Eleştiri ve Bilginin Gelişmesi

Page 1


Keşif Mantığı mı Araştırma Psikolojisi mi?1 THOMAS S. KUHN Princeton Üniversitesi

Bu sayfalardaki amacım, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabımda anahatlarını verdiğim bilimsel gelişme görüşünü, başkanımız Sir Karl Popper’ın iyi bilinen görüşleri ile karşılaştırmak.2 Karşılaştırmaların yararı konusunda Sir Karl Popper kadar iyimser olmadığımdan, normalde böyle bir girişimi reddederdim. Üstelik o kadar uzun süre onun yapıtlarına hayranlık besledim ki, şimdi birdenbire eleştirel bakmaya başlamam kolay değil. Fakat bu sefer böyle bir girişimin gerekliliğine ikna oldum. Görüşlerimiz arasındaki ilişkinin özel ve çoğu zaman şaşırtıcı olan niteliklerini kitabımın yayımlanmasından iki buçuk yıl önce keşfetmeye başlamıştım. Bu ilişkiyi ve ona verilen birbirinden çok farklı tepkileri göz önüne alınca, görüşlerimizi disiplinli bir şekilde karşılaştırmanın kendine özgü bir aydınlanma üretebileceğini düşünüyorum. İzninizle, neden böyle düşündüğümü açıklayayım. Aynı meselelere yöneldiğimizde, Sir Karl’ın bilim görüşü ile benimki neredeyse her seferinde hemen hemen aynıdır.3 İkimiz de, bilimsel araştırma ürünlerinin mantıksal yapısından ziyade, bilimsel bilginin kazanılmasını sağlayan dinamik süreçle ilgileniyoruz. Bu yüzden, ikimiz de olguları ve aynı zamanda fiilî bilim yaşamının ruhunu meşru veriler olarak vurguluyor, bunları bulmak için de çoğu zaman tarihe yöneliyoruz. Paylaşılan verilerin oluşturduğu bu havuzdan, birbirinin aynı birçok sonuç 7


çıkarıyoruz. İkimiz de bilimin birikim yoluyla ilerlediği görüşünü reddediyor, buna karşılık, eski bir kuramın reddedilip yerine onunla bağdaşmayan yeni bir kuramın geçirildiği devrim sürecini vurguluyoruz.4 Mantık, deney veya gözlemin ortaya çıkardığı güçlüklere göğüs germede eski kuramın ara sıra başarısız olmasının bu süreçte oynadığı rolün altını kalın çizgilerle çiziyoruz. Son olarak, ikimiz de klasik pozitivizmin en karakteristik bazı tezlerine karşı çıkıyoruz. Örneğin, ikimiz de bilimsel gözlem ile bilim kuramının çok sıkı ve kaçınılmaz şekilde iç içe geçtiklerini vurguluyoruz; buna bağlı olarak da, herhangi bir nötr gözlem dili üretme çabalarına kuşkuyla yaklaşıyoruz. Ve yine, ikimiz de bilim insanlarının gözlemlenmiş fenomenleri açıklayan ve bunu –aklınıza gelebilecek her anlamda– gerçek nesneler üzerinden yapan gerçek kuramlar icat etmeyi hedeflemelerinin doğru olduğunu iddia ediyoruz. Elbette bu liste Sir Karl Popper ile hemfikir olduğumuz konuları bütün ayrıntısıyla kapsamasa da,5 bizi çağdaş bilim felsefecileri arasında aynı azınlığa dâhil etmek için yeterlidir. Bana sempati duyan felsefe dinleyicilerimin aynı zamanda her seferinde Sir Karl’ın da takipçileri olmalarının sebebi bu olsa gerek. Minnettarlığım sürmekle beraber, onu gölgeleyen bir nokta var, o da şu: Sempatiye yol açan bu fikir birliği ilgiyi de çok sıklıkla yanlış yönlendiriyor. Belli ki, çoğu zaman Sir Karl’ın takipçileri kitabımın büyük kısmını onun klasikleşmiş yapıtı Bilimsel Keşfin Mantığı’nın son (ve bazılarına göre de köklü değişikliklerle) düzeltilmiş versiyonunun bölümleriymiş gibi okuyabiliyorlar. Mesela, içlerinden biri Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda anahatlarını verdiğim bilim görüşünün uzun zamandır zaten herkesçe bilinip bilinmediğini soruyor. Daha insaflı olan bir ikincisine göre ise benim tek özgünlüğüm, olgu keşiflerinin yaşam döngüsünün kuram yeniliklerinin yaşam döngüsüne çok benzer olduğunu göstermem. Daha başkaları da kitabın genelde hoşlarına gittiğini ifade etseler de, Sir Karl ile fikir ayrılığımızın az çok belirgin 8


olduğu ve nispeten ikincil kalan şu iki konuyu tartışacaklardır: Geleneğe derinden bağlılığın önemine getirdiğim vurgu ile “yanlışlama” teriminin içerimleri karşısında duyduğum hoşnutsuzluk. Kısacası, bütün bu insanlar kitabımı çok özel bir gözlükle okuyorlar, oysa başka bir yol daha var. Sir Karl ile aramızdaki görüş birliği gerçek ve temel olduğu için o gözlükle görülenler yanlış olmamakla beraber, Poppercı çevrenin dışındaki okurlar bu görüş birliğinin varlığını bile neredeyse sürekli gözden kaçırıyorlar. Ve benim temel gibi gördüğüm meseleleri (her zaman sempatiyle olmasa da) çoğu kez kabul edenler de bu okurlar. Bir geştalt değişiminin kitabımın okurlarını iki ya da daha fazla gruba böldüğü sonucuna vardım. Bu gruplardan birinin çarpıcı benzerlik olarak gördüğünü diğerleri neredeyse hiç görmüyor. Böyle bir şeyin nasıl olabildiğini anlama arzusuyla, kendi görüşlerim ile Sir Karl’ınkileri karşılaştırmaya yöneldim. Ne var ki, bunun sadece husus husus yan yana getirerek karşılaştırma olmaması gerekir. Asıl dikkat ara sıra rastlanan ikincil fikir ayrılıklarımızın dâhil olduğu çevre alandan ziyade hemfikir göründüğümüz merkezi alana yöneltilmelidir. Sir Karl ve ben aynı verilere başvuruyoruz; alışılmadık bir ölçüde, aynı kâğıdın üzerinde aynı çizgileri görüyoruz; o çizgiler ve o veriler sorulduğunda, çoğu zaman aşağı yukarı aynı cevapları veriyoruz veya en azından, soru-cevap tarzının getirdiği bağlamsızlık yüzünden cevaplarımız ister istemez aynı görünüyor. Bunlara rağmen, yukarıda söz ettiğime benzer deneyimler, Sir Karl ile aynı şeyleri söylerken niyetlerimizin sıklıkla çok farklı olduğuna beni ikna ediyor. Çizgiler aynı olsa bile, onlardan vücut bulan şekiller aynı değil. Bu yüzdendir ki, bizi ayıran şeye anlaşmazlık yerine geştalt değişimi diyorum ve yine bu yüzden, ayrışmamızı en iyi şekilde nasıl incelemek gerektiği konusunda hem kafam karışık hem de merak içindeyim. Bilimsel gelişim hakkında bildiğim her şeyi bilen ve şurada veya burada dile getirmiş olan Sir Karl’ı, onun ördek dediği şeyin tavşan olarak görülebileceğine nasıl ikna edece9


ğim? Bakmasını isteyeceğim her şeye kendi gözlüğüyle bakmayı öğrenmişken, ona benim gözlüğümü takmanın neye benzediğini nasıl göstereceğim? Strateji değişikliği gerektiren bu durumda aklıma gelen bir yol var. Sir Karl’ın başlıca kitap ve denemelerini bir kez daha okuduğumda, bir dizi yinelenen deyimle tekrar karşılaştım. Anladığım ve pek karşı çıkmadığım deyimler olmalarına rağmen, şahsen ben bunları aynı yerlerde kullanamazdım. Elbette, Sir Karl bu deyimleri çoğu kez metafor olarak düşünmüş ve başka bir yerde kusursuz betimlemelerini verdiği durumlar için retorik amaçla kullanmıştır. Hiç uygun bulmadığım bu metaforlar, şu anki amacımız açısından düz betimlemelerden daha yararlı olabilirler. Düz anlamlı, titiz bir ifadenin gizlediği bağlamsal farkların belirtisi olabilirler. Eğer öyleyse, o zaman bu terimler kâğıt üzerindeki çizgiler olarak değil, ama kişinin bir arkadaşına bir geştalt diyagramını görme biçimini nasıl dönüştüreceğini öğretirken seçtiği mesela tavşan kulağı, şal ya da yaka kurdelesi olarak işlev görebilirler. En azından onlardan beklentim bu. Aklımda böyle dört terim farkı var; bunları sırasıyla ele alacağım.

I Sir Karl ile hemfikir olduğumuz en temel noktalardan biri şudur: Bilimsel bilginin gelişimine dair bir analiz bilimin fiilen yapılış tarzını hesaba katmalıdır. Bu yüzden de, Sir Karl’ın tekrar tekrar yaptığı birkaç genelleme beni afallatıyor. Bunlardan birine Bilimsel Keşfin Mantığı’nın birinci bölümünün açılış cümlelerinde rastlıyoruz: “İster kuramcı ister deneyci olsun, bir bilim insanı ortaya önermeler veya önerme sistemleri koyar ve onları adım adım sınar. Bilhassa, empirik bilimler alanında, önsavlar veya kuram sistemleri oluşturur ve bunları gözlem ve deney yoluyla bilfiil sınar.”6 Bu ifade neredeyse basmakalıp olmasına rağmen uygulamada üç sorun çıkarır. İki tür “önerme” ya da “kuram”dan 10


hangisinin sınanmakta olduğunu belirleyememesi yüzünden muğlak bir ifadedir. Bu muğlaklığın Sir Karl’ın yazılarındaki diğer pasajlara başvurularak giderilebileceği doğrudur, ama sonuçta çıkan genelleme tarihsel olarak hatalıdır. Dahası, söz konusu hata önemlidir, çünkü muğlaklığı giderilen betimleme, bilim pratiğinin bilimleri diğer yaratıcı uğraşlardan en çok ayıran niteliğini gözden kaçırır. Bilim insanlarının defalarca sistematik sınamadan geçirdikleri bir “önerme” ya da “önsav” türü vardır. Bu önermeler bilim insanının kendi araştırma problemini mevcut bilimsel bilgi bütünü ile ilişkilendirirken yaptığı tahminlerdir. Söz gelimi, bilinmeyen bir kimyasal maddenin nadir bir toprak elementi tuzunu içerdiği, deneylerinde kullandığı farelerdeki obezitenin farelerin diyetindeki belli bir öğeye bağlı olduğu veya yeni keşfedilen bir spektrum örüntüsünün nükleer spinin etkisi olarak anlaşılması gerektiği tahminlerinde bulunabilir. Her bir durumda, araştırmasının bir sonraki adımları tahmin ya da önsavın deneyden geçirilmesi veya sınanmasına yöneliktir. Şayet tahmin ya da önsav yeterli sayıda veya yeterli zorlayıcılıkta sınamalardan geçerse, o bilim insanı ya bir keşif yapmıştır ya da en azından önündeki bulmacayı çözmüştür. Yoksa bulmacayı ya tamamen terk etmeli ya da başka bazı önsavların yardımıyla çözmeyi denemelidir. Araştırma problemlerinin elbette tamamı değilse de birçoğu bu şekli alır. Bu türden sınamalar benim başka bir yerde “olağan bilim” veya “olağan araştırma” adını verdiğim ve temel bilimde yapılan çalışmaların ezici çoğunluğuna tekabül eden girişimin standart bir öğesidir. Fakat böyle sınamaların yürürlükteki kurama yöneltilmeleri alışıldık değildir. Tersine, bilim insanı olağan bir araştırma problemiyle meşgul olduğunda, yürürlükteki kuramı oyununun kuralları sayıp öncül olarak almalıdır. Hedefi bir bulmacayı çözmektir; tercihen, başkalarının başarısız olduğu bir bulmacadır bu. O bulmacayı tanımlamak ve parlak zekâsı sayesinde de çözülebileceğini garantilemek için yürürlükteki kurama 11


ihtiyaç duyar.7 Elbette böyle bir girişimde bulunan birey, parlak zekasının ortaya koyduğu tahminî çözümü sık sık sınamalıdır. Ama sınanan sadece onun kişisel tahminidir. Eğer sınama başarısızlıkla sonuçlanırsa, yürürlükteki bilim külliyatından değil, yalnızca o bilim insanının yeteneğinden şüphe edilir. Kısacası, olağan bilimde sınamalar sık sık görülse de, bunlar özel bir türdendir, çünkü son tahlilde, sınanan şey yürürlükteki kuramdan ziyade birey olarak bilim insanıdır. Fakat Sir Karl’ın aklındaki sınama türü bu değildir. O hepsinden fazla, bilimin büyümesini sağlayan işlemlerle ilgilenir ve “büyüme”nin esasen birikim yoluyla değil, ama kabul edilmiş bir kuramın devrimle alaşağı edilip yerine daha iyi bir kuramın geçirilmesi yoluyla meydana geldiği kanısındadır.8 (“Mükerrer alaşağı etme”den “büyüme” kapsamında bahsedilmesi aslında dilsel bir tuhaflıktır, ama gerekçesi tartışmamız ilerledikçe daha açık hale gelebilir.) Bu görüşü benimseyen Sir Karl’ın vurguladığı sınamalar, kabul edilmiş kuramın sınırlamalarını keşfetmek veya yürürlükteki bir kuramı azami ölçüde zorlamak amacıyla yapılanlardır. Sir Karl’ın, sonuçları bakımından afallatıcı ve yıkıcı olan bütün örneklerden en sevdikleri Lavoisier’nin kalsinasyon deneyleri, 1919’daki güneş tutulması keşif gezisi ve son zamanlarda yapılan paritenin korunumu deneyleridir.9 Tabii ki bunların hepsi klasik sınamalardır, fakat Sir Karl onları bilimsel etkinliği nitelemek için kullanırken son derece önemli bir şeyi gözden kaçırıyor. Bilimin gelişiminde bu gibi epizotlara çok ender rastlanır. Meydana geldikleri zaman da sebepleri genellikle ya ilgili alandaki önceki bir bunalım (Lavoisier’nin ya da Lee ve Yang’ın deneyleri10) ya da mevcut araştırma esaslarıyla rekabet eden bir kuramın (Einstein’ın genel görelilik kuramı) varlığıdır. Fakat bunlar başka bir yerde “olağandışı araştırma” diye nitelediğim girişimin özellikleri ya da sebepleridir. Bir olağandışı araştırma girişiminde bilim insanları Sir Karl’ın vurguladığı niteliklerin pek çoğunu gerçekten de sergilerler, ama herhangi bir 12


bilimsel uzmanlık alanında bu girişim, en azından geçmişte, ancak ara sıra ve çok özel koşullar altında doğmuştur.11 Şu halde, Sir Karl’ın bütün bilimsel girişime yönelik nitelemesi sadece ara sıra görülen devrimci kısımlar için geçerlidir. Sir Karl doğal ve yaygın bir vurgu yapıyor, ne de olsa Kopernik’in ya da Einstein’ın üstün başarılarını okumak bir Brahe veya Lorentz’inkileri okumaktan daha fazla hoşa gider; Sir Karl olağan bilim dediğim girişimi, esasen hiçbir ilginçliği olmayan bir girişim olarak anladıysa bunu yapan ilk kişi olmazdı. Ne var ki, eğer araştırmaya yalnızca ara sıra ürettiği devrimler üzerinden bakılırsa, ne bilimi ne de bilginin gelişimini anlamak mümkün olmaz. Söz gelimi, temel bağlılık noktalarının sınamaya tabi tutulması yalnızca olağandışı bilimde görülse de, hem sınanacak noktaları hem de sınama tarzını açığa vuran, olağan bilimdir. Ayrıca, profesyonel bilim insanları olağandışı değil, olağan bilim pratiği için eğitilirler; buna rağmen, olağan pratiğin dayalı olduğu kuramları yerinden etmekte ve yenileriyle değiştirmekte son derece başarılılarsa, bu tuhaf durum açıklanmaya muhtaçtır. Son olarak –ve şu anki bağlamımızda asıl söylemek istediğim husus bu– bilimsel girişime yönelik dikkatli bir bakış, bilimi diğer girişimlerden en çok ayırt eden şeyin olağandışı bilimden ziyade, Sir Karl’ın vurguladığı sınama türünün görülmediği olağan bilim olduğunu düşündürür. Eğer bilimsel olan ile olmayan arasına bir sınır çekmenin ölçütü varsa (sanırım, çok net veya nihai bir ölçüt aramamalıyız) aranması gereken yer bilimin Sir Karl’ın göz ardı ettiği kısmı olabilir. En esinleyici denemelerinden birinde Sir Karl, “bilgimizi büyütmenin mümkün tek yolunu temsil eden eleştirel tartışma geleneği”nin kökenini Thales ile Platon arası Yunan felsefecilerine kadar geri götürür; ona göre bu felsefeciler hem okullar arası hem de tek tek okulların kendi içlerinde eleştirel tartışmayı teşvik etmişlerdi.12 Kitaptaki Sokrates-öncesi söylem betimlemesi son derece yerindedir, ama betimlenen şey bilime hiç mi hiç 13


benzemez. Temel ilkeler üzerine iddialar, karşı iddialar ve tartışmalardan oluşan ve belki Ortaçağ hariç, o zamandan beri felsefeyi ve toplumsal bilimlerin büyük kısmını karakterize etmiş olan gelenektir betimlenen. Helenistik döneme gelindiğinde, matematik, astronomi, statik ve optiğin geometrik kısımları Sokrates öncesi söylem tarzını terk edip bulmaca çözmeye geçmişti bile. Sayıca gitgide artan diğer bilimler de o zamandan beri aynı geçişi yaşamışlardır. Sir Karl’ın görüşünü tepetaklak edip söylersek, bir bilime geçişi işaret eden şey kesinlikle eleştirel söylemin terk edilmesidir. Bir bilim dalı bir kez o geçişi yaptıktan sonra, yalnızca bilim dalının temellerinin yine tehlikede olduğu bunalım zamanlarında eleştirel söylem tekrar başlar.13 Bilim insanları ancak rakip kuramlar arasında seçim yapmak zorunda olduklarında felsefeciler gibi davranırlar. Sir Karl’ın metafizik sistemler arasında yapılan seçimin nedenlerine ilişkin parlak betimlemesinin benim bilimsel kuramlar arasında yapılan seçimin nedenlerine ilişkin betimlemem ile bu kadar yakın benzerlik taşımasının nedeni bence budur.14 Kısaca göstermeye çalışacağım gibi, iki seçimde de sınama çok belirleyici bir rol oynayamaz. Fakat sınamanın belirleyici bir rol oynuyormuş gibi görünüyor olmasının iyi bir nedeni vardır ve bu konuyu araştırırken Sir Karl’ın ördeği sonunda benim tavşanım olabilir. Herhangi bir bulmaca çözme girişiminin var olabilmesi için, uygulayıcılarının belli bir bulmacanın ne zaman çözülmüş olduğunu o grup ve o sefer için belirleyen ölçütleri paylaşmaları şarttır. Aynı ölçütler, çözüm elde etme başarısızlığını da ister istemez belirler ve seçimi yapan kişi bunu kuramın testi geçmedeki başarısızlığı olarak görebilir. Normalde ise, daha önce vurguladığım gibi, o şekilde görülmez. Sadece uygulayıcı suçlanır, aletleri değil. Ama uzmanlık alanında bir bunalıma neden olan özel koşullar altında (örneğin, en parlak üyelerin çok büyük bir başarısızlığı veya tekrarlanan başarısızlıkları gibi) grubun kanısı değişebilir. Daha önce kişisel sayılmış bir başarısızlığa bu sefer sınama altındaki kuramın 14


başarısızlığı olarak bakılabilir. Sınama bir bulmacadan doğduğu, dolayısıyla yerleşik çözüm ölçütlerini taşıdığı için, olağan durumu bulmaca çözmekten ziyade eleştirel söylem olan bir gelenek içindeki sınamalara nazaran, bu sınamadan kurtulmanın hem daha sert hem de daha zor bir süreç olduğu görülür. O halde, sınama ölçütlerinin sertliği, bir yüzü bulmaca çözme geleneği olan madalyonun bir bakıma diğer yüzüdür. Sir Karl’ın sınır çizgisi ile benimkinin bu kadar sık çakışmasının nedeni budur. Gerçi sınır çizgilerimiz sadece sonuçları bakımından çakışırlar, uygulama süreçleri ise çok farklıdır ve söz konusu çakışma, hakkında “bilim” ya da “bilim değil” kararının verileceği etkinliğin farklı yanlarını birbirinden ayırır. Söz gelimi, psikanaliz ya da Marksist tarihyazımı gibi meşakkatli örnekleri incelersek, ki Sir Karl kendi ölçütünü başta bunlar için tasarladığını söyler,15 bunların şimdi “bilim” olarak etiketlenmesinin uygun olmayacağında hemfikirim. Ama bu sonuca, onunkinden çok daha emin ve çok daha doğrudan bir yolla ulaşıyorum. Kısa bir örnek yardımıyla, bulmaca çözme ölçütünün sınama ölçütünden hem daha net hem de daha temel olduğunu görebiliriz. Konumuzla ilgisiz çağdaş tartışmalardan kaçınmak için, söz gelimi psikanaliz yerine astrolojiyi ele alacağım. Sir Karl astrolojiden sık sık “sahte-bilim” olarak söz eder.16 Şöyle söyler: “[Astrologların] Yorumlarını ve öngörülerini yeterince bulanık tutmaları, şayet kuram ve öngörüler daha belirgin olsa belki kuramı çürütebilecek olan her şeyi savuşturmalarına olanak sağladı. Yanlışlamadan kaçmak için, kuramın sınanabilirliğini yok ettiler.”17 Bu genellemeler astrolojinin ruhundan bir şeyler taşımakla birlikte, kelimesi kelimesine alındıklarında, ki bir sınır çekme ölçütü sağlayacaklarsa öyle alınmalıdırlar, desteklenmeleri imkânsızdır. Astrolojinin entellektüel açıdan saygın olduğu yüzyılları kapsayan tarihi içinde kesinlikle başarısız olmuş birçok öngörünün kaydı bulunur.18 En inançlı ve ateşli savunucuları bile böyle başarısızlıkların tekrarlayacağından şüphe etmezdi. 15


Astroloji, öngörülerinin ifade ediliş biçimi yüzünden bilimlerin dışında bırakılamaz. Uygulayıcılarının, başarısızlıkları açıklama tarzı yüzünden de bilimlerin dışında bırakılamaz. Astrologlar örneğin şöyle bir noktaya dikkat çekiyorlardı: Söz gelimi bir bireyin doğal yatkınlıkları veya bir doğal afet hakkındaki genel tahminlerden farklı olarak, bir bireyin geleceğini öngörmek son derece karmaşık bir işti, azami beceri istiyordu ve ilgili verilerdeki küçük hatalara aşırı ölçüde duyarlıydı. Yıldızların ve sekiz gezegenin birbirlerine göre konumları sürekli değişiyordu; bir bireyin doğum ânına ait olan konumlanışı hesaplamada kullanılan astronomik çizelgelerin kusurlu olduğu herkesçe biliniyordu; kendi doğum ânını gereken dakiklikle bilen çok az insan vardı.19 O halde, öngörülerin çoğu kez tutmamasında şaşılacak bir şey yoktu. Ancak astrolojinin kendisi inandırıcılığını yitirdikten sonradır ki, bu argümanlar döngüsel nedensellik safsatası olarak görülür oldu.20 Günümüzde örneğin tıp veya meteorolojideki başarısızlıkları açıklarken benzer argümanlar kullanılmaktadır. Fizik, kimya ve astronomi gibi sağın bilimlerde de zor zamanlarda böyle argümanlara başvurulur.21 Astroloğun başarısızlığa getirdiği açıklamada bilime aykırı bir şey yoktu. Yine de, astroloji bir bilim değildi. Bir zanaattı; bir asırdan biraz öncesine kadarki mühendislik, meteoroloji ve tıbbın uygulanma biçimi ile yakın benzerlikler taşıyan uygulamalı sanatlardan biriydi. Bence özellikle eski zamanlardaki tıp ile ve çağdaş psikanaliz ile olan benzerlikleri yakındır. Bu alanların her birinde ortak kuram sadece disiplinin inandırıcılığını ortaya koymak ve pratiği yöneten çok çeşitli zanaat kuralları için bir gerekçe sağlamak için yeterliydi. Bu kurallar geçmişte işe yarar olduklarını göstermişlerdi, ama hiçbir uygulayıcı tekrar tekrar yaşanan başarısızlığı önlemede yeterli olduklarını sanmıyordu. Daha fazla eklemlenmiş/articulated bir kuram ve daha güçlü kurallar arzu ediliyordu, ama sınırlı başarıya sahip bir geleneği olan, inandırı16


cı ve çok gerekli bir disiplini sırf bu aranılan vasıflar henüz elde olmadığı için terk etmek saçma olurdu. Ne var ki, bunlar olmayınca da, ne astrolog ne de doktor araştırma yapabilirdi. Yerine getirecekleri kuralları olsa da, çözecekleri bir bulmaca, dolayısıyla pratik edecekleri bir bilim yoktu.22 Astronom ile astroloğun durumlarını karşılaştıralım. Eğer bir astronomun tahmini başarısız olursa, hesaplamalarını kontrol ederek durumu düzeltmeyi umabilir. Belki veriler hatalıdır; bunun üzerine, eski gözlemler yeniden incelenebilir ve yeni ölçümler yapılabilir, bu görevler dolayısıyla da hesaplamalara ve aletlere ilişkin olarak ortaya bir yığın bulmaca çıkar. Ya da belki kuramda düzeltmeler yapılması gerekir, mesela dış çemberler, eksantrikler, eşboyutlular vb. elden geçirilebilir ya da astronomi tekniğinde daha temel reformlar gerçekleştirilebilir. Bin yılı aşkın bir zaman süresince, bu kuramsal ve matematiksel bulmacalar ile aletlere ilişkin bulmacalar etrafında astronomi araştırmaları geleneği oluştu. Tersine, astroloğun ise böyle bulmacaları yoktu. Başarısızlıkların görülmesi açıklanabiliyordu, ama bu başarısızlıklar araştırma bulmacaları üretmiyordu, çünkü ne kadar hünerli olursa olsun hiçbir insan bunları astroloji geleneğini gözden geçirip düzeltmek amaçlı yapıcı bir girişimde kullanamazdı. Çok fazla sayıda olası güçlük kaynağı vardı; bunların çoğu astroloğun bilgisi, kontrolü veya sorumluluğunun ötesindeydi. Bireysel başarısızlıklar da aynı şekilde bilgilendirici değildi ve meslektaşlarının gözünde, öngörüde bulunanın ustalığına gölge düşürmüyordu.23 Gerçi genelde astronomi ve astroloji, aralarında Ptolemaios, Kepler ve Tycho Brahe’nin de bulunduğu aynı kişiler tarafından icra edilse de, astronomideki bulmaca çözme geleneğinin astrolojik bir eşdeğeri hiçbir zaman olmamıştı. Bulmacalar bireysel uygulayıcının ustalığına meydan okur, çözülmeleri halinde de ustalığı teyit etmiş olurlar; onlar olmadığı müddetçe, yıldızlar insanın kaderini gerçekten kontrol etseydi bile, astroloji bilim olamazdı. 17


Kısacası, astrologlar her ne kadar sınanabilir öngörülerde bulunsalar ve bu öngörülerin zaman zaman tutmadığını bilseler de, kabul gören bütün bilimleri niteleyen etkinlik türleriyle meşgul değildiler ve olamazlardı. Sir Karl astrolojiyi bilimlerin dışına çıkarırken haklıdır, ama bilimde ara sıra gerçekleşen devrimler üzerine fazla yoğunlaşması, söz konusu dışlamanın en kesin nedenini görmesini önlemektedir. Bu olgu Sir Karl’ın tarihyazımının bir diğer tuhaflığını açıklayabilir. Bilimsel kuramların yenileriyle değiştirilmesinde sınamaların rolünün altını defalarca çizse de, aynı zamanda örneğin Ptolemaios’unkiler gibi birçok kuramın aslında sınanmadan yenileriyle değiştirilmiş olduğunu kabul etmek zorunda kalır.24 En azından bazı zamanlarda sınamalar bilimin ilerlemesini sağlayan devrimler için zorunlu değildir. Fakat bulmacalar için bu söylenemez. Her ne kadar Sir Karl’ın bahsettiği kuramlar yerlerinden edilmeden evvel sınamaya tabi tutulmamışlarsa da, hiçbiri bir bulmaca çözme geleneğini desteklemede henüz yetersiz hale gelmeden elden çıkarılmamıştır. Astronominin durumu on altıncı yüzyılın başlarında tam bir rezaletti. Ama yine de çoğu astronom temelde Ptolemaiosçu olan bir modelde yapılacak ayarlamalarla durumu düzelteceğini düşünüyordu. Bu anlamda kuram herhangi bir sınamada başarısız olmamıştı. Fakat aralarında Kopernik’in de bulunduğu az sayıda astronom, mevcut güçlüklerin Ptolemaios kuramının o âna dek geliştirilmiş versiyonlarından ziyade, bizzat Ptolemaiosçu yaklaşımda yatması gerektiğini düşünüyordu — bu düşüncenin sonuçları başka bir yerde aktarıldı. Durum tipiktir.25 Sınamalar olsun olmasın, bir bulmaca çözme geleneği kendisinin yerinden edilmesine götüren yolu hazırlayabilir. Bilimin göstergesi olarak sınamaya bel bağlamak, bilim insanlarının en çok yaptığı şeyi ve dolayısıyla girişimlerinin en karakteristik özelliğini de gözden kaçırmaktır. 18


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.