Eylül-Ekim 2016
Sayı: 30
“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır”
YUSUF HAS
HACİB
1000
YAŞINDA
Şilili Nâzım: PABLO NERUDA
Büyük İnsanların Küçük Öyküsü: KÜÇÜREK ÖYKÜ
VAKTİYLE BİR ATSIZ VARMIŞ
İncir Çekirdeği Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Genel Yayın Yönetmeni
Sırdem Kemiksiz
Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı
Yazarlar Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol
Misafirler Aziz Nadir Önder Öztürk
Orta Asya’nın bozkırlarında, bundan tam 1000 yıl önce, Türk diline, kültürüne en büyük hazinelerden birini kazandıran Yusuf Has Hacib dünyaya geldi. Biz de bu önemli yıl dönümünde dergimizin dosya konusunu bu büyük Türk bilginine ayırdık. Hayatına, engin bilgisine, ünlü eseri Kutadgu Bilig’e yer verdik. Dosya konumuza Busenur Aslan, Mehmet Altınova, Beyza Özkan ve bendeniz katkıda bulunduk. Dosya konumuzun yanında sizleri dopdolu bir yazı içeriği bekliyor. Işık Selin Orhuntaş’ın kaleminde Adalet Ağaoğlu’ndan Aziz Nadir’in yazdığı Nihal Atsız’a, Tuğçe Erkol’un ele aldığı Pablo Neruda’dan Elia Kazan’a birçok yazı sizleri beklerken, Mitoloji Pusulası serisi ve Sırdem Kemiksiz’in mesneviler üzerine serileri de kaldıkları yerden devam ediyor. Röportaj köşemizde ise Mehmet Altınova’nın İstanbul’un en eski sahaflarından “Sahhaf Adanalı Ahmed” ile yaptığı keyifli sohbet sizlerle. Bütün bunların yanında şiirlerimiz, hikayelerimiz ve kitap tahlillerimiz de sayfalarımızda okunmak için bekliyor.
Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/
*** Bu sayımızla birlikte dergimizde yeni bir uygulamaya da başladığımızı siz okuyucularımıza bildirmek istiyoruz. İncir Çekirdeği ailesi olarak bundan böyle çok daha fazla çalışarak, dopdolu içeriklerle sizlerle buluşmak için iki aylık dergi oluyoruz. Bu noktada her ay yaklaşık 60 70 sayfa yayınlanan dergimizin okunmasının bitmesi için iki ayın daha yeterli olacağını belirten okuyucularımıza hak verdik. :) Ayrıca yılda birkaç kere yapabildiğimiz baskının da bu sayede daha çok sayımızı kapsayacak olması dergimizi elinde tutup raflarına eklemek isteyen okuyucularımız için bir fırsat olacaktır… Keyifli okumalar :)
İçindekiler Havadis / Beyza Özkan Mitoloji Pusulası “Bozkurt Destanı” / Busenur Aslan Büyük İnsanların Küçük Öyküsü: Küçürek Öykü / Hilal Akarslan Bostan – Şiir / Süleyman Erkut Delilsiz Gidilmez Yollar Harami / Hatice Türk Vedat Türkali’nin Ardından / Işık Selin Orhuntaş Bir Siyasetname ve Pendname: Kutadgu Bilig / Beyza Özkan Avrupa Toplumunun Türk Eserlerine Bakışı ve Kutadgu Bilig Örneği / Mehmet Altınova Kutadgu Bilig’den Beyitler İslam Hamuruyla Yoğrulmuş Kutadgu Bilig’de Mitoloji Kırıntıları / Busenur Aslan Balasagunlu Yusuf 1000 Yaşında / Ayşe Bengisu Akdağ Şilili Nazım: Pablo Neruda / Tuğçe Ekol Atsız’ı Yeniden Okumak / Aziz Nadir Gayb’a Hicret II – Şiir / Süleyman Erkut “Sahhaf Adanalı Ahmed” İle Röportaj / Mehmet Altınova Hasretizm – Şiir / Muhammed Münzevî Elia Kazan Filmleri / Tuğçe Erkol Hevesnâmeler / Sırdem Kemiksiz Kayıp Kadınlar Oteli – Şiir / Önder Öztürk Japon Gülü ve Kelebek – Hikaye / Mehmet Altınova Edebiyatımızda Bireyselleşme Açısından Adalet Ağaoğlu: Ölmeye Yatmak / Işık Selin Orhuntaş KİTAP TANITIMI: ARKA KAPAK Bir Kpsszede’den Geriye Kalan / Kübra Tarakçı Bursa’dan Doğan Sanat Güneşi: Zeki Müren / Tuğçe Erkol Ağlayalım – Şiir / Sema Keser Fotoğraf / Aybige Akdağ
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Beyza Özkan
HA VÂ DİS ÜNLÜ SANATÇI ACAR BAŞKUT HAYATINI KAYBETTİ Türk resminin ve sahne dünyasının ünlü sanatçısı Acar Başkut, İstanbul’da, 81 yaşında hayatını kaybetti. Gazeteci ve oyun yazarı Cevat Fehmi Başkut’un oğlu olan, 1935 yılında İstanbul’da doğan Acar Başkut, 1959’da Münih Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydoldu. 1964’te Tiyatro Dekoru ve Tiyatro Kostüm
Desinatörü Bölümü’nden “usta” olarak diploma aldı. Acar Başkut, 1965-1966 yıllarında İstanbul Şehir Operası’nda, 1967 yılında ise Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde görev aldı, bir yıl sonra aynı yerde baş dekoratör oldu. Ardından İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde uzun yıllar baş dekoratör olarak çalıştı ve 2000 yılında emekli oldu.
UÇAKTA KİTAP TAKASI! Avustralyalı Qantas Havayolları bünyesinde bulunan düşük maliyetli havayolu Jetstar Asia, kabinde uçak içi eğlence sistemine alternatif yepyeni bir hizmet başlattı. Singapur merkezli havayolu özellikle tatil döneminde yolculara okumayı teşvik etmek için ücretsiz kitap takas kampanyası başlattı. Havayolunun bu kampanyasına Singapur Milli Kütüphane Kurulu da destek verdi ve dünyada ilk kez uçakta kitap değişim kampanyası başladı. Milli Kütüphane Kurulu 30 Temmuz’da “Singapur Ulusal Okuma Günü” dolasıyla, Changi merkezli yapılan Jetstar Asia uçuşları için en çok satılan 500 adet kitap bağışladı. Yolculardan, uçakta koltuk arkalarına bırakılan kitapları almaları, okuduktan sonra tatil dönüşlerinde tekrar uçağa bırakmaları isteniyor. Dileyen yolcular kendi kitaplarını da bağışlayabiliyor.
35. İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı 35. İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı filozof-akademisyen Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi olacak. Kitap Fuarları Danışma Kurulu tarafından alınan kararla filozofakademisyen Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi Onur Yazarı olarak belirlendi. Fuar süresince Kuçuradi’nin yaşamı ve yapıtları üzerine, kendisinin de katılımıyla çeşitli etkinlikler düzenlenecek.
19. Uluslararası İstanbul Kukla Festivali Başlıyor Dünyanın en renkli ve başarılı kukla oyunlarını her yıl İstanbul’da bir araya getiren İstanbul’un en köklü festivallerinden Uluslararası İstanbul Kukla Festivali, 15-30 Ekim tarihleri arasında 19. kez kapılarını açmaya hazırlanıyor. Festival’de el kuklası, animasyon, gölge kuklası, gezici oyunlar, ipli kukla, maskeler, bunraku gibi pek çok farklı kukla tekniği seyircilere görsel şölen yaşatacak.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
olduğu eserleri konu alan "İbrahim Hakkı Konyalı'nın Kayıp Arşivinden İstanbul'da Mimar Sinan Eserleri" adlı kaynak basıldı.
M. CEVDET ANDAY EDEBİYAT ÖDÜLÜ ŞEREF BİLSEL’İN Deneme, tiyatro, roman ve şiir dallarında özgün ürünlerin yaratıcısı ‘Melih Cevdet Anday Edebiyat Ödülü’ne layık görülen eser belli oldu. Şair ve yazar Şeref Bilsel'in sahip olduğu ödül, 27 Ağustos 2016 günü Ören’de düzenlenen etkinlikte Bilsel'e takdim edildi. Her yıl farklı dallarda düzenlenecek olan ‘Melih Cevdet Anday Edebiyat Ödülü’ yarışmasında bu sene ‘Deneme’ türünde ödül verildi. Melih Cevdet Anday’ın ürün verdiği türlerde değişerek her yıl yinelenecek olan ödül, 2017 yılında “Tiyatro Oyunu” dalında verilecek.
Kayıp Kitap 75 Yıl Sonra Basıldı İbrahim Hakkı Konyalı'nın hazırladığı ancak döneminde yayımlayamadığı, Mimar Sinan'ın İstanbul'da yapmış
Konyalı tarafından 19401941 tarihlerinde yapılan albüm ve daktilo metninden yararlanarak hazırlanan kitap, Mimar Sinan'ın İstanbul'da inşa ettiği cami, mescid, türbe, kütüphane, dârülkurrâ ve mektepleri içeriyor.
Mehmed Akif’in “Sebîlürreşad”ı YENİDEN
1908’de Sırat’ı Müstakim adıyla Mehmet Âkif Bey ve Eşref Edip’in yayına başlattığı mecmua, Sebîlürreşad adıyla yayınına devam etmiş, 1966 yılında da kapanmıştı. İslamcı çizginin en etkili mecmuası Sebîlürreşad kapatılmasının üzerinden 50 yıl sonra yeniden yayın hayatına başlıyor. Sebîlürreşad’ın 14 Ağustos’ta kaldığı sayı ve ciltten devam edeceğini belirten Fatih Bayhan, “1007. Sayı, 40. Ciltte kalmıştı. Şimdi 1008. Sayı 41. ciltten devam edeceğiz. Her ayın 14. günün de neşredeceğiz
ve şimdilik sadece abonesine göndereceğiz. Sebîlürreşad’a yeni Türkiye fikrine sarılanların sahip çıkacağına inanıyorum. “Asım’ın Nesli” nasıl iradesine sahip çıktıysa onun fikri temellerini atan Sebîlürreşad Ceride-i İslamiyesi Mecmuası’na da sahip çıkacaktır.” diye konuştu.
İSTANBUL KİTAP FUARI YAKLAŞIYOR Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 35’inci yaşını 12-20 Kasım 2016 tarihleri arasında TÜYAP Büyükçekmece’de kutlayacak. Bu sene yurt içi ve yurt dışından 800’ün üzerinde yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun fuara katılması beklenirken, dokuz gün süresince etkinliklerin yanı sıra çocuklar için atölyeler ve yazarların katılımıyla söyleşiler gerçekleştirilecek, yüzlerce imza gününde yazarlar okurlarıyla buluşacak. Fuarın teması ise ‘Felsefe ve İnsan’ olarak kararlaştırıldı. Tema kapsamında İstanbul Kitap Fuarı yurt içinden ve yurt dışından değerli yazarları konuk etmeye hazırlanıyor. Fuar, tema kapsamında Prof. Ioanna Kuçuradi’nin ve yazarların katılımıyla çeşitli kültür etkinliklerine ev sahipliği yapacak. TÜYAP tarafından düzenlenen 35. İstanbul Kitap Fuarı, 26. İstanbul Sanat FuarıARTİST 2016 ile eş zamanlı gerçekleştirilecek. Girişin öğrenci, öğretmen, emekli ve engellilere ücretsiz olduğu fuar, hafta içi 10.00-19.00, hafta sonu ise 10.00-20.00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Busenur Aslan
i
MİTOLOJİ PUSULASI Bozkurt Destanı Bilinen en önemli iki Göktürk destanından birisidir Bozkurt Destanı. Bir bakıma, M.S. altıncı yüzyıldan sekizinci yüzyıl ortalarına kadar egemen olmuş bu Türk Devletinin Göktürklerin soy kütüğü ve var olma hikâyesidir. Ayrıca, Türk ırkının yeni bir dal hâlinde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kağan'ın Orhun Âbidelerindeki ünlü vasiyetinin ilk cümlesi olan: "Ben Tanrıya benzer, Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, Tanrı irade ettiği için, kağanlık tahtına oturdum" cümlesi ile birlikte düşünülecek olursa soyun ve ırkın nasıl bir şekilde ilahileştirilmek istenildiğini de anlatmaktadırlar.
Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler. O zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı. Ondan sonra on Türk kadınla evlendi, birçok çocukları oldu. İçlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşine oldu.
Destan Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Hakkında değişik söylemler bulunmaktadır. Çizgileri aynı fakat isimler üzerinde, anlatıştan doğma veya Çinlilerce yazılırken isimlerin Çince söylenmesinden meydana gelme değişikler yüzünden ayrı görünen belli üç söyleyiş bulunmaktadır.
Hunların bir boyu olan ve adına Asine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarına yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı…
Birinci söyleyiş:
Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü. Düşündükleri gibi yaptılar. Kolunu bacağını kesip, yarı ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar, bırakıp gittiler.
Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Göktürkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu. Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı. Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar. Bu baskında düşmanlar bütün Göktürkler'i yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.
İkinci söyleyiş:
O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı. Zamanla Bozkurt'un beslediği çocuk gürbüzleşti.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Asine soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi. Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle genci yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu! Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin, gür suları, meyve ağaçları, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Aşine boyu idi. Aşine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu. Soyunu unutmadı. Çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti. Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Onun zamanında ise Asine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.
Üçüncü söyleyiş: Bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Cjan-Ken'in, Milattan önce 119 yılında, Çine göre batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve duydukların yazıp o zamanki Çin imparatoruna sunduğu notlar arasında kayıtlıdır. Notu, Abdülkadir İnan'ın, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (1954)’ndaki Türk Destanlarına Genel Bir Bakış adlı yazısından olduğu gibi alıyoruz: "Hun Ülkesinde bulunduğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gunmo unvanını taşıyor. Gunmo'nun babası, Hunların batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo'nun babası bir savaşta Hunlar tarafından öldürüldü. Yeni doğmuş olan Gun-mo'yu kırlara attılar. Kuşlar çocuğu sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Hun Hakanı buna şaştı. Bu çocuğu saydı. Onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının ülkesini ona geri verdi." Devam Edecek…
i
Kaynak: Bilge Seyidoğlu, Mitoloji Üzerine Araştırmalar
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Büyük İnsanların Küçük Öyküsü: Hilal AKARSLAN Küçürek Öykü "Satılık: Bebek ayakkabıları. Hiç giyilmemiş." Ernest HEMINGWAY Öykü, başlı başına edebî bir tür olarak kabul edildiğinden bu yana, onu diğer edebi türlerden ayıran özellikler belirlenmeye çalışılmış, sınırları çizilmiş ancak yine de öyküye özgü olduğu düşünülen özellikler hep tartışıla gelmiştir.1 Öykünün alt dalı olarak “Küçürek öykü”, dünya edebiyatında 20. yüzyılın son çeyreğinde öne çıkmaya başlayan bir anlatı türüdür. Bu anlatı türü için dünya edebiyatında, “short short story, flashfiction, sudden fiction, quick fiction, fast fiction” ve benzeri terimler kullanılmaktadır. Türkçede ise “küçürek öykü” terimi dışında, çeşitli yayınlarda “çok kısa öykü, minimal öykü, öykücük, minicik öykü, hızlı kurgu, mini kurgu, kıpkısa öykü, kısa kısa öykü, küçük öykü, mesel” gibi terimlerin kullanıldığı görülmektedir. Küçürek öykünün modern hayatın hızının neden olduğu bir ihtiyaçla yazıldığı ve okur tarafından bu nedenle tercih edildiği gündeme gelmektedir. “Artık insanların dikkatlerinin iyice dağıldığı bir gerçek; para kazanmak ve diğer insanlarla olan ilişkilerini gözden geçirip düzenlemek gibi kendileri için hayati önem taşıyan konular dışında hiçbir konuya uzun süre konsantre
1
Öykü türünün kuralları olduğunu ilk kez söyleyen ve bu düşüncelerini formülleştiren ise, öykünün kurucusu olarak da bilenen Edgar Allan Poe‟dur. Poe, türün kuramsal sınırlarını çizdiği “Kompozisyon Felsefesi” (1846) adlı makalesinde “öyküye düzyazı olarak kompoze edilmiş bir şiir gözüyle baktığını” söyler.
olamıyorlar. Üstelik artık sükûnetini muhafaza edebilmek eskisinden çok daha zor”.2 Küçürek öykü, çok kısa ama bir o kadar da anlamlı bir türdür. Bu öykü türünün en belirgin özelliği adından da anlaşılacağı gibi küçük olmasıdır. Küçürek öyküyle karşılaştığınızda bu da öykü mü diye şaşırabilirsiniz, öykü anlayışınızı sorgulayabilirsiniz. Ne kadar kısa yazılırsa yazılsın insanı düşüncelere iten, okuyucunun zihnini kullanmasını ve öyküyü devam ettirmesini isteyen bir türdür. Kısa olmasına aldanıp çok kolay yazıldığını ve herkesin bunu yazabileceğini düşünmeyin zira uzun öykü gibi bu türde yazılması zordur. Küçürek öyküler hacim ve kısalığı nedeniyle şiire yakın görülmektedir. İki türde de az kelimeyle çok şey anlatma amacı güdülür. Küçürek öykünün belli kuralları var mıdır diye baktığımızda keskin kuralları olmadığını görüyoruz. New York Times yayın editörü 55 kelime sınırı 2
Lydia Devis.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
koymuştur. Başka bir kaynağa bakıldığında ise bunun 7 kelimeden fazla olmaması gerektiğini söylüyor. Bu kurallar aslında ülkelerin dil özellikleri, imla kurallarına göre değişiklik gösterebilir. Örneğin, küçürek öyküyü bir çığlık olarak tanımlayan Ramazan Korkmaz , küçürek öykünün uzunluğu ile ilgili verdiği sınırı şu şekilde belirtir: “250 veya 500 sözcük, çığlığı nağmeye dönüştürmek için yeteri süreyi hazırlayan bir anlatım örgüsü oluşturur. Bu bakımdan 100 sözcüğü geçmeyecek anlatıları ancak küçürek öykü diye adlandırabiliriz”
“Köyün en hoppa kızıydı. Onu köyün en aptal gencine verdiler. Hiç çocukları olmadı Daha doğrusu, sayısız çocuklarından hiçbiri o en aptal gençten değildi.” ÖÇ- Ferit EDGÜ Küçürek öykü türünde diğer bir önemli yazarımız ise Refik Algan’dır. O küçürek öyküye ‘Kısa Metinler’ demeyi tercih etmiştir ve Saat Kulesi adlı kitabının ilk bölümünün adı da ‘Kısa Metinler’dir. Edebiyatımızda bu türü deneyen ilk yazarlarımızdandır. “Tüm gençliği boyunca afrodit yontusunca güzel bir kız bulup onunla evlenmek istemişti. Derken buldu da. Evlendiler. Evliliklerinin ilk gecesinde, sabaha karşı uyandı. Karısı uyuyordu. Tuttu, karısının kollarını yontunun kırılmış olduğu biçimde kesti.” AFRODİT YONTUSU- Refik ALGAN
Dünya edebiyatında küçürek öykü yazarlarına baktığımızda karşımıza çıkan isimler; Max Aub, J. Cortazar, Micel Leiris, Max Jacob gibi sanatçılardır. Türk edebiyatından ise Tezer Özlü, Küçük İskender, Sevim Burak, Tarık Günersel, Refik Algan, Haydar Ergülen ve özellikle Ferit Edgü’yü küçürek öykünün önemli yazarları arasında sayabiliriz. Küçürek öykünün edebiyatımızdaki en önemli temsilcisi hiç şüphesiz Ferit Edgü’dür. 1980 yılından itibaren küçürek öykü yazmayabaşlamıştır. Binbir Hece, Doğu Öyküleri, İşte Deniz, Maria ve Do Sesi adlı kitaplarında topladığı birçok küçürek öyküsü vardır. Onun öykülerinde daha çok diyalog anlatımını tercih ettiğini görüyoruz. “O günlerde sürekli izleniyordum. Bıktım. Ben de beni izleyenleri izlemeye başladım. Böylece onlarla aramda bir eşitlik doğdu. Onlar da ben de hem izleyen, hem izlenen olduk.” Ferit EDGÜ
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BOSTAN Süleyman Erkut Bahçede elma Yemişim ayva Eyvah eyvah Bu nasıl meyva
Neden böyle ilahi Ecir bize Ya Rabbi Medet ey gül-i Rana Mana derindir şimdi
Şiirler açtı İlham saçtı Yemişler oldu Tarlamız doldu
Sözler meclisi açılıyor Dem olup pertev saçıyor Meclis-i ala bizde mana Hala kapalı kaplar burada
Bostana girdik Sözleri serdik Aşk dedik içtik Leyla’yı seçtik
Kapılarda kalın kalın akl Vakit yine gecelerden an Hecelerden koptu zaman Şiir olup uçtu süleyman
Yaz dedi Rahman Yazdı Süleyman Aktı küheylan Baktı geçti ceylan
Bir dert var ki içinde derin Nesliyar içimde ebedi yerin Sana hazır ve nazır bu zemin Seni bekler dem de gönül evin.
Demler demlendi Cemre düştü toprağa Toprak şöyle buyurdu Sevgin içimde gülsitan...
Şimdi yalın bir dilde akar giderim Anlamaman imkansız be, ah yarim Biz kapalı yazarız manada uzaklık Açık yazarız anlamda boş yakınlık
Maddeden manaya Deryadan deryaya Nehirlerden ummana Bir fani âdem Süleyman. Leyla nerede Mecnun Burada asl-ı kerem Vasla ulaşır mı aşık Uzakta kalır maşuk
Süleyman-ı beşer-i fani bir can Onunla konuşmuyor ki Neslihan Yazan kalem dahi düstur bilir idi Şimdi bilmez bizi bilen olur nadan
Naçar bir halde boşa mı bunca kelam Kalem dahi ah u zar eder gönle selam Selâm ey gönül kabesinin mührü Nedir bize Rizayı İlahinin hükmü nedir... Sana benden akan Nesliyar nehir şiir Hep gönülden içten geldi geçti hepten Sen bana ben sana uzun uzadı mesaj Olmadı konuşamadık gel yaz tekrar Yazayım baştan dökülsün tohum Ekilsin ki biçilsin sonunda bostan Geçilsin umman vasla ersin canan Can dile gelsin eylesin derd-i süleyman Olsun olmasın da en azından konuşulsun Konuşmazsak açık açık olur mu dersin Olmaz mı der deriz dem demler demsiz Demler de şiiri Rahmandan alır ilhamı gideriz…
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Delilsiz Gidilmez Yollar Harami
Hatice Türk
Aşka niyet eden derviş düşer yola. Hiç görmediği, adını bile bilmediği bir ülkeye gidecektir. Gidecektir ama nasıl? Ülkenin varlığı bile kulağa masal... Ülkenin varlığına delil arar derviş. Delil bulup gitmelidir. Gül şehrinden geçip nur cemâle varmalıdır. Öyle ya aşka rehber, âşıktan öte kim vardır? Simurg uçuşuyla bir çiçek olur uçar, bir çoban olur çiçeği kovalar. Çobanın biri bir gün rüzgârda salınan bir çiçek görür. Sever onu. Oturur karşısına; onun yolunu seçer, onu mürşid edinir, başlar onunla birlikte bir sağa bir sola zikretmeye. Gel zaman git zaman bir gün yine çiçekle çoban zikrederken rüzgâr şiddetlenir, çiçeği koparır, uçurur. Çiçek uçar, çoban kovalar. İbn-i Arabi Hazretleri bu esnada dervişleriyle birlikte oturmuş ders yapmaktayken çiçek düşer ders halkalarına. Çoban şaşkın. İbn-i Arabi Hazretleri kaldırır başını: " Gel evladım gel." der. " Sen bir çiçeğe mi bağlandığını zannettin? " Çoban bir bakar: Arabi. Âşık olur, "Allaaaah! " der düşer. Çobanın, garip bir çiçeğe olan sevgisi kendisini hakikate götürmüştür. Mürşid, hakikat ülkesinin varlığına yol yürüyenin delilidir. O vuslat ülkesine gitmiş ve dönmüştür. Elinden tuttuğunu oraya götürecektir. Her adımda tökezleyebilir yolcu. Mürşid düşmesine izin vermez. Düşeni kaldırır, siler kalbinden tozu toprağı: "Olur." der. "Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın, öldüm der durur yine de yaşarsın." Mürşidsiz gidilen yolda harami boldur. Herkes, her şey, her olay devasa taşlara dönüşüp keser yolu. Hele yolcunun bir düşmanı vardır ki haramilerin en çetini: Adı nefis, kılıcı keskin.
Nefisle harp etmeyi öğreten üstadını bulan derviş hamd eder. Çünkü bilir; yolun neresinde çukur, neresinde tümsek var gösterecektir üstadı. Çünkü bilir, üstadı onun ümit kapısı olacaktır. Sevgilinin eşiğinde, sebat ettiği müddetçe, iki dizinin üzerinde ümitle vuslat için oturacaktır. Gönül güneşi 'Şems'ini bulan Mevlana gibi şen, mesut; sevgiliden gelen derdi deva bilerek, bir göz süzüş uğruna dahi olsa onun yolunda can vermeyi dileyerek o eşikte duracaktır. Gelmese bile, "Gelmeyişini dahi sevdim." diyen âşıklar gibi onunla hem dem, her daim dilinde zikri ile bekleyişte olacaktır.
Herkesin Şems'ini bulup, ağzında o bekleyişin tadını duyması dileğiyle...
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Vedat Türkali’nin Ardından Romanları ve Romancılığı Işık Selin Orhuntaş Yaklaşık 2-3 sene önce Robinson Crusoe Kitapevi’nin kapanmaması için imza günleri düzenlendi. Hoş bütün dayanışmaya rağmen bürokrasi galip geldi ama istenildiği zaman okuyucunun nasıl da birlik olduğunu görmüş olduk. İmza sırasında beklerken konuşmalara kulak misafiri oldum ister istemez. (Bu tarz sıralarda yapacak çok fazla bir şey olmuyor genelde) Sevgili nesildaşlarım en sevdiği yazarlardan söz ediyorlardı. Hiç tahmin etmediğim bir isim duydum: Vedat Türkali. Hiç tahmin etmiyordum çünkü benim neslimden çoğu okuyucu (!) popüler olmayan isimleri bilmez, tanımaz , okumaz. Aradan kaç sene geçti hatırlamıyorum. Önce Yaşar Kemal’i kaybettik ardından Vedat Türkali’yi. Türk romanının çınarları gitti. Türk romanı öksüz kaldı. Ve şimdi bu yazıyla usta ismi anmak istedik. Abdülkadir Pirhasan ya da Abdülkadir Demirci. Sadece Türk romanına değil Türk sinemasına da katkıları büyük. Kemal Tahir , Orhan Kemal , Yaşar Kemal gibi onun da yolu sinemadan geçmiş. Yılmaz Güney’in çaylak dönemlerinde onunla beraber çalışmış. Umutsuz Şafaklar ( Fatmagül’ün Suçu Ne?) yüzünden sansüre takılmış. Sansüre takılma sebebi de “ tecavüze uğrayan genç kızın tecavüzcüsüyle evlendirilmesi”ymiş. Senaryo tanıdık değil
mi? Her gün haberlerde duyuyoruz, izliyoruz. İşin ironik tarafı da senaryonun yazıldığı zamanlardaki yasaya göre, tecavüzcüyle evlendirilmesi durumunda dava düşüyormuş. Bu gerekçeyi sansür heyeti kabul etmemiş. Aslında Vedat Türkali’nin “Fatmagül’ün Suçu Ne?’’ eserine dönüşen senaryonun serüveni talihsizliklerle dolu. Önce sernayo çalınır ve yedi yıl süreyle izine rastlanmaz. Senaryonun Orhan Gencebay tarafından ‘’Batsın Bu Dünya’’ adıyla filme çekildiği anlaşılır. Yazarın ‘’Umutsuz şafaklar’’ adıyla tasarladığı hikayeyi Lütfi Akad’a anlatması serüvenin başlangıcıdır. Akad , Erdoğan Tünaş’a anlatmıştır ve o da bunu senaryo haline getirmiştir. Hikayenin senaryo hali Osman Seden’e teslim edilmiştir. Olayların anlaşılmasının ardından mahkemeye başvurulur, dava kazanılır , senaryonun sonu değiştirilir. Süreyya Duru bunu yeniden çeker. Türkali’nin 1986 yapımı olan bu filmi tecavüz olayı ile başlar. Gelenek eleştirisi ve insan ilişkilerinin sorgulanmasıyla devam eder. Senaryo daha sonra kitap haline getirilir ve ‘’ Fatmagül’ün Suçu Ne?’’ ismiyle yayınlanır. Türkali’nin sinema ve oyun serüveni bununla sınırlı değildir elbette. ‘’Dallar Yeşil Olmalı’’ 1970 yılında TRT
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Oyun Ödülü’ne layık görülür. ‘’Karanlıkta Uyananlar’’ ve ‘’ Güneşteki Bataklık’’ Antalya Film Şenliği’nden en iyi senaryo ödülüyle döner. O da çağdaşı Yaşar Kemal gibi kalemini sadece senaryo için değil öykü ve roman için de oynatmıştır. Hatta denilebilir ki romancılığı daha başarılıdır. Bu yüzden nesir kimliği ön plandadır. Ona bu kimliği kazandıran eseri Bir Gün Tek Başına olmuştur. 1974 yılında çıkan bu ilk roman 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin öncesini konu alır. 1974 Milliyet Yayınları Roman Ödülleri’nde birincilik ödülünü ve 1976 Orhan Kemal ödülüne layık görülür. Kenan , Günsel , Nermin ve Baba kahramanları etrafında örülü romanda askeri darbenin öncesindeki Türkiye’nin siyasi arka planını çizer. Aslında Türkali Türkiye’nin siyasi panoramasını sadece bu kitapta değil sağlığı el verdiğinde yazacağı diğer kitaplarında da işler. Tek taraflı bakmaz asla. Psikolojik çözümlemeleri okuyucuyu sıkmadan verir. Karanlık bir dönemi aşk , aldatma ,güven ve mücadele ile yoğurarak verir. Romandaki baba karakteri ,Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı simgeler. Dönemin siyasi olaylarını karakterin bilinçlerinden öğreniriz. İlk romandan on yıl sonra yani 1984 yılında Mavi Karanlık gelir. Bu sefer takvimler 12 Eylül 1980’e varmak üzeredir. Yine Türkiye’nin içinde bulduğu kaotik dönem gözler önüne serilir. Türkali, çağına tanıklık eden ve tarafsız yazabilen ender yazarlardan biridir. Tarafsız yazması ve karakterlerine yaşattığı iç hesaplaşmayı okuyucuya yansıtması onu başarılı bir romancı yapar. Bu eserinde, Psikolog Nergis ve fizik asistanı Korhan’ın modernleşme öncesi Bodrumu’nda siyasi mücadelenin dışında görürürüz. Türkali’nin romanları içinde TKP tarihinin neredeyse hiç sözü edilmediği tek romanıdır. Siyasi mücadele hep hayatlarında ikinci kişiler/ olaylar aracılığıyla olmuştur. Her gün birilerinin ölüm haberlerini gördükleri ekranda Nergis bir gün Korhan’ın resmini görür. Mavi Karanlık’ı önemli yapan bir diğer şey ise dönemin suikastlerine ve ölümlerine gönderme yapmasıdır. “ -
k
2 (Vedat Türkali’nin Romanlarında Türkiye Yakınçağ İzdüşümü – M.Kemal Adatepe)
Türkiye tarihinin neredeyse yüz yıllık zaman dilimini anlattığı romanlarından bir diğeri Yeşilçam Dedikleri Türkiye’dir. Tarih anlatımında bu sefer sinemayı aracı olarak kullanır. Yaşadıklarından yola çıkarak hikaye eder. 1960 ve 80 yılları arasında Türk sinemasının durumunu , sansürü , siyasetten nasıl etkilendiğini anlatır. Şahin Doğu tiplemesinin hayat hikayesiyle Yılmaz Güney’in; Gündüz ile yazarın kendi yaşamı paralellik gösterir. Tek Kişilik Ölüm ‘ de idamı bekleyen bir genç ve ailesinin dramı anlatılırken TKP’nin tarihi de yansıtılır. 1999’da gün yüzüne çıkarabildiği Güven ilk roman olarak tasarlanmıştır. İki cilt beş kitaptan oluşur. İkinci dünya savaşı olağan hızıyla devam ederken İstanbul Üniversitesi’nde okuyan bir avuç devrimci genç ile 1940’lı yılların ekonomik , toplumsal , siyasal ,düşünsel yapılarını okuyucuya aktarır. İçinde sadece İstanbul tasvirleri değil Türkali’nin tarafsızlığını koruması da dikkat çeker. Kemalistinden fakir halkına , sağcısından burjuvasına herkes romanın içinde aynı titizlikle incelenir. ‘’Herhal ilerdedir yaşanacak günlerin en güzeli’’ Vedat TÜRKALİ- Kayıp Romanlar Yazar , toplumsal tarihi anlatmaya son romanı Kayıp Romanlar’da devam eder. Kitaba Güven romanının sonunu hatırlatarak başlar. Devam romanı değildir ama kahramanı Dr. Nahit Kotar Seher ve Turgut’u bulup hikayelerini devam ettirmek ister. Cebinde yüklü bir miktar para ve elinde devam ettirmek hikayesiyle bir arayış içindedir. Dr. Kotareski TKP’lidir, neredeyse seksen yaşına merdiven dayamış ve yılllarını geçirdiği sürgünden yeni dönmüştür. Bir arayışın içindeyken yirmi sekiz yaşındaki Esme ile yolları kesişir. Aralarında çatışmalı bir aşk başlar. Bu sefer feminizm ve sol çatışması bu iki karakterin üzerinden verilmeye çalışılır. Sürgünden yeni dönmüş bir solcunun hem yenikuşak bir solcuyla hem de kendiyle hesaplaşmasını uzun uzadıya devam eden monoglarda görürüz. 12 Eylül dönemini Ankara’da yaşayanların içini sızlatacak Yalancı Tanıklar Kahvesi’de 90 yaşındaki Türkali’nin ardında bıraktığı bir başka romanıdır. Tarihin arka planı için bu defa mekan olarak Ankara seçilmiştir. Vedat Türkali’yi 97 yaşında hayatını kaybetti. Nazım’ın da dediği gibi .Cenaze töreni de hatırasına yakışır şekilde 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde yapıldı.
Eylül- Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir Siyasetnâme ve Pendnâme: KUTADGU BİLİG Beyza Özkan Her edebi tür, tek bir tür olarak kaleme alınmaz. Roman, hikâye, deneme, sohbet, anı, röportaj gibi bu edebi türler kendinden başka bir edebi türün de özelliğini taşıyabilir. Bu durum yazarın eserini oluşturma şekline ve üslubuna bağlıdır. Somut bir örnek vermek gerekirse Orhun Abideleri hem söylev, siyasetname ve nasihatname niteliği taşımaktaydı. Halk hikâyeleri, hikâye ile birlikte şiiri de kucaklamaktaydı. Serveti Fünûn devrinde kalem oynatan Hüseyin Cahit Yalçın’ın ve Halit Ziya’nın kimi hikayeleri sohbet, deneme, anı gibi türlerin birleşimiydi. Bu yazımda sizlere az önce sözünü etmiş olduğum duruma tercüman olan bir eserden söz edeceğim. Bu eser, Türk edebiyatı tarihine beşiklik etmiş, edebiyatımızda siyasetname ve pendname geleneğinin önünü açmış, kendisinden sonra bu türlerde kalem oynatacak olanlara yol göstermiş ve onlara öncülük etmiştir. Söz konusu bu eser, Yusuf Has Hacip tarafından yazılan Kutadgu Bilig Eser 11.yüzyılda kaleme alınmakla birlikte Türk tarihine, sosyolojisine ve devlet felsefesine de ışık tutan yetkin bir eserdir. Eseri tanıtırken sizlere siyasetname ve pendname türünde olduğunu dile getirdim, öncelikle siyasetname ve pendname nedir, tanımakta yarar var. Siyasetname, devrin idarecilerine ve devlet adamlarına pratik tavsiyelerde bulunmak ve adaletli bir yönetim oluşturmalarını istemek amacıyla yazılan siyasî ve ahlakî içerikli eserlere1 denir. Bu türdeki eserleri hazırlanış amaçları bakımından farklı sahalarda görürüz. Kimi siyasetnameler siyaset ve devlet idaresini felsefî ve idealist açıdan ele almak amacıyla hazırlanırken kimileri de, siyaset ve devlet idaresi konusunu, nazarî olarak ele alıp, konu 1
ADALIOĞLU, Hasan Hüseyin, Bir Siyasetnâme Olarak “Kutadgu Bilig, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sf. 246
üzerinde İslam’ın görüşünün ne olabileceğini tespit etmeye yönelik olarak hazırlanmıştır. Siyaset ve devlet üzerine kurulmuş siyasetnamelerin bir diğer hazırlanış amacı da dönemin sultan, vezir ve devlet adamlarına siyaset sanatı konusunda pratik yol göstermek, idarî aksaklıkları gidermek için siyasî ve ahlakî nasihatler vermektir. 2 Bunun dışında görülen bir siyasetname tipi de Osmanlı devletinin duraklama ve gerileme dönemlerinde genellikle padişahın veya vezirlerin istekleri üzerine kaleme alınan Islahatnâmeler veya Layihalardır. Kutadgu Bilig, siyasetname bağlamında ele alındığında, dönemin sultan, vezir ve devlet adamlarına siyaset sanatı konusunda kılavuzluk eden ve devlet yönetimi konusunda yöneticilere birtakım mesajlar veren türde bir eserdir. Bu eserde dört ana 2
ADALIOĞLU, Hasan Hüseyin, a.g.m, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sf. 246
Eylül- Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
karakter üzerinden ideal bir devletin nasıl olması gerektiği hakkında birtakım telkinlerde bulunulur. Bu karakterler: 1. 2. 3. 4.
Kün Togdı: Hükümdar Ay Toldı: Vezir Ögdilmiş: Vezirin oğlu Odgurmuş: Derviş
olmak üzere dört tanedir. Kutadgu Bilig’in dokusunu oluşturan bu karakterler arasında geçen konuşmalar, yukarıda sözünü ettiğimiz üzere devlet yönetimi üzerinedir. Bu dört karakter ve hükümdar olan Kün Togdı, başta kendi devri olmak üzere kendisinden sonra kurulacak devletlere ışık tutacak olan ahlak, siyaset ve devlet konuları üzerinde durmuşlardır.
3. Ögdilmiş: Akıl, zekâ 4. Odgurmuş: Kanaat, akıbet, hayatın sonu Verdiğim kahramanlardan hareketle bir siyasetname bağlamında Kutadgu Bilig, işlenen konuyu daha ilginç hâle getirmiş ve eserin okunmasını sağlamıştır. 11.yüzyılda yani Türk devletlerinin İslam dinini kabul etmeye başladığı zamanlarda yazılmaya başlanmış bu eser, içinde bulunduğu devrin iklim özelliklerini yani zihniyetini, düşünce yapısını taşımaktadır. Bu devirde İslam dinini, anlayışını öğreten, açıklayan didaktik ( öğretici ) eserler verilmiştir. Yusuf Has Hacip ve Kutadgu Bilig isimli eseri de bu eserler arasındadır. Bu bilgiler ışığında siyasetnameler hakkında bir özelliği Kutadgu Bilig üzerinde çalışması bulunan Mehmet Kara aracılığıyla verelim:
Bir siyasetname, yalnız devlet yönetimi ve ideal devlet adamının nasıl olacağı hakkında bilgi vermekle sınırlı değildir elbette. Edebiyat tarihimizde önemli bir yere ve öneme sahip olan bu türdeki Siyasetnameler, içeriği eserlerin gözden kaçırılmaması daha güzel ve ilginç hâle gereken bir özelliği vardır.
“Siyasetnâmeler, konuları sağlam temeller üzerine bina etmek düşüncesiyle konuya getirmek için hikâyeler, uygun âyet ve hadisleri sözü güzelleştirmek ve Siyasetnameler, içeriği seçerler. Daha sonra sahabe anlamı kuvvetlendirmek daha güzel ve ilginç hâle veya âlimlerin, filozofların, için tanınmış şairlerden getirmek için hikâyeler, sözü hekimlerin hikmetli sözlerinden mısralar naklederler. güzelleştirmek ve anlamı alıntılar yaparlar. Kutadgu kuvvetlendirmek için tanınmış Bilig’de ayet veya hadisler metin şairlerden mısralar naklederler.3 olarak zikredilmez, fakat bazı Sizlere aktarmış olduğum bu manzum beyitlerin anlamlarının Kur’an karakterler, esere ilginç bir hava katmıştır. ayetlerinden veya Hz. Peygamberin sözlerinden Bu karakterler, mesnevi nazım şekli içinde mülhem olduğunu uzman kişiler ifade etmektedirler. kendilerine yer edinerek adeta bir romanın Kutadgu Bilig’de yalnızca bir yerde “Dinle! Tanrı’dan kahramanı olmuşlardır. Kutadgu Bilig, “mutluluk insanlara haber getiren nebi ne der?” ifadesiyle bilgisi” ve “devlet olma bilgisi”4 nin romanıdır. açıkça Hz. Peygamber(sav)’in bir sözü nakledilir.10 Eserdeki karakterler, sadece kahraman olarak eserin Bunun dışında ayet ve hadislerin nakli açıkça bünyesinde yer almamış, her biri farklı bir kavramı belirtilmemiştir. Ancak, mefhum olarak bazı sembolize etmişlerdir. Şimdi karakterlerin hangi beyitlerin Kur’an’dan veya hadislerden ilham aldığını kavramları temsil ettiklerini görelim: söyleyebiliriz.”5 1. Kün Togdı: Adalet, hukuk 2. Ay Toldı: Saadet, mutluluk 3
ADALIOĞLU, Hasan Hüseyin, Bir Siyasetnâme Olarak “Kutadgu Bilig, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sf. 247 4 VURSUN, Pınar, Ḳutadġu Bilig’in Kahire Nüshası [98b196b] ,İnceleme-Metin-Dizin-Tıpkıbasım, Marmara Üniversitesi, TAE, Doktora Tezi, İstanbul, 2015
Siyasetnamelerin bir özelliği ile ilgili aktarmış olduğum bu alıntıdan hareketle şu sonuca varmak mümkündür: Devlet yönetimi ve ideal hükümdar profili çizen bu eserlerin, -yazıldığı dönemin 5
KARA, Mehmet , Bir Başka Açıdan Kutadgu Bilig, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay.. , 1998, sf.14-69
Eylül- Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
zihniyetini yansıttıkları da düşünülecek olursa- İslâm dininin anlayışlarını ve inanç sistemini taşıdığı gözlenir. Bu bağlamda da Kutadgu Bilig, araştırıcılar için çok kıymetli bir cevherdir. Yusuf Has Hacip, coğrafyamıza yeni girmiş bu dini eserini ilimle buluşturmuş, eserinde ayet ve hadis iktibaslarına yer vermiştir. Bunun yanında İslam dininin akla, bilime önem veren tarafını da göz önüne alarak eserinde ayet ve hadislerle birlikte kimi filozofların, hekimlerin, alimlerin ve sahabelerin görüşlerini vermiştir. Yusuf Has Hacip yazmış olduğu “mutluluk bilgisi” ya da “devlet olma bilgisi”ni sağlam bir temele oturmuştur, diyebiliriz. Kutadgu Bilig hakkında söyleyebileceğimiz genel ve son bir özellik de şudur, diyerek Yusuf Has Hacip ’in bu yetkin eserini pendname bağlamında ele alıp incelemek istiyorum. İslâm dini çerçevesinde yazıldığını söylediğimiz bu siyasetnamede, bütün klasik İslamî eserlerde olduğu gibi Allah’ı hamd, Peygamber’e salat ve selamdan sonra takdim edilecek hükümdara övgü yapılır. Kutadgu Bilig tamamen bu klasik geleneğe uymaktadır. Eserin başında yer alan ve sonradan ilave edildiği anlaşılan manzum ve mensur mukaddimeden sonra, “Tanrı Azze ve Cellenin Medhini Söyler”, “Peygamber Aleyhi’s-selamın Medhini Söyler”, “Dört Sahabenin
Medhini Söyler”, “Parlak Bahar Mevsimini ve Büyük Buğra Han’ın Medhini Söyler” başlıkları altında giriş yapılmıştır.6 Bunun yanında didaktik (öğretici ) ve ahlakî karakterde olduğundan ve ahlakın kaynağı da din olduğundan, dinî temalar ağırlıklıdır. Allah’ın sıfatları, inanç esasları ve ahiret hayatı, cennete özendirme ve cehennemden sakındırma gibi konularda müstakil bölümler yer alır. Dünya hayatının geçiciliği, ahiretin ebedi olduğu temel inancından mülhem dünyayı yerme, ona rağbet etmeme ve ahirete yönelik hazırlığı teşvik etme en fazla vurgulanan tema olarak karşımıza çıkar. Kutadgu Bilig’de de Allah’ın (Tengri) isim ve sıfatları, hem o devirde kul-anıldığı biçimde mengü (ebedi), idi, (sahip, rab), bayat (kadim) gibi, hem de İslâmi terimler olarak kerim, hâlik, bâkî, rab sıkça kullanılmaktadır. Keza cennet (uçmak) ve cehennem (tamu) kavramları da Yusuf’un yaşadığı devirdeki şekliyle kullanılmaktadır. Kutadgu Bilig’de de dünya hayatı yerilip zühd ve takva yaşamı önerilmektedir. Ancak, hükümdar ile aklı temsil eden Ögdilmiş ve akıbeti, zühdü temsil eden Odgurmış arasında geçen mükalemelerde, Ögdilmiş yani akıl,
6
ADALIOĞLU, Hasan Hüseyin, Bir Siyasetnâme Olarak “Kutadgu Bilig, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sf.248
Eylül- Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Odgurmış’ı yani zühdü hükümdara hizmet konusunda ikna etmeye çalışır.
diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”8
Pendnameler yani nasihatnameler, fert ve toplumu eğitmek, devlette dirlik ve düzenliği sağlamak amacıyla yazılan eserlerin genel adıdır. Bu eserler genellikle ahlâkî-didaktik (öğretici) eserlerdir. Nasihatnameler, Yazarların kendi gözlemleri, bilimsel çalışmaları kültürel birikimlerinin yer aldığı eserlerde öğüt verilirken âyet ve hadislerden, atasözleri ve vecizelerden yararlanılır, ayrıca muhtelif hikâyeler anlatılıp kıssadan hisse alınması öğütlenir.7 Kutadgu Bilig’e pendname olarak baktığımızda, bu özellikleri sağladığını rahatlıkla görebiliriz. Çünkü Yusuf Has Hacip, eserinde devletle ilgili konularda devlet yöneticilerine birtakım telkinlerde bulunmuştur. Pendname olarak Kutadgu Bilig, devlet dirlik ve düzenini sağlamak amacıyla yazılmış bir eserdir.
Bu ayetle birlikte şunu söylemek mümkündür:
Nasihatnameler ile ilgili bu sözleri söylerken onları fert ve toplumu eğitmek bağlamında bir değerlendirelim. Kutadgu Bilig bir nasihatname olarak devlet adamları ve üst düzey devlet görevinde bulunanları eğitmeyi amaçlar. Bu eğitimi gerçekleştirirken yalnız tek bir kaynağa başvurmamıştır Yusuf Has Hacip. Yaşadığı devrin malzemeleri ve içinde bulunduğu İslam medeniyetinin de geleneklerini ve zihniyetini de eserinde harmanlamıştır.
Bu yazımda Yusuf Has Hacip’in edebiyat tarihimize bıraktığı Kutadgu Bilig adlı eserin siyasetname ve nasihatname(pendname) bağlamında özelliklerini sizlerle paylaşmaya çalıştım. Hacip ’in kaleme aldığı bu eser, yazıldığı devre bir kandil gibi ışık tutmuş, bununla birlikte kendisinden sonra yazılacak olan nasihatname ve siyasetname türündeki eserlere de kaynaklık etmiştir. Ve eser kalıcılığını ve önemini daha da arttırmaya devam etmiştir. Yusuf Has Hacip’le ilgili araştırmaların daha da artması, genç arkadaşlarımızın da ilgisinin bu yönde yoğunlaşması temennisiyle…
Devlette dirlik ve düzeni sağlama bakımından nasihatnameleri şöyle açıklamak gayet mümkündür. Yusuf Has Hacip’in eseri, İslam geleneği çerçevesinde yazılmış bir eserdir. İslam dini, dirliği ve düzeni emreden bununla birlikte bu düzeni sağlamada görevli kişilerin de akıllı ve sorumluluk sahibi bireyler olmasını ister. Yüce Allah’ın kelamı olan Kur’an -ı Kerim’e kulak verelim:
Bir nasihatname türü olarak Kutadgu Bilig, dirlik ve düzeni amaçlayan ve düzeni sağlamakla görevli kişilerin akıllı ve sorumluluk sahibi olmalarını hedefleyen bir eserdir. Şunu da eklemek gayet mümkündür nasihatnamelerle ilgili, nasihat konulu kitaplar arasında halk için yazılanların yanında aydınlara yönelik edebî değer taşıyanlar da vardır. Bu eserleri dinî, siyasî, tasavvufî, içtimaî vb. şeklinde tasnif etmek mümkündür.9 Kutadgu Bilig adlı eserimiz de aydınlara yönelik edebî değer taşıyan bir nasihatnamedir ve siyasi bir nasihatname olarak sınıflandırmak mümkündür.
“...Derken, Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, Câlût'u öldürdü. Allah, ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah'ın; insanların bir kısmıyla
8
Bakara Suresi, 251.ayet PALA, İskender, Nasihâtname, TDV İslâm Ansiklopedisi, sf.409 9
7
PALA, İskender, Nasihâtname, TDV İslâm Ansiklopedisi, sf.409
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Avrupa Toplumunun Türk Eserlerine Bakışı ve Kutadgu Bilig Örneği Mehmet Altınova
Avrupalılar Kutadgu Bilig’in, Firdevsi’nin Şehnâme’sinden çalıntı olduğunu ifade etmektedir.
Türkler, Orta Asya’dan avantajı da beraberinde getirmektedir. Bu sebeple Anadolu’ya geçiş süresince pek çok Batı medeniyeti, kendilerine ait olmayan Türk mimari eser ve dil malzemesi eserlerini bulup çıkarıp başkalarına ait Avrupalıların “Bu bırakmıştır. Türklerin bu olduğunu iddia etmektedir. Avrupa bizim kültürel tutumu elbette ki Avrupa ülkeleri, her yeni bulunan esere sahip mirasımız.” dediği medeniyetinin hoşuna çıkmaya çalışıp “Bu bizim ürünümüz.” pek çok eser gitmemiştir. Norman, Germen demektedir. Bu sayede Avrupalılar, bu vardır. Orhun ve Franklardan müteşekkil işten kültürel anlamda “maddi” kazanç Yazıtları olan Avrupa “medeniyeti” kendi sağlayacaklardır. Turizmde ev sahibi bunlardan biridir. aralarında kimin daha eski kavim olacak, telif eserlerden gelir elde edecek, olduğunu tartışırken dünya kısacası bu kültürel mirasların üzerinden para düzeyindeki tartışmalarında ise birlik olmayı kazanacaklardır. becerip Türklere karşı bu tartışmayı başka bir boyuta Avrupalıların “Bu bizim kültürel mirasımız.” taşımıştır. Şüphesiz en eski medeniyet olmak birçok dediği pek çok eser vardır. Orhun kitabeleri/ yazıtları
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bunlardan biridir. Danimarkalı Türkolog Thomsen, 1893 yılındaki kurultaydan çok önce aslında kitabenin Türklere ait olduğunu tespit etmiş fakat Avrupalılardan çekindiğinden bunu kamuoyuna açıklayamamıştı. Ancak uygun şartlar neticesinde çekinerek de olsa bilim insanı vasfını koruyup bu yazıtların Türklere ait olduğunu açıklamıştır. Bunun dışında aynı şey günümüzde de devam etmektedir. Orhun yazıtlarından daha önce yazılmış olan VII. Yüzyıla ait Çoyren yazıtları için de Avrupalı bilim adamlarının neredeyse tamamı yazıtlarının kendilerine ait olduğunu söylemektedir. Türklerin Sümerlilere kadar dayandığı düşüncesini bir türlü kabullenemeyen bilim adamları sürekli Türk milletinin kültürel zenginliğini çekememekte ve bütün kültürel mirasları sahiplenmeye çalışmaktadır. Ben bu yazıda sizlere Avrupalıların kendilerine yamamaya çalıştığı eserlerden birinin hikayesini açıklamaya çalışacağım.
Sarayı’nın Has Hacib’lik rütbesini vermiştir.”1 Has Haciplik rütbesi, Karahanlı devleti için padişah ve vezirden sonra gelen en yüksek paye idi. Bu rütbeye sahip olan kişiler, halkın taleplerini dinler ve çözüm üretirdi. Yusuf Has Hacip, bu rütbenin anlamını ve derecesini eserinde anlatmaktadır.”2 Firdevsi’nin Şehnâmesi3 ise destani özellik taşıyan eseridir. Aruzun feûlün / feûlün / feûlün / feûl kalıbı ile yazılmıştır. İran devletinin savaşlarını ve bununla birlikte bazı efsanevi olayları anlatmaktadır. Kutadgu Bilig ile Şehnâme’nin aynı kalıpta yazılmış olması ve padişahlara öğüt vermesi Avrupalıların “çalıntı” iddialarına sebep olmuştur. Fakat bu son derece yanlıştır. Bu görüşe göre her yazarın bir aruz kalıbına göre şiir yazması gerekir. Bu elbette ki komik bir durumdur. Bu, “Türkleri nasıl alt edeceğini bilememe” halidir. Bu görüşün yanlış olduğunu Nihad Sami Banarlı’nın ifadelerinden okuyalım;
Avrupalılarca Kutadgu Bilig’in, “ Kutadgu Bilig, mesnevi şekliyle yazılmış, Firdevsi’nin Şehnâme’sinden çalıntı manzum bir eserdir. Eserin sonunda olduğu ifade edilmektedir. Bu kaside şeklinde söylenmış, 124 beyit Avrupalılarca Kutadgu durum tabii ki onların, Türk tutarında üç parça ve eserin Bilig’in, Firdevsi’nin kültür hazinesini içinde yeri geldikçe söylenmiş sindirememenin bir Şehnâme’sinden çalıntı 173 dörtlük vardır. [...] belirtisidir. Bu yazı sonunda olduğu ifade Böylelikle İran Edebiyât’ndan bu durumu daha net bir edilmektedir. Bu durum alınmış bir nazım şekliyle şekilde anlayacaksınız. Nihad tabii ki onların, Türk yazılan Kutadgu Bilig’de Sami Banarlı, Resimli Türk kültür hazinesini kullanılan vezin de yine Acem Edebiyatı Tarihi kitabında sindirememenin bir Aruzu’nun Fa’ulün fa’ulün Kutadgu Bilig için şu ifadeleri belirtisidir. Fa’ulün Fa’ul veznidir. Eserin kullanır; bütünü , bu kısaltılmış mütekaarib, “Kutadgu Bilig, yazarının, eserine vezniyle yazılmıştır. [...] Bütün bunlar, eski Türk edebî zevkine ait çizgiler işlemesi, bilhassa Kutadgu Bilig’in şekil bakımından İslami bir manzara dil bakımından milliyetçi davranışları, dikkati çeker taşıdığını ve eserin İran Edebiyâtı’ndan örnek mahiyettedir. alınarak yazıldığını gösterir. İran Edebiyâtı’nda evvelce Pendnâme, Şehnâme gibi isimlerle bu şekil 1069-1070 yıllarında ise Yusuf, Doğu Karahanlı eserler yazıldığı malumdur. Nitekim Kutadgu Bilig’de Devleti’nin hukumet merkezi olan Kaşgar’da bulunuyordu. Balasagun’da yazmağa başladığı eserini, üzerine 18 ay çalışarak, Kaşgar’da 1 Banarlı, Nihad Sami, Türk Edebiyâtı Tarihi, Cild I, 1988, tamamlamış ve 1070 yılında Karahanşı İstanbul. 2 hükümdarlarından Tabgaç Buğra Karahan’a Ulu Hacipliğin görevleri için bkz. Kutadgu Bilig, Beyit: 2436-2524 sunmuştu. Aydın hükümdar, bu eseri takdirle 3 Şehname’nin Türkçe çevirisi için en iyi kaynak bkz. Nimet karşılamış ve mükafat olarak, yazarına Karahanlılar Yıldırım, Şehname I ve II, Kabalcı yay.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
kullanılan vezin de Şehnâme Vezni’dir.”4 Burada Banarlı, eserde belli oranda hece ile yazılmış dörtlüklerin olduğunu ve milli karakterleri de yansıtan özellikleri vurgulamıştır. Bundan sonraki kısımda hoca, bu eserin Şehnâme’den ayrılan yönlerini örnekleriyle birlikte açıklayacaktır;
Kendisini sevdirmiş insan ne diyor (öğrenmek dilersen) bu beyti oku:5 Könül kimni sevse körür közde ol Közin kança baksa uçar yüzde ol Könülde negü erse arzu tilek Ağız açsa barça tilin sözde ol6”7 Banarlı, yazının devamında ise Balasagunlu Yusuf’un Türkçenin ses ahengini ustalıkla kullandığına işaret eder ve bununla ilgili örnekleri sıralar. Ayrılan noktalar yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Müellif, aynı zamanda Türk kültürüne has deyimler ve atasözlerini de eserinde kullanmıştır. Bu bakımdan da Şehname ile ayrı özelliktedir. Şehname’ye bakıldığında konuları daha çok efsanelere dayandırılmaktadır. Fakat bizim eserimiz öğüt ve ahlak dersi vermeye yöneliktir. Alegorik bir eser hüviyetindedir. Hükümdara da öğüt verir. Bu bakımdan içerisinde geçen bir konu yıllar sonra Nikolo Machivelli tarafından Prens ya da Hükümdar adıyla anılan eserde de ele alınmıştır.
“Esere sonradan ilave edilen mensur mukaddimede İranlıların Kutadgu Bilig’e Şehnâme-i Türki dedikleri şeklinde bir kayıd vardır. Bu yakıştırma, Kutadgu Bilig’le İran Şehnâmesi arasında vezin ve şekil birliği bakımından doğrudur. Ancak Yusuf Has Hacib’in, eseribe, bir milli zevk hatırası halinde ilave ettiği dörtlük- ma’nilerdir ki Kutadgu Bilig’i bir taraftan İslamiyetten önceki Türk şiir an’anesine bağlamaktadır. Metin arasına yeri geldikçe ve szö düşülerek söylenen bu maniler 173 tanedir. Bunların Türk halk manilerinden farkı, daha çok, vezin bakımındandır. Bu maniler, eserde şu örnekte görüldüğü gibi söylenir;
Sonuç olarak Avrupalılar, başkalarının kültürel miraslarına o denli “sahip çıkıyorlar” bu kendilerine yamamaya çalışma girişimi bazen kaba tabirle “saçmalama” evresine kadar gelebiliyor. Şehname ile tek benzerliği vezin olmasına karşın, Orhun yazıtları bulunana kadar en eski yazılı belge kimliğine sahip olan Kutadgu Bilig’in Şehname’den ondan çalıntı olduğunu ele sürmüşlerdir. Fakat tüm araştırmalar gösteriyor ki bu tez çürümüştür. Bunlar, araştırmalar neticesinde ortaya çıkmakta ve Türk karşıtları her seferinde hüsrana uğramaktadır. Uğramaya da devam edecektir.
5
Kutadgu Bilig, beyit:3479 Kutadgu Bilig, beyit: 3480-3481 7 Banarlı, Nihad Sami, a.g.e., say. 232-233. 6
4
Banarlı, Nihad Sami, a.g.e., say. 232.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KUTADGU BİLİG’den til erdemin münin asığın yasın ayur ukuşka biligke bu tılmaçı til yaruttaçı erni yorık tilni bil kişig til ağırlar bulur kut kişi kişig til uçuzlar barır er başı til arslanturur kür éşikte yatur ayâ ewlig er sak başıñnı yéyür tilin emgemiş er negü tér eşit bu söz işke tutğıl özüñe iş it méni emgetür til idi ök telim başım kesmesüni keseyin tilim sözüñni küdezgil başıñ barmasun tiliñni küdezgil tişiñ sınmasun biliglig bilig bérdi tilke bışığ ayâ til idisi küdezgil başığ
dilin meziyetini ve kusurunu, faydasını ve zararını söyler Anlayış ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan fasîh dilin kıymetini bil. İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur; insanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider. Dil arslandır, bak, eşikte yatar; ey ev sahibi dikkat et, senin başını yer. Dilinden eziyet çeken adam ne der dinle; bu söze göre hareket et, onu daima hatırda bulundur. Bana dilim pek çok eziyet çektiriyor; başımı kesmesinler de ben dilimi keseyim. Sözüne dikkat et, başın gitmesin; dilini tut, dişin kırılmasın.
esenlik tilese seniñ bu özüñ tiliñde çıkarma yarağsız sözüñ
Bilgili dil için özlü bir söz söyledi; ey dil sahibi başını gözet.
bilip sözlese söz biligke sanur biligsiz sözi öz başını yéyür
Sen kendi selametini istiyorsan, ağzından yakışıksız bir söz kaçırma.
üküş sözde artuk asığ körmedim yana sözlemişte asığ bulmadım üküş sözleme söz birer sözle az tümen söz tügünin bu bir sözde yaz kişi söz bile koptı boldı melîk üküş söz başığ yérke kıldı kölik
Söz bilerek söylenirse bilgi sayılır; bilgisizin sözü kendi başını yer. Çok sözden fazla fayda görmedim; amma söylemek de faydasız değildir. Sözü çok söyleme, sırasında ve az söyle; binlerce söz düğümünü bu bir sözde çöz. İnsan söz ile yükseldi ve sultan oldu; çok söz başı gölge gibi yere serdi.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İslam Hamuruyla Yoğrulmuş Kutadgu Bilig’de Türk Mitolojisinin Kırıntıları Busenur Aslan
Mit, tarih boyunca kuşaktan kuşağa yayılan, toplumun düş gücü etkisiyle zamanla biçim değiştiren, tanrılar, tanrıçalar, evrenin doğuşu ile ilgili, imgesel, alegorik bir anlatımı olan öykülerdir. Dinsel inanışlardan ortaya çıkıp zamanla imgeler evrenine giren anlatılardır. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin toplum hafızasındaki yerlerini korurlar. Küçük söz öbeklerinden davranışlara kadar varlıklarını sürdürürler. Bazen farkında olmadan tahtaya vururlar bazen eşiğe bal sürerler. Takdir edersiniz ki toplumun genlerine işlenmiş bu olgular, edebiyatlarına da yansır. Başta bilinen ilk yazılı ürünlerimiz olmak üzere bugüne kadar yazılan bütün eserler de az ya da çok mitlere ya da mitolojik unsurlara yer vermişizdir. Yusuf Has Hacib’in üstün nitelikleriyle yazmış olduğu Kutadgu Bilig, bu bakımdan incelemeye değerdir. İslami dönem geçiş eseri olması, İslamiyet etkisini içinde çokça hissettirir fakat bazı benzerlik ve ayrılıkları gün yüzüne çıkarmamızı, hiç değilse Türk kültürünün izlerini bulmamızı sağlar. Kutadgu Bilig ve mitoloji arasındaki izleri aramadan önce, eser hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Kutadgu Bilig, 1070 yılında yazılmış ve 6645 beyitten oluşmuştur. Çeşitli kaynaklarda farklı
kişilere sunulduğuna dair bilgiler bulunmaktadır. Bunlarda en bilineni Saltuk Buğra Han’dır. Eserin Bugün elimizde bulunan üç nüshası vardır. Bu nüshalar Herat, Fergana ve Mısır nüshalarıdır. En önemli olan nüsha, Fergana nüshasıdır. Ancak bu nüshanın baş ve son sayfaları eksiktir; nerede, ne zaman ve kim tarafından yazıldığı da bu sayfalarla kaybolmuştur. Alegorik bir eser olan Kutadgu Bilig bir siyasetname ve öğüt kitabı niteliğindedir. Dört unsur üzerine konumlandırılmış bir binadır eser. Binanın dört ayrı duvarını, dört sembol oluşturmaktadır. Bunlar; Kündoğdu’nun temsil ettiği adalet, Aytoldu’nun temsil ettiği kut, Ögdülmiş’in temsil ettiği akıl ve Ogdurmuş’un temsil ettiği zamandır. Eserde bu dört kişinin arasında geçen konuşmalarla iyi bir yöneticinin ve doğru bir insanın nasıl olması gerektiği anlatılır bize. Yaşıl köktin indi yaşıl yirke söz Sözi birle yalnguk agır kıldı öz (b.210) (Söz, yağız yere mavi gökten indi; Kişi kendisine sözüyle değer verdirdi.)
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türk mitolojisi, “dünyada hiçbir şey yokken söz vardı” demişti. Altay mitolojisinde Tanrı Kuday ve Erlik, gökyüzünde kaz şeklinde süzüldü. Dünyada sudan başka bir şey yoktu. Tanrı Kuday “Ol!” dedi ve oldu. Böylece bütün dünya bir söz üzerine kuruldu. İslam inancında da aynı şey söz konusudur. Allah ol demeden yaprak bile kıpırdamaz. Görüldüğü gibi Gök Tanrı ve Allah inancı birbirine paraleldir. Söz kutsal ve değerlidir. Gökten inmiştir. Gök Tanrı inancına göre Tanrı göktür. Bundan dolayı gökten inen söz de Tanrının kutsal emridir. Bunların yanında, sözlü kültürden de hayli etkilenen Yusuf Has Hacib, eserinde sözün değerine değinirken “Dinle.” demiştir. Ama dinlenilmesi gereken kişi, görmüş geçirmiş, bilgili kişidir. Negü tir eşitgil biliglig kişi Ajunda sınayu yetilmiş yaşı (b.261) (Ömrünü tecrübeyle geçirmiş bilgili kişi, ne der dinle!) Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere söz Türk düşünde dünya üç katmanda değerli bir olgudur. Tanrı tarafından yeryüzüne yaratılmıştır. Gökyüzü, yerküre ve ikisi arasında da indirildiği için kutsaldır. Bunu hem Türk mitolojisi kişi yaratılmıştır. Yer yedi katmandan oluşmuştur ve çevresinde hem de İslam inancında Erlik, gökteki düzene uymadığı için burayla görmekteyiz. İki inancın cezalandırılmıştır. Gökyüzü, Tanrı’nın harmanlanmış olduğu Yusuf Has alanıdır. İyi, güzel şeylerin bulunduğu Türk mitolojisi, Hacib’in elinden çıkmış bu yer göktedir. İkisinin arasında insan “dünyada hiçbir şey değerli eserde de bu olguyla yaratılmıştır. İnsan, bu dünyada bir yokken söz vardı” karşılaşırız. bakıma sınav halindedir. Eğer iyi Tiledi törütti bu bolmuş kamug Ol ök bol tidi boldı kolmış kamug (b.4)
demişti. İslam inancında da aynı şey söz konusudur. Allah ol demeden yaprak bile kıpırdamaz.
(Diledi ve bütün varlıkları yarattı Bir kere “Ol” dedi, bütün diledikleri oldu)
Dünyanın varoluşunu farklı şekilde ele alır birçok medeniyet. Buna rağmen birçoğu, her şeyden önce suyun olduğunu düşünür. Türk mitolojisinde de dünyanın yaratılışına bakacak olursak başta her şey sudan ibaretti. Tanrı Ülgen, toprağa “Büyü.” dedi. Toprak büyüdü yer oldu. Böylece yağız yer yaratıldı.
bir insan olmazsa ölümünden sonra ruhunu Erlik alıp Yeraltına götürecektir. Burası Tamu’dur. İnsan iyi bir insan olursa ruhunun yeri, gökler olacaktır. Burası da Uçmağ’dır. Bu, İslam anlayışındaki Cennet ve Cehennem algısıyla aynıdır. Bu anlayışı Kutadgu Bilig’de, islam etkisinde olan Yusuf Has Hacib’in eserinde görürüz. Fakat gelmiş olduğu Türk kültür ve geleneğini de ondan ayrı tutmamız mümkün değildir. Kutadgu Bilig’de aradığımız, kırıntı dahi olsa Türk inanışlarıdır fakat iki inanış birbirine o kadar benzerdir ki net şekilde “Bu, budur.” diyemiyoruz.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Karangku titigsig börk ev içi Yaruttı yaşık birle erklig küçi (b.3723) (Bu kubbe evin içi, balçıktan yapılmış ve karanlıktır; Onun hakim kudreti bunu güneş ile aydınlattı.)
Apa yazdı erse bayat kınadı Bu dünyag tünek kıldı erklig idi (b. 3520) (Âdem cennette buğday tanesi yedi; Kadir Tanrı bu dünyayı zindan yaptı)
Tanrı insanı çamur ve kilden şekillendirmiştir. Sonra da içine ruhu üflemiştir. Yusuf Has Hacib’in eserinde de çamur ve balçıktan evin içine doğan güneş insanın ruhudur. Türk mitolojisi çerçevesinde farklı Türk toplulukları da insanın yaratılışını, benzer şekillerde düşlemişlerdir. Tanrı muhteşem yaratıcılığıyla çamurdan yoğurmuştur insanın kabuğunu. Fakat insan, bu haliyle sadece boş bir kabuktur. Sonra yaşamı üflemiştir insana. Bu sayede insan, canlı bir varlık olmuştur. Altay inanışında ise Tanrı, yeryüzüne yedi dalı olan bir ağaç tüylerle kaplı olan insanın bütün tüyleri dökülür. kondurmuştur. Bu ağacın yedi dalından yedi farklı ırk Ece’ye doğum sancısı çekme cezası verilir ve insan doğmuştur. İslam zemininde yazılmış olan Törüngey’le birlikte kovulurlar. Ayakları olan heybetli Kutadgu Bilig, insanın topraktan gelme fikrini yılana da sonsuza dek sürünme cezası verilir. Bunun vermiştir. İnsanın Cennetten dünyaya bir benzeri İslam inancında da vardır. Âdem ve inmesi ya da kovulması inancı da Havva yasak meyveyi yiyince Cennet’ten Kutadgu Bilig’de geçmektedir. kovulur. İki inanışta da insan, Allah insanı çamur ve Beyitte görüldüğü gibi Âdem, Cennetten, yasak meyveyi yemek kilden şekillendirmiştir. yasak buğdayı yediği için yüzünden kovulur. Buradan Sonra da içine ruh Cennetten kovulmuştur. anlıyoruz ki, mitolojik bulgular üflenmiştir. Yusuf Has Altay mitolojisinde de aradığımız Kutadgu Bilig’de Hacib’in eserinde de Âdem ve Havva’nın yaratılış mitine dair büyük kanıtlar çamur ve balçıktan evin Cennetten kovulmasına bulunmakta. Hepsini ele alıp içine doğan güneş benzer bir hadise vardır. işleyemesek de yolumuzu Bunlar, Törüngey ve Ece’dir. insanın ruhudur. aydınlatması bakımından bu birkaç Erlik, yılanı kandırır ve onun beyit, faydalı olacaktır; kılığına girer. Rivayete göre yılan, Ölümüg unıtma anun tevbe ka ayakları olan heybetli bir varlıktır. Yılan Usanma ölüm kelge tutga yaka ( b. 5715) kılığına giren Erlik, Törüngey ve Ece’yi kandırır. Dünyada dört dalından meyve yemek yasak olan yedi dallı bir ağaç vardır. Bu yasaklı dallardan meyve yer Törüngey ve Ece. Bunu öğrenen Tanrı çok sinirlenir. Birden fırtınalar kopar. O zamana kadar her yanı
( Ölümü unutma, tövbeye hazırlan; Gafil olma, ölüm gelir yakana yapışır)
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Özüng kökçü atıng sening kökçün ol Köçütçi ölüm kelgü ahır kün ol ( b. 6112 ) ( Sen göçeceksin, senin adın da göçecekti Son gününde seni göçüren ölüm gelecektir.)
Yaratılan her varlığın elbet bir sonu vardır. Yaşam, ölüme muhtaçtır. Dünya da bu yaratılan güzelliklerden biridir. Elbet bir gün son bulacaktır. Farklı inanışlar, dünyanın sonu yani kıyamet günü için farklı düşler geliştirmiştir. Depremler, nüfusun kalabalıklaşması, yığınlar halinde ölümler bunlardan bir kısmıdır. İslam inancı çerçevesinde güneş, batıdan doğacaktır, Dabbe adlı büyük yaratığa karşı Mesih gelecektir. Her şey son bulmadan önce İsrâfil adlı melek, iki kez sura üfleyecektir. İlk üflemesinde bütün dünya hayatı son bulacaktır. İkinci üflemesinde ise, ruhlar âleminde canlanacaktır insanlar ve yargılama başlayacaktır. İnanışların birçoğu, dünyada bir sınava tabi olunduğunu düşünür. Sınav sonrası da yargılama başlar. Hep bir kıyamet inancı hâkimdir. Türk töresinde de bu böyledir. Orhun Abideleri’nde “ Türk Oğuz beyleri, kavmi dinleyin; yukarıda gök basmasa, aşağıda yer delinmese Türk milleti, ülkeni töreni kim bozabilir?” şeklinde bir ifade vardır. Burada bir kıyamet tablosu çizilmiştir. İki inanışta da bunu görebiliriz. Beyitlerden yola çıkacak olursak; insanın kıyameti, kendi yok oluşudur. Ölmek, yaşamın son bulmasıdır. Bu dünyadan göçen, yanında sadece yaptığı iyi şeyleri götürür. Eskiden Türklerin mezarlarının başına öldürdükleri düşman sayısı kadar Balbal konulurdu. Bu kişilerin, ölümden sonra onlara hizmet edeceğine inanılırdı. Hayatını doğruluk içinde
geçiren insan, ölüm sonrası Uçmağda huzur içinde yaşayacak, kötü insanlar ise, Tamuya gidecektir. Yukarda da belirttiğimiz gibi bu, İslam’daki Cennet ve Cehennem fikrinin aynısıdır. İslam ehilleri, ölümü Allah’a kavuşmak olarak görür. Onlar, Allah’a ve Cennete kavuşma umuduyla dünya uykusundan uyanmayı beklerler ölümle. Yusuf Has Hacib de ölümü Allah’a kavuşma olarak görmüştür. Bütün bunları kırıntılardan yola çıkarak büyük parçalar bulduğumuz Kutadgu Bilig’de görüyoruz. Bununla ilgili şöyle diyor Balasagunlu Yusuf; Özüm yangu boldu bayatka bu kün Yazuklar üçün yıglasa ben ünün ( b.5644 ) (Bugün artık, Tanrı’ya dönme zamanı geldi Günahlarım için feryâd ederek ağlamalıyım) İslam hamurunda yoğrulmuş Kutadgu Bilig’den yola çıkarak Türk mitolojisi kırıntılarını aradık. Bu kırıntıları söz, dünyanın ve insanın yaratılışı ve dünyanın sonu mitleri çerçevesinde izledik. Balasagunlu Yusuf’un genlerinde bulunan Türk inanışlarının eserine yansımalarını inceledik. Gördük ki İslam ve Gök Tanrı inanışı içinde pek çok benzerlik ve bazı ayrılıklar gördük. Adım adım izlediğimiz kırıntılardan, bir somon ekmeğe ulaştık. Zaman geçse de pek çok düşünüşün değişmediğini gördük. Bunca doğrusuna rağmen bir yanlışına şahit olduk Balasagunlu Yusuf’un. Ölümünden sonra adın bile kalmaz demişti bir beytinde. Ama onun adı ve eserleri bugün bile dillerden düşmüyor. Dünya döndükçe var ol Balasagunlu Yusuf. Bir adın daima kaldı geride.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Balasagunlu Yusuf 1000 Yaşında Ayşe Bengisu AKDAĞ
Divan-ı Lügati’t Türk eserinin sahibi, 1008 yılında dünyaya gelen büyük Türkolog Kaşgarlı Mahmud’un 1000. Yaşının kutlandığı 2008 yılında henüz 15 yaşında liseye yeni başlamış bir öğrenciydim. Kaşgarlı Mahmud’u, onun ünlü eserini sadece ismen tanıyor, anca birkaç önemli özelliğini biliyordum. 2008 yılı boyunca adına yapılan etkinliklerden ise bîhaberdim. Her ne kadar ilerleyen yıllarda bu yönde ilgilerim ve okumalarım artsa da hakkında hiçbir şey bilmediğimi üniversitede Türk dili ve edebiyatı bölümüne gelince anladım. Hatta hala daha hakkında bilmediğim yönler olduğunu, okudukça keşfettiğimi yüksek lisans eğitimimde görüyorum. Hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış, yine aynı zamanlarda büyük bir eseri tarihimize, kültürümüze katmış olan, 10161 yılında dünyaya gelen Yusuf Has Hacib açısından ise şanslıyım. Zira onun 1000. Yaşını kutladığımız şu günlerde kendisi ve eseri hakkında en azından üniversite düzeyinde bilgi sahibi olduğum, etkinlikleri takip edebildiğim ve bu kutlu yılı idrak edebildiğim için mutluyum. Bahsettiğim bu iki önemli eserin aynı dönemlerde olması bir tesadüf değil elbette. Zira Kâşgar ili ve çevresinde kurulan Türk Devletlerinden biri olan Karahanlı Devleti(766-1212) adeta dönemin bilim, kültür, sanat faaliyetlerinin merkezi olmuştu. Yusuf Has Hacib de bu coğrafyada, Balasagun Kuzordu’da dünyaya gelmişti. Asil bir aileye mensuptu. İlim ve erdemler sahibiydi. İnanmış bir Müslüman olarak dinin emirlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Bütün yönleriyle toplum içinde sevilen, sayılan biriydi. Zira Yusuf, tahsil almış olmanın yanında, toplumu gözlemleyen, devrinde olup bitenleri 1
1016 veya 1017 olduğu konusunda görüşler mevcut olmakla birlikte Türkolog Agop Dilaçar ise Kutadgu Bilig İncelemesi’nde 1018 doğumlu olduğunu belirtmiştir. Ancak TÜRKSOY (Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı) tarafından 1016 yılı kabul edilmiş ve 2016 Yusuf Has Hacib Yılı olarak ilan edilmiştir.
hakkıyla anlayıp çare bulmaya çalışan biriydi. Her türlü bilgiyi edinmek, okumak, yazmak gayretindeydi. Bunun yanında güzel yazı, sanat, belagat, şiir gibi alanlarla da ilgilenir, hesap, hendese, astronomi, tıp alanlarına vakıf olmak için çalışırdı. Eserinde bu konuların hemen hepsine yer vermesi, üzerine yorumlar yapması ve fikirler geliştirmesi bunları kanıtlamaktadır. İşte Yusuf bütün bunlara dayanarak Kutadgu Bilig gibi bir eseri on sekiz ayda kaleme almış ve Türk dilinin büyük bir abidesini kültür hazinemize katmıştır. Yusuf’un bu bilgi birikiminde tecrübesi de etkiliydi. Gençlik yıllarından itibaren Türk devlet teşkilatı içinde önemli görevlerde bulunmuştu. Gözlem yapma ve tecrübe kazanma şansı elde etmişti. Bu deneyimlere dayanarak Yusuf yaşamı boyunca ve eserinde toplumu meydana getiren
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bireyler ile bunların toplumdaki yerlerini ve görevlerini belirtme yoluna gitmiştir. Kendini bu konuda mes’ul hissetmiştir. İnsanları iyiliğe ve doğruluğa, İslami ve insani değer ve meziyetlere sevketmeye çabalamıştır. Bu bakımdan Kutadgu Bilig sadece, devlet yönetimi, idare, adalet kavramalarıyla devlet idarecilerine değil çeşitli yönlerden halka da hitap eden bir eser olmuştur. Yusuf esas olarak hükümdarı merkez alıp onu bilinçlendirmeye çalışırken hükümdar vesilesiyle halka da öğütler verir. Ve bu yönüyle o bir edebi türde ilk öğüt veren kişidir. Yusuf’un bu öğütleri verirken kullandığı dil de dikkat çekicidir. Herkese hitap etmesine uygun olarak açık, anlaşılır bir dil kullanmıştır. Devrin Türkçesi Balasagunlu Yusuf’un kaleminde en ahenkli şekilde dile gelmiştir. Arapça Farsça kelimelere çok az yer vermiştir. Bunda da onun baskı ve ozanları dinleyerek, kamların sesini ruhunda hissetmiş olması etkili olmuştur. Bu sayede dünyaya ve islama ait fikirlerini İslamiyetle yeni yeni tanışan topluma samimi bir şekilde kazandırabilmiştir. Bu şekilde, Karahanlı Devleti’ndeki dil şuuru ve dil mirası zengin bir Türkçenin varlığını ortaya koymuştur. Hatta Türkçeyi akıcı ve açık biçimde kullanırken kullanırken söz sanatlarını da dizelerine katmayı ihmal etmemiştir ve bu şekilde dil sevgisi ve ve şuuru sanatla birleşmiş en güzel örneklerinden birini vermiştir. Yusuf’un bu dil sevgisini ve şuurunu aşağıdaki beyitlerde görmekteyiz: elig sundum uş men biligni tilep sözüg sözke tizdim şaşurdum ura keyik tağı kördüm bu türkçe sözüg anı akru tuttum yakurdum ara sıkadım sewittim köñül bérdi terk takı ma beliñler birerde yére sunup tutmışımça ederdim sözüg kelü bérdi ötrü yıparı bura
Bu Türkçe sözü yabani geyik gibi gördüm; onu yavaşça tuttum, kendime yaklaştırdım. Okşadım, ısındırdım, çabucak bana gönül verdi; yine de ara sıra korkuyor, ürküyor. Ele geçirdiğim gibi sözü takip ettim; onun miski güzel kokular saçmağa başladı.2) Yusuf Has Hacip ve onun ölümsüz eseri Kutadgu Bilig hakkında söylenecek sözler bitmez. Şunu diyebiliriz ki; Kutadgu Bilig’in, dolayısıyla Yusuf Has Hâcib’in kendisinden yüzyıllar sonra yazılan kitaplara, yaşayan şairlere ve ilim adamlarına nasıl tesir ettiği görülmektedir. Yüzyıllar içinde, Âşık Paşa’nın, Mevlana’nın, Yunus’un, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın ve daha nicelerinin söyledikleri ile Yusuf Has Hâcib’in mutluluk veren öğütleri arasında fark yoktur. Mevlana’nın “ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” sözü ile, Yusuf Has Hâcib’in; Taşı körse tap tut içinde tanuk Taşı teg içi ol içi teg taş ol (Dışını görürsen, bunu içi için yeter şâhit say; insanın içi dışı gibi ve dışı da içi gibidir.) beyti arasında hiçbir fark yoktur. İslamî Türk edebiyatının bilinen ilk yazarı olan Yusuf Has Hacip hakkındaki bilgilerimiz, yine bu çevrenin ilk eseri olarak kabul edilen Kutadgu Bilig adlı eserinde zaman zaman kendisi hakkında verdiği birkaç bilgiden öteye geçmiyor ne yazık ki. Bununla birlikte Kutadgu Bilig’de yer alan çeşitli veriler sayesinde, Yusuf Has Hacip’in en azından düşünceleri ve birikimi konusunda çeşitli çıkarımlarda bulunabiliyoruz. Yusuf Has Hacip hakkında eserinin mukaddimesinde kendisiyle ilgili ifadelerden bilgi edinebiliyoruz. Bizler de bu sayımızda büyük Türk bilginini ele alarak onun bu hakkında az olan bilgiyi sizlere sunmak, Yusuf Has Hacip için incir çekirdeğini doldurmak istedik. Doldurabildiysek ne mutu bizlere… İyi ki doğdun Balasagunlu Yusuf!...
(İşte ben bilgi isteyerek, ona el uzattım; sözü söze katarak, dizip sıraladım. 2
ARAT, R. R. (1994). Kutadgu Bilig II Çeviri. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Şilili Nâzım:Pablo NERUDA
Tuğçe ERKOL
Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto
12 Temmuz 1904 yılında Güney Şili’nin Parral kasabasında doğan Ricardo’nun babası bir demir yolu emekçisi, annesi ise bir öğretmendir. Annesini henüz altı aylıkken verem hastalığından kaybeder ve annesinin ölümünün ardından babası bir daha evlenir. Altı yaşındayken ilköğrenimi için Temuco Erkek Lisesi’ne başlar. Okul hayatı sırasında yerel La Manana gazetesinde Neftali Reyes imzasıyla ilk makalesi yayımlanır. Okul yaşamı boyunca da bu işe devam eder. Bir yıl sonra 1918’de Corre Veula dergisinin 566. sayısında aynı imzayla ilk şiiri yayımlanır. İki yıl boyunca yazı çalışmalarına devam eder ve yirmi yaşına geldiğinde artık o Pablo Neruda’dır. Prag’a yaptığı bir gezi sırasında Çek gerçekçiliğinin en önemli temsilcilerinden biri olan ve özellikle de Çek vatanseverliğini yeniden diriltme çabalarıyla tanınan Jan Neruda (1834-1891)’dan etkilenerek kendisine bu adı seçer. Seçtiği bu ad daha sonra onun resmi adı da olur. 1919’da okuduğu okulun müdürlüğüne getirilen Gabriel Mistral, Neruda’nın İspanyolca
derslerine girer ve aralarında yıllar boyu sürecek olan dostlukları böylece başlar. Neruda’nın hayatının büyük kısmı edebiyat ve yazmak üzerine kuruludur. Küçük yaşlarında yazmaya başlar. Babası ufacık yaşlarında bile onu bundan vazgeçirmeye çalışır. Ama Neruda yılmaz ve Fransız dili ve edebiyatı üzerine bir tahsil yapar. Babası onun bu eğilimini kabul edemez. Neruda bununla ilgili şunları söyler: “Adımı 14 yaşımdayken, daha Santiago'ya gitmeden değiştirdim. Babam yüzünden. Mükemmel bir insandı, gelgelelim, genellikle şairlere, özellikle bana karşı idi. Hatta işi kitaplarımı ve not defterlerimi yakmaya kadar götürdü. Onun görüşüne göre, mühendis, doktor, mimar olmalıydım, çünkü diyordu, insanların bu gibi kimselere ihtiyacı var. Oğullarının toplum içinde sivrilmesini görmek isteyen, orta sınıfın köylülükten gelme bütün insanları gibiydi. Yine babamın görüşüne göre, toplumda yükselmeyi başarmanın tek yolu üniversiteydi.” Neruda, 1920’de üniversiteyi okumak için Sandiago’ya gider, orada da edebiyat çalışmalarına
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
devam eder. Onun şiir çalışmaları nihayet 1923’te ilk ürünlerini verir. İlk şiir kitabı olan Alacakaranlık yayımlanır. Alacakaranlık’ın yayımlanma hikayesi bile trajiktir. Babasının ona verdiği saati ve kendisinde bulunan birkaç eski eşyayı satarak kitabın yayımlanması için gereken parayı ancak denkleştirir. Ve bu ilk çabadan sonra ertesi yılın Haziran ayında ikinci ve en ünlü eseri olan 20 Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı yayımlanır: “Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim. Şöyle diyebilirim: "Gece yıldızla dolu ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta.” Bu yıllarda hayatı okul ve edebiyat çalışmalarıyla doludur. Fransız dili ve edebiyatının yanı sıra okulunda pedagoji eğitimi de almaya başlar. 1925’te de Santiago’daki Caballo de Bastos dergisini yönetir. 1926’da Sonsuz İnsanın Çabası yayımlanır. Üniversite eğitimi bittikten sonra Birmanya’nın başkenti Rangun’da konsolos olarak çalışmaya başlar. Hayatı boyunca çok farklı ülkelerde konsolosluk görevini icra eder. Gittiği ülkeler birbirinden çok farklı olsa da oraların insanlarıyla kurduğu iyi ilişkiler sayesinde uluslararası şair ünvanını alır.
doğar. 1935’te Madrid’e görevlendirmeyle gider. Buraya geldikten sonra ilk eşinden ayrılır ve hem ideolojik olarak hem de kalben kendisine yakın bulduğu Rosario de la Cerda ile tanışıp birlikte yaşamaya başlar. Neruda’nın Madrid’de olduğu dönemlerde dünya tarihinin en kötü olaylarından biri olan İspanya İç Savaşı patlak verir 18 Temmuz 1936’da. Savaş, Neruda’nın hayatı için oldukça etkileyicidir. Hem savaş sırasında orada bulunuyor olması hem de savaşın olumsuz yanları bir şair olarak onu derinden etkiler. Hatta İç Savaş’ta ölenlerin isimlerinin yan yana yazılmasıyla oluşan bir şiiri bile vardır. Savaşın başlamasının ardından onu yasa boğan bir şey daha olur. O da Federico Garcia Lorca’nın ölümüdür. Onun ölümü üzerine duyduğu üzüntüyü de bir şiirinde mısralara döker: “Issız bir evde,
Neruda, ilk şiir kitabı Alacakaranlık’ı yayımlayabilmek için babasının verdiği saatini ve birkaç eski eşyasını satar.
1928’de 1972’den önce Seylan olarak bilinen bugünkü Sri Lanka’nın başkenti olan Colombo’da konsolosluk hayatına devam eder. 1930’da ilk evliliğini Maria Antonieta Hagenaar ile yapar. 1931’de konsolosluk için Singapur’a gider ve 1932’de Şili’ye geri döner. 1933’te ezoterik sürrealist şiir kitabı olan Yeryüzü Konukluğu: 1925-1931 yayımlanır. Buenos Aires’te konsolosluk görevine başlar, oraya gittikten bir süre sonra 13 Ekim günü tiyatro turnesinde olan Federico Garcia Lorca’yla tanışır. Bu tanışıklık sıkı bir dostluğu da beraberinde getirir. Hatta onun ölümünden duyduğu üzüntü şiirlerine yansır. Bir sonraki yıl konsolos olarak Barcelona’ya gider ve kızı Malva Marina 18 Ağustos’ta burada
Korkudan ağlayabilseydim; Gözlerimi çıkarabilsem de, Yiyebilseydim Senin sesin için yapardım.” 7 Kasım 1936’da Dünya Şairleri İspanya Halkını Savunuyor başlıklı bildiriyi Nancy Cunard’la beraber yayımlar. Bu dönemde yazdığı şiirlerini Kalbimdeki İspanya’da toplayıp kitabını 1937’de yayımlar.
“Biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız.” 1938 yılını seçimlere ayırır. Aguirre Cerda için propaganda gezileri yapar bütün Şili’de. 1939’da seçimi Cerda kazanınca Paris’e gönderilir, İspanyol Göçmenleri Konsolosu olarak atanır. Bu görev sırasında hayatının en gurur verici görevi dediği olayı yaşanır. Fransa’ya sığınan İspanyollar için bir gemi ayarlayıp onların sağ salim Şili’deki Valparaiso Limanı’na varmalarını sağlar. Onları orada Salvador Allande bekler. Neruda’nın hem yoldaşı hem de en yakın arkadaşı… 1940’da Şili’ye döner. Mexico City’e başkonsolos olarak atanır. Şili’nin Evrensel Şarkısı adlı kitabındaki şiirleri de bu dönemde yayımlanır.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kitap 1950’de Meksika’da yayımlanır; ama Şili’de basımı ve dağıtımı ancak el altından yapılır. Eserde 250 tane şiir vardır. Bu eser, yaşadığı dönemde 10 dile çevrilir. Kitabın yayımlanmasından sonra içeriği nedeniyle çalıştığı ülkelerde zorluklar yaşar. Çünkü kendisi siyasi görüşü, özellikle İspanya İç Savaşı’ndaki görüşleri nedeniyle birçok insandan farklıdır. Bu nedenlerle 1943’te Şili’ye geri dönmek zorunda kalır. Delia del Carril ile evlenir. 1945’de senatör seçilip Komünist Parti’ye girer. Şili hükümetine yönelik eleştirilerinden dolayı 2 yıl boyunca kaçak yaşar ardından at sırtında And Dağları’nı aşarak Arjantin’e geçer ve 1952’ye kadar farklı ülkelerde bulunur. Sene 1952 olduğunda ise artık biz de Pablo Neruda’yla tanışırız. Çünkü şiirleri Türkçeye ilk defa o yıl çevrilir. 22 Kasım 1950’de Dünya Barış Konseyi’nin verdiği Uluslararası Barış Ödülü’ne layık görülür. Neruda’yla beraber Picasso ve Nazım Hikmet de bu ödüle layık görülmüştür. Nazım, ödül törenine katılamadığı için yakın dostu Neruda, onun ödülünü de alır. Bir röportajında Nazım’ın şairliğini beğenip beğenmediğini sorarlar Neruda’ya. O da naif bir cevap verir: “Biz onun yanında şair bile sayılmayız.” Neruda’nın hayatındaki en büyük takıntılarından birisi dostlarıyla bir arada olduğunda bir iki kadeh içki içmektir. Yaşlarının ilerlemesiyle birlikte dostları hayata gözlerini yummaya başlar ve Neruda bunun üzüntüsüne kapılır. Bunun sonucunda da evinin barının tavanına ahşap bir kapak yaptırır ve bu kapağa dostlarının adını yazdırır. İçlerinde Lorca’nın ve Nazım’ın da bulunduğu 17 kişinin adı vardır bu kapakta. Böylece hayatının son anına kadar en büyük zevki olan dostlarıyla bir iki kadeh bir şeyler içmeye devam edebilir. Şili’de şu anda müze olan evinde bu kapağı da görebilirsiniz. 1953’te Lenin Barış Ödülü’nü aldıktan sonra 1954 yılı geldiğinde Neruda artık yarım asırlık bir çınardır. Onun bu çınarlığı dünya çapında öyle kabul görmüştür ki, dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan şair ve yazarlar Santiago’da toplanıp onun 50. yaş gününü kutlarlar.
Yaşamı boyunca faşizmin, savaşın ve insanlara zarar veren her şeyin karşısında olan şair, siyasi duruşundan da taviz vermemiştir, bundan dolayı da hükümetlerin okları her zaman üzerinde olmuştur. Size de biraz tanıdık gelmedi mi? Neruda, 1955’de eşinden ayrılır. Şili’de yaşamına devam eder. Rusya, Çin, İtalya ve Fransa’ya gider. 1962’de akademisyen olarak derslere girer, bu arada Avrupa seyahatlerine de devam eder. *** Neruda insan olarak oldukça hassas bir yapıya sahiptir. Önce Lorca’nın ölümünü yaşar. En sevdiği insanların kaybını ki bunlardan biri ilk eşinden olan kızıdır. Lorca’nın ardından 1963’te Nazım’ın ölüm haberini alınca derin bir yasa boğulur ve tıpkı Lorca’da olduğu gibi bir şiir de onun ardından yazar. Lorca’nın ölümüne nasıl inanamadıysa, belki de inanmak istemediyse, aynı hislere Nazım’da da kapılmıştır: “Niçin öldün Nazım? ne yaparız şimdi biz şarkılarından yoksun? Nerde buluruz başka bir pınar ki orda bizi karşıladığın gülümseme olsun?”
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Shakespeare’nin Romeo ve Juliet’ini İspanyolcaya çevirir. Oxford Üniversitesi’nden kendisine fahri doktora ünvanı verilir. Bu dönemde Matilde Urrutia’yla hayatını birleştirir. 1970 seçimlerinde başkanlığa aday olması için teklifler alır. Seçim propagandalarını yürütür ama Salvador Allande seçimi kazanır. Bu seçim sonucu dünya tarihinde bir ilktir. İlk defa bir sosyalist parti seçimle başa gelir. Allande, zaten Neruda’nın sevdiği bir dostudur. Allande başa gelince onu Fransa’ya elçi olarak gönderir. Bu sırada bir yazar için alınabilecek en güzel haberi alıp 1971’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığını öğrenir. 1972’ye kadar Fransa’da elçilik yapar. Ancak artık sağlık sorunları nedeniyle bu işi yapamaz olur ve Şili’ye geri döner. 1973 senesi onu yıkacak en büyük olayı getirmiştir. 1973 Şili Darbesi. Milletin iradesiyle seçilen ve halkının da mutlu olduğu bir hükümet ABD’nin verdiği destekle yıkılır. 12 Eylül 1973’te General Pinachet komutasındaki askerlerle beraber Allande’nin içinde bulunduğu başkanlık sarayına girer. Allande, teslim olmaktansa ölmeyi tercih eder ve intihar eder. Neruda zaten hasta ve artık yaşlıdır. Bu haberini alınca sadece 12 gün yaşayabilir Neruda. 12 gün sonra 24 Eylül’de evden çıkan doktorlar kalp yetmezliği nedeniyle öldüğünü söylerler. Ancak, ölümü şaibelidir. Hükümete oldukça yakın bir isim olduğu için General Pinachet’in adamları tarafından zehirlenebileceği iddiası insanların aklına takılır. Bu iddialar doğrulansın diye de 2013’te mezarı açılır, herhangi bir zehirlenme durumu var mı diye bakılır ama bir sonuca varılamaz… *** Neruda… Şili’nin Nazım’ı… Romantik diplomat… Adı her ne olursa olsun, sanat için yaşamış, insanların hakkı için savaşmış bir sanatkar: Hatta kendi sanat görüşünü de kendisi ifade ederken gene insanlardan bahseder: “Sanat, sanat içindir ilkesini reddederim. Ama Mallarmee’nin şiirlerini benimserim. Ne var ki bizim Amerika’nın soğuk kar altında donan ve kızgın güneş altında kavrulan evlerindeki insanlar Mallarmee’ninkinden daha başka şeyler istiyor…” İnsanların hayatında derin izler bırakmış şairlerden Neruda… Ben söylemiyorum bunu,
ölümünden sonra unutulmaması söylüyor. Antonio Skarmate Ateşli Sabır adıyla bir oyun yazar. Bu oyun o kadar çok tutulur ki, Neruda’nın Postacısı adıyla romana dönüştürülür. Bu bile orijinal bir şeydir. Genelde romanlar oyunlaştırılır çünkü. Ardından 1994 yılı Venedik Film Festivali’nde galası yapılan Postacı filmi gelir. Bir Oscar alır en iyi film müziği dalında, ama 5 dalda adaydır. Filmin müziklerini Arjantinli müzisyen Enriquez Bacalov yapar. Neruda’nın şiirlerini seçip besteler ve filmden bağımsız sanatçılara bu şarkıları söyletir. Kimler var peki bu sanatçıların arasında? Sting, Wesley Snipes, Julia Roberts, Andy Garcia, Ethan Hawke… Kitap okumayanlar, şiir bilmeyenler de böyle tanıdı Neruda’yı. Filmlerde, romanlarda, oyunlarda ve bestelenmiş şarkılarda. Böylece o da herkes tarafından paylaşıldı ve paylaştıkça çoğaldı. Hem ne demiş şair? “Dünyamızda yazı keşfedilmeden, yazılı basın keşfedilmeden önce şiir öne çıkıyor, gelişiyor ve önem kazanıyordu. Bu yüzden biliyoruz ki, şiir ekmek gibidir; herkes tarafından paylaşılması gerekir, edebiyatçılar tarafından ve köylüler tarafından, bizim geniş harikulade olağanüstü ailemiz insanlık tarafından…” Ve işte, aşkın, devrimin ve özgürlüğün şairi, huzurla uyu!
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ATSIZ’ı Yeniden Okumak Hüseyin Nihal Atsız Bey (12 Ocak 1905-11 Aralık 1975) ´in babası, Gümüşhane ilinin Dorul ilçesinin Midi köyünden 'Çiftçioğulları' ailesine mensup (Deniz Makina Önyüzbaşısı) Hüseyin Ağa´nın oğlu (Deniz Güverte Binbaşı) Mehmet Nail Bey olup; annesi ise, Trabzon´un kadıoğulları ailesinden (Deniz Yarbayı) Osman Fevzi Bey´in kızı fatma Zehra Hanım´dır Atsız´ın babası Mehmet Nail Bey (18771944) donanmaya girer ve Deniz Güverte Binbaşılığına kadar terfi eder.1903 yılında Yüzbaşı iken ilk esi Fatma Zehra Hanım´la evlenir. Bu evlilikten,12 Ocak 1905´de Hüseyin Nihal,1 Mayıs 1910´da Ahmet Necdet (Sancar) ve Aralık 1912´de de Fatma Nezihe (Çiftiçioğlu) olmak üzere üç çocuğu olur. Atsız, ilkokula, altı yaşında, Kadıköy´de ki Fransız okul´unda başlar. Fakat çok geçmeden, çıkan bir yangında okulun yanması sonucu aynı semtteki Alman Okulu´na verilir (1911) . Bir süre sonra, Kızıldeniz´de bulunan Malatya ganbotunun süvarisi olan babasının yanına gider. Bu arada Türk-İtalyan savaşı çıkar ve ganbotun İstanbul´un emri ile Süveyş´e sığınması üzerine Atsız´da bir kaç ay Fransız okuluna devam eder. İstanbul sultanisi´nin onuncu sınıfında iken (1922) , imtihanla Askeri Tıbbiye ´ye
Aziz Nadir
girer. Tıbbiyeden sonra Kabataş Lisesi´nde üç ay kadar yardımcı öğretmenlik yapar. Bilahere Deniz Yolları´nın 'Mahmut Şevket Paşa' adlı vapurunda katip olarak çalışır ve birkaç seferde katılır. Ancak bu işten tatmin olmaz ve 1926 yılında İstanbul Darülfünunu´nun (üniversitesinin) Edebiyat Fakültesinin yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi´ne kaydolur. Sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Orhan Şaik Gökyay, Pertev Naili Boratav gibi isimler vardır. Atsız fakülteden mezun olduktan sonra, Hocası Köprülü, Maarif Vekaleti nezdinde Atsız için aracılık eder ve sekiz yıllık mecburi hizmetlerini affettirerek, kendi yanına asistan olarak alır. (25 Ocak 1931) 15 Mayıs 1931´de 'Atsız Mecmua' yı çıkartmaya başlar. Yazı kadrosuna M. Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdulkadir İnan gibi ilim adamları da vardır. Mecmua 25 Eylül 1932'ye kadar çıkar, Türk Tarih Kongresi'nde Reşid Galib'in Zeki Velidi Togan'a gösterdiği tutum sebebiyle Atsız ve arkadaşlarının Reşid Galib'i protesto etmeleriyle başlayan ve asistanlıktan alınmalarına kadar giden bir dizi olay sonucu kapatılır.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Edirne'de öğretmenlik yapmaya başlar ve o yıllarda Orhun adlı dergiyi çıkarmaya başlar. Degide Türk Tarih Kurumu'nun verdiği bazı bilgileri yanlış bulduğunu belirten yazılar yazdığı için bakanlık emrine alınmıştır ve bu dergide kapatılmıştır.(1933) 1934'te İstanbul'a tayini çıkmış ve öğretmenliğe devam etmiştir. Evlenir(1939), iki çocuk (Yağmur Atsız(1939, Buğra Atsız(1946)) sahibi olur. Boğaziçi Lisesi'nde öğretmenlik yaptığı 1943 yılında Selim Sarper'in ısrarıyla Orhun dergisini yeniden çıkarmaya başlar. Derginin 15. sayısında dönemim başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na siyasi sebeplerden ötürü yazdığı açık mektup sebebiyle hakkında dava açılır, dergi kapatılır ve öğretmenliğine son verilir. Sonra mı? Sonrası karışık, sonrası karanlık, sonrası tabutluk. Meşhur 44 Olayları cereyan eder. Nice fikir, ilim, sanat adamları demokrasi kahramanlarınca gayet demokratik hücrelerde ve tabutluk denen tek insanın sığabileceği kutularda tutulup işkence edilir. Atsız yargılamalarda 1,5 yıl tutuklu kalır ve 23 Ekim 1945'te tahliye olur. 1950-1951 öğrenim yılının başında Haydar Paşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliğine getirilen Atsız, burada iki yıl görev yapar. Bu defa da,3 Mayıs´in kutlamaları için Ankara´da verdiği ilmi bir konferans bahane edilerek öğretmenlikten alınır ve Süleymaniye Kütüphanesindeki eski görevine iade edilir (1952) . Burada 17 yıl çalıştıktan sonra 1969´da emekliye ayrılır.
sahip olan Ruh Adam edebiyatımızın en mükemmel romanlarından biri olduğu halde hak ettiği ilgiyi görmemiştir. Bu roman hakkında Nazan Bekiroğlu'nun bir makalesi de mevcuttur. Ben burada kendi fikirlerimi söyleyeceğim. Romanda sembolizmin ağır etkisi Atsız’ın daima yalnız Atsız, 1950-1952 görülmektedir. Müellifin duygularını olduğunu yıllarında yayınlanan haftalık gizlememesi ve olay örgüsünde düşünürüm. Tıpkı Orhun dergisinin başyazarlığını olağanüstü tesadüflere yer vermesi Necip Fazıl ve Nazım yapar.1962´de kurulan romantizmin etkisinin de olduğunu Hikmet gibi. Farklı Türkçüler Derneği´nin genel gösterir. Karakterler başarılı şeyler söyleyip aynı başkanlığını üstlenir.1964´den yaratılmış olay örgüsü gayet güzel ve şeyleri öğreten vefatına kadar Ötüken dergisini kimi zaman meraklandıran, bazen “adamlar” gibi. yayınlanır. Yine yargılanır fakat ürperten, yer yer de duygulandıran eğilmez. Fırtınalı hayatı son nefesini yazarının karakteriyle benzeşen inişli çıkışlı verdiği 1975 yılına kadar kesintisiz bir roman. Etkisinden uzun süre çıkılamayan devam eder. 12 Aralık 1975'te Atsız Bey ebediyyete garip bir eser. intikal eder. Şu an tek kitapta birleştirilmiş olan Nihal Atsız’ın dergilerde yayınladığı birçok makalesi Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı ve şiirlerinin toplandığı Yolların Sonu adlı bir şiir romanları ise Göktürk döneminde geçen kitabı vardır. Ayrıca romanları içinde ayrı bir yere romanlardır. Deli Kurt ise Fetret Devri'nin romanıdır.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Z Vitamini yer yer kahkaha attıracak derecede komik bir hiciv eseridir. Bu eserle Atsız'ın ciddiyetinin yanında keskin bir mizah anlayışının da olduğunu anlıyoruz. Bir diğer eseri Dalkavuklar Gecesi ise alegorik hiciv eseridir. Şiirlerine baktığımızdaysa her türde şiir yazmış olduğunu görüyoruz. Laf olsun diye her türde demedim. Cidden onun şiirlerinde aşk da vardır, savaş da vardır, ülkü de vardır, yiğitlik de vardır, yalnızlık da vardır. "Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse Ay secde dip çehrene yerlerde sürünse" dizeleri aruz ölçüsüyle yazdığı “Geri Gelen Mektup” adlı buram buram divan edebiyatı kokan şiirinden bir parçadır. Aşkı divan edebiyatındaki şekliyle işlemiş, aruz kullanmış ve dile olan hakimiyetini kanıtlamıştır.
"Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler Sert dipçikliler ezmelidir nice başları Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları" “Davetiye” adlı şiirinden alıntı olan bu parçada ise ona göre ideal olan savaş ortamını anlatıyor. Bir savaş ortamı ancak bu kadar kafiyeli anlatılabilirdi herhalde.
"Sızlasa da gönüller gidenlerin yasından Koşaradım gitmeli onların arkasından Kahramanlık içerek acı ölüm tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir" bu dörtlükte kahramanlığı işleyen Atsız Bey'in yine kafiyelerdeki başarısı ve konu bütünlüğünü koruması dikkat çekiyor. "Şimdi hülyaya gömülmüş ölüyüm; Ne gelen var, ne giden var, ne soran. Iztırap yaylasıyım gam çölüyüm; Esiyor sadece gönlümde boran. " Yalnızlık şiirinde bize bu dörtlükte yine divan edebiyatı tarzında bir yalnızlığı işliyor.
Atsız, Ruh Adam, Gök Bilge, Bilge Yolbaşlı... Adına ne dersek diyelim büyük kitleleri etkilemiş, yeni ufuklar açmış bu adamın daima yalnız olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Necip Fazıl Kısakürek ve Nazım Hikmet Ran gibi. Farklı şeyler söyleyip aynı şeyleri öğreten ADAMLAR gibi okumaya değer bir hayat macerası ve eserleri olan üstad. Rahmetle anıyoruz…
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Gayb'a Hicret II İlham gelir yazarım elbet sen diye Yazılır şiirler senin için elbet yine Evet demek gerekmiyor ki tecride Soyutladık bedeni girdik mescide Ben hasta sen kapımın tasası Kalbimin yası gönül pastası, asi Asası olmayan Musa’nın su tası Tasavvufta ses musikisidir nefes Benim yolum döner durur sana doğru Şiirlerim ki sen sayesinde sanat oldu Senin için şiirler yazdım sana doydum Şimdi sustum şiirler aktı suya doğru Dosta doğru dostum dost nerede Gayb’a hicret gelecekteki sevgiliye Seven bekler seni bekler de nafile Kafile düz gider ecel gelir vakitlidir Yol gider han biter kervan döner Mevlam neyler bizi ney ile dinler Kamıştan kalemden sır ile kelam Dinle neyden bir de Süleyman’dan Nefeslenelim hey erenler beyler Söz bizi alır gider çöle su eyler Serabı gören Mecnun Leyla’yı Aşık olan maşukunu bekler Söz uçar göçer kuşlar kaçar Geçer zaman koşar canan Gelir elbet küheylan bir de can Akisli duvara satırları çivileyen
Yolcudur Süleyman yol da can Canan olan Mevla ile halvet olan Mansurun ibtidası başka rübabdan Kelimeleri paklayan ak kafirim ben. Bilmez bizi bilen de nadan ile naçar Anasır-ı erbayı bilen bu kapıyı açar Açmayı bilmeyen ise tekfir eyler bizi Takdim ettiğim ses ile nefestir bizim Dizimde çaresizlik izimi arayan bulur Süleyman da ölecek kim kalır ki fani Sani Mevla kani olan zülcelaldir baki Ve bir kalemin seyridir şiirler gider mi Ezeli kalır maziden atiye bizden geriye Ölüm gelince sevgili anarsın bizi gayrı Bu bir lisanı hafidir candan öte can içre Candan beri canana doğru tam teslimiyet Seyret şimdi son fasıldır bu fasıl aslen Yaş yirmi beş, son demler son günler son nefes Günün vakti kısıtlı şimdi akşam olmakta Biten ömürden nemli hüzün ruha dolmakta Yolumuz buraya kadar artıyor yalnızlığımız Renk kızıla çalıyor su boğar beni ateş yakar Yaş bizden geçti artık kısıtlı alınır nefes hey Neyi gizleyelim döküldük artık ney çalıp gidelim...
Süleyman ERKUT
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sahhaf Adanalı Ahmed ile Röportaj
Mehmet Altınova
Röportajın Evveli Röportaj yapma fikri aklıma düştüğünde İstanbul’un Sahhaflar Çarşısı’na gidip röportaj yapmayı planlamıştım. Ama kapısından içeri girdiğimde “Sahhaf”a dair hiçbir şey yoktu. İnsanlar, test kitapları, ikinci el kitapları satmakla meşgullerdi. Artık insanlar bu tip kitapları internetten rahat bir şekilde evlerine kadar getirtebildiğinden yaptığım röportajın çok da doğruyu yansıtmayacağını düşündüm. Bu yüzden şansımı oradaki herhangi bir kitap satıcısına giderek denedim. Olumsuz bir yanıt aldım ve giriş kısımdaki sahhaf müdürüne yollandım. Gittiğimde Sahhaf müdürü orada değildi. İki saat sonra geleceğini öğrenince sizi başka birisiyle tanıştırmak için uzun bir yola çıktım. Eminönüne kadar yürüdüm, arka taraflara geçtim. Beni bekleyen biri vardı. Bu kişi Adanalı Ahmed diye nâm salmış birisiydi. Üniversite ikinci sınıftayken değerli hocam ve İstanbul tarihçisi Süleyman Zeki Bağlan tanıştırmıştı. Bu vesile ile röportajı İstanbul sahhaflarına, hocalarına kitap temin eden Adanalı Ahmed’le yaptım. Sohbetimizi gerçekleştirirken bana üzüm çıktığımda da fındık ikram ettiğini de söylemeliyim. Mehmet Altınova: Ne zaman başladınız bu işe?
Kitapları nereden alıyorsunuz, nereden geliyor?
Adanalı Ahmed: On yedi sene oldu. On yedi seneden beri buradayım. Altı seneden beri de yukarıda kaldım.
Evlerden, pazarlardan da alıyorum bazen buraya da getiriyorlar. Eskiden buraya çok getirirlerdi. Gelir atarlardı buraya.
Bundan önce ne iş yapıyordunuz?
İstanbul Üniversitesinin önünde bundan iki yıl öncesinde sahhaf pazarı kuruluyordu. Sahhaflar kitaplarını dizip satıyorlardı. Artık yok sanırım o?
Bundan önce haritacıydım ben. Topografım. Yurt dışında kaldım genelde.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Orada sergi açardım, Topkapı’da sergi açardım. Bir kamyon kitap götürürdüm. 80 koli kitap olurdu içinde. Dört bin tane kitap satardık. Ama şimdi sergi açmıyorlar artık. Buralara açıyorlar da ben açmıyorum. Müsaade etmiyorlar. Belediye müsaade etmiyor. Halk neyi ucuz bulursa ona rağbet ediyor. Eskiden pazarlara çok kitap götürürdük. Şu ansiklopedi kısımlarını on beş, yirmi kitap alanlara bedava verirdim. Alana yalnız. Almayana vermezdim. Çünkü kitap almayan adam kitabın değerini anlayamaz. Bedava verildiğinde kıymetini anlayamaz. Bu mesleğin zorluğu var mıdır? Hiçbir işin zorluğu yoktur. Zorluk kişinin kendi elindedir. Tabii kiran, vergin, faturan vardır. Ama bunları öncesinde ayarlayacaksın. Yığarsan o zaman zorluk olur. Kolaylık insanın kendi elindedir. Peki, nasıl başladınız, nereden aklınıza geldi sahhaf dükkanı açmak?
emeğinin karşılığıdır. Diyelim kaç liraya aldım bu kitabı? Yüz liraya. Bakıyorum başka yere iki bin lira, diğer tarafa bakıyorsun hiç bulamıyorsun. Ama geliyorsun Adanalıya kitap on üç liraya alıyorsun. Ne kadara alıyorsam kitabı onun üzerine yüzde otuz koyarım değer-kitabın fiyatı olarak- benim için odur. Elin adamı kitap piyasada yok diyor bir liraya alıyor bin liraya satıyor. Kitabın değerini nasıl anlıyorsunuz? O nadirliktir. Birincisi ünlü kişinin şu anda mesela kimdir ünlü kişi? Orhan Pamuk. Piyasa da çok tutuluyor. Necip Fazıl, Cemil Meriç keza aynı. Halk tarafından çok tutulduğu için değer biçiliyor. Onun için kıymetli oluyor. Örneğin Cemil Meriç diyelim. Cemil Meriç, eski bir müteffekir, edebiyatçı ve muteber kişi olduğu için eski basım kitapları nadir bulunuyor. Bunun için de değer kazanıyor. Taş baskılı matbaasına göre, kişiye göre, eskiliğine göre değişir.
“Hiçbir işin Bak şurada evliyalar serisi var ya, o, Yeni vefat eden bir kişinin kitapları Türkiye gazetesinin vermiş olduğu elinize geçti mi hiç? Ve ne zorluğu yoktur. kitaplardır. Bağdat Evliyaları. Bir hissediyorsunuz böyle bir durum Kolaylık insanın tanesini okudum, Uşaki yaşadığınızda? hazretlerini. Kitapları severdim. kendi elindedir” Hepsini okudum. İslam alimlerini de Çok. Kendimde çok büyük bir okudum bazısını. Artık işim yoktu 99 heyecan hissediyorum. Çok mutlu krizlerinden sonra. İstanbul’a geldim oluyorum, seviniyorum. Satmak işsizdim. Hırdavat satıyordum. Kitap okurken istemiyorum ama mecburiyetten değil ticari millet neyi ne kadara aldığına bakmadan satıyordum olaraktan yaptığım için diğer arkadaşlar benim hırdavatları. Kitapları alıyordum, 200-300 tane kitap elimden alıyorlar. oldu. Yattığım yere koydum. Biri geldi. “Satıyor Kim var kütüphanesi sahhaflara düşen kişilerden? musunuz bu kitapları?” dedi. Kitap satılmaz zannediyorum. Ayağa kalktım üstüne yürüdüm. Rahmetli Hilmi hoca vardı, Erzurum İlahiyat fakültesi Kusura bakma dedi. Kitap alıp satıyoruz dedi. Kitap öğretim üyesiydi iki yıl önce. Onun kitaplarını satılmaz dedim. Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ı almıştım. Çok var elimize geçenler. Bir gazeteci vardı buldum, külliyatını da buldum. Almaya başladım, karı koca onların kütüphanesini aldım. kitap da satmaya başladım. İyiydi işler. Herkes Rahmet okuyor musunuz, o kişilere karşı? benden alıyordu. Kitaba fiyat biçerken neye dikkat ediyorsunuz? Kendi anlayışımı söyleyeyim, aldığım fiyatın üzerine %30 kar koyarım. İsterse bu kitabın değeri bin lira olsun internette isterse yüz lira olsun, ben bunu on liraya aldıysam on üç lira derim, on beş liraya satmam. Değer, insanın kendisidir. Değer, insanın
Valla çok dualar ediyoruz. Satmalarını istemiyoruz ama torunları satıyor. Satmayın demeye kalmadan götür hepsini diyorlar. Şimdiden sonra biz alim mi olacağız diyorlar.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Maddi manevi anlamda en değerli kitap şuanda hangisi? Benim için kitapların hepsi değerlidir. Bir takvim yaprağını bulurum yerde buraya-masaya- koyarım. Ben kendim değer verdiğim için hiçbir kitap değersiz değildir. Tabii çok sevdiğim yazarlar var ama ötekilere karşı isim söylemek gerekmez. Göz nuru var. Ben biliyorum ama buraya kitap almaya gelen insanları kitabı sorduklarında nasıl buluyorsunuz bu kadar kitap içersinde? Bulan arkadaşlar var. Fahreddin Kebapçı diye. Genelde ben getiririm o bulur. Nerede diye sorarım. O bana getirir verir. Gelen insanlar gelir bakar bulur alır.
vardı. O zamanlar günde en az 300-500 tane kitap satardık. Ayda on bin kitap sattığımız olurdu. Ama kalmadı. Neden kalmadı? Çünkü kitapları artık devlet veriyor, Biz kitaba değer veriyoruz. Her sayfası, her yaprağı benim için değerlidir. Bu sevgi, biz buna gönül vermişiz. Hele hele benim için. Atmaya kıyamam, verirken de bedava versem zoruma gitmez ama atıldığı zaman üzülürüm. Ama atmadık değil. Çok attık. Yer kalmıyor. Ansiklopedileri çöpe attık. Hurdacıların bol olduğu yer burası. Evlerden atılıyor, hurdacılar buraya getiriyor. Merkezi yer burası. Biz de aldıramıyoruz bir yere. Mecburen veriyoruz. Tabii ki hepsini değil ansiklopedi olanları böyle yapıyoruz. Şimdi insanlar ansiklopedi biriktirmiyorlar, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kitapları sahhaflara, hocalara veriyorsunuz, dağıtımını yapıyorsunuz değil mi?
Yok, satamıyorlardı. Eskiden ansiklopedileri okumak için değil, dekor için alınırdı. Mesela siz bir avukatsınız, mühendissiniz kendi yazıhanesini süs için alırdınız.
Evet, önceden çok yapıyordum. Hocalardan da pek kitap alan olmuyor artık. Bir dükkan açan kişi önce buraya gelirdi.
Peki bu kötü bir şey değil mi?
Önceden kamyonlarla kitaplar gelirmiş belli fiyata hepsini alırmış. Öyle mi? Öyleydi. Ama artık kalmadı. Bu daire, şu daire kitap doluydu. Aşağıda sığınak var. Orada 800 koli kitap
Aslında satıcı için kötü bir şey değil, gelirdi bana sorardı. Hangisi hoşuna gidiyorsa al götür derdim.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Dizilerde kitap isimlerinin geçmesi, kitaplarda satılmasını etkiliyor mu? Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Necip Fazıl gibi isimler hiç etkilenmiyor. Bunlar hep gidiyor. Seri üetim olunca kıymet düşüyor. Yüz kitap basınca değer artıyor bin liraya olunca değeri düşüyor. Sahhaflar, dizilerde veya filmlerde bilge kişiler olarak gösteriliyor bu böyle mi gerçekten de? Yok, hayır öyle kişiler değil. Onu biliyorum diyen yalan söyler. Herkesin bir bilmediği vardır. Bizim elimizden milyonlarca kitap geçti hangilerini tam anlamıyla biliyorum? Ben, hiçbir zaman kendimi biliyor addetmedim. Bazıları bildiğini biliyor, bazıları da bilmediğini bilmiyor. Nesin sen diyorlar? Kitapçıyım diyorum. Şu kitap sende var mı? Var. Mesela Kütüb-i Sitte. Yazarını bilmez, yayınevini bilmez, içinde neyi konuları alır bilmez. Ama kitapçıyım diyorum. Ama ben onu biliyorum. Bazıları bilmediğini bilmez ama ben onu bildiğim için... Kitapçıların arasında böyle tartışmalar vardır hep. Ben toptancı olduğum için bilinen biriyim. Herkesin bilmediği bir şey vardır. Yalan demeyelim de abartma diyelim. İkinci el satıcılarla sahhaflarla arasındaki fark nedir sizce? Çünkü günümüzde ikinci el kitap satanlarla sahhaf arasında bir fark kalmadı. Sahhaflar da yeni kitaplar satmanın peşinde. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ekrem Manav var sahhaf olarak. Ona sorsan o da söyler vakti varsa. En eski sahhaflardan biridir. Sahhaflar çarşısında. 80 senelik. Tuvaletin oradan çıkınca “İnternet çıktıktan sonra birinci değil ikinci dükkan onun insanlar, telefonlardan yeri.
okumaya başladılar. Çocuklar artık dalga geçiyorlar. ‘Sen niçin para verip bu kağıt çöpleri buraya topluyorsun’ diyorlar.”
Piyasada yeniler tercih ediliyor. Mesela bir kız çocuğu, öğrenci kitap almaya çıkıyor bir çizik görüyor, bu eskimiş, okunmuş diyor. Bu sahhaflığın sebebi eskilik ve nadirliktir. Halk onu öyle yorumluyor. Bu işin temelinde yatan şey nedir biliyor musun aslında, “Halk”tır. Değeri de veren halktır kitaba. Kitap satıyor onlara sahhaf diyoruz, ikinci el satana da sahhaf diyoruz, en eski eserleri de satanlara sahhaf diyoruz değil mi? Hangisine sahhaf demeli bunlardan? En eski olana. Sahhaf burası.
Gençler sahhaf dükkanı açmak istiyorlar mı?
İstiyorlar, istiyorlar. Ticari olarak açmak istiyorlar. Bakıyor kitap on lira birisi yüz liraya satınca eskidiği vakit. Bu kitapta para var diyor. Bende de kitap var diyor. Sahhaf dükkanı açıp kitap satayım düşüncesinde. Halbuki kitaptan para kazanamazsın. Kitaptan para kazanmak zor. Kitaptan gününü gün edersin. Ne paran olur ne de parasız kalırsın. Ama kitap iyi bir dosttur. Kitap sana kızmaz, darılmaz, küsmez ama senle birkaç gün sonra birbirimizin kalbini kırarız, söz dokundururuz. Ama kitap hiç söz dokundurmaz. Ben, bunu okuyorum, konuşuyorum, okşuyorum hiçbir şey demiyor.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sahhaflık kapanır mı sizce? Mümkün değil, her şey kitaptan çıkıyor. Peynir ekmek nasıl ihtiyaçsa kitap da ihtiyaçtır. Ne kadar bilgisayar da olsa bunun yeri ayrıdır. Kitap her zaman ihtiyaçtır. Kitabım kıymetini bilen her zaman illa ki olacak. Rakam düşer ama olur. Usta çırak ilişkisi var mı peki bu işte? Yok, yani hiç kimse ben sahhafın yanında yetişeyim de ilerde sahhaf dükkanı açarım için değil. Mecburiyetten devam etmiştir. D.L.T.’ün sahhafta bulunması, sahhafların kültürü korumasında bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Elbette. Sahhafta bulunmazsa geleceğimize doğru yürüyemeyiz. Korumaz olur mu? Bazı kitapları satarken içiniz acır mı? Oooo. Hem de nasıl acır. Her okuduğum kitabı satarken üzülürüm. Mesela bir kitap okumuşumdur konusu ne olursa olsun satarken üzülürüm. Yalnız kitap da yerine gidince de çok sevinirim. Siz kitabı hem okumak hem de tutmak için alıyorsanız sevinirim. Ama elden ele satmak için gidiyorsa o zaman üzülürüm. Satıcıya her zaman kitabı veririm. Ama götürücüye her zaman mı, her kişiye mi, her kitabı mı veririm? Yok. Gördüğünüz zaman anlıyor musunuz? Hislerimle anlıyorum. Çok muteber kitap diyorum, iyi bir kişiye vermek isterim. Nitelikli okuyucu size göre nedir? Okuyup okuduğunu hayatında tatbik edecek. Bildiği ile amel etmek gibi. Nitelikli okuyucu pek görmüyorum. Çok görmüyorum demeyelim yine de, nadir diyelim. Bizim şu piyasada kitap okuyan
görmüyorum. Yedi saat kitap okuyorum ama okurken haz alıyorum. Ama benden fazla da kitap okuyan hiç zannetmiyorum. Okuduğunu da tatbik etmek de zordur bu arada. İllaki yazarlar da okuyordur. Son olarak ne söylemek istersiniz, gençlere ne tavsiye edersiniz? Gençlerin yolu açık olsun, başarı dilerim tabii ki. Yaptığını bile bile yapan, bildiği ile yapanlardan eylesin. Teşekkür ederim zahmet verdim... Zahmet yok, ben teşekkür ederim.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HASRETİZM Sana yine yalnız geleceğim İstanbul Yalnız gitmeyeceğim senden Boğazını sıkacağım Sende bana ait bir hatıra var Hatrına gelir mi bilmem Hatıram sendeyken Anasının koynundayken hatıram oldu Bu gece ve o gece iki adet şahit Kendi ayağıma basmayı göze aldım Eli elime değse Çıksa bile parazit Hatıramı alacağım senden Boğazından, şahdamarından geçeceğim senin Köprülerini yıkıp hatıra ormanı yapacağım senin Vapurlarına bineceğim Kabataş'tan Yenikapı'dan senin Kaçacağım senden kaçıracağım hatıramı Senin canını okuyacağım ümüğünü sıkacağım senin Ben senin kolyelerini alacağım Aynı denizi paylaştığınız bir şehre dalacağım Canlı bombalarını camlı oyunlarını yok edeceğim Bana kırılmaman için Sana yine yalnız geleceğim İstanbul Duble yollarındaki trafiği durduracağım Senin canına okuyacağım canını yakmayacağım Hatıramı hatıra defterime yazana kadar Peşindeyim ulan İstanbul
On beşindeydim sana ilk gelişimde Yirmi beş de olsam alacağım senden hatıramı Haziran, Temmuz, Ağustos Bu aylar senin olsun Bana Eylül'ü ver İstanbul Eylül'ü, “Hep Yaşın 19”u ver Sana dokunmam İstanbul Ver bana beni Ser bana sendekini Her mana sende mi Ver bana bendekini Aitliğimi ver bana Dokunmam hiçbir kenarına Sokulmam hiçbir istasyonuna Vurulmam asmalılarında Yeter ki Beni duy İstanbul Özlemimi hasretimi Vuslatımı ruhsatımı Bana geri ver Ver ki radara yakalanmayayım Ceza yazmayayım kendime Bitiyor çantamda yosunlaşmış telli yeşil defter...
Muhammed Münzevi
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ELİA KAZAN Filmleri
Tuğçe Erkol
Yaz tatilinin bitmesine az bir zaman kala evde daha kaliteli bir zaman geçirmek için yapılabilecek en güzel şey evde film izlemek belki de… Bu sebeple, bu topraklara yolu düşen en iyi yönetmenlerden biri olan Elia Kazan’ın doğum günü olan bu ayda onun en güzel filmlerini sizler için listelemek istedik.
Kazan, 20. yüzyılın en büyük oyuncularının eğitimine yardımcı oldu. Bazılarına doğrudan eğitmenlik yaptı. Bu isimler arasında Marlon Brando başta olmak üzere, M. Clift, Julie Harris, Karl Malden, Patricia Neal gibi ünlüler yer aldı. Bunların yanında Kazan, Akademi Ödülleri’nde de iki defa Oscar’ı aldı.
Asıl adı Elias Kazancıoğlu olan yönetmen, Kayseri Germir kökenli Rum bir ailenin oğlu olarak Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da 7 Eylül 1909 tarihinde doğdu. Dört yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etti. Yale Üniversitesi’nde tiyatro öğrenimi gördü. 1932’de oyuncu olarak katıldığı New York kentindeki ünlü Group Theatre’da 1939’a kadar etkinlik gösterdi.
Akademi Ödülleri:
İlk oyunlarını New York’ta sahneledi. Tennesse Williams ve Arthur Miller’in oyunlarını sahneledi. Bu iki ismin oyunlarını sahnelemesi tiyatro tarihi açısından oldukça önemli bir adım oldu. 1944 yılından sonra da film yönetmenliğine başladı.
-En iyi yönetmen: Centilmenlik Antlaşması -En iyi yönetmen: Rıhtımlar Üzerinde 1952 yılına gelindiğinde ise Elia Kazan Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nce sorgulanmıştır ve buradaki ifadeleri sebebiyle ağır eleştirilere de uğramıştır. En iyi yönetmen Osar’ı kazandığı Rıhtımlar Üzerinde filmi işte bu olayın izlerini taşır. Elia Kazan, 1960’lı yılların ortalarında tiyatrodan iyice uzaklaşmaya başladı. Hatta sinema
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yönetmenliğini de biraz seyreltti ve edebiyatla ilgilenmeye başladı. Amerika Amerika, Uzlaşma, Babanın Suçu, Erkekten Erkeğe ve Bir Yaşam adlı kitapları Türkçeye tercüme edildi. Ancak bir bu kadar da Türkçeye çevrilmeyen kitapları mevcuttur. Özellikle 70’li yıllarla beraber doğduğu topraklara ziyarete geldi. Bu ziyaretleri sırasında Türkiye’de ufak ufak işler de yaptı. 1988’de 7. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde seçici kurul başkanlığı yaptı. Bir de Zülfü Livaneli’nin Sis adlı filminde küçük bir rol aldı.
Bir Genç Kız Yetişiyor (1945) – Dram
Centilmenlik Antlaşması (1947) – Romantik Dram (Laura Z. Hobson’un aynı adlı romanından uyarlanmıştır.)
Kara Damga (1949) – Dram
İhtiras Tramvay (1951) – Dram (Tennesse Williams’ın 1951’de Pulitzer kazandığı aynı adlı oyunundan uyarlanmış Oscar ödüllü filmidir.)
Viva Zapata (1952) – Biyografik dramatik vestern (Senaryosunu John Steinbeck yazmıştır. )
Rıhtımlar Üzerinde (1954) – Dram
Cennet Yolu (1955) – Romantik (John Steinbeck’in aynı adlı eserinden senaryolaştırılmıştır.)
Taş Bebek (1956) – Romantik (Tennese Williams’ın oyunundan filmleştirilmiştir.)
Kalabalıkta Bir Yüz (1957) – Dram
Aşk Bahçesi (1961) –Romantik
Amerika Amerika (1963) – Dram
Uzlaşma (1972) – Dram
Son Patron (1976)- Romantik dram (Scott Fitzgerald’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştır.)
Elia Kazan, bazı filmlerinin senaryolarını roman olarak da yayımlamıştır. Aldığı ödüllere, filmlere, insancıl ve ırkçılık karşıtı düşünceleriyle dünyaya gelip, yolu Anadolu topraklarından geçip 28 Eylül 2003’te New York’ta hayatını kaybetmiştir. İyi seyirler dileriz…
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HEVESNÂMELER Merhaba sevgili okur, bu ay serimize kaldığımız yerden “hevesnâme” ile devam ediyoruz. Her ne kadar kulağa farklı bir tür adı olarak gelse de hevesnâme karşımıza hepimizin bildiği şehrengizlerin bir türü olarak çıkmaktadır. II. Bayezid’in nişancısı olarak bilinen Tâcîzâde Cafer Çelebi’nin 1493 yılında, İstanbul’un fethinin üzerinden henüz kırk yıl geçmişken yazdığı Hevesnâme, Osmanlı edebiyatının kanonik yapısına ilişkin ilk gözlemlerde bir şehrengiz olarak görülmüş ve dayandığı kişisel aşk hikâyesinden ötürü sergüzeştname ve hasbıhal adlarıyla anılmıştır. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi’nde Hevesnâme’nin özgün konusu yanında, yerelliğiyle de dikkat çektiğini belirtir. Agâh Sırrı Levend ise metnin bu niteliklerini vurgulayarak ona “sergüzeştnameler, hasbıhaller” başlığı altından özel bir yer vermiştir. Hevesnâme yazarı Tâcîzâde Cafer Çelebi’nin hayatına bakacak olursak onun öncelikle Amasyalı olduğunu görürüz1. Tacizade’nin Amasyalı olmasıyla ilişkili olarak Amasya kentindeki edebî çevrenin göze çarpan bir niteliği de, Osmanlı topraklarında, İran edebiyatının olgunlaşma sonrası döneminin en belirleyici şairlerinden sayılan Nişapurlu Fettâhî’nin eserleriyle tanışan ilk topluluk olmasıdır. Bu şairin Hüsn ü Dil ve Şebistân-ı Hayâl adlı yapıtları öncelikle Amasya’ya ulaşmış ve bu kentte yetişen ya da görevli olarak gelen birçok edebiyat adamı tarafından çevrilmiş ve şerh edilmişlerdir. Babası sayesinde devrinin en ünlü ilim adamlarından ders almıştır. Daha ileri düzeyde bir eğitim için Bursa’ya gitmiştir. Hocazade Muslihiddin, Hatipzade Muhiddin, Kesteli Muslihiddin gibi devrin
Sırdem Kemiksiz
en ünlü müderrislerinden dersler almıştır. İlk önce Simav’da bir medreseye tayin edilmiş, daha sonra orada kadı olarak görev yapmıştır. Dîvân-ı Hümâyun’a nişancı olmuştur. Selefleri defterdarların altında iken kendisi derece itibariyle defterdarın üzerinde bir mevki almıştır. Modon ve Koron seferine katılmıştır. II. Bayezid döneminin sonlarına doğru şehzadeler arasında cereyan eden taht mücadelesinde Şehzade Ahmed’i desteklemiş, Şehzade Ahmed taraftarı olanların evlerini yağmalayan yeniçeriler onun da evini yağmalamışlardır. II. Bayezid, (24 Nisan 1512) tarihinde II. Bayezid oğlu Selim lehine tahttan çekilince Câfer Çelebi, Selim’in cülûsunu tebrik etmek için Farsça bir kaside sunmuş ve böylece onun hizmetine girmiş, Yavuz, tahta çıktıktan bir yıl sonra tekrar Nişancı olmuştur. Cafer Çelebi, Yavuz Selim’in gözde adamlarından biri olmuş Şah İsmail’e gönderilen Farsça mektupları da o yazmıştır. Cafer Çelebi, Çaldıran Seferi sonrasında Anadolu Kazaskerliğine tayin edilmiştir. Amasya civarında Yeniçerilerin Muharrem 921’de (22 Şubat 1515) İstanbul’a geri dönülmesi için Piri Mehmed Paşa, Halîmî Çelebi ve Câfer Çelebi’nin evlerine saldırıp yakmaları sonrasında Padişah, Kapı Kethüdası Ahmet Ağa’nın iftirası üzerine Cafer Çelebi’yi idam ettirmiştir.
1
Cafer Çelebi’nin yaşamına ilişkin eldeki en kapsamlı çalışma İsmail E. Erünsal’ın The Life and Works of Tâcî-zâde Caʿfer Çelebi, with a Critical Edition of His Dîvân adlı kitabıdır. Aslında bir divan neşri olan çalışmasının giriş bölümünde 19 Erünsal, Cafer Çelebi’nin yapıtlarını ve üslûbunu da incelikli bir biçimde değerlendirmektedir. Ancak, bu çalışmanın divan neşriyle birlikte en önemli özelliği Cafer Çelebi’nin yaşamıyla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili birçok kaynağı bir araya getirmiş olmasıdır.
Daha ziyade nesirleriyle tanınan Tacizade'nin; Türkçe, Farsça kaside ve gazelleri de vardır. Ancak Tacizade daha çok yazımızın konusu olan, İstanbul ve güzelliklerini anlattığı Hevesname adlı mesnevisi ile tanınmaktadır. Ünlü eseri
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hevesnâme’de Tacizade başından geçen bir aşk hikayesini anlatmaktadır. İstanbul’un çeşitli semtlerini, sosyal hayatını, doğal güzelliklerini, yaşama alemini, tasvir eden, içerdiği hasb-i hâl bölümleri ile dikkat çeken bir eserdir. 2 Cafer Çelebi’nin Hevesname adlı eseri hem Şehrengiz hem de daha sonraki yüzyıllarda bağımsız olarak da yazıldığı görülen Hasb-i hâl türünün ya da Hasb-i hâl anlatım biçiminin yaygınlaşmasına öncülük eden bir eserdir. Başka mesnevilerde de Hevesnâme’dekine benzer hasb-i hâl bölümleri bulunmakla birlikte, Hevesnâme’deki hacim ve içerik çeşitliliğine ulaşılamamıştır. Mesnevi tarzında yazılan bu eser Şeyhî ve Ahmed Paşa’yı özgün eser yazmamakla eleştirmiştir. Üç bölümden oluşan eserin ilk bölümünde İstanbul’un önemli yapılarını ve mekânlarını betimlemiş, şehri anlatmıştır. Bu bölüm, sonraki yüzyılda şekillenecek olan az önce dile getirdiğim “şehrengiz” türünün ortaya çıkmasına ön ayak olması ile dikkat çeker. İkinci Bölüm, “ Acâibü’lMahlukat” türüne özgü bilimsel içerikleri ile de dikkati çeker. Popüler kozmoloji kitaplarına özgü bilgiler, bu bölümde mesnevî biçiminde aktarılır. Üçüncü ve son bölüm “hakikî” ve “mecâzî” aşk kavramları ile “sevgilinin güzellik unsurlarının betimlendiği özgün bir sözlük biçimindedir.” Tâcî-zâde Cafer Çelebi’nin, bu mesnevîde, başından geçen bir aşk ilişkisini anlattığı söylemiştim. Başka bir deyişle, klâsik aşk anlatılarının kahramanlarıyla karşılaşmayız Hevesnâme’de. Mesnevînin anlatıcısı aynı zamanda hikâyenin kahramanıdır. Bu durum, özet yaparken kullanılacak özne kipinin ne olması gerektiği sorununu ortaya çıkarır. Mesnevîde, Cafer Çelebi, kendisini hem “Caʿfer”, hem “ʿāşıḳ”, hem de “müˀellif-i kitāb” olarak
2
Eser Necati Sungur tarafından yayımlanmıştır (Ankara 2006).
tanıtır. Bu çoklu kullanımın bilinciyle, özetin kahramanını Cafer Çelebi olarak seçebiliriz. Hevesnâme öteki mesnevîlere benzer bir biçimde iki temel bölüme ayrılabilir: “hikâye-öncesi” ve “hikâye”. Hikâye-öncesi bölüm birçok mesnevîde ortaktır. Ancak her mesnevî yazarı bu bölümün kompozisyonunda kimi kişisel tercihlerde bulunabilir. Örneğin, Hevesnâme birçok aşk konulu mesnevî anlatısından farklı olarak geleneksel “tevhid” bölümünü “kendine özgü” bir biçimde diğer bölümlere, yani “naat” ve “münacat”a bağlamaktadır. Mesnevînin ikinci temel parçasını hikâyenin anlatıldığı bölümler oluşturuyor. Hevesnâme’nin öyküsü Cafer Çelebi’nin gençlik yıllarında geçer. Bir bahar mevsiminde kapalı mekânlarda oturmaktan sıkılan Çelebi ve arkadaşları Kağıthane’ye gidip eğlenmeye, yiyip içmeye karar verirler. Kağıthane deresinin bir yakasına gidip yerleşirler. Eğlencenin doruğa çıktığı bir anda derenin öteki yakasına önce bir çadır kurulur, ardından da çok güzel bir kayık (keştī) çadırın bulunduğu tarafa yanaşır. Kayıktan güzeller güzeli dilberler iner ve çadıra yerleşirler. Cafer Çelebi, bu dilberlerin arasında benzersiz güzellikte biri olduğunu fark eder ve görür görmez de âşık olur. O zamana kadar dostlarının eğlenirken anlattıkları aşk hikâyelerini anlamsız bulan Çelebi, birden aşkla tanışmıştır. Neye uğradığını şaşırır ve kendini kaybeder. Bunun üzerine, dostları Cafer Çelebi’yi teskin etmeye çalışırlar. Yanıp yakılmasının yanlış olduğunu söyleyip “vuslat” için, sevgiliye kavuşmak için çaba göstermesini öğütlerler. O sırada yanlarında bulunan bir kopuz ustası da Cafer’in gazellerinden birini seslendirerek onu rahatlatmaya çalışır. Bir süre sonra, Kağıthane deresinin öteki yakasından da müzik sesleri gelmeye başlar. Kulak verince söylenen şarkının Cafer Çelebi’nin bestelenmiş gazellerinden biri olduğu anlaşılır. Bütün güzeller çeng eşliğinde Çelebi’nin gazelini okumaktadırlar. Bu durum
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
üzerine, dostları Cafer Çelebi’ye ne kadar şanslı olduğunu, sevgilinin katında itibar gördüğünü söyleyerek tebrik ederler. Derken sabah olur ve eğlence sona erer. Çelebi, sevgilinin güzelliğini ve maharetlerini anlatır. Akşam olduğunda ise işret meclisi yeniden toplanır. Cafer’in, mesnevînin sonraki bölümlerinde “vefalı dost” (yār-ı vefādār) diye andığı bir arkadaşı ona önemli bir haber getirmiştir. Haber, sevgilinin Cafer Çelebi’yi şiirlerinden tanıdığı ve çok beğendiğiyle ilgilidir. “Vefalı dost”, bu haberi öğle vakti boyunca amansız bir tartışmaya giriştiği ve önceki gün Kağıthane’ye çadır kuran güzellerin yakını olan yaşlı bir kadından (ʿacūze, pīrezen) öğrenmiştir. Duyduğu bu haber üzerine Çelebi’nin aşkı iyice perçinlenir. Bu arada, “vefalı dost”un öğle vakti tartıştığı yaşlı kadın da meclise gelir. Niyeti, Cafer Çelebi’yi daha yakından tanımaktır. Aşk üzerine uzunca bir konuşma yaparlar; sonuçta yaşlı kadın Cafer’in bir “aracı”ya ihtiyacı olduğunu söyler. Ardından da hanımının Çelebi’nin şiirlerini çok beğendiğini dile getirir; hatta “vefalı dost”la aralarında geçen konuşmaları hanımına da anlatmıştır. Sonuçta, sevgili duyduklarına çok sevinip, yaşlı kadından Cafer’in divanına ulaşmasını istemiştir. Cafer bu isteği sevinçle karşılar; ama divanını yanına almadığını, aklında olan gazellerden birkaçını yazabileceğini söyler. Meclisteki dostlardan biri de, kadın, şiirlerle gitmeden önce, hanımına birlikte bir işret meclisi kurup kuramayacaklarını sormasını ister. Cafer Çelebi’yi de heyecanlandırır bu teklif; ama yaşlı kadın hiçbir şey söylemez. Birkaç akşam sonra, Çelebi ve arkadaşları yeniden bir araya gelirler. Bir süre sonra yaşlı kadın da aralarına katılır. Onun da Çelebi’ye bir müjdesi vardır. Geçen akşam meclisten ayrıldıktan sonra hanımının yanına gitmiş, olan biteni bir bir anlatmıştır. Sevgili önceleri, yaşlı kadından yüz çevirmesine rağmen, aşk üzerine yoğun bir tartışmanın ardından birlikte eğlenme teklifini kabul etmiştir. Yaşlı kadının aracılığı işe yarar böylece. Cafer ve dostları da sonraki akşam, güzellerle eğlenmek üzere karşı tarafa geçerler. Bu eğlence, üç gün üç gece sürer. Çelebi’yle sevgilli her geçen gün
birbirlerine daha da yakınlaşırlar. Örneğin bir gün, sevgili doğa olaylarının nedenlerini öğrenmek ister. Cafer Çelebi, önce şimşek, gök gürültüsü, yağmur, kar gibi doğa olaylarının bilimsel açıklamalarını yapar, ardından da aslında olan bitenin arkasındaki gerçek nedenin aşk olduğunu dile getirir. Bu üç uzun ve güzel günün sonunda, sevgili birden bire artık ayrılık vaktinin geldiğini söyler. Kötü haber karşısında Cafer Çelebi ne yapacağını bilemez. Ölmek ya da hiç kimsenin bulamayacağı bir yerlere gitmek ister. Şehirden kaçar; ancak bir süre sonra dostları yerini bulur ve tekrar şehre getirirler. Çelebi, bir hafta kadar hayattan elini eteğini çeker, kimseyle konuşmaz, günlük işlerini yapmaz. Ancak, sonunda sevgiliye bir mektup yazmaya ve yeniden buluşmak için şansını denemeye karar verir. Sevgiliyi baştan ayağa tasvir ettiği uzunca bir mektup kaleme alır ve gönderir. Sevgilinin mesajı ise sabah rüzgârıyla gelir. Bu mesaja göre, sevgili, vuslatı Cafer Çelebi’den de çok istemektedir; ancak adının çıkmasından ve rezil olmaktan korkmaktadır. Bunun üzerine Cafer Çelebi’den uygun bir zaman için Tanrı’ya yakarmasını ve sabırlı olup ortak sırlarını sonsuza dek saklamasını ister. Cafer Çelebi de bu isteğe uygun bir biçimde Tanrı’ya yakarır ve en kısa zamanda sevdiğine kavuşmak için dua eder. Hevesnâme, bu duanın ardından gelen “Ḫātime-i Kitāb” bölümüyle son bulmaktadır. Hevesnâme şairin, “Benimdir evvel âhir az eger çok / İçinde kimsenin bir habbesi yok” dediği gibi tertip, üslûp ve nazım tekniği bakımından tamamen orijinal kabul edilir. Yazıldıktan sonra şairin de yer aldığı şiir ve sohbet meclislerinde uzun müddet okunmuş ve okuyanların teklifleri üzerine bazı yerleri değiştirilmiştir.
Kaynak: Hakan ATAY, “HEVES-NȂME’DE AŞK OYUNU: TȂCȊ-ZȂDE CAFER ÇELEBİ’NİN ÖZGÜNLÜK İDEALİ” İslam Ansiklopedisi
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KAYIP KADINLAR OTELİ Uyku suçsuzluğu ağırlığınca bir cümle Yazıldıkça yanmış göğe doğru Dem-be-dem, saat-be-saat Tebdil-i kıyafet geziyor Aklımla pazarlık payım Ritmi bozuk bu düzende Yürek yetmezliğinden son nefesler Beklemeye yenilip anılar defnetmişiz Bana üstâd-ı müntehir Sana hüsn ü tenha demişler Kayıp Kadınlar Oteli'nde. Neyi iyi biliyorsunuz, biliyor musun? Kayıp kadınlar ve sen Üstelik işlek bir dükkan bile değilken Veresiye kamyonuyla çarpıp kaçmayı Kayıp Kadınlar Oteli'ne. Kendine yetmeyenler Nüfus sayımından muaf tutulmuş Yeni doğmuş yetimlerde kurumuş dakikalar Ham yaranın arefesinden fışkırmış demokrasi Saçlarını İngilizce mi tarıyormuşsun Kayıp Kadınlar Oteli'nde?
Kaza kurşunu dökenin son duasından Tek çekimlik ömrüme yol alırken otobüs Hem çok ağızlı bir suluktan Damlıyor dünyada zehr Hem üzülme diyor içimde Bir naat akarsu yatağı Say ki gelecek kayıplara sadaka De ki canlı ayna aramak şairin derdi Unutmak lutf olmanın ötesinde Zulmüne kurban arayan vahşi Kayıp Kadınlar Oteli'nde. Uzun uzun söyleşmenin yeri mi gözlerinle? Beşiktaş Çarşısı'nda uyukluyor çocuklar Dansa kaldırıyor boş şampanya şişesini Bordo battaniyeli badem gözlü ihtiyar Üniversiteli bir genç tanıyorum Acılar Denizi düşmüyor elinden Seni almaya geliyorum Kayıp Kadınlar Oteli'nden! Önder ÖZTÜRK Misafir
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hibiscus Rosa-Sinensis ve Lepidoptera ’nın Aşkı 1
2
Mehmet Altınova İnsanlığın bilinmeyen dönemlerinde ihtiyaçlar sonucunda ortaya çıkan bir durum vardı. Bu durumda olan insanların göz bebekleri büyür, kalp atışları hızlanır, boyun tarafındaki damarların saniyedeki hızı artar, kimi zaman elleri titrer, konuşma bozuklukları yaşar, ne yapacağını bilemez halde avare avare dolaşıp derdini anlatmaya çalışır da kimseye anlatamaz, anlatmak istemez, anlatsa da kimse, ne olduğunu, o duruma yakalanan kişi kadar hissedemezdi. İşte insanlar, insanlığın o bilinmeyen dönemlerinde bu duruma bir isim koymak istemişlerdi ve adı yıllar boyu anılacak olan o ismi buldular: Aşk. İşte bu hikaye de onlardan biri. İsfahan’dan, Hotan’a; Hotan’dan Anadolu’ya, herhangi bir yerde geçiyor bu aşk hikayesi. İnsanın olduğu her yerde geçebilir bu hikaye. İster yerin altında olsun isterse yer yüzeyinde olsun insan ya da insana dair unsur varsa orada bu hikayeye dair izler bulmanız mümkün. Hibiscus Rosa- Sinensis3, baharın her gününde yeni çiçekler açan, bütün güller içinde en mahzun olan çiçekti. Her gün yaprağını dökmek zorunda kalan ama ertesi gün tekrar hayata renk veren bu çiçeği herkes Prometius4’a benzetirdi. Çin Gülü, tıpkı Prometius’un ateşi vermesi gibi kendinden güzellik vermesinden dolayı her günün sonunda büyük bir ıstırap yaşamakta, ertesi gün de hayatına yeni açtığı çiçeklerle merhaba demekteydi. Hayatın ve doğanın ona sunduğu en üst seviyedeki mutluluk buydu... Bahçe, Çin çiçeği ile doluydu. Derler ki her Çin Çiçeği’nin bir sevdiği vardı. Sabah, çiçek her açtığında onu bekleyen sevgilisi yanında kanat çırpmaktaydı. Kimi zaman aşığı erken gelir, konar ve onun ilk uyanmasını yani açılmasını bekler kimi zaman da hızlı hızlı kanat çırpıp Çin Gülü’nün açılmasına yakın bir zamanda gelirdi. Ama mutlaka o açılana kadar orada olurdu. O kişi, onun kader arkadaşı, yekdiğeri, ona bütünlük kazandıran Lepidopteraydı. Ne kadar çok Çin Gülü varsa o kadar da Lepidoptera5 vardı. Gün doğduğu zaman ay çiçekleri güneş; kelebekler ise Çin Gülü’ne doğru dönmekte ve ulaşmaya çabalamaktaydı. Eğer olur da Kelebek onun
1
Hibiscus Rosa-Sinensis (Lat.): Çin Gülü. Halk tabakasında Japon gülü olarak da bilinir. Yaprakları bir günlüğüne açar ve ertesi gün ölür yerine tekrar yenileri açar. (Y.N.) 2 Lepidoptera (Lat.): Kelebek. (Y.N.) 3 Hikayenin bir bölümüne kadar bu karakterimiz bir özelliğini kaybederek Çin Gülü olarak adlandırılacaktır.(Y.N.) 4 Prometius: Zeus’tan ateşi çalıp insanlığa veren mitolojik bir varlıktır. Zeus onu zincirlemiş ve kargaları, onun ciğerini yemesi için üzerine salmıştır. Ciğeri her seferinde yenilenmesi eziyetin devam etmesine neden olmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, syf 256, Remzi Kitabevi.(Y.N.) 5 Bundan sonra bu karakterimiz bir özelliğini yitirip Kelebek olarak adlandırılacaktır.(Y.N.)
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yolunda ölürse Çin Gülü anında solar daha gününü bitirmeden kendi yaşamına son verirdi. Bu durum, insanlar arasında tevatüre yol açarak onlar arasında bir ilişki olduğunu düşünmesine sebep olurdu. Hal böyle olunca üreticiler, onların habitatlarına6 önem verir, Kelebeklerin kozalarını çevreleyip kurtlardan korumak için büyük çaba gösterirlerdi. Böylece kozasından rahatlıkla çıkan Kelebek, hiçbir engele takılmadan her gün Çin Gülü’nün yoluna gidebilmekteydi. Diğer taraftan Çin Gülü bahçesine sahip olan bahçıvanlar da etrafını çitlerle çevreleyip sulamasını da muntazam şekilde yaparlardı. Halk, okuduğu mesnevilerden hiçbir aşkın bu kadar olağan içinde olmadığını bilirdi. Çin Gülü ile Kelebek’in arasına giren Musca Domestica7 vardı. Kara Sinek, Kelebek’in üzerine vızıldayarak gidip hiçbir yere hareket edemeyen Çin Gülü8’nün o narin taç yapraklarına konup onu taciz etmekteydi. Yazıktır ki ne Kelebek naçar düşmüş kanatlarıyla onu kovalayabilmekte ne de Gül onu rüzgarsız uçurabilmektedir. Ömürlük Kara Sinek, en fazla bir gün ömrü olan bu iki muhabbetliye rahatlık vermemekteydi. Buna rağmen gün boyunca bir saniye olsun Kelebek sevdiğinin yanından ayrılmıyor ve sürekli kendilerine ait hissettikleri çiçeklerin taçlarında kanatlarını çırpıyordu. Onlarla koklaşıyor, sohbet ediyor ve muhabbet kuruyordu. Gül de en güzel kokularından ona veriyor, renklerin en canlısını giderek soluklaşmasına karşın göstermeye çalışıyordu. Kısacık ömürleri vardı ikisinin de. O günün akşamına kadar sevgilerini en güzel nasıl ifade edeceklerini dahi düşünmeden, kısıtlı imkanlarla, insanlığın bilinmeyen dönemlerdeki bilinmeyen duygularını ifa etmeleri gerekiyordu. Her geçen saniye, ikilinin ıstırap çekmesine neden oluyor ama onlar aşklarına, geri kalan saniyelerin uğruna, devam ediyordu. Aşkın hangi evresinde olduğunu dahi düşünmüyorlardı. Çünkü onlar, sonsuzluğun onlar için cennetten bir bahçe olduğuna gönülden inanıyorlardı. Aradan bir saat geçti, iki saat geçti, üç saat geçti, dört, beş... Yedi, sekiz... Ölmeye yakın olduklarını hissediyorlardı bu sevgililer. Bu anlarda Kelebek, kanatlarını yavaş çırpıyor, Gül’ünün taç yaprakları giderek soluklaşıyordu ama içlerindeki sevgi bitmek tükenmek bilmiyor, tüm tazeliği ile devam ediyordu. Gün sonunda yavaş yavaş yok olmaya başlıyorlardı. Fakat buna karşın Kelebek, “Acaba Kelebekler ülkesine mi gideceğim?”, Japon çiçeği de “Acaba Güller ülkesine mi gideceğim?” diye sormuyordu. Çünkü tek bir yer olduğunu biliyorlardı. Gün sona erdi. Çiçek, sevgisini Kelebek’ten hiç esirgemedi, Kelebek de âşıklık vazifesini yapıp onda yok oldu. Bahçıvanlar, Gül ile Kelebek’9in aşkının sona ermediğini bilir ve yeni aşkları izlemeye koyululardı. Ertesi günü de tüm bunlar unutulup, yeni Hibiscus Rosa- Sinensis ile Lepidotera’ların aşkı başlardı...
6
Habitat(İng.): Doğal yaşam alanı. Musca Domestica(Lat.): Kara Sinek. Hikayenin bundan sonraki kısmında bu karakterimiz Kara Sinek olarak adlandırılacaktır.(Y.N.) 8 Bundan sonra Çin Gülü bir özelliğini daha kaybedip yalnızca Gül ile anılacaktır.(Y.N.) 9 Bundan sonra ne Gül’den ne de Kelebek’ten bahsedilecektir, çünkü kendilerine ait olan bütün özelliklerini yitirip aşık ve maşuk vahdete ermişlerdir.(Y.N.) 7
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Edebiyatımızda Bireyselleşme Açısından
Adalet Ağaoğlu – “Ölmeye Yatmak” Işık Selin Orhuntaş Bireyselleşme kentleşme ile birlikte gelişir. Kent büyüdükçe kentte yaşam zorlaşır ve kişilere sorumluluklar yüklenir. Ian Watt’a göre1 roman türü, insanın kendini birey olarak ifade edebildiği; başkalarına ispatladığı yegâne türdür. Roman dört toplumsal olgunun ortaya çıkmasıyla yükselişe geçer: Edebiyatta gerçeklik arayışı, bireysellik, orta sınıfın yükselişi ve kadın okurların artması. Bireyselleşmenin romandaki karşılığı, tip adı verilen sabit yapılı kahramanların yerini daha karmaşık ve ayrıntılı kahramanların almasıdır. Biz de çağdaş romanda bireyselleşmenin izlerini sürmek için Fatma Akerson Erkman’ın öğrencileriyle birlikte geliştirdiği şablon – anketten2 faydalandık. Amacımız çağdaş romanda bireyselleşmenin nasıl gelişme gösterdiğini, romanın topluma ne kadar ayna olabildiğini açıklayabilmekti. Kadın yazarların kadın kahramanlarına uygulanmak üzere hazırlanmış şablondaki soruları sorduk. Şablon şu şekilde: A. ANLATICI KİPLERİ a.Yazarın ya da anlatıcının değerlendirilmesi B. DEĞİŞME / DEĞİŞTİRME b. Mekân: isteyerek, zorla, kaçarak vb c. Kıyafet / beden değişikliği e. Din / ideoloji tercihleri ve değişiklikleri C. İNSAN VE ÇEVRE İLİŞKİLERİ f.aile: anne, baba, kardeş vs g. arkadaşlıklar h. sevgili / eş j. İş ilişkileri k. hayvanlarla / bitkilerle ilişki D. FARKLILAŞMA / SIRA DIŞILIK E. HESAPLAŞMA ŞEKİLLERİ l. gerçeklikle hesaplaşma: batıl inançlar, fal, rüya vs. m. kendisiyle hesaplaşma: günce, mektup, röportaj, yazarlık: m1. Yazarlık ve diğer etkinlikler m2. Duyguların açığa çıkıp çıkmaması m3. İlişkilere (eski ve yeni) bakış m4. Kendi içindeki çelişkiler 1
Ian Watt, Romanın Yükselişi Fatma Akerson Erkman, Edebiyatımızda Bireyselleşme Serüveni, Ayrıntı Yay. 2
F. KİŞİLİK YAPISI n. mizah ve muziplik o. cinsellik: cinsel özgürlük, tacize uğrama, eşcinsellik p. eğitim ve entelektüel olma r. beklenen davranış biçimi ve tepkiler s. yemek pişirme, evle ilişki, vejetaryenlik, kusma vs, baskı, bunalma, hastalık, intihar ÖLMEYE YATMAK3 OLAY ÖRGÜSÜ Adalet Ağaoğlu’nun4 “Dar Zamanlar” üçlemesinin ilk kitabı olan Ölmeye Yatmak romanında, bir otelin on altıncı katında ölmeye yatan Aysel’in kendini ve hayatını sorgulaması anlatılır. Geri dönüşlerle 1938 yılı ve sonrasında Aysel’le birlikte ilkokuldan mezun olan çocukların hayatı da verilir. 3
Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak (1973), Everest Yay., 2014 Adalet AĞAOĞLU, 13 EKİM 1929 Ankara doğumlu. Ortaöğretimini Ankara Kız Lisesi’nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi DTCF’nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Öykü ve roman türündeki eserleriyle tanınan yazar 20. YY Türk Edebiyatı’nın en önemli romancılarından biri olarak Kabul edilir. Türkiye’nin farklı dönemlerini, bu dönem insanlarının yaşayışlarını , dönemlerin insanların hayatlarına etkisini işleyen eserler vermiştir. Romanları dışında hikaye,oyun , deneme ve anı türünde de eserleri vardır. 4
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Biz değerlendirme yaparken eserin ana kişisi Aysel üzerinde duracağız. 1.ANLATICI KİPLERİ: Eserde anlatıcılar çeşitlilik gösterir. Aysel’in otel odasında ölmeye yattığı zamanı ondan dinleriz. Diğer kahramanlar mektup veya günlük aracılığıyla karşımıza çıkar. Bunların dışında tarihi gerçeklikleri nesnel şekilde veren ilahi anlatıcı mevcuttur. Çünkü serinin devamında da sürdürdüğü Türkiye’nin bir dönemini (1938 – 1968) çeşitli siyasi görüş ve aile üzerinden yansıtmaktadır. ‘’Ölmeye yatarken ölümle savaşmak gerektiğini düşünememiştim’’ (s.12) ‘’Latin harfleriyle adını yazmayı beceren , azıcık da değişimlere karşı yumuşak başlı davranan her orta yaşlı kimse,bir ilçe ilkokuluna başöğretmen olabilirdi.’’ (s.11) 2. DEĞİŞME / DEĞİŞTİRME A. Ad değiştirme: Romanda belirli bir ad değiştirme yoktur ama Aysel’in evli olmasından soyisminin değiştiğini söyleyebiliriz. B. Mekan değiştirme: Aysel’in hikayesi köyde başlar. Köyden kente gelerek dış mekan değişimi yaşar.Ortaokul ve liseyi Ankara’da okur. İlk mekan değişimi bu şekilde olur. Başkentte de iç mekan değişikliği Üniversiteye Ankara’da devam etmesiyle gerçekleşir. Fakültede örnek öğrenci olması sebebiyle burs kazanıp Paris’e Sorbonne Üniversitesi’ne gider. Üniversiteye başlayacağı yaz ailesiyle Bursa Hüsnügüzel Kaplıcası’na gider. Burada Bursa Cezaevi’ne ailesinden gizli şair Nazım Hikmet’i görmek için gelir. Bu mekanlar hatıralarla verilir. Aysel’in kendi ağzından anlatılan mekanlar Ankara , Ankara’daki evi ve ölmeye yattığı otelin on altıncı katındaki odadır. C. Kıyafet / beden değişikliği : Kıyafet tasviri bir olayın içinde verilir. Ölmeye yattığı odada çıplaktır. Ölmeye yatmadan önce bir düğmesinin kopuk olduğu bluzundan söz eder. Ölme fikrinden cayıp hazırlandığı sırada da giyinmesini anlatır. ‘’ anyodan çık m. cele kurulandım. ora larım, sutyenim, düğmelerini nerede ko ardığımı bilmediğim yeleğim... Acele acele giyiniyorum. ‘’ Anılarda, ilkokul müsameresinde canlandıracağı kentli bir memur hanım rolünden söz edilir. Ancak nasıl giyinmesi gerektiğini bilemez. Dündar Öğretmen kaymakam ve savcı hanımlarından yardım ister. ‘’ ysel’in canlandıracağı mesleğe en uygun olarak şöyle giyinmesini düşünmüştü : İ ekliden modaya göre dikilmiş bir ‘’ro ’’ omuzlarında yakası kürklü bir manto. aşında modaya uygun bir şa ka. Elinde hanım çantası. İ ekli çora lar ve ökçeli ayakkabılar.’’ Diğer kıyafetler ise ,köyde ailesinin zoruyla taktığı başörtüsü , yenileşmenin habercisi olarak kasket , kazak ve eski hırka. Aysel’e
görücü geldiğinde giymesi için annesi ona jorjet dikmiştir. Ancak giymemekte diretir. Jorjet etektir. Fransız yapımıdır. Giyeni zengin gösterdiğinden Aysel görücü karşısına böyle çıkmak yerine eski kıyafetlerini tercih eder. Bu tercihde kahramanın birey olduğunu gösterir. D. Din ve ideoloji tercihleri : Aysel’in dini tercihine dair herhangi bir belirti yoktur. İdeolojik görüşü üzerinde durulmuştur daha çok. Romanda her karakterin bir siyasi görüşü bir ideolojiyi temsil ettiğini düşünürsek Aysel kendisinin de ifadesiyle sosyalisttir. Küçüklüğünden beri özgürlükçü tavırlar sergiler. Bu tavırları ailesinin zıddıdır. Ailesi gelenek dışına çıkmaz. Biraz da feministtir. Atatürk’ün vasiyet ettiği vatanına milletine hayırlı evlat olmayı okuyarak yerine getirmeyi ilke edinir. Ayrıca Mustafa Kemal’in kız çocuklarının okuması , kadınların toplum içinde erkeklerle eşit koşullarda yaşaması yönündeki fikirlerini gerek kendine gerek karşısındaki engellere hatırlatır. Abisi İlhan gençliğinde ülkücüdür. Hukuk fakültesinde okurken ülkücü çevreyle arkadaşlık yürütür. Ancak daha sonra babasıyla yasaklı yayınları saklaması üzerine kavga edip evden çıkınca onu kimse arayıp sormaz. Sığınacağı kimsesi olmadığını anlayınca paranın olduğu yerlerde bulunmaya , devrin şartlarına göre hareket etmeye karar verir. Aysel’le birkaç defa siyasi görüş farklılıklarından dolayı tartışma yaşarlar. Aysel okuldan alınırım korkusuyla abisiyle kavga etmemeye özen gösterir. Yakın kız arkadaşı Behire’den de Rus ajanı olduğu iddia edilen şair Nazım Hikmet’I okuyup sevdiği için sert bir uyarı alır. 3. İNS N VE EVRE İLİŞKİLERİ E. Aile ilişkileri: Kahramanın aile ilişkileri aile bireylerine göre çeşitlilik göstermektedir. İlkokul müsameresinde Aysel’I izlemeye ne annesi ne de babası gelir. Bu batılı adetlere henüz açık olmadıkları için karşı çıkarlar. Babasıyla ilişkilerine dair çok ipucu verilmez ancak sıradan bir köy ailesinde olması gerektiği gibidir. Babası Ankara’ya mal kaçırdığı iddiasıyla soruşturmaya uğrayınca üzüldüğünü arkadaşına yazdığı mektupta belirtir. Annesiyle ilişkilerine dair ipucu daha fazladır. Kardeşine hamile olduğu Ankara yıllarında ev işlerine yardım eder. Birkaç kez okumak istediğini söyler , olumsuz yanıt alır. Gözlerine batmamak için ailesinin her istediğini yapar. Abisi İlhan’ın siyasi görüşlerinin farklı olmasından dolayı çoğu zaman kavga ederler. İlhan yasaklı ülkücü dergileri babasının dükkanında ve evde saklar. Açığa çıkınca babasıyla kavga eder ve dayak yer. Aysel kendini hatırlatma pahasına aralarına girer. Abisinin evden ayrılmasından sonra annesi onunla ilk kez dertleşir ve ilk kez bir konuda fikrini sorar. Aysel çok gururlanır , büyüdüğünü ve evde değerlendiğini düşünür. Ancak
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
annesinin bir sonraki cümlesi gururunu kırmaya yeter. Ardından evde yeterli öneme sahip olmadığını idrak eder. ‘’Aysel, içinde onarılmaz bir kırıklık duyuyor. eniden evin kıyıda köşede unutulmuş eşyası olduğunu seziyor. İ gerçek ö eyi tanıyor. ışa vurulamayan, o, insanı içten içe kırbaçlayan, insana kendini aş ran ve durmadan kendini zora koşturan... Eline geçen bu ilk rsa ne olursa olsun iyi değerlendirmeli. Kendisinin de bir kişi olduğu akıllara yer etmeli. er etmeli. Hiç çıkmamasıya... ‘’ F. Arkadaş ilişkileri : İlkokuldan sonra kız arkadaşlarıyla mektuplaşır. Behire , Seniha ve Sevil ile mektuplaşır. Okulunu , Ankara’yı ve burada yaşadıklarını anlatır. Köyden başka arkadaşları da buradadır. Galatasaray’da okuyan Aydın’dan ve sanat okuluna devam eden Ali’den de söz eder. Liseden sonra askeri lisede okuyan Ertürk’ün abisiyle evlendirilme konusu gündeme geldiğinde derdini tek Ali’ye açar. Onunla mektup göndermek ister. Mektup olayından sonra görücü aile Ali ile aralarında aşk ilişkisi olduğunu öne sürerek işi bozar. Fransa’da Metin ve Alain en yakın arkadaşlarıdır. Alain’in açık fikirli olmasından , Metin’İn de ilgisinden hoşlanır. Ancak aralarında bir aşk ilişkisi geçmez. G. Sevgili / Eş : Aysel , Ömer isimli DPT ‘te görevli bilim adamıyla evlidir. Fransa’da asistanlığı sırasında tanımıştır onu. Türk olmasına ragmen davranışlarıyla Türk erkeklerine benzememesi yönünden çok etkilenir. Ve Ömer’le evlenir. Ancak her şey yolunda gitmesine ragmen onu öğrencisi Engin’le aldatırç Ölmeye yattığı sırada bunun muhasebesini yapar. H .Çocuk: Aysel’in Ömer ile evliliğinden çocuğu yoktur. Daha önce hamile kalmış fakat bebek ana karnında ölmüştür. Ölmeye yattığı sırada hamiledir. Bebeğin babasının kim olduğunu bilmez. G.İş İlişkisi : Kahraman idealist özellikler gösterir. İdealist olduğu için disiplinli olduğunu söyleyebiliriz. Meslek hayatına Devlet Planlama Teşkilatı’nda başlar. 60 Devrimi olarak nitelendirdiği 1960 darbesinin ertesi günü sokaktaki askere yemek , su vb şeyler götürdüğü, darbeye sevindiği gerekçesiyle işinden atılır. Daha sonraki mesleği üniversitede öğretim görevlisi olarak karşımıza çıkar.
Doçent olmuştur siyaset ve sosyoloji dersleri verir. İş arkadaşlarından çok söz edilmez. Ancak ölümünden sonra yokluğunun fark edilmesini tasarlarken bölüm sekreterinden söz eder. Tanıtılan tek iş arkadaşıdır. İ.Farklılaşma / Sıradışılık : Aysel’in sıradışı bir tavrı çok görülmez. Ancak çoğu davranışı Türk kültürüne uygun değildir. Farklılaşma karakterin gelişiminde yoğun görülür. Köyden başkenkte gelmesi ve okuyan bir kız olması onu diğerlerinden farklı olmaya iter. Ailesi geleneklere bağlı yaşamayı tercih ederken o gelenekler yerine eşit ve adil yaşamın hayalini kurar. Sol yazarlara ilgi duyar , onları okur. Bu yönüyle de arkadaşlarının tepkilerini alır. İlk farklılaşma böyle başlar. Batılı yaşamak onun için normaldir. Atatürk’ün vasiyeti ve Dündar Öğretmen’in aşıladığı şey uygar bir toplumun bireyi olmaktır. Olay örgüsünde Türk geleneklerine uygun olmayan en sıradaşı davranışı ,öğrencisiyle yatması ve bunu herkesten saklamasıdır. J.Hesaplaşma Şekilleri : Roman , Aysel’in iki saat boyunca otel odasında kendisiyle hesaplaşmasını temel alır aslında. İki kere rüya görür. Birinde profesörlük tezini savunması için Atatürk’ün de içinde bulunduğu jürinin karşısına çıkar. Atatürk , Aysel’e tezini yetiştiremediği için kızar. Aysel’in beklentisi tam tersi yöndedir. Türkiye’nin kalkınmasına yardımcı olacak çözümü bulduğu için Atatürk’ten olumlu geri dönüş umar. Gerçeklikle hesaplaşması bu rüya aracılığla olur. Kendisiyle hesaplaşmasında da mektup vardır. Eski arkadaşlarıyla mektuplaşır , duygularını onlara anlatır. Meslek hayatında biraz da zorunlu olarak çeşitli dergilere yazılar ve makaleler yazar. Lise yıllarında ufak bir yazarlık macerası olur. Edebiyat öğretmeni öykülerini okur , Nurullah Ataç’ı tanıdığını ve ona ileteceğini söyler. Ancak ilerisine dair bir şey anlatılmaz. J1.Duyguların Açığa Çıkması ; hatıralarla öğrendiğimiz olaylarda Aysel’den duygu patlaması göremeyiz. Ancak uzun vadede duygularını saklaması , kendi içinde yaşadığı çelişkiler (evliliğin iyi gitmesine rağmen kocasını aldatması ) onu otel odasında hayatını sorgulamaya götürür. K.Kişilik Yapısı : Belirgin karakteristik özellik olarak özgürlükçü ve idealist olması görülür. Cinsellik , cinsel özgürlüğü öğrencisi enginle yatması ve bunu halk ile aydının kaynaşması şeklinde değerlendirmesi şeklindedir.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
‘’Gövdenizi benden sakınmadığınız için teşekkürde geciktim. He geri attım bunu söylemeyi. Hak etmediğim bir şeydi… oo , ne demek ? oktan hak ettiğin bir şey. Hak ne söz ? Nasıl yırtacaktık kızlık zarımızı başka ? Kadınlık zarımızı ? Nasıl büyütecektik ? Hem gençlik , hem işçi sınıfıyla nasıl özdeşleşecektik ? Sonra da nasıl aşacaktık kendimizi çelişkilerin i iyle ? ir taşla kaç kuş baksana…’’ K1.Eğitim ve entellektüel olma: Kendisi docent olduğu için eğitimli olduğunu söyleyebiliriz. Okuma isteği çoğu kez ailesi tarafından olumsuz karşılansa da devrin bütün şartkarını kullanır. Köydeki ilkokuldan sonra ortaokula Ankara’ya gelir. Ankara Kız Lisesi , mülkiye ve Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’nde bir sene eğitim alır. Atatürk’ün vasiyet ettiği çağdaş,uygar,batılı kız olmak için kendini geliştirir. Yer yer okuduğu şair ve yazarlara yer verilir. Bunlar arasında Nazım Hikmet ve J.J. Rousseau da vardır. İkisi de dönemin sakıncalı bulunan isimlerindendir. ‘’Medeni olmak buyrulmuştu. Eh,ne ya sın onlar da medeni olmuşlardı işte. Suç kendilerinde değildi.’’ (S.21) K2.Beklenen Davranış Biçimleri ve Tepkiler: Romanda Aysel kendinden beklenildiği gibi davranmaz. Ailesinin istediği gibi ev kızı olmaz. Tam aksi olmak için uğraşır. Abisinin istediği gibi Tan değil Ulus gazetesi okur , Atsız değil Nazım Hikmet sever. Bunu kendi özgürlüğünü kazanana kadar saklar. Evlilik çağına geldiği zaman ailesine bir şey çaktırmadan işi bozar. Ali ile görücü aileye mektup yollar. Aile de Ali ile aralarında aşk ilişkisi bulunduğu gerekçesiyle iffetsiz kızı gelin olarak istemez. Ne babasının beklediği gibi hayata küser ne de annesinin düşündüğü gibi utancından insan içine çıkmaz olur. Herkesten gizli plan kurar ve bunu hayata geçirir. ‘’Salim Efendi nin işlerini acele bi rmek üzere sabahtan ursa ya indiği gün, ysel ka lıcadan kaç . nnesi onu, utancından sessiz, bir ağacın al nda falan oturuyor sandı. unca korkutulmanın ardından hamam avlusunun dışına çıbileceği hiç aklına gelmedi. ysa ysel, ar k kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını anlamış . üyüklere bakılırsa kaybedilecek her şeyini kaybetmiş . Kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığını anlayınca yüreklendi. Sora soruştura ursa ezaevi'ni buldu. ‘’(s.336) K3.Ev ile ilişki : Ailesiyle yaşadığı dönemlerde köydeki gibidir. Bazı ailevi problemler olsa dahi alışıldığı gibi gider. Birkaç kez ev işlerini ödevler bahanesiyle geciktirir. Annesinin tehditleri üzerine bundan vazgeçip yeni bir yol izler. Okumasına engel olmamaları için kendini unutturmaya çalışır , her dediklerini yapar göze batmamaya özen gösterir. Kendi evinde ise Aysel’ i çok sık görmeyiz. Ev işleri ile ilgilenen bir yardımcısı vardır. Bir kez
mutfakta tasvir edilir. Ömer’in iş seyahatinden geleceği akşam mutfakta yemek pişirir. Kusma , ölmeye yattığı sırada midesi bulanır ve kusmaya banyoya gider. Bu kusma olayı adetinin gecikmesi ile beraber hamile olabileceğini düşündürür. K4.Baskı : Aysel , aydın kesimin temsilcisidir. Roman boyunca hem aydın olarak hem de kadın olarak baskıyla karşılaşır. Aile baskısı her iki kimliğine de yöneltilir. Abisinden gördüğü baskı daha yoğundur. İlhan’a göre bir Türk kadınının görevi okumak değil ev işleriyle ilgilenmektir. Bu baskıyı bir adım daha ileriye götürür ve takip ettirir. Anne ve babadan da baskı evlilik yönündedir. Okumaktan daha önemlidir bir kadın için. Arkadaşlarından en çok baskıyı Aydın’dan görür. Batılı kız olamayışından dolayı dalga geçer. Her fırsatta Aysel’I rahatsız eder. Behire erkeklerle gezmesi ve Nazım Hikmet okumasını doğru bulmaz. Mektubunda bunu dile getirirken bunlara devam ettiği sürece arkadaşlığını bitireceğini söyler. İffetli bir hayat dileyerek mektubuna son verir. Bir başka baskı olarak öğretmenler de görülebilir. Sosyal adaletsizliği formüle döküp çözüm istemesiyle dalga geçen matematik öğretmeni ve J.J.Rousseu ‘nun İtiraflarım kitabını terbiyesiz içerikli olması bahanesiyle alıp bir daha vermeyen coğrafya öğretmenleri örnek olabilir. Genel olarak roman 1938-68 yılları arasını konu aldığı için devrin siyasi baskısı da sayılabilir. SONUÇ: Aysel’ in bir otelin on altıncı katında yaklaşık 2 saat ölmeye yatması ve hayatını sorgulaması romanın ana konusudur. Her kahramanın bir siyasi ideolojiyi temsil ettiği romanda Aysel cumhuriyet kuşağının okumuş aydın kadın tipini temsil eder. Onun ve arkadaşlarının özelinde cumhuriyet eleştirisi yapılır. Romandaki kahramanlar 1938 sonrasında ilkokuldan mezun olan kuşağın çocuklarıdır. Her birine bir görev ve sorumluluk yüklenmiştir. Aysel’in üzerine yüklenen sorumluluk büyüktür. Atatürk’ün kız çocuklarının ve kadınların eğitimli olması yönündeki görüşlerini görev edinmiştir. Bu görev edinme onu birey haline getirir. Kendi kararlarını vermesi , üniversiteye kadar okuması hatta yurtdışına okumaya gitmesi bireysellik açısından önemli olaylardır. Çoğunu kendisi savaşarak elde etmiştir. Öğrencisiyle arasındaki ilişki dışında örnek bir tavır sergiler. Ancak çocukluğundan beri omuzlarında taşıdığı yük ağır gelmiş , hayal kırıklığına uğramış ve görevinde başarısız olmuştur. Bütün bu olumsuzluklar bir bireyin karar vermede çok zorlanacağı bir fikre yani intihara itmiştir. Kahramanın verdiği çoğu kararda bir baskı ya da zorlama söz konusu değildir. Bu da kahramanın kendi başına verdiği kararlarla birey olabileceğini kanıtlar.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş KIRMIZI PELERİNLİ KENT / ASLI ERDOĞAN Erdoğan bu kitabında, Rio’nun televizyondaki dizilerde gördüğümüzden farklı olduğunu bir nevi gerçek yüzünü yaşadıklarıyla anlatıyor. CERN’deki araştırmalarından sonra Rio’da fizik doktorasını yaparken gördüklerini aktarıyor okuyucusuna. Bir yazarın bir kentle nasıl bütün olabileceğini, kadın olarak ‘gurbette’ yaşamanın zorluklarını gösteriyor ve iç hesaplaşmaya gidiyor. Ayrıca bu kitap Norveç’te en köklü yayınevlerinden biri olan Gyldendal tarafından Mag (omurilik) serisine seçilmiş. Çevirisini Türkoloji Bölümü yüksek lisans öğrencisi Gunvald Andreas Ims yapmış. Latife Tekin ve Hasan Ali Toptaş gibi yazarlardan sonra Aslı Erdoğan’da geleceğe kalacak elli yazar listesinde yer alıyor. “Ne başkaları, ne de kendisi için; sadece yazmak zorunda olduğu için yazıyordu. bir yarayı kaşırcasına kabuk kabuk soyuyordu Rio gerçeğini ve iç kanamalı bir hastanın kustuğu kara kan, cümlelerine damlıyordu.” Kırmızı Pelerinli Kent
EDEBİYAT KURAMLARI VE ELEŞTİRİ / BERNA MORAN 31 Ekim 1993 yılında kaybettiğimiz Moran’ı Türkiye’de modern edebiyat eleştiri alanında duayen yapan eserlerinden birisi Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. Edebiyat ile ilgilenen herkesin kitaplığında bulunması gereken nadide kitaplardan biri. Yazar, alanında klasik sayılan bu eseriyle ülkemizde kısır sayılabilecek eleştiriye yeni bir soluk getiriyor. Edebiyat kuramlarını ve eleştiri yöntemlerini sistemli bir biçimde inceliyor. İçeriğini Türk yazınından örneklerle de zenginleştiriyor. Bu klasik Berna Moran’a 1973 TDK Bilim Ödülü’nü kazandırmış.
KADINLAR RÜYALAR EJDERHALAR / URSULA K. LEGUİN Bilimkurgu türünün tanrıçası olarak bilinen Ursula K.Leguin ‘ in demeleri bu kitapta toplanır. Metis Yayınları sayesinde Türk Edebiyatı bilimkurguya tanışır. Okuyucularıyla sohbet eder gibi yazdığı kitabını elden bırakması kolay değildir. Yazmak eylemi ve yazma süreci ile ilgili görüşlerini aaktarır. Yerdeniz Büyücüsü’nü nasıl yarattığından da söz eder. 86 yaşında olmasına rağmen hala anarşist ve feminist enerjiyi taşıyor. Arka kapak vasıtasıyla 21 Ekim’deki doğum gününü kutlamış olalım
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ GÜNLÜK YAZILAR III SÛR / SEZAİ KARAKOÇ Sezai Karakoç, ancak birkaç yüzyılda bir yetişen önemli bir entelektüel, bir mütefekkir. Karakoç, fikir ve sanatta “Diriliş Akımı”nın kurucusu olarak tanınıyor. Kendi ifadesiyle “Diriliş aslında bir edebiyat akımından çok bir hakikat akımıdır. (…) Yeniden inanmak, yeniden düşünmek, yeniden duymaktır.” Üstadın 1974’te yayımladığı bu eseri de bu fikrin hakim olduğu günlük yazılarından oluşuyor. “Kader saati”, “ateş ve perde”, “alınyazısı gülümserse”, “ruhun köprüleri” gibi birçok başlıktan oluşan bu yazılarda din, felsefe, mistik düşünce gibi kavramlar edebi bir dille aktarılıyor. Kitaba adını veren “Sûr” yazısının ilk birkaç cümlesi ise şöyle: “Büyük Sûr üflenmeden önce herkes kendi sûrunu üflesin. Ölüm gelmeden önce herkes kendi ölümünü kutlasın. İşte islamın insana, işiten insanın duyan kulaklarına sürekli sûru bu.” BİNYIL ÖNCE BİNYIL SONRA KÂŞGARLI MAHMUD VE DİVANÜ LÜGATİT-TÜRK / ŞÜKRÜ HALUK AKALIN Kaşgarlı Mahmud ve Divan-ı Lügatit Türk herkesin malumu. Ancak çoğu zaman hakkında insanların söylediği bir iki cümleden ibaret. “Araplara Türkçeyi öğretmek için yazılmış” deniliveriyor hemen. Sonrası yok! İşte eski Türk Dil Kurumu başkanı Şükrü Haluk Akalın Hoca “Kaşgarlı Mahmud’u ve Divan-ı Lügatit Türk’ü ilmî sıradanlıktan çıkarıp ilgili okurlara bir kültür kazandırma amacıyla nasıl anlatabilirim” diye düşünüp kaleme almış bu kitabı adeta. Renkli, resimli, kuşe kağıda basılmış kitap Kaşgarlı’nın kanlı bir darbeyle değişen hayatından başlayarak eserin macerasını, içeriğini, önemini, özelliklerini, yıllar sonra ilginç bir şekilde bulunuşunun hikayesini anlatıyor. “İlk sözlük bilimcimiz… İlk dil bilginimiz… İlk Türklük bilimcimiz… On birinci yüzyıl Türk dünyasının yorulma nedir bilmeyen araştırıcısı… Çizdiği haritayla ilk Türk coğrafyacısı ünvanını da kazanan bilgin… Kâşgarlı Mahmud”
GEÇMİŞ ZAMAN EDİPLERİ / ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR Yazar ölümünden sonra yayınlanan bu kitabında adından anlaşılacağı üzere dönemin yazarlarıyla ilgili anılarını, düşüncelerini anlatıyor. Nigar Hanım’dan Tevfik Fikret’e, Cenap Şahabettin’den Halid Ziya’ya yaşanmışlıklar… Hepsinde de Hiar’ın eserlerinden aşinası olduğumuz kuvvetli, derin bir bakış açısı mevcut. Ayrıca yazar hiçbir ismi övmeye veya yermeye kalkmamış. Hayatı anlara sıkıştırmak yerine bütün almış. Satır aralarında yer yer buruk anılar, acılar da yer almış.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir KPSSzede’den Geriye Kalan Kübra Tarakçı Süreç: 2015 Eylül - 2016 Ağustos Yoğun bir yılın başlangıcı. Mezuniyet sonrası, hayatın ciddi yönü… Sonunda KPSS ile karşı karşıyaydım. Dershanede derslerin başlaması ile birlikte benim de çalışmalarım başlamıştı. Şimdi bakıyorum da başlangıçta ne kadar güzeldi her şey. Çünkü stres, sıkıntı kavramlarıyla tam olarak tanışmamıştım. Dersler, deneme sınavları, seminerler ardı ardına gelip geçiyordu. Artık günleri, haftaları takip bile edemiyordum. Cahit Sıtkı demiş ya “Dante gibi ortasındayız ömrün” ben de tam olarak nasıl geçecek dediğim maratonun tam olarak ortasındaydım. Bazen bana gözyaşlarım eşlik ediyordu bazen de kahkahalarım. Dershane sayesinde yeni hayatlara dokunmuştum. Yepyeni ve bir o kadar da farklı insanlarla tanışmıştım. Herkes farklıydı belki ama, hepimizin amacı aynıydı: KAZANMAK. Gece yarısını kütüphanede karşılardık. Çünkü çalışmak zorundaydık. Emeksiz yemek olmazdı. Yapım gereği olsa gerek fazla sulu gözüm. O yüzden ağladığım gün sayısıyla ders çalıştığım gün sayısı yarışır vaziyetteydi. Kendimi sadece sınava odaklamıştım. Şimdi bunun ne kadar da yanlış olduğunu görüyorum. Ama bunu pişmanlık olarak değil hayat tecrübesi olarak değerlendiriyorum. Böyle böyle aylar geçti ve sonunda sağ salim Mayıs ayını karşıladık. Kpss ile ilk randevumuz 22 Mayıs’tı. O iki saat nasıl geçti hala hatırlamıyorum. Sınav sonrası ise hissettiğim derin bir acıydı. O acı, akşam soruların cevaplarına baktığımda yerini boş bir duyguya bırakmıştı. Bütün olumsuzluklara, her şeye rağmen, artık yeni bir sayfa açmalı ve kendimi alan sınavına hazırlamalıydım. Kısa bir aradan sonra yeniden çalışmaya başlamıştım. Sonra bir haber geldi. Eylül ayında atama olmayacağına dair. Evet düşünüldüğünde kötü bir haberdi. Ama benim için bir önemi yoktu. Tek düşündüğüm atanmama yetecek puanı almaktı. Çünkü öyle ya da böyle atanacaktık. İlk randevumuzun sonuçlarını öğreneceğim o gün gelmişti. Hiç unutmuyorum o günü. Saat bir türlü 16:00 olmuyordu. Ve sonuç sayfası… 80 almıştım. Önce kısa bir şok, ardından çığlık ve tabi ki en sonunda gözyaşları.
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Gözyaşlarım bu sefer mutluluğuma eşlik ediyordu. Alan sınavı için çalışmalarımı daha da yoğunlaştırdım. Tabi bu gaz sadece bir hafta sürmüştü. Çünkü netlerim artmıyor, artmadığı gibi beni de umutsuzluğa sürüklüyordu. Sınava üç gün kalmıştı. Çalışıyordum ama sanki boşunaydı. Her zamanki gibi kütüphanedeydim. Bir telefon geldi. Yoldaşım (Selva’cığım) aramıştı. O heyecanlı ses sadece şunu söyledi. “Kübi, sınav ertelenmiş!!!” Evet tam bir ay sınav ertelenmişti. Bunun anlamı benim için umuttu. O bir ay da tabi ki hızla geçmişti ve 20 Ağustos gelmişti. İkinci buluşmamız için daha sakindim. Zaten sakin olmak zorundaydım. Çünkü stresin beni kötü etkilemekten başka bir işe yaramadığını acı bir şekilde öğrenmiştim. Ve sınav anı… 75 dakika sonra o kapıdan çıktım. Bitmişti. Gerçekten bitmiş miydi? 11 koca ayın sonuna nokta mı koymuştum, yoksa virgül mü? Bunu hala ben de bilmiyorum. Bildiğim bir şey vardı, beş yıllık Bursa hayatım bitmişti. 5 yılımı 2 valize koyup Bursa’dan ayrılıyordum. Şimdi sınav sonucumu bekliyorum. Umudum yok ama hani derler ya BELKİ…
KPSS SÜRECİNDE YAPMAN VE YAPMAMAN GEREKENLER Madde 1: Sınav hayatın değil. Bunu sakın unutma. Her gün kendine hatırlat. Madde 2: Hiçbir şey senden ve sağlığından önemli değil. Sınavı kazanamazsam ölürüm, mahvolurum gibi cümleler kurma. Çünkü nasibinde yoksa zaten hiçbir zaman bu mesleği yapamayacaksın. Madde 3: Sıkıldığın an çalışmana ara ver. Nefes al. Madde 4: Sınav için küçük fedakârlıklar yap. Aileni ve arkadaşlarını kesinlikle ihmal etme, onları kendinden uzaklaştırma. Madde 5: Marifet çok çalışmak değil, sistemli çalışmak. O yüzden “ben günde 12 saat alııyorum” gibi cümlelere kulak asma. Belki onun 12 saatte çalıştığını sen 5 saatte çalışabiliyorsun. Madde 6: Rakibin başkaları değil SEN olsun. Çünkü kendini geçtiğinde kazanacaksın. Madde 7: Kahve ve çikolata stoklaması yap. Benim gibi kantin işleten bir annen varsa şanslısın. Madde 8: Kendine sistemli bir program yap. Madde 9: Tüm zorluklara rağmen o sınav zor olmayacak ve sen en iyi puanı alarak (eğer bu senin kaderinde varsa) atanacaksın. Madde 10: Sınav istediğin gibi geçmezse bunalıma girerim deme. Girmiyorsun çünkü. 3 5 gün ağlıyorsun, üzülüyorsun o kadar. Hayat devam ediyor çünkü. Hayatının en güzel en enerjik yılında bunalıma girmek pek de cazip gelmeyecek Ya ben.? Yukarıda söylediğim birçok şeyi yapmadım. O yüzden bu 11 ay benim için zorluktan başka bir şey değildi. Başta kendimi, arkadaşlarımı ve de en önemlisi annemi çok üzdüm. Eğer atanırsam “değdi” diyebileceğim, ama ya atanamazsam??... İşte bu yüzden dostum, sınav sürecini zorlaştırma, kolaylaştır…
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sanat Güneşi: Zeki MÜREN
Eğer Bursalıysanız bununla gurur duymak için çok sebebiniz var. Sadece buraya has sözcükler gibi: babadan dönmek, müsait bir yerde kalmak ya da aşağıda veya yukarıda olduğunuz fark etmeden Heykel’e çıkmak gibi… Tarihi vardır Bursa’nın. Dünya tarihi için oldukça önemli bir tarihi hem de. Sanayisi vardır Türkiye’nin ithalatı ve ihracatı için önemli olan. Birbirinden lezzetli yemekleri, tatlıları vardır. İskender kebabı, pideli köftesi, süt helvası ve kestane şekeri gibi… Sporu vardır hepinizin bildiği meşhur Bursaspor’u ve ona kalpten aşık çılgın taraftarları… Ve sanatı vardır tabii ki, değeri pek bilinmeyen. “Bursa’da Zaman” şairi Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul’un Milli Mücadele yıllarındaki hali için “sahnenin dışında” der. Günümüzde bunu sanat için düşündüğümüzde aynı şey Bursa için geçerli. İstanbul’a, Ankara’ya ve hatta İzmir’e bu kadar yakınken sanat konusunda sahnenin dışında kalmıştır Bursa. Oysa ki bizim Ahmet Vefik Paşa’mız vardır Türk insanına Moliere’yi tanıtan, Avrupa’da birincilikleri olan ressam Şefik Bursalı vardır, Altın Portakal ödüllü Erkan Can vardır, Türkiye’nin ilk
Tuğçe ERKOL
modern karikatüristi Cemal Nadir vardır, Pınar Kür, Nezihe Meriç, İlhan İrem, Yıldırım Gürses, Müzeyyen Senar vardır. Vardır ama yine de bana değeri bilinmemiş gibi gelir hep… Bir de yirmi sene önce kaybettiğimiz Zeki Müren… Başlı başına bir ekol olan Zeki Müren… Şimdi fark ediyorum da Zeki Müren öldüğünde ben iki yaşındaymışım ve aradan koskoca bir 20 sene geçmiş Bursa Paşası, Bodrum Paşası ya da daha bilinen adıyla Sanat Güneşi’miz olmadan. Klasik Türk müziğini sevmem annem ve babamdandır. Özellikle de babamdandır. Annem Şebnem Ferah’ı da bilir mesela, rock sever. Ama babam müzik diyorsa o sanat müziğidir. Annem ve babam sayesindedir benim karma karışık müzik zevkim. Bir yandan Dede Efendi’yi yanında Metallica’yı bilirken diğer yandan Zeki Müren’i, Müzeyyen Senar’ı bilebilirim. Hatta bunların hepsi aynı listede bulunabilir benim için. Bu yüzden olacak ki kendimden çok büyük şarkıları sevdim hep. Şu anda bile Olmaz İlaç Sine-i Sad Pareme çalıyor Sezen
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Aksu’dan. Kaç kişi bilir ki bu şarkıyı? Ya da bu şarkıyı bilse bile Sezen’in bunu söylediğini kaç kişi bilir? Neyse, konudan sapmadan devam edecek olursam kendimden büyük şarkıları sevdim hep. Hem yaş olarak hem de duygu olarak. Biraz da yaşımın insanı olmamamla ilgili bir durum herhalde.
Gözlerin Doğuyor Gecelerime Kırmızı Gülün Alı Var Bir İhtimal Daha Var O Da Ölmek Mi Dersin Akşam Olur Gizli Gizli Ağlarım Gitme Sana Muhtacım
Küçüklüğümden aklımda kalan iki tane şarkı var. Birisi Mirkelam’ın Her Gece şarkısı. Sene 1995. İki üç yaşlarındayım. Şarkının klibini görmenizle birlikte siz de koşmaya başlıyor muydunuz? Ben başlıyormuşum da… İkinci şarkı da aklıma nereden takıldığı ve benim nasıl öğrendiğimi hiçbir zaman öğrenemeyeceğim bir şarkı: Yağdır Mamam Su! Evet, Mevlam değil; Mamam. Daha Mevlam demeyi beceremiyormuşum ama o şarkıyı söylüyormuşum. İşte küçük bir Bursalı. Ufacık çocuk Zeki Müren şarkısı biliyor… İnsanın hayatının farklı anlarında farklı şarkılar vardır. Çünkü her şarkı o zamanın şarkısı değildir. Bir şeyler yaşamak, hissetmek gerekir o şarkılar için. Ama Zeki Müren şarkılarını şöyle bir düşünüyorum da insanın hayatının her anıyla ilgili bir şarkısı vardır. Ağlama Değmez Hayat Bu Gözyaşlarına gibi, Böyle Ayrılık Olmaz gibi… Vefatının 20. yıl dönümündeyiz. Doğrudan Zeki Müren söylemese de onun bestelediği, söz yazdığı şarkıları seslendirenler var. Örneğin geçtiğimiz aylarda Ceylan Ertem yaptı bunu Can Güngör’le birlikte. Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun’u yeni bir versiyonla söylediler. Çok da güzel söylediler. Şarkı sevildi, dizilerde kullanıldı. Eskiler biraz karşı çıktılar şarkıya, ama onlar zaten Zeki Müren’in yaşadığı dönemde ondan dinlediler bu şarkıyı. Şimdi de ondan birkaç şarkı dinlemek ister misiniz? Bakalım Sanat Güneşimiz hangi şarkıları seslendirmiş? Hangi şarkıları unutulmaz kılmış?
Avuçlarımda Hala Sıcaklığın Var Ben Küskünüm Feleğe Seni Ben Ellerin Olasın Diye Mi Sevdim? Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun Seni Ben Unutmak İstemedim Ki Beklenen Şarkı
Zeki Müren’in kabri
Bu şarkılar olduğu sürece asla unutulmayacak bir değer Zeki Müren. Bir Bursalı olarak da şehrimin en güzel simgelerinden birisi. Yeşil’den Emir Sultan’a doğru yürürken Emir Sultan Mezarlığı’nın başına geldiğinizde yanındaki kişiyle Zeki Müren hakkında konuşuyorsanız bu iş tamamdır. Ömrümüz seni sevmekle nihayet bulacaktır Zeki Müren… Şarkılarınla yaşıyorsun; ışıklardasın…
Eylül-Ekim’16
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
AĞLAYALIM Bugün hep beraber ağlasak yuvadan ayrılanlara Dumanı tüterken dumansız kalan Afganlara Öksüz kalmış dağ çayırlarının kuraklığına Beşikleri tabutlaşan anaların feryatlarına Ağlasak bu gece Hamza'lara Yakup'lara
Ağlayalım bu gece ocağın altını kapamadan çıkan Suriye'ye Ağlayalım Musa'nın Mısır'ına hüküm sürenlere Ağlayalım Bağdat'ın bahçelerindeki kemirgenlere Ağlayalım beraber Karabağ'dan uçan güvercinlere
Ağlayalım bu gece narkoz yemiş Yezidi'lere Ağlayalım göç ederken göç olan Türkmen'lere Ağlayalım Doğu'nun bütün dillerinde, mertçe Nasılsa anlamaz kimse değil ki bir İngilizce Bak bebekler uyuyor yine Ege'nin özgürlüğünde Sabaha doğru unutulur çünkü onların adı Ali ve Ayşe
Sema KESER
Fotoğraf Botanik Park, BURSA
Aybige Akdağ
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
Mehmed Akif Ersoy