İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 28

Page 1

Temmuz 2016 Sayı: 28

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Bir

Zarif

Adam 76 YAŞINDA

ULU SES: JAMES JOYCE

TÜRK MİTOLOJİSİ: ALTAY YARADILIŞ MİTİ

OSMANLI DÜĞÜNLERİ: SURNÂMELER


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İncir Çekirdeği Dergisi

“güneşi çıkarırken toprak bir de süsler koşturur insanoğlunun

Genel Yayın Yönetmeni

Ayşe Bengisu Akdağ

Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar

Begüm Çalışkan Beyza Özkan

Busenur Aslan

Hatice Türk

Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş

Editör

Editörler Yazın en sıcak aylarından herkese merhabalar...

Cahit Zarifoğlu

Kübra Tarakçı

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

bir günlük atını”

Mehmet Altınova

Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut

Tuğçe Erkol

Tasarım

Ayşe Bengisu Akdağ

Misafirler Ferhat Nitin Hüseyin Çatal

İncir Çekirdeği’nde bu ay kapak konumuzu doğumunun 76. Yılı münasebetiyle Türk şiirinin önemli isimlerinden Cahit Zarifoğlu olarak belirledik. Dosya yazılarımızda Cahit Zarifoğlu'nun hayatını, kişiliğini, sanatını siz sevgili okurlarımıza sunmaya çalıştık. Ben şairin hayatını, Ayşe Bengisu Akdağ şiir estetiğini ve tasavvufi yönünü, Beyza Özkan ise Mavera Dergisi etrafında Zarifoğlu’nu ele alırken, Mehmet Altınova da Sultan şiirinin tahlilini ve münacat açısından karşılaştırmalarını kaleme aldı. Dosya konumuzun yanında Mitoloji Pusulası köşesinde Türk Mitolojisinde Yaratılış Destanı ile Busenur Aslan yine sizlerle. Bir diğer yazısı da Altın Elbiseli Adam hakkında. Tuğçe Erkol'un kaleminde ise bu ay James Joyce var. Sırdem Kemiksiz Kıyafetnameler’den sonra bu ay da divan edebiyatının önemli türlerinden Surnâme'yi ele aldı. Ve tabi ki siz değerli okurlarımızdan gelen şiirler ve yazılar da dergimizde. Biz kalemimizin gücüne inandık, elimizden geldiğince sizler için dolu bir sayı hazırladık. Artık içecekler de değişti. Kahvenin yerini belki soğuk bir limonata aldı ama içeceğinize eşlik edecek dergi hep aynı kaldı... Şimdiden şahsım ve tüm İncir Çekirdeği yazarları adına Ramazan Bayramınızı da kutlarım.


İçindekiler Havadis / Beyza Özkan Mitoloji Pusulası / Busenur Aslan “Sokaklar Kirlidir” / Şiir / Sema Keser “Dem” / Şiir / Süleyman Erkut Surnameler Üzerine / Sırdem Kemiksiz DOSYA: CAHİT ZARİFOĞLU Zarifoğlu’nun Rahlesinde / Ayşe Bengisu Akdağ Cahit Zarifoğlu’ndan Şiir Bir Edebi Dergâh: Mavera / Beyza Özkan Rasim Özdenören’den…

Mehmet Altınova 37 Yıllık Zarif Bir Ömür / Kübra Tarakçı

İsmet Özel’den… “Güz İzi” / Şiir / Ferhat Nitin “Unuttuğumuz Bir Şey Var” / Şiir / Hüseyin Çatal Günü Geldi Açığa Çıktı Sır: Esik Höyüğü / Busenur Aslan İnziva Köşesi / Muhammed Münzevî “Diyorum ki” / Şiir / Nidanur Sevilmiş “Serzeniş” / Süleyman Şiir Kalp Krizi / Hikaye Ayşe Bengisu Akdağ Ulu Ses: James Joyce / Tuğçe Erkol “Karanlık Biri” / Şiir / Merdümgiriz “Yüzyılın Yasaşkı” / Şiir / Muhammed Münzevî Arka Kapak Köşesi / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ “Rengi Laciverte Bakanlar” / Şiir Pınar Çaylak “Baş, Kağıt, Savaş” / Şiir Muhammed Münzevî Fotoğraf / Aybige Akdağ


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyza Özkan

HA VÂ DİS ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ’NDE MASAL VE DİL YOLCULUĞU Uludağ Üniversitesi Türk Dili Bölümü okutmanlarından Nilüfer İnceman Akgün’ün, masal anlatıcısı Judith Liberman’dan aldığı çeşitli eğitimlerle şekillendirdiği “Uludağ Üniversitesinde Masal ve Dil Yolculuğu” adlı BAP projesi gerçekleştirildi. İlköğretim 3. ve 4. sınıflardan oluşan 16 öğrenci Mete Cengiz Kültür Merkezi’nde beş gün boyunca teknolojiden arınmış bir dünyada Türkçe’nin zenginlikleriyle hayal güçlerini kullandı. Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kerime Üstünova, günümüz çocuklarının kültürümüzde yer alan masallara uzak kaldığını, masalların yerini çizgi filmler, sinema ve televizyon

kültürünün aldığını, bu nedenle de hayal etmekten uzak, sürekli tüketmeye odaklanmış kuşaklar yetiştiğine dikkat çekti. Verilen eğitimde, öğretim elemanlarının eşliğinde, düşünmeye ve hayal kurmaya yönelik etkinlikler yapıldı. Öğrenciler etkinliklerde; masal, mektup, anı, röportaj gibi türler hakkında bilgi sahibi oldu ve bunların uygulamasını yaparak edebi türlerin tadına varmayı öğrendi. Eğitimin son günü ise çocuklar Eskişehir Masal Parkı’na götürüldü.

sertifikalarının verildiği törenin ardından, Nilüfer Belediyesi Sanat Galerisi’nde 02-10 Haziran tarihlerinde Bursa Liselerarası Tasarım Yarışması Sergisi izlenime açıldı. Sergide ‘Liselerarası Kitap Kapağı Tasarım Yarışması’nda dereceye giren eserler ile birlikte jürinin belirlediği 57 çalışma beğeniye sunuldu.

ÖĞRENCİLER YAŞAR KEMAL’İN KİTABINA KAPAK TASARLADI Nilüfer Belediyesi’nin 2016 Yılın Yazarı Yaşar Kemal etkinlikleri kapsamında Nilüfer Belediyesi ve Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle Liselerarası Kitap Kapağı Tasarım Yarışması düzenlendi. Liselerarası Kitap Kapağı Tasarım Yarışması’nda ödüller sahiplerini buldu. Toplam 640 öğrencinin başvuruda bulunduğu yarışmada gençler, Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi adlı kitabın kapağını tasarladı. Kitap Kapağı Tasarım Yarışması’nda jürinin yaptığı değerlendirme sonucunda Yiğitler Mesleki Teknik Anadolu Lisesi öğrencisi Kübra Muğurtay’ın çalışması birinci oldu. Zeki Müren Güzel Sanatlar Lisesi öğrencilerinden Ender Zorlu ikinci olurken, Atatürk Anadolu Lisesi’nden Muhammed Ali Soysal da üçüncü olmaya hak kazandı. Birincilik ödülünü almaya hak kazanan Kübra Muğurtay’ın çalışması ‘Ağrı Dağı Efsanesi’ kitabının Yapı Kredi Yayınları’nın Nilüfer Belediyesi için yapacağı özel baskıda kullanılacak. Dereceye giren öğrencilere

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ’NİN HAYATI BEYAZPERDEYE GELİYOR Gladyatör filminin yazarı David Franzoni’nin Mevlana Celaleddin Rumi’nin hayatıyla ilgili bir film için metin yazmaya başladı. İngiliz Guardian gazetesi, Gladyatör filminin de senaryosunu yazan David Franzoni’nin Mevlana Celaleddin Rumi’nin hayatıyla ilgili bir film için metin yazmaya başlayacağını bildirdi. Filmde oynayacak aktörlerin kim olacağına dair henüz resmi bir bilgi bulunmasa da iddiaya göre, geçtiğimiz aylarda ilk defa Oscar kazanan Leonardo DiCaprio’nun ismi konuşuluyor. Filmin çekimine gelecek yıl başlanması bekleniyor. Filmin vizyon tarihine yönelik bir bilgi ise henüz bulunmuyor.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BORATAV “AİLE”SİNİN ANILARINA YOLCULUK Pertev Naili Boratav’ın torunu David Boratav, ailesinin öyküsünü anlattığı kitabı “Aile: Bir Türkiye Yolculuğu” Can Yayınları’ndan çıktı. Boratav, eşiyle birlikte birlikte Fransa’ya gitti. Oğlu orada evlendi, yeni bir aile kurdu, çocukları oldu. İşte kitabın yazarı David Boratav o çocuklardan biri... Fransa’da doğup büyüdükten sonra, dedesinin önemli bir biliminsanı olduğunu fark eden David Boratav, “Aile”yi dedesinin çalışmalarına, Türkiye’ye ve ailenin Türkiye’deki kollarına dair merakıyla şekillendiriyor.

ŞENER ŞEN’E ROMA TÜRK FİLM FESTİVALİ’NDEN ONUR ÖDÜLÜ Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Roma Büyükelçiliği iş birliğiyle düzenlenecek olan “5. Roma Türk Film Festivali” bu yıl, 30 Haziran-3 Temmuz tarihleri arasında, Roma’da gerçekleştirilecek. 5. Roma Türk Film Festivali’nin bu yılki onur ödülü ünlü oyuncu Şener Şen’e verilecek. Ayrıca, yönetmenliğini Yavuz Turgul’un yaptığı, başrollerini Şener Şen ve Uğur Yücel’in oynadığı “Muhsin Bey” filmi de İtalyan sinema seyircisi ile buluşacak.

VAN GOGH EBRU SANATI İLE BULUŞTU Hollandalı ressam Van Gogh’a ait yağlı boya tablosunu ebru sanatıyla birleştiren Garip Ay,

ortaya mükemmel bir eser çıkardı. 1889 yılının Haziran ayında Hollandalı ressam Van Gogh tarafından yapılan yağlı boya tablosu Yıldızlı Gece’yi ebru sanatıyla birleştirerek ortaya muazzam bir iş çıkaran Garip Ay, sosyal medyada da en çok konuşulan olaylardan birine imzasını atmış oldu.

AŞIK VEYSEL’İN FİLMİ “AŞIK” FESTİVAL YOLCULUĞUNDA Büyük ozan Aşık Veysel’in hayat hikayesinden esinlenen Aşık filmi festival yolculuğuna başladı. Büyük ozan Aşık Veysel’in yaşamı beyazperdeye taşınıyor. Genç Veysel’in Aşık Veysel olma hikayesini konu edinen “Aşık” adlı filmin yönetmenİ Bilal Babaoğlu. Aşık Veysel’in torunu Yeliz Şatıroğlu’nun da rol aldığı, Babaoğlu’nun ilk uzun metraj sinema filmi olan Aşık festival yolculuğunun ardından yıl sonunda vizyona girecek.

HAKKI DEVRİM SON YOLCULUĞA UĞURLANDI Türk basının usta isimlerinden gazeteci-yazar Hakkı Devrim 15 Haziran günü son yolculuğuna uğurlandı. Türk basının duayenlerinden gazeteci-yazar Hakkı Devrim’in cenazesine iş ve sanat ve siyaset dünyasından çok sayıda kişi katıldı. Hakkı

Devrim sadece siyasi düşünce ve fikirleriyle değil Türk diline gösterdiği hassasiyetle de öne çıkmıştı.

ANİ HARABELERİ UNESCO DÜNYA MİRAS LİSTESİ’NE ADAY Bu yıl 10-20 Temmuz tarihleri arasında İstanbul, UNESCO Dünya Miras Komitesi’ni ağırlayacak. 40’ıncı buluşmasını gerçekleştirecek komite, farklı ülkelerden dünya kültürel miras listesine girmek üzere başvurusu yapılan eserleri değerlendirecek. Bütün insanlığın ortak mirası olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip kültürel ve doğal varlıkları dünyaya tanıtmayı amaçlayan UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’ne Türkiye, Hevsel Bahçeleri ve Efes’in ardından bu yıl Kars’ta bulunun Ani Harabeleri’yle aday oldu.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI Türk Mitolojisi / Altay Yaradılış Miti

Hayat ne garip değil mi? Birçok plan varken geleceğe dair, olacak olan oluyor. Bugün değerli olan, uğruna çalıştığın her şey birden anlamını yitirebiliyor. Hayat çok farklı ve bilinmedik yollar seçiyor kendine her zaman. Şu an içinde bulunduğum akıl almaz durum tam da buna örnek. Hayatımı huzura kavuşturduğum kütüphanemden çıkıp büyülü olayların ortasında buluyorum kendimi. Sonra hayranı olduğum, yolunu yol tuttuğum Ziya Gökalp’la tanışıyorum. Bütün araştırmalar, makaleler, yazılar önemini yitiriyor o anda. Kafamda sadece, bilmediğim âlemleri bilme düşüncesi var. Başka her şey soluklaştı gözlerimde. Mitler ve mitolojileri araştırmak, öğrenmek ve her birinin canlı şahidi olmak istiyorum sadece. Geçmişte bizden hep uzak ve yalnız, odasında kitaplarının arasında kaybolan dedeme, hep kızmışımdır. Şimdi ben aynı durumdayım. Görmek, bilmek, o büyülü âlemi özümsemek istiyorum. Neredeyse hayattan koptum ve başka bir âlemin canı oldum. Bu âlemde boş bir kabuk bedenim. Diğer âlemde ise, kabuğundan ayrı düşmüş bir ruh. Ben bir daha tam olamayacağım. Yine de sana geliyorum, ey beni capcanlı âleme taşıyan yol. Buğulu bir loşluk var kütüphanemde yine. Bütün kitaplarım çığlık atıyor. Adeta bağırıyorlar bana ”Beni de oku! Beni de oku!” diye. Üzgünüm onlara bakarken şimdi. Sanırım sevgilisini aldatmış bir âşığın mahcupluğu var üzerimde. Yine de herkese sırtımı dönmeme neden olan yeni sevgilime doğru atıyorum adımlarımı. Ey sevgili, ver elini. Şimdi seninle el ele çıkalım ufkumuzu genişletecek yeni bir âleme. Parıldadı boynumda gizlediğim pusulam. Bembeyaz sayfaları olan, üzerinde oymalar bulunan kitabımı aldım ve yerleştirdim pusulamı oyuğa. Hadi sevgili, şimdi gidelim seninle Altay dağlarına. Bakalım Kuday, nasıl yaratmış yeryüzünü ve insanlığı? Bembeyaz parıldayan ışığın içinden çıktım gökyüzüne. Koskoca âlem bomboştu şimdi. Yalnız

su vardı. Nasıl bir boşluktu bu? İnsanın tüylerini diken diken eden. Suyun üstüne süzülen iki büyük beden gördüm. Bunlardan biri heybetli, parlak ve güzeldi. Diğeri ise, daha bir ufak tefekti. İnsana huzursuzluk veren bir havaya sahipti. Kara kaz şekline girip suyun üstünde süzülmeye başladılar. Büyük olan Tanrı Kuday’dı. Küçük ve kötü mizaçlı olan Erlik’ti. Ben bu defa rüzgarla oynamadım. Son dönemin karamsarlığı ve bilmeye odaklanmışlığı zevksiz bir hale sokmuştu beni. Usulca yanaştım Kuday ve Erlik’in yanına. Kuday gördü beni gülümsedi ve selam verdi. Sıcacıktı bakışları evladına bakan bir anneninki kadar. Erlik, umursamadı beni. Adeta yok sayıldım onun tarafından ve birden atladı suya. Büyük gördü kendini Kuday’dan ama yüzemedi. Yardım dilendi Kuday’dan. Kuday çık dedi ve birden çıktı sudan Erlik. Tanrı buyurdu: “Sağlam bir taş alırsın.” Suyun içinden bir taş çıktı ve oturdular bu taşa. Tanrı bu sefer Erlik’e buyurdu suya inip oradan toprak almasını. Erlik, suya indi ve aldı sudan toprağı verdi Tanrı’ya. Tanrı Kuday, Savurdu toprağı suyun üstüne ve pürüzsüz yer oldu. Bir daha dedi Erlik’e sudan toprak almasını. Erlik tekrar elindeki toprakla çıktı sudan. Tanrı toprağı savurdu ve büyü dedi toprağa. Katı yer oluştu toprakta. Bu sırada Erlik boğazını tutmaya, bağırmaya başladı. Ben, onun bağırmasından ürküp sığındım Kuday’ın gölgesine. Meğer Erlik, sudan aldığı bir miktar toprağı ağzına atmış. Tanrı büyü diyince toprak büyümeye başlamış. Yalvardı Erlik tekrar tanrıya kurtarması için onu. Tanrı, tükürmesini emretti ve tükürdü Erlik. Böylece dağlar, tepeler oluştu. Tanrının muntazam şekilde yarattığı yer Erlik yüzünden pürüzlü oldu. Tanrı, Erlik’in kendine toprak yapmak için böyle yaptığını öğrenince çok kızdı. Artık onun günahlı olduğunu söyledi. Erlik’e itaat eden halkın düşüncelerinin kötü kendisine itaat eden halkın arı ve temiz olacağını söyledi. Erlik, aklımızı çelen Şeytanmış meğer. Onun yolundan gidenler, hep günahkar sayıldı.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tanrı, dünyayı şekle sokma sanatını gerçekleştiriyordu. Dalları olmayan bir ağaç gördü. Bana döndü dedi ki “Dalları olmayan ağaç güzel değildir.” Biliyorum ki dalsız ağaç kurumuştur meyve vermez. Kuday’a seslendim “Ey Kuday, sen en büyük sanatçısın. Şimdi senden başka kim yokken düşünebilirdi bu dalları?” Sevindi bu söylediğime Kuday. Dokuz tane dal bitmesini diledi ve diler dilemez büyüdü dokuz tane dal. “Dokuz dal kökünden dokuz kişi türesin ve bunlar dokuz ulus olsun.” dedi. Koskoca bir kalabalık oluştu kimsesizlerin diyarında. Tanrıyı daima kıskandı Erlik. Kendisi de bir şeyler yapmak istedi. Gördü Tanrı’nın halkını o da bir halk yaratmak istedi. Buna yetecek kudreti yoktu. Biraz olsun acıdım ona. Aslan kazanamayacağı bir savaşta başroldü. Kişilerin yanına gitti. Baktı ki ağacın üstünde türlü türlü meyve vardı. Kişiler yalnızca beş daldan meyve yiyor, diğer dallara dokunmuyordu. Tanrı uyarmıştı insanları yaratırken onları. Sakın bu dört daldan meyve yemeyin diye. Ben adeta gölgesi gibi takip ediyordum onu. Duymuştum bu emrini. Erlik bunu öğrenene kadar, hepsi itaat etti Tanrı’nın bu sözüne. Kendi halkını isteyen Erlik, elinden gelen kötülüğü yaptı bu kişi ve hayvanlara. Törüngey adlı kişiye Tanrı’nın yalan söylediğini, bu dört dalın meyvesinin yenilebileceğini söyledi. Törüngey onu dinlemedi. Erlik ya bu durmadı, başka yollar aradı. Tanrı Kuday’a seslendim; “Kuday! Kuday! Erlik senin yasaklarını çiğnetmek istiyor halkına.” Kuday sözünü söylemişti ya bir kere beni dinlemedi. “Ben onlara yapmayın dedim. Sözümü dinlemek onların elinde.” dedi. Ben mahsun eydim başımı. Hakkı vardı Kuday’ın. Dinlemek ya da dinlememek elimizdeydi bizim. Şimdi de öyle. Tıpkı dünya yaratılırken Adem ve Havva’nın dinlemesi gerektiği gibi. Tıpkı şu an dinlememiz gerektiği gibi… Kuday dört dalı koruması için yılanı görevli kılmıştı. Erlik yılanın ağzından girdi ve yemesini sağladı yasaklı meyveleri. O sırada Törüngey ve karısı Eje oradan geçiyordu. Yılan kılığındaki Erlik, “Hadi gelin, siz de yiyin. Çok lezzetli.” dedi. Törüngey kabul etmedi ama Eje düşünmedi yedi meyveyi. Sonra da Törüngey’in dudaklarına sürdü. Birden bir fırtına koptu dünyada. Bir ruh gibi ortada süzülen ben, kapıldım fırtınaya. Tutunamadım hiçbir yere. Törüngey ve Eje’nin vücudundaki bütün tüyler döküldü. Utandılar çıplaklıklarından ve saklandılar ağaçların arkasına.

Kuday göründü gökyüzünde. Olanı biteni gördü çok kızdı. Törüngey, Eje, yılan ve köpek, her biri birbirini suçladılar. Tanrı dinlemedi onları. Yılanın artık Şeytan olduğunu ve insanların ondan nefret edeceğini ve onu vurup öldüreceğini söyledi. Eje’ye ceza olarak çocuk doğurmayı ve sancı çekmeyi verdi. Törüngey’i de onun meyvesini yiyen diğerleri gibi ülkesinden kovdu. “Artık ben kişi yaratmayacağım, çocuklarınız olsun.” dedi. Sıra Erlik’e gelmişti. Sordu Erlik’e “Ne için ettin bunu?” Erlik, “Ben istedim sen vermedin, ben de hırsızca almaya karar verdim, alacağım. Atla kaçarsa düşürerek alacağım. İçip sarhoş olsa döğüştüreceğim, suya girse ağaca çıksa yine alacağım.” dedi. Tanrı çok sinirlendi. Onu üç kat yerin altına atacağını söyledi. Güneş ve aydan mahrum kıldı. Kızdığı insanlara da artık yemek vermeyeceğini, yemekleri kendilerinin bulacağını söyledi. Yine kıyamadı da elçisi Maytere’yi göndereceğini söyledi ve yeryüzünü terk etti. Gidenler yetim gibi bırakır içimizdeki çocuğu. Tanrı gitti ve şimdi bütün âlem yetimdi adeta. Elçilerini bıraktı ama kendisinin yokluğu ağır bir yüktü. Bundan sonra insanlık ne yapacaktı? Kuday elini tamamen çekmiş miydi âlemden? İşte bu merakım da saklandığım yerden izlerken son bulacaktı… Devam edecek…


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KİRLİ SOKAKLAR Sokaklar kirlidir İçinde annesine doymamış Yetimlerin inlemesi gizlidir. Sokaklar kirlidir Acıklı bir filmin mendilleri Yarısı soyulmuş kestaneler gizlidir. Sokaklar kirlidir Henüz kanlı kemikler Mefûlün’le yaşayan edebiyatçılar gizlidir. Sokaklar kirlidir Özgürlük arayan 17’liklerin Tam sayfa manşetleri gizlidir. Sokaklar kirlidir Daha yeni yıkanmış gökkuşağının Lacivertleri gizlidir.

Sema Keser


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DEM (TAHASSÜR) Yar demlendik hasretinle Nemlendi bu gözler yine Had safhada duygular Demleniyor çay özleminle

Ay sel olmuş geceye sen Karanlığımı aydınlatabilse Ay sen olsan da gelsen Keşke güneşim olabilsen

Geceye çalar meyhane Heceye anlam pervane Kızıla döner şu yerküre Sevda ömür boyu sürer

İlhamım gelse de yazsam Sana yazıp yazıp doysam Şiirler akarsu misali aksa Cennet yüzüne baksam

Derler işi bilen alimler Şiirbaz şair olan beyler Ya Rab vasl nasip eyle Yoksa naçar aşık neyler

Aksanım bozuk bazen de İşte seni seviyorum da Sevmek ayıp mı suç mu Nedir bu hal ahval Yar

Demlenir buğdayla nefes Zemzem akıtır kulağa ses Bir kulaçta mı geçilir kafes Yoksa ummana mı açılır söz

Bir ay sonra gidiyorsun Bilsen nasıl bir dert bu Ebedi hüzün bu korku Düşünsene sen yoksun

Nerede burada remiz raz Çaldık kavala nağme saz Şiirle sevgili gelir mi kaz Az sonra anlarsın son yaz

Ne yapar acep bu yolcu Yüz sürsem dergahına Doldur saki kadeh boş Zehir mi zift midir bu

Kış kapıda sana tek kaldın Son bir ay bu öldür Allah’ım Döndür beni bigane yolumdan Uzaktan uzağa nasıl Allah’ım

Öldür beni yaralı bırakma Ey Çalab çalsın nağme saz Aslında açık kapalı mı söz Tek soru görsün şu göz

Beni destan ettin sen dillere Adımı dile düşürdün ellere Kulak veren olmadı sözlere Şiirlere saçmalıklar karıştı

Bu derdi anlatmaya kelam Yazmaya merhem yeter mi?

Şiir seller içinde gezer Şiir sel olur akar göze Şiirsel anlam sana gözlem Şiir de mana sana özlem

Süleyman Erkut


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SURNÂME ÜZERİNE Sevgili okur, beğenilerinizden hareketle bir mesnevi dizisi yayımlamak istedim. Kıyafetnâme’nin ardından Surnâme ile karşınızdayım. Malumunuz Ramazan ayını geride bıraktığımız şu günlerde düğün mevsimi hız kesmeksizin devam etmekte. Bu anlamda Osmanlı dönemindeki Surnâmeler de literatürde, günümüzdeki düğünleri karşılamaktadır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden 19. yüzyıl sonlarına kadar padişahlar veya saray mensupları tarafından çeşitli vesilelerle yüzlerce şenlik ve tören düzenletilmiştir. Bu şenlikler, padişah çocuklarının doğumları (velâdet-i hümâyun), sultan hanımların ya da saraya mensup kişilerin evlilikleri (sûr-i cihâz), şehzadelerin ilk derse başlamaları (bed-i besmele), kazanılan askerî zaferler (fetih şâdumânlığı), ordunun sefere çıkması gibi vesilelerle ve en çok da şehzadelerin sünnet törenleri vesilesiyle yapılmıştır. Şenlikler, tarihçiler, gösterileri izleyen yerli ve yabancı konuklar tarafından kaydedilmiş ve bu şenliklerden bazıları edebî eserlere konu olmuştur. 16. yüzyılda ise yalnızca şenlikleri ele alan ve “sûrnâme” adıyla anılan edebî bir tür ortaya çıkmıştır. “Sûr” sözcüğü “düğün, ziyâfet, şehrâyin, şenlik” anlamlarına gelir. “Nâme” sözcüğü de “mektup, risâle, kitap” gibi anlamlar taşır. Düğün, şenlik, ziyafet ve benzeri konularda yazılan eserlere ve genel olarak bu edebî türe, bu iki sözcüğün birleşmesinden meydana gelen “sûrnâme” adı verilmiştir. Mehmet Arslan’ın “Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri ve Bu Konuda Yazılan Eserler: Sûrnâmeler” başlıklı makalesinde verdiği bilgilere göre 1298 yılında Orhan Gazi’nin evliliği vesilesiyle yapılan şenlik, Osmanlı hanedanı tarafından düzenlenen ilk evlenme şenliğidir. 1365’te I. Murad’ın şehzadesi Bayezid (Yıldırım) için yapılan şenlik ise ilk sünnet şenliğidir. XIX. yüzyıl sonunda, 1899’da II. Abdülhamid’in, şehzadesinin sünnet düğünü dolayısıyla yaptırdığı şenlik ise Osmanlı hanedanı tarafından düzenlenen son büyük kutlamadır. Esin Atıl’ın ‘’Levni and the Sûrnâme: The Story of an Eighteenth Century Ottoman Festival” adlı kitabında verdiği bilgilere göre ise, kayıtlara geçen ilk şenlik 1285 yılında

Sırdem Kemiksiz

I. Osman’ın Karaman Emiri’nin kızı ile evliliği vesilesiyle düzenlenen şenliktir.Özdemir Nutku, “Eski Şenlikler” başlıklı makalesinde 48’i önemli olmak üzere 79 saray şenliğinin saptandığını söyler . Bunlar arasında etkinliklerinin görkemi ve uzunluğu ile en fazla bilinenler şunlardır: Fatih Sultan Mehmed’in oğulları Bayezid ve Mustafa için 1457’de Edirne’de düzenlettiği ve 1 ay süren şenlik; Kanuni Sultan Süleyman’ın dört oğlunun sünneti dolayısıyla 1530 yılında düzenlenen ve 3 hafta süren şenlik; III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed’in sünneti için düzenlettiği ve iki aya yakın süren şenlik; IV. Mehmed’in oğlu Mustafa ile Ahmed’in sünneti için 1675 yılında Edirne’de düzenlettiği on beş gün süren şenlik ve 1720 yılında III. Ahmed’in dört şehzadesinin sünneti için düzenlettiği ve on beş gün süren şenlik. Osmanlı şenliklerinde, ilkel bereket törenlerinden kalma simgeler olan nahıllardan, Habsburg hanedanlarının şenliklerde kullandığına benzer “otomat” denilen fantazi ürünü teknolojik araçlara dek pek çok farklı dönem ve kültüre ait öğeleri bir arada bulmak mümkündür. Metin And da 40 Gün 40 Gece adlı kitabında, şenliklerdeki aşırı savurganlık, aşırı yiyecek sunma, yiyecek sunulan kapların konuklara yağmalatılması gibi geleneklerin eski Türkler’de de bulunduğundan söz eder. Nitekim Dede Korkut Hikâyeleri’nde görülen, şölen sahiplerinin evlerini yağmalatması geleneği, Osmanlı şenliklerindeki “çanak yağmaları”nı hatırlatır . Osmanlı şenlikleri bütün olarak ele alındığında, sözü edilen bu kaynaklardan hiçbirine tam olarak benzemediği görülür; ancak şenliklerin çeşitli öğeleri incelendiğinde farklı dönem ve kültürlere ait kaynakların izleri bulunabilir. Bizans eğlenceleri bunlardan biridir. Osmanlı şenliklerinin bazı öğeleri Bizans eğlencelerinde de görülür. Osmanlı şenlikleriyle Bizans eğlenceleri arasındaki en önemli benzerlik, pek çok Osmanlı şenliğinin Atmeydanı’nda, yani eski Bizans hipodromunda yapılmış olmasıdır . Osmanlı’da olduğu gibi eski Bizans’ta da hipodrom, şenlik ve eğlencelerin düzenlendiği bir alandır. Bundan başka, Osmanlı şenliklerindeki çeşitli gösteri ve eğlencelerin benzerlerinin Bizans şenliklerinde de bulunduğu bilinmektedir.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ Sûrnâmelere gelnce, akla gelen ilk sorulardan biri bu metinleri kimlerin, hangi amaçla kaleme aldığıdır. Yazarlar, yapılan bir şenliğin ardından kendi istekleriyle bir sûrnâme kaleme alabildikleri gibi padişahın ya da “sûr emini” adı verilen şenlikten sorumlu kişinin emriyle de bir eser yazabilirler. Yazarların sûrnâme yazmaktaki amacı Gelibolulu Âlî örneğinde olduğu gibi genellikle padişahın gözüne girerek mevki ve makam elde etmek arzusudur.

1582 yılında Sultan III. Murad’ın (s. 1574-1595) oğlu Şehzade Mehmed (daha sonra III. Mehmed, s. 1595-1603)’in sünnet düğünü vesilesiyle düzenlenen ve yaklaşık iki ay süren şenlik, gerek uzunluğu gerekse yapılan kutlamaların görkemi bakımından Osmanlı şenliklerinin en ünlülerinden biridir. Bu görkemli olay, tarihçilerin yanı sıra, kutlamalarda hazır bulunan çok sayıda yabancı konuk ve elçi tarafından da kaydedilmiş ayrıca pek çok edebî esere de konu olmuştur. Şenlik, sûrnâme metinleriyle öykülenirken, dönemin bir başka önemli sanat dalı olan minyatürle de resimlenmiştir. Söz konusu görsel ve yazılı malzeme 16. yüzyılda halkın gündelik hayatından saray göreneklerine, üretim ilişkilerinden çeşitli sanatsal formlara dek pek çok konuda önemli bir bilgi kaynağıdır. Ortaya koyulan çeşitli sanat ürünleri, içlerinde barındırdıkları malzemenin zenginliğiyle birçok araştırmacının dikkatini çekmiştir. Osmanlı’da eğlence hayatı ve gösterim sanatlarıyla ilgili çalışmalarıyla tanınan Metin And, ilk defa Kırk Gün Kırk Gece (1959)2 adlı kitabında Osmanlı şenliklerinden, özellikle de 1582 şenliğinden söz eder. Yazar bu çalışmada, şenlik hakkında bilgiler vererek Sûrnâme-i Hümâyûn’u ayrıntılı bir biçimde tanıtır. And’ın, özellikle Avrupa arşivlerinde yaptığı araştırmalar sonucunda elde ettiği bilgiler, A History of Theatre and Popular Entertainment in Turkey (Türkiye’de Tiyatro ve Popüler Eğlence Tarihi) (1964) ve Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları (1982) gibi çalışmalarında yer alır.

Sayıları az olmakla birlikte, şenliklerin bazıları Nev’î, Cevrî, Hayalî Bey, Yahya Bey, Seyyid Vehbî, Reşid, Kamî, Figanî, Nesib, Râzî ve Samî gibi şairlerin divanlarında, çeşitli mecmualarda yer alan ve içlerinde şenliklere ait tasvirlerin bulunduğu “sûriyye kasideleri”nde ele alınmıştır. Bazı şenlikler ise Şeref Hanım, Sâdi, Aynî ve Cevrî gibi yazarların “sûriyye tarihleri”nde ve ayrıca “rübâîler”de ele alınmıştır. Bunlardan başka içlerinde sûrnâme niteliği taşıyan bölümlerin yer aldığı, Güvâhî’nin Pendnâme’si, Hüseyin Hezârfen’in Telhîsü’beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân’ı, Seyyid Lokman’ın Hünernâme ve Şehinşâhnâme’si ve Zübdetü’l-Eş‘âr gibi eserler de vardır. 1582 şenliği hakkında yazılmış olan Gelibolulu Âlî ve İntizâmî’nin sûrnâmeleri ve şenlik minyatürleri, şenliği hep aynı noktadan, yani Atmeydanı’nda İbrahim Paşa Sarayı’nın olduğu yerden betimler. Dolayısıyla, bu metinlerin okurları da şenliği hep aynı noktadan izler. Bu hiç değişmeyen bakış açısı, minyatürlerde daha da belirgin bir şekilde görülür. Padişahın oturduğu İbrahim Paşa Sarayı ile onun hemen yanında davetliler için kurulmuş olan izleme yeri, meydanın ortasındaki üç dikili taş ile birlikte geçit töreni için bir dekor oluştururlar. Bu dekor, şenliğin başından sonuna dek ufak değişiklikler dışında hep aynı kalır. Değişen yalnız bu dekorun önünden geçen çeşitli gruplar ve yapılan gösterilerdir. Sûrnâmelerde halk, ancak geçit törenine katılarak hünerlerini sergileyen çeşitli meslek ve zenaat sahipleri ve hemen her gün yapılan çanak yağmalarında yemekleri yağmalayan bir güruh olarak vardır.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dolayısıyla, padişah tarafından düzenletilen resmî bir kutlama olduğu bilinen 1582 şenliğinin halk arasında kutlanıp kutlanmadığı, kutlanıyorsa ne tür etkinliklerin yapıldığı, sûrnâme metinlerinden yola çıkılarak anlaşılamaz. Bununla birlikte sûrnâmeler, yazıldıkları dönemin dil ve edebiyat anlayışıyla, toplumsal olayların edebî metinlerde nasıl ele alındığını yansıtan önemli metinlerdir. Ayrıca, ele aldıkları şenlikler, düzenlendikleri devrin Osmanlı saray düzeni ve yaşam biçimi, düğünlerle ilgili âdet ve gelenekleri, dönemin oyunları, eğlenceleri, kıyafetleri, müziği gibi pek çok öğeyi içinde barındıran çok yönlü olaylar olduğundan, sûrnâme metinleri de söz konusu öğeler hakkında bazı bilgiler içerir. Son olarak Surnâmeleri edebiyat dünyamızda önemli kılan en önemli özelliklerden biri de tarih düşmesinin yanı sıra nahıllar ve eserde kullanılan minyatürlerdir.Nahıl (nahl), üğün veya sünnet alayının önünde taşınan, üzeri çeşitli şekillerle bezeli, ağaç biçimli süs. Edebiyatta divan şiirinde sevgilinin boyunun uzun ve düzgün olduğunu belirtmek için kullanılır. Arapça bir kelime olup “hurma ağacı” mânâsına gelmektedir. Düğün veya sünnet alaylarında kullanılan nahıllar daha çok servi veya hurma ağacı şeklinde yapılırdı. İskeletleri demirden hazırlanır ve her tarafında çengeller yapılırdı. Bu çengellere balmumundan yapılmış yemiş ve çiçek biçimlerindeki şekiller, değerli taşlar, altın ve gümüş yapraklar ile renkli ve yaldızlı kâğıtlar asılırdı. Nahılların bir yerden bir yere nakline “Mum alması” denilirdi. Osmanlı sarayında evlenecek sultanların, sünnet olacak şehzâdelerin nahılları çok kere Eski Sarayda hazırlanır, buradan dâmâdın evine yâhut sünnet düğününün yapılacağı yere muhteşem bir alayla getirilirdi. Evliyâ Çelebi nahıllarla ilgili bilgi verirkenİstanbul’da dört dükkanda 55 nahılcı bulunduğunu ve bu dükkânların Koska Fırını yanında, Aksaray’da ve Tahtakale’de olduğunu yazmıştır.

1

Surnâmelerde 1582 Şenliği: Gülsüm Ezgi KORKMAZ Yüksek Lisans Tezi

Nahıllar birkaç tâne olursa birisi ve en büyüğü önde giderdi. Onu şeker bohçaları, şekerleme ve tatlı sinileri, şerbet sürahileri, cihaz bohçaları, para keseleri, cevâhir kutuları tâkip ederdi. Bundan sonra sırtlarında kurbanlık koyun taşıyan hamallar ve cihaz (çeyiz) katırları gelirdi. Nahılın ikincisi, gelin arabanın önünde götürülür ve yanlarında iki süvârî bulunurdu. Bugün Anadolu’daki köy düğünlerinde de böyle nahıllar düzenlenmektedir. Nitekim Ürgüp köylerindeki düğünlerde oğlan evinin hazırlattığı iki metre boyunda külah biçiminde tahtadan bir iskelet üzerine renkli kağıtlar ve mumlarla nahıllar yapılması, nahılların övülmesi, dâmâdın da nahılı övene bahşiş vermesi gelenek hâlinde yaşamaktadır. 1


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ZARİFOĞLU’NUN RAHLESİNDE Ayşe Bengisu Akdağ 1 Temmuz 1940. 37 yıllık kısacık ömrünü “Hayat boş geçti / Geri kalan korkulu” diye anlatan şairin dünyaya gözlerini açtığı gün. Cahit Zarifoğlu… Doğunun hülyasını, sırrını, estetiğini kendine hırka yapan elest bezminden bir şair. İtiraf edelim, Temmuz ayında dergimizde dosya konusu olarak neyi ele alacağımızı, kimi araştıracağımızı çok düşündük, çok tartıştık… Son zamanlarda edebiyatın popüler kültüre malzeme olduğu, bazı önemli şahsiyetlerin artık her elde, her sayfada yer aldığı, hatta bu isimlerin İnstagram’a hapsolduğu da malum. Bu bağlamda doğum yıl dönümü denk gelen üstad Cahit Zarifoğlu’nu ne kadar incelemek istesek de bu güruha dahil olmamak, popülerlik için kapağına belli isimleri koyan anlayıştan gibi görünmemek adına çok tereddüt yaşadık. Ama yine de bizim de Zarifoğlu hakkında incir çekirdeği kadar söyleyecek bir sözümüz var dedik ve dosya konumuzu Cahit Zarifoğlu olarak belirledik. Şair yaşadıklarından çok şiirindedir bence. Bu sebeple ben de Zarioğlu’nu Zarifoğlu yapan özelliğinden hareketle ele almaya çalışacağım onu. Düşünce ve inançlarını icraatlarıyla ortaya koymayı tercih eden Zarifoğlu’nu... Dindar bir şair kimliğiyle Cahit Zarifoğlu’nu… Türk sanat, edebiyat ve düşünce sahasında İslami kimliğini öne çıkaran sanatçıların ifade imkânı bulmaları, kullanmaya başlamaları, 1960 sonlarına rastlar. Necip Fazıl ile başlayan, Sezai Karakoç’un daha farklı bir ifade biçimi ile devam ettirdiği Cumhuriyet sonrası İslami şiirin son çeyrek yüzyıllık dev-resine baktığımızda Cahit Zarifoğlu bu noktada kuşkusuz ilk akla gelen isimlerdendir. Şair, Alman Dili ve Edebiyatı mezunu olarak Batı kültürüne vakıftır. Ancak onun şairliğinin temelleri, sonradan aldığı eğitime değil, kendinden var olan İslam anlayışına dayanır. Yine

de Müslüman bir şair olup Doğuya yönelmiş gibi görünse de, Batı kültürünü, sanatını ve edebiyatını incelemiş, kavramış ve bu alanda iyi bir bilgi birikimine sahip olmuş bir şairdir. Bunun doğal bir sonucu olarak da Zarifoğlu’nun şiirinde metafizik kuşkular, dünya, ahiret, kozmik âlem, ölüm ve hayatla ilgili temalar dikkat çeker. Bu konular on yıllarca olduğu gibi şairin yaşadığı dönemdeki sanatçılar tarafından da ele alınmıştır. Onun şiirini faklı kılansa söz konusu temaları işleyişindeki farklılıktır. 60’lı yıllar hepimizin malumu İkinci Yeni’nin en görkemli zamanlarını yaşadığı dönemlerdi. Cahit Zarifoğlu’nu bu noktada biçim yerine öze önem vermek, sembolcü bir anlatım yöntemi izlemek, mısralarda ölçü gözetme¬mek, noktalama işaretleri kullanmamak gibi bazı önemli özellikleri dolayısıyla İkinci Yeni’ye yakın saymak doğaldır. Ancak Zarifoğlu’nun şiiri biçimsel ola¬rak çağa ayak uydurmuş olsa da muhteva olarak Türk İslam edebiyat geleneğini yaşatmaya devam etmektedir. Alışılmadık bir söz dizimi ve geriye dönüş tekniği kullanarak, şiirlerinde imaj ve imgelere önem vererek kendi orijinalliğini yaratmıştır. Bunu kendisi de Ferman Karaçam’ın “Şairin bir öğrenci olduğunu düşünürsek siz hangi okula mensupsunuz ve adını unutamadığınız bir ustanız var mı?” sorusuna verdiği şu cevapla açıklamıştır diyebiliriz: “Bir okula mensup olmadım. Ustam da olmadı. Rilke’nin etkisinde kalmış olabilirim. Ama onu hiç tanımadan zaten ovârî yazıyormuşum. Böyle demişlerdi. Daha çok kendimin etkisinde kaldım. En çok okuduğum şair Cahit Zarifoğlu’dur. Hani etkisinde kalmış olabilirim dediğim Rilke’den okuduğum şiir sayısı onu geçmez. Sistemli bir edebiyat okuyucusu olamadım. Edebiyattan hep sınıfta kalabilirim. Yerli edebiyatı, hele edebiyat tarihini hiç bilmem. Bunları bir gün itiraf edeceğimi biliyordum.” 1


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Zarifoğlu’nun kendisinin de belirttiği gibi edebiyatı İslam çerçevesinde, fakat yine kendine özgü bir edebiyattır. “İslam asla bir ‘öğreti’ değil, onun dünyası, inanç ve güzellik âlemidir. Şair o dünyayı İslam’ın timsalleri, sembolleri ve çağrışımları ile doldurmaktadır.” 2 Bu semboller, çağrışımlar açısından, örneğin, Zarifoğlu’nun “Aşkın bin gözlü devasa bir baş imiş / Yur her birini uykulardan sohbetin” beytine baktığımızda burada “bin gözlü dev” olarak betimlenenin, Allah’a duyulan aşk olduğu anlaşılmaktadır. “Dev, ona duyulan aşkın büyüklüğünü, devin bin gözlü olması ise ilahî aşkın çeşitliliğini ifade etmektedir. Na¬maz kılarak, Kur’an-ı Kerim’i okuyarak Allah ile sohbet eden kimsenin gözleri, bu sohbetin nuru ile yıkanır ve böylece o kimse gaflet uykusundan uzak olur.” 3 Cahit Zarifoğlu’nun diğer şiirlerinde de bu türden sembollerin yer aldığı anlatım ve betimlemelere sıkça rastlanmaktadır. Onun şiirlerinde dinitasavvufi konular gözle görülür bir biçimde işlenmemiştir. Satır aralarından okuyucuya ulaşırlar. “İslami duyarlılığa sahip olmak, her şiirde mutlaka İslam’ı işlemek değil elbet” diyen Zarifoğlu’nun İslami ögeleri işleyişindeki bu sembolik tavır, divan edebiyatındaki tasavvufi unsurların şarap, mey, saki vb. simgeleri ile anlatılmasına benzer. Keza şiir kitaplarına verdiği isimlerde de bu semboller göze çarpmaktadır. Kendisi de yine bu konuda şunları dile getirmiştir: “İşaret Çocukları” bir bakıma işaret edilen, gösterilen, seçilen çocuklardır. Bunlarda bir takım manevî yetenekler vardır. Bunlar büyürler ve “Güzel Adam” olur¬lar. “Yedi Güzel Adam” başlıklı kitap ve içinde yer alan şiirler, bu güzel adamları anla¬tır. Fakat bunlar adeta dünyevî, maddî bir mücadele içindedirler. Evet bir mücadele içindedirler. Soylu bir davanın kavgasını yaparlar. İçlerindeki soyluluk, manevî güç bu kitapta daha çok irilik, adele kuvveti, şecaat şeklinde belirginleşir. Öfkeli adamlardır bunlar.

İri gövdelerine, rüzgarlı başlarına rağmen, ipince bir yürekleri vardır. Hassas¬tırlar. Âşık olurlar. Sevgilileri anlatılan bu atmosfer içinde biraz belirsizdir. İyi gören gözler bu şiirleri okuduğunda sevgilinin zaman zaman bir kadın, zaman zamansa ma¬nevî bir özellik olduğunu görür. Davadır sevilen. Uğruna mücadele edilen şey: İslamî bir öz. Ama henüz tam yola koyulmamıştırlar. Bir anlamda kabukta seyrederler. Ve işte bu “Yedi Güzel Adam” kitabından sonra “Menziller” gelir. Bu güzel adamlar belli bir menzile doğru yola koyulurlar. Allah ve Peygamber sevgisi, dünya ihmal edilmeden ön plana çıkmaya başlar. Ve tasavvufî algılama daha netleşir. İşte son kitabımız olan “Korku ve Yakarış” menzile doğru yol alan güzel insanların, bu mü’minlerin vardıkları bir makamdır. Korku ve yakarış makamı. Tam İslamî deyimiyle “Havf ü Reca” maka¬mı. Bütün mü’minler bu makamda bulunurlar. Korkarlar Allah’tan ama aynı zamanda umarlar. Beklerler. Allah’ın af ve merhametini, lütuf ve keremini beklerler. Allah’a giden yol ibadetle, sadakatle, sabırla, cihadla, Allah’ın emirlerine uymakla, yap dediklerini yapmak, yapma dediklerinden sakınmakla mümkündür. Ama bunlar bir veli için bile maksuda varmaya yeterli değildir. Bunları yaptıktan sonra sadece umulur. Bu reca makamıdır” 4 Son kitabı olan Korku ve Yakarış ise “menzile doğru yol alan güzel insanların” vardıkları bir makamdır. Bu kitabının adıyla ilgili de şu açıklamalarda bulunur: “Kederleri Allah’ın rızasını almak bakımından güzel çocukların, büyüyüp güzel adamlar olan adamların, menzile koyulanların ve korku ve reca makamına varanların durumu budur ve Korku ve Yakarış kitabı bütünüyle değil ama genel olarak veya yer yer bunu anlatmaktadır. Bilmiyorum, bu anlattıklarımla, “anlaşılmaz şiirler yazdığı oldukça sık söylenen ben”, fazla müsbet, fazla iyimser mi davrandım.”5

Cahit Zarifoğlu, Konuşmalar, 1.baskı, İstanbul: Beyan Yayınları, 2006. Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı IV, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. 3 Nuriye Kayar, “Cahit Zarifoğlu’nun Poetikasında Türk İslam Edebiyatı Geleneğinin Devamı”, III. Türkiye Lisansüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı IV. 4 Cahit Zarifoğlu, agy 1 2


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Zarifoğlu’nun şiirlerindeki, sanatındaki bu yönelim de elbette hayatında yaşadıkları ve yetiştiği ortam etkilidir. Dini-tasavvufi geleneklerin sımsıkı korunduğu ve yaşatıldığı bir ailede yetişmiştir. Şair, Yaşamak ismini verdiği günlüklerinde “Rahmetli babam da Nakşiydi” diyerek babasının tasavvufla bağlantısına işaret etmiştir. İşaret Çocukları kitabında yer alan “Şan” şiirinde, babası Niyazi Bey’in kendisini götürdüğü bir sohbet meclisinden söz etmektedir: “Bir haneye çağrıldılar Halılar hasırlar ve kaynayan canlar Acı kahve derin fincanla sunuldu Oraya ateş birikmesi gibi oturdular Gözlerini kapıyarak ve sormıyarak Dervişler Basık ve duvarları secdeye giden odada Hasırlar acı kahve derin halli uşak Halvet ve küçük ağzımla Uçar dalgınca uyurdum sakallarında”

37 yıllık kısacık bir ömür yaşamış olan ve içinde bulunduğumuz ayda doğumunun 76. Yılında özlemle ve rahmetle andığımız Cahit Zarifoğlu, kendi tarzını oluşturmasıyla İkinci Yeni’nin şairleri arasından sıyrılmayı başaran bir isim olmuştur. Zarifoğlu, İslami edebiyatın önemli isimlerinden biri olan bir şairdi. Eserlerinde dil, üslup, içerik, imge ve anlam bakımından yarattığı kendine özgü tarzıyla Türk edebiyatında edindiği yer, çok büyüktür. Son zamanlarda güncel ilginin de vasıtasıyla hakkında yapılan makale ve tez çalışmaları artmakla birlikte bu zamana kadar büyük ölçüde göz ardı edilmiş olması hatta Cumhuriyet Dönemi şiirini ele alan birtakım kitaplarda Zarifoğlu’nun Z’sine bile rastlanmaması üzücü bir durumdur. Rahmet ve özlemle…

Bunun yanında askerlik döneminden sonra Zarifoğlu’nun, sanat anlayışında ve hayatında yeni bir döneme girdiği görülmektedir. Eski bohem şairliğin yerine, artık toplumsal sorunlara daha çok eğilen, Müslümanların dertlerini önemseyen mücadeleci bir anlayışa geçmiştir. Sonrasında da 1977 yılında o da Nakşî meşâyıhından bir mürşide intisap ederek tasavvufî bir hayat tarzını benimser hale gelmiştir. Yakın dostları, bu tarihten itibaren farklı bir Cahit Zarifoğlu portresi ile karşı karşıya olduklarını vurgulamışlardır. Denilebilir ki önceleri “prens bohem sanatçı havasında olan, kolay küçümseyen ve insanlarla rahat diyaloğa giremeyen” 6 Zarifoğlu bir dönüşüm geçirmiştir. Sanatçının yakın dostu Mehmet Akif İnan da, bu değişimle ilişkili olarak şu yorumu yapar: “Cahit’in hayatında birbirini reddetmeyen, iç içe iki dönem var. Birincisi meselelerimize karşı biraz lakayd ve serazat ve bohem dönemi. Bir de 1970’lerden sonraki, toplumsal meselelere yöneldiği dönem.” 7

Cahit Zarifoğlu, “Cahit Zarifoğlu ile Konuşmalar” (Söyleşiyi Yapan: Akif İnan), Mavera (Cahit Zarifoğlu Özel Sayısı), S.129, Eylül 1987, s.101-104. Beşir Atalay, “Cahit Zarifoğlu’nun Kişiliği ve Sanatı Çevresinde” (Söyleşiyi Yöneten: Şaban Abak ), Cahit Zarifoğlu, Konuşmalar, Beyan Yayınları, İstanbul, 2011, s.169. 7 Mehmet Akif İnan, “Cahit Zarifoğlu’nun Kişiliği ve Sanatı Çevresinde” (Söyleşiyi Yöneten: Şaban Abak ), Cahit Zarifoğlu, Konuşmalar, Beyan Yayınları, İstanbul, 2011, s.204 5 6


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SEN KUŞ OLUR GİDERSİN BİR TRENLE Uzun bir geçmişimiz var Hiç yorulmadan En azından bir kere eğlenceli beşik ha biz varız ha biz maskeli balo Saygıya durup üstün bir gecede Bir sır payı katlayıp sade bir kahveden Keyifsiz bir detayın hükmüyle ha biz yokuz ha biz seferde Ya bu kez ölenleri görmeliysek Ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle Parka dolalım Park bizi alır önce Seyrimizden bir sabah kazanır Eğri fakat daha çok eğrilmez bir şöförle Sayısız rampaya katlanır ya güneşten daha zengin sofraya diz çökeriz ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle Oysa sergimize kuşlar gelir uzanır.

Cahit Zarifoğlu


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR EDEBİ DERGÂH: MAVERA Edebiyat tarihimizde dergilerin önemli bir rolü ve konumu vardır. Dergiler, edebiyat dünyamıza yeni şair ve yazarların takdiminde önemli rol oynamış, zamanın şartlarına uyarak, değişerek ve gelişerek günümüz kadar gelmiştir. Ülkemizde dergicilik faaliyetleri, Tanzimat’a kadar gitmektedir. 1891’de çıkan Servet-i Fünûn, Cumhuriyet’e kadar dergicilik faaliyetlerimizi etkilemiş, kendisinden sonra çıkacak olan edebiyat dergilerine rehberlik etmiştir. II. Meşrutiyet devrinde basın-yayın ürünlerinde artış gözlenmiş ve Genç Kalemler, Yeni Mecmua, İslâm, Milli Tetebbular ve Büyük Mecmua gibi dergiler çıkarılmıştır. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Türk dergiciliğinde bir değişme ve gelişme görülmüş, devrin ilk yıllarında dergilerdeki yaygın söylem, yeni kurulan cumhuriyete bağlılık olmuştur. Cumhuriyeti ve inkılâpları savunan dergiler, bunları halka benimsetmek için aracılık yapmıştır. 1 1 Kasım 1928’de Lâtin harflerinin kabulü üzerine, gazete ve dergiler büyük zorluk yaşamıştır. Halkın yeni alfabeye uyum sağlama sürecinde gazetelerin yarısı eski harf, yarısı yeni harf olarak basılmış, buna rağmen gazete ve dergi satışları iyice düşmüştür. Akabinde ülkemizde yapıla dil devrimiyle, bazı dergiler isimlerini değiştirmiştir. Bu dergiler arasında Servet-i Fünûn dergisi Uyanış olarak adını değiştirmiş ve onu diğer dergiler izlemiştir. 1933’ten itibaren çıkmaya başlayan Ülkü, İnsan, Varlık, Seçilmiş Hikayeler gibi dergiler yanında Tercüme Mecmuası, Kaynak, Yaprak dergileri de Türk dergiciliğinde bir çığır açmıştır. O dönemlerde çıkan Ağaç, Hisar, Büyük Doğu gibi dergiler, edebiyat dergiciliğinin gelişiminde önemli rol oynamıştır, diyerek sizlere bu yazımda Cahit Zarifoğlu ve onun edebi hayatının önemli

bir bölümünü teşkil eden Mavera dergisinden bahsedeceğim. Mavera dergisinden bahsetmeden evvel Cahit Zarifoğlu’nun edebi muhit olarak hangi dergilerde kalem çalışmaları yaptığı hakkında bilgi vereceğim: Cahit Zarifoğlu’nun edebiyat sahnesinde boy göstermeye başladığı zamanlar, yani 1960 -70 arası dönem, Türk dergiciliğinin en parlak devrini yaşadığı dönemdir. Bu devirde çıkan dergiler, birbirinden farklı içeriklerle yayın hayatına atılmış, dergilerde çevirilere, denemelere, eleştirilere ağırlık verilmeye başlanmıştır. Yeni Dergi, Yordam, Papirüs, Diriliş bu yeniliği yansıtan dergilerden olmuştur. 2 Cahit Zarifoğlu ilk olarak, Sezai Karakoç tarafından çıkarılan Diriliş dergisinde görülmektedir. İslam’ın dirilişi konusunun savunulduğu dergide Zarifoğlu, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt, Ebubekir Eroğlu, Cahit Koytak ve İsmet Özel ile birlikte kalem oynatmıştır. Düşünce yazılarının ön planda olduğu dergide ayrıca yabancı yazarların çeviri yazı ve şiirlerine de sıkça yer verilmiştir. 3 Zarifoğlu’yu ikinci olarak, Nuri Pakdil’in 1969’da çıkardığı Edebiyat adlı dergide Alaaddin ve Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt, Akif İnan ve Turan Koç’la beraber görmekteyiz. Orta Doğu, Afrika ve Batı Edebiyatlarından yapılan çevirilerle dikkat çeken bu dergi, geleneklerimize ve yerli kültürümüze bağlı olarak İslâmi dünya görüşünün edebiyatının yapıldığı bir dergi görünümünü sonuna kadar sürdürmüştür. Bu dergiler dışında Zarifoğlu, Yeni Dergi, Türk Dili, Papirüs, Soyut Yönelişler gibi pek çok dergide şiir, hikaye, sohbet, günlük, oyun, senaryo, roman ve çocuk edebiyatı alanlarında kalem

ZEYBEK, Şerife Nihal, Dinî Edebiyat Açısından Mavera Dergisi (1-80.Sayılar) İncelenmesi, Ankara Üniversitesi SBE, Ankara, 2008, sf. 5 ZEYBEK, Şerife Nihal, a.g.e, sf.11 3 ZEYBEK, Şerife Nihal, a.g.e , sf. 12 1 2


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

faaliyetlerinde bulundu, Yeni Devir, Milli Gazete ve Zaman gazetelerinde Zarifoğlu, Ahmet Sağlam ve Vedat Can müstear isimleriyle günlük yazılar yazdı. Mavera dergisi, Türk dergiciliğinin parlak dönemlerinde, 1975 -76 dönemlerinde birlikte kalem oynatan ve bu kalem faaliyetleri sonucunda yayıncılık konusunda tecrübe kazanan Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Akif İnan, Nazif Gürdoğan, Bahri Zengin ve Hasan Seyithanoğlu tarafından kurulan bir dergidir. Mavera dergisinin kuruluşunda daha önce kalem oynattıkları dergilerin ve etkilendikleri üstadların adlarını şöyle yad eder Nazif Gürdoğan: “ Karakoç, Pakdil ve Necip Fazıl kendilerinden hiçbir zaman mezun olunamayan birer üniversite olmuşlardır. Mavera ekibi bu üç çizgiyi takip etti.” (Gürdoğan : 2007:12) 4 Gürdoğan’ın bahsettiği bu üç çizgi, Necip Fazıl’ın çıkardığı Büyük Doğu dergisi, Sezai Karakoç tarafından çıkarılan Diriliş dergisi ve Nuri Pakdil’in çıkardığı Edebiyat dergisini temsil etmektedir. Bu çizgiyi takip ettiğimizde geleneklere , yerli kültüre bağlı bir edebiyat ve İslami değerlerin ön planda olduğu bir dergicilik anlayışına ulaşmaktayız. Her derginin kuruluş amacının olma zorunluluğu bulunduğu gibi Mavera dergisi de kuruluş amacını belirleyen ve bu amacı dergi kurulmadan evvel sağlam temeller üzerine oturtan bir dergidir. Zira dergiler, kendi düşüncelerini ve ürünlerini ortaya koymak isteyenler için vazgeçilmez araçlardandır. Bu işlevlerini gerçekleştirebilmeleri için sağlam bir amaç ve neden üzerine oturtulmaları gerekir. Nazif Gürdoğan ‘dan sonra derginin kuruluş nedenini bir de Rasim Özdenören ’den öğrenelim: “Bir kere her iki dergi de o tarihlerde uzun bir tatil dönemine girmişti. İkinci olarak tuhaf ama, sanıyorum kendimizi kısıtlanmış hissediyorduk. Gerçi Erdem, Akif, ben Edebiyat

4 5

dergisinin kuruluşunda da yer almıştık. Dergi bizimdi. Ben aynı zamanda Diriliş ‘in 1967 yılındaki ilk büyük çıkışında da hazır bulunmuştum. Bu her iki dergiye de kendi malım gibi bakabiliyordum. Ama öyle nazik bir durum vardı ki, bunu ancak yaşayanlar bilebilir, izahı oldukça güç. En basitinden kurduğumuz bir cümle, kullandığımız bir kelime için acaba ne denilecek endişesi, hatta kendi kendinize uyguladığınız kaçınılmaz bir sansür…” 5 Özdenören, kendilerine uyguladıkları bu kaçınılmaz sansürü kaldırmak maksadıyla Mavera dergisinin kuruluş nedenini açıklığa kavuşturur. Yazar, bu nedene bir neden daha ekleyerek , her derginin bir ihtiyacı karşılamak için doğduğunu, eğer öyle değilse o derginin ölü olarak doğmuş olacağını ilave etmektedir. Murat Turna, Mavera dergisinin çıkarılmasındaki nedeni şöyle izah etmektedir: “Derginin çıkarılmasındaki etkenlerden ilki, bahsedildiği gibi kaleme alınan ürünlerin değerlendirilmek istenmesidir. Diğeri ise şahıs merkezli olmayan bir yayın organı çıkarmak arzusudur. Yeni derginin “bir şahsa göre değil, bir ekibe göre şekil alma[sı]”, kimsenin tekelinde olmaması gerektiği dile getirilir. Bu dergi, bir “ekip ruhuyla” vücut bulmalıdır.” Bu alıntıyı şu şekilde yorumlamak mümkündür: Diriliş ve Edebiyat dergilerinde kalem oynatmış bu yedi genç, Zarifoğlu’nun Yedi Güzel Adam tabiriyle tanımladığı şekilde bir araya gelmiş ve bu gençlerin “Bir dergimiz olsa, hem de profesyonel bir dergi. Yazılara telif ücreti ödense... Bir de yayınevimiz olsa, kendi kitaplarımızı bassak.” şeklinde dile getirdikleri, kendi ürünlerini edebiyat sahasına tanıtmak ve kendi ürünlerini değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmış bir dergidir. Türk dergiciliği, gelişim seyrinde değişerek ve gelişerek günümüze değin gelmişlerdir.

SÜRGİT, Büşra, Mavera Dergisinin Kuruluş Süreci, CÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2014, Cilt: 38, Sayı: 2, sf.142 ZEYBEK, Şerife Nihal, Dinî Edebiyat Açısından Mavera Dergisi (1-80.Sayılar) İncelenmesi, Ankara Üniversitesi SBE, Ankara, 2008, sf. 27-28


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Değişen şeyler içerik, işlenen konular ve devir ilerledikçe bu konulara geliştirilen bakış açıkları, şiirler, çeviriler, eleştiriler vs. kalem ürünlerinin yanında şekil bakımından da birtakım değişikliklere gidilmektedir. Mavera dergisi, kuruluş amaçlarındaki gibi geleneksel ve yerli kültüre, bilhassa içinde bulundukları Diriliş ve Edebiyat, etkilendikleri Büyük Doğu dergisinden yola çıkarak İslam kültürünü edebiyatlarına ve eser verdikleri ürünlerine aksettirmişlerdir. Bu bakımdan Mavera, bir edebi dergâh olarak nitelendirilebilir. Bu edebi dergâhın kapısından içeri giren gündem, edebi ürünler ve kafa yordukları her şey Mavera hırkası giyer. Bu konulara sizlerle kısaca bir göz atalım: Mavera dergisinin mensupları, İslami anlayış, geleneksel ve yerli kültür etrafında birleşerek dergilerinde ele aldıkları konuları da kendi iklimlerinin el verdiği ölçüde istemişlerdir. Mustafa Özçelik’e kulak vererek bu durumu aydınlatalım: “Müslüman hiçbir iklimdeki İslâmî kavgaya ilgisiz kalamaz. İklim, bölge, ırk ayrımı yapmaksızın İslam’ın bildirisine bütün insanlık muhataptır. Bu nedenle gözümüz ve gönlümüz bütün dünyada cereyan eden olayları İslâmî düşünce süzgecinden geçirerek yorumlamak, ilgi duymak ve tavır sahibi olmak ödevindedir. Artık konuşulması gereken İslâm olduğuna göre, bütün dünyadaki insanlık sorunları ilgi alanımıza giriyor demektir.” 6 Bu bağlamda Mavera dergisi mensupları, dünyada olan bitenden bihaber olmamışlar, kendilerini Allah’a, yaşadığı dünyaya ve topluma karşı sorumlu hissetmişlerdir. Batı ( bilim, çevre kirliliği, ham madde, hayvanlar hakkında) , akılcılık, ihlâs, gelenekçilik, zenginlik- yoksulluk gibi kavram kargaşasına yol aça kavramlara kendilerince yorum getirmeye çalışırken, Türkiye dışındaki Müslümanların durumu hakkında da yazarak birleştirici ve bütünleştirici tavrını göstermişlerdir.

6 7

Mimari ve akla gelen değişik kavramlarda ( askerlik, devlet, hukuk, özgürlük, zaman kavramı, sorumluluk) kafa yormuşlardır. Yaşadığı devrin gündemini yansıtması ve bu gündemi kendi dergâhlarına alırken Mavera hırkasına büründürmelerinin yanında dini olaylara ve tasavvufa bakış acılarıyla dikkat çekmektedirler. İnanç esasların ayetler, hadisler, ibadet ve dinimizde yer alan diğer kavramları da edebi dergâhlarına alıp incelemişlerdir. Tasavvuf, dünyayı terk, zikir, edeb, fakr, benlik, nefs, mürşid, dervişmürid gibi konular da onların edebi dergâhlarından geçen konulardır. Mavera dergisinde kalem oynatanlar, gündemi ele alma ve çeşitli meselelere değinmelerinin yanında hikaye, şiir ve romana da edebi açıdan yaklaşmışlar fakat Mavera dergisinin kapısından içeri giren her edebi ürün gibi onlar da İslami hassasiyet ile, yerli ve geleneksel kültür ile birleşmişlerdir. Mavera yazarları, İslâmî duyarlılığı olan, eserlerinde İslâmî çizgiler bulunduran yazarları ve şairleri, “Müslüman yazar, Müslüman şair‟ ifadeleri ile adlandırmaktadır. Rasim Özdenören , Müslüman hikâyeciyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Müslüman hikâyeciden bahsetmek İslâm’ı, hikâyelerine geçirebilmiş yazarların varlığından bahsedebilmek demektir.” 7 diyerek hikayeciyi tanımlamaktadır. Özdenören, hikayeciyi bu şekilde tanımladıktan sonra iyi bir hikayenin ‘a priori’ yani sınırlandırmaya gerek duyulmadan anlatılmasını savunur ve yukarıda sözünü ettiğimiz gibi hikâyeye geleneksel bir elbise giydirir. Cahit Zarifoğlu ise Mavera dergisinin şiir anlayışını anlatırken, şu şekilde cümleler kullanır: “Şiir Rahmânî ve şeytanî olabilir. Benim şiirimde şeytânî kısımlar daha çabuk algılanır, fakat rahmanî kısımlar yavaş yavaş anlaşılır. Çünkü şeytanî kısımlar okuyana daha lezzetli geliyor… Buradaki şeytanîlik illâ küfür

ZEYBEK, Şerife Nihal, Dini Edebiyat Açısından Mavera Dergisi (1-80.Sayılar) İncelenmesi, Ankara Üniversitesi SBE, Ankara, 2008, sf. 135 ZEYBEK, Şerife Nihal, a.g.e, sf.160,161


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

mânâsında değil, dünyevî olanı, nefsânî olanı, şöhret arzusu, kan akıtma arzusu, üstün olma arzusu, galip olma arzusu, ene, hep şeytanî olgular.” diyerek, Zarifoğlu başarılı bir şiiri, dünyevi unsurlarla Rahmani unsurların bir arada olduğu ve harmanlandığı şiir olarak kabul etmektedir. Mavera dergisinde roman adı verilen edebi tür hakkında da Mehmet Maraşoğlu ve hikaye konusunda bahsi geçen Rasim Özdenören kafa yormuşlardır. Bu iki isim roman konusunda iki farklı zıt görüşe sahip olmalarına rağmen birleştikleri nokta romanın insanın özgürlüğü söz konusudur.

Cahit Zarifoğlu da bu dergide şiir, hikaye ve çeşitli olaylarla ilgili yazılar yazmış ve içinde bulunduğu ekip ile, ekip ruhu içerisinde edebiyat anlayışını ortaya koymuş, “Yedi Güzel Adam” olarak adlandırdığı ekiple birlikte tam bir ekip ruhu içinde kendilerini edebiyat âlemine tanıtmıştır. “Mavera” adı altında birleşerek, geleneksel ve yerli kültürü, İslâmî anlayışı içlerine alarak bir edebi dergâh kurmuşlardır. “Mavera”dan sonra çıkarılacak diğer edebiyat dergileri de bu dergiye ya da kendinden önceki dergilerin yolunu izleyeceklerdir. Cahit Zarifoğlu ve “Yedi Güzel Adam” a saygı ve sevgiyle...

8

ZEYBEK, Şerife Nihal, a.g.e, sf.164


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Hayatında acısız olarak ve bedelini ödemeden hiçbir şeye ulaşmadı ve hiçbir şey elde etmedi. Aşkın ve hayatın bedelini ACI ile ödedi. Yaşamak kitabında sürekli acılardan söz açması boşuna olmasa gerek. O, teşhis edilmemiş bir hastalıkla yaşamıştır. Bunu onun hayatını noktalayan hastalığına bakarak söylüyoruz. Hastalığının uzun bir geçmişi olduğunu anlamak için Yaşamak’ın satır aralarını okumak yeter. Acı çekti. Elde ettiği her ne varsa, bedelini acı ile ödedi. …” Rasim Özdenören


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ACZ’İN ŞİİRİ “Kırlarda açan çiçekler artık bensiz açacak” Münâcaât, fısıldamak, Tanrı’ya yakarmak demek olup edebi anlamda konusu Tanrı’ya yakarış olan şiirdir. Nesir olanına ise “tazarrunâme” adı verilir. İslamiyetin etkisi ile Arap edebiyatında ortaya çıkan münacaat türü X-XI. yy.larda Fars edebiyatında; XII. yy.da Anadolu’da divan edebiyatının başlaması ile birlikte de Türk şiirinde kullanılır olmuştur. Münacaatta, dini konular daha fazla ele alınır. En büyük güç, kudret ve azamet sahibi olan Allah’ın ululuğu karşısında çaresiz, zavallı ve küçük kullar olarak Allah’a yakarışta bulunan şairler öncelikle kulun acizliği ve Allah’a muhtaç oluşundan bahsederler ve bu fikirlerini ayet ve hadislerle iktibas ederek kuvvetlendirirler. Manzum münacaatlar dini Türk musikisinin özel bir formu ile ve dini törenlerde okunmak üzere bestelenirler.” 1 İnsan, cüzi bir varlık olduğundan her anlamda külli bir iradeye bağlıdır. İşte islamiyeti sanatına en güzel biçimde yansıtan şairlerden biri olan Zarifoğlu’nun “Sultan” şiiri klasik Türk edebiyatındaki münacaatı andırır. Abdurrahman Cahit Zarifoğlu… Anadolu’da yetişmiş ve Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç’un izinden gitmiş mistik bir şair. “Sultan” şiiri için modern bir “münacaat” diyebiliriz dedim az evvel. Şair burada yukarıda da ifade ettiğim gibi kendi acziyetini anlatıp yaradandan merhamet diler. Şiirin adı “Sultan”dır. Bunun nedeni kainatın sahibinin yer yüzündeki karşılığı ile “Sultan”a benzetilmesidir. Allah külli irade ise ona bağlılık gönülden olmalıdır. Ancak gönülden bir bağlılık, insanı kötü durumdan kurtuluşa erdirebilir. Aksi takdirde insan, kendi hem varlıkları içerisinde yok olmaya mahkumdur.

1

İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Münacaat maddesi, say.340

Mehmet Altınova “Seçkin bir kimse değilim ismimin baş harfleri acz tutuyor Bağışlamanı dilerim” Bu dizelerde şair, yukarıda da belirtildiği gibi Allah karşısındaki acziyetini anlatmaktadır. Birinci dizede geçen ifade hiçbir insanın birbirlerinden farklı olmadığını, herkesin Allah katında eşit olduğunu vurgular. Bu anlamda şair, “Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada en ileri olanınızdır.” ayetine telmih yapmıştır. Hacda da ihrama girmek bu anlayış çerçevesinde gerçekleşir. Bunun dışında muhaddisler, “Bütün insanlar, bir tarağın dişi gibidir.” sözünü bize getirmişlerdir. İkinci dizede şair, kendi adının baş harfleriyle kendinin külli irade karşısındaki konumunu anlatmaktadır. Bu çok güzel bir söylemdir. Zira, sanki onun adı ailesi tarafından bu dizeyi yazsın diye konulmuştur. Allah, yarattığı tüm canlıları şüphesiz sevmektedir. Zaten, dünyanın yaratılış amacı muhabbetti. Allah, kulunun istediğine kayıtsız kalmaz. Şair, “Sana zorsa bırak yanayım, kolaysa esirgeme.” ifadesinde Allah’ın gücünü inkar etmiyor bilakis “O, ne derse o olur” deyişiyle “Kün fe yekün” ayetine telmih yapıyor. Bu dizede tam bir teslimiyet vardır. Allah, doğru ve hakkı olanı insanlara nasip eder şeklinde yorumlanabilir. Ayrıca Mesnevi’nin ilk on sekiz beyitindeki “Onun kahrı da hoştur, lütfu da hoştur.” beyitine gönderme yapar. Şair, hayatı boş bir rüyaya benzetmiştir. İslamiyeti, şiirlerinde konu edinen bir şair için bu çok doğaldır. Zarifoğlu, maddeci ve pozitivist bir dünya görüşünü benimsemez. Ayrıca bu dize bize onun yakın dostu ve üstadı olan Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türküsü şiirinde geçen “Geldi ölümlü dünya, gitti ölümsüz gerçek!” dizesini anlatır. Burada da şair, dünya yani şuhud âlemini red ederek onun boş bir rüyadan ibaret görür. Ona göre dünyayı anlamlandıran şey Allah’a karşı yapılan hizmetlerdir. “Hayat boş geçti Geri kalan korkulu” Şair, önceki dizelerde de ifade ettiği hayatın boş bir rüya olduğunu burada biraz daha temellendirir. Hayatını Allah yolunda harcamayan insanın içinde bir ürperme olur. Cehennem kaygısı duyar. Bunu Yahya Kemal, O Rüzgar şiirinde “Yaşamak zevki nedir bilmez ölümden korkan!” mısrayla belirtir. Bu durum, Ericson’un “Psikososyal” kişilik kuramının bir yansımasıdır. Bu kuramda Ericson, insanların gençlik yaşamlarıyla yaşlılık dönemi yaşamları arasında bağlantı kurar. İnsanların, gençlik döneminde yaptığı eylemler onun olgunluk çağını da etkilemektedir. Kuramın özeti bu şekildedir. Zarifoğlu’nun ele aldığım şiirinde de bunu görmekteyiz. “Her adımım dolu olsa İşe yaramaz katında” Bu dizelerde şair, Allah’a karşı ettiği ibadetleri yeterli bulmamaktadır. Bu ifadeler bir acziyetin göstergesidir. Aynı zamanda yukarıda alıntıladığım dizeler, “Bugün ölecekmiş gibi ibadet et, hiç ölmeyecekmiş gibi çalış.” sözüne ve Peygamber efendimizin eşinin “Ya Resulallah! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfi¬ret etmiş olduğu hâlde niçin bu kadar meşakkatle ibadet ediyorsun?” dediğinde Hz. Muhammed’in söylediği “Ya Aişe! Ben çok şükre¬den bir kul olmayayım mı?” ifadelerine telmih vardır. Abdurrahman Cahit Zarifoğlu’nun bu şiirinde dikkati çeken bir husus da şiirin içindeki göndermelerdir. “ismimin baş harfleri acz tutuyor” ile “İsmimin baş harflerinde kimliğim” tekrarlar yoluyla mısralar arasında gönderme yapmıştır.

Şiir, insanın olgunluk devresinde yazılmış gibidir. Hayattan alınabilecek tüm güzel şeyler alınmıştır ve artık öte dünya için bir hazırlık hesabını düşünmektedir. Şiirin genel bir manzarasını çizersek, olgunluk çağına gelmiş olan bir bireyin öte dünyasını sorgulamaya başlaması ve bununla birlikte Allah’a karşı acziyetini anlayıp yalvarmasını anlatmaktadır diyebiliriz. Şiire hakim olan zaman geniş zamandır. Şair, yalnızca son bölümde şimdiki zamanı kullanmıştır. Bunun nedeni Allah, geçmiş, şimdiki ve geleceği kapsaması nedeniyle evrensel bir zaman diliminde bulunmasındandır. Şair, son kısımda şimdiki zamanı kullanmakla hem şiiri güzelleştirecek olan zıt zaman unsuru hem de ömrünün daha da kısaldığını anlatmaktadır. Şair, şiirde umumiyetle birinci tekil şahıs kullanmıştır. Bu şiir, her ne kadar bireysel olsa da okuyan/ dinleyen kişinin kendinde bir şeyler bulması nedeniyle bu şahıs kipi tercih edilmiştir. Şiir, terci-i bent nazım biçimiyle kaleme alınmıştır. Şair vasıta beyitlerini istek kipi ile belirterek dualarını yinelemiştir. Sonuç olarak şair, bu şiirinde insanın Allah katındaki acziyetini anlatmaktadır, bunu yaparken oldukça sade bir dil kullanmıştır. Sanıyorum ki bu şiir, Türk edebiyatındaki en santimental münacaatlardan biridir.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

37 YILLIK ZARİF BİR ÖMÜR ve SÜREYA

Kübra Tarakçı

kardeşlerinin de ölümünü görmüş, bu dönemden başlayarak acılarla boğuşmaya mecbur kalmıştır. İlimle ilgilenen, tanınmış bir ailenin kızı olan Şerife Hanım, evliliğinde de aradığı mutluluğu bulamamıştır. Niyazi Bey, Şerife Hanımdan boşanmadan dini nikâhla başka bir kadınla evlenir. Daha çok bu dördüncü eşinin evinde kalan Niyazi Beyin yokluğundan dolayı Şerife Hanım, çocuklarına hem ana, hem de baba olma görevini üstlenir. Zarifoğlu, babasının bu çift evliliğiyle ve kendilerinden çok diğer eşiyle vakit geçirmesiyle ilgili bir burukluğa her zaman içinde taşımıştır.

Abdurrahman Cahit Zarifoğlu… Duyduğunda kimisinde aşkı yaşatan, kimisinde özlemi, kimisinde bambaşka duyguları... O da aslında farklı duyguları kendinde barındırmış, ilmek ilmek işlemiş bir şair. Zarifoğlu, 1 Temmuz 1940 yılında Ankara’nın Hacı Bayram semtinde doğar. Babası Niyazi Zarifoğlu, Orta Asya’dan üç yüz yıl kadar önce Kafkasya’ya, oradan da Kahramanmaraş’a gelen Zarifoğlu ailesine mensuptur. Edebiyat, tasavvuf, fıkıh gibi konuları özümsemiş kültürlü biridir. İlk memuriyetine, ilkokul öğretmeni olarak başlar ve on sekiz yaşında ilk evliliğini yapar. Bu evlilikten bir kızı olan Niyazi Zarifoğlu, çok geçmeden boşanır ve ikinci bir evlilik yapar. Bu evliliğinden bir kızı ve bir oğlu dünyaya gelse de, yine mutlu bir yuva kuramamıştır. Bu evliliğini de bitirir ve üçüncü bir evlilik yapar. Şerife Hanım ile yaptığı bu evlilikten de biri Cahit olmak üzere üç oğlu ve bir kızı olur. Şairin annesi Şerife Hanım ise Kahramanmaraşlı ünlü bir aile olan Evliyazâdelerin kızıdır. Babasını küçük yaşta kaybettiği için ağabeyinin yanında büyüyen Şerife Hanım,

Daha sonra da sıkıtılı bir eğitim, okul hayatı geçiren Zarifoğlu’nun tam olarak ne zaman yazmaya başladığı bilinmese de, ilk eserlerini bir yerel gazetede çıkardığı söylenebilir. Şairin, Edip Cansever ve Cemal Süreya gibi isimleri okuması da bu yıllara rastlar. Lise yıllarında arkadaşlarıyla birlikte, Gençlik, Maraş’ın Sesi, Demokrasiye Hizmet gibi Maraş’ın yerel gazetelerini tanımaya ve takip etmeye başlayan, sahipleriyle görüşen şair, Demokrasiye Hizmet gazetesine öykülerini ve şiirlerini göndermiştir. Bu dergide şair, ilk aşk şiirlerini yayımlamıştır. Zarifoğlu, Yedi Güzel Adam’dan ya da kendi deyimiyle Yedi Güzel İnsan’dan birisiydi. Şiirinde anlatmıştı altı güzel arkadaşını. Hepsi resme, müziğe ve özellikle edebiyata vurgundu. Bir yandan soluksuz okuyup diğer yandan hikâyeler, şiirler yazmaya çalışırlardı. Yaşar Kemal’in “İnce Memed” romanına; Attila İlhan’ın “Sisler Bulvarı” şiirine hayrandılar. Çalışkandılar. Hiç yorulmadılar. Daha yolun başındaydılar çünkü. “Yedi Güzel İnsan” karşı görüşe doğru koşmaya başlasa da Cemal Süreya’yı hep sevdiler; “Üvercinka” yı ellerinden düşürmediler. Cahit Zarifoğlu, Cemal Süreya’ya daha bir yakınlık duydu. Cemal Süreya’nın şiirlerini daha çok beğeniyordu. Cemal Süreya’nın da Zarifoğlu şiiri için dile getirdiği “Zarifoğlu‘nun şiiri başlangıçta benimkiyle Sezai Karakoç‘unki arasında kendine yer arar. O ara bana daha yakın olduğunu söyleyebilirim. Giderek kendini buldu” şeklindeki düşünceleri


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Cemal Süreya’nın Cahit Zarifoğlu şiirinde bir etki oluşturduğunu göstermektedir. (Bu etkinin varlığını onaylayan isimler olduğu gibi reddedenler de vardır). Kişilikleri de benzerdi aslında Süreya ile. Ve bu nedenle, 1962’de hiç tanımadığı -o yıllar Paris’te bulunan- Cemal Süreya’ya mektup yazdı:

koşuluna mı indirmek istiyor beni.

“İstanbul’a döndüğünüzde sizinle ev tutup birlikte oturabilir miyiz?”

Daha çok 1964–1966 yılları. Söylenmemiş güzel sözler de vardı aramızda. Ama bir arkadaşlığımız olmadı. Serüvenlerinden söz ederdi. Bunları, tuhaf yanlarını öne getirerek anlattığını anımsıyorum. Şiirine de yansımıştır. Sezai ile onun bu tavrı ve öyküleri üzerine çok konuşmuşumdur.

“Allah, Peygamber sevgisi ihmal edilmeden, dünya meseleleri ön plana çıkarılmalıdır” görüşünün ilk savunucularından biriydi o. Müslümanların öncü kuşağındandı. Buna rağmen karşıt Cemal Süreya ile aynı evde oturmaktan çekinmiyordu. Çünkü, ortak payda edebiyattı. Öğrenme aşkıydı. DOSTLUKTU. Cahit Zarifoğlu’nun Paris’e gönderdiği mektubu alan Cemal Süreya ne hissedip ne düşünmüştü? Rahmetli Cemal Süreya’nın günlüğünden okuyalım: “760. Gün Cahit Zarifoğlu ölmüş. Bugünün adı bu olacakmış. Bir ay kadar önce öğrenmiştim onulmaz sayrılığa tutulduğunu. Bazı kanserler mutlaka çok büyük bir çocukluk mutsuzluğuna bağlıymış gibi gelir bana. Hiçbir bilimsel tutanağı olmayan bu kanıya tanıdıklarımda bir şeyler göre göre vardığımı sanıyorum. Bir izlenim işte. Zarifoğlu’nu tanıdığım yılları düşünüyorum. Sevinçlerle büyümüştü sanki. İyi şairdi. İlk şiirleri de iyiydi. (Sezai) Karakoç çevresinden. Daha yüz yüze gelmeden, 1962’de bana, Paris’e bir mektup yollamıştı. Adresimi Sezai (Karakoç)’dan almış. Saklamamışım o mektubu. Zarifoğlu, o sıra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenci. Yurtlardan sıkılmış herhal, İstanbul’a dönüşümde, birlikte ev tutup oturmayı öneriyordu mektubunda. Ben de bir tuhafım o günler. Bir ölçüsüzlük görmüştüm bu öneride. O ara otuz yaşı dönmüşüm. İyi sayılan bir aylığım var. Ne yani, bu çocuk öğrenci hayat

Dönüşte yeniden tanıştık. Zaman zaman vapurda, yolda, Sezo’nun (Sezai Karakoç) evindebürosunda rastlaştıkça konuşurduk, (ama her şeyden)…

O yıllarda mukaddesatçı genç sanatçılarla, aramızda büyük kopukluk yoktu. Kopukluğu onlar yarattı. Zaman nasıl da akıp gitmiş? Tam yirmi yıl oluyor Cahit Zarifoğlu ile görüşmeyeli. Bir gün de bin yıl olacak.” (Gösteri Dergisi Temmuz 1987) Zarifoğlu’nun gizli bir şekilde ilerleyen hastalığı gün geçtikçe kendini hissettirmeye başlar. Pankreas kanserine yakalanan şair, 4 Mayıs 1987 tarihinde Cerrahpaşa Onkoloji bölümüne yatırılır. Hastaneye ziyaretine gelen arkadaşlarına sürekli öğütler vermeye devam eden şairin acıları neredeyse hiç durmadan devam etmektedir. Bu sebeple hastanenin değişik birimlerinde üç hafta boyunca aralıksız kalır. Fakat doktorların yaptığı bütün tahlil ve tetkiklerin sonucunda şair için ameliyat süresinin geçtiği görülür. Bu sebeple önce Şişli’deki evine gönderilir, buradan da kayınpederinin Sütlüce’deki evine götürülür. Bütün dostları ölüm döşeğindeyken yanındadır. Son günlerinde kendisini kıbleye çevirttirir ve sürekli kelime-i tevhid getirir Ve tüm tabiat 7 Haziran 1987 günü büyük bir kedere boğulur. Artık o “yedi güzel adam” artık öksüz kalmıştır… “Ölüm keder doğurmaz, can çekişmelerin ortaya yaydığı bir sessizlik vardır ama, ölü toprağa sevgi ile verilir.” Cahit Zarifoğlu


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SEVGİLİ CAHİT ZARİFOĞLU

“Kızgın veya sıkıntılı olduğunda bile yüzünde hiç kötücül ifade olmazdı. Bu cümleyi yazışımın onu sevenlere (sevmeyeni var mıydı?) şirin görünme gayesi taşımadığını yine onu sevenler bilir. Art niyet taşımadığından emin olarak konuşabileceğiniz ender insanlardan biriydi. Sanatçı kişiliği de bu bakımdan şaşırtıcı sayılmalıdır. Çevresinde hiçbir zaman çoğu sanatçıda gördüğümüz kaprisli, geçimsiz veya kibri çağrıştıran istiklâl havasını estirmemiştir. Buna mukabil müstakil ve sanatçı konumunu her zaman hissettirerek yaşadı. Üniversite eğitimimiz sırasında hem ayrı şehirlerde, hem de ayrı kamplarda bulunduğumuzdan birlikteliğimiz hiç olmadı. Şiirin bir saygınlık ortamı varsa, yalnız orada beraberdik o dönem. Daha sonra kamplarımız ve oturduğumuz şehirler müşterekti. Ankara’da bizim evdeki ilk karşılaşmamızda bana üzerinde Kıbrıs haritası, içinde iki Kıbrıs parası bulunan bir bozuk para çantası armağan etmişti. İstanbul’da bir süre birbirine yakın evlerde oturduk. Nedense bu ayrıntılar şimdi daha bir belirginlik kazanıyor. Bazı kavrayış alanlarında daha derinleşmeye adeta beni icbar ediyor. Yaşarken “Yaşamak” adlı bir cilt tutanak yayınladı. Bunu bizim kuşağımızdan tek yapan o galiba. Sanki bunu yalnız onun yapması gerekliymiş, sanki buna yalnızca layıkmış gibi

bir duygu taşıyoruz şimdi. Cahit Zarifoğlu 1960 sonrası arayışlarının mihverinde duruyor hâlâ. Daha ilk kitabı İşaret Çocukları’nda şiirdeki çok yönlü arayışları kendi gücü oranında bir mecraya sokmayı bilmişti. Bununla kendinden sonra yazmaya başlayan birçok şairi etkiledi. Zarifoğlu’nun hayat içindeki arayışları da özgün ve etkileyicidir. Yalnız kendinden daha genç olanların değil, yer aldığı kampta yaşı ondan büyük seçkinlerin de dikkatini çeken bir kişiliği, bir tür “tahtı” vardı. Sezai Karakoç’un ve Fethi Gemuhluoğlu’nun Cahit Zarifoğlu’ndan söz ederken her zaman özenli bir ifade kullandıklarını hatırlıyorum. Siyasi olayların akış hızının Türkiye’de “insan” meselesini ne ölçüde yalama hale düşürdüğü Cahit Zarifoğlu hatırlanınca daha kolay anlaşılıyor. Çünkü Cahit hem şiirini, hem yazdığı çocuk hikâyelerini ve hem de ilişkilerini hâlâ zararını gördüğümüz duygu ve değer erozyonuna muhalif olarak büyütmüş ve geliştirmişti. Anılırken onun her insanda tohumu bulunan özveriye, toksözlülüğe, varoluş sevincine nasıl merhametle kol kanat gerdiğinin unutulmayacağını biliyorum. Onu gülerken de, ağlarken de gördüm. Ne çok şair, ne çok insandı!”

İsmet Özel


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÜZ İZİ Senli mecazlar dolarken penceremin Buğulanmış camlarına. Duygular sarılır cümlelere Hasta bir kalp misali bitkin, aciz... Ve sensizliğe binen günün ışığı Sallanır yine bilindik kuytularda. Yorganıma gece dolarken Sen kokan buseler çizerim Bu sonbahar akşamına. Ferhat Nitin

KARANLIK BİRİ Kara adam kara kara karanlıklarda Boğulmuş buldu beni Bir kara kedi bakışıyla Kalbimi tuttu elleri Kara günlerin kara sonu Gelecekti besbelli Merdümgiriz


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

UNUTTUĞUMUZ BİR ŞEY VAR Yaşananlar yazıldığı kadarıyla ölümsüz. Ölümsüz olansa, Sıradanlaşıyor sığ kalan Ve sığlaşan insan yüreğinde. Unutulan bir şeyler var, Dün’e dair, Ve hiç unutmayanların kendine sakladığı, Bir sebep yaşamaya. Pas tadı veriyor yazılanlar dilimde, Tekrarı yaşanıyor dünün, bugün Unutulan bir şeyler var, unuttuğumuz Çaresi bu amansız ölüşümüzün. Bir anlamı var gökte uçan kuşun, Mor bulutların bir sesi, Duyulur yağmurlarla bile. Bir anlamı var her sözsüz gülüşün Akıp giden yolar öğretiyor, Sonsuzluğun bir sonu var bize. Bir günahın varisiyiz parmak izlerimiz, Yasak bahçenin meyvesinde.

Eskimek bu biliyorum, Azar azar, gün gün eskimek bu yaşamak Boşlukta asılı kalıyor sözcüklerim, Gittikçe zorlaşıyor zamanın girdabında anı yakalamak. Diyorum ki Unuttuğumuz bir şeyler var evet, Bizim olan bizi biz yapan tek bir şey bu belki de Arayışta olduğumuz nihayet

Hüseyin ÇATAL


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÜNÜ GELDİ AÇIĞA ÇIKTI SIR: ESİK HÖYÜĞÜ Hiçbir sır, günü gelene dek açığa çıkmaz. Yine hiçbir sır, gün yüzüne çıkacağı anı bir saniye bile şaşmaz. Hayat da bu sırları en şaşılacak zamanda ve yerde karşımıza çıkarır. İşte böyle bir an, 1970 yılında, Kazakistan’da Alma-Ata’nın 50km kuzeyinde yaşandı. Baraj inşası için kazılan yerde bir tümsek de kazılarak yola katılmak isteniyordu. Ama tümsek kazılmaya başlanınca büyük bir kayayla karşılaştılar. Kayanın etrafını kazarken de bunun işlenmiş bir yapı olduğunu fark ettiler. İşte bu an kimse için beklenmeyen bir andı. Bu sır da gün yüzüne çıkma anını bir saniye bile geçmemişti. Çalışanların yetkililere haber vermesi sonucu gelen arkeologlar, tümseğin bir tarihi eser olduğunu anladılar. Bu bir höyüktü. Artık önlerindeki tek engel höyüğün üstünü kapatan kısımdı. Dikkatlice bu kısmı da açan arkeologlar beklemedikleri kadar büyük bir mezarla karşılaştılar. Mezarda birçok altın eşya yanında gümüş eşyalar da vardı. Kadehler, kemer tokalar, bir de altından yapılma bir zırh. Bir prense ait olduğu düşünülen zırhın kemerin başlığına, kılıcından çizmesine kadar her şeyi altından yapılmıştı. Altın elbisenin başlığı ok ve tuğlarla süslüydü. Alın hizasında koç, geyik ve at kabartmaları vardı. Bu kabartmalara, kama kılıfında ve öteki eşyalarda da rastlanıyordu. Belindeki kemerin solunda bir kılıç, sağında ise bir kama asılıyordu. Ceketin altındaki düz pantolonun paçaları çizmenin içine giriyordu. Ceket, yüzlerce üçgen altının birleştirilmesinden meydana gelmişti, çorabın çizme ile diz kemiği arasında kalan kısmında yine üçgen parçalar, çizmede ise dörtgen parçalar vardı. Büyük ve gelişmiş bir medeniyetin bütün emarelerinin görüldüğü Alma-Ata’nın kuzeyindeki bu Esik höyüğü neredeyse Mısır Piramitlerindeki kadar altına sahipti. Ama bugüne kadar bulunan hiçbir lahitte bu derece çağın ilerisinde bir zırh bulunmamıştı. “Altın Elbiseli Adam” adını alan ve hangi Tigine(prens) ait olduğu bilinmeyen bu zırh, Kazakistan’ın sembolü haline geldi.

Busenur Aslan

Büyük sırlar küçük ve göze batmayan eserlerden çıkardı. Bu höyükte büyük ve değerli eserlerin yanında küçük bir kâse vardı. İlk bakışta kimsenin gözüne batmayan bu kâse, üzerinde geçmişi aydınlatan bir parıltı taşıyordu. Sakalara ait olduğu anlaşılan höyükte bulunan kâse, Türk dili açısından da büyük bir ilerlemeyi sağladı. M.Ö 8. ve 4. yüzyıllarda varlığını sürdüren Saka Türkleri, bugün Yakutlardır. Bulunan bu kâse de dilimizin yazılı dönemini o zamanlara kadar götürdü. Köktürk abecesinin ilk dönemlerini bize gösterdi bu kâse ve şunlar yazılıydı:

Bu yazılardan anladığımız kadarıyla, Tigin bir okun yaralaması sonucu ölmüştür. Okun ucu, keskin ve güçlüdür. Yine Gök Tanrı inancı gereği ölen bedenin ruhu, gökyüzüne çıkmıştır. Kağan’ın ruhu, gök katına çıkmış ve gökle bir olmuştur. Bu çeviri, Sn. Kazım Mirşan’ın önerisidir. Bazı araştırmacılar ise yazıyı, “Han’ın oğlu yirmi üçünde öldü. Esik halkının başı sağ olsun.” şeklinde çevirmişlerdir. Hangisi doğru çeviri olursa olsun bu kısacık yazı Türk dili için büyük bir buluştur. Büyük bir medeniyet tarihine sahip Türkler, bunun çok da farkında değiller maalesef. Kendini bilmemek zelzelesine tutulmuş durumdalar. Bugün Altın Elbiseli Adam’ın tekrar gündeme gelmesi maalesef büyük bir kayıp sonucudur. Höyüğü bulan ekip arasında yer alan ve halk arasında Altın Adam adıyla anılan Bekmuhanbet Nurmahanbetov, kuş olup uçtu aramızdan. Biz de bu vesileyle size anlatmak istedik Esik Höyüğü’nü ve o küçücük eski kâseyi. Dili ve medeniyeti çok eskilere dayanan biz Türk milleti, uyanalım artık. Kendimizi bilelim… Tüm Türk dünyasının başı sağ olsun…


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNZİVA KÖŞESİ

YEKPARE BİR SINAVIN PARÇALANMAZ AKIŞINDA Bundan yaklaşık bir yıl kadar önceydi. Ben de emsallerim gibi sınav telaşı içerisindeydim. Belki yeteri kadar çalışmamıştım ancak edebiyat bölümünü hak ettiğimi düşünüyordum. Çünkü bu işe gönülden bağlıydım. Birinci aşama olan YGS’den benden beklenilenin altında almıştım ancak LYS’de bu açığımı kapatabilirdim. Benim diğerleri gibi “garanti bir işim olsun da nasıl olursa olsun, en kısa yoldan iş sahibi olayım, kendi işimin patronu olayım” gibi dertlerim yoktu. Ben sadece sevdiğim işi yapmak istiyordum. Yoksa mutlu olamazdım. Öyle de olmalıydı zaten. Herkes kendi sevdiği işi yapsaydı dünya daha yaşanabilir bir yer olurdu. Sınavlara yine Ramazan ayında girmiştik. Haziran gitti Temmuz ayı geldi artık herkes sonuçları bekliyordu. Ha açıklandı ha açıklanacak derken bir 20 Temmuz akşamı ÖSYM sayfama girince Bursa Uludağ Üniversitesi/FenEdebiyat Fakültesi/Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandığımı gördüm ve sevinçten havalara uçtum. En mutlu anlarımdan biriydi. Ben de bazıları gibi severek yapabileceğim bir iş sahibi adayıydım. Sürpriz yaşamamak için bütün tercihleri Türk Dili ve Edebiyatı bölümü olarak yapmıştım. Bana bir yıl önce deselerdi ki: ‘’Sen seneye Bursa’da Türk Dili ve Edebiyatı bölümü okuyacaksın.’’ umursamazdım bile. Kendimde o potansiyeli görmüyordum ama hayalimde İstanbul Üniversitesi vardı birçoğunun olduğu gibi. Zaman bir şekilde geldi geçti. Tutamadık zamanı... Empati kurabilmek için üniversite sınavlarına hazırlanan oda arkadaşımın sınav esnasında kendini beklemem üzerine aldığım teklifi reddetmedim. Sonunda bu yazı doğdu. Sabahın sekizinde sınav yerine vardık ve ben arkadaşımın motive olabilmesi için ona tecrübelerimden bahsettim. Sınav başlamadan biraz evvel onla

tokalaşıp sınıfına uğurladım. Sonra etrafı izlemeye başladım. Hava çok sıcaktı. Zaman geçirebilmek için yanıma Murathan Mungan’ın ‘’Harita Metod Defteri’’ni almıştım. Hava ısındıkça daha da sıkılmaya başladım. Gittim bir gazete aldım. Gazeteyi okudum. Yanlarına oturduğum çift de gazeteyi okumak isteyince verdim okumaları için. O esnada sınava bir kız öğrenci geç kalmıştı. Galiba kimliğini unutmuştu. Ağlamaya başladı. Ben de sorunun halledilebilmesi için dua ettim. Neyse ki çok geçmeden sorun halledildi. Geç de olsa sınava girebildi kız öğrenci. Bir yandan gazeteyi okuyor bir yandan da kaldırımlarda bekleşen öğrenci yakınlarını gözlemliyordum. Her birinin gözünde umut denen ışık vardı. Bazılarının ellerinde Kuran, bazılarının ellerinde çay, sigara... Okuduğum gazeteyi masaya bıraktım. Etraftaki insanlar izin almadan gazetenin spor, magazin, gündem bölümlerini alıyor okuyor ve geri bırakıyorlardı. Belli ki gazetenin çay ocağına ait olduğunu düşünmüşlerdi. Ben de bu olanlara aldırış etmedim. Yanıma aldığım kitabımı okuyor olanlara tebessüm ediyordum. Oturduğum yerde çok sıkıldım. Biraz ayağa kalktım yandaki ağacın dibinde bir bulmaca gördüm hemen alıp çözüverdim. Sınav bitiyordu. Öğrenciler yavaş yavaş geldikçe onları bekleyen yakınları daha da heyecanlanıyordu. Ben bu duyguyu bir sene önce yaşadım. Şimdi nasıl bir duygu olduğunu dışardan izliyorum. Zaman akıp giderken ben bir yıl önce sınavdan çıkarken bir yıl sonra sınavdan çıkanları bekliyordum. Acaba diyorum bir sene sonra neler değişecek? Güzel günlerin gelip bizleri bulabilmesi dileğiyle esen kalın. Bu arada sınavlara giren arkadaşların da severek yapabilecekleri bir iş bulabilmelerini temenni ederek vesselam diyorum. Hoşça kalın!

Muhammed Münzevî


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DİYORUM Kİ Diyorum ki gidelim. Şimdi yanımda yoksun ya sevgilim, kalbim hissiyatsız tüm anılara, geçmişe... Diyorum ki gidelim. Tanıdık yüzlerden sıyrılıp gidelim, Sevip de gidelim, Özleyip de gidelim. Küçük bir şehir olsun gideceğimiz yer. El ele geçelim Arnavut kaldırımlarından. Bırak ayıplasınlar. Bırak kınasınlar. Bırak kıskansınlar. Diyorum ki gidelim... Yazdığımız şiirleri, verdiğimiz sözleri bırakıp da gidelim. Birsen Teyze’nin sesi yankılansın arka mahallede, bir parkta, bir bakkalda, Ayşe Teyze’nin evinde... Sözler yazsın duvarlarda. Cemal’den, Nilgün’den, Turgut’tan, Nazım’dan... Bir de bizim adlarımız işte. Ben sana şimdi diyorum ki, gidelim...

Nidanur SEVİLMİŞ


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SERZENİŞ Sen zan ediyorsun etme Gel konuşmadan gitme

Sireti gösteren ayna bendedir Su görünen mana bentdedir

Vakit daralırken arafta Gün akşamlı bu tarafta

Şu faslı anlatmak da gereksiz Saçmalık olan bu şiir nefessiz

Süleyman muallakta takılı Sanat bu muamma takısı

Sahi kim bilebilir ki kalbin dilini Kim çözer boynumun kementini

Akisli bir demdir meyhane Sevgi eridir çıkar meydana

Arada kalan canlar bilmez canan Candan öte canlar var bu candan

İzlemek seni izge bir halde İzinden gitme faslı demhane

Allah saklasın yokluk darda mana Makberden seslenen Süleymana

Şiirleri demleyen gözlerin idi Parafta yolunu gözlerim şimdi

Silkelenmek bile artık değişik imge Hangi harfe hangi dem hangi simge

Hey gidi akıl eri akil kişi kim ki Meydanda can yok canan kim

Nereden nereye kadar kim kiminle Kim bilir Allah’tan gayrı kim kiminle

Sorgu sual eyler münker nekir Sana sevdaya müsebbih tekrir

Kilimin deseni misali su bedesten Açalım manayı hele şu kafesten

Hasbıhal hissiyata dahil değil Ey ruhum sonsuz bu dehle eğil

İşte anlayan gönül erbabı imdi nerede Susalım da saklansın şiir bir nefesten…

Çekilsin perde aradan çıkalım Görülsün suret-i mana hanım

Süleyman ERKUT


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KALP KRİZİ

AYŞE BENGİSU AKDAĞ

Sabahın insanı ısıtmayan ilk ışıkları şerit şerit ferforje perdenin arasından zar zor odaya sızmaya çalışıyordu. Arabaların, dolmuşların inmediği, insan gürültülerinin henüz boğmadığı dar sokağın sessiz kokusu içeriye doluyordu.

Saate baktı: 06:58 Birazdan bu eski saati canhıraş bir şekilde ötmeye başlayacak, o bitmeden pek düşünceli telefonu onu uyandırdığını anlayana kadar çalarken buna otomatik ayarlanmış müzik setinden yükselen metal şarkılar eşlik edecekti. Sonra büyük bir hız ve enerjiyle bir anda hepsini susturup havalanan perde yerine gelmeden kendini yatağına geri atmış olacaktı. Ama beş dakika sonra bu düşünceli, “akıllı” telefonu tekrar ötmeye başlayacak ve o da oflaya puflaya sonunda yerinden kalkmak zorunda kalacaktı. Her biri bir yana fırlamış terliklerini yatak altında bulduktan sonra ensesini kaşıyarak manasızca otuz kırk saniye geçirecekti boşlukta. Yakasına sımsıkı tutunmuş uykusunu defetmek için elini, yüzünü yıkayıp, sabit bakışlarla kahvesinin suyunu ısıtacak, ağzına dolaptan bir iki zeytin birkaç bisküvi kırıntısı atarak kahvaltısını yapacaktı. Dolabını açıp beş beyaz beş mavi gömleğe bakıp hangisini giysem diye düşünürken bunun

HİKAYE

ne kadar anlamsızca bir düşünce olduğunu idrak edip birini üstüne geçirecekti. İlk düğmesini bir alttan düğmelemeye başlayacak, hepsi aynı bozuklukta devam edecek ve bunu son anda biri boşta kalınca anlayacaktı. Tek çizgisi git gide kaybolmaya başlayan pantolonunun kemerini saatlerce arayıp vakit kaybedecekti. Çantasını apar topar hazırlarken akşam bitmesi gereken dosyaları olduğu gibi masanın üstünde bulacak, sinirle tıkacaktı gözlere. Evden çıkmadan havanın bulutlu olduğunu gördüğü halde eline bir de şemsiye almaktan üşendiği için öylece çıkıp gidecekti. Taşları sökülmüş kaldırımların, inşaatları yarım kalmış binaların, afişlerin bile doldurmak için tenezzül etmediği boş tabelaların, hayvanların gece deşip ortaya saçtığı çöplerin arasından geçerek, girintili çıkıntılı sokakta bir su birikintisine basıp pantolonunu kirletecek, sinirlenerek durağa doğru koşacaktı. Şüphesiz ki yine tam köşeyi dönerken, dolmuş hızla önünden geçip gidecekti. Bir iki saniyelik bu gecikmeden, aradığı kemerini, düğmelerini, alsam mı almasam mı diye düşündüğü şemsiyesini, taşları sökük kaldırımları sorumlu tutup sövecekti. Bir sonraki otobüsün de gecikeceği tutacaktı yine. Sonunda ufukta egzos dumanları içinde gelen körüklüyü görünce rahatlayacaktı.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hayatı tesbihli vitesi, minderli koltuğu ve nazar boncuklu direksiyonunun üçgeninde kaybolan şoföre hiç bakmadan kartını okutacak, uykulu, boş bakışlı insanların arasında her frende bir sağa bir sola savrularak geçirdiği kırk beş dakikadan sonra işine varacaktı. Her zaman yaptığı gibi patrona görünmeden yangın merdiveninden çıkıp yerine oturacak ve saatlerdir oradaymış hissini verecekti. Sırf hatır için bu işe kendini alan patrona karşı biraz vicdanı azabı çekecek gibi olsa da geçecekti sonra. Masasına oturduğu andan itibaren gözleri hep saatte olacaktı. Akrebin 5’in, yelkovanın 12’nin üzerine geldiği andaki estetik duruş başka hiçbir şeyde yoktu sanki. Gün boyu uzun, yoğun telefon görüşmeleri yapacak, oradan oraya koşuyor-muş gibi görünecekti. Arada birkaç üst’ünden azar işitip ardından bir iki alt’ını azarlayacaktı. Ve sonunda akşamın alaca karanlığında ezberlediği yollardan geçerek yine güneşin küstüğü sokağına, evine varacaktı. Ne için? 5’er tane daha beyaz ve mavi gömlek için. Çamaşırcıya ve ütücüye parasını verebilmek için. Dar, pis, karanlık sokağın rutubet kokusunu derin derin içine çekebilmek için. Kendinden daha akıllısını aradığı bir telefonla vakit geçirip penceresinin açıldığı küçük dünyaya inat daha büyük en büyük televizyonlardan dünyaya bakabilmek için. Susturmaya çalışırken kırdığı saatin yenisini alabilmek için. Yapmacık mutluluk tabloları paylaştığı sahte iş arkadaşlarına saçma sapan özel günlerinde “eli boş gelmiş” dedirtmemek için. Bir zamanlar omzuna başını koyan kızın nişan fotoğraflarına bakarken aştığı internet kotasını ödeyebilmek için...

Saate baktı: 07.00 Şimdi saati canhıraş ötmeye başladı. Git gide artan seslere tepkisiz kalan yataktaki kendine baktı. Telefonu ötüyor, müzik seti bar bar bağırıyordu. Bir müddet sonra umutsuzca sustu hepsi birer birer.

Öğlene doğru telefonu çalmaya başladı yine. Sabırsızca arayan kişinin ilk sözleri “Nerede kaldın! Patron seni soruyor. Yine nerelerdesin...” gibi serzenişler olacaktı şüphesiz. Aradığıyla kaldı. Kapısı çaldı daha sonra. Tak tak vurulmaya başladı. Akşam bastırırken bir gürültü duydu. Kırılan kapıdan birileri içeri girdi. Kalabalıklaştı etraf. Bu dört duvarı hiç böylesine dolu görmemişti. Şaşırdı birden. İnsanlar önünden geçip yataktaki kendisinin yanına gitti. Karşıdan onları izlerken, bekleyenlerin arasında birkaç iş arkadaşını, üç beş mahalleliyi, daha fazlaca yoldan geçen meraklanıp gelen tiplerden insanları fark etti. Birkaç dakika sonra bir adam öbürlerinin yanına geldi umutsuzca. İki eli amaçsızca sallanıyordu yanında... Istıraplı bir şekilde aralandı dudakları: “Kalp krizi” dedi gözlerini indirerek. “Sabah 6-7 sularında anlaşılan.” Yataktaki kendisini seyretmek için oturduğu yırtık kanepeden kalktı. Yükselen uğultunun arasından “gençmiş de”, “tüh tüh”, “vah vah” sesleri yükseliyordu. Karşı dairedeki yaşlı komşusu “ Aylar sonra dün gördüm. Benden pil istemişti saati için, kadere bak” diye yanındakine anlatıyordu “Meğer pili biten kalbiymiş” diye yanıtlıyordu yanındaki... Kalp krizi! Kalbin krizi mi olurdu? Devletin olurdu, ekonominin olurdu, patronun olurdu... Kalp? Kalp neydi, neredeydi? Onun hiç kalbi kalmamıştı ki... Büyük kısmını annesi onu dünyaya getirirken kendiyle götürmüş, bir kısmını babası sökerek almış, geri kalanı da terk eden sevgililerde, yüzüne gülüp çekiştiren sahte arkadaşlarda, onda bunda şunda... Son parçası da düşerken parmak uçlarında tutunduğu inancında... O yıllardır sol üst köşede kendi kendine işleyen bir şeydi onun için. Kalabalığın arasından süzülerek açık kalan kapısından dışarı çıktı. Ay ışığı hiç olmadığı kadar aydınlatıyordu etrafı. Dar, ıslak, bozuk kaldırımlı, rutubet kokan sokaktan geçerek her sabah geldiği durağa vardı. Dolmuşu onu bekliyordu.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ULU SES: JAME JOYCE

Tuğçe ERKOL

Nora ile ilgili “Bu kız sana bir midye gibi yapışacak ve peşini bırakmayacak.” der. Joyce ise evliliğe karşı olduğu için biricik yabani çit çiçeği ile başlangıçta evlenmez ama ondan da hiç vazgeçmez. Yıllar sonra kızı ve torununun isteği üzerine 1931’de Paris’te evlendiler.

James Augustine Aloysius Joyce, 2 Şubat 1882’de Dublin’de doğdu. İlk eğitimini sonradan Hristiyan olmuş bir İspanyol askeri olan de Loyalo’nun 16. yy’de kurduğu, misyonerlik yaparak insanları eğitime yönlendiren Cizvit Okulu’nda gördü. Üniversiteye kadar öğrenim hayatı burada geçti. Üniversiteyi Dublin’deki Universty College’de felsefe ve modern diller üzerine okudu. Joyce’nin edebiyata ve yazmaya atılışı 1900 yılında daha üniversitede öğrenciyken Norveçli yazar Henrik İbsen’in “Biz Ölüler Uyanınca” adlı son oyunu üzerine yazdığı uzun bir yazının Fortnightly Review dergisinde yayınlanmasıyla başladı. Aynı dönemde sırf İbsen’den çok etkilendiği için İskandinavca da denen Norveçceyi öğrendi. İbsen’le ilgili yazısının beğenilmesinin ardından bu defa şiire merak saran Joyce lirik şiirler yazmaya başladı. Şiirlerini daha sonradan Oda Müziği adını verdiği kitabında topladı. 1902’de Dublin’den ayrılıp Paris’e gitti. Amacı tıp eğitimi almaktı. Ancak burada bir yıl kaldıktan sonra annesinin ölüm döşeğinde olduğunu öğrenip Dublin’e geri döndü. Aynı yıl Dublin’de tanıştığı evlerinin köşesindeki fırıncının kızı olan Nora Barnacle ile yaşamaya başladı. Barnacle, midyevari bir deniz canlısı anlamına gelir. Joyce’nin babası bu birlikteliği öğrendiği zaman değil evlenmelerine, birlikteliklerine bile izin vermez. Üstelik oğluna

1905’de Dublin’den ayrılıp İtalya’ya gelirler. 10 yıl Trieste’de yaşarlar. Ancak İtalya’ya geldikleri ilk sene Joyce 9 ay için Roma’ya gidip orada bankacılık yapar. Roma’da bir bankacı olarak yaşamanın ona göre olmadığına karar verince Trieste’ye geri döner ve burada özel okullarda İngilizce öğretmenliği yapar. 1914’e geldiğimizde nihayet Joyce’yi Joyce yapan eserlerden birisi Londra’da yayımlanır: “Dublinliler” Dublinliler içinde 15 öykü barındıran bir kitap. Dublin’de yaşayan orta sınıf İrlandalılar’ın yaşantısı, tüm İrlandalılar’ın kendi başlarına bir millet olduklarını savundukları ve birleşmiş bir İrlanda kurmaya dayandırdıkları İrlanda milliyetçiliğinin en ateşli döneminin çevresinde anlatılmıştır. Öykülerin kahramanları üzerinde Joyce’nin epifani tekniğini kullanarak, kişilerin aniden bir şeyleri kavradıklarını, olayın özünü anladıklarını görürüz. Dublinliler, karakterler üzerinden incelendiği zaman ilk öykülerdeki kahramanlar gençtir, sona doğru ilerledikçeyse karakterler yaşlanmaktadır. Bu nokta Joyce’un eserini çocukluk, ilk gençlik ve olgunluk şeklinde kurgulamasına uyumludur. Ayrıca Joyce’un bu eserindeki karakterleri daha sonra Ulysses’te de görürüz. Joyce hayatı boyunca tiyatroya önem vermiştir ve yazıcılığını da desteklemiştir. Ancak tek bir tane oyun yazar: “Sürgünler” 1915’de yazılan bu oyun Joyce’un hayatından ve kişiliğinden izler taşır. Onun sanatçı ve düşünür yanlarını ortaya koyarken Hrıstiyanlık’ın belirlediği suçluluk ve kuşkuculuk üzerinde de durur.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

1916 yılına geldiğimizdeyse onun yarı otobiyografik romanı olan “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” yayımlanır. Eserde Stephen Dedalus’un bir sanatçı olabilme arzusuyla hayal gücünü boğan ve yaratıcılığın kabullenemeyen kiliseye, okula ve topluma başkaldırısını anlatır. Ayrıca eser henüz yetişkinliğine erişmemiş bir adamın gözüyle dünyayı göstermesi ve bilinç akılı yönteminin en yetkin ilk örneklerinden biri olması nedeniyle önemlidir. Joyce yarı otobiyografik eserinin yayımlanmasının ardından Zürih’e taşınır. Joyce deyince akla gelen ilk şey okunması zor Ulysses’tir. Ulysses önce Mart 1918’de ABD’deki The Little Rewiev dergisinde yazı dizisi olarak yayımlanır. Bu yazı dizisi Aralık 1920’ye kadar devam eder. O yıl eserin içeriğinden dolayı dergi mahkemeye verilir ve yazı dizisi sekteye uğrar. Dava bittikten sonra da bir daha dizi başlamaz. Joyce, eserine olan güveninden olsa gerek davadan sonra yazı dizisi kesilmiş olmasına rağmen eseri üzerinde çalışmaya devam eder. Eser bittikten sonra yazar önce Dublin’e gidip orada eseri yayımlatmak ister. Ancak Dublin’deki ayaklanmalar nedeniyle eser orada basılamaz. Şansını Fransa’da denemek için Paris’e gider ve Paris’te bir yayınevi tarafından kabul edilir. Ancak ortaya bir takım problemler çıkar. Eserin dilinin İngilizce olması, Joyce’nin görme bozukluğunun oluşundan dolayı kağıt düzeninin kötülüğü, Joyce’nin dağınıklığı ve kötü yazısından dolayı eser ilk baskısına 3000’e yakın hatayla ve yayınevinin bıraktığı bol miktardaki boşluklarla girer. Ulysses, Homeros’un Odysseia’sının üzerine kurulmuştur ve 16 Haziran 1904 gününde Dublin’de geçer. Bu tarih Joyce için çok önemlidir. Çünkü biricik eşi Nora ile ilk randevusunu o tarihte gerçekleştirmiştir. Eserin konusu özünde oldukça sadedir. Öğrenci Stephen Dedalus ile Leopold Bloom’un birbiriyle karşılaştırılmasıdır. Ancak eserin derinliklerine inildiğinde olayın bundan daha yüksekte olduğu görülür. Çünkü Stephen da, Bloom da birer simgedir. Stephen sanatın doğasını, Bloom da bilimin doğasını simgelemektedir. Üstelik Bloom için manevi bir oğul olan Stephen, Joyce’nin gençliğini simgelerken manevi baba Bloom da Joyce’nin olgunluğunu simgeler.

Ulysses’ın ele alındığı 16 Haziran, tarihi eser okuyucularına kavuştuğundan beri İrlanda’nın en önemli edebiyat etkinliklerinden birisi olarak, Bloomsday adıyla kutlanır. Her sene 16 Haziran’da kahvaltıyla başlayan etkinlikler Joyce okumalarıyla devam eder. Kutlamalar tam 24 saat sürer. Ulysses’ı bu kadar büyük bir üne kavuşturan şey kullanılan bilinç akışıdır. Bilinç akışı, karakterin düşünme eylemini olduğu gibi aktarmaya çalışan edebi bir tekniktir. Genelde kişinin içinden kendisiyle konuşması gibidir. Yani iç diyalog şeklindedir. Bu teknik aslında psikoloji ile ilgilidir. May Sinclair sayesinde edebiyata girmiş ve modernist hareket sayesinde yayılmıştır.

1-“... Ama bedenim bir arp ve onun sözleri ve jestleri teller arasında gezinen parmaklar gibiydi.” J.Joyce Dublinliler

Ulysses, Türkiye’ye oldukça geç kazandırılmış bir kitap. Senelerce tercüme edilsin diye çalışıldı. Ancak bir bütün halinde tercüme yapılamadığı gibi çevrilen parçalarda da istenilen sonuç edilemedi. Bunun üzerine Yapı Kredi Yayınları, Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar dizisini kurdu ve özellikle Ulysses tercümesi için çalışmalar başlattı. Bir heyet kuruldu. Bu heyet deyim yerindeyse bir Ulysses tercüme yarışmasına başladı. Birçok farklı tercüme incelendi ve sonunda Nevzat Erkmen’in tercümesi seçilip 1996’da Erkmen’in tabiriyle Joyce’nin “ulu sesi” nihayet Türkçedeydi. Ulysses Türkiye’de yayımlandıktan kısa bir süre sonra ilk baskı hızla tükendi ve ardından üç baskı daha yaptı. Bunu duyan Selim İleri olaya biraz nükteli bir şekilde yaklaşarak durumu özetledi:


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

daha yaptı. Bunu duyan Selim İleri olaya biraz nükteli bir şekilde yaklaşarak durumu özetledi:

“Madem 3000 Joyce okuyucusu var, bu Türkiye’nin hali nedir?” Selim İleri bu söylemiyle eseri okumanın zorluğundan ve diyelim ki okuduk bu sefer de anlamanın zorluğu üzerinde durarak bunu başarabilenlerin çağdaş medeniyetler seviyesinde olduğunu vurgulamıştır ki kitap okuyucularıyla buluştuktan kısa bir süre sonra okuyucusundan şikayetler gelmeye başlamıştır. Zaten Joyce da eserinin bu zor okunma ve anlaşılma durumu için söyleyeceğini söylemiştir:

“İçine o kadar çok bilmece, bulmaca ve zeka oyunu koydum ki profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar; insanın ölümsüzlüğünü garantilemesinin tek yolu da budur.” Nevzat Erkmen, eserin tercümesinden sonra ölümsüzlüğü zaten eline almıştı; ama bunu garantilemek istiyor olacak ki okuyucuya kolaylık olması için bir eser hazırladı: Ulysses Sözlüğü. Ulysses’in basılması için Paris’e gelip bir daha dönmeyen Joyce iki savaş arası dönemi Paris’te geçirdi. Burada torunu Stephen’e göndermek için bir mektup yazdı. Bu mektuba da Fransız halk masallarından kaynaklanan bir hikaye

ekledi ki bu Joyce’nin fazla bilinmeyen bir yönü olup Türkiye’de Kedi ile Şeytan adıyla yayımlandı. Joyce’nin son romanı olan Finnegans Wake iki savaş arasındaki dönemde Paris’te yazıldı. Ancak eserin yazımı 15 yıldan fazla sürdü. Oldukça ağır ve sembollerle dolu bir eserdir. Bir aile üzerinden herkesin istediği ideal aile düzeni anlatılırken tüm insanlık tarihini de içine alır. Joyce, Finnegans Wake’yi yazdıktan 2 yıl sonra 13 Ocak 1941’de Zürih’te ölür. Ancak Joyce eserleri ve yazdıklarıyla zaten ölümsüzlüğü çoktan garantilemiştir...

2-Ulysses’in ele alındığı 16 Haziran, tarihi eser okuyucularına kavuştuğundan beri İrlanda’nın en önemli edebiyat etkinliklerinden biri olarak, “Bloomsday” adıyla kutlanır. Her sene 16 Haziran’da kahvaltıyla başlayan etkinlikler Joyce okumalarıyla devam eder. Kutlamalar tam 24 saat sürer.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

RENGİ LACİVERTE BAKANLAR Simsiyah bir geceden korkar insanlar, Biraz aydınlık ister mutlak biraz da gökyüzü Ama büsbütün de geçemez geceden, olur ya İçinden büsbütün atamadıkları hüzünleri olanlarındır lacivert Hani gün doğarken bile güneşi batıranların, Lacivert tutkudur, tutulası yeminlerin tümü Tutamayacağı yeminleri edenler sevmemeli onu Biraz da ağırbaşlıdır elbet duruşu, Yorar adımlarının taşıdığı yükler, herkesin rengi olamaz, İçinde saklı rengarenk çiçeklere inat Dışarıdan koca bir çınar, Gölgesi serin mi serin, dostlaraysa sıcak, Ama kader bu ya çınarlar hep sessizce kuruyacak, Başlarını tek gölgeye bükmeden, eğmeden Heybetli daha çok da mağrurdur lacivert, İçindeki derinliklerde nefessiz kalanlarındır, Şiirler yazılsa adının her harfine mısra mısra, Hep bir tarafları eksik olacaklarındır, Laciverti kimse büsbütün tanıyamayacak. Cesurdur üstelik lacivert, korkusuz Eğer bacakların bir kez titrediyse geçme sokağından. Adının baş harfleri anlaşılmaya muhtaç, Karanlığına aldırmadan anlamak lazım laciverti Kırıp dökmeden üstelik sadece anlamak…

Pınar Çaylak


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

YÜZYILIN YASAŞKI Yazık oldu yirmi birinci yüzyıla Yazmaktan yazık oldu Kışın başlayan yazın haşlayan Kavurucu yasaşk inzivayı intizar etti bu yüzyılda Ah siz o kadınlar yok musunuz Şairleri gözlerinizde kaybedip Dudaklarınızdan üflersiniz defterlere Ay karanlıktı o şarkıda Ve fakat bu gece ay o kadar aydınlık ki Tepesindeki yıldızı önüne getirecek Bu şiirde adı geçen ikinci tekil kişi Tutukladın beni yine kadın O sigarayı söndürüp üstüne bastın Çok şey öğrettin bana Tam üstüne bastın Öğretmenim, sevdiğim İnsan öğretmenine aşık olur mu Valla bu şiirde aşık öğrenen öğretene Terziyken başladın, öğretmenken Kaşladın gözlerini bendeki tene Ne kadar çok şey öğrettin bana Özlemek mi özlememek mi Ağlamak mı ağlamamak mı Önce bir buzdağı çıkardın ortaya Haziran’ın ortasında Erimeden buharlaştırdın beni Bu yirmi birinci yüzyılın sayfasına Yirmi dört diye bir şiir yazacaktım oysa Yirmili yaşlarda Yirmi birinci yüzyılın aynalarında Gözlerinin kendi ekseni etrafında Kaybettin beni Tekrar bulmak için Yakılıp yazılan şiir rıhtımında.

Muhammed Münzevî


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Seliṅ Orhuntaş

SEMA KAYGUSUZ / KARADUYGUN Yunus Nadi Roman Ödüllü yazar Sema Kaygusuz, Karaduygun’da en yakın arkadaşı şair Birhan Keskin’i kahraman yapıyor. İç kanamaya benzer uykusuzluk hastalığı ve dünyanın uğultusunu içinde taşıyanlar var kitabın içinde. Kelimeler özenle seçilmiş. Yedi bölümden oluşuyor ve yedi farklı hikaye anlatıyor. Metis Yayınları’ndan yeni baskı yapan bu anlatı bir solukta okunacak ama etkisi uzun sürecek. “Karaduygun insanlar, ben var mıyım, yok muyum, hangi zamanda, kimin içindeyim diye diye üflendiği neyi yadırgayan davudi bir ıslık gibi eğreti, üflediği ıslığı yabancılayan bir ney denli bigâne, her dünyevileşme ânını sancıyla yaşayan, can ile hayat arasındaki ölçüsüz uzaklığı kılcallarında hisseden, alınları doğuştan dövmeli insanlardır. (…) Aşk gibi ifşa edilemez bir muğlaklığın içinden bakmalı karaduygunlara. Onların dili, balmumu belleklerine mühürlenmiş çiviyazıları gibi resimli vakayinamelere benzer. Bütün öğürtülerin, hırlamaların, çığlıkların tercümesi yaslı dillerini bir daha tercüme edip Türkçeleştirmek için, Türkçeye harf harf muamele etmek gerek.” HAYALİ DİLLER – Söylenceler,ütopyalar,fantazmalar,kuruntular ve dilsel kurgular / MARİNA YAGUELLO Söylenceden ütopyaya giden bir düş. Dilbilimci Marina Yaguello , bu kitapta insanoğlunun konuştuğu ilk dili bulma maceralarından başlayıp yeni “hayali” dillere kadar uzanıyor. Edebiyattan sinemaya oyundan inanca kadar her alana yansıyan yapma dilleri inceliyor. Tabii bu süreçte onun peşinde koşan “dil manyakları”nı da es geçmiyor : J.R.R Tolkien’den Goerge Orwell’e… Dil yaratıcılığının sınırlarını merak edenlerin elinden düşmeyecek bir kitap. ŞİİRİN İLK ATLASI / METİN ALTIOK Ömrü ateşler içinde geçen ve Sivas’ta gerçekleşen mefhum Madımak Oteli yangınında aramızdan ayrılan bir şairin poetikası. Şiire bakışını , şiir anlayışını , kültür alanındaki eleştirilerini bu atlasta topluyor. Kitabını “Şiir ve…” , “Şair ve…” , “Dergilerde Gazetelerde Kalanlar” olarak üç bölüme ayırıyor. Şiir bilgisini her şeyden önce tutan Altıok şiirin şiirden başka kaynakta öğrenilmeyeceğinin altını çiziyor. Hem Metin Altıok’u tanımak için hem de şiirin teorik bilgilerini bulmak için doğru kitap olacaktır. “Şiir bilgisinin en önemli özelliği bu bilginin genel bir bilgi olmamasıdır. Çünkü şiir devingen ve değişken, her seferinde tek ve özgün olan çok özel bir varoluş biçimine sahiptir. Bu özellik başka şairlerin şiirleri için olduğu kadar aynı şairin şiirleri için de geçerlidir. Şiirle her karşılaşmamız bir öncekinden farklı, yeni bir karşılaşmadır. Bunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak ve şiire önyargısız yaklaşmak gerekir. Yapılması gereken en doğru şey şiir karşısında önceki bilgilerimizi bir ihtiyat olarak askıya almak olmalıdır. Çünkü şiir kendi bilgisini yine kendi eskiten organik bir yapıdır. Onun bu özelliği insanı elinde uygunsuz bir anahtarla kapı önünde bırakmaya hazırdır.”


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ YORGUN ANILAR ZAMANI / AYŞE SARISAYIN

Ayşe Sarısayın, Behçet Necatigil’in kızı. Kendisini ilk bu sayede duymuştum. ‘Yorgun Anılar Zamanı’ da okuduğum ilk kitabı. Hikaye kitabı. Hikayelere karşı özel bir ilgim ve sevgim var ve bu kitabı yeni okuyor olmama üzüldüm. Her hikaye bir şairden alıntıyla başlıyor. Yazara hikayelerinde ilham veren bu mısralar mı yoksa sonradan mı öyküsüne uygun mısralar seçmiş bilmiyorum ama çok güzel olduğunu, okurken şiirin güzel hissini yaşattığını söyleyebilirim. Gündelik hayatın ayrıntılarını çok iyi yakalamış yazar. Ve dikkat çeken nokta nerdeyse her hikayenin evde geçmesi. Sanırım Necatigil’den geçmiş yazarın bu özel ev ilgisi. Ve yine evle birlikte her öyküde ana unsur kadın. Kadınların gözünden gündelik hayat. Bu tem yer yer feminist düşüncelerin kulak tırmaladığı boyuta çıksa da vermek istediği mesaj önemli ve etkili. ÇİÇEKLER BÜYÜR / EMİNE IŞINSU ‘Çiçekler Büyür’ Halide Nusret’in kızı Emine Işınsu’nun 1978’de yayımladığı romanı. Benim de en etkilendiğim eser. Romanın kahramanı... İlay. Bir küçük kadın. Kitap yayınlandıktan sonraki tarihlere bakınca ilay/ ilayda isimlerinin yaygınlaştığını görürüz. Hatta etrafımızdaki ilay’lara da sorduğumuzda adlarının ‘bir roman’dan geldiğini söylemeleri muhtemel. Bir nesli böylesine etkileyen bir romandır Çiçekler Büyür. Ailelerin evlatlarına adını koyarak yaşatmayı istedikleri büyük bir yüreği vardır çünkü İlay’ın. Romanda aşk hikayesiyle birlikte sürükleyiciliği sağlamlaştırılan esas mesele Türklere yapılan Bulgar zulmü. Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti dedirten eserin tüyleri diken diken eden sonunda sorularınız tükenir. Ve bildiğiniz tek şey şudur: ‘Bedenler, beyinler ve sevdalar, bu toprağa gübre olabilir ve her yıl çiçekler yeniden büyür’. YALNIZIZ / PEYAMİ SAFA Peyami Safa, bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çemberini kırmağa, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırmaktadır. Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir. Ve Allah’ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükun bulamayacaktır. Yazarın kendisine has bir roman tekniği kullanarak cemiyet hakkındaki orijinal tasavvurlarını bir ütopya yazarı vasıtasıyla aksettirdiği romanıdır “Yalnızız”. Geride kalan yarım asırda kendisine en çok atıf yapılan edebî ütopya haline gelen “Simeranya” bu eserde ortaya konmuştur. Bir evin içerisinde yaşayan fakat yaşayışları arasında alaka kurulamayan fertler üzerinden toplumun bölünmüşlüğünün resmi… Peyami Safa, Tanpınar gibi nesline mensup bir yazardır. Bu nesil, bir imparatorluğun kültürel ve coğrafî olarak daraldığı bir dönemdir. Bu daralma hassas ruhlu, hassas mizaçlı şairlerin ya da yazarların muhayyilesini derinden etkilemekte ve onların eserlerinde kendisini belirgin bir şekilde göstermektedir. Bu daralma, Tanpınar’da mistik, Bergsoncu bir yaşamı ön plâna çıkarmış, Necip Fazıl’da tasavvufî unsurları tetiklemiş ve Safa’da ise ruhçuluğu ön plâna çıkarmıştır.


Temmuz’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BAŞ, KAĞIT, SAVAŞ İnsanlar uyuyorken bu dünyaya uyandım ben K*çlarında pireler uçuşuyordu Yirmi yaşıma kadar yirmiden fazla beytim oldu Tarzım kaderimdi, kiralık göçebe bir hayat. Tokat yercesine, gecenin iki yarısında Sükut ve de sebat. Senli benli uyumuna uymayan kelimelerde aradım aşkı Kaş kaldırarak değil, baş kaldırarak Aynı yastığa di’li miş’li geçmiş zamanda Baş koymayı değil Ecek’li acak’lı, ayaklı bacaklı Gelecek zamanda baş koymayı özledim. Yağmurdan kaçtığım doğru Yağmurdan kaçarken sana tutulduğum da Bankalara savaş açtığım da doğru Yağmurlu bir havada, Kredi kart sözleşmesini imzaladığımda Yanlış olan, doğruyu haykırmam değil Doğruyu soykırmam. Elime bir kalem tutuşturuldu Çalakalem yazmam için Çalamadım. Elime bir kalem tutuşturuldu Yalakalem yazmam için.

Yalamadım. Elime bir kalem tutuşturdum Yaşakalem yazmam için Yaşadım. Yağmurda yaşlanmadım Gece başında yaşlandım. Yaşayarak yaşlandım. Islanarak kışları, kayarak k*çlarım Kış gitti, yollar açıldı Kendi ekseni etrafında dönen dünyadan Benim eksenim etrafında dönen boynuna Giden bir yoldan, süratle dudaklarına İnmek istedim, yukarılara, yakarılarla... Yalnızlık tarafından terk edildim. Borcum vardı harcım vardı Yalnızlığın terk edişi aşktandı. Cemre denen kolye toprağa düştü. Açan çiçek başını kaldırdı. Ona, bana, sana saldırdı. Ne borç kaldı, ne harç Savaş bitti Aşk yetti.

Muhammed Münzevî


“Yeşil türbesini gezdik dün akşam, Duyduk bir musikî gibi zamandan Çinilere sinmiş kur'an sesini. Fetih günlerinin saf neşesini Aydınlanmış buldum tebessümünle.” A. Hamdi Tanpınar Yeşil Camii, Bursa

Fotoğraf

Aybige Akdağ


“Yolunuz açık, ilham melekleriniz hep omzunuzda, cesaretiniz yüreğinizde daim olsun. Hepiniz sevgiyle, aydınlıklarda kalınız. Kaleminiz ışık yaysın...” Nermin Bezmen “Okumanın sorumluluğunu, saygınlığını duyarak, elimiz yüzümüz kitaplarla donanmış olarak yeryüzünde dolaşmayı hak etmeliyiz. İncir Çekirdeği’ne bu yolda başarı dileklerimle sevgi ve selamlar...” Sevinç Çokum “Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız.” Beşir Ayvazoğlu

“Üniversitelerin Çocuk Edebiyatı kürsüleri açması, geçmişte en büyük düşümdü. Gerçekleşti. Sizlere öğüt vermeyi doğru bulmuyorum sevgili öğrenciler, “Ödünç akıl cepten düşer” atasözünü pek severim. Sizler 21. yüzyıl ve bilgi çağı gençleri olarak lütfen, Çocuk Edebiyatı konusunda kendi önerilerinizi, projelerinizi yaratıp ortaya atın.” Gülten Dayıoğlu

“Sizlere söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize : ‘Bir taşı delen bir suyun gücü değil Damlaların sürekliliğidir.’ Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir.” Sunay Akın

“Öncelikle bu mesleği seçmiş olmanızdan dolayı sizleri kutluyorum. Dünyanın en güzel, en özgür mesleği edebiyat öğretmenliğidir. Yaptığınız dergi işinden dolayı da sizleri kutluyorum ve kolaylıklar diliyorum. Sağlık ve başarı dileklerimle...” Osman Çeviksoy


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.