İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Page 1

Haziran 2016

Sayı: 27

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Ölümünün

50. Yılında

FUAD KÖPRÜLÜ “KUŞLAR DA GİTTİ”: YAŞAR KEMAL

ALAGEYİK’İN PEŞİNDE: TÜRK MİTOLOJİSİ

KIYAFETNÂMELER ÜZERİNE


İncir Çekirdeği Dergisi

“Rü'yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle, Her ânını, her rengini, her şi'rini hazdan. Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle! Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan”

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Yahya Kemal Beyatlı

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Sultan Demirtaş

Editörler

Editör

Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

Misafir Mustafa Işık Habil Yashar Muhammed Kırvar

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

Değerli okuyucularımız, Bir sayımızda daha sizlerle buluşabildiğimiz için çok mutluyuz. Biliyoruz ki aynı mutluluk sizlerde de var. Bu yola da bu sayede beraber devam edebiliyoruz. Sizler okudukça biz yeni sayılarımızı okurlarımızla buluşturabilmek için çabalıyoruz elimizden geldiğince. Geçen süre zarfında, kendimizi dergi dışında ekranlardan da ifade etme şansı yakaladık. Geçtiğimiz ay hiç unutmayacağımız bir deneyim yaşadık. Dergimizin Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ, Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz ve yazarlarından Mehmet Altınova ve Begüm Çalışkan Bursa Tv’de Güne Başlarken programının konuğu oldu. İncir Çekirdeği olarak dergimizin, serüvenimizin, içeriğimizin geniş bir şekilde ele alındığı, konuşulduğu programda heyecanlandığımız kadar eğlendik de. İzleyen, okuyan, destek veren bütün okurlarımıza teşekkürü bir borç biliriz. Gelelim Haziran sayımıza… Bu sayımızda dosya konusu olarak çok değerli bir ilim insanını, bir Türkologu işledik: Ölümünün 50. yılında Mehmet Fuad Köprülü. Yazarlarımızdan Beyza Özkan Köprülü'nün edebiyat tarihçiliğini, Pınar Çaylak Halk Bilimi araştırmacılığını yazarken, A. Bengisu Akdağ ise daha farklı bir yönünü Tevfik Fikret üzerine düşüncelerini sizler için yazdı. Hatice Türk de tekke ve tasavvuf edebiyatı çerçevesinde Fuad Köprülü’yü ele aldı. Mehmet Altınova Eski Türk şiirinin bugüne etkileriyle ilgili, Sırdem Kemiksiz de Divan edebiyatında oldukça dikkat çeken Kıyafetnamelerle ilgili bir yazı kaleme aldı. Bursa’daki kültürsanat etkinliklerinin detayları yine sayfalarımızda. Şairlerimiz yine kalemlerini sizler için oynatıp güzel şiirlerini bu ay da eksik etmedi. Misafir köşemizde de sizden gelen denemeler, hikayeler okunmak için bekliyor. İyi okumalar diliyorum. Esen kalın.


İçindekiler Havadis / Beyza Özkan Mitoloji Pusulası: Alageyik’in Peşinde / Busenur Aslan Araf – Şiir / Sema Keser Eski Türk Şiirinin Yeni Türk Şiirine Bıraktıkları / Mehmet Altınova İntizar – Şiir / Muhammed Münzevi Edebiyat Tarihinin Ordinaryüsü: Mehmet Fuad Köprülü / Beyza Özkan Aşiyan’a Uzanan Köprü: Fuad Köprülü’nün Tevfik Fikret Üzerine Düşünceleri / Ayşe Bengisu Akdağ Köprülü ve Tekke Edebiyatı Çalışmalarına Dair / Hatice Türk Fuad Köprülü’den… Köprülü Hoca’ya Dair / Pınar Çaylak Türk Tarih-i Dinîsi Üzerine Birkaç Söz / Ayşe Bengisu Akdağ Nisyan – Şiir / Köprülüzade Mehmet Fuad Düştü, düştüm – Şiir / Süleyman Erkut Hoş geldin – Şiir / Merdümgiriz Kıyafetnâmeler Üzerine / Sırdem Kemiksiz Yaşar Kemal Anısına: Kuşlar da Gitti / Begüm Çalışkan Zaman – Şiir / Pınar Çaylak İlahi Dante / Tuğçe Erkol Aynı Değil – Şiir / Sema Keser Xəbər Al – Şiir / Habil Yashar Bir Yasla Kocayanlar – Hikaye / Serhan Demir Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ Ev Üzerine Düşünceler / Muhammed Kırvar Derviş Dirisi – Şiir / Mustafa Işık Bir Bekleyiş – Şiir / Merdümgiriz İhtilal - Şiir / Muhammed Münzevi Fotoğraf / Aybige Akdağ


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyza Özkan

HA VÂ DİS

Jürisi, ödül gerekçesini şöyle açıkladı: “62. Sait Faik Hikaye Armağanı’nın, kısa öykünün olanaklarını başarıyla kullanan ve varoluşun yoğunluğunu yaşamın ayrıntılarında yakalayan Muzaffer Kale’nin Güneş Sepeti adlı kitabına verilmesi oy birliğiyle uygun görülmüştür.” 1957 yılında doğan Muzaffer Kale, Dicle Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölüm mezunu. 1981’den beri çalışmaları dergilerde yayınlanıyor. İzmir’de yaşayan Kale, öğretmenlik yapıyor.

SULTAN ABDÜLAZİZ LONDRA’DA 62. SAİT FAİK HİKÂYE ARMAĞANI Doğan Hızlan'ın başkanlığında toplanan Jale Parla, Metin Celal, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Beşir Özmen ve Murat Gülsoy'dan oluşan jüri kararıyla 62. Sait Faik Hikaye Armağanı, yazar Muzaffer Kale'nin "Güneş Sepeti" adlı kitabına verildi. Sait Faik Hikaye Armağanı

Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz’in eskizleri ile bu eskizler temel alınarak oluşturulan yağlı boya tabloların yer aldığı “Eskizlerden Tablolara Sultan Abdülaziz Resim Sergisi”, 18 Mayıs'ta Londra Yunus Emre Enstitüsü Türk Kültür Merkezi'nde Londra’da ziyarete açıldı. Yunus Emre Enstitüsü Türk Kültür Merkezi’ndeki açılışa katılan Türkiye’nin Londra Büyükelçisi Abdurrahman Bilgiç, Londra’dan önce Paris

ve Viyana’da açılan serginin, her iki şehirde de ziyaretçilerin övgüsüyle karşılaştığını söyledi.

ATAOL BEHRAMOĞLU’NA AVRUPA’DAN ÖDÜL Ünlü şair Ataol Behramoğlu, Romanya'da düzenlenen Uluslararası Şiir Festivali'nde, Mihai Eminescu Nişanı ve Opera Omnia Ödülü'ne layık görüldü. Romanya'nın Craiova kentinde, Mihai Eminescu Uluslararası Akademisi tarafından düzenlenen törende, ödül gerekçesi, "Ataol Behramoğlu'nun özlü bir duyarlılıkla işlenmiş büyük bir özgünlük ve moderniteye sahip yazınsal yaratıcılığının Avrupa şiirine kalıcı katkısı" olarak açıklandı. Ödül töreninde Türkiye'nin Bükreş Büyükelçiliği'nce gönderilen teşekkür mesajı da okundu.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ Alev Sınar, Metin Mengüşoğlu, Şerif Esgin, Sezai Coşkun, Ali Şükrü Çoruk, Handan İnci, Ercan Yılmaz, Cem Kalender ve Murat Koç yer aldı.

OSMANGAZİ BELEDİYESİNDEN TANPINAR ANISINA SEMPOZYUM Osmangazi Belediyesi, usta edebiyatçı Ahmet Hamdi Tanpınar anısına ‘Ahmet Hamdi Tanpınar ve Bursa’ konulu sempozyum düzenledi. Bu yıl ilk kez düzenlenen ve geleneksel hale getirilmesi planlanan sempozyumda konuşmacı olarak yer alan birbirinden değerli edebiyatçılar, Tanpınar’ın eserlerini, edebiyatçı kişiliğini ve Türk edebiyatına katkılarını ele aldı. Ördekli Kültür Merkezi’nde düzenlenen sempozyuma edebiyatseverlerin ilgisi büyük oldu. Sempozyuma konuşmacı olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’ın asistanı Prof. Dr. Birol Emil’in yanı sıra değerli edebiyatçılar Mehmet Tekin, Abdullah Uçman, Beşir Ayvazoğlu,

KAVUĞUN YENİ SAHİBİ: ÖZTEKİN Geleneksel Türk tiyatrosunun son temsilcisi İsmail Hakkı Dümbüllü’nün kavuğu, Beyoğlu’ndaki Ses Tiyatrosu’nda düzenlenen törenle Ferhan Şensoy’dan oyuncu Rasim Öztekin’e devredildi. Öztekin, Hasan Efendi'den günümüze gelen ve 27 yıldır Şensoy’da olan kavuğun beşinci sahibi oldu. Orta oyunu ve Tulûat (doğaçlama) sanatçısı İsmail Hakkı Dümbüllü, ustası Kel Hasan’dan devraldığı kavuğu, 1968’de oyuncu Münir Özkul’a devretmişti. Münir Özkul tarafından 1989’da Ortaoyuncular Tiyatro Topluluğu’nun

kurucusu Ferhan Şensoy’a devredilmişti.

NAZIM HİKMET NİLÜFER’DE ANILDI Nâzım Hikmet, ölümünün 53. yılında Nilüfer Belediyesi ve Nilüfer Kent Konseyi tarafından “Bu Kent Nâzım’ı Sevdi” başlığıyla anıldı. İlk tören Nâzım Hikmet Çınarlığı’nda düzenlendi. Karikatür ve resim atölyeleri düzenlendi. Etkinlik boyunca Nilüfer Belediyesi Sanat Atölyeleri'nden eğitmenler, usta şairi, karikatürlere ve resimlere yansıttı.

“En Sevdiğin Şiiri ile Nâzım'a Ses Ver' etkinliğinde de büyük küçük her yaştan Nâzım dostu, ustanın en sevdikleri şiirlerine ses verdiler. Nâzım Çınarlığı’ndaki etkinliğin ardından büyük ustanın adını taşıyan Nâzım Hikmet Kültürevi’nde anma gecesi düzenlendi.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI Alageyik’in Peşinde

Merak etmek ve bilme isteği beni daima ileri götürmüştür. Bugün ellerimde tuttuğum gizem dolu bu kitap ve pusula, beni çok büyük iki maceraya götürdü. Evime dönüp yalnızlığıma gömüldüğüm o birkaç dakikada, kitabımı ve pusulamı ne yapacağım sorusu vardı aklımda. Onu bilim dünyası ve insanlıkla paylaşmalı mıydım? Yoksa kendime mi saklamalıydım? Elimdeki bu, büyülü dünyaya açılan kapı, dedemin kütüphanesine gelene kadar kimlerin elinden geçmişti? Dedeme nasıl ulaşmıştı? Bu soruların cevabına elbet bir gün ulaşacaktım. Peki, o âleme gitme dürtüsünden kurtulabilecek miydim? Gözlerim tavana dikili bir şekilde uzandığım yatağımda, düşüncelere dalıyorum. Boğulmama ramak kalan düşünceler ırmağından kurtulmam lazımdı artık. Elimle savurdum kafamdaki, içinde hayaller dolaşan baloncuğu. Üzerinde dumanı tüten bir çay doldurdum fincanıma. Artık çalışmalarıma odaklanmam gerekiyordu. Masamın başında beni bekleyen yığınla kitap, makale ve not vardı. Adeta bir dağ vardı önümde. Birkaç saat zorladım kendimi çalışmaya. Notlarımın arasında Ziyâ Gökalp’ı gördüm. Aklıma çocukluğumdan kalma bir mısra geldi. “Çocuktum, ufacıktım/Top oynadım, acıktım…” Gökalp’ın özümüzü Türk mitolojisinde, en eskimizde aramamız gerektiğini söyleyen sözleri çınladı kulaklarımda. Öyle ya, Batı medeniyeti böyle kurtarmıştı kendini karanlık çağdan. Bugün kurdukları medeniyetin özünde kendi özlerine dönmeleri vardı. Biz de dönebilirdik işte böyle kendimize. Güç aldıkça özümüzden, yükselirdik ta arşa kadar.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bardaklar dolusu çay içtim. Olmadı. Yapamadım. Gitmek istedim. Şimdi aklımda, çoktan unuttuğumuz “bizim âlemler” vardı. Bir yanda atlısıyla koşturan ve asla durmayan Oğuz Kağan, diğer yanda alageyik peşinde koşan genç. Ergenekon’dan dağları delip çıkan Türk beyleri, kurttan türeyen Türk... Hepsi aynı anda hücum etti aklıma. Ayaklarım aklımın değil, kalbimin sözünü dinledi. Birden kalktım masanın başından. Aceleyle değiştirdim kıyafetlerimi ve dedemden bana kalan o masalsı kütüphaneye gittim. Dedem bu evi kitaplarını koymak için almıştı ve uçmağa giderken bana bırakmıştı. Her odasında ondan bir anı, her kitapta ondan bir izlenim vardı. Burası, sahip olabileceğim en büyük mirastı ve benimdi artık. Mirasımın içinde, dünyalara bedel bir miras vardı. O da kitabımla birlikte bulduğum pusulaydı. Koşar adım girdim, kitap kokularının beni mest ettiği kütüphaneme. Beni fanusun dışındaki büyüye ulaştıran kitabı, aldım kitaplıktaki yerinden. Pusulayı ise boynumda bir madalyon gibi kullanıyorum artık. İkisi ayrı yerlerde, başkalarının bilgisinden uzak kalıyordu böylece. Sonuçta pusula olmadan kitap, koca bir boşluktan ibaretti. Yazısız kitap kollarımın arasında, oturdum dedemin okumalarını yaparken oturduğu koltuğuna. Pusulayı yerleştirdim kitabın kapağındaki oyuğa. Birden açıldı kitap ve döndü yapraklar. Alageyik’i görmek istiyordum. Onu takip edip kurtuluşuna şahit olmak istiyordum. Oldu da. Sayfalar dönmekten vazgeçip durunca gördüm altın varaklarla yazılmış Alageyik başlığını. Elimi gezdirir gezdirmez kabartmalarda, buldum kendimi o büyülü ormanda. Gökyüzünün huzuruyla doldu içim. Yine süzülüyordum gökyüzünde, rüzgarla birlikte. Bulutların içinden geçiyor, özgürlüğün doruklarına varıyordum. Özendiğim o kuşlardan biriydim yine. Böyle oyalanırken gördüm top oynayan çocuğu. Gizliden onu izleyen bir alageyik vardı ağaçların ardında. Çocuk bıraktı topu. Acıkmıştı işte ve buldu yerde bir erik. Onu gözleyen alageyik kaptı elinden eriği. Er ya bu, yiyeceğini kaptırmak olur muydu hiç? Düştü peşine alageyiğin bir ak doğana binip. Dağ taş aştı alageyiğin peşinden. Her şey büyük bir hız içinde durmadan gerçekleşiyordu. Rüzgarı aldım arkama ve

ancak öyle takip edebildim onu. Doğan şaşırdı yolunu ve masalların meşhur Kafdağı’nı bile aştı. Güçlüğü yenip görünenin arkasına ulaştı. Sonra doğan göle attı genç çocuğu. Bu sırada bir kahkaha duydum ardımda. Heyecanla çevirdim kafamı ve gördüm onu. Daha önce defalarca fotoğraflarını gördüğüm büyük Türk aydını. İşte şimdi karşımda duruyordu, Türk mitolojisini yeniden canlandıran Ziya Gökalp. Kafasını eğerek selam verdi bana ve parmağıyla işaret etti gölden çıkmakta olan genci. Genç, bir büyük çöle çıktı gölden. Adeta, vahanın içindeki rüyadan çöle uyanmıştı genç. İşte o anda gördü alageyiği. Bu sefer yakaladı ayağından. Geyik büyük bir sevince uğradı. Onu yakaladığı için ödül verdi gence. “Dinlenme, durma. Dağdan yürü, kırdan git. Altınköşk’e çabuk yit. Seni bekler ezeli, orada dünya güzeli… Bin yıllık çile doldu!” dedi ve gözden kayboldu geyik. Eriğin çiğliği peşinde koşan genç, elmanın olgunluğuyla buluştu. Bir ısırıktan sonra, çiğliğin ve gençliğin perdesi kalktı gözünden. Bir büyülü âlem serildi gözlerinin önüne. Masalsı bir dünyaydı burası. Aksakallı cüceler, korkunç devler, cinler, kesik başlar ve melekler. Bir de baktı genç, melekler devlerin elinde ve mutsuz bir şekilde ağlıyor. Kendi yolunu umursamadan çıkardı kınından kılıcını ve kurtardı onları. Her biri teşekkür etti bu ere. Gökalp, “Bak yolundaki acizlere yardım ediyor. Böyle bir genç nasıl adalet dolu. Hep ben demiyor. Yüce gönüllü. İşte Türk milletinin yıllar yılı olduğu gibi.” dedi. Gülümsedim bu haklı sözlerine. Genç dağları aşıyor, durmuyordu, yorulmuyordu ve devam ediyordu. Atunköşk çıktı sonunda karşısına. İki kapısı vardı köşkün. Biri açıktı belli ki yıllar yılı. Ötekiyse kapalı. Kapalı kapıyı açtı genç, açık olanı kapattı. Gökalp dedi ki; “Bak bu, başkalarının isteklerine kulak vermektir. Onların bin yıllık özlemini giderdi.”. İçeri giren çocuk bir köpek ve at gördü. Atın önünde et vardı, köpeğin önünde ot. İkisi de ağlıyordu. Genç ite eti verdi ata otu. “Bak!” dedi büyük düşünür Gökalp “İşte bu adalettir. Genç nasıl da adaletli davranıyor.” Çocukluğumda defalarca okuduğum hatta ezberlediğim destanını hiç düşünmemiştim bu açıdan. Genç de bu sırada girdi dev şahının odasına. Dev, koca tahtında uyuyordu. Fırsat bu fırsat dedi kesti devin başını. Sonra sordu “Ey


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ifrit, hani nerede dünya güzeli?” Bir güzel ses duyuldu tahtın ardından. “Elinde eli.” Ortaya çıktı güzel giyimli bir Kırgız kızı. Meğer bizim Alageyik, büyünün etkisindeki güzeller güzeli Kırgız kızıymış. Turan meleği diye seslendi genç ona. İki ayrı Türk bir oldular. Turan yoluna koyuldular. Dağları eritip kızı kurtarmaya gelmişti genç. Tıpkı Ergenekon’daki gibi. Birlikte çıktılar odadan. Köpeğin başını okşadılar. Gencin ot verdiği ata atlayıp yola koyuldular. Dağ, tepe demeden gittiler. Önlerine çıktı Demirkapı. Asırlardır açılmamış kapıya “Açıl!” dediler açıldı. Ziya Gökalp dedi ki; “Bak bu yüzyıllar sonra açılan Ergenekon’daki dağdır.” Yol serilmişti önlerine. Burada bozkurt çıktı karşılarına. Onları aldı, Kafdağı’ndan geçirdi ve Türk iline getirdi. Böylece büyülü serüveni bitirdi. Bembeyaz oldu her yer birden. Koskoca aydınlıkta ben ve büyük düşünür Ziya Gökalp vardı.

Onu görmek şansını ancak böyle büyülü bir dünyada yakalayabilirdim. Sordum ona; “Nasıl oldu bu olay?”. Dedi; “Büyülü dünyanın sırrının sonu yok. Elinde tuttuğun kitap ve pusula aynı zamanda benim elimde. Türklüğü böylece döndürmeye çalıştım özüne. Şimdi senden ricam, durma sen de gör öğren her şeyi. Özüne dön de bir bak. Ne yapmış bu dedelerin.”. “Peki bir daha görebilecek miyim sizi?” diye sordum. Nutkum tutulmuştu heyecandan. İki dudağı üst üste gelmeyen ben, dilsiz kesilmiştim adeta. “Kim bilir?” dedi. İçimde yandı bir umut ışığı. Bu ışıkla kendimi serüvenden önce oturduğum koltukta buldum. Ben uçtum, ruh oldum. Alageyik kurtarıldı, Turan oldu. Gökalp yazdı, destan oldu. Ben mest olmuşken kalbim merakla doldu. Daha neler görecekti bu gözler? Daha kimlere yol olmuştu bu pusula, bu kitap? Devam edecek…


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARAF Beni, karşı ovadaki papatyalara sorun Onlar anlatsın derdimin büyüklüğünü Beni, kızıla çalan akşam güneşine sorun Haykırsın dağlara özgürlüğümü

Beni, yoldaşım olan çiğ tanesine sorun Anlatsın gün ışığındaki ibadetimi Beni, hapsetttiğiniz prangalara sorun Sorgulasın yelelerimin çektiği eziyeti

Sema Keser


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ESKİ TÜRK ŞİİRİNİN YENİ TÜRK ŞİİRİNE Mehmet Altınova BIRAKTIKLARI Geçici olarak öğretmenlik yaptığım okulda öğrencilerin sürekli olarak Cumhuriyet dönemi Türk şiirini işlememi istemeleri bana aşağıda anlatacağım bu satırları yazdırdı.

Tanzimat döneminden daha ağdalı dil kullanarak, Divan şiirinin özelliklerinden biri kullanılmıştır. Yine bu dönemde, Servet-i Fünun şairleri tıpkı Divan şiirinde olduğu gibi var olan kelimelere yeni anlamlar eklemiş ve Divan şiirinde bikr-i mazmun denilen orijinal kelimeler elde etmeye çalışmıştır.

Eski şiir, kendine has özelliklerini yenileşen Türk şiirine miras bırakmış ve ortaya “Çağdaş Türk Şiiri” çıkmıştır. Ben, bu yazıda sizlere bu miras hakkında bilgi Servet-i Funun’un ahenk vermeye çalışacağım. unsuru ile Divan şiirinin ahenk “Baki kalan bu kubbede unsuru aynıdır. Bu durum Fecr-i Türk şiiri, hepimizin bir hoş sada imiş” İle Ati dönemine de miras kalır. bildiği üzere zıt Attila İlhan’ın “An gelir Milli edebiyatta ise düşüncelerden vücuda Attila İlhan ölür” dizeleri İslamiyetten önceki Türk gelmiş ve edebiyatımıza arasında bir fark yoktur. edebiyatının etkisini zenginlik katmıştır. Divan Aradan dört yüzyıl görmekteyiz. Ziya Gökalp, şiirine zıt giden Tanzimat geçtiyse de kullandığı şiir Ömer Seyfettin de tıpkı şairleri yine de bu edebiyatın tekniği aynıdır. İslamiyet öncesi Türk şiirinde kendine has biçimsel olduğu gibi milli vezni kullanmıştır. özelliklerini kullanmaktan geri Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde ilk kalamamıştır. Çünkü şiir, bir miras işidir ve ayaklanma olan Garip akımında dahi eski Türk altı yüzyıllık tarih, şairlere o kültürü aşılamıştır. şiirinden izler bulmak mümkündür. Gerek konu Tanzimat döneminde “Hürriyet Kasidesi” buna gerekse işleyiş bakımından Türk şiirinden izler en önemli örnektir. Edebiyat-ı Cedide vardır. Örneğin, Garipçilerin özelliklerinden biri döneminde ise Tanzimat’a zıt gidilmiş ve olarak söyleyebileceğimiz “folklorik unsurları


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kullanmama”yı bu dönemin şairleri kendi şiirlerinde uygulayamamışlardır. Çünkü bir kültürün içinde yetişen şairin kendi kültürünü şiire aktarmaması olanaksızdır. Ziya Gökalp’ın “hars” adını verdiği kültür ögelerini şair şiirlerinde kullanmış ve bu durum kendisinden sonra gelen örneğin Garipçiler’den Orhan Veli’ye miras kalmıştır. Sözgelimi “Yol Türküleri” adlı şiirinde Türk kültürüne ait unsurlar vardır. Bu kültür meselesini şiirde kullanan en iyi şair sanıyorum ki Bedri Rahmi Eyüboğlu’dur. Çünkü o, şiirlerinde Türk kültürüne ait masalları son derece iyi adapte ederek kullanmayı başarmıştır. Eski Türk şiirinin Cumhuriyet Türk şiirine etkileri bunlarla sınırlı değildir elbette. Örneğin, şiirde takma ad olarak adlandırdığımız mahlaslar da modern Türk şiirinde kullanılmaktadır. Gerek gerçek adını şiirin son mısraında kullanma gerekse kendi adından başka yeni bir ad alıp şair kimliğinde bunu kullanma şeklinde görürüz. Asıl adı Hikmet Süreyya Kanıpak olan kişinin şairlikteki adı Süreyya Berfe olduğu gibi. Bana göre, Özellikle Cumhuriyet döneminde ikinci Yeni şiirinde gördüğümüz yoğun anlatım, Divan şiirinin ileriye bıraktığı mirastan başka bir şey değildir. Nitekim, Divan şiirinde de parça güzelliği ve iki mısrada çok şey anlatma özelliği kendini İkinci Yeni şiirinde de gösterir. Böylece, aslında iki şiirin aralarında bu bakımdan birbirlerine benzer olduğunu söyleyebiliriz. Sözgelimi Fuzuli’nin Su Kasidesi ile Cemal Süraya’nın Üvercinka’sı yoğun anlatıma sahip, açıklanmaya ya da eskilerin ifadesiyle şerh edilmeye muhtaç şiirlerdir. Divan şairlerinin mazmun adını verdikleri özel kalıpları vardır. Örneğin, sevgilinin kaşları keman, gamzesi ok, kirpikleri mızraktır. Bunlar, şiiri güzelleştirmek ve az önce de ifade ettiğim yoğun anlam katmak için kullanılmış ve hala kullanılan kelimelerdir. Mazmunlar, bu isimle adlandırılmasalar da Türk


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

şiiri içerisinde farklı dönemlerde kullanılmaya devam etmiştir. Örneğin, “gül” kelimesi sevgiliyi kasdediyorsa o aslında mazmundur. Bunun dışında örneğin Yedi Meş’aleciler’in kendilerinin “buluş” adını kattığı şey de mazmundur. Bu yeni ifadeler Türk şiirinde sıklıkla kullanılmış ve kullanılmaya devam etmektedir. Bu durum da kuşkusuz Divan şiirinin Yeni Türk Şiirine mirasıdır. Bilindiği üzere şiir, söz sanatlarıyla oluşur. Aslına bakacak olursak söz sanatları salt şiir değil düz yazı için de geçerlidir. Fakat söz sanatları kıyaslama yoluna gidecek olursak en çok şiir üzerinde kendini gösterir. Bu bakımdan İslamiyet öncesi Türk şiirinden, İslami dönem Türk şiiri de dahil olmak üzere çağdaş Türk şiiri de söz sanatlarını kullanarak kelimeleri işlemiştir. Örneğin, İstifham-soru sormasanatını İslamiyetten öncesi Türk şiirinden olan Alp Er Tunga sagusunun ilk dizesinde, XVI. Yüzyıl divan şairlerinden olan Fuzuli’nin su redifli kasidesinin ikinci beyitinde, çağdaş Türk şairlerinden olan İsmet Özel’in Yıkılma Sakın adlı şiirinde görmekteyiz. Bu yüzden aslında söz sanatları da İslamiyetten önce Türk edebiyatının, Çağdaş Türk edebiyatına mirasıdır. Bu mirasların dışında doğrudan aklımıza gelmeyen bir mirası daha satırlarımda belirtmek istiyorum; günümüzün Türk şairleri şiir kitaplarına adlar verirken Eski Türk şiirinden ilham almışlardır. Örneğin, Ercan Yılmaz’ın, “Nurusiyah”ı, Behçet Necatigil’in “Divançe”si daha eskilere gidecek olursak Yahya Kemal’in şiir kitaplarından olan “Eski Şiirin Rüzgarıyla”Bu kitabın adını N.Sami Banarlı vermiştir- bu duruma örnek teşkil eder.

Sonuç olarak mümkün olduğu kadar kısaca ele almaya çalıştığım bu yazıda siz değerli okuyuculara ve öğrencilerime günümüzün Türk şiirinin aslında geçmişten izler taşıdığı yahut geçmişin gelenekleriyle devam ettiğini açıklamaya çalıştım. “Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek.” sözü sanıyorum ki Tanpınar’ın söylediği sözler içerisinde Türk şiiri için söylenebileceklerin en iyisidir.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNTİZAR Bu şehir neden sessiz, herkes uyuyor mu Hiç kimse bu yangının farkında değil mi Bu şehir sensiz de değil Ama bu şehir neden sessiz Damarlarımdaki sokaklarda beslediğim aşk tomurcukları Hala uyuyorlar mı Kan pıhtılarının altında kamufle mi olmuşlar Yamalardaki yaraları da mı yolmuşlar Bulmuşlar sanki şairin tesellisini Nasıl dayanacak hecelerken ismini Cebimde bir müsvedde olarak bekleyen intihar Sen söyle, sevilmeyi hissedince Sevmeyi unutmak mı var Bozuk para gibi harcanan şiirlerle Çekilir mi intizar Ya sen Sen söyle kırılmaya hazır cam kenarı Ağlamayı da sen öğrettin ağlamamayı da Otobüste bir rüya vardı Sisler gitmişti yol açıktı Şair yola çıktı İnzivayı intizar etti Ay ışığı bu gece ile bitti.

Muhammed Münzevi


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“ Edebiyat tarihine hevesli her Türk genci, henüz inşâ malzemesinden hiç biri hazır bulunmayan bu büyük milli ve ilmî âbide için, izah edilen usuller dairesinde hiç olmazsa birer taş getirmeye çalışmalıdır; çünkü vücuda gelecek bu muhteşem âbide, büyük ve şerefli Türk milletinin asırlar boyunca muhtelif muhitlerde geçirmiş olduğu fikrî ve hissî safhaları ve o muhtelif safhalarda kendini gösteren Türk millî dehasının vahdetini göstererek, istikbaldeki nesilleri aynı vahdet gayesine sevk edecektir. Türk edebiyatı tarihçisi için bundan daha asil ve mukaddes bir hedef nasıl tasavvur olunabilir! ”


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ölümünün 50. Yılında MEHMET FUAD

KÖPRÜLÜ


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Edebiyat Tarihinin Ordinaryusu:

Beyza Özkan

MEHMET FUAD KÖPRÜLÜ

Vatan şairi Namık Kemal’in “Tarihini bilmeyen milletler yok olmaya mahkûmdur. ”sözleri adeta Fuad Köprülü’nün edebiyat camiasına geleceğini haber vermekteydi. Ve bu düşünce ordinaryüs Köprülü’nün ilmi çalışmalarında düstur bellediği bir düşünce oldu. Köprülü Hoca’yı tanımadan evvel onun bu iklime nasıl girdiğine şöyle bir göz atmak gerekecektir… Mehmet Fuad Köprülü, edebiyat hayatına 1909’da Fecr-i Âtî ile katıldı. Bu toplulukta şiirler yazdı ve şiirleri “Mehasin”, “Tanin” ve “Servet-i Fünûn” da yayımlandı. Bu yıllarda cereyan eden Milli Edebiyat” ve “Yeni Lisan” akımlarına karşıydı. 1910’dan sonra İstanbul’un çeşitli okullarında Türkçe ve edebiyat okuttu, liselerin edebiyat programını düzenledi. Ziya Gökalp çevresine girdikten sonra Milli Edebiyat akımının görüşlerini benimsedi, Türk tarihinin ilk dönemlerine kadar indi, ilk Türk topluluklarının tarih ve

edebiyatlarını inceledi. 1913’te, Halit Ziya Uşaklıgil’den boşalan İstanbul Darülfünunu Türk edebiyatı tarihi müderrisliğine getirildi. Aynı yıl Bilgi dergisinde Türk edebiyatının hangi yöntemle incelenmesi gerektiğini tartışan “Türk Edebiyatı Tarihinde Usul” adlı yazısı çıktı. Ahmet Yesevi ve Yunus Emre hakkındaki incelemelerini anlatan, ilk büyük yapıtı olan Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar kitabını yayımlandı. 1923’te Edebiyat Fakültesi dekanı oldu, ''Türkiye Tarihi'' adlı kitabını çıkardı. 1925’te Türkiyat Mecmuası’nı çıkarmaya başladı, ünü giderek dünyaya yayıldı, birçok uluslararası kongreye Türkiye temsilcisi olarak katıldı. 1928’de Türk Tarih Encümeni Başkanlığına seçildi. 1931’de Türk Hukuk Tarihi Mecmuası’nı çıkarmaya başladı; 1932-1934 arasında Divan Edebiyatı Antolojisi’ni çıkardı. 1933’te ordinaryüs profesör oldu, İstanbul Üniversitesi’nde birkaç kez dekanlık yaptı. 1934’te siyasete atılarak


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kars milletvekili oldu. 1936-1941 arasında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’yle Siyasal Bilgiler Okulu’nda ders verdi. 1935’te, Paris’te Türk Tetkikleri Merkezi’nde verdiği konferansların toplamı olan Les Origines de L’Empire Otoman (Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu) adlı kitabı yayımlandı ve büyük yankı uyandırdı. Heidelberg ve Atina Üniversiteleri ile Sorbonne’da onursal doktorluk sanı verilen, bilim kuruluşlarınca onur üyeliğine seçilen Köprülü 1941’den sonra İslam Ansiklopedisi’nin yayımına katıldı.

“Edebiyat tarihi, umumiyetle tarihin daha açık bir ifade ile – medeniyet tarihinin en mühim bir kısmıdır. Bir milletin uzun asırlar esnasında geçirdiği fikri ve hissi gelişmeyi belirten bütün kalem mahsullerini tetkik ile, onun manevi hayatını, gerçekte olduğu gibi tasvire çalışır. Bir milletin edebiyatı, milli ruhu ve milli hayatı göstermek için en samimi bir ayna sayılabilir. (...) Şu halde edebiyat tarihi, bir milletin manevi ve maddi gelişmesini edebi eserlerin menşûru arkasından gören ve gösteren canlı bu tarih şubesidir.” 1.

Bu verdiklerimizden hareketle Köprülü Ordinaryüs Köprülü’nün dediği gibi hakkında genel bir bilgi sahibi olduktan sonra edebiyat tarihi, içine alacağı malzemeleri onunla ilgili asıl konuya geçmekte “olduğu gibi “ almaya dikkat etmelidir. Zira yarar vardır, diyerek Fuad edebiyat tarihi tarafsız olmalıdır fakat Köprülü’nün yazmış olduğu her edebiyat tarihi, yazarından Köprülü’nün tarihçi edebiyat tarihlerinden izler taşır. Bu nedenle edebiyat oluşundan gelen titiz, ve araştırmalarından tarihleri tarafsızlık gözlemci ve ciddi tavrı bahsedeceğim. konusunda ince bir çizgide onun edebiyatımız üzerine Bundan evvel durur. daha sistemik bir şekilde edebiyat tarihi nedir, eğilmesini sağlamış ve nasıl hazırlanır, Köprülü, eserine bugün kendisinden sonra edebiyat tarihçisinin edebiyat tarihinin tanımını gelecek olan edebiyat edebiyat tarihi yaparak başladıktan sonra, tarihi ekolünü açmıştır. hazırlarken takınacağı “diğer tarih şubeleri ile tavır nasıl olmalıdır gibi münasebetleri” başlığı adı konulara değineceğim. altında edebiyat tarihinin dil ve tarih üzerine bina edilmeden vücuda Edebiyat tarihi, edebiyat ile tarih getirilmeyeceğini, şair ve düşünürlerin yani arasında bir yerde duran, tarihten ziyade mütefekkirlerin hâl tercümelerini sıralayan edebiyatla ilgilenen; edebiyat verimlerinin, eserlerin “Edebiyat tarihi” olarak telakki edebiyatçıların tarih içinde bir yere edilemeyeceğini söylemektedir. Eserinin oturtulmasını sağlayan, aynı zamanda bir “büyük sanatkarlar ve şaheserler” bölümünde, “sanat” olan edebiyat biliminin bir koludur. yukarıda sözünü ettiğim hâl tercümeleri ile Edebiyat tarihi hazırlamak sözlük hazırlamak, edebiyat tarihleri arasında “usul” ve “gaye” antoloji hazırlamak, ansiklopedi hazırlamak farkının olduğunu söyleyerek eserinde takip kadar ciddi ve dikkat isteyen bir iştir. Ciddiyet ettiği metodu bizlere söylemektedir. Zira bir ve dikkatin yanında yüksek bir gözlem ister. edebiyat tarihçisi, yazdığı tarihte takip edeceği Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi isimli metodu bütün bir eser boyunca korumalıdır. eserinde edebiyat tarihini şu şekilde Köprülü de bu vazifesini ifa etmiş bir tarihçidir. tanımlamaktadır: Nitekim onu izleyen “Edebiyat tarihi ve edebi 1

KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, s.1, Ötüken Yayınları, 1980


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

tenkid” adını taşıyan bölümde edebi eserleri incelemede kullandığı yöntemin ilkinin “âfâkî” yani objektif, diğer yöntemin de “subjektif” yani tenkitçi görüş olduğudur. Edebiyat tarihleri, bünyelerinde pek çok şeyi barındırır. Metin tahlili, tenkidi, mukayeseli edebiyat, araştırma, inceleme vs. Fuat Köprülü de bu de detayın farkındadır: “Edebiyat tarihçisi, vazifesini her ne kadar tarafsızlıkla yapmak isterse istesin, kendi zamanı hakkındaki görüşlerinde nihayet bir ciddi “münekkid” vaziyetindedir. “ 2 Köprülü’den vermiş olduğum bu demeç, az evvel sözünü ettiğim tarafsızlık konusunu somutlaştırmış olacağı gibi bahsettiğimiz yargıyı destekler niteliktedir. “Zümre Edebiyatları” bölümünde ise Köprülü’nün edebiyat tarihinin derin yapılarda hissedilen hatta yüzey yapıda da fark edebildiğimiz bilimlerle ilişkisini görebilmekteyiz. Bir edebiyat tarihinin, edebiyat biliminin kollarıyla yani -tenkid, mukayeseli edebiyat, edebiyat sosyolojisi vs.ilişkisi söz konusu olmalıdır. Bunun yanında sosyoloji, psikoloji gibi pozitif bilimler de edebiyat tarihinin sahasında yer almaktadır. Bu bölümde Köprülü, çevrelerde görülen zevklerin, duyuşların edebiyatımızın çehresini ne derecede etkileyebileceğini kaydetmekle birlikte Arap-Acem edebiyatının taşra kasabada nasıl karşılanacağını gözler önüne sererek edebiyat tarihinin sosyoloji ve halkiyat ile olan ilişkisini derin yapıda da olsa hissettirmektedir. Köprülü, “Edebiyat Tarihimizin Meçhullüğü ve Bunun Sebepleri” bölümünde ise edebiyatımızın sistemli bir şekilde kaydedilemediğinden, “tezkire “ ve “hâl tercümeleri” nin bir “Edebiyat tarihi” olarak telakki edilmesinden ötürü edebiyat tarihimizin

2

KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, a.g.e , s. 3

hazırlanırken usul ve gayeden yani amacının ve yönteminin olmamasından dem vurmaktadır. Buradan da şu sonuç çok rahat çıkarılabilir; edebiyat tarihleri hazırlanırken bir amaç ve yöntem doğrultusunda hazırlanmalıdır. Edebiyat tarihleriyle ilgili birçok özelliğin yanında bir de şu vardır ki önemlidir: “Tarihi icablara riayet”3 . Bu doğrultuda Türk tarihini bağlantılı oldukları toplumsal kurumlar açısından üç devirde incelemiştir: 1. İslamiyetten evvel Türk edebiyatı 2. İslam medeniyeti tesiri altında Türk Edebiyatı 3. Avrupa medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı Bugün edebiyat derslerinde bu sınıflandırma kullanılmaktadır. Eserinin bu kısmında da inceleme yöntemini şu şekilde açıklamaktadır: “Birbirinden tamamen ayrı ve çok bariz seciyelere malik olan bu üç büyük devrede, 3

KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, a.g.e, s. 5


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

çeşitli lehçeler edebiyatlarını, ayrı ayrı ve “takvimî” bir sıra takip ederek gelişim tarihlerine göre -umumi medeniyet tarihi çerçevesi içinde vermeye çalıştık. Büyük edebi şahsiyetler yahud bazı büyük tarihi cereyanlara göre yaptığımız ikinci derecedeki taksimde de son derecede- indi bölünmelerden uzak kalmaya, tarihi icaplara uymaya gayret ettik. Keza, çeşitli lehçeler edebiyatları dahilinde hususi bir gelişme hattı takip eden bazı zümre edebiyatlarını da yine takvimi sıraya göre göz önüne aldık ve edebiyatın umumi tekamülü arasında onun hususi gelişme hattını da müstakil olarak göstermek istedik. “ 4

başlamak doğru olacaktı!” (s. 20)

Köprülü’nün “Edebiyat Araştırmaları” , günümüzde derlenip toparlanmış ve kitap haline getirilmiştir. Edebiyat üzerine yaptığı araştırmalar tıpkı hazırladığı edebiyat tarihleri, Osmanlı tarihi ve hukuk tarihi gibi ciddi ve titizdir. Bir tanesinden söz ederek ömrüne sığmayan ordinaryüsle ilgili söyleyeceklerimi sonlandıracağım.

Fuad Köprülü’nün tarihçi oluşundan gelen titiz, gözlemci ve ciddi tavrı onun edebiyatımız üzerine daha sistemik bir şekilde eğilmesini sağlamış ve bugün kendisinden sonra gelecek olan edebiyat tarihi ekolünü açmıştır. Edebiyatımızı en eski dönemlere kadar inceleyişi, en eski dönemlerin edebiyatına ayna tutuşu onun sistemli dikkatinin bir timsali durumundadır. Yazdığı Edebiyat Tarihi ile Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Nihat Sami Banarlı’ya ve edebiyat tarihi yazan nice edebiyat tarihçilerine ışık tutmuştur.

İlk basımı 1966 yılında, müellifinin vefatından az önce yapılan eserin yayınlanma serüveni Fuad Köprülü’den öğrendiğimize göre Türk Tarih Kurumu Yeni Çağ Kolu’nun 22 Kasım 1958 tarihindeki toplantısında aldığı “dağınık ilmî makalelerin külliyat halinde basılması” kararı ile başlamıştır. Bu kararın ardından makaleleri üzerinde uzun uzun çalışma yapan Köprülü, dört ana kısma1 ayırdığı çalışmalarından oluşacak külliyatın ilkini Edebiyat Tarihi olarak hazırlamıştır. Bu kararı alırken ilk çalışmalarının bu alanda olmasının etkili olduğunu ifade eden Köprülü, durumu şöyle izah eder: “Evet, mademki ilk araştırmalarım Türk edebiyatı sahasında idi ve bu, hayatım boyunca da tetkiki zaruri diğer yardımcı sahalar yanında esas olarak kalma mevkiini kaybetmemişti, o halde işe bunlardan

11 kısma ayrılan eser “Türk Edebiyatı Tarihinde Usul” adlı makale ile başlamaktadır. Sonra sırası ile “Türk Edebiyatının Menşe’i, Ozan, Bahşı, V-XVI. Asırlarda Türk Şairleri, Saz Şairleri: Dün ve Bugün, Türk Edebiyatında Âşık Tarzının Menşe’i ve Tekamülü, Türk Edebiyatının Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Tesirleri, Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri, Aruz, Türklerde Halk Hikâyeciliğine Ait Maddeler” başlıklı yazılar yer almaktadır. Eser sonunda oldukça geniş bir umumi indeks de bulunmaktadır.5

Edebiyatımızın daha da sistemli ve daha da yüksek bir disiplinle inceleneceği dileğiyle değerli ordinaryüse rahmetle selam olsun diyoruz.

5 4

KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, a.g.e, s.5

http://www.yenimakale.com/mehmed-fuad-koprulu-edebiyatarastirmalari-1.html


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Aşiyan’a Uzanan Köprü

Ayşe Bengisu AKDAĞ

Fuad Köprülü’nün Tevfik Fikret Üzerine Düşünceleri Geçtiğimiz yıl Tevfik Fikret’e özel hazırladığımız Ağustos sayımızda, “Aşiyan’ın Yalnızlığı” başlıklı yazıma; “…O bir tezatlar şairiydi ve onu açıklamaya sadece iki kelime kâfiydi: Tevfik Fikret” diyerek başlamıştım. Yaklaşık bir yıl geçti. Bu sefer Haziran sayımızı Ölümünün 50. Yıl dönümünde büyük ilim insanı Fuad Köprülü’ye ayırmaya karar verdik. Köprülü Hoca’yı hangi yönüyle ele alsam, neyi yazsam, nasıl anlatsam diye düşünürken kütüphanemden Köprülü’den Seçmeler1 kitabını alıp incelemeye başladım. Fuad Köprülü’nün Turan, Akşam, İkdam, Vatan, Cumhuriyet gibi gazetelerde; Hayat ve Ülkü gibi mecmualarda yayınlanan yazılarının bir kısmının bir araya getirilmesinden oluşan kitapta yazarın pek çok alandaki çeşitli düşüncelerini okuyabiliyorsunuz. İçindekilere göz atarken dikkatimi çeken ilk başlık “Tevfik Fikret’e Dair” başlıklı yazı oldu. Ve yazarın da Fikret’i bir zıtlıklar şairi olarak ele aldığını, hatta kıyasıya eleştirdiğini, kimi yerlerdeyse eski fikirlerinden vazgeçtiğini gördüm. Gördüm ve şimdiye kadar, üstelik Fikret üzerine sayfalarca okuduğunu düşünen(?) biri olarak Köprülü Hoca’nın görüşlerinden bîhaber olmaktan utandım. Türk ilim ve tefekkür dünyasının önde gelen isimlerinden Fuat Köprülü XX. yüzyılın ilk yarısına her yönüyle damgasını vurmuş bir ilim adamı. Tarihten edebiyata, sosyolojiden hukuka pek çok sahada bilgi sahibi bir ordinaryüs. Edebiyatı da toplum yapısıyla iç içe araştıran Köprülü için bir zamanlar kendisinin de yazarı olduğu hatta beyannamesine imza attığı Servet-i Fünun mecmuası oldukça önemli. “Servet-i Fünûn’da yayınladığı pek çok şiirinin 1

Orhan F. Köprülü, Köprülüden Seçmeler, MEB Yayınları, İstanbul 1990

yanı sıra Fecr-i Âtî topluluğunun açıkladığı amaçlar doğrultusunda birçok batılı şair ve yazar hakkında makaleler de neşreden”2 Köprülü Türk şiirinin de en önemli isimlerinden biriyle ilgili yazılar kaleme almış. “Türk edebiyatı tarihinde mizaç, karakter, ahlâk ve hayat felsefesi üzerinde en çok konuşulmuş ve münakaşa edilmiş bir şahsiyet”3 olan Tevfik Fikret. “Türk Edebiyatı’nın başlangıç dönemlerine dair orijinal pek çok tespitte bulunan Köprülü, Servet-i Fünun edebiyatının ötesinde Türk edebiyatının söylemleri bakımından en kompleks şairi üzerine önemli

2

Abdülkerim Asılsoy,“Türk Modernleşmesi Öncülerinden: Fuat Köprülü Hayatı, Eserleri ve Fikirleri”, M.Ü., Türkiyat Arş. Ens., Doktora Tezi, İstanbul 2008 3 Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret (Devir,Şahsiyet, Eser), Dergah Yayınları


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bir çalışma yapmıştır.” 4Köprülü, Fikret’in şiirleri hakkındaki görüşlerini, Servet-i Fünun’da yazdığı dönemlerden daha sonra, fikirleri değiştikçe ve Fikret vefat ettikten sonra kaleme almış. Köprülü’nün bu düşüncelerini şairin ölüm yıldönümü dolayısıyla yazdığı “Tevfik Fikret’e Dair” başlıklı kısa makalesinin yanında, Haluk’un Defteri üzerine Servet‐i Fünun’da yayımladığı üç makaleden ve Tevfik Fikret ve Ahlakı adlı küçük boyutlu bir kitaptan öğreniyoruz.

göre şairin zıt davranışlar içinde olduğunu belirtmek yanlıştır. Bu görüşe göre “edebiyat eleştirisinde, yazar, ele alınan metin, ister düzyazı ister şiir olsun, bir tasarımcı olarak kabul edilir. Oysa şiirde konuşan kişi, şairin o şiir için tasarladığı kurgusal bir kimlik, yani yazardan farklı bir persona olarak tanımlanır”6. Ancak söz konusu Fikret olduğunda, şiirlerindekinin kendisinden başkası olduğunu düşünmek olası mıdır? Bu tanımla bir genelleme yapmak doğru mudur? - Bu soruları burada kesip Fuad Köprülü’ye dönmek istiyorum, yoksa kalemim Köprülü’den çıkıp yine Fikret’in derinliklerinde bulacak kendini :) Bu soruların cevapları ayrı bir yazının konusu olarak beklesin.

Köprülü, Tevfik Fikret ve Ahlakı adlı kitabında şairi, şiirleri dışında, farklı bir açıdan eleştirir. “Özellikle savaş yıllarının buhran günlerinde, Tevfik Fikret’in gençler nezdinde bir “ahlak mürşidi” ve “fazilet heykeli” haline geldiğini belirten Köprülü, bu övgü Fuad Köprülü’nün şairle ilgili dolu ifadelerine rağmen, şairin görüşlerine geri dönersek, yazar yaydığı ahlaki görüşlerin, şairin gelgitli ruh hallerini Köprülü’nün eleştirileri Türk milliyetperverleri şiirlerinden örneklerle Fikret’le farklı siyasi için uygun olmadığını açıklar. Şairin Rübab-ı görüşlerde olmalarından da vurgular.”5 Ancak, Şikeste’deki üslubunu terk kaynaklanmaktadır ve daha sonraki “Tevfik edip bir başka üsluba genel olarak Fikret Fikret’e Dair” yazısında geçmesini, bir “istihale-i üzerindeki sanat bu eleştirisini geri alır ruhiye” olarak yorumlar. düşüncelerini belirleyen de ve şairin fikirlerindeki Bu konuyu şairin, hep bu ayrılık olmuştur. bazı kusurlara rağmen düşüncelerinin zamanla ahlaki büyüklüğünün kabul değişmesi olarak değil, ruh edilmesi gerektiğini söyler. halinin, psikolojisinin değişmesine Köprülü’nün bu eleştirileri şüphesiz bağlar. Ondaki değişimi bir “tekamül” Fikret’le aralarındaki farklı siyasi görüşlerde olarak görmez ve bu değişimi şu şekilde izah olmalarından kaynaklanmaktadır ve genel eder: olarak Fikret üzerine sanat düşüncelerini “Çünkü, Rübab-ı Şikeste şairi, eskiden belirleyen de hep bu ayrılık olmuştur. beri muntazam ve mütevazin bir cümle-i efkara Fuad Köprülü’ye göre, Tevfik Fikret, sahip olamamıştır. Onun bütün şiirlerini şiirlerinde, birbirleriyle uzlaşması mümkün okuyunuz! Hayat ve insaniyet hakkında, gaye-olmayacak ölçüde çelişkili fikirler öne sürmüş ‐yi mevcudiyet hakkında nasıl tarz‐ı telakkiler ve özellikle de kendisini farklı ruh halleri içinde perverde ettiğini “nikbin” mi yoksa “bedbin” mi ifade etmiştir. Bazı araştırmacılara göreyse, olduğunu asla―kat‘i bir şiirlerde şairin kendisini aramak ve farklı şiirlere surette―anlayamazsınız.” 4

Fatih Arslan, “Tevfik Fikret Evreninde Gözden Kaçan Bir Küçük Kitap: Fuad Köprülü’nün ‘Tevfik Fikret ve Ahlakı’” Turkish Studies, Volume 7/4, Fall 2012, p. 783-798 5 Alphan Akgül, “Fuad Köprülü’nün Tevfik Fikret Eleştirileri”, Karadeniz Araştırmaları, Kış, 2013, Sayı 36, s. 277--‐286

Köprülü’ye göre, Tevfik Fikret, sabit bir ruh haline ve fikri bütünlüğe sahip değildir ve 6

Alphan Akgül, agm


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bu nedenle şairin “iyimser” mi yoksa “kötümser” mi olduğu kesin bir şekilde belirlenemez.7 Köprülü, Tevfik Fikret’in şiirlerinde fikri bir bütünlük olmadığını Haluk’un Defteri bağlamında da dile getirir. Yazar, bu kez, şair ile eseri arasında bir fikri tutarsızlık olduğunu öne sürer. Yani Tevfik Fikret’in şiirlerinde fikri bütünlük olmadığı gibi, kendi şahsiyeti ile şiirleri arasında da fikri bütünlük yoktur: “Kemal‐i samimiyetle itiraf ediyorum ki Haluk’un Defteri’ndeki efkar ve hissiyat hiçbir vakit Fikret Bey’in efkar ve hissiyat‐ı samimiyesi değildir”8 Yani buradan anlayacağımız; Köprülü, Tevfik Fikret’in, “iyimser” olmadığı halde, gençlere “iyimserlik” aşılamasını, şairin samimi fikirlerini saklaması olarak görüyor. Bu noktada Köprülü Hoca’nın bu düşüncesi doğru olsa dahi, tezahürat-ı maraziyesi ise” o halde sadedilane eleştirilecek bir konu mudur bilemiyorum. denilecek kadar nikbinane olan şiirleri sahte ve Mehmed Akif’i düşünüyorum. Akif de gayr‐i samimidir. Görülüyor ki herhangi surette Anadolu’ya bakıyordu, vatana, toprağa, kabul olunursa olunsun, Fikret Bey’in efkar ve gençlere bakıyordu ve üzülüyordu, endişe hissiyatındaki caliyetin teslimi duyuyordu, hatta korkuyordu belki zaruridir.” ama “Korkma” diyordu. Bunu Köprülü Hoca’nın demeye mecburdu halka yol Köprülü, Fikret’in “iyimser” Tevfik Fikret’in gösteren bir aydın olmaya çalışırken, tutarsızlığı, şiirlerinde mütefekkir olarak. “kötümserliği”ni çelişkiler olduğu bastırdığını, oysa Fuad Köprülü yönündeki düşünceleri “kötümser” hislerinin, Fikret’e bu açıdan başka örneklerle diğer yaklaşmanın üzerine yazılarında da devam zaman zaman gayr‐i ihtiyari gitmiştir. Köprülü, Tevfik : eder. Bu çelişki olduğu ortaya çıktığını söyler. düşüncesi doğru mudur? “Madem ki Tevfik Doğruysa da kusur mudur? Fikret Bey, bu kadar nikbindir, o Türk şiirinde adeta trajedi halde Haluk’un Defteri’nde sık sık yaşamaya gönüllü olan Fikret; tesadüf edilen sadalar kimin enfas‐ı samimisi değişim, yozlaşma, çelişki ve tutarsızlık veya caliyetidir [yapmacıklığıdır]. Yok eğer bu dünyasına sahip olsa da bunları şiirlerinde bedbin terennümler Fikret Bey’in kendi enfas-ı yumuşatmaya çalışan samimi bir şairdir. samimiye‐i sanatı, evvelce yazdığım gibi “Uğradığı sosyal, psikolojik, fiziksel ve statü “saklamak istediği bedbinliğinin gayr‐i ihtiyari 7 8

Alphan Akgül, agm Köprülü, “Haluk'un Defteri Münasebetiyle”, 1911, s. 198


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bağlamındaki travmalarını mısralarına bütün içtenliğiyle aktarmıştır.”9 Fuad Köprülü Tevfik Fikret’e ahlak ve zıtlıklar açısından iki açıdan eleştiriler getirmiştir. Ancak her ne kadar faklı düşüncelere sahip olsa da zamanla eleştirilerinin dozunu indirmiştir. Bu eleştirileri yaparken yeri geldiğinde onun için “Fikret tam bir sanatkar tahaddüsüyle Osmanlı nazmının nasıl şekiller alması lazım geldiğini duyuyor,(…) nazım lisanına yeni bir ses koyuyordu.” açıklamalarında da bulunmuştur. Ve “Tevfik Fikret’e Dair” yazısını şu satırlarla bitirmiştir: “Fikirlerinde yanlış ve kusurlu göreceğimiz birçok noktalar görünmesine rağmen, ahlaki büyüklüğünü bilhassa ş u son senelerin yarattığı meşum ahlak bozgunu esnasında her zamandan daha fazla takdis mecburiyetindeyiz.” Ölüm yıldönümlerinde Köprülü Hoca’ya ve Tevfik Fikret’e, rahmetle…

9

Fatih Arslan, agm.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KÖPRÜLÜ ve TEKKE EDEBİYATI

Hatice TÜRK

Çalışmalarına Dair

Mehmet Fuad Köprülü, Türk edebiyatlarının ve musikilerinin mevcut edebiyatının önemli alanlarında gerek kendi olduğunu, bu şairlerin aruzu kusurlu döneminde gerekse bugün adından övgüyle kullandıkları halde milli vezni ve milli şekilleri bahsedilen çok kıymetli eserler vücuda tamamen Türk zevkine uygun kullandıklarını getirmiştir. Onun araştırma kollarının geniş bir belirterek bu alanda çeşitli makaleler yazmıştır. sahaya yayılması Türk medeniyetini bir bütün Zamanın raflarında tozlanan tekke halinde inceleme gayretinden edebiyatımızın aslen dipdiri ve yetkin gelmektedir. Bunun yanı sıra yapısının pasının silinmesi ve ona kendi lisanını, edebiyatını, gereken kıymetin gösterilmesi Köprülü, Tarikatların tarih ve coğrafyasını -en gerektiği görüşündedir. kendilerine mahsus bir azından genel hatlarıylaKöprülü, halk edebiyatlarının ve bilmeyen bir adamın edebiyatını öz Türk musikilerinin mevcut milletine faydalı Kültürü’nün temeli olduğunu, bu şairlerin aruzu olamayacağı düşüncesi saydığından âşık tarzı, kusurlu kullandıkları halde onu çalıştığı konularda tasavvuf ve tekke edebiyatı milli vezni ve milli şekilleri üstün seviyede başarılı vb. konularda ve başlıca tamamen Türk zevkine uygun kılmıştır. temsilcilerinin biyografileri kullandıklarını belirtmiştir. Köprülü’nün üzerinde çalışmalar araştırmalarını yönelttiği ve yapmıştır.Tekke edebiyatımızı aydınlattığı alanlardan biri de derinlemesine inceleme çabası onu İslamiyet’in eski hars unsurlarımızla 13.yy’a, ta Yunus Emre’ye kadar götürmüştür. kaynaşmasından meydana gelen ve Arap, Acem Türk Yurdu Dergisi’nde yayımlanan Yunus Emre yahut Avrupa edebiyatlarında benzerine makalesinde ve ardından yazdığı Yunus Emre: rastlanmayan tekke edebiyatımızdır. Bir gazete Asarı makalesinde Yunus Emre’nin hayatını, yazısında tarikatların kendilerine mahsus bir vefatını, mezarı hakkında bilgileri okuyucu ile


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

paylaşmış; onun Risaletü’n Nushiyye’si üzerinde durarak “bizim Yunus”un halk edebiyatı üzerindeki derin etkilerinden söz etmiştir. Yine 13.yy’da yaşadığını tespit ettiği Said Emre isimli şairimizi ilim alemine tanıtmış ve onun Yunus Emre’den etkilenen en eski şairlerimizden biri olduğu kanaatine varmıştır. Bir yıl sonra ise Hoca Ahmet Yesevi, Çağatay ve Osmanlı Edebiyatları Üzerindeki Tesiri adlı araştırmasını yayımlayarak Orta Asya ve Anadolu Türklerinin ortak bir edebiyatları olduğu tezini savunmuştur. Makalede Yesevi’nin tarikatı ve dervişleri hakkında bilgiler verir. Aynı yıl Süleyman Fakih, Mevlid-i Şerif başlıklı gazete yazısında devrin tasavvufi anlayışını yansıtan mevlidin Türk halkı için öneminden bahseder. Tekke edebiyatımızın eser yönünden olmasa bile fikir yönünden etkilendiği önemli kişilerinden biri olan Hacı Bektaş-ı Veli’yi de Bektaşiliğin Menşe’leri ve Mısır’da Bektaşilik makaleleriyle tanıtmıştır. edilmiştir. Bu ihmal, Türk edebiyatı tarihinin de Nihayet “İslamiyet’ten sonraki Türk mükemmel bir şekilde yazımını engellemiştir. edebiyatında milli ruhu ve milli zevki Köprülüye göre Türk edebiyatı tarihimiz, anlayabilmek için en çok incelenmeye layık bir Türklerde tasavvuf ve tarikatların devir, halk lisanını ve halk veznini incelenmesiyle tamam olacaktır ki kullanmak suretiyle geniş bir sözünü ettiğimiz eseri tam da bu kitleye hitap etmiş eserleri Fuad Köprülü, görüşlerinin bir ürünüdür. asırlarca yaşamış büyük “Kadim” olanla mutasavvıflar devridir.” Köprülü, iki kısma “yeni” olanı, güçlü diyerek görüşlerinin ayırdığı bu eserinde İslamiyet somut bir delili olan, bir sentez içinde öncesi Türk edebiyatından yayımlandığı döneme inşa edebildi. Ahmet Yesevi’ye kadarki kadar yazdığı tasavvufla dönemde Türkler arasında ilgili araştırma ve İslamiyet’in ve tasavvufun yayılışını, makalelerinden teşekkül “Avrupa sonrasında Ahmet Yesevi’nin menkıbevi ilim alemine ilk temasım” diye nitelediği hayatını, halifelerini ve takipçilerini anlatarak Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabını Doğu Türklerinde tekke edebiyatının tarihi hazırlamıştır. Ona göre eski zamanlarda Acem, hakkında bilgi vermiş olur. Tekke edebiyatının Tanzimat’tan sonra ise Avrupa tesiri altında Batı Türklerindeki oluşum ve gelişimi, unutulan şahsiyetimiz, yani halk ile ilgili her şey Anadolu’nun manevi ve edebi hayatı hakkında gibi tekke ve tasavvuf edebiyatımız da ihmal da bilgi vererek eseri sonlandırır.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar yalnızca içeriği ile değil, konularının ele alınış tarzıyla da yerli ve yabancı pek çok ilim insanını hayrette bırakır. Jul Nemeth, “Köprülüzade bu müşkil sahada öyle bir rehber vücuda getirmiştir ki bu rehber birçok meseleyi hallettiği gibi ileride yapılacak araştırmaları da son derece kolaylaştıracaktır.” sözleriyle eserin üstlendiği misyonu belirterek eserin yetersiz bilgileri tamamlaması yönünden Avrupa üniversitelerinde öğretilenleri aratmayacak düzeyde yapısını takdir etmiştir. Köprülü, hazırladığı bu mühim eserin yanında tekke edebiyatı alanında yapılan çalışmaların yalnız tasavvuf tarihini değil tümüyle Türk tarihini alakadar ettiğini savunur ve bu alanda yapılan çalışmaları da destekler, onları büyük boşlukları doldurmaları yönünden takdire şayan bulur. Sonuç olarak; Fuat Köprülü edindiği birikimi kendinden sonra gelen Cumhuriyet nesline de başarıyla intikal ettirebildi. Hem geleneksel “ilim” anlayışını hem de fen ilimlerini içeren “bilim” anlayışını birlikte görme fırsatını yakaladı; dolayısıyla “kadim” olanla “yeni” olanı, güçlü bir sentez içinde inşa edebildi.

İlmi çalışmalarında Türk medeniyetinin her alanına ilgi duymuş olan Fuad Köprülü; yorulmak bilmeyen şahsiyetiyle, geride bıraktığı 1500’ü aşkın pek çok türde ve formda eseriyle ardından gelen nesle örnek olmuş, yöntem tarifleriyle yolları aydınlatmıştır.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Memleketimizde ilmin lüzum ve faydaları, şimdiye kadar, yalnız şekli bir surette anlaşılmış ve hiçbir zaman o ihtiyaç hakiki bir surette hissedilmemiştir. Halbuki bugün milliyetin feyiz veren ve hayatla dolu cereyanı bizde de bir ilim ihtiyacı doğurdu ki yarın bundan fikri bir hayat uyanması ümit olunur ve muhakkaktır. Bugün mefkûreci Türk genci görüyor ve duyuyor ki asrımız milliyet asrıdır; fakat aynı zamanda şuna da kanidir ki milliyetperverlik telakkisi menfi bir histen ibaret kalamaz. İnsan milliyetperver olabilmek için evvelâ kendi milliyetinin neden ibaret olduğunu, yani tarihini, coğrafyasını, içtimâiyatını, lisan ve edebiyatını bilmelidir.

Fuad KÖPRÜLÜ


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Köprülü Hoca’ya Dair

Pınar ÇAYLAK

Yazarken kelimeleri hep titizlikle seçmeye çalışırım ama bu defa bir başka heyecan var. Yalnız ben de değil kelimeler de bir o kadar tereddüt içinde. Hele cümleler, kurulurken bir yanlışlık yapmaktan korkar gibiler. Haklılar elbet, Türk Edebiyatı’nı araştırmak ve geliştirmek için hayatı boyunca çabalayan durmadan çalışıp üreten nice hocalar yetiştiren büyük hocayı anlatmak kolay olmayacak. Elbet yolun da henüz çok başındayım daha aşacağım çok yol var Türk Dili’nin sonsuz vadisinde. Bu vadide bizlere yol açan Fuad Köprülü hoca için birkaç kelam etmeye çalışacağım izninizle. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencilerinin birinci sınıftan başlayarak mezun oldukları güne kadar adını hep duyacakları ve yaptığı çalışmaları temel kaynak olarak alacakları hocayı anlamak çalışmayı gerektiriyor. Ben, Fuad Köprülü Hocanın “Terazinin bir kefesine Dede Korkut’u koysalar diğer kefesine ise yapılan bütün halk edebiyatı çalışmalarını koysalar yine de Dede Korkut Hikayeleri ağır basar.” sözünü okuduğumda diğer çalışmalara haksızlık olarak algılamıştım. İçten içe de böyle bir şeyin olamayacağına inanmış olmalıyım bir süre. Ta ki Dede Korkut’u gerçekten inceleyinceye ve içinde Türk Halk Kültürü ile ilgili hemen her konuda bilgi barındıran başucu kitabı olduğunu anlayana kadar. O zamandan sonra hocaya olan hayranlığımın bir kat daha artmaması pek de mümkün değildi. Benim fikirlerim bir tarafa hocanın yaptığı değerli çalışmalar herkes tarafından kaynak alınmaktadır. Hoca’nın yetmiş altı yıllık hayatındaki bütün çalışmalarını tek yazıya sığdırmanın

mümkünatı olmayacaktır. Elbet ki bu alanlarda başarılı pek çok çalışma yapmıştır. Onu, bırakın sadece Türk Edebiyatının bir sahasında görmek, tek bir ilim alanına ait görmek bile yeterli değildir. Eski Türk Edebiyatından, Yeni Türk Edebiyatına ve tabii ki Türk Halk Edebiyatına bütün dallarda kıymetli çalışmalar yapmıştır. 1909’da Fecr-i Ati Topluluğuna katılan ve Mehasin, Servet-i Fünun gibi dergilerde yazıları yayımlanan hoca, başta “Yeni Lisan” hareketine karşıydı. Ancak öğretmenlik yaptığı yıllarda Ziya Gökalp’in etkisiyle pek çok Fecr-i Ati üyesi gibi “Milli Edebiyat” görüşünü benimsemiştir. Milli Edebiyat görüşünü benimsedikten sonra Türk tarihini ve Türk dilini ilk dönemlerine kadar inceledi. Bu zaman gerektiren değerli


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

çalışmalarının ardından Türk dilinin hangi yöntemler ile incelenmesi gerektiğini gözler önüne seren “ Türk Edebiyatında Usul” adlı yazısı yayımlandı. Bunu: “Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar “ ve ''Türkiye Tarihi'' adlı kitapları izledi.

Bir ilim insanı, bir siyaset adamı, bir Türkolog, bir öğretmen, bir araştırmacı ve başarılı bir derleme üstadı… Adının önüne onlarca unvan getirebileceğimiz büyük bir Hoca…

Köprülü, halk edebiyatını öz Türk Kültürü’nün temeli saydığından âşık tarzı, tasavvuf ve tekke edebiyatı vb. konularda çalışmalarını sürdürdü ve başlıca temsilcilerinin biyografileri üzerinde çalışmalar yaptı. 1929’dan itibaren bu sahada başladığı çalışmalarını iki cilt halinde Türk Saz Şairleri Antolojisi adıyla topladı. Ayrıca, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi’nin birinci fasikülünü neşrederek burada, Abdal ve Abdallar üzerine yazılar yazdı. Hoca’nın yazıları, araştırmaları ve kitapları bizlere Türk dilini bir bilim olarak incelemenin yolunu gösterirken şiirleri ise bu zengin dilin duygularını yüreğimizde, en derinlerde hissettiriyor. “Akıncı Türküleri”nden şu mısraları her okuduğumda gurur ile burukluğu iç içe yaşıyorum. Duyguların bu derece harman oluşu elbette ki hocanın kelimeleri ustaca kullanışından kaynaklanıyor. Bu harmandan siz değerli okuyucuların da

payını alması taraftarıyım ve şiiri sizlerle paylaşmadan bu yazı bitemez. :) “Tuna boylarında sıra selviler, Tan yeri estikçe sessiz ağlarmış; Gül bahçelerinde baykuşlar öter; Şu virânelikler eski bağlarmış. Namazgâh bir otluk, kalmamış taşı; Çeşmelerden akan, kanlı gözyaşı... Orda bir güzel var, çatılmış kaşı; Ak alnına kara çatkı bağlarmış... Kırık minârelerden duyulmaz ezân... Hep ocaklar sönmüş, devrilmiş kazan. Bir inilti duydum, sandım bir ozan; Sesime ses veren karlı dağlarmış. Söğüt dallarında hasta serçeler Eski akın destanını heceler. Tuna ağlıyormuş bazı geceler; Göğsünde kefensiz şehitler varmış. Bozulan bağların üzümü acı; Asi köle kesmiş eski haracı; Yine yedi kral giymişler tacı, Şahin yuvasını kargalar basmış. Haydi eski ozan, al sazı ele, Düşmanlar içine düşsün velvele; De ki: Hor bakmayın bu durgun sele O, yetmiş bir kavme akın çıkarmış...”

Şiiri okuduktan sonra yine derin duygularda kaybolmadan hemen öce, UNESCO’nun 2016-2017 yılını “Ahmet YESEVİ ve M. Fuad KÖPRÜLÜ Yılı” olarak ilan edeceğini hatırlatarak yazımı noktalıyorum. Türk Dili’nin yolunu aydınlatan yüce insana sonsuz saygı ve minnet ile.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türk Tarih-i Dinîsi Üzerine Birkaç Söz Ayşe Bengisu Akdağ Fuad Köprülü Hoca’nın çok yönlülüğünü, Türk kültür sahasına katkılarını, eserlerini bu ay dergimizde Hocanın ölümünün 50. Yılı münasebetiyle ele alıyoruz. Çok yönlü bir ilim adamı olması dolayısıyla sosyal ilimlerin muhtelif sahalarında kalem oynatan Fuad Köprülü’nün sayısız katkısı, makalesi eseri olduğu malum. Bunların hepsini, bu 50 55 sayfalık dergide ele almamız, sayfalara sığdırmamız imkansız. Bizim yazılarımız Köprülü Hoca için yazılanlar arasında incir çekirdeğini doldurabilirse ne mutlu… Bu çekirdeği bir nebze olsun doldurma gayretiyle, biraz da Ramazan ayında olmamızın verdiği ilgiyle Köprülü Hoca’nın “Türk Tarih-i Dinîsi” kitabından bahsetmek istiyorum. Tarihçi veya ilahiyatçı değilim bu sebeple haddim olmayan satırlar, tahliller yazmayacağım burada :) Sadece Türk kültür ve tarihine ilgi duyan bir okurun bu kitapta neler bulacağından bahsetmek amacım. Söz konusu eser Hocanın talebeleri tarafından tutulmuş notların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş ve 1925’te taş basma olarak basılmış. 19911 ve 19972 yıllarında da hakkında önemli tezler hazırlanan bu eser, hocanın dinler tarihi ve özellikle de Türk din tarihi üzerine çalışmalarının bir özeti, sonucu niteliğinde. Aslında esere bakıldığında Metin Ergun’un deyimiyle- Fuad Köprülü’nün daha sonra geniş bir şekilde ele almak istediği bir Türk din tarihi kitabının taslağı biçiminde olduğu da söylenebilir. Ancak Köprülü maalesef bu eseri üzerinde bir daha duramamıştır. 1

Abdullah Aykın, Fuat Köprülünün Türk Tarih-i Dinîsi Adlı Eserinin Transliterasyonu ve Değerlendirilmesi, Erciyes Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 1991. 2 Meryem Ertekin, Türk Tarih-i Dinisi (Transkribe Metin), İnönü Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans, 1997.

Türk Tarih-i Dinîsi’nde yazar tarafından başlangıcından 750 Hicrîye kadar olan dönemdeki Türklerin yaşayışları, tarihleri, dinî itikatları ve tarikat yapılanmaları ele alınmış. Elimdeki Metin Ergun’un yayına hazırlamış olduğu3 Köprülü’nün bu eser i“İslamiyet’ten Evvel Türkler” ve “Kable’l İslam Türk Medeniyeti” adında iki ana başlıktan oluşuyor. Bu başlıkların da çok sayıda alt başlığı mevcut. İlk kısma Köprülü, “Türklere uzun asırlar bir faaliyet sahnesi olan Orta Asya yaylası, Sibirya'nın cenûbundan Himalaya dağlarına, Ural nehrinden Balkaş gölüne Hazar Denizi'nden Çin'e kadar imtidâd eder.” dediği “Orta Asya Yaylası” ile başlıyor. Coğrafyadan, yaşamdan, yiyeceklerden haritalar da ekleyerek bahseden Köprülü, Çinlilerin “Hiyong-nu dedikleri “Kon: Koyun” Türkleri’nden ve onların rakibi olduğunu belirttiği “Türk cinsinden 3

M. Fuad Köprülü, Türk Tarih-i Dinîsi, haz. Metin Ergun, Akçağ Yayınları, 1. bs., Ankara 2005


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olmaları pek ziyade me’mul olan Yüe-şiler”den geniş bir şekilde bahsederek devam ediyor ilk kısma: “Hiyong-nu Türkleri Çinlilerle asırlarca muharebelerde bulundular. Mete nâmındaki hükümdarları zamanında kuvvet ve şevketleri en yüksek dereceye çıkarak Asya’nın en kuvvetli devleti oldular.”4 Köprülü’nün kalemiyle, Orta Asya yaylasında gezinmeye devam ediyoruz ve Attila ve Hunların istilasına geliyor sıra. Sonra Avrupa’ya uzanan Hunlar, diğer tarafta ise bozkırda kalan Hazar ve Kuman Türkleri kısa kısa anlatılıyor. Ve bahis konusu Orta Asya olunca söz tabii ki beni heyecanlandıran kısma geliyor: Orhun Kitabeleri.

İslam Türk Medeniyeti başlıklı bu ikinci bölümde Türklerin devletleşmesini, ahlak ve adetleri, devlette ailenin yerini, önemini, kadının ailedeki ve devletteki önemini, “Gök Tanrı”yı, “Yağız Yer”i, küçükbaşlıklarla okuyoruz ilk olarak: “Türklerde bundan başka yukarıda “Mavi Sema” ile aşağıda “Kara Yer” adlı iki dinî “umde” daha vardır ki, gerek eski Hiyongnularda, gerek Tu-kiyularda buna rast geliyoruz.”6

Devam eden bu kısımlar için Dede Korkut’ta masal havasında okuduklarımızın ilmî satırlara dökülmüş hali diyebiliriz. İkinci kısmın bir diğer alt başlığı ise “Fikir Hayatı”. “Türklerin en eski kitabeleri Köprülü bu bölümde genel olarak Eserin, Köprülü’nün olarak bildiğimiz ve Türk Türklerin ilim, sanat, şiir ve daha sonra geniş bir lisanının en eski edebiyat dünyalarından şekilde ele almak numunesi olmak bahsediyor. Söz yine “Eski Türk istediği bir Türk din itibariyle fevkalâde hayat ve itikadâtının saf Türk tarihi kitabının taslağı kıymetli olan Orhon ruhunun bütün hususiyetlerini biçiminde olduğu da kitabeleri (M. 764)’de tamâmen saklayan”7 Orhon kat’iyyen inkıraz bulan bu Kitabelerinden başlıyor, Uygur söylenebilir. Şark Türklerine aittir. yazısıyla devam ediyor. Devamında (…)Tanıdığımız en eski Türk ise resimden, dokumaya pek çok sanat harfleriyle yazılmış olan bu dalındaki izlerimizden ve sonunda tabii ki kitabelerden biri, hakanın biraderi olup (m. şiirden ve ilk şairlerden bahsediliyor: 731)’de ölen kahraman Kül-Tigin namına “İslâmiyetin takarrurundan sonra bile, kable’l732’de, diğeri de 734’de ölen hükümdar Bilge İslâm zamanlardan kalma bir çok edebî Hakan namına 735’te dikilmiştir.”5 an’anelere ve şekillere tesâdüf olunmaktadır. İlk kısım yine çeşitli Türk kavimleriyle, En eski Türk şairleri -Altay Türklerinin “kam,” Avarlar, Hazar Türkleri gibi- bunların özellikleri, Kırgızların “baksı” Oğuzların “ozan” dediklerisavaşları, adetleri, bir kısmının artık yavaş yavaş “sâhir- şair”lerdir.”8 İslamiyeti kabulleri ve benim anlamakta Fuad Köprülü bu kısımlarda yavaş yavaş zorlandığım üst düzey tarihi bilgilerle devam Türklerin İslamiyetle tanışmasına sözü ediyor :) getiriyor. Araplarla münasebetler ve Abbasiler. İkinci kısım biraz daha rahat ve zevkli Abbasilerle birlikte İslamlaşan Türkler, ilk benim için. En azından daha aşina olduğum Müslüman Türk devletleri ve “Türklerin bilgilerle karşılaşıyorum. Zaten eserin ağırlık arasında İslâmiyetin intişarına ve noktasını da bu bölüm oluşturuyor. Kable’l 6 4

M. Fuad Köprülü, age., s. 20 5 M. Fuad Köprülü, age., s.26

M. Fuad Köprülü, age., s. 40 M. Fuad Köprülü, age., s. 48 8 M. Fuad Köprülü, age., s. 53 7


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Maveraünnehir'in kat’i surette Türkleşmesine hizmet eden Hakaniyye Devleti”9 dediği Karahanlılar. Sonraki başlık “Gazneviler” ve devamında Anadolu’yla birlikte “Oğuz Türkleri”. Fuad Köprülü Oğuzların da lisanından, etimolojisinden, coğrafyasından, İslamiyet’e girişlerinden bahseder: “İslâmiyeti kabul eden Oğuzlara muahharan Türkmen lâkabı verilmiştir. İslâm memleketlerine bu Oğuz muhacereti hicri dördüncü asırdan sonra büsbütün kuvvetlendi ve İslâmiyet bu daimî temaslar ve muhaceretler neticesinde onlar arasında kuvvetle taammüm ve intişara başladı.”10 Sözünü“Bugünkü Oğuzlar” a bağlayarak bu kısmı bitiren Köprülü Selçuklu İmparatorluğu başlığıyla Selçuklulardan geniş bir şekilde söz eder: “ İşte cenub-i garbiye gelen bu Türk zümreleri, Selçukî sülâlesine mensup bazı büyük şahsiyetlerin etrafına toplandıklarından Türk tarihinde eskiden beri görülen bir âdete tebaan bu devlet Selçukî nâmını almış ve pek az zaman zarfında Şarkî Türkistan'dan, Marmara ve Akdeniz sahillerine, Kafkas dağlarından Bahr-i Muhît-i Hindi ye kadar mümted muazzam bir Türk-İslâm imparatorluğu şeklinde inkişîf etmiştir.”11diyerek sözlerine başlayan Köprülü, siyasi geçmişten, savaşlardan, istilalardan bahsederek devam eder ve artık kitabın son kısımlarına doğru görülen alt başlık “Anadolu Fütûhâtmın Başlangıcı: Malazgirt Meydan Muharebesi”dir.

“Türkler için hiç yabancı bir saha olmayan Horasan, Sûfîlik cereyanının da başlıca merkezlerinden biriydi. Binaenaleyh Maveraünnehir İslâmlaştıktan sonra bu cereyanın İslâmiyetin evvelce takip ettiği yollardan Türkistan'a gireceği gayet tabii idi ve öyle de oldu(...) Kendilerine İlâhîler, şiirler okuyan, Allah rızası için iyilikte bulunan, cennet ve saadet yollarını gösteren bu hayırkâr dervişleri, Türkler, eskiden dinî bir kudsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul ediyorlar, dediklerine inanıyorlardı.”12 şeklinde açıklamalar yaptıktan sonra, sûfiliğin ortaya çıkışından, ilk Türk sûfilerinden, Hoca Ahmed Yesevî’den ve Kalenderîye gibi, Haydariye gibi tarikatlardan bahseder. Fuad Köprülü’nün “Türk Tarih-i Dinîsi” kitabı bu bölümle sona erer. Köprülü hoca ilk Türklerden, Totemizmden başlayıp Şamanizme, ordan İslamiyet’e ve onun içinde tasavvufa kadar uzanan dini coğrafyada Türklere ait olan birçok kültürel unsura yer verir, izahlar getirir. 20. Yüzyılın Türklük Bilimi alanında yetişmiş en büyük âlimi olan Fuad Köprülü’nün bu eseri döneminde yazılmış en önemli, nitelikli eserlerdendir. Eser ince olmasına karşın içerdiği bilgilerin ağırlığıyla Türk tarihine, folklorüne, Türk din tarihine ve edebiyatına ilgi duyanlar için bir başucu kitabı niteliğindedir. Ben bu yazımda Köprülü Hoca’nın bu büyük kaynağını bir nebze olsa da tanıtabildiysem, okurlarda ilgi uyandırabildiysem ne mutlu…

Tabii ki söz konusu Orta Asya, İslamiyet, Selçuklular olunca Tasavvufa ayrı bir başlık açılması gerekir ki Fuad Köprülü de öyle yapmıştır. “Menşelerinden Selçukîler Devrine Kadar Tasavvuf Cereyanı” başlığıyla başlayan kısımda Köprülü Hoca; 9

M. Fuad Köprülü, age., s. 92 M. Fuad Köprülü, age., s. 108 11 M. Fuad Köprülü, age., s. 114 10

12

M. Fuad Köprülü, age., s. 146


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

NİSYANi Güneş ufukta solarken, onunla kol kola biz Dolaştık eski hıyâbân-ı aşkı hep sessiz. Menekşe gölgelerin aks-i mübhemiyle dolan Bu eski makber-i mesir-i hâtırâtımdan Uçan revâyıh-ı hülyâyı, dest-i mesâ Uzak ve gölgeli âfaaka yaydı. Nazarlarında zılâl ü ziyâ ölen o kadın - Bir eski gölde solan leyle-i hâyalâtın Son iltimâ’-ı harîrîsi, son nigâhı gibiBiraz melûl-ı tevekkül, fakat acûl, asabî Ve muhteşemdi. Ben öksüz emellerimle hazân Ser-i melûlümüzün fevk-i haşyetinde uçan Ölümlü nefha-yı şi’riyle, rûhumuz yorgun Samût ü pür elem, ağlaştık. İhtizâz-ı gusün… Menekşe gölgeler artık karardı, öldü mesâ. Rükûd-ı şâmı sararken bu leyle-i hülyâ Biraz elem-zede, yorgun, onunla kol kola biz Dolaştık eski hıyaban-ı şi’ri hep sessiz…

Köprülüzade Mehmet Fuad

i

Nisyan: unutma Hıyâbân: iki tarafı agaçlı yol Mübhem: belli olmayan, belirsiz makber-i mesir-i hâtırâtımdan: hatıralarımın gezinti kabirleri revayıh- hülya: hayallerin kokusu dest-i mesâ: akşamın eli zılâl ü ziyâ: gölge ve ışık leyle-i hayalât: hayallerin gecesi iltimâ’-ı harîrîsi: şiddetli parıldama nigâh: bakış melûl-ı tevekkül: razı olmaktan usanan acûl: aceleci ser-i melûl: sıkıntılı baş fevk-i haşyetinde: aşırı korkulu nefha-yı şi’riyle: şiirin nefesi Samût ü pür elem: suskun ve elem dolu İhtizâz-ı gusün: ağaç dallarının titreyişi Rükûd-ı şâmı: akşamın durgunluğunu hıyaban-ı şi’ri: şiirin ağaçlı yollarını


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Düştü, düştüm Şarabın teşnesinde boşluğa gemi Gidiyor yelkenler fora seyir alemi. Kırdım kalemi akıl dile düştü, düştüm Bir sustum, bu düştü bin düşündüm. Kokusu burnumda güllerin nefesi Ensemde meleğin karanlık kafesi Aklım boşluğa düştü, dile düştüm Gönüllerde yer içte boşluk matemi. İçten bir ses dedi silkelen içim geçti Var mıydım yok mu bir süleyman geçti Kimdi neydi neciydi söze düştü,d üştüm Düşündüm nedendir diye de düştü geçti Düştüm kocaman bir boşluğun içine Şiir eskiden sesimdi anlamsız biçime Biçimsiz tarlalara verimsiz tohum düştü Yazamadım kafamda yolluk şiir içime. İşledim bu temi gördük ölümü matemi Yokluğu bolluğu karanlık karartı geceyi Yine geldi duvarın sesi de aklım düştü Düştüm yerimden geçtim kırdım kalemi Noldu ne hale geldi bu dert bu hale Haleden geçmiş halsiz ne bilir hali Halden anlamazlara gönlümüz düştü Düştüm ses içine boşluğun ta kalbine

Takatim kalmadı bu dertnak dile şiire Varamadım henüz kesretten vahdete Sırrımı tek bir kişiye açtım içim düştü Dün verdim sırrı mı boyun kementine Bir engin denizdir şiirimiz der bilen Sırrımız Allahta saklı kalır kalender Kalemden verileni anlayan düştü Düştüm yine pervasız kara kalemden. Kışın son baharı mı bu solan yaprak Talan olan bu kalp verimsiz çorak toprak Torlak bile amansız bir mürşide düştü. Düşünde görmek onu son durağa varmak Kalmak öylece ölümsüz seslere nefes Sessiz gemilere talim olan alime raz Saz çalan bir dile anlamsız şiirler düştü Düşlerde yaşayan Allahın mekanına raz Isfahan makamında kalem ruhun hali Şiir defterin şakağında vurduruyor dili Eli kırık sağ yolcu solla yazar mı düşü Bu halde bize ölmek susmak gitmek düştü...

Süleyman Erkut


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HOŞGELDİN Bir kediymiş yahut bir kuş Issız kalplerin dilinde Hiç hatırlanmak istemezcesine Bütün güllerini soldurmuş Sorgulanmış hayatının hiçbir nüshasında Atmamış kalbi Ayrılıkların visali Gece kaplı şiirler eder mi? Ah elleri mısraya boyanmış Gözleri bir ziyanın hülyasına dalmış adam Deliliklerimin iplerine tutun da gel Senin için yağmurlar yağdırayım.

Merdümgiriz


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KIYAFETNÂMELER

Sırdem KEMİKSİZ

Yaşadığımız çağın belki de büyük bir bölümünü oluşturan “insanları dış görüntüsüne göre yargılama” algısı aslında hayatımıza yeni girmiş bir şey değil. Üstelik şu an kıyafet dediğimizde aklımıza gelenle yüzyıllar öncesinde akla gelen şey de tam manasıyla birbirini karşılamamaktadır. İnsanlar 650.000 yıldır giyiniyorlar ve bunu önce örtünme ihtiyacı doğrultusunda gerçekleştiriyorlar. Günümüzde ise iyi bir kıyafet bizler için çok iyi yazılmış bir tavsiye mektubu yerine geçiyor adeta.Ancak “kıyafet” kelimesi şu anki bilinen anlamından ziyade başlangıçta “beden yapısı” için kullanılan bir kelimeydi.Hatta kılık kıyafet dediğimizde yüz ve beden yapısından bahsedilmektedir. Meseleyi “kıyafetname”ler olarak ele alacak olursak, Kıyâfet-nâme, kişilerin dış görünüşlerinden ahlak ve karakter yapıları hakkında çıkarılan yargıları konu alan eserlerin genel adıdır. Dış yapıdan iç yapıyı anlamaya çalışan bu ilme ‘’kıyâfet ilmi’’ ; bunu yapan kişiye de “kâyif” veya “kıyâfetşinâs” denir. Kıyâfet ilmi genel olarak kıyâfetü’l-isr (ayak izlerini konu alır) ve kıyâfetü’l beşer (bütün olarak insanı konu alır) olmak üzere ikiye ayrılır. Kıyâfet-namelerin konusu ise daha çok bu ikinci grupla ilgilidir. Araplar buna ilm-i firâset derler. Araplar arasında kıyâfet anlamında kullanılan firâset kavramını şaban-ı Sivrihisârî ise zeyreklik, yani zeki ve anlayışlı olmak diye tarif eder. Taşköprizâde de ilimlerin tasnifini yaptığı Mevzuatü‟l-ulûm’da firâseti, insanların zahiri halinden, yani renginden ve azalarının şeklinden deliller getirerek, onların ahlâklarını

bilmek; kısaca dış görünüşlerinden batıni ahlâklarına deliller getirmek olarak tarif eder. Beden yapısı ile insan kişiliği arasındaki münasebetler çok eski dönemlerden itibaren ilgi çekmiş ve 18.yy’a dek bu konuda çeşitli araştırmalar yapılmıştır. İnsanı tiplere göre ayırma işlemini ilk deneyen Hipokrat olmuştur.(M.Ö 5. yy).Ardından Eflâtun,Bokrat,Galien,İladus ve Aristo da bu konuda araştırmalar yapmış ve hatta sonraki dönemlerde İslam dünyasında da etkili olmuşlardır.Yine Sasani hükümdarı


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nuşirevân’ın bir firâset kitabı yazdırarak ülkesini buna göre yönettiği rivayet olunur. Kıyafetnameler özellikle insanın uzuvlarıyla ilgili hükümleri içeren manzum eserlerdir. Kıyafetnameler edebî maksatla yazılmamıştır. Ancak şekli ne olursa olsun asıl dikkat edilmesi ve önem verilmesi gereken husus bu kadim eserlerin içerdiği bilgilerdir.

almak isteyince bunlardan iyilik ve kötülüğe işaret eden özelliklerini bilmeye yarayacak sağlam bir ölçütün bulunması önemli ve gerekli olduğundan, bazı büyük insanların, insanoğlunda bulunan özelliklerin delalet ettiği hal ve durumları ayrıntılarıyla açıklamak konusundadır.” Osmanzade Taib, Ahlak-ı Ahmedi adlı eserinde şöyle bir olay aktarır:

Alimler kıyafetname ilmini açıklarken ayet ve hadislerden de istifade etmişlerdir. “Bir gün İmam Şafive İmam Muhamed Kuran-ı Kerim’de geçen şu ayet önemli bir çıkış Haremişerif’te bir kişi gördü. Şafi, bu adamın noktası olmuştur: “Araftakiler, yüzlerinden demirci olduğunu; Muhammed de marangoz tanıdıkları kâfirlerden birtakım adamlara olduğunu söylediler. Sonunda adama sordular. seslenirler.”(Kuran-ı Kerim 7/48) Bu ayette Adam da daha önce demirci olduğunu fakat geçen “simalarından” kelimesi ile neyin şimdi marangozluk yaptığını söyledi. Böylece kastedildiği konusunda da bazı her ikisinin da firasetli hükümleri görüşler ortaya konulmuştur. doğrulanmış oldu.” Yine aynı eserde Mesela İbn-i Abbas bunu şöyle bir rivayette mevcuttur: Kıyâfet-nâme, Müslüman bir insanın, “Nuşirevan, firaset ilminden kişilerin dış yüzünden belli olacağı hareketle şikayet edilen yaklaşımında adamın boyunu posunu görünüşlerinden ahlak bulunarak şöyle izah sordu; kısa boylu olduğu ve karakter yapıları etmiştir. “Hz. söylenince de tebessüm hakkında çıkarılan Osman(r.a) şöyle edip gereği gibi ferman buyurur: Her kim bir etti.”(Osmanzade, Nr. 714) yargıları konu alan sırrı gizlerse Allah onun eserlerin genel adıdır. Eflatun’un çehresini yüz hatlarından elinde gördüğü kişinin, kişiliği hakkında olmadan çıkıveren sözlerle tahminde bulunma olayı kaynakta şu açığa çıkarır.” Hz. Ömer(r.a)’in, şekilde geçer: “Bir dağ tepesinde inzivada her kim içini ıslah ederse Allah da onun bulunduğu sıralarda, buraya çıkan yolun başına dışını düzeltir.” dediği rivayet olunur.” bir nakkaş koyup kendisiyle sohbete gelenlerin Mevlana: “Bir insanın yaptığı işi ve sözü resmini çizdirdiğini ve sohbete layık olup onun gönlünün şahididir. Sen bu ikisine bak, o olmadıkları konusunda fikir elde ettiği kişinin içi nasıldır? Onlardan anla.” (Mevlana, belirtilir.” 1997: 35) Kıyafetname özelliklerini 11.yüzyılda Balizade Mustafa Efendi ise kıyafetnameler Kudatgu Bilig’de de görüyoruz. Yusuf Has Hacip hakkında olumsuz bir yargıya vararak şunları eserinde, gerek hükümdarın gerekse beyan etmiştir: “Bu ilim zandır, zira zan bazen hükümdarın yanında görev alan insanların, hata bazen de isabettir.”(Balizade, Nr.4100) karşılaştıkları kişilerin nasıl bir kişiliğe, ahlâka sahip olduklarını dış görünüşlerinden hareketle Seyyidzade Mevlana Ömer şöyle der: “İnsan bilebilecek bir birikime sahip olmaları türünün ahlak ve tabiatları birbirine yakın ve gerektiğini söyler. Ona göre özellikle yönetici birbirinden farklı oldukları için bir köle ve cariye


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

gibi bey olur.”(b.1950) “Soyu iyi ise, insan iyi olarak doğar ve iyi olduğu için başköşeye geçer.”(b.1959) “Soyu iyi olan insan iyi olur; bu iyi insan halk için de iyilik ister.”(b.2438) “Ulu Hacib”den bahsederken de, “Soyu sopu temiz ve tabiatı iyi olmalıdır.”(2437) der. Yusuf’a göre insanın iyilik ya da kötülüğünü, karakterini dış görünüşünden anlamak mümkündür; çünkü insanın ahlâkî ve ruhsal durumu dışına aksetmektedir. “Ulu Hacib”in, “yüzü ve kıyafeti güzel, saçı sakalı düzgün, erkek sesli ve açık sözlü olmalıdır.”(b.2458) “Yüzü ve kıyafetinin güzelliği onu sevdirir; huzura girip çıkarken, merdâne tavrı iyi tesir yapar.(b.2459) “Saçı sakalı düzgün erkek haşmetli olur; insan temiz olursa hareketi de temiz olur.”(b.2560) “Onun yüzü göze güzel görünmelidir...”(b.2464) “Bu güzel yüzü görünce insanın yüzü güler; içi açılır ve canı zevk bulur. olarak görev yapan insanlar firaset ilmine sahip olmalıdır. Yusuf, “Kapıcı-başı”nın görevlerinden bahsederken onun, çok sadık ve bu hizmeti canla başla benimseyen, usûl ve erkân bilen, tabiatı, bütün tavır ve hareketleri mülayim biri olmasının yanı sıra; kabul zamanı gelince bütün takımını toplayarak, onların huzura lâyık olup olmayanlarını gözden geçirmesi gerektiği; hizmetkârlardan istikbâl vaat edenleri bir bir hükümdara arz edip, onları yükseltmesi gerektiği de ifade edilir. Yine Kapıcı-başı, sahip olduğu engin anlayış ve tedbiriyle hükümdarın başına kötü bir hadise, bir felâket gelmesini önlemelidir. İtimat edilmeyecek kimseleri onun yanından uzaklaştırmalı; şüpheli kimselere karşı ihtiyat tedbirleri almalıdır. “Hakan”dan bahsedilirken de onun, “İyi tabiatlı, asil nesepli (b.108) olduğu, babası gibi kendisinin de bey olduğu (b.1936) ifade edilir. Yusuf, günümüzde kalıtım çerçevesinde dile getirilen görüşlere yakın bir şekilde, ataların iyi ya da kötü karakterlerinin gelecek nesillere geçtiğine inanmaktadır ve bunu genel hükümler olarak şöyle dile getirmektedir: “Baba bey ise oğul bey doğar, o da babaları


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Edebiyatımızdaki mevcut kıyafetnamelerin genellikle mensur olduğunu ve yabancı eserlerden tercüme yahut adapte edilmiş eserler olduğunu söyleyebiliriz. Bunların içerisinde telif denebilecek en mühim eser Hamdullah Hamdi’nin Kıyafetnamesi’dir. Amil Çelebi, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Kıyafetnamesi’ni de telife çok yaklaşan bir eser

olarak zikretmiş olsa da bu eserin Hamdullah Hamdi’den etkilenilerek yazıldığı Ali Çavuşoğlu tarafından vurgulanmıştır. Kıyafetnameler hakkındaki bu kısa bilgilerin ardından sizler için kıyafetnamelerden seçtiğimiz beyitleri şöyle sıralayabiliriz:

Başı büyük büzürg himmet olur / Başı büyük olanın himmeti büyük olur Yassı ise fark-ı ser / Başın üst kısmı yassı ise Sahibi çekmez keder / Bu kişi üzüntü çekmez Kameti her kimün ki olsa uzun / kimin boyu uzun olursa Olur ol sâfî-kâlb ü sâde-derün / kalbi saf ve içi temizdir Kısa olursa kibr ü kîne olur / Kısa olursa kibirli ve kinli olur Kim ki vasat boyludur / Orta boylu olanlar Âkıl u hoş huyludur / Akıllı ve güzel huylu olurlar Ger küçük olduysa el / Eğer el küçük olursa Bî-bedel olur güzel / Güzellikte bedelsiz olur Gözi büyügün ıssı kâhil olur / Gözü büyükler olgun olur Küçük olsa hafif ü muhmîl olur / Küçük olanlar hafif ve ihmalcidir Göz karası zekâ alametidir / Gözkarası zekaya işrettir Çeşmi büyüktür zarîf / Büyük gözlü zarif ve narin olur Gözleri gök eşkar ak / Gözleri gök, kızıl ve ak olsa Olsa ol andan ırak / Ondan uzak dur Kaş odur kim siyâh u ince ola / Siyah ve ince kaşlı olanın Nâzı vü şîvesi yirince ola / Nazı ve şivesi de yerinde odur Her ki kaşınun ince olsa ucı / Kaşının ucu ince olanın Eksik olmaya fitnesi ve güci / İşi gücü fitne çıkarmaktır Kaşta çok olan kılı /Kaşının kılları çok olanın Mükesser olur gussalı / Üzüntüleri de çok olur


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yaşar Kemal Etkinlikleri:

Begüm ÇALIŞKAN

Kuşlar Da Gitti İnsanlar yüzyıllar boyunca kendilerine gereksiz alanlar kurmak için doğanın boğazına sarıldılar ‘’Kuşlar Da Gitti’’ bunun bir çığlığı diyebiliriz belki de. Ve tabi ki insanın olduğu yerde insan bile barınamazken kuşlar da gider kuşlar da gitti elbette...

Bursa Nilüfer Belediyesi 2016 senesini, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Yaşar Kemal’e adadı. Yıl boyunca yazar için etkinlikler yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor. Bu sayede hem Türk Edebiyatı’nın Yaşar Kemal’e olan vefa borcu bir nebze de olsa ödenmiş oluyor hem de Bursa halkı kitap okumaya ve Yaşar Kemal’i tanımaya teşvik ediliyor. Mayıs ayı içerisinde Yaşar Kemal adına düzenlenen iki etkinliğe katıldım. İlki adını Yaşar Kemal’in kısa romanından alan “Kuşlar Gitti” etkinliğiydi. Bu kapsamda Yaşar Kemal’in eserinden hareketle Eskikaraağaç Köyü’ne giderek bu uğraşıda uzmanlaşmış kişilerle beraber kuş gözlem etkinliği yaptık. Bu köyde yaşayan kuşlar hakkında, onların göçleri hakkında birçok şey dinledik ve öğrendik. Daha sonra doğa yürüyüşü ve kahvaltımızın ardından “Kuşlar da Gitti” okumaları yaptık. “ Kuşlar Da Gitti’’ romanı çok az sayfaya sığdırılmış doğanın içinden taşan bir roman. Genel olarak insanların manevi duygu durumlarının körelmesini; doğaya olan duyarsızlığı ve meta toplumlarının zamanla nasıl da çırpınan kuş seslerine kayıtsız kaldığını anlatıyor diyebilirim. Öyle ki romanda eskiden Florya düzlüğünde özgürce uçuşan kuşlar zamanla yükselen binalardan, insanların doğaya dünyaya ya da toprağa sahip olma çabasından kendilerine uçacak yer bulamazlar.

‘’ ‘İnsanlık öldü mü?’ dedim. ‘Yok,’ dedi ‘ölmedi, ölmedi ama, bir şeyler oldu, başka bir yerlerde sıkıştı kaldı herhalde?’ ‘Nerede kaldı acaba?’ Mahmudun yüzü bir sevinç ışığında şakıldı. İnsanlık belki Mahmudun bu ağız dolusu gülüşünde, bu yürek dolusu sevincindedir, kim bilir, belki… ‘Kuşlar da gitti,’ dedi Mahmut. Sonra hiç konuşmadık. Kuşlar da gitti, kuşlarla birlikte de… Ne olacak, kuşlar da gitti.’’1

Yaşar Kemal adına düzenlenen bir başka etkinlik Nilüfer Akkılıç Kütüphanesi’nde yapıldı. Bu etklinliğin konuşmacıları Erendiz Atasü, Gürsel Korat ve Faruk Duman’dı. Bu üç isim bizlerle Yaşar Kemal okuma notlarını ve 1

Yaşar Kemal, Kuşlar Da Gitti, YKY


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yazar adına değerli görüşlerini paylaştılar. İlk konuşmacı Erendiz Atasü idi. Atasü’nün Yaşar Kemal adına söylediklerini özetleyecek olursak; “Roman batılı bir türdür ve kökeni İlyada’ya dayanır. Yaşar Kemal Homeros’a Tolstoy’dan daha yakındır. Azra Erhat ona “Homerosoğlu” der .Yaşar Kemal’in eserleri Şolohov’un eserleriyle kıyaslanabilir çünkü Tolstoy’da hareket eden bir kitle yoktur. Yaşar Kemal doğayı işleme inceliği açısından dünya çapında bir yazardır. O, destan çağının insanıdır; destan doğuran bir zamanda yaşamıştır. Eserlerinde çocukluğu önemli yer tutar. Her ne kadar kendimi anlatmıyorum dese de elbette her büyük yazar gibi kendini anlatır. Yaşar Kemal korkuyu erken yaşta öğrenmiştir. İnsanın temel duygusu da budur. Açgözlülüğün altında yatan temel duygu korkudur. İnsan bir şeylere tutunarak hayatta kalabileceğini düşünür. İnsanı kötü yapan şey korkudur ve Yaşar Kemal de insanı korkutan zalimlere isyan edelim demiştir aslında. Öyle ki İnce Memed’te toprak yağması anlatılır. İnce Memed’in sonunda büyülü gerçekçilikle de karşılaşırız. Şiirsel cümleler büyük yer tutar bu eserde. Garip bir şekilde kitabın sonunda bir neşe duyulur…’’ Erendiz Atasü’den sonra söz Gürsel Korat’taydı. Yaşar Kemal izlenimlerini madde madde ayırmıştı ve şunları söyledi; “Yaşar Kemal anlatıcı sesi kullanır. Seslenip de yazılan bir metnin yazıcısıdır, sözel anlatıcı gibi. Destansı anlatım yazıya geçmiştir diyebiliriz. O, köy edebiyatıyla sınırlı kalmamıştır, modern ve modern öncesi formun

başında doğmuştur. Türkiye modernizmiyle yaşıt bir adamdır. Yaşar Kemal kitleleleri anlatmıştır tıpkı Emile Zola gibi o da insanın iç dünyasını görmez. Yaşar Kemal destanları moderne aktarmış destanı yazılı kültüre geçirmiştir. Başkaldırı edebiyatının ilk ismidir diyebiliriz onun için. O her zaman yoksullara yakın ve zulme düşman olmuştur. Kendi Robın Hood’unu yaratmıştır. Yaşar Kemal halk dilinden yükselip gelmiş bir dil kullanır, okur onu kolayca anlar. Ben her zaman edebiyatçıların bir dil yarattığına ve halkın o dili kullandığına inanırım. Melih Cevdet’in ‘’Döneceğim’’ adında bir şiiri vardır. O şiir sanki bu sabah yazılmış gibi tazedir. Sanırım bizler Orhan Veli, Melih Cevdet’in konuştuğu dili konuşuyoruz…’’ Son konuşmacı Faruk Duman; “Yaşar Kemal edebiyatı masada öğrenmiş bir yazar değildir. O hayatın içindedir ki ona Homerosvari diyoruz. Bazı cümlelerinde Dede Korkut’u andıran cümleler vardır. Okula gitmemiş olması ve halkın arasında olması kendiliğinden gelen bir edebiyatı doğurmuştur. Onun yazdıkları halk masallarına elbette çok yakındır ve kaynağı korkudur. Fakat onlara masal demiyoruz çünkü ortada bir konu ve karakter seçimi var…” Şeklinde açıklamalarda bulundu. Son olarak Nilüfer Belediyesi’ne edebiyata verdikleri kıymet için teşekkür ediyor, Bursa’nın bu etkinliklere ilgisiz kalmamasını temenni ediyorum.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ZAMAN Zaman diyorum, hani biraz kalsa yanımda, Bir kez de benden tarafa işlese günah mı olur? Kim bilir belki yanlışlık benim olduğum tarafta, Olamaz mı yani, olur hem de ne olmak… Çok yoruldum, hem biraz soluklansam suç mu? Belki bir masal da anlatır bana, Ağaçların koluna salıncak kurmasa da olur. Çocukluğumun o deliksiz uykularına dalarım yeniden Aman uyandırmasın kimse ha, tek ses istemem! Belki saatlerce denize de bakarım uzun uzun yeniden, Fazla mı şey istedim şimdiden? Hele bir soluklansın; Yalan değil ya hiç bizden taraf değildi zaman, Kucak dolusu yorgunluklar birikti omuzlarımda. Hep de kötü şeyler olmadı elbet; Papatyalar açtı mesela, bir de şiirler düştü mısralara, Çay da öyle bir demini aldı ki dost meclislerinde sorma, Hem de şu zamana karşı sabırla! Üstelik güneş her geceye inat yeniden doğmakta…

PINAR ÇAYLAK


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İlahi DANTE

Tuğçe ERKOL

ona üvey anne getirmesi, annesinin yokluğunda oğluna karşı kötü tavırları, silik karakteri ve muhalif olmasına rağmen Floransa’dan sürgün yememesindeki soru işaretinden kaynaklanan kötü ünü, Dante’nin babasını sevmemesindeki sebeplerdendir. Dante’nin babasına olan nefreti, onun eserlerine de yansır. Babasından hiç bahsetmezken, var olan baba karakterlerini kötü babalar olarak yazar. Zaten sevmediği babası, Dante 18 yaşındayken ölür. Babası öldü diye neredeyse sevinecekken, onun ardında kalan üvey anne ve üvey kardeşlerinden dolayı daha da öfkelenir babasına. Dante’nin bu halinin Oidipus Kompleksi’yle bir alakası var mı diye de -bu baba-oğul ilişkisi düşünüldüğünde- rahatlıkla sorulabilir.

Dante, Bea’yı hayatı boyunca sadece iki defa görmüştür. İlk görüşteki aşkın ardından Dante, onu bir daha 18 yaşında 1265 yılının Mayıs ayında mı yoksa Haziran ayında mı doğduğu tam olarak bilinmeyen ve asıl adı Duranta olan, bir rivayete göre babası bu adı verdi diye adını değiştiren yazar Dante, İtalya’nın ileri gelen ailelerinden birine mensuptu. Ancak daha sonra hayat şartları onu, bu aristokrasinin en alt sınıfına kadar düşürecekti. Babası II. Alighiero’nun mesleği hakkında kesin bir bilgi yoktur, ancak devlet için çalıştığı ve Guelfo partisine mensup olduğu kesindir. O zamanlar Ghibellino Partisi hükümetteydi. Hükümetse muhalifleri Floransa’dan sürüyordu. Bu durumda II. Alighiero’nun da sürülmesi gerekirken ailesiyle birlikte Floransa’da yaşamaya devam etmiştir. Dante, annesini çok küçük yaşta kaybeder. Annesinin ölümünün ardından babasıyla baş başa kalır ve babası ikinciye evlenince zaten sevmediği babasından iyice soğur. Babasının

görecektir. Dante’nin bu tek taraflı aşkı, edebiyat tarihine damga vurmuştur. Bu aşk sadece Dante’ye değil, tüm sanat dünyasına ilham verir.

Dante, ilk eğitimini bir çeşit papaz okulunda alır. Ancak bu eğitimin ardından herhangi bir okula gidemediği ya da gitmediği ki aristokrat bir aileden geldiği düşünülürse gidemediği değil de gitmediği demek daha doğru olacaktır, eğitimini dışarıda tamamlamıştır. Herhangi bir okul kaydı bulunmamakla beraber büyük bir okuma ve araştırma ateşiyle yanan Dante, kendini geliştirmek için elinden geleni yapar. İtalyanca, Latince ve Yunanca eserleri okur.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçinde geçmişi barındıran Yunanca eserleri okuyarak bir yerde Rönesans’ın tetikleyicisi olmuştur. Dante, annesini çok küçük yaşta kaybettiğinden hayatında bir kadın isteği de öncelikle anne hasretinden çıkmıştır. Üstelik, babasının ikinci eşinden de pek haz etmiyordu. Hayatındaki bu şefkat eksikliğini daha çocuk yaşlarında, 9 yaşında, kendisinden bir yaş küçük bir kıza aşık olarak tamamlamaya çalışır. Beatrice Portinari... Floransalı bir şövalyenin kızıdır, Bea. Dante’nin ailesiyle beraber yaşadığı evin yakınlarında yaşar. Bu yüzden şaşılacaktır ki, Dante, Bea’yı hayatı boyunca sadece iki defa görmüştür. Üstelik ilk görüşmelerinde Bea’ya aşık olmuştur. Ve bu ilk görüşteki aşkın ardından Dante, onu bir daha 18 yaşında görecektir. Dante’nin bu tek taraflı aşkı, edebiyat tarihine damga vurmuştur. Öyle ki bu aşk sadece Dante’ye değil, tüm sanat dünyasına ilham verir. Dante, Komedya’yı, Bea’ya olan aşkından yazar. Komedya’nın sonunda kavuştuğu sevgilisini, olunabilecek en üst seviyeye yerleştirir. Maddi aşkı, manevi bir hale getirir. Hatta, Bea’nın ona Cennet’te sunacağı bir kadeh şarabı içebilmek için eserde kendisini bile öldürmüştür. Bu aşk hiçbir şekilde iki tarafın da bildiği bir aşk değildir. Dante, Bea’ya söyleyemez. Bu yüzden olacaktır ki, Bea, 1288’de babası gibi bir şövalyeye evlenir. Bea’nın evliliğinden çok mutsuz olduğu, öyle ki bu mutsuzluğa daha fazla dayanamayıp 2 yılda hastalanarak öldüğü bile söylenir. Evet, Bea evlendikten iki sene sonra ölmüştür, ama ölümünün nedeni sadece hastalık olarak belirtilmiştir. Dante’yi Dante yapan Bea olmuştur. Onu silkeleyip kendine getiren şey de Bea’nın ölümü olmuştur. Çünkü deyim yerindeyse Bea’nın ölümünün ardından manevi bir boşluğa düşmüştür ve bu manevi boşluğu doldurmak için önce politikayla ilgilenmeye başlamıştır, politikadan sonra da şah eserini yazmaya başlamıştır. Komedya’nın dışında daha birçok eseri olmasına rağmen Dante deyince akla ilk gelen eseri Komedya’dır ki bunun nedeni aşktır. Ah, aşk, insana her şeyi yaptırıyorsun! Dante, Bea’yı yaşatmak ve onunla mutlu olduğu bir

yaşamın artık bu dünyada olamayacağının farkındaydı. Bu yüzden de Bea’yla yaşayabileceği bir öbür dünya tasarladı. Bunu da Komedya’da okurlarına sundu. İlk aşk deneyimini 9 yaşında yaşayan Dante, evlilik yolundaki ilk adımını Bea’yla atmayı planlarken ailesinin zoruyla 12 yaşında atmıştı. Gemma de Manetto Donatti’yle nişanlanmıştır. Bu nişanda gene iki ailenin aynı sosyal statüden olup, birbirlerine denk olma durumları esas alınmıştı. Bu nişandan önce ve sonra sık sık görüşen zoraki çiftin arasında en ufak bir sevgi tohumu filizlenmemiş, aksine Dante’nin Bea’ya olan aşkı gün geçtikçe kuvvetlenmişti. Bea’nın ölüm haberini aldıktan sonra beş yıl boyunca derin bir üzüntü içinde yaşamış ve evliliğin maneviyatının onu iyileştireceğine inandığı için de nişanlısıyla evlenmişti. Dante, tıpkı babası ve büyükbabasına yaptığı gibi Gemma’yı hiç sevmedi, ama evliliğin kutsallığından dolayı saygı duyarken ondan eserlerinde hiç bahsetmedi. Bea’dan ise her fırsatta bahsetti ve onu sevmekten asla vazgeçmedi.

Dante, Bea’yla mutlu olduğu bir yaşamın artık bu dünyada olamayacağının farkındaydı. Bu yüzden de Bea’yla yaşayabileceği bir öbür dünya tasarladı. Bunu da Komedya’da okurlarına sundu.

Dante dönemin siyasi ortamı içerisinde önce çocukken babasından dolayı bulunmuş, daha sonra da kendisi aktif siyaset hayatına girmişti. Karısının ailesinin başı çektiği Siyahlar’ın karşısında, Beyazlar’ın yanında olup reformist düşünceyi savunmuştu. Beyazlar’la Siyahlar arasındaki çatışma oldukça uzun bir süre devam etmişti, ancak bu çatışmayı kazanacak


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kişi tabi ki papa destekli olan, reformist düşünceye kapalı Siyahlar olacaktı. Dante, dönemin Papa'sı VIII. Bonifatius’u, hiç sevmezmiş. Bu siyasi çatışmanın haricinde de babasıyla yakın ilişkileri olması onun bu durumunun bir nedeni olabilir. Siyahlar, Floransa’da hükmetmeye başlayınca Beyazlar, cezaya çarptırıldı: İdam ve sürgün! Ama babası bundan etkilenmemişti. Dante ise babası kadar şanslı olamadı. Önce Floransa’dan sürgün edildi. Ardından da Papa VIII. Bonifatius’un özel emriyle bir de Dante için idam kararı çıkarıldı: Görüldüğü yerde infazı gerçekleştirilecektir! Dante, adına çıkan ölüm kararından habersiz bir şekilde Floransa’yı terk etti. Daha sonradan bu ölüm haberini de alınca sürekli yer değiştirerek yaşamaya devam etti. Çok sevdiği Floransa’dan ayrılan Hayata karşı güveni iyice azalan Dante kendi yalnızlığını dostlarıyla doldurmak için eseri üzerine çalışmaya başlar: Komedya! Floransa’dan ayrıldıktan sonra Verona’ya geldiği bilinen Dante’nin daha sonra ne yaptığı bilinmez. Ancak bir daha karısını görmediği, kendini araştırmalara ve yazmaya verdiği bilinir. Dante, 1321’de henüz 56 yaşındayken sıtma hastalığından dolayı öldüğünde Ravenna’da olduğuna göre Verona’dan sonra Ravenna’ya gittiğini söyleyebiliriz. Dante’nin bedeni artık toprak olsa da gittiği yerde Bea’yla umarım kavuşmuşlardır. Dante'nin eserleri için yapılan en temel sınıflandırma eserlerin dillerine göre olandır. Latince Eserler ve İtalyanca Eserler olmak üzere iki ana gruba ayrılır. En meşhur iki eseri Yeni Hayat ve Komedya ise dönemin halk dili olarak görülen Toscana İtalyancası ile yazılmıştır. Komedya'da Dante baş karakter olarak kendisini çizer ve ölümden sonrası için yapılabilecek bir yolculuğu anlatmaya başlar. Yaptığı bu seyahat üç ana duraktan oluşur. Eser de bununla doğru orantılı olarak üç ana bölümden oluşur: Cehennem, Araf ve Cennet. Eserin asıl ismi Komedya'dır. Ancak Hristiyanlık'ın temel ögeleriyle fazla iç içe olan bu eseri deyim yerindeyse Hristiyanlık'a mal

etmek ve biraz daha kutsal bir hale getirmek için Boccacio tarafından Komedya adının başına bir İlahi kelimesi eklenir. Eser, içerik açısından incelendiği zaman zaten yeterince kutsal bir içeriğe sahiptir. Yazılırken İncil'i kendisine kaynak olarak almıştır Dante. Bununla da yetinmeyip Kur'an-ı Kerim'den de yararlandığı söylenir.

Dante bir daha vatanına dönemeyecekti. Savunduğu ideoloji çökmüştü. Adına bir ölüm kararı çıkmıştı, tek aşkı Bea, kavuşamadan ölmüştü ve sevmediği bir karısı vardı.

Komedya'nın en temel özelliklerinden birisi sembolik olmasıdır. Eser boyunca gözümüze çarpan her şey aslında kendisinin de içinde bulunduğu siyasi dönemin bir alegorisi ve çarpık bir eleştirisidir. Yani eserde bol miktarda Guelfolar ve Ghibellinolar'a rastlanır. Ayrıca Komedya yazıldığı dil açısından da İtalya'nın kendi ulusal kimliği açısından önem taşır. Eserler o dönemde kilisenin elinde olan Latinceyle yazılıyordu ve halkın büyük bir kısmı da bu eserleri okuyamıyordu. Dante, bu ikiliği ortadan kaldırmak adına bir adım atmıştır ve eserini halk dili olan Toscana İtalyancasıyla yazmıştır. Böylece lehçenin halk dilinden, edebiyat diline doğru da geçişi için bir adım atılmış olur. Komedya boyunca 3 rakamı gözler önüne çarpar. Dante, dinine düşkün ve dinini iyi bilen biriydi. O yüzdendir ki özellikle Rodolfo Benini'ye göre bu 3 rakamının bol miktarda kullanılması tamamen bilinçlidir. Kantoların 33 kıta olması Hz. İsa'nın öldüğü zamanki yaşını, Kantoları oluşturan her bölümün 3 mısra olması Teslis'i, eserin 3 bölüm olması gibi örnekler çoğaltılabilir.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Eser boyunca kutsal hedefe ulaşmak için ilerler Dante ve sonuçta kutsal hedefe varacaktır. Onun bu seyahatinde son aşamaya kadar yanında bir şair vardır. O şair Dante'nin etkilendiği ve saygı duyduğu Vergillus'dan başkası değildir. Vergillus, Agustus döneminde yaşamış İtalyan bir şair, Aeneis adlı destanıyla tanınır. Zaten Dante'nin yol boyunca karşılaştığı mitolojik kahramanların çoğu da Vergillus'un kaleminden çıkanlardır.

çalışmalarında, Michelengelo'da, Rodin'in meşhur Düşünen Adam Heykeli'nde, Dan Brown'un Cehennem adlı son romanında ve Cahit Sıtkı'nın dizelerinde...

"Yaş otuz beş yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün."

Dante, yolculuğun sonuna gelindiğinde artık yanındaki rehberini geride bırakır ve kutsal sebebine ulaşır. Onu Cennet'te Yeni Hayat'ta da geçen Beatrice Portanari karşılayacaktır. Nihayet Bea'ya kavuşan Dante onun sunduğu bir kadeh şarabı içecektir önce ve ardından da onun kolunda göğe yükselerek kutsal ışığın kaynağına ulaşacaktır. Her zaman geçerli olan bir şeydir ki bir eserin sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de bir o kadar vardır. Komedya dendiği zaman Batı'daki insanlar hazır ola geçerler deyim yerindeyse. Doğu kültüründe ise insanlar bununla ilgili iki görüşe ayrılırlar. Bir görüş, Dante'nin Cennet'e doğru yaptığı yolculukta, yedi ölümcül günah için hazırladığı yedi katmanın en derininde Hz. Muhammed'le karşılaşmasından dolayı eseri yerin dibine sokar. Bu görüşte olanlar bir de Dante'nin bunu yapma sebebi olarak Hristiyanlık gibi bir din varken Hz. Muhammed'in İslamiyet diniyle ortaya çıkıp en büyük günahı işlediğini söylerler. Diğer görüş ise tıpkı Dante'de olduğu gibi Cennet'e gitmek için Hz. Muhammed'in de o yoldan gittiğini, Cennet'e gidişiyle ilgili bir bilgi verilmediğini savunur. Hatta bunu söyleyenler, Hz. Muhammed'in Miraç'a yükselmesinden etkilenerek Bea'yla beraber kutsal ışığın kaynağına ulaştığını da söylerler. Dante bu eseriyle kimi çevreceler alkışlandı kimi çevrelerce de yuhlandı. Ama şu da bir gerçektir ki Dante'nin bu eseri yuhlanmaktan çok alkışlanmış, sadece kendi dönemine değil, kendi döneminden sonraki dönemlerde kaynak olmuştur. Özellikle heykel ve resim sanatında Dante'nin bu eseri defalarca konu olmuştur. Botticelli'nin tablolarında, Dore'nin oymalarında, Mechellino'nun yağlı boya

Dante'nin öldüğünde 56 yaşında olduğu düşünülürse ömrünün yarısının 35 olmadığı bariz şekilde ortaya çıkar. Ancak bunun için Dante'nin, Komedya'yı yazdığı yaşının onun hayatının yarısı olduğunu savunanlar olduğu için bu yolun yarısı 35 olarak düşünülmüştür. İtalya'nın yetiştirdiği en büyük şair olan Dante, Shakespeare'le birlikte Batı Avrupa Edebiyatı'nın en büyük dehalarından biri olmuştur. Ortaçağ'da her şeyi tekelinde bulunduran Roma Katolik Kilisesi'ne rağmen, zorla Latinceyi benimsemek yerine halk diliyle yazmıştır. Onun bu halk diliyle yazma çabası İtalyancanın öneminin artması, İtalya'nın milli bir hareket yaşamasıyla sınırlı kalmayıp insanların Ortaçağ kilisesinden kurtulması için de bir adım olmuştur.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

AYNI DEĞİL Bu ara ekmeğin tadı da değişti Sahi ortancalar da eskisi gibi değil Hep denk geldiğim köşedeki çocuklar Bu ara onlar bile aynı değil.

Musluk suları güzeldi eskiden Şimdi, tükürük bohçası gibi Güzeldi önceden İstanbul'un semtleri Şimdi, o bile aynı değil.

Sema Keser


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Xəbər Al Sorursan ömrümdən nələrim gedib, Nələrim olub ki, nələrim gedə. Mənim bu taleyim qara yazılmış, Çətin ki, zülmətim işığa dönə. Mən kədər şairi, qəm şairiyəm, Dərdləri özümə həmdərd bilmişəm. Nə zaman sevinib, gülümsəsəmdə, Mən dərd yaşamışam, dərd düşünmüşəm. Soruşma dərdimi, soruşma dostum, Sən bu dərdlərimi bilən deyilsən. Mənim dərdlərimdə səadətimdir, Sən bu səadətdən gülən deyilsən. Heç kəsə, heç zaman arzulamaram, Heç kəsin sevinci dərddən olmasın. Bu dərdin sevinci ağırdır ancaq, Olan mənə olsun, sizdən olmasın. Mən sizə danışdım mən kiməm, nəyəm, Mənim kimliyimi məndən xəbər al. Mən bu yer üzündə bir divanəyəm, Nələr çəkdiyimi qəmdən xəbər al.

Habil YASHAR Bakü, Azerbaycan


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR YASLA KOCAYANLAR Hırkasını sırtına giydi ve oğlunun odasına gitti. Kapıyı tıklattı. İçeriden usulca bir ses ‘’Gir’’ dedi. Salih Bey odaya girdi. Ali, pencerenin önündeki koltukta oturmuş, kederli bir şekilde dışarı bakıyordu. Salih Bey sakin bir sesle: - Geç oldu oğlum hadi artık uyu! Yaşadığın şey kolay değil anlıyorum. Ne desem seni teselli etmeye yetmeyecek ama bizim hatrımız için artık kendini bu kadar hırpalama’’ dedi. Ardından bir cevap bekledi ancak odada sessizlik hâkimdi. Salih Bey, daha fazla uzatıp oğlunun canını sıkmak istemedi ve odasına dönüp yattı. Ali de duvarların soğuk ellerini boynunda hisseder hissetmez ceketini alıp tekrar evden çıktı. Saat altıydı. İş saatine daha iki saat vardı. Dün akşam çok fazla alkol aldığı için hâlâ ayılmakta güçlük çekiyordu. Küfrediyordu, isyan ediyordu. Bir yıl evvel ölen nişanlısını onu bırakıp gitmekle suçluyordu. Her şeye, herkese karşı inancını yitirmeye başlamıştı. Yaşadığı acı gerçekten büyüktü ama hiçbir acı karşısında küçüleceğimiz kadar büyük olamazdı. Kendi ölümümüz hariç... Ağır adımlarla sokakta yürümeye başladı. Dünyadaki tek dertli insanın kendisi olduğunu düşünerek, etrafındaki herkesin güllük gülistanlık yaşadığını zannederek, şikâyet ve nefret dolu gözyaşları dökerek ve yaşadıklarını bir türlü kabullenemeyerek iki saat boyunca yürüdü. İşe geldiğinde bitkin bir haldeydi. Banka memurları birer ikişer gelmeye başlamışlardı.

Hikaye

Serhan DEMİR

Rozetini taktı, silahını beline koydu ve girişteki yerini aldı. Girişte bir rakı kokusu hâkimdi ve öğleye kadar devam etti. İşte yine aynı ihtiyar kapıda gözüktü. İhtiyar bu bankanın müdavimiydi. Her haftanın ilk günü öğle vakitlerinde gelir, kiraladığı kasadaki emaneti -ki o emanet banka çalışanlarının hakkında büyük efsaneler uydurduğu bir sırdırziyaret eder ve giderdi. Ali ise senelerdir devam eden bu ziyaretlerin farkına varalı çok olmamıştı. Bu durum onun pek ilgisini çekmiyordu. O dertliydi çünkü. (!) Ta ki ihtiyarı kasa odasından yürümekte bile güçlük çekerek ve gözlerinden sağanak sağanak yaşlar dökülerek çıktığını görene kadar... Uzun zamandır gördüğü bu ihtiyarı ilk defa kendisine bu kadar yakın hissetmişti, sebebini bilmiyordu ama onu o halde görünce bir an kendi dertlerinden soyunmuştu. Bu kıyafetin insanların üzerinde ne kadar çirkin durduğunu uzun bir zaman sonra ilk kez görebilmişti. İhtiyarı bir sandalyeye oturttu, ellerine kolonya döktü, kendisine gelene kadar başında durdu ve iyi olduğunda kapıya kadar eşlik etti. İhtiyarın senelerdir gelip gittiği bankada konuştuğu tek kişi olmayı başarmıştı. İhtiyar, Ali’ye ismini lutf etti. Yardımı için teşekkür etti. Bu büyük bir şeydi çünkü yıllardır bu bankada ihtiyarın sesini dahi duyan yoktu. Dertlerinin yerini bu günden itibaren biraz olsun merak almıştı. Bu Muhsin Amca kimin nesiydi? Niçin her Pazartesi buraya geliyordu? O kasada ne vardı? Bu gibi birçok soru akın etmişti zihnine. Haftaya geldiğinde bu Muhsin Amcanın sırrını öğrenmeliydi. Nasıl olsa onunla


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

konuşmuştu. Belki biraz daha yakınlaşsa, zorlasa öğrenebilirdi. Acaba o kasanın içinde ne olabilirdi? Günler geçti ve Pazartesi gelip çattı. Ali bir haftadır fazla alkol almıyordu, işe pek geç kalmıyordu. Zihnini meşgul edecek bir şey bulmuştu nihayet ve biraz olsun dertlerini unutmuştu. O gün işe tam vaktinde gitti. Girişte rakı kokusu yoktu. Öğlen ise gelmek bilmiyordu. Nihayet ihtiyar yine kapıda gözüktü yaşının beraberinde getirdiği rahatsızlıklar sırtına binmiş belini bükmüştü, geçen haftadan daha zor yürüyordu, gözlerinde taşmayı bekleyen okyanuslar vardı ama dudaklarındaki tebessüm denen o adayı asla yutamazdı. Muhsin Amca bir haftada çok fazla çökmüştü ama yine de buraya gelmeyi ihmal etmemişti. Ali’ye başıyla selam verdi ve yürümeye devam etti. Ali tam ardından gidecekti ki müdürü çağırdı ve ‘Çıkışta konuşurum.’ diyerek müdürünün yanına gitti. Müdürünün verdiği görevleri yapmış tekrar girişteki yerini almıştı ancak ihtiyar bir saat olmasına rağmen kasa odasından çıkmamıştı. Ali biraz daha bekledi ancak yarım saat daha geçmesine rağmen hâlâ yoktu. Gittikçe endişelenmeye başladı ve yetkisi olmamasına rağmen telaşla kasa odasının kapısını açtı ve içeri girdi. İhtiyarın başı kasa odasının ortasındaki masaya düşmüş, gözleri sımsıkı kapanmış ve son anlarında gözlerinden süzülüp masada biriken yaşları daha kurumamış, her şeye inat yüzünden hiç eksik etmediği o tatlı tebessüm tazeliğini kaybetmemiş, bir eli sandalyenin kenarından aşağı düşmüş, diğer eli bir çerçeveyi sıkıca kavramıştı. Çerçevede siyah-beyaz bir resim vardı. Resimde üzerinde gelinliği olan güzel genç bir kız ve damatlığıyla yakışıklı, fidan gibi bir delikanlı Muhsin Amca vardı. Ali, gördüklerinin karşısında donup kaldı. Bir gün sonra Muhsin Amca defnedildi. Cenazesinde huzurevindeki arkadaşlarından ve kız kardeşinden başka kimse yoktu. Herkes dağıldıktan sonra Ali, Muhsin Amcanın kız kardeşinden Muhsin Amcanın neden o resmi kasada sakladığını, o resimdeki kadına ne olduğunu, Muhsin Amcanın neden kimsesiz meczup bir halde yaşadığını sordu ve Zeynep Hanım anlatmaya başladı: Muhsin 1962 yılında resimde gördüğün o güzel kızla, yani Kadiriye Hanım ile evlendi. Kadiriye Hanım sara hastasıydı. Düğünün ertesi günü hava

kararmaya başlayınca evdeki kandilleri yakmaya başlamış, tam o sırada da sara nöbetine tutulmuş, kriz sırasında elindeki kandil yere düşmüş ve alev almış. Muhsin de iş çıkışı düğün günü çektirmiş oldukları o resmi fotoğrafçıdan almış eve dönüyormuş, mahalleye girdiğinde evinin etrafında bir kalabalığın toplanmış olduğunu görüp telaşla koşmuş, kalabalığı yarmış ancak her şey için çok geçmiş… Ne Kadiriye Hanım’dan ne de birlikte kurdukları o sıcacık yuvadan geriye bir şey kalmış. Muhsin beyin güzel hanımından, evliliğinden, mutluğundan kalan tek hatıra eve gelene kadar özenle taşıdığı ve eşine göstermek için sabırsızlandığı o evlilik fotoğraflarıymış. Muhsin Bey resmin başına bir şey gelmesin diye yıllarca onu o kasada tutmuş ve her pazartesi yani Kadiriye Hanım’ın öldüğü gün onu görmeye gitmiş. Ali duydukları karşısında gözyaşlarını tutamamıştı. Hanımefendiye teşekkür etti ve müsaade istedi. Yürümeye başladı. Artık bambaşka biriydi. Muhsin Amcanın hayatı ona fazlasıyla tesir etmişti ve kendi geçmişi ve geleceğiyle benzerlikler taşıyordu. ‘’Zavallı Muhsin Amca’’ dedi, “Bir yastıkta kocamayı hayal ederken bir yasla kocamış”, benim gibi...


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş

PERDE GAZELLERİ / İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR YAYINLARI Bursa’da okumanın, yaşamanın yazısız kuralları vardır. Bunlardan biri, Bursa’da doğan ve Türk Tiyatrosu’nun temel taşı sayılan Gölge Oyunu’nu nam-ı diğer Karagöz ve Hacivat’ı tanımak. Karagöz ve Hacivat oyunun muhavere bölümü de denilen giriş kısmında karşılıklı atışırlar ve Hacivat, perdeye gelerek, bu oyuna özel olarak yazılmış şiirleri okur. Buna “Perde Gazeli” adi verilir. Ünver Oral' in hazırladığı bu kitap da söz konusu perde gazellerini ele alıyor. Sadece perde gazellerini değil, aynı zamanda gölge oyununun tarihçesini ve tasavvufla ilişkisini de konu ediniyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları serisi içinde çıkan bu kitap, bir kültürün tanıtılmasına hizmet ediyor.

Jean Christophe GRANGE / LEYLEKLERİN UÇUŞU Leyleklerin Uçuşu, gerilim ve polisiyenin son dönemlerde isminden söz ettiren yazarı Grange’ın ilk kitabı. Hayal gücü ve kusursuz kurgunun birleşimi Fransa’da 850.000 adet sattı ve ardından sekiz bölümlük bir TV dizi olarak izleyici karşısına geçti. Nefes nefese okuyacağınız bu kitapta, leyleklerin göç yollarını araştırmaya yardım etmek üzere, yanında işe başlayacağı profesörün öldürülmesiyle leylekleri bırakıp, cinayeti araştırmaya başlayan Louise’ın hikayesi anlatılıyor. Grange’ ın kalemiyle tanışmak için doğru kitap!

MURAT MERİÇ / 100 ŞARKIDA MEMLEKET TARİHİ Tarih okullarda hep sıkıcı şekilde anlatıldı. Savaşlar , seferler , fetihler döngüsünde sayılar ezberletildi bize. Ama memleket tarihinden bihaber kaldık. Müzik yazılarıyla tanıdığımız Murat Meriç tarihe farklı pencereden bakıyor. Memleket tarihini şarkılarla anlatıyor. 100 şarkı ile tarihi sınırlıyor. Kitabı İstiklal Marşı ile açıyor. Her şarkının hikayesini ve ilişkilendirildiği olaylı anlatıyor. Ajda Pekkan’ın Petrol’ü , Duman’ın Eyvallah’ ı , aşk şarkıları içine gerçekleri koyan Fabrika Kızı ve daha niceleri. Memleket tarihi gözünüzün önünden film şeridi gibi geçerken her yaştan okuyucuya hitap edecek bir kitap.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ

STEFAN ZWEIG / SABIRSIZ YÜREK Sabırsız Yürek, 17 yaşındayken okuduğum ve hâlâ daha "en çok etkilendiğim yabancı kitap" listemin ilk sırasını muhafaza eden en kısa zamanda tekrar okumayı istediğim bir dünya klasiği. Zweig'in tek romanı olan Sabırsız Yürek’in aslında olay örgüsü alışık olmadığımız bir tarz değil. Hatta biraz biraz Servet-i funun, Halid Ziya tarzı. Zengin bir baba, zavallı hasta kızı, kızın aşık olduğu karizmatik ama serseri ruhlu asker ve acı son... Stefan Zweig'in kendi sonu gibi. Romanı özel yapan Zweig'in senaryo dışındaki kalemi. Karakterlerin uyumu, iç muhasebeleri ve tasvirlerin etkisiyle eser ruhunuzda derin bir etki bırakıyor. Ve bir kez daha idrak ediyoruz ki "vicdan hatırladıkça hiçbir suç unutulmaz." Kitaptan: "Yalnızca yardımcı olmak, bambaşka birine faydam dokunması fikri bile içimde bambaşka bir sevinç uyandırıyordu. Kişi ancak başkaları için de bir değeri olduğunu anladığında varlığının anlamını ve önemini kavrayabiliyordu"

NECİP FAZIL KISAKÜREK / O VE BEN Necip Fazıl'ı "kaldırımlar şairi" olarak biliriz, "reis bey" olarak biliriz, "Sakarya" olarak biliriz. Peki ya bu satırların ardındaki çocuk Necip, delikanlı Necip, "değişen" Necip? "O ve Ben" Necip Fazıl Kısakürek'in az sayıdaki nesir eserlerinden biri. Anıları. Çocukluğundan başlayan, yetişkinliğine uzanan, O'nu tanımasıyla "tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum" mısralarını yazdıran, değişen hayatı. Bu kitapta üstad Necip Fazıl Kısakürek'i değil, Necip'i okuyorsunuz. Acısıyla, sevinciyle, vicdan azaplarıyla kimi zamansa övünmelerle dolu Necip'i... Kitaptan: "Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman, mekan, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından dönen, bir kedi yavrusu gibi kıvranıp duruyorum. Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden hayal uçsa kanatları kana boyanır…"


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ev Üzerine Düşünceler – III Evin yerine geçebilecek, ikâme edilebilecek başka mekânlar veya varlıklı yollar var mıdır? Evsizlik giderilmesi gereken, âciliyeti gelecekle ilgili bir derttir çünkü. Aramanın devamı olsun isteriz. İkâme sözcüğü tuhaf kaçabilir. Sonuçta birebir karşılaması elbette olanaksızdır. Evimizin olmamasının sonucu olarak yaşayabileceğimiz olumsuzlukları telâfi edebilecek, yaşama bağlanma isteğimize kapı açabilecek başka tutamaklar diyelim. Bu tutamaklar ummadığımız kapılarda olabilir ve gönlümüzün hüzünlerini otarıcı ufuklara açabilirler. Ayrıca çağrısında olduğumuz o evin sedalarımıza akislerle cevap vermeyeceği ne malum? Bu sorunun cevabının olumsuz olması durumunda neler olabileceğini, olduğunu bir düşünün. “Düşüncesi bile korkutucu” denir ya, işte öyle olmalı. Aksinde ise, düşüncelerimiz bütün yönleriyle eksiksiz nesnel çıkarımlarda bulunamasa da, sadece muştudan ibaret yol işaretleri bile uzuvlarımızın gevşemesini bize hissettirebilir. Bu bile tek başına, farklı bir iklime geçebileceğimizin işareti olmalıdır. O yollar ile buluşamamak, karşılaşamamak

Muhammed Kırvar

gibi bir talihsizlik savı, varlığın içerdiği canlılığa bühtan değil midir? Doğrusu; evin yeri doldurulamasa da, bahsi geçen eksikliklerimizin, tercihlerimizle ve uygun gelişmeler olması koşulu ile kısmen veya tamamen giderilebileceği zannı bende gâliptir. En azından hayat sarmalını çözebilecek, yaşanabilir kılacak kadar. Adâlet beklentisi bu sanıya tutunmama sebep olan birincil etkendir. Varlıklarda ve varlıklar arasında cereyan eden olayların bünyesinde taşıdığı ve biteviye yansıttığı hayat ve canlılık kubbesi altındaki anlam bürüntüsü, sanat, bilgi, güç ve düzenin boyutları ve aşkınlığı, her birinin diğerlerini kendi içinde olgunlukla taşıması, birbirilerini tamamlayıcı bir bütüncüllük örüntüsü, perdelerimize akseden her görüntünün eksiksizliği, mükemmelliği diğerleri gibi yani, anlam, sanat, bilgi, güç ve nizam gibi adaleti de varlık yapısının vazgeçilmez bir parçası kılıyor. Herhangi bir unsur diğerinin tamamlayıcısı adeta. Eskilerin deyimi ile mütemmim cüz’ü. Biri diğeri olmadan olamaz.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu durağan olmayan, sürekli doğuş ve tazelenme hâlindeki, mütemâdi sahne değişmeleri yaşayan varlık senfonisi, hem sahne aktörü hem de seyirci konumunda olan bizlere zihnen ve manen apışıp kalmaktan başka bir şık bırakmıyor ki. Rakip olmanın kısa süren itkisi ile başka şıklara gidip-gelsek de, nihayette eksiklikler arayan benliğimizin samimiyetle buluşması halinde, rakip olmanın sadece bir yansımadan ibaret olduğunu anlaması ile tenkit oklarının bize yönelmesi bu inadî arayışın son sahnesi olacaktır. Zaten, varlık, yapı gibi kelimelerin bîzâtihî kendileri ipucu olmuyor mu? Madem siz ve yeriniz sizin dışınızda belirlenmiştir, eksikliklerinizi tamamlama imkânının olması, görünen tablonun anlam bütünlüğünün sağlanması bakımından zorunluluk değil midir? Aksi halde kendi konumumuz hakkında hiçbir fikrimiz olamayacağı gibi, anlamsızlık çemberlerinin ortasına düşmemiz de kaçınılmaz olur. Tabi anlamsızlık tasavvuru halinde çember nasıl olur? Ortasına nasıl düşülür? Nasıl betimlenir? Anlamı olmayan insan bu betimlemeyi hem de anlamlı kılarak nasıl gerçekleştirebilir? Bu konular çok suyu kaldıramaz bir hamur. Tek bilebildiğim; öznel olarak, kendimi oldubittilerin eseri görmek bana çok ağır ve aşağılık geliyor. Ben..! Tesadüflerin eseri olamam diyorum. Hayatın her alanında olduğu gibi, varlığımız hakkında da hüküm verirken yaşadıklarımız esas olmalı ve kendimizi aldatmamalıyız. “Kendini aldatamayan hiç kimseyi aldatamaz.” deyimi aldatmanın nerelere kadar uzanabileceğini, daha doğrusu aldatmanın zirvesini göstermek amaçlı olmalıdır herhalde. Aldanmalarımızın sürekliliği sakın bu yüzden olmasın? Elbette bu bakış somut içerikli bulunmayacaktır, zira soyutluk öznelliğimize en yakın gerçektir. Zaten hem somutu hem de içeriği bir başka arada, bir arada bulana aşk olsun. Öznemizin rahata erdiği, hiçbir nesnelliğin veremediği hayat hazlarını küçük bir dolaşımda elde ettiğimiz, sınırlarını kimsenin sabitleyemediği bu hudutsuz alanı sevmemek mümkün mü? Benliğimizin yüzdüğü o deniz, varlığımızın yüzdüğü ıssız bucaksız suların esamesi olsa gerek. Somutlar herkesindir, ben ise her nesnede bulduğum soyut yüzlerimle mutlu olurum. Beni ben kılan onlardır, sadece ben değil. Mümkün olsa

insanın “Alın, hepsi sizin olsun.” diyesi gelir. Peki, aynı varlık düzleminde bulunmak bizi kendimizden vazgeçmeye mi götürmeli? Vazgeçmek ile özneler arası uyum korosunun tınılarını gözetmek arasındaki küçük görülen fark, insanoğlunun varacağı yeri ne de çok birbirinden uzaklaştırmıştır. Yukarıda geçtiği gibi, çıkış olmamasının sonuçları çok vahim olacaktır. Ters odaklı bu bakış dünyanın ve insanın dokusuna çok aykırı görünmektedir ve çözümün olanaksız olmasını vicdanımız başta olmak üzere hiçbir unsurumuz kabul etmemektedir ve etmeyecektir. Bu çıkarımlar ikna edici değilse, bu hususlara ilişkin enginlikleri barındıran kadîm kaynaklar münacaat ihmal edilmeden ayrıntıları ile tekrar tekrar kurcalanmalıdır. Ben ancak, küçük tecrübelerle ve enginliklerin kumsalında yaptığım kısacık dolaşmalardan elde ettiğim his kırıntıları ile bu zannın bende gâlip olmasını izah etmeye çalıştım. Sadece ve yalnızca o kaynaklarla tecrübelerimin çatışmayacağına ilişkin hislerimin epey kuvvetli olduğunu söylemekle yetinebilirim. Bu yollar neler olabilir? Sevgi bu yollardan birisi olabilir mi? Yoksa var olan tek yol mudur? Neleri sevebiliriz? Başta kendimiz olmak üzere insanı, tabiatı veya bunların aşkınlığı mı, belki de hepsini? Birine olan sevgimiz diğerlerinden vazgeçmemizi gerektirmez herhalde? Varlıklar arası tercihte bulunmak mümkün müdür? Bu, koskoca sorular ülkesinde minicik ve muvakkat, geçici bir evden ibaret, muhtar hükümdârı olarak atandığımız nâdir soru adacıklarından, ülkeciklerinden birisidir. Evet, sevmek, sevilecekleri görebilmeye çalışmak tek yoldur ve başka yolların izleri bulunamamıştır. Bulduğunu iddia edenlerin hepsine olmasa bile bir kısmına baktığımı ve yeniden aramaya döndüğümü belirtmeliyim. Bu yolun başlangıcını yakalamış olmam bile hükmü vermeme yetti ve sevmeye çalışmak bugüne kadar ki tek kazancım oldu. Zıddını düşünmek, bizleri her bir varlık ile mücadeleye götürecektir ki, buna hiç kimsenin gücünün yeteceğini zannetmiyorum. Üstelik o varlık listesinin en başında kendimizi bulacağımız da gün gibi âşikar iken. Çok açık, sarahati tartışma götürmez bir tablo. Peki, bu yolda sadece kendi benliğimizi sevip, dışındakilere hisse vermemek olasılığı gibi bir tehlike yok mu? Bence var ve olması gerek şart gibi. Pay kelimesi bile ne kadar sivrilik arz ediyor fark ettiniz


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

mi? Sanki bölümlenebilir. Hâlbuki bölünebilen bitebilir. Kuşatmak kelimesini tercih etmek daha yerinde ve söz konusu tehlikeyi bertaraf eder gibi. Gerçekten sevginin hasredilmesi, alanının daraltılması istilacı yapısına aykırı olsa gerek. Hapsedilmeye kalkışılması başta teşebbüs sahibine zarar verecektir. Darlığa maruz bırakılmasının oluşturacağı manevi basıncın etrafındaki herkesi yıkacak kuvvette olacağını bilmek kâhinlik olmasa gerek. İnsanla başlayalım. Varlık âleminin durduğu yer bakımından en mükemmel örneği; insan, hemcinsimiz. Farkındalığını sırf yaşamakla kalmayıp, yaşadıklarının şuurunda, şuurunun da farkında olan tek varlık ve yanı başımızda. İlk bakışta insanı sevmek kolayımıza da gelebilir. Çünkü kendimizi ifade edebilmekte, ifade edilenleri yorumlamakta bildik vücut ve kalp dillerini kullanırız. Lisanlarımız farklı değildir. Mesajları bunlarla alır ve veririz. Muhatabımız bizden farklı değildir. Aramızda derece farkları olsa da mahiyetimiz aynıdır. Kısacası, sapmalara uğrama olasılığı en aza indirilmiş iletişimi insanla, hemcinsimizle kurabiliriz. Kastından sapma olasılığı iletişimin barındırdığı en büyük tehlikedir zira. Evet, bu aynîlik varlıklar arasındaki seçimimizin hemcinsimizden yana olmasında baskınlık sağlar. Hemcinslerimiz arasında ise, tercihimizi genelde kendimizde olmayanı bulunduran, arzuladıklarımızı taşıyan, eksikliklerimizi tamamlayan, ihtiyaçlarımızı karşılayan, taşıdığımızı düşündüğümüz zenginlikleri gören ve gördüğünü hissettiren ve duygularımızı, duygularını bize de yaşatabilen insanlardan yana kullanırız. Bir dost, bir arkadaş, bir hayat ortağı, bir varlık rehberi ancak bu arayıştaki cevaplar ile öne çıkan insanlar arasından çıkacaktır. Bu arayış kendi dar sınırlarımızdan çıkışımızın anahtarı olabilir. Belki de, bu çıkışla ortak paydaşlara ulaşmak, ortak paydaş bulma olasılığı yanında, paylaşmakla yükümüzü hafifleştirme olanağına da kavuşmak ihtimali belirecektir. Sonuçta, nasıl tandır başı soğuk kış günlerinde kendisi merkezde olur ve insanları ekseninde toplarsa, işte öylesine dairesel bir ihtiyaç halkasından bahsediyoruz. O başkasına, biz ona, o bize muhtaç. Bu ögeye erişmemize bazen sihirli bir kelime barındıran bir cümle, küçük bir insanî eylem, o an farkına vardığımız bir varlık tablosu, zihnimizi efsunlayan cümleler içeren bir kitap vesile olabilir. Her gün yeniden uyanmamız, havaya karışan her soluğumuz, Güneş in her sabah doğması,

ıslatmasından kaçtığımız yağmurun toprakla bizi gene yakalaması algılarımızdaki basit ve umarsız loş köşelerinde unutulmuşken mucize oldukları hatırlanabilir, bizi çocukluğumuza götürebilir, olağanüstü konumlarına konuşlandırılabilir, yerleştirilir. Anımsanamaz, çünkü hatırları vardır. Kimi vakitler de, sadece kendimizin dinlediği sessizliğimiz veya yürek acılarımızdan, sarıca hüzünlerden örülmüş kafeslerimizden yükselen mutluluğa ulaşma figanları aracı olabilir. Asıl olan, hepsinin can kulağımızın ışıklarla gelmesini beklediği terennümleri fısıldıyor olmalarıdır. Kutsal metindeki “Vesileye sarılınız” emri “Arayış” tercihinin insanın elinde olan ve bu nedenle sonuçlarına katlanılmak zarureti içeren yegâne eylem türü olduğunu sadece bu yüzden vurguluyor olabilir. Her durumda, sosyal yapıları da eklenti olarak içerebilen vesilelerin oluşturduğu veya bizim var zannettiğimiz atmosfer bizi tedirginlikten kurtararak emniyete kavuşturan, anlam boşluklarınızı dolduran, efkârımızı sarsıcı dalgalardan koruyan bir mendirek işlevi görebilir. Bu liman, tasavvurumuzun eseri olabileceği gibi hakikatte de bulunabilir. Varlık nedeni arayışımız olduğu sürece bunun önemi değişmez. Tasavvurumuzun eseri olması yokluğuna kanıt değildir, bilakis arayış kuvvetimizin varlığı etkileme gücüne, varlığın var edilmesi ile olan zorunluluk ilişkisine kanıt demektir. Sürekli ya da geçici zihni varlık algımızın betimlemesi olarak tanımlanabilecek o tasavvurun bize inşa ettirdiği dayanaklar aynı zamanda tasavvurun kendisine de payanda olacaktır. Beklenenin kül rengi bulutlardan sıyrılmış olması ve çehre kazanması, belirsizlikten kurtuluştur yaşamsal olan, gerisi ayrıntıdan ibarettir. Unutmamamız gereken diğer bir şey; bizi uçuran ve o limana ulaştıran kanatlarımızdır. O kanatlar benlikten, tek olmak direncinden diğer bir tanımlama ile varlık içindeki varlığımızın inkârından vazgeçmek yolundaki samimi arayışımız ve tercihimizdir. Uçulacak menzil, varılacak durak ve uçuracak kanatlar bir bütündür, parçalanamaz, öne geçebilen olamaz, arkada kalan hiç olamaz. Bu tercihi yapabilmek, varlıkta görünür olan can suyunun iksirvâri tadını duyumsamaya ve hayatın sürekli ve mutlak kaynağına ilişkin benliğimizdeki duvarları aşmamıza bağlıdır herhalde. Veya tercihimiz bu yönde olduğu, olabildiği için benlik duvarlarımızı aşmanın yolu bize açılacaktır. Çok zor ulaşılabilecek bir yol görünümüne rağmen


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ancak benliğimizin sıkıntılarının boyutları göz önüne alınınca ve göze alınınca ve istekle az da olsa yaşanınca çocukluk kuyularından çıkıp, varlığa bürünen bir his hepimize yardımcı olacaktır. Varlık diğer bir varlığın delilidir çünkü. Biri diğerinin yokluğunda nasıl var olabilir ki? Zaten yokluğu kim, nasıl tarif edebilir ki? Olmayanı. Varlık denizinde yüzen, kuşatılmışlık atmosferinin benliğe diz çöktürebilen havası genizlerimizi haykırışlarla geçerek hücrelerimize yerleşme çabasında iken, var ve varlık olarak yokluğu nasıl tarif edebiliriz ki? Biz varlığın tarafında olmalıyız, başka taraf olursa elbette onlarla da ilgilenebiliriz. Olursa. Olmayanlarla nasıl ilgilenilir? Belki yokluğu, kaybetmekle, kaybolmakla karıştırıyoruz. Evet, öyle olmalı. Çünkü o anda, o his bizi ne kadar kuşatabiliyorsa ve kendisine manileri ne kadar uzakta tutabiliyorsa biz o hissin duvarları arasında ne kadar kalabiliyorsak o kadar çözüme yaklaşıyoruz. Diğer olasılık, bizi kuşatan kalın, içsel duvarlarımızın kapısız ve ışıksız kalmasıdır denebilir. İçeride kaldığımız süre uzadıkça, başkalarına açık

olma olasılığının azaldığı bu kalenin duvarları geçen her zaman dilimi ile doğru orantılı olarak kalınlaşacaktır. Kanatlarımızın olmadığı hâl ve zamanlarda, aydınlıkların hiç birine vâsıl olma olasılığının olmadığını bilmek bile tek başına, ulaşacağımızı umduğumuz bilginin kıyısıdır. Bilmek (Bilgi ile karıştırılmadan) bulmanın başlangıcıdır herhalde. Hâkimler; “Benliğin insanda ve insanlıkta erimesi, onu varlığın her unsurunu çeken, karşı konulmaz güç olma özelliğine kavuşturur ve her şeyi yerli yerince içine alan devasa bir varlık havuzu haline getirir, kıyılardan enginlere ulaştırır.” demişler. Enginler bir rıza lokmasıdır denilmiştir ve herkese nasip olmayışı bu sebepten olsa gerek. İşte bu nedenle bu serinlik kaynakları az bulunur. Uzaklardan da olsa o kaynakların esintilerini hissedebilmek, her birimizin farklı boyutlarında olduğu yolculuğun tatlı anlarındandır. İnsanla başlayalım demiştik, bulunduğumuz sahilin kısalığı ve sığlığı eskilerin “İnsan hepsine yetti ve zaten öz onda saklıdır.” Deryası ile anlaşılsın ki bitirelim.


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DERVİŞ DİRİSİ Abası yollara yorgunsa ne yapsın derviş demir çarığı. Sabahlar salasız paslı kalemden akmazsa mürekkep ve adına en çok Hızır yakışıyorsa ne yazar, kalbimin orta yerinde annemin duası geçer. Kaç ağıt duyulur sesinden gitmelere dair kaç ayrılığa eş tartılır leyli yıldızdan ağırlığın, geceleri alıp başını ansızın giden mezarlık karanlığıyım ıslatmaz beni yağmurların. Kirli parmakların tenhasından iz bıraktı şehrim, sokak arşını tellal avazı sabrımı damıtır, kuş kanadına takılı hazan yaprağı gömleğimden düğmedir. Kaf Dağı ardı / her gün Ankasız masal diyardır bana Kendimi çoğaltıyorum çağdaş pazarların milyonluk som baharına. Bir çözebilsem asude iplere eş uykuları, acemi yanlarıma dolanacak muştular biliyorum / gölge gibi sarmalayacak mahremliğimi bir omuz bekleyen cami avlundaki tabutlar. hem hancıyım hem yolcu dur da biraz solukla nefesimi.. abası yollara yakışan yolcu abbas bir aba delisiyim işte gel de benle eğlen biraz. Mustafa IŞIK


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR BEKLEYİŞ Sanki biri gökyüzünün lambalarını açıp kapıyor Dilimde Suzan Suzi Güneş rakı burcuna girince sahi Bir arada görmek ister mi bizi? Gözlerim daldığında mı, Yoksa dolduğunda mı gelir uzaklardaki? Peki ya o nasıl sonları severdi? Ardında bilinmezliğin yırtıcı sesi Bir gün tan yerinin ortasında Güneşi bekleriz belki.

Merdümgiriz


Haziran’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İHTİLAL Küreselleşen şiirler var çantamda Küreye tesir etmeyen Yontulması gereken kurşunlarım var Yontuldukça hüzne doyan Yasak aşk değildi benimkisi Yasaklanmış kelimeler kullanılmadan Yasaklar çiğnendi Pasaklanmış öpüşler Son kullanma tarihi geçmiş gülüşler Sana bakarken tutuklama beni Çalkalanıyor kalbim Sarmaşıklaşan karmaşık prangalarım Paslanmaya yüz tutmuş Gördüğüm her örtünün altında sen mi varsın Serap mı görüyorum suretlerde Harap mı olmuşum yoksa gurbetlerde Benim çalar saatlerim terk edilmeye ayarlı Benden giden benleri saymayı bıraktım Beni sen bekle ey gavurluğu bırakmayan gece Beni hak eden sensin ancak ve ancak Seninle bir güzel sona varacağız mutlak Ki dün batan güneşi ben batırdım Batan güneşin şiirleri bunlar Hoşça kal!

Muhammed Münzevî


“Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi.” Ahmet Hamdi Tanpınar Ulu Camii, Bursa

Fotoğraf

Aybige Akdağ



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.