla bir terslik etki uyandırmaktadır. Bunu kasıtlı kurulmuştur. 3 yapan şair aslında sabah Bâkî, bu beyitte kurduğu Behrâm ve aydınlığı ile ihtiyar Erdeşîr ilişkisi ile, Kanûnî’nin Kanuni’nin ağarmış Bâkî, çok ustaca bir kahramanlık, adillik ve cesaretli sakallarını, güneş ifade ile Kanunî devrini, yönüne atıfta bulunur ve Erdeşîr parlaklığı ile II.Selim’in eskilerin “fecr-i kâzib” olarak nitelendirdiği Selim’e de güneş gibi parlayan dedikleri güneş kahramanlık ve yiğitlik sarı saçlarını doğmadan önceki sabah vasıflarını yükler. Selim’e kastetmektedir. Bâkî, yüklenen bu vasıflar, onun aydınlığına, Selim’in burada hamiye döneminde Sokullu Mehmet tahta geçişini ise kavuşacağını Selim’in Paşa ve onun maiyeti gönlünün güzelliğine güneşin doğuşuna tarafından yapılan fetihler ve bağlayarak hayal benzetir. benzeri icraatlarla kendisini etmektedir. Beklediği şeyin gösterecektir. Nitekim onun devrinde gerçekleşmesi ise II.Selim’in alınan kaleler, çıkılan seferler ve saltanatı boyunca yaptığı işler ve imzalanan anlaşmalar bunun kanıtı icraatlar gösterecektir. niteliğindedir. Behrâm-ı vakti gûra yitürdi bu saydgâh Berbâd kıldı taht-ı Süleymânı rûz-gâr Var işigine hidmet-i Şâh Erdeşîri gör Sultân Selîm Hân-i Sikender -serîri gör “Bu av yeri zamanın Behram’ını çukura düşürdü; “Zaman, Süleyman’ın tahtını yok etti; (şimdi) (şimdi) Şah Erdeşir’in eşiğine git, onun hizmetini İskender tahtındaki Sultan Selim Han’a bak.” gör.” “Behrâm”, İran’da Sâsânî soyundan gelen hükümdarlardan olup 420 tarihinde tahta geçmiştir. Farşça’da “gûr” denen yaban eşeği avlamaya meraklı olduğu için kendisine “Behrâm-ı Gûr” denmiştir. Rivayete göre yine bir av sırasında çukura düşerek ölmüştür. Farsça’a “gûr “ kelimesinin yan zamanda çukur ve mezar anlamlarına gelmesi sebebiyle şairler bununla birçok cinas ve türlü söz oyunları geliştirmişlerdir. Üstelik ” Behrâm “ aynı zamanda Arapların “Mirrih” (Merih) dedikleri gezegen ve savaş tanrısının ismi olduğundan bu söz oyunları ve hayaller alabildiğine genişlemiştir. “Behrâm-i vakt” (zamanın Behrâm’ı)

Farsça’da zaman manasında kullanılan “rûz-gâr” , Türkçe’de aynı zamanda yel anlamlarını taşımaktadır. İnanışa göre birçok olağanüstü güçleri olan Süleyman Peygamber, rüzgara da hükmediyordu. Dolayısıyla burada rüzgarın Süleyman tahtını “ber-bâd” (yele verme) etmesi, zamanın, Süleyman Peygamber’in tahtını ve devletini yok etmek demek olacağı gibi; aynı zamanda “bir zamanlar hükmettiği rüzgar gelip onun tahtını yele verdi, yerel bir etti” gibi bir 3

ŞENTÜRK, Ahmet Atilla, Osmanlı Şiiri Antolojisi, sf.419 , YKY


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

anlama da gelebilir. Tabii bütün bu sözler aynı zamanda bir ismi de Süleyman olan Kanûnî ‘yi kastetmek üzere sarf edilmektedir. Bâkî: “Artık Süleyman’in tahtı gitti, sen İskender tahtında oturan Sultan Selim’e bak” derken, yeni padişahı edebiyatta cihangirliğin sembolü olan İskender’in tahtına oturum görmekte ve onun hizmetine girmek istediğini ima etmektedir. Nitekim Bâkî’nin bu isteğine II.Selim kayıtsız kalmış ve sultanlar şairi Bâkî’ye hürmet etmemiş ve onu müderrislikten azletmiştir. Selîmî mahlaslı padişahın gazellerini tahmis edip onun teveccühünü kazanmaya çalışsa da beklenen ilgiyi alamamıştır. Lakin oğlu III.Murad zamanında, Kanûnî devrinde gösterilen saygı bir nebze de olsa devam etmiştir. Vardı peleng-i kûh-i vegâ hâb-i râhate Kühsâr-î kibriyâda turan nerre şîri gör “Savaş dağının kaplanı istirahat uykusuna vardı, azamet dağında duran erkek aslana bak.” Farsça’da “peleng” kaplanı “kûh-i vegâ” ise savaş dağı anlamına gelir. Kanûnî’yi kaplana benzeten şair, onun girdiği savaşların çokluk ve büyüklüğünü vurgulamak üzere bu söylemi tercih ediyor. Kanûnî‘nin ölümünü bu kaplanın istirahat uykusuna dalması şeklinde ifade ederek, ardından da yerine genç ve çevik, 22 yaşındaki Sultan II.Selim’i küh-sâri kibriyâ (azamet dağı ) üzerinde duran bir erkek aslana benzetmektedir. Bâkî, beytinde yeni padişahı tıpkı babası Sultan Süleyman gibi güçlü ve yiğit bir hükümdar olarak tasvir ederek devrinde güzel işlere , hayır ve hasenata, diğer hayırlı işlere imza atacağını haber verir. Cevlâne girdi ravzaya tâvûs -i bâg-ı kuds Ferr-i Hümâ-yı evc-i sa’âdet -mesîri gör “Cennet bahçesinin tavusu Ravza’ya dolaşmaya gitti, saadet göğünün en üstünde seyreden Hüma’nın şanını gör. “ Kutsiyet bahçesi demek olan “bâg -i kuds” terkibi ile cennetin kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda cennet tavusu benzetmesi, cennete gittiğine inanılan Kanûnî hakkında kullanılmıştır. Aslında bahçe demek olan “ravza” bazen burada olduğu gibi mutlak anlamda cennet karşılığında kullanılır. “Cevlân “, dolaşma demektir. Dilimizde

yanlış olarak mesire yeri şeklinde kullanılan “mesîr” yahut “mesîre” gezinme yeri demek olup “sa’âdetmesîr” saadet ve mutluluk yerinde gezen demektir. Bir mekânın en üst yeri olan “evc” ile terkip halinde kullanıldığından burada “Hümâ-yı sa’âdet-mesîr “ , saadet göğünün en üstünde seyreden Hüma kuşu demektir. Hümâ kuşu ile devlet ve saltanat ilişkisi malumdur. Terkibin başındaki “ferr” kelimesi şan ve şeref anlamındadır. Cennet v tavus kuşu ilişkisi, tavus kuşunun aslında cennetten kovularak yeryüzüne gönderildiği yolundaki bir halk inancından kaynaklanmaktadır. Şair bahçede tavusu dolaşmasını ifade ederken aynı zamanda, günümüzde olduğu gibi o devirde bahçelere süs olsun diye salıverilen tavus kuşları imajını da düşünmüş görünüyor.4 Bâkî, Hümâ kuşunun Selim’e konduğunu belirterek Selim’in devrinin başladığı ve Selim’in hizmetinde olacağını haber vermektedir. İkbâl ü baht-i husrev-i âfâk müstedâm 4

ŞENTÜRK, Ahmet Atilla, Osmanlı Şiiri Antolojisi, sf.420, YKY


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Rûh -i revân-i şâha tahiyyât ve’s-selâm “Ufuklar hükümdarının mutluluğu ve talihi sürekli olsun; padişahın (Kanûnî’nin Hakk’a) yürüyen ruhuna tazim ve selâm olsun. “ Mersiyenin son beytinde Bâkî, muhatabına dua ederek eserini sonlandırmak ister. Ufkun çokluğu yani ufuklar demek “âfâk” burada bütün dünya, dünyanın dört bir yanım doğu ve batının tamamı anlamında bir genişliği ifade etmek üzere kullanılmıştır. Akan ve yürüyen anlamına gelen “revân” kelimesi aynı zamanda ruh demek olduğundan buradaki “rûh-ı revân” (akıp giden, Allah’a ulaşan ruh) terkibindeki her iki kelime arasında bir uyum söz konusudur. Bâkî, Selim için babası gibi mutluluk ve talih dilemekte, bununla birlikte mersiyenin esas sahibi Kanûnî’nin ruhuna bu eseri bağışlamaktadır.

Son devrin ünal şairlerinden, Bâkî, Şeyhülislam Yahya ve Nedim gibi rindliği temsil eden siirlere imza atan ve onu “Rindlerin Akşamı” , Rindlerin Ölümü” tanıdığımız Yahya Kemal Beyatlı, Selîmî mahlaslı Sultan II.Selim’in bu beyti için Selimiye kadar güzel bir şiir demiştir.

Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanûnî gibi kendisi de şiirle uğraşmasına rağmen yeni ve çevik padişah Selim, ona ilgi göstermese de Sokullu Mehmed Paşa’nın himayesinde olması Baki’nin hamisizliğini bir nebze olsun engellemiştir. Selîmî mahlaslı II.Selim’den sonra tahta çıkan dedesi Muhibbî ve atası Selim’in izinden giderek kendisine Murâdî markasını seçen III. Murad’ın tahta çıkmasıyla sultanlar şairinin yüzü gülecektir. Bâkî, Selim’in oğlu Sultan Murad’a kasideler sunarak, Sokullu Mehmed Paşa’nın da korunmasıyla, müderrislik makamını korumuştur. İleri yaşlarında Edirne Selimiye Medresesi’ne müderris, Bâkî’nin bu ünlü mersiyesinin Mekke ve Medine’ye kadı olmuş ve yedinci bendinde, Selim”i oradan dönüşte İstanbul kadılığına Sanatçılar, hamiler övdüğü halde ondan ilgi yükseltilmiş, Anadolu ve Rumeli tarafından korunduğu, görememesi ılgın bir Kazaskerliği yapmıştır. sahiplenildiği durumdur. Nitekim her padişah gibi Sultan müddetçe edebiyat, Osmanlı Devleti’nin kültür II.Selim de şiirden sanat camiasında ve sanat ortamında işleyen anlayan ve Selîmî hâmilik sisteminden şairler varlıklarını mahlasıyla şiirler yazıp sultanı Bâkî de nasibini almış ve sürdürürler. Dün de, şiirleri divan edebiyatında II.Selim tarafından rağbet bugün de… yer etmiş bir şairdir. edilmese dahi Sokullu Mehmed Özellikle Nûrbânû Sultân için Paşa sayesinde Sultan Selim’den yazdığı şiirler divan şiirinin en sonra da şairler sultanı olarak şöhretini güzel örnekleri arasında gösterilir: sürdürmüştür. “Biz bülbül-i muhrik-dem-i şekvâ-yı firâkız” /Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden “ “Biz ayrılığın şikayetinin yakıcı demlerinin adamlarıyız . Sabah rüzgarı gülistanımızdan geçse, ateş kesilir. “

Buradan şunu çıkarmak gayet mümkündür: ; yalnız sanatçıların değil, hamilerin de itibarı da aynı nispette sanatçıları ne derece koruduklarına bağlanır.


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bâkî Divanı’ından… i

Sâkıyâ câm-ı mey ne hoş gül olur

Eline kim alursa bülbül olur Dir gören tâze dâgı başumda Ne güzel kırmızı karanfül olur Gam-ı zülfüñle dûd-ı âh-ı kebûd Lâcüverdî latîf sünbül olur Rişte-i mûy-ı dil-bere tolaşan Beste-i bend-i zülf ü kâkül olur Bâkîye âb-ı vasluñ irmez ise Âteş-i hecr ile yanur kül olur Minyatür: Levnî

i

Fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BÂKÎ DİVANINDA İLİMLER

Eski zamanlarda, bugünkü entelektüel kavramının yerine iki kavram yer almaktaydı. Bunlardan biri allame bir diğeri de mütebahirdir. Kökü Arapça ilm kelimesine dayanan allâme, kişinin her konuda genel bir bilgi sahibi olmasını ifade etmektedir. Kökü kısım, bölüm anlamına gelen bahr kelimesine dayanan mütebahir ise her ilim dalına ait bilgileri bilmekle birlikte bir konuya ilişkin uzman olmayı da gerektirmektedir.

Mehmet Altınova

bilme, ikincisi sadece gözlem yoluyl öğrenilen ve sonuncusu ise uygulamada ya da çağımızdaki ifadesiyle pragmatik bir biçimde öğrenilen bilgidir. Dolayısıyla bilgi ve bilginin öğrenme boyutu divan şairleri için önemi büyüktür.

Divan edebiyatının kaynakları çok fazladır.1 Bu nedenle şairler yukarıda da ifade ettiğim üzere çok yönlü olmak durumundadırlar. Allame ya da mütebahir olamak kolay bir iş değildir. İlm öğrenmek zorundadırlar. Tabii ki burada bilginin üç aşaması akıllara gelmektedir; bunlar sırasıyla ilme’l yakîn, ayne’l yakîn ve son aşama olarak da hakka’l yakîn boyutudur. Bunlardan ilki bilgiyi teorik olarak

Bâkî, sadece bir şâir değil aynı zamanda bir ilim ve medrese hocasıdır. Dönemin gereği olarak medresede yetişen Bâkî, aritmetik, cebir, geometri, astronomi, müzik gibi riyâzî ilimlerin; tıp, fizik, kimya, botanik, zooloji, mineraloji, jeoloji, ziraat, coğrafya gibi tabiî ilimlerin yanında kelâm, fıkıh, tefsir gibi dinî ilim dallarını da öğrenmiş olmalıdır.2 Süleymaniye medresesinde yetişen ve iyi bir medrese eğitimi alan Bâkî, bir dîvân şâiri olarak yalnızca soyut konulardan değil, yaşadığı dönemin gerçekliğinden de faydalanmıştır. İlim dalları da bu gerçekliğin bir parçasıdır. Bu yazıda sizlere şairin

1

2

Agah Sırrı Levend’in Eski Türk Edebiyatı Tarihi yahut Divan Edebiyatı adlı kitaplarından daha geniş bilgi öğrenebilirsiniz.

Medreselerde öğretilen ilimlerle ilgili en derli toplu çalışma Cevat İzgi tarafından yazılmıştır. Bkz. Osmanlı Medreselerinde İlim, İz Yayıncılık, 1997


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

divanında kullandığı ilim dallarını ve onlara ait örnekler sunmaya çalışacağım.

I.

Dini İlimler:

Bilindiği üzere Divan şiirinin temal kaynaklarından birisi de dini unsurlardır. Dini unsurlar birkaç şekilde divan şiiri içerisine yerleştirilebilir. Bunlardan birkaçını söylemek gerekirse hadis yoluyla, peygamberlerin ve surelerin isimleriyle, din büyüklerinin yaşadığı maceralarla, fıkıh, tefsir, tasavvuf yoluyla şiire girebilir. Örneğin; Göñül Yûsuf gibi çâh-ı zenahdânuñda kalmışdur Halâs eyle benüm şâhum ki zindânuñda kalmışdur Beytin günümüz Türkçesi; gönül, Yusuf gibi çene çukurunda kalmıştır, ey şahum beni zindandan kurtar. Görüldüğü üzere yukarıdaki beyitte gönül ile Hz. Yusuf, zindan ile zenahdan-çukur- arasında ilişki kurulmuştur. Bize telmih yoluyla Hz.Yusuf kıssası anlatılmıştır. Eşcâr-ı bâg hırka-i tecrîde girdiler Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan Günümüz Türkçesi; Eşcar-ı bağ, soyunma hırkası giydiler, sonbahar çimende çınardan el aldı. Örnek olarak aldığım bu beyitte ise dinin tasavvufi boyutunu yansıtmaktadır. Burada şeyh ve onun müridi arasındaki ilişki anlatılır. Beyitte geçen, hırka-i tecrid, el almak ifadeleri bize bu beytin tasavvufi boyutunu gösterir. II.

Tabii İlimler Medreselerde yazımın başında da ifade ettiğim üzere tabii ilimlerden sık sık yararlanılır. Şairler, salt şair değil aynı zamanda pek çok ilim dalı hakkında bilgi sahibi kimselerdi. Dolayısıyla bu bilgilerini şiirlerinde kullanmaktaydılar. Süleymaniye Medresesi’nde yetişen ve daha sonrasında oraya müderris olarak atanan şair için devrin bu ilimlerini bilmek çok yadırganacak durum değildir. Bakii tabii ilimler içerisinde sayılan tıp,

fizik, kimya, botanik, zooloji, mineraloji, jeoloji, ziraat, coğrafya ilimleri bilmekteydi. Ben, bu kısımda birkaç ilim dalına ait beytleri almakla yetineceğim. Örneğin; “Bî-derd olana eylemede turmadın devâ Ol cân tabîb hastesine eylemez ‘ilâc” “Mürdeye cânlar virür bîmâra sıhhat lebleri Hikmet-i Lokmân u i’câz-ı Mesîhâ bundadur” “Âsitânı topragından tûtiyâ-yı çeşm-i baht Hâk-pâyı cevherinden kîmyâ-yı saltanat”


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Birinci beytin günümüz Türkçesi şu şekildedir; dertsiz olana deva etki etmez, o cana doktor ilaç eylemez anlamlarındadır. Burada da Baki, tıp terimlerini kullanarak, deva, tabib, dert, ilaç, tabii ilimlerin içerisinde yer alan ilm-i tıbı kullanmıştır. İkinci beyitte yine tıp ilmine dair kelimeleri görmekteyiz. Bu beytin günümüz Türkçesi ise şu şekildedir; (Sevgilinin) dudakları ölüye canlar, hastalara sıhhat verir, Lokman Hekim ve İsa’yı şaşırtan budur.” Burada da görüldüğü üzere İsa’nın ölüleri diriltmesi mucizesinin yanında Lokman Hekim gibi tıp ilmiyle uğraşmış şahsiyete yer vermesi nedeniyle tıp ilmini kullandığını söyleyebiliriz. Üçüncü beyitte ise ilm-i kimya ilim dalını kullandığın görüyoruz. Bu beyitin günümüz Türkçesindeki karşılığı ise, baht papağanın gözü, eşik topragından; saltanat kimyası ise ayak yolu cevherindendir. Burada da görüldüğü üzere kimya ilmine ait pek çok kelimeyi içinde barındırır. Asitan, cevher ve kimya bu kelimelerin arasındadır. III.

Riyazi İlimler Matematiksel işlemlerin sonucunda elde edilen sonuçlar üzerinde duran riyazi ilimler, divan şiiri için önem arz eder. Aritmetik, cebir, geometri, astronomi, müzik ilimleri bu ilim dallarının ana öğeleridir. Baki, bu ilim dallarını da kullanara şiirlerini yazmıştır. Bu beyitler örnek olarak verilebilir; “Ko cengi çeng-i ‘aşkuñ n’eydügin bilmezsin ey vâ’iz Ne ra’nâ söyler ol çeng ile musîkârı tuymazsın” “Sabâ gibi güzâr itdüm seher gülzâr-ı medhüñde Bu ebyâtı terennüm kıldı bir mürg-i hoş-elhânî” “Dilâ câm-ı şarâb-ı ‘aşk-ı yâri şöyle nûş it kim Felekler güm güm ötsün başuña hum-hâneler dönsün” İlk beytte görüldüğü üzere musiki üzerinden zahid eleştirisi yapmaktadır. İkinci beytte ise şair kendi şiirini hoş nağmeler söyleyen kuşa benzetti. İlk iki beyitte de görüldüğü üzere musiki terimlerinden Baki, sıklıkla yararlanmıştır. Üçüncü beyitte ise astronominin en çok kullanılan terimi olan “Felek” kelimesi geçer. Felek, bilindiği üzere

divan şiirinde kader anlamını taşır.3 İkinci beyitin ikinci mısraı şu şekilde günümüz Türkçesine aktarılabilir; “Bu beyitleri hoş nağme kuşu terennüm etti.” Terennüm etmek bir şeyi ahenkli bir şekilde söyleme manasındadır. Bununla birlikte şair, elhan ifadesini kullanarak musiki terimini şiire barındırmakla birlikte terennüm etmekle bağlantı kurmuştur. Bu beyitin asıl anlamında ise genel bir musiki havasının olduğunu görüyoruz. Şair, bu beyitle kendi şiirlerinin musikili olduğunu belirtmektedir. IV. İbari İlimler İbari ilimlerden kasıt yazılı anlatıma dayalı ilim dallarıdır. Bunlar içersinde edebiyata dair unsurlar göze çarpar. Burada “şi’r”, “kelam” ve “söz” kelimelerinin geçtiği beyitlerden bir kısmını örnek olarak alacağım. “Bâkî sözini vasf-ı lebüñ şehd-i nâb ider Şîrîn kelâmı anuñ içün böyle şânludur” “Oldı vasf-ı suhan-ârâñ ile şi’r-i Bâkî Rif’at-i pâyede hem-sâye-i nazm-ı Selmân” “İrdi Selmâna sözi şi’ri kemâlin buldı Lutfuña kaldı eyâ husrev-i sâhib-dîvân” “Bâkî ne deñlü sözlerüñ âb-ı revân ise Akar su gibi yirde gerek rûy-ı i’tizâr” Birinci beyitte geçen “kelam” ifadesi bu beyiti ibari ilimler sınıfına sokmak için yeterlidir. Şüphesiz her şair sözünü ve kullandığı kelimelerin bir kelam niteliğini kazanmasını ister. Çünkü sözün katmanları içerisinde kelam en üst kısmını oluşturmaktadır. Kelam kelime anlamı itibari ile “Allah’ın sözü” olarak değerlendirilir. İncil’deki karşılığı ise logostur. Burada da şair, kendi şiirini katışıksız bal niteliğindedir, onun için şiirin kelamı bu kadar şanlıdır der. Burada da gördüğümüz üzere kendi şiirini kelam derecesinde övmektedir. 3

Felekler için ayrıntılı bilgi için bkz. İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü ayrıca bkz. Felek maddesi, İslam Ansiklopedisi, c.12, say.306 İlhan Kutluer. Konu ile ilgili en kapsamlı araştırma ise Prof.Dr. Ahmet Attila Şentürk tarafından yapılmıştır. Bkz. Osmanlı Edebiyatında Felekler, Seyyâre ve Sâbiteler (Burçlar)”, Türk Dünyası Araştırmaları , nr. 90, Haziran 1994, s. 131-180.


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Aynı durum hatırlanacağı üzere Nef’i’de de vardır.4 İkinci beyitte ise “nazm” ve “şi’r” kelimeleri geçmektedir. Üçüncü beyitte “divan sahibi” ve yine “şi’r” kelimeleri geçmektedir. Örnek olarak aldığımız son beyittin günümüz Türkçesi ise, Baki, sözlerin ne denli akarsu gibi akıp gitse de akar su gibi yerde özür dileyen yüz (kalıcı) olması gerek” der. Böylece Baki, kendi sözlerini yani şiirini övmüş olmaktadır. V.

Kitabi İlimler

Divan şiirinde kitabi ilimler önem arz eder. Kitabi ilimlerden kasıt hat sanatı gibi ustalık isteyen bir sanattır. Özellikle hat ve hat sanatına dair pek çok unsur divan şiirinde sıklıkla kullanılır. Sevgilinin yüzü mushafa teşbih edilip, üzerindeki tüyler adeta bir nakış gibi hat sanatı ile ayetler işlenmiştir. Geçmişten günümüze hat sanatı gelişen teknik ve anlayışlarla devam etmiştir. Osmanlı döneminde hat sanatı yahut güzel yazı yazma sanatı önemliydi. Yeni yapılan mimari yapıya ya tarih düşürmek için ya da işlemelerinin yapılması için özel olarak hattatlar tutulurdu. Örneğin; Hat-ı nazm-ı pâki çemenzâr-ı cennet Elinde kalem çeşme-i âb-ı Kevser Sevâd-ı hatt içinde noktalardan Şeb-i târîk içinde şekl-i Pervîn Şair, birinci beyitte hat, nazm, kalem ifadeleriyle tenasüp ilişkisi kurarak, ikinci beyitte ilkinden farklı olarak sevad ve nokta ifadelerine yer vererek hat sanatına ait unsurlarını kullanmıştır. Sonuç olarak Baki, şiirlerinde medreseden öğrendiği ilim dallarına ait bilgileri şiirlerinde kullanmıştır. Musikiden astronomiye, kimyadan tıp 4

Nef’i’nin “Sözüm” redifli kasidesi kendini övdüğü en iyi şiirlerden biridir. Fakat kelam ile laf arasındaki katmanları anlam için onun başka bir şiiri olan şu şiir idealdir, “Tut-i mucize guyem ne disem laf değil Çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil.” “Laf” kelime anlamıyla çer,çöp veya gereksiz söz anlamlarındadır. Bu nedenle şair, sözlerinin laf derecesinde olmadığını vurgulamaktadır.

ilmine pek çok alanda bilgi sahibidir. Hatta bu ilim dallarının tüm inceliklerini bildiğini onun yaptığı nüktelerden yahut beyitin içindeki diğer çağrışımlarla ilgi kurmasından anlaşılmaktadır. Dolayısıyla şair, bu dallara ait terim anlamları şiirinde adeta raks ettirmektedir.


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Remilci Dükkanında Bâkî Kalan Sırdem Kemiksiz

1526 yılının bir İstanbul sabahında hava yeni yeni ağarmaya başlıyordu. Fatih Camii müezzinlerinden Mehmet Efendi ezanı okumuş evine gidiyordu. Camiinin önündeki selvi ağacına kuşlar konmuş ötüşüyordu. Ağacın altında bir yumurta ilişti gözüne. Terk edilmiş gibiydi. Tam elini uzatıp onu yerden yüksek bir yere kaldıracakken bir kuş geldi ve Mehmet Efendi’ye acı bir çığlık atarak alıp uçtu yumurtasını. Evlat sahibi olmak böyle bir şey dedi içinden. Bu kutsal hissi kalbinin derinliklerinde hissediyordu.

gelecekte ne denli güçlü bir şair olacağının sinyallerini ta o zamandan göstermiştir. Birçok şairin uğrağı haline gelen Bayezid Camii’nin avlusundaki küçük remilci dükkânı Zâtî’nin çabalarıyla toplanıyordu. Bâki bu dükkâna geldiğinde henüz on sekiz yaşındaydı. Yazdığı şu gazeli Zâtî’ye sundu: Her kaçan gönlüme fikr-i ârız-ı dilber düşer Guyiyâ mir’âta aks-i pertevi hâver düşer (Gönlüme ne zaman güzelin yanağının düşüncesi düşse, aynaya doğunun ışığının aksi düşmüş gibi olur.)

Evine vardığında karısını ve pek çok kadını aynı odada bir şeylere koştururken gördü. Karısı doğum yapmış olmalıydı. Zâtî bu gazelin bu yaşta bir Bekledikleri evlatları gence ait olduğuna inanmadı Mahmut Abdülbâkî ve ona ‘’intihal’’in (alıntı doğmuştu. Sevinçle ifadeler kullanmak ve buna gözleri ışıldadı ve dair kaynak göstermemek) odaya koştu. ne kadar kötü bir şey Geleceğin olduğunu anlattı. Ancak Sultanü’ş şuarası Bâkî onu inandırmaya masumca kararlıydı. Zâtî ‘nin kendisini uyuyordu.

. Bâkî’nin: Gülşen istersen işte meyhâne Gül-i handân gerekse peymâne matlâlı

gazelini de görünce ona inanmış ve uzun uzun överek dua etmiştir. Zâtî ile imtihan etmesini istedi. Bâkî’nin usta çırak ilişkisi Yıllar geçti. ise böylece başlamış olur. Mahmut Abdülbâkî fakir Bâkî’nin Zâtî ile olan bu ilişkisi bir ailenin çocuğu olmanın adını daha geniş çevrelerde yükünü omuzlarına almıştı. Babası yankılanmasına olanak sağlamıştır. Bu esnada Mehmet Efendi Fatih Camii müezziniydi ve o Bâkî’nin hocası Mehmet Efendi için yazdığı da camide serraçlık yapıyordu. İlme meraklı ve “sünbül” redifli kasidesi dilden dile dolaşmaya okuma isteği ile doluydu . Önceleri ailesinden başlamış, öyle ki Mehmet Efendi’ye sünbül gizlice gittiği medreseye artık ailesi de sıcak diye seslenenler olmuştur. bakıyordu. Kabiliyetiyle herkesi şaşırtan bu genç, şiirleri ve güçlü kalemiyle de dikkatleri üzerine toplamaya başlamıştı. 35 Kendisine olan bu özgüveni doğrultusunda Bâkî mahlasını kullanmaya başlamış ve adeta

Bâki’nin asıl ününü kazanma zamanı nihayet gelmiştir. Kanuni’nin Nahçevan seferinden dönüşünde ona bir kaside sunmuş,


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kanuni de ondan iltifatını esirgemeyerek onu himayesini alıp ömür boyu kollamıştır. Kanuni’nin de Muhibbi mahlasını kullanarak güçlü bir şair olduğunu göz önünde bulunduracak olursak Bâkî’nin Kanuni’ye nazire yazması oldukça doğaldır. Bu nazireleri padişaha bildirmek için yazdığı mektubun bir kısmı şöyledir: (Günümüz Türkçesiyle) “Sultanım hazretlerinin temeli mutluluk olan katların toprağına alçak gönüllülükle eğilip yüzümü koyduktan ve ömürlerinin ve devletlerinin günden güne artıp çoğalması dualarını gereği gibi yerine getirdikten sonra bu değersiz kulların arz etmek istediği odur ki devletlü ve saadetlü padişah hazretlerinin bu taraflara iki tane seçme ve benzersiz değerde gazelleri geldi. Bu küçük kulunuzun güçsüzlük ve eksiklik içinde bir tanesine iki nazire demekliğim müyesser oldu. Doğrusu budur ki sizin şerefli gazelinizin ilk beyti olsun, son beyti olsun ya da öteki yüce beyitleri olsun, eşsiz ve benzersiz düştüğünden başka, özellikle Eğrilik olsa aceb mi kâfirî mihrapta beyti, ulu Tanrı’ya and olsun öylesine

baş çekmiş bir beyittir ki buna hiç nazire söylenmez. Bunca zamandır ki Acem şairleri olsun, Türk şairleri olsun, mihrapla ilgili nice sözler söylemişlerdir. Böylesine görenleri güzelliğinden dolayı şaşırtacak bir inceliği şimdi gördüm. Bütün eksikliklerden uzak ve adı yüce olan Hakk Taâlâ Hazretleri kerem ve ihsan buyurarak ömürlerini ve devletlerinin arttırıp dünya ve ahret dileklerini gönlünce versin. Bâkî, melek-huylu yüce zatınız hep, yücelik ve ululuk Tanrı'nın korumasında 37 olsun. Çünkü o kullarını gerçekten esirgeyicidir.’’ Yoksul kulunuz, güçsüz Bâki’den. Bâkî zamanla 16. Yüzyıla damgasını vuracak güçlü bir şair olmuş ve meclislerin aranan ismi haline gelmiştir. Kendine özgü bir üslubu olan Bâkî rind bir şair olmanın yanında tabiata da şiirlerinde gerektiği yeri vermiştir. Onun şiirlerinde tasavvufi unsurlara rastlamak mümkün değildir. Onun aşkı, beşeri aşktır.


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bâkî zamanla “Melikü’ş-şu’âra yeniden umutlanmış olsa da bu makama Hoca (şairlerin meliki)” veya “sultan-ı şâirân Sun’ullah Efendi getirilmiştir. Bu durum onu (şairlerin sultanı)” sıfatlarının ardından son bir hayli yıpratmıştır. Yaşı yetmişin üzerindedir olarak “Sultanu’ş-şu’âra (şairlerin sultanı)” ya ve hastalanarak yatağa düşmüştür. Bâkî, 7 dönüşmüş ve bütün edebi kaynaklara adını Nisan 1600 yılında vefat etmiştir. sıkça bu unvan ile yazdırmıştır. Sultan II. Doğumunun 490. Yılında, Selim devrinde alıştığı hayat bizler de edebiyatın zirvesi olan standardı ve kalitesiyle tam 16. Yüzyılı en iyi şekilde bir bürokrasi insanının Bâkî zamanla “Melikü’şanlatan, aşkı, eğlenceyi, timsali olan Baki ilmini şu’âra (şairlerin meliki)” tabiatı sevdiren sürekli genişletmiştir. veya “sultan-ı şâirân Sultanü’ş Şuara’yı Ancak onun gözü (şairlerin sultanı)” saygıyla anıyoruz. ilmiyenin son sıfatlarının ardından son kademesi olan olarak “Sultanu’ş-şu’âra şeyhülislamlıktadır. (şairlerin sultanı)” ya Buna rağmen bu dileği dönüşmüş ve bütün edebi mümkün olamamış kaynaklara adını sıkça bu ayrıca bu hırsı yüzünden unvan ile yazdırmıştır. Rumeli kazaskerliğinden de uzaklaştırılmıştır. Yaşı yetmişin üstüne geldiğinde, şeyh’ül- İslam olan arkadaşı Hoca Sadeddin vefat eder. Bâkî şeyhülislamlık için


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KANUNİ MERSİYESİ’NDEN I. BENT Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı 'ömr Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng Ahır mekânun olsa gerek cür’a gibi hâk Devrân elinde irse gerek câm-ı 'ayşa seng İnsân odur ki âyine-veş kalbi sâf ola Sînende n'eyler âdem isen kîne-i peleng 'İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusı Yitmez mi sana vâkı'a-i Şâh-ı şîr-ceng Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa'âdet ki rahşına Cevlan deminde 'arsa-i 'âlem gelürdi teng Baş eğdi âb-ı tîğına küffâr-ı Üngürüs Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng Yüz yire kodı lütf ile gül-berg-i ter gibi Sandûka saldı hâzin-i devrân güher gibi


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Baharda ve Sonbaharda Bâkî 1526’da bundan tam 490 yıl önce İstanbul’da dünyaya gelen Bâkî, fakir bir müezzinin oğluydu. Çocukluğunda saraç1 çıraklığı yaptı, içindeki bitmek tükenmek bilmeyen öğrenme aşkıyla medreselerde okudu ve büyük bir şair oldu. Saraylarda yaşarken, halktan olduğunu da unutmadı.1600 yılında hayata veda eden Bâkî yaşamı tüm güzellikleriyle idrak edebilmenin peşinde oldu. İşte bu güzelliklerden en önemlisi kendini bulduğu tabiattı.

Ayşe Bengisu AKDAĞ

Servet-i Fünun edebiyatından sonra şairler, yazarlar, bunalımlarını, yalnızlıklarını, hastalıklarını sonbaharda yaşamış, sonbaharda bulmuştur.

Bâkî’nin baharı sevmesinde sadece tabiatın güzelliği değil tabii ki beyitte de bahsetmiş olduğu, Divan Edebiyatının vazgeçilmez unsuru “sevgili” etkilidir. Bahar onun için sevgiliyi hatırlatmaya vesile olan bir tablodur adeta. Yine yukarıdaki beyitte, bunun somut açıklamasını “nakş u nigâr” kalıbında Bâkî, zevkine düşkün bir şair görmek mümkün. “Nigâr kelimesi hem olarak doğal olarak baharı seven bir resim, hem de sevgili manasına şair olmuştu. gelir. Sevgili de bahar da Mevsimlerin insan resim tesiri uyandırırlar. “Bağ pür-nakş ü nigâr oldu psikolojisi üzerindeki Nakş kelimesi de resimle baharı severim etkileri ilgilidir.”3 Osmanlıca düşünüldüğünde Mâilim nakşına gayrette sözlüğe4 baktığımızda bahar, divan şiirinde nigârı severim” “nakş”ın “1. resim, tasvir, deliliğin arttığı beyti de bunun bir kanıtı. suret” , “5. Görünüş, mevsim olarak söz Esasında Divan Edebiyatı’nın çekicilik” olarak konusu edilir. genelinde “bahar mevsimi” tanımlandığını görmekteyiz. hâkimdi. Bahar, haz ve aşka fazla Bâkî çok yerde, insanla düşkün şairlerin ruhuna sıcaklığını tabiat arasında veya tabiatla sevgili veren bir mutluluktu. Hatta “mevsimlerin arasında ilişki kurar. Ayna misali tabiatta insan psikolojisi üzerindeki etkileri insanı, insanda da tabiatı görür. Bu yüzdendir düşünüldüğünde bahar, divan şiirinde deliliğin ki sevgiliyi hatırlattığı için aslında sever tabiatı. arttığı mevsim olarak söz konusu edilir.”2 Burada, üniversitede birinci sınıftayken Tabiat, genel olarak da divan şiirinde en çok ezberlediğim Nedim’e ait çok sevdiğim şu beyit işlenen konulardandı. Çoğunlukla divan şâiri de birden geldi aklıma; “Gülüm şöyle gülüm tarafından hüner göstermek için bir araç böyle demektir yare mu'tadım; / Seni ey gül olarak kullanılırdı. Buna karşılık, Tanzimat ve sever canım ki canana hitabımsın” Özünde sonraki edebiyatımıza baktığımızda bunun tam aynı düşüncenin dile getirdiği bir beyitti bu da. tersi olduğu, “sonbahar”ın hâkim olduğu Bâkî, sevgiliyi hatırlattığı sebebiyle tabiata olan görülür. Romantizmin yayılmasıyla özellikle sevgisini dile getirirken, bu aşk duygusunun 1

Koşum ve eyer takımları yapan ya da satan, işleyen ve süsleyen kimse. Ayrıca deri, muşamba gibi gereçlerden bavul, çanta yapan kimse. 2

Zehra Göre, “Divan Şiirinde “Cünun Eyyâmı” Olarak Bahar”

3

Mehmet Kaplan, “Bâkî’den Beyitler ve Mısralar”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, Dergah Yay., İstanbul, 2014, s.198 4 İsmail Parlatır, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Yargı Yayınevi


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

gazelinde çok ince bir şekilde gözler önüne serilir: “Ergavânî câme geymiş ol gül-i gülzâr-ı cân Bâg-ı hüsn içre nihâl-i ergavân olmış hemân Ergavânî câmeñi görüp n’ola kan aglasam Yaraşur âb-ı revâna karşu zîrâ ergavân Lâlezâr itmiş letâfet gülsitânın ser-te-ser Ruhlaruñla ergavânî câmeñ ey nahl-i revân Ergavânî câmeñ içre oldı cismüñ ey perî Ergavânî cild ile gûyâ kitâb-ı Gülsitân Serv-kadsin serve ‘âdet sebz-pûş olmag iken Ergavânî câmeye girmek neden ey nev-cevân Kanına girmiş boyınca Bâkî-i dil-hastenüñ Ergavânî câme geymiş sanmañ ol serv-i revân” 6

kendi gözünde dış âlemi nasıl güzelleştirdiğini şu sözlerle ifade eder: “Saçıldı cür’a-i cân-ı muhabbet bağ-ı Rıdvan’a Suyun Kevser nebatın ney şeker hâkin abîr itti” Aşk duygusuyla tabiatı daha bir başka gören şair bu heyecanla yaşamaya çağrılarda bulunur beyitlerinde: “Nevbahar oldu gelin azm-i gülistan idelim Açalım gonca-i kalbi gül-i handan idelim” Bâkî bu satırlarda “tabiatın güzelliğini, sevme ve yaşama sevincini telkin eden bir hayat felsefesi ortaya koyar. Bâkî’ye göre Tanrı, kâinatı insanlar içinde yaşasın ve mutlu olsunlar diye yaratmıştır.” 5 İnsan ile tabiat arasındaki ilişki ve uyum, özellikle tabiatın renklerinin insanlara, kıyafetlere yansıması konusunda Bâkî’nin şu

5

Mehmet Kaplan, agm.

Mehmet Kaplan’a göre divan edebiyatında pek az şair, insan ile tabiat, çevre ile kültür arasındaki benzeşme ve ilişkiyi Bâkî’nin bu gazeli kadar açık seçik, güzel gösterir.

Peki, Bâkî baharı bu kadar seviyor, bu kadar en müstesna gazellerle tasvir ediyordu da “hazan”ı hiç mi yaşamıyordu? Tabii ki divan edebiyatında ne kadar geniş yer tutsa da tek mevsim bahar değildi. “Hazaniye7”ler de geniş yer tutuyordu. Bu türün en ünlü kasidelerinden biri de Bâkî’ye aitti. Kaside, “ ân” kafiyesi ile yazılmıştır ve kafiye olarak kullanılan kelimelerde fazla 6

Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün Nesip bölümünde sonbahar ile ilgili unsurlara yer veren kasidelere “hazaniye” adı verilmektedir. Pek çok araştırmacıya göre yılın dört mevsiminden üçü olan bahar, kış ve yaz, sırasıyla “bahariye”, “şitaiye” ve “temmüziye/sayfiye” isimleriyle zikredildiği halde, sonbahar mevsiminden ve bu mevsimi konu alan “hazaniye”lerden pek söz edilmediği görülmüştür. 7


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

tekrara düşülmemiştir. Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencilerinin içindeki bir beyti8 özellikle yakînen tanıdığı o gazel: :) “Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan Düşdi çemende berg-i dıraht itibârdan Eşcâr-ı bâg hırka-i tecrîde girdiler Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan Her yañadan ayagına altun akup gelür Eşcâr-ı bâg himmet umar cüy-bârdan Sahn-ı çemende turma salınsun sabâ ile Âzâdedür nihâl bu gün berg ü bârdan Bâkî çemende hayli perişan imiş varak Beñzer ki bir şikâyeti var rüzgârdan” Lise yıllarımızdan beri öğrenegeldiğimiz, “divan şiirinde bütün değil parça esastır” açıklamasına aykırı olarak Bâkî’nin bu gazelinde baştan sona kadar aynı konu, aynı duygu ele alınmıştır. O duygu ki hazanda oluşan elbet hüzündür. Şairin kendisine ait değil, bizzat tabiattan çıkıp gelen hüzündür. “Adeta bir parnas şairi gibi, onu, hüznü, objektif bir gözle seyrediyor. Başka bir ifadeyle tabiatın hüznü de şairin dışında tasvir edilecek bir ‘obje’dir.” 9

“Nam u nişâne kalmadı fasI-I bahardan Düşdi çemende berg-i dıraht itibardan” matIalı gazelini göstererek, "Onun bir eşini daha çok güzel ve daha derin olmak şartıylabulabilmek için Yahya Kemal'e kadar çıkmak lazımdır"10 demektedir. Bâkî, tıpkı hayatında da baharı ve sonbaharı yaşadığı gibi, sanatında da baharı ve hazanı yansıtmıştır. Beyitleriyle devrini aşan, beşerî ve ebedî duygu ve düşüncelere yükselmiştir. Bizler de vücuda toprağa karışan şairi, toprağın bahar koktuğu bu ay, doğumunun 490. Yılında anıyor, rahmet diliyoruz…

"İlk Sonbahar Şiiri" başlıklı bir yazısının hemen ilk cümlelerinde, "Eski şiirimizde tek bir mevsim vardır, o da bahardır. Bazı mesnevilerde ve bilhassa kaside nesiplerindeki kış ve yaz tasvirleri bir tarafa bırakılacak olursa, bu şiir tek ve yekpare bir mevsim içinde yaşardı, denebilir" değerlendirmesinde bulunan Ahmet Hamdi Tanpınar, bunun tek istisnası olarak, Baki'nin, 8

Sözkonusu beyit, gazelin ikinci beytidir ve lisans 1. Sınıfta Edebiyat Kuramları dersinin sınavında sorulmaktadır :) 9 Mehmet Kaplan, “Bâkî’den Bir Sonbahar Manzarası”, Edebiyatımızın Bahçesinde Dolaşırken, Degah Yay., İstnabul, 2007

10

Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Bu temrinler eski şiiri hakiki bir atölye çalışması haline getiriyordu. Fuzuli, Necati Bey’e seslenir; Bâkî, Fuzuli’yi; Nedim, Bâkî’yi hatırlar. Öbür yandan bugün sadece ilhamın birkaç modada hapsolmasına bakarak kötülediğimiz nazîrecilik, şaire, dile ve geleneğin bütün üslûplarına, tasarrufu temin ediyordu. Sanatta bu cinsten tasarruf, dünyasına tasarruftan başka bir şey değildir. İyi düşünülürse bu temrinleri garplı ressamların müze çalışmalarına benzetmek mümkündür. Ve neticeleri de öyle olmuştur. Eski şiirin kendisine mahsus bir académique*’i vardır.”1 *Kurallara, modellere ve ust-çırak geleneğine bağlı çalışma.

AHMET HAMDİ TANPINAR

1

Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, bs.24, Dergah Yay., İstanbul, 2015, s.42


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MUHAYYİLE

Hatice TÜRK

Geçen gün ellerim ceplerimde Prof. Tezok Caddesi’nde tipiye karşı yürüyordum. Elbette bu, spor maksatlı boş bir yürüyüş değildi. Tabi ki spor yapmayı boş görmüyorum, demek istediğim bunun bir amacı olduğuydu. İster istemez birahane önlerine döşenmiş, geceleri mavi yanan taşları saymışım. Tam kırk yedi tane. Her birahanenin önünde bunlardan beş tane olduğunu varsayarsak -aşağı yukarı öyle- bu caddede ne kadar çok aylak insan mekanı var anlamış oluruz. İnsan beyni saniyede pek çok işi aynı anda tasarlayıp yapabilecek bir güce sahip. Ağzımdan çıkan buharın yağmurdan toprağa oradan da bitkilerin damarlarına olan yolculuğunu tasavvur ederken bir yandan da Steinbeck’in roman boyunca bir eliyle cebindeki ölü fareyi okşayan hastalıklı ancak saf olduğuna iknaya çalışılan şu karakterini nasıl bir kafayla vücuda getirdiğini anlamaya çalışıyordum. Nasıl bir hayal gücü? Roman karakterlerinin yalnızca hayalden oluşmayacağını bildiğimden olsa gerek beynimin bir köşesinde ne olur yalnız hayal olsun, diye dualar eden küçük bir şaman buluverdim. Hızla geçen arabalar rüzgarı keskinleştirip gırtlağıma dayadı. Bademciklerimi aldırmam gerekeceği için üzülüyorum. Onları seviyorum. Geçen kış on tane antibiyotik iğne yememe sebep oldukları halde. Sevgide zirve olduğumdan değil. Bu yaşta bir kızı sokakta babasının kucağında taşımasını makul kılan resmi birer belge oldukları için seviyorum. Her güne bir tane. Uyuyor numarası yapmama gerek yoktu. Gözlerimi iyice kısıp adımlarımı sıklaştırdığımda bilmiyorum ne düşünüyordum. Yol uzayıp gidiyordu önümde… Petersburg caddelerinden birinde buluveriyorum kendimi. Göz gözü görmüyor

tipiden. Sağ elimde bir çanta var. Kalıp gibi, yıpranmış deriden. Metal sapından tutuyorum. Boyutuna göre ağır, içinde ne var bilmiyorum. Ellerim… Ellerim Gepetto ustadan dem vuruyor. Yüzüme dokunuyorum alelacele. Çenemin dört parmak altında biten keçi sakalım, dudaklarımın üstünde irice bir burnum, küçük ve yusyuvarlak gözlerimin önünde hayata açılan bir pencere gibi yine gözlerimin yuvarlaklığıyla uyumlu gözlüklerim var. Duraksayıp ayakkabılarıma doğru bakıyorum. “Neyse ki arada göbeğim olmaksızın ayaklarımı görebiliyorum” diyorum. Ancak çok duramıyorum, kendimi incelemeye fırsatım yok. Acelem var belli ki. Koşar adımlarla, çenemi ve yanaklarımı kaşkoluma saklamaya uğraşarak tipiye karşı yürüyorum. Az önce bin bir düşünceyle rahvan giden ben, Rus edebiyatından fırlamış bir karakter olarak şimdi nereye koşuyordum? Ay yoktu gökyüzünde.


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Sokak lambalarının cılız ışığında hızlı geçen bir yolculuktan sonra parmak uçlarımı ısıran soğuktan maundan yapılmış dar bir kapıdan geçerek halas oldum. Kısa bir holün tam ortasında yükselen minare merdivenine benzeyen tahta merdivenleri gıcırdatarak kapıyı açan şişman adamla yukarı çıktık. İki basamakta bir arkama dönüp onun daracık merdivenlere nasıl sığabildiğine hayret etmeyi de ihmal etmedim. Gaz lambasının loş ışığında duvarlarında gölgeler oynaşan bu izbe yer daha da sefil gözükmüştü gözüme. Gariptir ki ben de dahil her şey bu sefillikle bir bütün halindeydi. Sırıtan tek şey yoldan beri duyulan Samsung marka telefonun daktilodan esinlenilmiş tuş takımı sesleriydi. Kimse bundan söz açmadı. Tarihin koridorlarında hiç açılmamış ancak var olduğu herkesçe bilinen pek çok sandıktan biriydi bu konu belki de. Her neyse. Bir zamanlar eminim ki güzel renklere sahip perdeler, çok da emin değilim nitekim her zerreye bir ortaçağ klişesi sinmiş, şimdi pencerelerde ne işe yaradıkları pek bilinmeyen ama yine de orada durmayı sürdüren birer demirbaşa dönüşmüşlerdi. Bir tanesi belki olmayan ay ışığından bir miktar faydalanmak için belki de arada bir dışarıyı gözetlemek maksatlı aralanıp ancak her bakıştan sonra öylece unutulup odada tek büyük eşya olan beyaz-gri çarşaflı karyolanın demir başlığına ilişmişti. Yatakta kalın yorganın hızlıca çıkarılıp yerde bırakılmış bir don gibi kullanılmış, iğreti görüntüsünün altında bir insan olduğunu şişman adamın o ismi telaffuz edişiyle anladım. -Führer! Sonu umurumda olmadığı halde yaşamaya devam ettiğim bir Rus romanında Yahudi sabunu fabrikatörüyle karşılaşacağımı kim tahmin edebilirdi ki? Yavaş yürümeme rağmen gıcırdayan tahta zemini yıllar kadar uzun sayılabilecek bir müddette geçtim ya da bana öyle geldi. Çünkü benimle yürümek yerine kapının yanında duran şişman adamda bir

yaşlanma belirtisi yoktu. Yatağın yanındaki lüzumsuz eşya dolabına benzeyen komodinin üstüne çatlak bardağı hafif ileri doğru iterek çantamı koydum. Bu arada ikinci sesleniş duyuldu. -Führer! Kalk lanet olası! Bir diktatöre böyle seslenip de iki dakikadan fazla yaşayan muhtemelen dünya üzerindeki tek adamı –adamı diyorum çünkü diktatörlerin de azarlayan anneleri ya da trip atan sevgilileri olabilir- görebildiğim için bir an kendimi önemli biri gibi hissettim. Hatta bir yandan hafif ama şaşkınlıkla dolu bir sırıtış bile sergilemiş olabilirim. Yatakta yaslanmış ya da yatar bulmayı umduğum bir ölü henüz nasyonal sosyalist partinin başında üniformasını yeni ütüsüyle giymiş olarak dimdik karşıma çıktı. O ayağa kalktığı anda arka fonda hangi ülkeye ait olduğunu bilmediğim bir marş çalmaya başladı. Sanki bu marş İtalyanca, Almanca, Rusça, Japonca, Korece, İngilizce dillerinde aynı anda söyleniyordu. Sesteki karışıklıktan kimin olduğu anlaşılmasa da biliyordum, hepsi aynı şeyi söylüyordu. Ellerim komodin üzerindeki çantama gitti istemsiz. İçinde bulacağımı umduğum şeyler yoktu. Elime ilk değen nesneyi aldım. Kar gibi beyaz pamuktan birer küçük parça koparıp kulaklarıma tıkadım.


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Şükrü Erbaş İle Söyleşi

Begüm Çalışkan

İNSANIN ACISINI ALAN İNSAN ADI/NA… “Ne sözcükler göverdi elimi değdiğim yerden Ne dilimden ezgiler döküldü durup dururken Onları ben bir bir doğurdum İnancın acı yükü Ve bunlu baskınıyla acıların Çırpınan yüreğimden kıvranan beynimden...” 1 Bundan yıllar önce bir söyleşinizde ‘’Şükrü Erbaş kimdir?’’ sorusunu cevaplarken şu ifadeyi de kullanmışsınız: ’’Arabasını yıldıza bağlamış bir dinozor.’’ Dinozorlara karşı garip bir ilgim olduğundan seçip aldım bunu sanırım, dikkatimi çekti. Şükrü Erbaş’ın arabası bugün hala aynı yıldıza bağlı mı? Ya da değişen nedir? Belki araç değişti belki yıldız değişti bir gezegen oldu… Hâlâ bağlı, sanırım bu gidişle orada bin yıl daha duracak. İnsan, hayata ilişkin hayallerini, tasarladığı geleceği, arzularını, heveslerini, hiç olmazsa birkaç cümle boyu gerçekleştirebilse, arabayı çözecek ama ne yazık ki bizim gibi ülkelerde toplumsal gerçeklik, her geçen gün daha da ağırlaşarak, insanı tüketen, çürüten bir kötülüğe doğru gidiyor. Biz eğer o arabayı yıldıza bağlamazsak, aldığımız her soluk bizi her gün biraz daha küçültecek. Yıldız bizim ütopyamız. Araba kalbimiz. Rüyamız. İnsan olabilme erdemimiz. Hayatımıza saygı duyabilmek için hepimize bir yıldız gerekli. Yoksa, gerçeklik dediğimiz zulüm, bizi, canlı hiçbir varlığı sevemeyen canavarlara dönüştürecek. Dinozora gelince... Her şeyin un-ufak olduğu bu belleksiz zamanda, geçmişi hatırlayan, yarattığı değerlere saygı duyan o kadar az insan kaldı ki...

1

Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 1, "Bir Şiir Sonrasında", Kırmızı Kedi.

"Ki incecik bir hüzündü yüzüm Yakıştı yaşadığıma, yaşamadığıma" Onlara bir göndermedir ve benim için çok değerlidir. ‘’Sana bir cümle kurdum çocukluktan Kitaplar dolusu suç buldun bana Ben, şu geceyi harfleyen Sen, gündüzü başkalarından okuyan…’’

2

-Şiirinizle bağlantılı olarak; çocukluk, gençlik yılları şairin şiirinde nerededir? Şiirin yörüngesini belirleyen unsur ya da unsurlar nedir? İki yaş süreci de ama özellikle çocukluk sonsuz bir hazinedir. İnsan yaşadığı bütün bir ömrü 2

Şükrü Erbaş. Bütün Şiirleri 3, "Cümle", Kırmızı Kedi.


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ancak çocuklukla karşılaştırarak anlar, sever, büyütür, güzelleştirir. Çocukluk, bizim bütün yaşlarımızı istençli-istenç dışı, durmadan aynasına düşürdüğümüz bir yitik cennettir, bir sonsuzluktur. Ne kadar acı, zor, yoksunluklar içinde geçerse geçsin, ondan sonraki bütün zamanları, biz ancak çocuklukla bir değere, bir yaşama gücüne dönüştürürüz. Yazan birisi için, hangi yaşta, hangi gelecek zamanları yazarsa yazsın, kaleminin ana mürekkebi çocukluktan gelir. Bir şairin şiirinin yörüngesini hangi unsurların belirlediği, onun içine doğduğu, yetiştiği zamanların, mekânların, coğrafyanın sosyo-kültürel mayasıyla ve hayata-geleceğe ilişkin oluşturduğu ideolojik-etik değerlerin neler olduğuyla bire bir ilişkilidir. Bu iki öbeği oluşturan olgular kâh çatışarak, kâh örtüşerek bizim yazacaklarımızın temel dayanaklarını, izleklerini, imge atlasını belirleyecektir. -Neruda diyor ki: ‘’Şiir boşuna yazılmış olmayacak.’’ Ve siz de şu dizeleri dillendirmişsiniz: ‘’Şimdi ben bunca şiiri/Yazdım da ayrılıklar mı bitti.’’ Ve bana soruyu yine şiirinizin adı veriyor ‘’Sonuç?... ‘’ :)

Elbette, şiir ve sanatsal yaratıcılığın alanına giren hiçbir insan edimi, etkinliği, yaratısı boşuna yapılmış olmayacaktır. Aksini iddia etmek ahmaklıkla iştigal etmektir ki bizim kalbimizin de aklımızın da çok uzağında bir sefalettir bu. Ağzımızdan çıkan her bir ses boşlukta dolanır durur. Ta ki bir kalbe, bir başka sese, bir insana, bir hevese değene kadar. Ancak, şair dediğimiz aklı evvel de insanlar içinde bir insandır ve zaman zaman simsiyah kesilebilir. Bu zamanlarda söyledikleri de simsiyah bir siteme dönebilir. Bunda bile çok hakiki bir umut vardır. Okuyabilmek gerek... ‘’Şimdi ben bunca şiiri Yazdım da ayrılıklar mı bitti. Kim eşiğinden çıktı da dışarı Ben yalnızım, bunaldım Ne olur bir ses Diye birini ünledi’ ’3

3

Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 2, "Sonuç?..", Kırmızı Kedi.

-Şiirin travmatik bir yaratım süreci olduğunu ve hatta bu süreçteki psikolojiyle yaşanamayacağını söylemişsiniz daha önce. Ve ayrıca şairin şiiri yaratırken başka bir dünyaya açıldığını… Buradaki sorum şu: Başka bir dünyaya gidip de bu dünyadan bir şeyler anlatmak nasıl bir azaptır ya da nasıl bir zorluktur? Elbette, bir odanın kapısını açıp geçmeye, çıkarken de kapamaya benzemiyor bu. Siz, çatıştığınız gerçekliğe karşı kendinize yeni bir var oluş alanı açıyorsunuz. Size azap veren ne varsa, dilin bütün olanaklarını kullanarak, azap olmaktan çıkarmaya çalışıyorsunuz. Azap veren dış gerçekliği hemencecik fiilen değiştirme olanağı olsaydı, pat diye gider onu ortadan kaldırırdınız, böylece, saatlerce, günler çırpınıp durmaya gerek kalmazdı. Ancak ne yazık ki sanatsal yaratım buna yetecek bir insan edimi değil. Azabınızın kaynağı ile yaşamaya devam ediyorsunuz. Ama onu, sizi ezen tahtından, hiç olmazsa dille indirerek, katlanabileceğiniz bir uzaklığa öteliyorsunuz. Öyle bir paradoksu var ki bunun, acınızı yazıyla daha da yoğunlaştırarak, gerçeklikte yaşadığınız acıya dayanabilme, giderek onu yaşama gücüne dönüştürme simyacılığı yapıyorsunuz bir anlamda.


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

‘’Odalar odalar odalar Birbirine giriyor birbirinden çıkıyor Sonra sokaklarda dik kafalı bir yalnızlık Dönüp yine odalarda kederleniyor. İnsan yoruluyor sevgilim Yaralı bir zamanla kendini sevmekten’’4

-Kahin Rimbaud şöyle der Izambard’a mektubunda: ‘’Şair olup görülmezi görmek, bilici kılmak istiyorum kendimi.’’ Şair görülmeyen güzelliği bulup da gösteren kişi midir? Ya da şair diğer insanlardan farklı bir göze mi sahiptir? Belki de altıncı bir duyu… Böyle bir boyutu da var kuşkusuz. Mistik, metafizik bir şeydir demiyorum elbette. Aslında yapılan şu: insanın gözünü, hayal gücünü, kalbinde donmuş var oluş çekirdeğini, gövdesinin bunalmış güzelliğini; gündelik bilincin, verili aklın, ortak bir forma indirgenmiş duyarlılığın, vicdan ve günah cenderesinin ağır örtülerinden kurtarmaya çalışıyorsunuz. Bunu en başta kendiniz için yapıyorsunuz. İnsanların adını koyamadıkları bunaltıyı, huzursuzluğu, onlara harflerle işaret ediyorsunuz. Sonrası, onların kabının büyüklüğü ya da küçüklüğü ile ilgili bir haldir. Bu, biliciliğin ne kadar alanına girer bilmiyorum açıkçası. İnsan zihninin sınırlarını bilmeyenler için bunda tanrısal bir güç bulunabilir ama bence sanatsal yaratı da insanın doğal davranış türlerinden birisidir. Azıcık kapalı seyreder o kadar!

-Güzelliklerin yanında elbet bir de acılar var. Mayasında acı olmayan, keder bilmeyen kişi şair(!) olmayı isteyip de masa başında yazdıklarıyla nereye varabilir? Ya da ortaya çıkan metinlere ne denir? Nereye varacak, en fazla yan odaya geçer, salona gider, döner gelir o masada, merdiveni bilmem kaçıncı kez icat etmeye devam eder. Derdi olmayanın sözü olmaz. Yıllar önce bir televizyon programında izlemiştim; Malatya’nın bir köyünde, yaşlı bir adama türkü söyletmeye çalışıyordu programın sunucusu. Söylemek istemedi adam, bunaldı, sonunda “türkü gam ile söylenir yavrum, dem ile söylenmez” dedi. Masa başı ya da mayasında acı olmayan “üretim”ler konuşmaya değmez ve bizim ilgimizin çok uzağında olmak zorundadır. ‘’Ömür Hanım, ışık hecem, ‘mihrap sırrım’ Gökyüzünün mavi kanını doldurup ağzıma Gecesi gündüzden yüce bir zamanda Buydu, boynundan topuklarına yazdığım.’’ ’5 -16.YY şairlerinden Latifi tezkiresinin önsözünde ne güzel söylemiş: ‘’Şairlerin dili cennetin anahtarıdır.’’ Hocam bu anahtarla açılan kapılar var mı hala ve olacak mı? Tabii ki var, olacak... Biraz geç olacak, biraz az olacak ama muhakkak olacak. Yoksa insan soyu bitmiş demektir dünyada. Güzelliğin güçsüz olduğu gibi bir algı var nedense. Belki da kaba

5 4

Erbaş, Ş. Pervane *Mil Çekilmiş Harfler. Kırmızı Kedi.

Erbaş, Ş. Bağbozumu Şarkıları *Güneş Filizi. Kırmızı Kedi.


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olmamasından kaynaklı bir algı bu. Ama unutulmamalı ki kötülük bir süre sonra kendisine bile katlanamaz. İnsan olmanın mayası, iyilik, güzellik ve doğrulukla karılmıştır ama bu zaman ve emek isteyen bir var oluş halidir. Ne yazık ki kötülük, çok daha kolay ve yaygın örgütleniyor.

*Son Teşekkür: Acımı önce yaran sonra saran şiiri için, bütün bu güzellikler ve iyilikler için, bana açtığı o kocaman kalbi için, mutsuz çocukluğuma getirdiği oyuncaklar için, türkülerle kurduğu ülküler için, gözyaşımı harflerle sildiği için, şiire daveti Eskişehir için ve yeniden kalbi için, hüzünlü birçok şeyler için; ‘’Şükür çektiğim bu güzel acıya Şükür kaşlarının gönül bilir eğrisine…’’6

YASEMİNLERİN SABAHI7 Gökyüzü bulut bulut uyanıyordu Tanrının büyük yalnızlığından Ağaçlar birer ses salkımıydı kuşların ağzında Ayın puslu cümlesinde evler okunaksız harflerdi Yasemin kokularından bir ışık sokaklarda Gittim denizin lacivert bahçesine oturdum Ölümün mü hecesiydim yaşamın mı bilmiyorum Arzuyla vazgeçiş canımda halkalanıyordu Ses değil sessizlik değil zaman değil mekan değil Ağzımda bir çocuktan kalma süt kokuları Kirpik ırmakları dil pınarları parmak yağmurları Kayaların masalını dinliyordum kumlardan Dağlar gecenin merhametinde çıkıyordu sabaha Ey yalnızlığın yaprak döken mahşeri Ayrılığın büyük harfiydi her şey Sen bir deniz kıyısında gonca zamandın Ben eski şarkılardan eskiydim kimsesizdim İçimde dünyanın bütün akşamları Tuttum ağzının sabahına sözler söyledim Ey güzelliğin ölümden büyük yaşama gücü Yalnız ölenler unutur birbirini Seni sevmeye yeni başladım…

-Hocam sözü Behçet Necatigil’le bitirelim mi? ‘’Önüme ne geldiyse biraz ben ekleyerek elime ne değdiyse biraz ben/ekleyerek çalıştım dokumaya ne kattın ey dünya böyle çürütecek bir beni bir de/seni.’’ Diye sitem etmiş dünyaya. Öyle sanıyorum ki ‘’Kumaşını Dokumuştu’’ şiirinizde telmih ettiğiniz yer tam da burasıydı. Ben de size sorayım o halde dünya Şükrü Erbaş’a ne kattı ve ne katıyor? Dünya, Şükrü Erbaş’a ne kattı, ne demek, onu var etti. Katmadı, Şükrü Erbaş’ı ilmek ilmek dokudu; harf harf yarattı; renk renk çoğalttı; ses ses arıttı... gökyüzüyle, yeryüzüyle, insanıyla, börtüböceğiyle, sularıyla, dağlarıyla, durmadan büyüttü. Sonra bu var oluştan, bir ses, bir söz, bir dokunuş, bir duyuş... ne bulmuşsa, onu da sevgiyle aldı, kendi sonsuzluğuna kattı. Daha ne olsun değil mi...

ŞÜKRÜ ERBAŞ 2009

Daha ne olsun hocam… Teşekkürü bin kez borç bilirim. Selam, sevgi ve hürmetlerimle… Sevgili Begüm, inceliğin için, içtenliğin için ben çok teşekkür ediyorum. Azımızı çoğa saymanızı dileyerek, emeği geçen herkesi kucaklarım...

6

Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 2, "Derin Kesik", Kırmızı Kedi. 7 Şükrü Erbaş, Bağbozumu Şarkıları, Kırmızı Kedi.


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BEKLENEN MEVSİM Gök gürledi, bir mevsim yaklaşıyor Kalın mı ince mi giyinilecek Bunu sormanın ne yeri ne zamanı Gecenin gavurluğuna inat Hecenin savurganlığı vuslat Talimat verildi, Tam teçhizat şiirler var cepte Kayıtları unutulmuş Sebebini soruyorlar: Aşktanmış Aşk deyince akan sular durur mu Yoksa kabuk bağlamayan bir yarayı Sokan bir arı kadar vızıldar mı gurur Neyler sevenler Aynı anda ayrı yerde aynı geceyi mi Ne demişlerdi: -Carpe Diem Ne derlerse desinler Ayın olmadığı bir geceye şiir yazılır mı Sonunda güneş doğacakmış Hangi ana hangi yere hangi geceye Bak! Mevsimi yanaştırıyorlar Durma, koş yetiş! Gayrı yeter bu mevsim özlemi Vuslatta günler uzun Aşıldı sisler, kavisler Sorma, bu mevsim duyulmaz akisler Mevsim geldi, kokuyor misk-i amber...

Muhammed Münzevi


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HEP YARIMDIR ŞİİRLER

kaldığı yerden şiir kurşun kalemlerle göklere çizilir ay ışığından gecelerde kumrular ve serçeler vurulup kaldırımlarda izi kalınca ürperir gençliğim beyhude bir seher yeli ırgaladığında mevsimleri vakitsiz bir telaşın koynuna girer gündüzler

ARİF

Hatice TÜRK

Sanki boğazı yürüyüp geçtin Arif Nedir bu böbürlenme Alt tarafı kalbimi açıp içine baharı doldurdun Sen bunu hep yaparsın ki Arif

Sema KESER


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Afili Filintalar

Işık Selin Orhuntaş

FİLİNTALAR İÇİNDE BİR DÜK:

ALİ LİDAR Ali Lidar, Tepebaşı Dükü olarak tanıtır kendisini. Karpuz kabuklarına yazılar yazar. Aslen Eskişehir’de felsefe öğretmenidir. Filintalar içinde en filozofu odur. Bu yüzdendir ki Küçük Prens ile özdeşleşmiştir. Hiç düşündünüz mü son birkaç yılda neden herkes Küçük Prens okuyor? Ben söyleyeyim. Dük, Küçük Prens’i çok seviyor. Ve Küçük Prens’e dair ne varsa topluyor. Hayranları da ya kitabı alıp okuyor ya da kitapla ilgili bir şey hediye ediyor ona. Daha önce de söylemiştim. Afili Filintalar’ın ortak özelliklerinden biri de kültür sanat bilgilerini düşman çatlatırcasına sergilemekten çekinmemeleridir. Özellikle Murat Menteş, sevdiği filmler aşkına romanlarında sayfalarca kahramanlarına film analizi yaptırabilir. Ya da bir müzisyenin albümünün güzelliğine ikna eder. Ali Lidar da yazılarında Menteş kadar olmasa da genel kültürünü, edebi bilgisini konuşturur. Onlardan farklı olarak hobisini faaliyete dökmek konusunda ciddi. Bir müze açmak istiyor. “Küçük Prens Müzesi” Sunay Akın’ın Oyuncak Müzesi’nden sonra ülkemizi şenlendirecek bir proje. Henüz müze olmadı ama geçtiğimiz aylarda Eskişehir’de “Küçük Prens Sergisi” açtı. Yıllardır biriktirdiği Küçük Prens’e ait ne varsa ziyaretçilerle paylaştı. “Karpuz Kabuğuna Yazılar Yazmak” “Ali Lidar nasıl ünlü oldu?” sorusunu duyar gibiyim. Ancak sabah erken kalkanın ünlü olduğu memleketimde bu sorunun cevabı zor değil. Felsefe öğretmenliği ve Küçük Prens

koleksiyonculuğu dışında yaptığı en iyi işlerden birisi yazı yazmaktır. Bir blog açıp derdini oraya dökmeye başladı. Kendisi buna “Karpuz Kabuğuna Yazılar Yazmak” der. Yazılardaki samimiyeti Lidar’ı öğretmenlikten alıp Afili Filinta yaptı. Şiirlerini, ilk “Tesirsiz Parçalar” kitabıyla 2011 yılında kitapçılara taşıdı ve oradan bizim kitaplıklarımıza. Bir süre Ah Muhsin Ünlü ile karıştırıldı. Şiirler tek şiir kitabıyla yetinen Ünlü’nün şiirlerine o kadar benziyordu ki… Ama bir süre sonra artık kendisi oldu. Herkes Eskişehirli Felsefe öğretmeni Ali Lidar’ı benimsedi. Şiirlerinde dizelerin altını çizdi, ezberledi. Ardından sosyal medyada Ali Lidar dışında herkese atfedilen Alengirli Şiir hatırına “Alengirli Şiirler” geldi. Ve içindeki “Ah Muhsin Ünlü, Alper Abi ve Ben Kimsem Artık” şiiriyle Ah Muhsin Ünlü’ye


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

selam yolladı. (Bkz : Ah Muhsin Ünlü , Resulullah ve Aramdaki Fark) Bu süre zarfı içerisinde başta OT Dergisi olmak üzere çeşitli dergilerde ve internet sitelerinde yazdı. Bence kendisini Filintalar’ın Ahmet Mithat’ı olarak değerlendirmek mümkün. Ahmet Mithat nasıl halkı bilinçlendirmeyi görev edindiyse Tepebaşı Dükü de görmediklerimizi, görmezden geldiklerimizi, bir sigara içimi kadar hatırımızda tuttuklarımızı yazmayı görev edinmiş. Onlarla üzülmüş, onlara ağlamış. Donmuş insanlığımıza ateşle yaklaşmış.

çoğunda tutunamayan bir adamın izlerini görürüz. Tahmin edebileceğiniz gibi Oğuz Atay hayranıdır. Hatta o kadar hayrandır ki elinde Oğuz Atay kitabı olan birini görür de kitabı taşıyanı gözü tutmazsa hiç çekinmeden kavga çıkartabilir. Eee, bu çağın fiyakalı kaybedeni olmak kolay değil.

''...Ama şunu biliyorum ki o birbirine benzeyen günlerin içine sızan her şeyde biraz sen varsın. Kitap okurken senin sevebileceğin yerlerin altını çiziyorum, radyoda sevdiğin şarkılar çıktığında ben sevmesem de koşulsuz bir saygıyla sonuna kadar dinliyorum ve annemle günde en “Doğup büyüdüğü yere az bir kez senden ait değil insan... Acı konuşuyoruz…''

“İnsan suçlamak istedikten sonra her şeyi suçlayabilir. çektiği ya da çok mutlu Şartları suçlar, kaderi suçlar, Tepebaşı Dükü’nün olduğu yere de ait yaptıkları için yazılarına ulaşmanız çok kolay. değil... İnsan, olmak kendisini, Bir tık yakınızda, bir kitapçı isteyip de olamadığı yapamadıkları için uzağınızda. yere ait...” karşıdakini ve bu kompozisyonu dizayn “Ben ona biriktirdiğim her şeyi Ali Lidar ettiği için Tanrı’yı. Tatlı sundum. Zamanı, kitaplardan ama zararlı bir alışkanlıktır süzdüklerimi, yazabildiğim ve suçlamak, bir kez başlandı mı yazabileceğim her şeyi. O ise günlük önü alınamayan. “ hayatın sıradan beklentilerine o kadar alıştırmıştı ki kendini, başka türlü bir sevme 2016 yılının Şubat’ında hayatının ve şekline ihtimal bile vermiyordu. Olmadı, yazdıklarının “Z Raporu”nu çıkartır. olamazdı da. Benim yanımda uçmak için can Anlatılarının yanına öykülerini de ekliyor. atan bir kedi yavrusu gibi takıldı bir süre, Hayata dayanamadığını söyleyen Lidar, Oğuz uçabilmek için gereken arzu ve iyi niyete de Atay romanlarından fırlamış gibidir. Yazılarının sahipti aslında. Ama, kanatları yoktu…” Işık Selin Orhuntaş ve Tuğçe Erkol Ali Lidar ile.


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MİSAFİR KÖŞESİ

BÜYÜKLÜK SİZDE KALSIN Ahh çocukluğum... O zamanlar şirinler vardı ama bir türlü göremedim. Zeki Alasya ile Metin Akpınar'ı kardeş, Kadir İnanır'la Türkan Şoray'ı evli zannederdim. Mandalina büyüyünce portakal olur sanırdım. Okulumuzun bahçesinde oynadığımız oyunları hiç kazanamazdık. İsmim yaramazlık yapanlar listesinde hep en başa yazılırdı. Akşam ezanı okunana kadar dışarıda oynardım. Babam yatağıma taşısın diye uyuyor taklidi yapardım. Bir de boncuklu yazma olmadan uyumazmışım. Çubuk krakerden sigara yapar, kutu meyve suyunu bitirince üzerine basar patlatırdım. Yastık ve koltuk minderlerinden evler yapardım. Kapı pervazlarına tırmanır, balkon korkuluklarına kafamı sokup çıkarmaya çalışırdım. Sinek arabası vardı bir de... Mahallemize geldiğinde her tarafı bembeyaz eder bulutların üstünde gibi hissederdim. Sonrası mı? Yeni çağın oyununa geldik sormayın... Büyüdük. Çocukça isyanlarımı özledim. "Bana ne işte" demelerime hasret kaldım. Yaşadığım anları yok sayamadım. Belki de saymak istemedim. Dün asla dediğim gerçeği, gün geldi yaşadım. Sabır dedikleri kavram damla damla ruhuma işledi. Kelimelerim yutkunur oldu, susmak zorunda kaldım. Çocukluğum tozlu sayfalarda, siyah beyaz karelerde kaldı. Hayatın silgisi yokmuş. Ya da sayfaları yırtıp atma şansımız. İnsanlar bildiğim gibi kalmadı ama ben onların unuttukları gibiyim hâlâ... Bir varmış bir yokmuş sadece masallarda kaldı artık. Şimdi bir vardık hiç yoktuk. Masal dahi olamadık. Okulda santranç öğrendim ama büyüyünce sanki hayat bir santrançtı yaptığım her yanlış hamlede bir şeyler kaybettiğimi gördüm. Çocukken beni mutlu eden kişiler de mutlu oluyordu. Büyüdüğümü unutup yanıldım. Mutlu olmanın yolunu karşımdakini mutlu etmek zannettim. Yüzümüzü güldüren kalmadı ama dertten kederden yazdıran çok oldu. Önceden sadece eve geç kalırdım. Babam ya döver ya da kızardı. Şimdi neye geç kaldım ya da acele ettim inanın hiç fikrim yok. İlkokulda öğretilen mevsimlerin hiçbirini büyüyünce göremez oldum. Hatta ömrün dört değil tam beş mevsimi varmış. Aşk, hasret, yalnızlık, vuslat ve hüzün... Bilmediğim bir şey de hangi mevsimde olduğum. Ama kaderimizde yenilgi diye bir şey yoktur. Bir süreliğine sınava tabi tutulmak vardır. Umut mu? O bitmeyen tükenmeyen duamızdır. Çocukluğum ömrümdeki en büyük hayranlığımdı. Çocukken de böyle gülümsüyordum ben. Gülmelerim gibi ağlamalarım da sevdiklerimeydi. Hayatta her şey değişirmiş. Bir tek masum sevmelerdeki gülmeler ve gözyaşları değişmeyecek. Yani demem o ki hayatımın en güzel, en saf, en masum dönemi çocukluk dönemimdi. Müsaadenizle ben çocukluğumu zarar görmeyecek, tenha bir yere park etmeye, olmazlara "hayırlısı olsun" demeye gidiyorum. Artık bağırmadan, ağlamadan sadece bakışlarımla insanların beni anlamasını bekleyeceğim.

Rumuz: gereksizayrıntı


Mayıs’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

YANACAKSIN DEĞİL Mİ KALBİM… Yanacaksın değil mi kalbim…

Ben bilirim kendimi;

Nedeni yok sevmenin, ya da adresi, numarası bulunmuyor mesela…

Bir kere sevmeye cesaret edersem seni,

Filmlere konu olacak bir hikaye yoktu ortada. Ne yolda bakıştık, ne yağmurlu bir günde çarpıştık,

Her gün dirhem dirhem ölsem, her ölüşümde biçare canı acıta acıta Azrail’e versem;

Gözlerin de şiir gibi bakmıyordu üstelik.

İmkanı yok dönemem geri.

Sahi gözlerin nasıl bakardı senin onu da bilmem.

Yok vallahi kalsın;

Daha birçok şeyi de bilmiyorum üstelik sana ait olanlardan

Bu kadar acı çekmek akıllıya göre iş mi yani?

Ama sözlerinin derinliğinde kaybolmayı öylesine çok seviyorum ki

Canan uğruna candan geçenler de ne arasın akıldan küçük bir iz.

‘Boş ver’ diyorum ‘çok umursama’ sonradan. Sen bütün bunlara rağmen yine de yanacaksın değil mi kalbim...

Pervaneler sormuş mu ki yanmadan ateşte bir bilene,

Başımı da alsalar dönemem,

Ben de saçmaladım şimdi, akıllı olanda ne arasın aşk;

Bana mı soracaktın, gönlüm…

Ezberi hiç sevmedim tamam da;

Sevdin değil mi, çoktan o ateşte yanmaktasın ince ince…

Bildiklerimi de unutmayı istemedim doğrusu.

Boş ver demiştim, ne olurdu bir kez beni dinlesen?

Unuttum, işte ben neyi severdim, nasıl görürdüm unuttum.

Ne vakit üzecek seni etme desem, attın kendini er meydanın tam ortasına.

Sen neyi sevdiysen sevmişim baktıklarını da görmüşüm.

Sahi sevmek baştan gider mi biraz sen de korkak olsan?

Hani utanmasam çayı senin içtiğin gibi içip, Şiirlerden bilmiştim aşkı,

İki güzel lafla rahata meyil etsen sen de, olmaz mı? Yok yok gönlüm tövbe, sen böyle olmasını hiç istemezsin.

Hüzündü şanı sevmenin, bülbülün feryatlarına bakılırsa,

Bu kadar da herkes gibi sevemezdim değil mi diyeceksin.

Hadi bülbül neyse de bana bu kadar feryat fazla, Hem olacak vakit miydi yani?

Yıllarca sözcüklere yabancılığından mı susmuştu sanki kalemin,

Yok canım olmazdı elbet, birkaç saniye düşünmemeyi başarsam kaybolursun sen de.

Sen yalan hikayelerden efsane çıkmazdı bilirdin bilirdin de kalbim…

Tanışmadık,

Daha neler neler bilmiştin de sustun, bir kez yazmak da istememiştin.

Nefesimi bile seninki kadar içimde tutacağım.

Yanlış anlamalı cümleler ve anlam kaymasına esir kelimeleri saymazsak tabii, Büsbütün de yabancı değiliz, öyle bakma bana, Beyitlerden aşinasın kulağıma, Okumadıysam da duydum mutlak adını. Vallahi bildim, büsbütün dert yüreğin artık bana… Hem korkarım ki derdinle hoşnuttur içim senden yana. Fuzuli’den Taşlıcalı Yahya’dan, koskoca Kanunî Sultan Süleyman’dan bildim. Bildim de uzak dursun bana. Yok yok, sevda denilen zümrütten kelepçeler, benim neme gerek?

Oysa şimdi içinden kağıda dökülenler dur durak bilmez, Aman dilesem, dinlemez. Ok çoktan çıktı yaydan değil mi kalbim, yay bir kez gerildi diyeceksin. Buzdan dağlar arasına atsalar içini, koru hepsini eritir de soğumaz. Yan o zaman kalbim, değil mi ki kendini aşka pervane bildin Kaleminden geriye tek söz, Ateşinden geriye tek köz kalmayana kadar yan.

PINAR ÇAYLAK


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNZİVA

Köşesi

YAZAMAMAK

Yazmak, yazmamak, yazamamak... Yazmaya bir yerden başlamış olan yazarlar(!) için yazmak neyi ifade ediyor? Peki yazmamak, yazamamak deyince akla neler geliyor? Hani şu ilham perisi dedikleri bir varlık var ya onun gelip gelmemesiyle alakalı bir durum bu galiba. Bizler neden yazarız, neden yazmayız, neden yazamayız ki? Biliyorum her zamanki gibi çok soru soruyorum cevap vermem gerekirken. Belki de üslubum böyledir! Biz yazarlar, yani bir şeyler karaladığını düşünen insanlar, ya da şöyle söyleyelim: eline bir kalem alıp duygularını o kalemle ifade etmeyi amaç güden insanlar için yazmak çok şey ifade ediyor. Yazmayınca bizler için işler yolunda gitmiyor. Konu yazamamak olunca dünyaları yıkıyoruz belki de. Düşünsenize yazmaktan başka çareniz yok. YA-ZA-CAK-SIN! Yeşilçam filmlerinde der ya: ‘’O kadar!’’ İlham perisi nerelerdesin? Bak yine yazamıyorum! Ama bu sefer yazamama üzerine yazamıyorum. Gel de kurtar bu yazamayan adamı içinden çıkılmaz dertten. Bir şey söyle! Bazen yazamayız... Tüm koşullar uygunken bile yazamayız. Yazmak için sadece koşulların uygun olması yetmez. Kalem elimizdedir ancak o kalem o kağıda değmez, değemez. İlham perisi imiş falanmış filanmış geçin bunları kardeşim! Kalemi kağıda değdirmeyen bu enteresan güç de nedir? Ne kadar güçlüdür ki en fazla ihtiyacımız olan şeyi, yazmayı elimizden alır ve bizi yazamaz duruma getirir. Saçmaladığımın farkındayım ama yazamıyorum ne yapayım? Yazdığımız zamanlara gidelim. Bizi yazmaya iten güç ne idi? Tüm koşulların uygun olması mı? Yoksa elimizdeki malzemenin yazamaz olmaya karşı daha güçlü olması mı? Evet bence de malzemenin daha güçlü olması. İman varsa imkan da var demiş alimin birisi. Sana öyle bir malzemeyle geleceğim ki yazmadan kalkmayacağım o masanın başından der gibi. Peki siz bu yazıyı bir oturuşta yazdığımı mı sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz öyleyse. Konu yazamamak olunca bir oturuşta da yazamıyoruz tabii ki. Yazmak için okumak, okumak için de zaman mekan gerekir. En büyük düşmanımız olan zaman her zaman vardır. Zaten zaman, her zaman var olduğu için ve aleyhimize işlediği için bizim en büyük düşmanımızdır. Ha şimdi ha sonra derken bomboş geçen zamanlarımız olmuştur. Bugünün işini yarına bırakma demiş cetlerimiz. O yüzden kimse bana zamandan dost olur demesin. Diyorsa da zamanı tutuyorsa diyordur. Duygularını kağıtlara anlatan insanlar okumak zorundadır. Çok çok okumak ve her


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

okuyuşta da ne kadar eksik olduğunun farkına varmak. Okumuyorsa da bir yere kadar yazabilir, o kaynak er ya da geç biter. Bir şiir vardı: Demedim dilimin ucuna gelen her ne ise, Vay ki gençtim ölümle paslanmış buldum sesimi.1 Şair bu dizelerde ne diyordu. Diline gelen bir şeyler vardı ama söylemiyordu, söyleyemiyordu. Ölümle mi tehdit ediliyordu şair. Yoksa ölümü vuslatı kesin bir arkadaş olarak mı görüyordu? Gençken ölmemiş bir şairin olgunluk zamanında yazdığı dizelerdi bunlar. Belki biz de yazamayınca bu şair gibi söylenmesi gereken sözleri söylememiş gibi hissediyoruz, dilimize kalemimize gelen bir şeyler var ancak ne söylüyoruz ne de yazabiliyoruz. Bunun nedenini yukarıdaki paragraflarda sorguladıktan sonra şu kanıya vardım: Söylediğimiz, söyleyeceğimiz sözlerin, yazdığımız yazacağımız şiirlerin, yazıların bize ve başkalarına bir faydası dokunamayacağı hissine kapılmak. Evet, şahsen ben dilime bir şeylerin gelip de söyledikten sonra, kalemime kurşun takıp da yazacaklarımı yazdıktan sonra ne bende ne başkalarında bir şeylerin değiştiğini göremeyeceğim hissine kapıldığım zamanlarda ne konuşabiliyorum ne de yazabiliyorum. Bir alime sormuşlar, bilgenin bilge olduğunun nasıl anlaşıldığını, alim dönmüş ve konuşmasından anlaşıldığını söylemiş. Bu sefer hiç konuşmayanın nasıl bilge olduğu sorulduğunda ise alim o kadar bilgesine rastlamadığını söylemiş. Demek istediğimiz hiçbir şeyin söylenmemesi, hiçbir şeyin yazılmaması değil. Bir şeyler söylemek isteyen, bir şeyler yazmak isteyen insanların istediklerini neden yerine getiremediğinin sorgulanmasıdır. Ben bu yazımda bir şeyler yazarak bir şeyler söylemeye çalıştım. Yazamamak ve söyleyememek üzerine yoğunlaşarak bir şeyler kattım ise ne mutlu. O zaman yazamamak üzerine de yazabiliyoruz demektir. Bir dahaki ay dilimizin ucuna gelenin söylenmesi, kalemimizin ucuna gelenin tekrar yazılması ümidiyle. Selametle, esenlikle kalın vesselam!

1

İsmet Özel, “Münacaat”


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş EDEBİYATIMIZDA BİREYSELLEŞME SERÜVENİ / DERLEYEN: FATMA ERKMAN AKERSON Edebiyatımızda Bireyselleşme Serüveni’nde, Fatma Erkman tez öğrencileriyle birlikte 20. YY’ın önemli yapıtlarını kendi geliştirdikleri şablon çerçevesinde ele almış. 20. YY ‘ da yazılmış otuz roman tek tek incelenmiş ve kadın yazarların kadın kahramanları, erkek yazarların erkek kahramanları “bireyselleşme” açısından çözümlenmiş. Kitapta ilk göze çarpan kadın kahramanlarla erkek kahramanların bireyselleşme serüvenlerinin farklı gelişmesi oluyor. Özellikle kadınların toplumda kabul görmek için verdikleri mücadelenin romanlara yansıması acı bir serüven olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların mücadelede yenilgiye uğrasalar da mücadeleden asla vazgeçmemeleri somut örneklerle sunuluyor. Ayrıntı yayınlarından çıkan eser, Hüseyin Rahmi’nin Metres’inden Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunları’na, Fatma Aliye’nin Ud’undan Ayfer Tunç’un Yeşil Peri Gecesi’ne çağdaş romanları cinsiyet bağlamında incelemesi bakımından önemlidir.

YEDİNCİ BAYRAK / AYLA KUTLU Türk Edebiyatının önemli kadın yazarlarından Ayla Kutlu, 77 yaşında yine bir göç romanını okuyucularıyla buluşturuyor. “Kadın Destanı ”, “Sen de Gitme Triyandafilis” , “Asi… Asi...” , “Hoşça kal Umut” gibi beyazperdeye aktarılan yapıtlarından sonra 2016’da da bizi kaleminden mahrum bırakmıyor. Osmanlı’nın son günlerinin perde arkasıyla gurbeti anlatıyor. Tarihin göz ardı edemediği yıkım, kıyım ve açlık gibi çaresizlikleri yüzümüze vura vura… Urumeli ’ den İzmir’e kadar uzanan bir göç… Hikayenin kahramanı Hasret. “O, ardında hiç sözünü edemediği, kırılmış yaşamlar, mezarlar bırakmanın acısına katlanır: Tek umudu, dalgalanan bir bayrak altında özgür ve güvenli bir vatana ulaşmaktır.” Kutlu’nun bu kitabında göç dışında Rumeli’nin yöresel türkülerinden de esintiler bulacaksınız.

BİR ŞEHRE GİDEMEMEK / MARİO LEVİ Şu sıralar Önce Söz Vardı programında gördüğümüz yazar, kitabında geçmişe olan özlemini dört ayrı hikayeyle anlatıyor. Birinci ağızdan anlattığı hikayeleri ona 1990 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandırmış. Gurbet, tutsaklık ve sılanın yanında İstanbul’un ‘ötekilerinin’ aşklarını ve hayal kırıklıklarını başarılı bir şekilde eserinde işliyor. İstanbul’a bir başka tepeden bakmak isteyenler ve Mario Levi’nin kalemiyle tanışmak için mükemmel bir başlangıç “Bir Şehre Gidememek”… "'Döneceğini biliyordum' demişti Gracinda 'çünkü bu şehre gelecektin istesen de istemesen de ve beni bir kez daha görme hasreti yıllarca peşini kovalayacaktı.' "


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ EFRASİYÂB’IN HİKAYELERİ / İHSAN OKTAY ANAR Şubat 1998’de ilk yayını yapılan “Efrasiyab’ın Hikayeleri” İhsan Oktay Anar'dan okuduğum ilk eser. Herkesçe malum olan Puslu Kıtalar Atlası'ndan başka bir kitapla kendisiyle tanışmak istedim. "Efrasiyab'ın Hikayeleri" bir tutam mitoloji, göz kararı bilimkurgu, bir miktar felsefe ve aldığınca kurgu ile fırına verilmiş bir eser. Montaigne’in “Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim” sözünün 242 sayfaya yayılmış hâli denilebilir kitap için. Sıcak, samimi bir üsluba sahip kitabın -her ne kadar düşündürücü yönü olsa da- okunması rahat. Kitap ayrıca İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından 2001’de sahnelenmiş; ancak okunan yorumlardan anlaşıldığı kadarıyla beğenilmemiş, hatta esere yazık olduğu dile getirilmiş.

KİRALIK KONAK / YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU Kütüphanemi düzenlerken okuyalı yıllar olan bir kitabıma denk geldim: Kiralık Konak. Üzerinden ne kadar zaman geçse de kişilerini, sahnelerini, olaylarını hiç unutmadığımı fark ettim. Gözümü kapatarak içimden kitabın son cümlesini mırıldandım, sonra açıp baktım. Tek kelime şaşırmamışım: "Fakat Seniha sadece güzel ve süslüydü.” Türk toplumunun tarihsel gelişim sürecinde, ilk belirtileri XVIII. Yüzyılda görülen ve Tanzimat’la somutlaşan batılılaşma hareketleri, buna bağlı olarak hayat tarzı, değerler, ahlak kısacası kültürel değişim eserde kişiler ve mekanlar üzerinden yansıtılıyor. Kiralık Konak, öyle bir başyapıt ki elinize aldığınızda okuyucu değil adeta konağın sakinlerinden biri oluyorsunuz. Böyle taptaze hatırlamamın sebebi de bu olsa gerek herhalde. Seniha'yı kapattığınızda ise gözünüzün önünde Emma beliriyor ansızın. Emma Bovary. Nasıl mı? İzahı uzun, bu köşeye sığmaz, Yakup Kadri özel sayısı yaptığımızda ayrı bir köşe yazısı olur bu mevzu :) Siz en iyisi mi hemen bir "Kiralık" Konak "satın" alın ve okumaya başlayın :)

ERZURUM YOLCULUĞU / ALEKSANDR PUŞKİN Üniversite sınavına hazırlanırken sadece “Yüzbaşının Kızı” eseriyle ezberletilmeye çalışılan bir yazar Puşkin. Bu sebepten olsa gerek, kitapçıya gidip “Puşkin’in Erzurum Yolculuğu var mı acaba?” diye sorduğumda “Puşkin Erzurum’a mı gitmiş!” gibi bir tepkiyle karşılaştım. Gitmiş, hem de gezi-anı kitabı yazacak kadar da etkilenmiş. Puşkin, 1829 yılındaki OsmanlıRus savaşı sırasında Rus ordusuyla birlikte yola çıkarak Erzurum’a kadar gelmiş. 1836’da yayımlanan ”Erzurum Yolculuğu” da işte bu yolculuğun izlenimlerini yansıtıyor. Puşkin, oryantalistlerden farklı olarak Doğu’yu kendi kimliği ve özellikleriyle, yoksulluğu içindeki gururu ve tutarlılığıyla yansıtmış. Birkaç çevirisi yapılmış kitabın İş Bankası’ndan çıkan Ataol Behramoğlu çeviri ise dili ve açıklamalarıyla en iyi olanı.


MAYIS’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MİSAFİR KÖŞESİ

SEN YILDIZLARI SEYREDERKEN Sen yıldızları seyrederken her gece, ben karanlıkta kalırdım. Kimseye muhtaç olmadan attığım her adım… Yaklaşırken uzaklaştığımı anladım. Söyler misin? Seni güneşe mahkûm eden kaç hece? Senden önce Will gibiydim. Senden sonra Mecnun oldum ben. Kör gözlerimin göremediği, gecenden uzak bir beden. Ben kimsenin yaklaşamadığı nifede, gönlümün soğumasını bekliyorum. O kadar üşüdüm ki sofanda cehennemi soğutmaya gidiyorum: Sen cennete girdiğini san diye. Şimdi yıldızlara bakmalısın, Küçük çocukların korkmaması için. En güzel dualarını oku, bildiğin. Ben şimdi geceye akacağım. Üzülme, Sen yıldızları seyret.

Halil ESEN


Fotoğraf

“Bir çığlık düştü karanlıklardan Issız denize Ses beton gibi buz tutuyordu Bir takım gölgeler gidip geliyordu Ay ışıkları gidip geliyordu Deniz yaralı bir tay gibi soluyordu Kim bizi çeken ayaklarımızdan Suyun yumuşaklığına Yerin katılığına Göğün karanlığına. Bir göz bizi denetliyor--bu muhakkak Bir çığlık boğuluyor denizde--bunu iyi duyuyoruz Bir ışık kesiyor karanlığı bir ustura ağzında Bilmediğimizi anlıyoruz Görmediğimizi seziyoruz Yeni bir çağa çıkıyoruz saçlarımızdan.” Erdem BEYAZIT

Aybige Akdağ



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.