Robert Fisk 12 Temmuz 1946’da İngiltere’de doğdu. Sunday Express ve The Times’ın ardından, 1989 yılında The Independent gazetesinde görev yapmaya başladı. 1976’dan beri Ortadoğu muhabiri olarak Beyrut’ta bulunan Fisk ayrıca gözlemlerini aktardığı pek çok kitap kaleme aldı. Uluslararası Af Örgütü Birleşik Krallık Şubesi-Basın Ödülü ile Britanya Basın Ödülleri-Yılın Uluslararası Gazetecisi dahil olmak olmak üzere birçok gazetecilik ödülüne layık görüldü.
BÜYÜK MEDENİYET SAVAŞI: Ortadoğu’nun Fethi Robert Fisk Özgün Adı: The Great War For Civilisation - The Conquest of the Middle East İthaki Yayınları - 746 Kitap Editörü: Masis Kürkçügil Kapak Tasarımı: İthaki Yayınları Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Şükrü Karakoç 3. Baskı, Mart 2017, İstanbul ISBN: 978-605-375-150-2 Sertifika No: 13901 © Türkçe Çeviri: Murat Uyurkulak, 2011 © Robert Fisk, 2005 © İthaki, 2016 Bu eser AKÇALI Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Eserin orjinali HarperCollins Publishers Ltd. tarafından yayınlanmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
İthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Neşe Sokak, 1907 Apt. No:31 Moda - Kadıköy / İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 - Faks: (0216) 449 98 34 editor@ithaki.com.tr – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Robert Fisk BÜYÜK MEDENİYET SAVAŞI: Ortadoğu’nun Fethi
Çeviren
Murat Uyurkulak
Bana kitapları ve tarihi sevmeyi öğreten Bill ve Peggy’ye..
Türkçe Baskıya Önsöz Robert Fisk Türkiye Ortadoğu’nun kapısını güm güm çalıyor; yeni bir Ortadoğu’nun parçası olmak isteyen yeni bir ülke sıfatıyla, Mısır Devrimi’ni selamlıyor, Filistin devletini destekliyor, Suriye’deki Beşar Esad rejimine yaptırım tehditlerinde bulunuyor, kuşatma altındaki Gazze’ye giden yardım konvoyundaki dokuz Türk’ün 2010’da öldürülmesinin ardından İsrail’le ilişkileri fiilen koparıyor. Generalleri görevden alınıyor, Erdoğan hükümeti taze bir özgüvenle donanıyor. Araplar Türkiye bayrakları sallıyor – Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana böyle bir şeye tanık olmuş değiliz. Amerikalılar uzun zamandır müttefiki olan Türkiye’nin öfkesini ve iddiasını anlamıyor. Dostane generalleri ve İsrail’le iyi ilişkileri olan, bir başka eski imparatorluğun, Sovyetler Birliği’nin karşısında fazlasıyla güvenilir bir kale sayılan, bir zamanların uysal Türkiye’sine ne oldu? Türkiye İran’ın nükleer programıyla ilgili hengameye daldığında Batı’nın gözleri faltaşı gibi açıldı – ve Türkler de Brezilya ile birlikte kotardıkları anlaşma Amerika tarafından bir çırpıda ve paldır küldür reddedildiğinde aynı derecede şaşırdı. Türkiye’den yardım isteyen Amerikalılar değil miydi? Türkiye 2003’te Amerikan askerlerinin Irak’ı kuzeyden işgal etmek için topraklarını kullanmasına izin vermediğinde, işgalin mimarı olan dönemin savunma bakan yardımcısı Paul Wolfowitz’in tepkisi manidardı. “Generallerin bu konuda söyleyecek lafı yok mu?” diye soruyordu. Türkiye’yi anlamıyordu – bir camiye girmeden önce ayakkabılarını çıkarmak zorunda olduğunu hatırlamıyordu bile. Fakat en azından yeni çorapları oldu. Biz Batılıların Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazının altından hiç çıkmayacağını düşündüğümüz bir dönem vardı. Elbette Atatürk’ü seviyorduk: Ortadoğu’daki “güvenilir ve güçlü adamdı” o, kadınları erkenden (doğru tabir buysa) “yetkilendirmesinden”, laik toplumundan, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişinden pek memnunduk ve İkinci Dünya Savaşı’ndan önce öldüğü için pek üzülmüştük, zira Türkiye’yi Müttefikler’in safında savaşa sokacağından neredeyse emindik (bence yanılıyorduk). Batı’da tarafsızlık hiçbir zaman hakkıyla anlaşılmış değildir ve bana kalırsa nihayet Türkiye gerçekten “tarafsız” bir ülke haline gelmiş durumda. Rahatlatıcı bir askeri ittifakın parçası olarak değil, kendi başına dış politikasını tayin edecek; NATO üyeliği devam etse bile bunu yapacak. Bence Türkiye Avrupa Birliği üyesi de olmalı. Buna her daim inandım. Çok da eski olmayan bir tarihte, Münih’te bir şatoda oturup, zengin Alman sahibinin Almanya’da çok fazla Türk misafir işçi olduğundan yakınmasını dinlemiştim. “Bizim gibi olmak istemediler,” diye sızlanıyordu. Almanca öğrenmek istemiyorlardı. Bütün ailelerini Almanya’ya getiriyorlar ve “Almanlar”dan ayrı yaşıyorlardı. Bunun üzerine ben de sordum: “O zaman niye Türkler AB’ye katılmak istediklerini söylediklerinde, yani ‘bizim’ gibi olmak istediklerinde, Türkiye’yi geri çevirdik?” O itici ve köhnemiş yaşlı Fransız, eski cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing Türkiye’nin AB üyeliğinin gayrıtabii olduğunu (sanki Arap Birliği’ne katılması gerekirmiş gibi!) geveleyip
durdu, fakat Türkiye’nin NATO üyesi olmasından bir kez bile şikayet etmedi. Biz Avrupalılar Türkiye’nin Batı’nın güvenlik kuşağının ‘içinde’, fakat Avrupa’nın dışında olmasını istedik. Lafı hiç dolandırmadan Türkiye’yi eleştiren biri olduğumu söyleyeyim. 1991’de Türk ordusuna mensup bir birliğin güneydoğudaki Irak sınırında Iraklı mültecilerin giysilerini ve yiyeceklerini çaldığını yazdığım için (ki haklıydım) Türkiye’den sınırdışı edildim. Diyarbakır’da bütün gece bir polis müfettişi tarafından sert şekilde sorgulandım ve ona babamın Atatürk’ü “20. asrın en büyük liderlerinden biri olarak” gördüğünü söyledim. Ardından, öyleyse o Türk birliğinin niye Atatürk’ün mirasına ihanet ettiğini sordum. “Sınırdışı,” dedi o da. O zamandan beri pek çok kez Türkiye’ye yolum düştü. Sınırdışı uygulamasını bir ülkenin gücünün değil, zayıflığının simgesi saydım hep. Ve bu noktada (bu kitapta Ermeni soykırımı ile ilgili bölümün de açıkça ortaya koyduğu) bir hususu daha eklemeliyim: Almanya’nın yaptığı gibi, Britanya’nın İrlanda’da yaptığı gibi, Amerika’nın 19. asırda Amerikan yerlilerine çektirdikleri konusunda yaptığı gibi, Belçika’nın Afrika’daki sömürgeleriyle ilgili yaptığı gibi, Türkiye de tarihiyle yüzleşmeli. Bunun bir soykırım olmadığı bahanesine sarılmanın kimseye faydası yok – hele hele bizzat soykırım kelimesi Ermenilerin trajedisini tanımlamak için icat edilmişken. Evet, Rus ordusunda Ermenilerin olduğunu, Müttefikler’den yana Ermenilerin olduğunu ve Ermeni evlerinde gerçekten de silahlar bulunduğunu biliyorum. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyanlara reva görülen topyekûn zulüm bir suçtu. “Bırakalım tarihçiler karar versin” nakaratını yeterince duyduk. Diğer tarihsel suçların hikayesini biliyoruz – Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki Balkan savaşlarında Müslümanlara uygulanan kitlesel katliam buna iyi bir örnek; keza Yunanistan’ın aynı savaştan sonra Türkiye’ye yönelik utanç verici, intikamcı işgali de. Fakat kendime soruyorum. Türkiye cesur bir ülke. Kore savaşındaki beyin yıkamaya direnen yegane askerler Türklerdi (bir NATO genelkurmay başkanları konferansında bu konuya dikkat çektiğimde Türkiye’nin en üst rütbeli ordu yetkilisi bana teşekkür etmişti); peki o zaman bu sıkı, cesur ülke niye kendi geçmişiyle hesaplaşmıyor? Dört yıl sonra Ermeni Soykırımı bir asrı dolduracak. Bu suçları işleyen Osmanlı güçlerinin hepsi çoktan toprak oldu. Çok geçmeden soykırımdan kurtulabilen bir avuç Ermeni de toprak altına girecek. Türk yazarlar ve gazeteciler ülkelerinin bu zalim tarihle yüzleşmesine yardımcı olmaya çalışıyor. Bu gerçekten de bu kadar zor mu? Sonrasında Türkler (tarihte korkunç suçlar işlemiş Avrupa ülkelerinin hissettiği gibi) tarihleriyle yüzleştiklerini hissedecek. Evet, Türkiye’nin soykırımı kabul etmesinin gerçek sebebinin ne olabileceğini biliyorum: pek çok Ermeni kaybettikleri toprakları için tazminat isteyecek. Ve eğer Türkiye günün birinde Avrupa Birliği’ne girerse (ki bunu tümüyle destekliyorum), AB vatandaşı olan Ermeniler hataların ‘düzeltilmesi’ ve topraklarının geri verilmesi yönünde pekala çaba gösterebilir. Bu o kadar korkunç bir şey mi? Ermeniler Türkiye’ye ‘geri dönmek’ istiyorsa (ki bugün Türkiye’de birçok Ermeni yaşıyor olsa da, bunu isteyeceklerinden kuşkuluyum), pek çok Türk, aslında Türk ulusu Avrupalı olmak isterken bunun nesi korkunç? Türkiye’nin AB’ye girmesinden önce bu soykırımın tanınması gerektiğini düşünüyorum. Fakat Türkiye’nin üye olması gerektiğine de düşünüyorum. Belki de ‘yeni’ Türkiye, bugün tecrübe ettiği olağanüstü ‘küçük devrimi’ tamamladığında tarihiyle ilgili konuşmanın daha kolay olduğunu görecek ve cesaretiyle dostlarını şaşırtıp bağımsızlığıyla düşmanlarını afallatacak. Beyrut Kasım, 2011
İÇ İ ND E K İ LE R TEŞEKKÜRLER................................................................................................. 9 HARİTALARIN LİSTESİ..................................................................................... 13 GİRİŞ................................................................................................................. 17 1. ‘Kardeşlerimizden Biri Bir Rüya Görmüş...’.................................................... 23 2. ‘Rusları Vuruyorlar’........................................................................................ 51 3. Kandahar’ın Koroları..................................................................................... 83 4. Halı Dokumacıları......................................................................................... 101 5. Savaşa Giden Yol........................................................................................... 140 6. ‘Kasırga Savaşı’............................................................................................... 174 7. ‘Savaşa Karşı Savaş’ ve Cennete Hızlı Tren..................................................... 207 8. Zehirli Kadehten İçmek................................................................................. 242 9. ‘Ölüm Acısına Mahkum Edildi’...................................................................... 271 10. İlk Soykırım................................................................................................ 289 11. Filistin’e 80 bin Kilometre........................................................................... 322 12. Son Sömürge Savaşı..................................................................................... 361 13. Genç Kız ve Çocuk ve Aşk........................................................................... 405 14. ‘Bir Şeytanı Öldürmek İçin Her Şey...’.......................................................... 456 15. Lanetli Gezegen........................................................................................... 516 16. İhanet.......................................................................................................... 566 17. Mezarlar Ülkesi............................................................................................ 601 18. Salgın ......................................................................................................... 625 19. Şimdi Silah Tacirleri Palazlansın.................................................................. 652 20. Krallar Bile Ondan Kurtulamaz.................................................................... 687 21. Niye?........................................................................................................... 720 22. Buradan Dönüş Yok..................................................................................... 771 23. Atomic Dog, Yok Edici, Kundakçı, Şarbon ve Agamemnon.......................... 812 24. Issızlığın Ortasında...................................................................................... 863 BİBLİYOGRAFYA............................................................................................... 897 NOTLAR........................................................................................................... 906 KRONOLOJİ..................................................................................................... 931
TEŞEKKÜRLER
Uzun yılların haberciliğini kapsayan bu hacimde bir kitapta kime teşekkür edilmesi gerektiği, verilmesi neredeyse imkânsız bir karar. Yine de şöyle bir karar aldım: Hem bu kitabın yazıldığı son on beş yıl boyunca doğrudan bilgiyle bana yardım edenlere (ki bunlar burada verilecek isim listesinin çoğunluğunu oluşturuyor: sözgelimi Yaser Arafat, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve dünyanın en popüler otomatik tüfeğinin mucidi Mihail Kalaşnikof) hem de geçmiş haberciliğimde yaptıkları yardımlarla, yazmak yönündeki nihai karardan önce bu kitabın metninin şekillenmesine yardımcı olanlara (ki bunlar listenin azınlığı) teşekkür edilmeli. Ayrıca şu gerçekle de yüzyüze geldim: Büyük Medeniyet Savaşı’nda bana doğrudan yardımcı olanlar, İyi, Kötü ve Çirkin’i kapsıyor. Bir intihar bombacısının babasını Batılı bir insani yardım çalışanının yanına koyabilir miyim; Saddam Hüseyin’in nükleer ihtiraslarına kahramanca direnen bir Iraklıyla, her şeyden bihaber hamile kız arkadaşını bomba yüklü bir bavulla uçağa bindirmeye çalışan bir adamı yan yana zikredebilir miyim? Irak’ta vahşice öldürülen merhume Margaret Hasan ile Cezayir’in ‘yok edici’ içişleri bakanı aynı sayfada olmalı mı? Bu sorunun en uç örneği Usame Bin Ladin. Onunla yaptığım son iki görüşmede, bu kitabı yazmakta olduğumu biliyordu ve açıkça bu bilgiyle konuştu. Batı dünyasında insanlığa karşı işlenen en büyük uluslararası suçtan sorumlu tutulan bir adama bu sayfalarda paye verilmeli mi? Yorumları ve düşünceleri metnin belli parçaları için kritik önem taşıdığı için bunu kayda geçiriyorum. Fakat aşağıda ismi yok. Diğerlerinin var. Velhasıl, burada yardımları, heyecanları ve ifşaları ile son on beş yıldır ve daha fazlasında yaptıkları katkılar için teşekkür edilmesi gerekenler, alfabetik sırayla yer alıyor. Okuyucuya bir kılavuz mahiyetinde, bazıları unvanları veya desteklerinin spesifik niteliği ile listeleniyor. Diğerleri ise bunun benim onlara şahsi özel teşekkürlerim olduğunu anlayacaktır. Amerika Ermeni Birliği’nden Joan Ablett; Reem Ebul Abbas; 1915 Ermeni soykırımından sağ kurtulan Astrid Ağaganyan; 1984’te İran askeri Şucai Ahmadvand; Boeing Otonetik ve Füze Sistemleri Bölümü’nden Robert A. Algarotti; Basra’da çocuk doktoru Dr. Cevad El-Ali; Lord Roberts’ın 1905’te Afganistan hakkında söylediklerine dikkatimi çeken Dorothy Anderson; 1948 Filistin tehcirinin yaralı kurtulanlarından Nimr Avn; Filistin Yönetimi Başkanı merhum Yaser Arafat; Filistin Yönetimi’nden Hanan Aşravi; The Times gazetesinin eski dış haberler editörü Tim Austin; Şahlık İran’ının son başbakanı Şapur Bahtiyar; Colgate Üniversitesi’nden Peter Balakyan; Afgan sinemacı Sıddık Barmak; babasının Irak’la ve 1914-1918 savaşında Ermenilerle ilgili mektupları için Dr. Anthony Barter; Algerié Actualite’den Suavi Benamadi; Ermeni Soykırımı’ndan sağ kurtulan Zaka Berberyan; Şamim Bhatia; gerilla lideri Mustafa Buyali’nin kardeşi Muhammed Buyali; Lahdar ‘Brahimi; Filistin’deki Britanya mandasının sonuna dair The
10
B Ü Y Ü K M E D E N İ Y E T S AVA Ş I
Scotsman haberlerinin transkripsiyonu için Ross Campbell; Pierre Caquet; 1956’da Paraşüt Alayı 3. Tabur’dan Teğmen ‘Sandy’ Cavenagh; Bosna İmamı Mustafa Ceriç; Ermeni babasına dair anıları için Ellen Sarkisyan Chesnut; The Irish Times’tan Conor O’Clery; Newsweek’ten Tony Clifton; Independent’tan Patrick Cockburn; 1991’de Kürdistan’da Chinook pilotu Astsubay Tim Corwin; ABD yardım görevlisi müteveffa Fred Cuny; 1991’de Kuveyt’te ICRC’den Jeannik Dami; Hitler’in Ermeni Soykırımı’na yönelik atıflarının analizi için Norman Davies; Ermeni yetimlere dair anıları için Dr. John de Courcy Ireland; eski Lübnanlı diplomat Dr. Nedim Dimeşkiye; Independent’ın dış haberler editörü Leonard Doyle; İrlanda radyosundan Eamon Dunphy; Durham Üniversitesi’nden Iain R. Edgar; James Bryce’ın Büyük Savaş ve Ermenistan ile ilgili 1922 tarihli ders notlarının kopyası için Yargıç David A. O. Edward; Isabel Ellsen; Filistin Yönetimi’nden Saib Erekat; Joanne Ferşah; hayatta olmayan babam Bill Fisk ve annem Peggy Fisk; 1991’de Kürdistan’daki ABD güçlerinin komutanı Tümgeneral Jay Garner; halen Associated Press’in Beyrut büro şefi olan Samir Gattas; kızları 1986’da Amerika’nın Irak bombardımanında öldürülen Bessam ve Saniye Gusseyn; BM yaptırımlarıyla ilgili Dışişleri Bakanlığı yazışması için Dr. Stephen Goldby; Boeing Savunma ve Uzay Grubu’ndan (Otonetik ve Füze Sistemleri Bölümü) Terry Gordy; Batı Şeria’da Yahudi yerleşimci Ben Greenberg; Bağdat’ta çocuk doktoru Dr. Selma Haddad; 1997 BM gıda karşılığı petrol programının başkanı Dennis Halliday; Pakistan’daki El-Hak medresesinden Mevlana Sami El-Hak; Ha’aretz’ten Amira Hass; Irak’ta CARE’den merhume Margaret Hasan; Dr. Mercy Heatle; 1997’de Bağdat UNICEF’ten Philippe Heffinck; Mısırlı gazeteci ve yazar Muhammed Heykel; BBC’den Gavin Hewitt; Kanada Yayın Kuruluşu (CBC) eski Londra çalışanlarından Sue Hickey; hamile kız arkadaşına El Al seferine sokması için niye bomba verdiğine dair ikna edici olmayan izah çabasından dolayı Nizar Hindavi; Marjorie Housepian; Şefik El-Hut ve eşi Bayan; Independent’tan Justin Huggler; Lockheed Martin Başkan Yardımcısı John Hurst; merhum Ürdün Kralı Hüseyin; eski Kudüs Büyük Müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni’nin torunu Aliye El-Hüseyni; Paice ve Martin Filistin Polis raporunun kopyası için Nadin El-İssa (ayrıca bunun için Peter Melcalfe’ye de teşekkür); 1996’da Lübnan’daki İsrail helikopteri saldırısında ailesinin büyük bölümünü kaybeden Abbas Ciha; Sovyet AK-47 tüfeğinin mucidi Mihail Kalaşnikof; 1915 Ermeni katliamlarından sağ kurtulan Mayreni Kalustiyan; Hacı Emin’in Nazi Almanya’sındaki eski yardımcısı Vasıf Kemal; 1997’de Lockheed’in komünikasyon direktörü El-Kamhi; Filistin Yönetimi’nden Mervan Kanafani; Beyrut Ermeni Huzurevi’nin müdürü Kevork Karaboyacıyan; İskenderiye’den toplu Ermeni göçünden sağ kurtulan Viktoria Karakaşyan; Suudi Arabistan Londra büyükelçisinin yardımcısı Cemal Kaşugi; Ermeni soykırımından sağ kurtulan Harutyan Kebeciyan; Ermeni soykırımına dair bilgi peşindeyken hiçbir yardımı esirgemeyen Andrew Kevorkyan ve atalarının Türkiye’deki evini ziyaret ettiğinde yaşadıklarını anlatan müteveffa kardeşi Aram; Şiilik üzerine mektubu için Zeyneb Kazım; Irak’taki Britanya yönetiminin tarihine dair yardımı için Şeyh Cavid Mehdi El-Halasi; yorulmak bilmez araştırmaları için Independent’ın eski dış haberler şefi Helen Kinsella; Associated Press’ten Zeyna Huri; Auschwitz’ten sağ kurtulan Josef Kleinman; AP’den Gerry Labelle; müteveffa Profesör Yeşayahu Leibowitz; CBC’nin eski Londra çalışanlarından George Lewinski; Güney Lübnan’da eski UNIFIL subayı Mikael Lindval; Wisconsin Madison Üniversitesi’nden Dr. David Loewenstein; 1917’de asker olan babası Charles Dickens’a dair verdiği ayrıntılar için Bayan Hilda Maddock; Endülüs üzerine çalışması için Dublin Trinity College Hispanik Çalışmalar Bölümü’nden Dr. Grace Magnier; Associated Press’in Bahreyn büro şefi merhum Ali Mahmud; Kamışlı’daki Suriye askeri istihbarat komutanı General Mansur; The Irish Times’tan Lara Marlowe; Associated Press’in Bahreyn’deki eski çalışanlarından Nebile Mecalli; Alf Mendes; Alman silah tüccarı Gerhard Mertins; Peter Metcalfe; eski Cezayir
RO B E RT F I S K
11
içişleri bakanı Abdurrahman Meziyan-Şerif; Beyrut’taki Middle East Reporter’dan Tevfik ve Philippa Mişlavi; El-Ahram’dan merhum (emekli) General Muhammed Abdül-Muneym; Irak’taki CARE’den Judy Morgan; Reuters, Independent ve şu an Financial Times’tan Harvey Morris; İranIrak savaşında Irak ordu kameramanı Fethi Davud Muvaffak; 1956’da Mısır ordusundan Binbaşı Mustafa Murad; İran devrimine dair anıları için Enis Nakkaçe ve İran savaş şiirlerinin çevirileri için eşi Betül; Cenin’den Filistinli bir intihar bombacısının babası olan Hacı Muhammed Nasr; Lübnan Hizbullah’ının Başkanı Seyid Hasan Nasrallah; Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nden Süheyl Natur; dikkatimi Lloyd George’un 1936’daki Filistin’le ilgili konuşmasına çeken Guillaume Nichols; Suudi Vahhabileri’nin hedefleri üzerine Harvard’da yazdığı çok değerli tezi için Nevaf Ubeyd; 1956’da kör olan Mısırlı gerilla savaşçısı Muhammed Mehran Osman; Ermeni soykırımından sağ kurtulan müteveffa Srpuhi Papazyan; yönetmen Nilüfer Pazire; Hamas’tan merhum Dr. Abdülaziz Rantissi; Independent’tan meslektaşım ve şimdi Ulusal Halk Radyosu’nda çalışan Phil Reeves; Lübnan demiryollarına dair ansiklopedik bilgisi için Haham Walter Rothschild; The Road to En-Dor’da Ermeni soykırımına yapılan bir atfa dikkatimi çeken Martin Rubenstein; eski İranlı savaş esiri Müçteba Sefavi; Bağdat’tan Haydar El-Safi; yıllar boyu esirgemedikleri yardımlar ve öneriler için müteveffa ve bulunmaz Filistinli akademisyen Edward Said ve yazar kızkardeşi Jean Makdisi; Associated Press’in eski Bağdat büro şefi Muhammed Selam; Amman’daki İnançlararası Çalışmalar Enstitüsü’nün eski direktörü Dr. Kemal Salibi; eski Suriye enformasyon bakanı Muhammed Salman; Suriye dışişleri bakanı Faruk El-Şara; Mustafa Buyali’nin arkadaşı Abdülhadi Seyyah; Kenneth Whitehead’in Iraq the Irreme diable’ından alıntı yapmama izin verdiği için Martin Scannall; Clive Semple; Saddam Hüseyin’in baş nükleer danışmanı Dr. Hüseyin Şehristani; Don Sheridan; 1991 Körfez Savaşı’nda ABD 24. Mekanize Piyade Birliği’nden Er Andrew Shewmaker; İsrailli tarihçi Avi Shlaim; Emire El-Sulh; 1999’da Bağdat’taki BM insani yardım ofisinin Halliday’den sonraki yetkilisi Hans von Sponeck; Sabra ve Şatila katliamına dair gerçeği yorulmak bilmeden aradığı için New York’tan Eva Stern; Ermeni Soykırımı’ndan sağ kurtulanların şarkıları için Verjine Svazliyan; Cezayirli insan hakları avukatı Maitre Muhammed Tahri; Cezayir Başpiskoposu Monsenyör Henri Teissier; ITV’den Alex Thomson; Hartum’dan Dr. Hasan Turabi; Vickers’tan Derek Turnbull; Norveç radyosundan Karsten Tveit; Ermenilerle ilgili engin bilgisi için Christopher J. Walker; Cihad El-Vezir; Boeing Savunma ve Uzay Grubu’ndan Garry Williamson; Yunanistan’da SOE ve İran’da Britanya adına görev yapan eski ajan müteveffa Christopher ‘Monty’ Woodhouse; ve İsrail Knesset milletvekili Dedi Zucker. Ayrıca Independent Yayın Yönetmeni Silmon Kelner’a da teşekkür etmeliyim. Irak ve Lübnan’daki görevlerim arasında bu kitabı yazmam için beni cesaretlendirdi, gazeteden uzun süreli tüymelerimi her defasında görmezden geldi ve on altı yıl boyu gazeteye yazdığım haberlerimden alıntılar yapmama izin verdi. Londra’da yayınlanan ve 1976’dan 88’de kadar Ortadoğu muhabirliğini yaptığım The Times’a da teşekkür ederim. Keza The Irish Times, London Review of Books ve New York’ta yayınlanan The Nation’a da; onlar da sayfalarında yayınlanan yazılarımdan alıntılar yapmama izin verdiler. Sovyetlerin 1980 Afganistan işgali ve İran-Irak savaşı sırasında benimle yapılan kayıtlar için Toronto’daki Kanada Yayın Kuruluşu’na; Ulusal Arşivler’deki Britanya Devlet belgeleri için Majestelerinin Yazışmalar Bürosu Kontrolörü’ne teşekkür ederim. Fourth Estate’teki editörüm Louise Haines’e bilhassa teşekkür etmeliyim; on altı yıl gibi akıl almaz bir süre zarfında bu kitabın serpilip gelişmesi konusunda insanüstü bir sabır gösterdi. Ve dünyadaki en yorulmaz yayına hazırlık editörü Steve Cox’a teşekkür ederim. Son olarak, kronolojiyi yazan, Bibliyografya’ya biçim veren ve insanüstü bir sabırla belgelerimin, notlarımın ve haberlerimin 328 binini arşivleyen Dr. Victoria Fontan’a teşekkür borçluyum.
12
B Ü Y Ü K M E D E N İ Y E T S AVA Ş I
Kaçınılmaz olarak teşekkür borçlu olduğum, fakat güvenlikleri için isimlerini veremediğim, hem kendi düşmanları hem de kendi hükümetlerinin tehditlerine maruz kalabilecek insanlar da var. Onlar arasında (halen görev yapan ve emekli olmuş) Mısır, Fransa, Irak (sözgelimi hava kuvvetlerinin eski ikinci komutanlarından biri ve iki pilotu), İsrail, Ürdün, Lübnan, ‘Filistin’, Suriye, Türkiye, Britanya ve ABD silahlı kuvvetleri mensupları bulunuyor. Ve elbette, alışıldık yazar uyarısını da ekliyorum: Bu kitapta yer alan hataların veya görüşlerin hiçbirinden yukarda adını andığım kişiler sorumlu değildir.
HARİTALAR Ortadoğu 14-15 Afganistan 52 İran 102 Irak 141 Sykes-Picot Anlaşması 143 İran-Irak Savaşı 175 Ermeni Soykırımı 291 İsrail/Filistin 323 Cezayir 457 Suudi Arabistan/Kuveyt/Irak 517
Bütün haritalar HLStudios, Long Hanborough, Oxford tarafından hazırlanmıştır. Sadece Ermeni Soykırımı haritası Ermeni Ulusal Enstitüsü (ANI-Washington DC) ve Nubaryan Kü tüphanesi’ne (Paris) aittir.
GİRİŞ
Küçük bir çocukken babam beni her yıl Birinci Dünya Savaşı’nın, H. G. Wells’in ‘bütün savaşları sona erdiren savaş’ dediği o korkunç altüst oluşun yaşandığı cephelere götürürdü. Her yaz Austin Mayflower’ımıza atlar ve Somme, Ypres ve Verdun’un çukurlu yollarını hoplaya zıplaya kat ederdik. 14 yaşına geldiğimde bütün taarruzların isimlerini ezbere sayabiliyordum: Bapaume, Hill 60, High Wood, Passchendaele... Tüm mezarlıkları gördüm, devasa siperlerin hepsini dolaştım, Britanya askerlerinin tozlu miğferlerine ve eskimiş müzelerdeki aşınmış Alman toplarına dokundum. Babam Büyük Savaş’ta askerdi, adını hiç duymadığı Saraybosna diye bir şehirde sıkılan bir kurşun yüzünden Fransa cephelerinde savaşmıştı. Ve on üç yıl önce, doksan üç yaşında öldüğünde, savaş madalyaları bana miras kaldı. Madalyalarından birinin bir yüzüne kanatlı bir zafer işareti kazınmıştı, arka yüzünde ise şu kelimeler yazıyordu: ‘Büyük Medeniyet Savaşı.’ Babamın derin endişelerine ve annemin gönülsüz rızasına rağmen hayatımın büyük bölümünü savaşlarda geçirdim. Bu savaşlar da ‘medeniyet adına’ veriliyordu. Afganistan’da Rusları, ‘uluslararası teröre’ karşı savaş adını koydukları ‘uluslararası görevlerini’ ifa ederken izledim; Afgan hasımları da, elbette, ‘komünist saldırganlığa’ karşı ve Allah yolunda savaşıyorlardı. İranlılar Saddam Hüseyin’e karşı ‘Musallat Savaş’ dedikleri mücadeleyi verirken savaşın ön cephelerinden haber geçtim – Saddam Hüseyin de İran’a yönelik 1980 istilasını ‘Kasırga Savaşı’ diye adlandırıyordu. İsraillilerin Lübnan’ı iki kez, ardından Filistin Batı Şeriası’nı yeniden işgal edişine tanık oldum; onlar da ‘terörizm diyarlarını temizlemek’ iddiasındaydı. Cezayir ordusu görünüşte aynı nedenle İslamcılarla savaşa girdiğinde oradaydım, ele geçirdikleri mahkumları, en az düşmanları kadar tutkuyla işkenceden geçiriyor ve infaz ediyorlardı. Derken 1990’da Saddam Kuveyt’i işgal etti ve Amerikalılar emirliği kurtarmak ve ‘Yeni Bir Dünya Düzeni’ dayatmak için ordularını Körfez’e gönderdi. Çöldeyken ‘yeni dünya düzeni’ kelimelerini not defterime hep bir soru işareti eşliğinde yazıyordum. Bosna’da, ‘Sırp medeniyeti’ dedikleri şey için savaşan Sırplar gördüm, bu arada Müslüman düşmanları giderek kaybolan çokkültürlü bir hayal adına, kendi canlarını kurtarmak için savaşıp ölüyorlardı. Afganistan’da bir dağın tepesinde, Usame Bin Ladin’in çadırında onunla karşı karşıya oturdum. Bin Ladin ABD’ye yönelik ilk doğrudan tehdidini savurdu ve susup söylediklerini gaz lambası ışığında not defterime yazmamı bekledi. ‘Tanrı’ ve ‘şer’den bahsediyordu. 11 Eylül 2001’de Atlantik üzerinde uçuyordum (ABD’deki saldırıların ardından bindiğim uçak İrlanda semalarında turlayıp geri döndü) ve aradan üç ay bile geçmeden Afganistan’da, Amerika zaten savaşlarla yerle bir olmuş bir ülkenin enkazını bombalarken, Kandahar’ın batısındaki otoyoldan Taliban’la birlikte kaçmaktaydım. Tam bir yıl sonra George W. Bush da ‘Tanrı’ ve ‘şer’den,
18
B Ü Y Ü K M E D E N İ Y E T S AVA Ş I
yanı sıra kitle imha silahlarından dem vurup Irak’ı işgale hazırlanmışken Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaydım. O işgalin ilk füzeleri Bağdat’ta başımın üzerinden geçti. Başkan Bush’un belalı ‘terörle savaşının’ sözümona ahlaki temellerine böylece peşinen tanık olmuş oldum. Bütün bu çatışmaların doğrudan fiziksel sonuçları ölene dek belleğimde kalacak, kalmalı da. Askeri trenle Tahran’ın kuzeyine giden, yanlarında havlular taşıyan ve bir yandan Kuran okurken bir yandan da Saddam’ın gazını ağız dolusu kan ve balgam halinde öksürerek tüküren İranlı askerleri hatırlamam için dağ gibi yığılmış not defterlerimi okumama gerek yok. Amerika’nın Irak’a 2003’te düzenlediği misket bombası saldırısından sonra elime, yarım somun ekmeğe benzeyen bir şey tutuşturan o babayı hatırlamam için gazete kupürlerimin hiçbirine bakmama gerek yok; parçalanmış bir bebeğin yarısıydı o şey. Veya Nasıriye dışındaki toplu mezarda gördüğüm o bacak kalıntısını: İçinde hâlâ çelik bir tüp ve kemiğin bir kısmına takılmış plastik bir disk duruyordu; Saddam’ın emrindeki katiller, adamı doğruca ameliyat olduğu hastaneden almış ve infaz etmek için çöle getirmişti. Bu olaylarla ilgili kâbuslar görmüyorum. Fakat hatırlıyorum. Dört yıl önce bir Amerikan hava saldırısında kafası parçalanıp gövdesinden ayrılan o Kosovalı Arnavut mülteci; sakallı bir adamdı, ışıklı yeşil bir arazide ayakta duruyordu ve sanki bir ortaçağ celladı kesmişti onu. Sırpların öldürdüğü Kosovalı bir çiftçinin cesedi; mezarı BM tarafından açılmıştı, hemen önümüzde bir kez daha aydınlığa çıkıyordu, kemeri karnının etrafını koparacak gibi sıkmıştı, karnı normal bir insanın iki katı büyüklüğündeydi. İran-Irak savaşı sırasında Fao’daki Iraklı asker; karşımdaki siperde rahimdeki bir bebek gibi kıvrılmıştı, ölümle kararmıştı, sol elinin üçüncü parmağında tek bir altın nikah yüzüğü, güneş ışığıyla ve dul kaldığını bilmeyen bir kadının aşkıyla parlıyordu. Asker ve sivil, on binlerce insan öldü, çünkü ölüm onlar için hazırlanmıştı. O meşhur ahlak kavramı, biz ‘hedeften yana zengin bölgelerden’ ve ‘tali hasardan’ (öldürme suçunu örtbas etme çabasının en çocukça biçimi) söz edebilelim ve zafer geçitlerini, yıkılan heykelleri ve barışın önemini haber yapabilelim diye, savaş atının boynuna yular misali bağlanmıştı. Hükümetler böylesini sever. Halklarının savaşı zıtlar arasındaki, kötü ve iyi, ‘biz’ ve ‘onlar’, zafer veya yenilgi arasındaki bir dramdan ibaret görmesini isterler. Fakat savaş esasen zafer veya yenilgiyle değil, ölüm ve ölümün ızdırabıyla ilgilidir. İnsan ruhunun topyekün başarısızlığını temsil eder. Tanıdığım bir editör benden bunları duymaktan artık bıkmıştı, fakat kaç editör savaşın birinci elden tanığıdır? İronik olan şu ki, gazeteciliğe heves etmemin nedeni bir filmdi. Alfred Hitchcock’un Foreign Correspondent (Dış Haber Muhabiri) adlı filmini izlediğimde on iki yaşındaydım. 1940’ta çekilmiş, vatanseverlik hakkında şaibeli bir filmdi; aynı zamanda kara mizahla yüklüydü. Joel McCrea, John Jones adlı (New York’taki editörü sonradan adını Huntley Haverstock olarak değiştiriyordu) Amerikalı bir gazeteciyi canlandırıyordu. Yaklaşan savaşı takip etmesi için 1939’da Avrupa’ya gönderilen Jones, bir suikasta tanık oluyor, Hollanda’daki Nazilerin peşine düşüyor, Almanya’nın Londra’daki baş ajanını ortaya çıkarıyor, bir Alman zırhlısı tarafından bindiği nakliye uçağı vuruluyor, fakat hayatta kalıp bütün dünyaya haber atlatıyordu. Ayrıca filmdeki en güzel kadını da elde ediyordu; böylesine muazzam bir iş çıkardığı için bu ilave armağanı da hak etmiş oluyordu elbette. Film Londra’ya düzenlenen hava saldırı sırasında, göklerdeki Haverstock’un tanıtıldığı bir radyo anonsuyla sona eriyordu. Radyocu, “Bu akşam konuğumuz bir basın neferi!” diye bağırmaktaydı hava saldırısı sirenlerinin gürültüsü arasında ve ekliyordu: “... O, tarihi bombaların ağzından yazan tarihçiler ordusunun bir neferi...” Geriye dönüp bakmadım hiç. Annem kakaomu içip yatağa gitmemi isterken, sobanın önünde yere uzanır ve babamın muhafazakar Daily Telegraph’ını didik didik okurdum, bilhassa da dış haberleri. Okulda her öğlen The Times vardı önümde. Kruşçev’in Stalin’in terör rejimini
RO B E RT F I S K
19
kınadığı konuşmasının tamamını okudum, anlamam hiç kolay olmadı. Okulun Güncel Haberler ödülünü kazandım ve bir daha kimse –asla– beni dış haberci olma kararımdan döndüremedi. Babam hukuk veya tıp okumam gerektiğini söylediğinde odadan çıktım. Onun bana öğüt vermesini rica ettiği bir aile dostumuz, benden bir mahkemede olduğumu hayal etmemi istedi. Orada avukat mı olmak isterdim, yoksa basın sırasında oturan bir gazeteci mi? Gazeteci olmak istediğimi söyledim, o da babama, “Robert gazeteci olacak,” dedi. Ben, ‘basın neferlerinden biri’ olmak istiyordum. Newcastle Evening Chronicle gazetesine girdim, ardından Sunday Express’te günlük köşe yazdım; yanlarındaki yıldızlarla köşe bucak kaçan çapkınların peşine düşüyordum. Üç yıl sonra The Times’a başvurdum ve beni Kuzey İrlanda’ya gönderdiler; Britanya sömürge yönetiminden miras kalan bu bölgede haince patlak veren küçük çaplı çatışmaları haber yapacaktım. Beş yıl sonra, şu sözünü ettiğim gazetecilik ‘neferlerinden’ biri, yani bir dış haber muhabiri olup çıkmıştım. Nisan 1976’da, Portekiz’in Port Novo sahilindeydim (Portekiz devrimini takip ettiğim Lizbon’dan buraya tatile gelmiştim); postacı kadın tepeden aşağı seslenerek mektubum olduğunu bildirdi. Gazetenin dış haber editörü Louis Heren’den geliyordu mektup. “Sana iyi haberlerim var,” diye yazıyordu Heren. “Paul Martin Ortadoğu’dan alınmasını istedi. Karısı bu kadar yeter demiş ve doğrusu onu suçlamıyorum. Ona Paris’teki ikinci muhabirimiz olmasını önerdim, Richard Wigg’e de Lizbon’u... Velhasıl sana da Ortadoğu’yu öneriyorum. İsteyip istemediğini bana bildir... Muhteşem bir fırsat senin için... İyi hikâyeler, bol seyahat ve güneş...” Hitchcock’un korku filminde, Haverstock’un editörü, Avrupa savaşına göndermeden önce onu ofisine çağırıyor ve soruyordu: “Dünyanın en büyük haberini yapmak ister misin?” Heren’in mektubu o kadar afili değildi, fakat benim için aynı anlama geliyordu. Yirmi dokuz yaşındaydım ve bana Ortadoğu teklif edilmişti – merak ediyordum, kendisine Irak ‘teklif edildiğinde’ Kral Faysal veya Winston Churchill’in Trans-Ürdün ‘teklifine’ karşılık verirken kardeşi Abdullah kendilerini nasıl hissetmişlerdi acaba. Zaten Louis Heren de gayet Churchillvari bir edaya sahipti: İnatçı, belagatli ve iyi şarap düşkünü; ayrıca o da eski bir Ortadoğu muhabiriydi. Ne var ki gazeteciliğin lûgatında hikâyelerin ‘iyi’ olması, korkutucu mesailer ve baş döndürücü yolculuklar anlamına geliyordu; ‘güneş’ ise kılıç kadar keskindi. Ve biz gazetecilerin krallar gibi koruması (veya kusursuzluk iddiası) yoktu. Fakat artık ‘tarihi bombaların ağzından yazan küçük tarihçiler ordusunun’ bir mensubu olabilecektim. O kadar masum ve o kadar naiftim. Yine de masumiyet, eğer onu kaybetmezsek, bir gazetecinin dürüstlüğünü koruyabilir. Buna inanmak için de mücadele etmeniz gerekir. Babamın aksine, savaşa bir savaşçı olarak değil, bir tanık olarak gittim. Doğruyu söylemek gerekirse, çok da hiddetli bir izleyiciydim, fakat en azından duygusuz, kızgın, bazen çıldırmış şekilde savaşan adamlar gibi değildim. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasını izleyen emektar muhabirleri taparcasına seviyordum: Hitler 1941’de ABD’ye savaş açmadan hemen önce, Berlin’de son trene binip Nazi Almanyası’ndan kaçan Howard K. Smith’i; 1946’da Bikini’deki atom denemelerini bildirdiği efsanevi haberi, belki de bir gazetede bugüne kadar yayımlanan en edebi ve felsefi yazının sahibi olan James Cameron’ı... Ortadoğu muhabiri olmak, bu tür ağır koşullara katlanmayı gerektiren, biraz sevimsiz bir iştir. İzlediğim askerler savaş alanını terk etmeye karar verdikleri takdirde, firar ettiği için vuruluyor, en azından divanı harbe çıkarılıyorlardı. Aralarında yaşadığım ve çalıştığım siviller bombardıman altında kalmaya zorlanıyorlardı, aileleri top ateşi ve hava saldırılarının altında yok olup gidiyordu. Parya ülkelerin vatandaşları olarak, hiçbir çıkış yolları yoktu onların. Fakat ben, gördüğüm dehşete dayanamayıp gitmek istediğimde çantamı toplayabilir ve elimde bir bardak şampanya ile, durmadan (birçok meslektaşım gibi) öldürülmemiş olduğuma şükrede-
20
B Ü Y Ü K M E D E N İ Y E T S AVA Ş I
rek, Birinci Mevki’de evime dönebilirdim. Bu yüzden ne zaman birileri çıkıp savaşları izlemenin ‘travması’ hakkında psikolojik gevezelikler yapsa, biz dolgun maaşlı kalem erbaplarının gördüklerimizle ‘başa çıkabilmemiz’ için ‘danışma hizmeti’ almamız gerektiğini söylese uyuz oluyorum. Irak gazlarının, İran roketlerinin, Sırp milislerin vahşetinin, İsrail’in 1982’deki acımasız Lübnan işgalinin, Amerika’nın 2003 işgali sırasında ölüm saçan bilgisayarlarının insafına terk edilen yoksul ve istiflenmiş kitlelere danışma hizmeti verecek kimse yok oysa. ‘Savaş muhabiri’ tabirini sevmiyorum. Ortadoğu’yu savaşa mahkum eden gazetecilik değil, tarih. Bana göre ‘savaş muhabiri’ ifadesinde bir parça yanlış romantizm kokusu var; daha ziyade, savaşları leydilerin kabul gününde tepelerden izleyen, acıdan muaf, ancak arada sırada şöyle bir dönüp uzaklarda patlayan toplara göz atan Viktoryen dönem gazetecilerini çağrıştırıyor bu ifade bana. Halbuki, paradoksal bir biçimde, savaş bir gazeteci için son derece güçlü, eşsiz bir deneyimdir, henüz bir fiyata tabi kılınmamış yegane gayri-şahsi heyecanı yaşama fırsatıdır. Eğer filmleri seyretmişseniz, niye gerçeğini yaşamayasınız? Korkarım ki bazı meslektaşlarım bu şekilde hayatını kaybetti; savaşa hâlâ bir Hollywood filmi izliyormuş gibi yaklaştılar; kahramanların ölmediğini, sıradan insanlar gibi öldürülemeyeceklerini, Humphrey Haverstocks gibi destanlar yazıp en güzel kızı kapmaktan gayri başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini sandılar. Fakat savaşta öldürülebilirsiniz. Bosna’daki savaşın sadece bir yılında otuz meslektaşım öldü. Bütün masum gazetecileri bekleyen bir küçük savaş vardır mutlaka. Bu kitabı yazmaya ilk oturduğumda niyetim, bir muhabirin neredeyse otuz yılı bulan Ortadoğu macerasının dökümünü çıkarmaktı. Bir önceki kitabımı da bu niyetle yazmıştım; Pity the Nation, Lübnan iç savaşına ve iki İsrail işgaline dair ilk elden tanıklıkları içeriyordu.1 Fakat kütüphanemdeki gazete raflarında, 350 binden fazla belge, defter ve dosya arasında eşinirken (ki bazılarını ateş altında kendi elimle yazmıştım, bazıları yorgun Arap telekomünikasyon operatörleri tarafından telgraf kâğıtlarına yazılmıştı, birçoğu Internet keşfedilmeden önce kullandığımız o tıkırtılı teleks makinelerinden çıkmıştı), bunun kronolojik bir tanıklıktan daha fazla bir şey olacağını fark ettim. Babam, 1918’in o ihtiyar askeri, Lübnan savaşı hakkındaki kitabımı okudu, fakat bu kitabı göremeyecek. Bugünü anlamak için hep geçmişe bakardı babam: Dünya 1914’te savaşa girmeseydi; barış yaparken o kadar bencil davranmasaydık... Biz muzafferler Araplara bağımsızlık, Yahudilere de Filistin’de bir vatan sözü verdik. Sözler tutulmak için verilir. Ancak bu sözlere (Yahudiler doğal olarak vatanlarının bütün Filistin olacağını düşündüler) ihanet edildi ve bugün Ortadoğu’daki milyonlarca Arap ve Yahudi bunun sonuçlarıyla yaşamaya mahkum edilmiş durumda. Ortadoğu’da kimi zaman, sanki tarihte şu sözü söylemenize imkân verecek bir sona, bir geçiş noktasına, bir âna sahip hiçbir olay olmadığını hissedersiniz: “Tamam, bu kadar yeter, kurtulacağımız yer işte burası.” Bu zaman döngüsünü anladığımı sanıyorum. Geçen asrın ilk yarısında dünyaya geldim. Az önce neler yaptığımdan, 1980’de Sovyet ordusunun Afganistan işgalini, 1982’de Saddam birlikleriyle savaşan İran ön cephelerini, 2003’te Dicle üzerindeki büyük köprüyü geçen 3. Zırhlı Tümen’e mensup ilk Amerikan askerini izlediğimden söz ettim. Ve dahası, Birinci Dünya Savaşı doğumumdan sadece otuz yıl önce patlak vermişti. Bill Fisk, doğumumdan sadece yirmi sekiz yıl önce Fransa siperlerindeydi. Hitler’in intiharından sadece 1 Pity the Nation: Lebanon at War (Oxford University Press, 2001), ABD’deki yeni basımı Pity the Nation: The Abduction of Lebanon (New York, Nation Books, 2002) başlığını taşıyor. Lübnan iç savaşıyla, 1978 ve 82 İsrail işgalleri, Kana katliamı ve Lübnan’daki diğer trajedilerle ilgilenen okurlar bu kitaba bakabilir. O yüzden Lübnan’ın hikâyesini burada bir kez daha yazmamayı tercih ettim.
RO B E RT F I S K
21
bir yıl sonra doğacaktım. Kore’den Britanya’ya dönen uçakları gördüm ve annem 1956’da bana şanslı olduğumdan, yaşım daha büyük olsaydı Süveyş’i istila eden bir Britanya savaş gemisinde olabileceğimden söz ederdi. Bunu yine de şahsen hissediyorsam, sebebi yıllar boyunca ancak gücün saldırganlığı olarak tanımlanabilecek olaylara tanık olmamdır. İranlılar ABD’yi ‘dünya saldırganlığının merkezi’ olarak nitelerlerdi ve ben buna gülerdim, fakat sonradan bunun ne anlama geldiğini idrak etmeye başladım. Müttefiklerin 1918’de, babamın savaşının bitiminde kazandığı zaferin ardından, galipler eski düşmanlarının topraklarını böldüler. Sadece 17 ay zarfında Kuzey İrlanda, Yugoslavya ve Ortadoğu’nun büyük kısmının sınırlarını çizdiler. Ve ben bütün kariyerimi (Belfast ve Saraybosna’da, Beyrut ve Bağdat’ta) bu sınırlar içindeki insanları yanarken izlemekle geçirdim. Amerika Irak’ı, Saddam Hüseyin’in şu efsanevi ‘kitle imha silahları’ (ki bu silahlar uzun süre önce imha edilmişti) için değil, Ortadoğu haritasını değiştirmek, yani babamın kuşağının seksen yıldan fazla bir zaman önce yaptığını yapmak için işgal etti. Bill Fisk’in savaşı, daha yaşanırken bile, asrın ilk soykırımının (bir buçuk milyon Ermeni) işlenmesine yardımcı oluyor, ikincisinin (Avrupa Yahudileri) temellerini atıyordu. Bu kitapta işkence ve infazlar da var. Belki de gazeteciler sıfatıyla yaptığımız iş, bazı hücrelerin kapısını açıyordur. Belki de bazen celladın ilmiğinden birini kurtarıyoruzdur. Yıllar geçtikçe (hem bana hem de Independent editörüne yazılan) okur mektuplarının sayısı giderek arttı; okurlar her zamankinden daha hassas ve daha endişeli; demokratik yönetimler kendilerini seçenleri artık temsil etmez hale gelmiş göründüğünde, seslerini nasıl duyurabileceklerini bilmek istiyorlar. O okurlar, bu vahşi dünyanın çocuklarının hayatlarını zehirlemesine nasıl engel olabileceklerini soruyorlar. Independent Bosna’nın Gacko kentinde tecavüze uğramış (ve bu şiddetin iki yıl sonrasında hiçbir uluslararası yardım, hiçbir psikolojik destek, hiçbir şefkat görmeyen) Müslüman kadınlarla ilgili uzun bir yazımı yayınladıktan sonra, Almanya’da yaşayan Britanyalı bir kadın “Onlara nasıl yardımcı olabilirim?” diye yazıyordu bana. Neticede biz gazetecilerin tarihin birinci elden tarafsız tanıkları olmaya gayret ettiğini (veya bu gayreti göstermek zorunda olduğunu) düşünüyorum. Eğer varlığımızın herhangi bir sebebi varsa, bunun asgari noktası, yaşanan tarihi haberleştirme yeteneğimiz olmak zorunda, ki kimse, “Biz bilmiyorduk, kimse bize anlatmadı” diyemesin. Ha’aretz gazetesinde çalışan ve işgal altındaki Filistin topraklarından geçtiği haberler İsrailli olmayan muhabirlerin yazdığı her satırı gölgede bırakan parlak İsrailli gazeteci Amira Haas, bu konuda iki yıl önce benimle tartışmıştı. Tarihin ilk sayfalarını yazma görevimiz olduğunda ısrar ediyordum, fakat Amira sözümü kesti. “Hayır Robert, yanlış düşünüyorsun,” dedi. “Bizim işimiz güç odaklarını gözlemek.” Ve bugün bunun, gazeteciliğin duyduğum en iyi tarifi olduğunu düşünüyorum; otoriteye (bütün otoritelere) meydan okumak, bilhassa da hükümetler ve siyasetçiler bizi savaşa soktuklarında, kendilerinin öldüreceğine, başkalarının da öleceğine karar verdiklerinde. Peki ya bu görevi yerine getirebiliyor muyuz? Elinizdeki kitap bu soruya yanıt vermiyor. Gazeteci olarak hayatım büyük bir maceraydı. Hâlâ öyle. Bu sayfaları yazdıktan aylar sonra baktığımda, acı, adaletsizlik ve korku hikâyeleriyle dolu olduklarını görüyorum; babaların çocuklarına musallat ettikleri günahlarla dolu olduklarını. Soykırım da var bu sayfalarda. Geçmişte her gazetecinin arka cebinde bir tarih kitabı taşıması gerektiğini savunurdum (elbette umutsuzca). 1992’de Saraybosna’daydım ve bir defasında, Sırp topları tepemden geçerken, tam Gavrilo Princip’in babamı Birinci Dünya Savaşı siperlerine gönderen o ölümcül kurşunu sıktığı kaldırımtaşının üzerinde dikildim. Ve elbette 1992’de Saraybosna’da hâlâ silahlar sıkılı-
22
B Ü Y Ü K M E D E N İ Y E T S AVA Ş I
yordu. Tarih sanki devasa bir yankı odası gibiydi. Babam o yıl hayata gözlerini yumdu. İşte bu yüzden elinizdeki kitap onun neslinin hikâyesi. Ve benim. Beyrut, Haziran 2005