KÜRESEL SERMAYE BASINI POLİTİK KARİKATÜRLE YOLLARINI AYIRDI GİRİŞ Sabah uyandığımızda, 27 Haziran 2019 tarihli gazetelerden ve internet haber portallarından şu talihsiz haberi okuduk: ABD’nin önde gelen gazetelerinden The New York Times, İsrail başbakanı Netanyahu’yu Trump’ın köpeği şeklinde çizerek antisemitist propaganda yaptığı gerekçesiyle karikatürcü Antonio Antunes’le ve konuyla ilişkisi olmayan Kim Song ve Patrick Cappatte adlı diğer politik karikatür çizerleriyle olan sendikal sözleşmesini feshetti. Bununla da yetinmeyen gazete, sayfalarında bundan böyle politik karikatürlere yer vermeyeceğini de duyurdu. Gelişme The New York Times’la sınırlı değildir: Örneğin aynı günlerde Güneydoğu Kanada eyaleti yönetimi, Trump karikatürü çizdi diye serbest çalışan politik karikatürcü Michael de Adder’in New Brunswick’teki tüm gazetelerle olan sözleşmelerini iptal ettirdi. 70 yıllık Mad mizah dergisi yayın hayatına son verdi. Türkiye’de de Cumhuriyet Gazetesi bant karikatürü çizen tüm politik çizerlerinin iştine son verdi. Sözcü Gazetesi bünyesinde yayın yapan Gırgır mizah dergisini kapattı. Hürriyet ve Milliyet gazeteleri ise kadrolarında tuttukları ülkemizin en usta çizerlerin politik karikatürlerini sayfalarına koymaz oldu. Diğer ülkeler basının yayın organlarının politik karikatürcülerle benzer sorunlarını söz uzamasın diye şimdilik burada sayıp dökmüyoruz. Peki ne oldu da basın dünyası doğduğu ilk yıllarda baş tacı ettiği politik karikatür sanatıyla bugün yollarını kesin bir tavırla ayırdı? Özetlemeye çalışalım: 1890’la 1990 yılları arasında gazete patronları bağımsız sermaye sahipleriydi ve bu patronlar, gelir kaynakları ilan ve reklamlarla sınırlı olmasına karşın gene de başka ticari alanlarda faaliyet göstermeyi mesleki açıdan ahlaksızlık sayarlardı. İlan ve reklam alabilmenin yolu ise çok satabilmekten, çok satabilmenin yolu da -Politzer’de ve Hearts’te olduğu gibi -ki aşağıda onlardan ayrıntılı olarak söz edeceğiz- politik karikatürcü çalıştırmaktan geçmekteydi. 1990’larda küresel sermaye yapılanmasını tamamlamış olan kapitalist sınıf girişimcileri, ülke sınırı tanımaksızın hem gazetelerin hem de reklam veren firmaların gerçek patronu oldular ve ilanları, reklamları -satış performansına bakmaksızın- talimatla basın sektörüne tepeden dağıtmaya başladılar. Yeni oluşumla çok satma derdinden kurtulmuş olan gazeteler için karikatürcü çalıştırmak anlamsız hale geldi! Gelişmelerden özetle şunu anlıyoruz: Önümüzdeki on yıl içinde yazılı basında tek bir çizer kalmayacak ve politik karikatür geçici olarak profesyonel meslek olmaktan çıkacak. Şunu bilelim, karikatürün geçmişi, kapitalizmin geçmişi demektir, bu nedenle incelemeyi bu sınıfın doğuşuyla başlatacağız. Bir başka deyişle şu soruların yanıtının peşindeyiz şu an: Nereden geliyoruz, neredeyiz, nereye gideceğiz! A KAPİTALİZM DOĞUYOR Konuya girmeden şu tesbiti yapalım: Politik karikatür, tarihsel süreç içerisinde kural tanımayan kapitalizmin emekten, emekçiden, adaletten yana vicnadı olmuştur hep. Kapitalizmi yaratan kensoylu sınıfın doğuş öyküsüne gelince… 1200’lerin sonlarında bir grup kültür sanat insanı İtalya’da anlamı Antik Roma ve Antik Yunan kültürüne dönüş olan Rönesans’ı başlattı. Fakat Katolik otorite tüm Avrupa
toplumlarının günlük yaşam organizasyonunu tekelinde tuttuğu için bu ilerici girişim yavaş, didişmeli ve inişli çıkışlı yol almaktaydı. 1300’lere gelindiğinde beklenmeyen bir şey oldu ve süreç hızlandı. Kara Ölüm adı da verilen veba salgını, yaklaşık on yıl gibi kısa süre içinde tüm Avrupa nüfusunun yarısını alıp götürürken kilisenin otoritesini de yerle bir etti ve Rönesans’ın önündeki engellerin neredeyse tamamını bir çırpıda temizledi; “yan etki” olarak da kapitalizmin doğmasına neden oldu. Gelişmenin öyküsü hayli ilginçtir: Cenevizli tüccarlar ticari mal deposu olarak kullanıdıkları Kırım’dan, biriken kürkleri gemilere yükler, deniz yoluyla İtalya limanlarına naklederlerdi. 1300’lerde Çin, Moğollar’a da bulaştırdığı vebadan 75 milyon insanını yitirmişti. 1347’de de Moğollar kuşatma altına aldıkları bu Kırım depolarından birine vebadan ölmüş askerlerinin cesetlerini attılar. Cesetlerden beslenen pireler depolardaki kürklerin içine geri döndüler. Durumun ciddiyetini kavrayamayan Cenevizli tacirler bu pireli kürkleri gemilere koyup yola çıktılar. Yol boyu acıkan pireler hem insanları, hem de fareleri ısırdılar. İtalya’nın çeşitli limanlarına indirilen yükler, fareler ve insanlar, vebayı Uzak ve Orta Asya’dan Avrupa’ya taşımış oldular. 1 VEBA, KİLİSENİN OTORİTESİNİ YIKIYOR Haftalar içinde veba tüm İtalya kentlerini kasıp kavurmaya başladı. Halk canlarını kurtarması talebiyle kiliselere koştu. İlk ölenler, Tanrı’nın yerdeki tartışmasız temsilcisi olma güvencesiyle önlem alma gereği duymayan rahipler oldu. Bu, günler içinde kiliselerin itibarını halk gözünde sildi. Herkes başının çaresine bakma telaşına düştü. Devlet otoritesi, ahlak kuralları, soylu avam ayrımı birkaç hafta içinde sıfırlandı. Boccaccio’nun Dekameron adlı dönemi anlatan eserinde de örneklediği gibi en soylu kadınlar canlarını kurtacağını vadeden en avam şarlatanlarla en uygunsuz yerlerde cinsel ilişkiye girmekte sakınca görmez oldular. Kısa süre sonra öleceğini bilmenin getirdiği rahatlık insanlarda, her türlü eğlencenin, çılgınlığın ve edepsizliğin önünü açtı. Portekiz’den Rusya’ya dek halka halka yayılan Kara Ölüm Avrupa nüfusunun ortalama yarısını aldıktan sonra yaklaşık 1350’lerde eni konu durdu. Kanunsuzluğun kol gezdiği veba yorgunu kentlerde bazi işsiz ama açıkgöz kişiler besin bulabilmek için semt semt, hatta kent kent gezmekteydiler. Bu avareler kısa sürede bir kentte bol bulunan şeyin bir başka kentte aranır olduğunu farkettiler. Dahası, gördüler ki bol olan kentten yok pahasına alınan mamül ürünlerin kıt olan kentte yüksek fiyattan satmak olasıdır. Bu kazanç yolu onları kısa sürede kentlerin varsılları yaptı. İş hızla büyüyünce birkaç işçi isdihdam edip depolarının başına koydular. Topladıkları artık mamül ürünleri önce depolarda biriktiriyor, sonra adamları eliyle ilişkide bulundukları başka kent tüccarlarına gönderiyor, oradaki artık mamül ürünü kendi kentine naklettirip pazarlıyorlardı. Bu al-sat kazanç yöntemi başkalarının da iştahını kabartınca kısa süre içinde üretici kent esnafının elindeki artık ürünler bitti, ticaret tıkandı. Girişimciler bu tıkanıklığı çözmek için tezgahlar edinerek yoksul ailelerin evine yerleştirdiler ve pazar için parça başı mamul madde üretmelerini istediler. Ne var ki bu yol da zaman içinde tıkandı. Çünkü tezgah verilmiş aileler evlerinde keyfi davranıyor, pazarın talebini karşılayacak hızda üretim yapmıyorlardı. Yeni şekillenmekte olan sınıfın temsilcileri ailelerin ellerindeki tezgahları geri alarak oluşturdukları dev hangarlara taşıdılar, aile fertlerini de ücretli işçi yaptılar. Bu yolla keyfiliği ortadan kaldırıp üretimi istedikleri düzeye ulaştırdılar. Kentsoylu sınıf böylece doğmuş oldu. 2 KENTSOYLULAR KENDİ DİNİNİ OLUŞTURUYOR
Hz. İsa’nın “Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Hem tanrıya, hem paraya kulluk edemezsiniz!”(Matta/6) yardımlaşmacı ve insanı merkeze alan öğüdünü göstermelik de olsa vazedip işçilerinin kafasını bulandıran eski Katolik dini, kentsoylu yeni sınıfı sürekli sıkıntıya sokmaktaydı. Onlara da kiliseye baş kaldırıp kazancını kimseyle paylaşmayan, servet biriktirmeyi kutsal sayan yeni bir İsa, yeni bir din arayışına girdiler. 1483 doğumlu profesör keşiş Martin Luther Katolik hurafelere savaş açan bildirisini Almanya’da Wittenberg Saray Kilisesi’nın kapısına çakıp Protestan reform hareketini başlatınca kentsoylu sınıf aradığına kavuşmuş oldu. Bu yeni dini 1500’lerde kentsoylular için işlevsel yapan Fransız Calvin’dir. Aynı yüksek Rönesans yıllarının İtalyan kentsoylu düşünürü Makyavel protestan dininin manifestosunun açıksözlü özetini yaptı: “Bütün büyük işleri sözünde durmayanlar, yalancılar, arkadan vurucular, acıma duygusu olmayanlar başarmıştır. Bu nedenle başarıya götüren her yol mubahtır!” 1800’lerin sonuna yaklaşıldığında bir başka kentsoylu kuramcı olan Max Veber sahne alacak, Makyavel’in tanımını geliştirip bu yeni dini “Ne kadar para biriktirirsen o kadar sevabın olur!” tanımıyla daha da kullanışlı hale getirecektir. 3 KENSOYLULAR MİZAHIN GÜCÜNÜ FARKEDİYOR 1500’lerde Calvin Katolik kiliseyi hırpalarken saray destekli coğrafi keşifler de Kuzey ve Güney Amerikanın, Asya ve Afrika’nın altın ve gümüş yağmasının ülkelerine nakledilmesini sağlıyordu. Ticaret yanında böyle bir kaynakla da beslenip serpilen kentsoylu sınıf temsilcileri, sözü edilen altın ve gümüşü yabancı ülke tüccarlarına bol keseden dağıtarak kapitalizmi dinamitlemede bir sakınca görmeyen ve rekabet güçlerini çökerten feodallerle ters düşmeye başladılar. Kentsoylular altın ve gümüş stoklarını ancak devleti devralarak çıkarlarına uygun yasalar desteğiyle gümrük duvarlarını ülke sınırlarında yükseltip koruyabileceklerini düşünmeye başladılar. Onlara göre feodallar, hazırdan yiyen ülke asalaklarıydı artık. 1700’lerde gerçekleşen Sanayi Devrimi sonrasında Kentsoylu girişimciler ahşap tezganları atıp yerine gürültücü buharlı makinalar koyarak eldeki hangarları profesyonel fabrikalara dönüştürdüler. Kısa süre sonra ellerinde bir de buharla çalışan demir yolu ve deniz yolu ham madde taşıma ve mamul ürün nakil araçları oluştu. Kurulan bankaların çoğalarak ülke ekonomisinin kontrolünü ele geçirmesi, kensoylularla feodallar arasındaki sürtüşmeyi had safhaya ulaştırdı. 1700’lerin sonunda, 1800’lerin başında Protestan servet sahipleri Don Kişot benzeri kitaplar yayımlayarak, Goya benzeri ressamlar ironi içeren tablolar üreterek, gazeteleri aracılığıyla propaganda yaparak, en önemlisi de paraya kıyıp mizah dergileri çıkarttırarak bu istenmeyen sınıf üyelerini geniş halk kitleleri gözü önünde küçük düşürmeye başladılar. Kavga büyüdü. Haberlerin alaycı üslubunu pekiştirmek için hemen her basılı yayında yıkıcı gücü yüksek portre ağırlıklı karikatür çizdiriliyordu. Mizahı ve komikliği zaralı gören -ki Gülün Adı romanı bu tema üzerine kurulmuşturKatolik ağırlıklı kilise babaları, derebeyler, senyörler, hatta bazı krallar karikatürize edildikçe toplum gözünde ciddiyetlerini yitiriyor, itibarlarını, buna bağlı olarak da devlet içindeki otoritelerini geri gelmemecesine kaybediyorlardı. 4 BATI, MİZAHI DOĞUDAN ÖĞRENDİ Tam burada bir parantez açıp şu bilgileri aktaralım: Çağımız insanının çoğunluğu, şu an yürürlükte olan İslam’ın kültürsüzlüğünün, bilimsizliğinin, bağnazlığının, saldırganlığının, kıyıcılığının, ilkelliğinin, görgüsüzlüğünün,
tutuculuğunun, yani anıştırmalı söylersek, “İslam Ortaçağı”nın Hz. Muhammed’le başladığını sanır. Durum şu ki, Batı, Ortaçağ karanlığında kültürsüz, bilimsiz, bağnaz, saldırgan, kıyıcı, ilkel, görgüsüz, tutucu bir bataklığın içinde debelenirken, Doğu’da Cabir Cebiri, Batlamyus haritayı, İbni Sina tıbbı, simyacılar kimyayı, mekanikçiler dişli çarkları, astronomlar yıldızların hareketlerinin haritasını bulup, keşfedip çizerek yaşamlarının kalitesini üst seviyelere taşımışlardı. Mimari, tarih, şiir, özellikle de masal konusunda Doğu’nun batıya üstünlüğü tartışma konusu bile değildi. Batı, Endülüs Emevileriyle (711-1492) tanıyıp imrendiği Doğu’nun bilimini, sanat değerlerini ve kültürünü, Haçlı Seferleri (1095-1492) ile topraklarına taşıdı; Böylece her şey ters yüz oldu: O yıllardan sonra Doğu gericiliğe, karanlığa, saldırganlığa, batı ise çok haklı olarak uygarlığa, aydınlanmacılığa ve bilimin biricik beşiği olmaya doğru gün gün ilerlemeye başladı. Haçlılar’ın Doğu’dan Batı topraklarına taşıdıkları içinde mizah da vardı. Bazılarınız şaşırabilir, İslam Mizahı’nın ilk şakacısı Hz. Muhammed’dir. Hz. Muhammed şaka yapmasını sevdiği gibi şaka yapan şairleri korumuş, yakın arkadaş edinmiş, yokluğunda kendi adına karar vermesi için vekil bırakmış, dahası döneminin en ünlü mizahçısı Hassan b. Sabit için şakalarını halka daha rahat ulaştırabilsin diye Medine’deki ilk mescidde kürsü oluşturmuştur. Ayrıca o dönemin Doğu mizahı, ev geçimi sağlayan saygın bir meslekti. Hz. Muhammed öldükten sonra müslüman sermaye sahipleri İslam devletlerinin yönetimlerini ele geçirip yayılmacı imparatorluklar kurdular. Müslüman imparatorlar yakaladıkları önemli mizahçıları -Eş’eb örneğinde olduğu gibi- saray soytarısı yapmayı denediler. İşbirliği yapanlar oldu elbet; ne var ki dönemin İslam mizahçılarının çoğunluğu bu girişimleri boşa çıkarmak adına -Şair Ferezdak gibi- ya kanun kaçağı olarak aç susuz, mesleklerini gereği gibi yapmayı sürdürdüler, ya da deli numarası yaptılar. Deli numarası yapanlar -Deli Behlül / Behlül-i Dana örneğinde olduğu gibi- gözü kara insanlardı, eğilmediler, egemenlerin yüzüne karşı eleştirilerine devam ettiler. Kaçakların pek çoğu ise ya sürek avıyla, ya suikastla, ya da baskınla öldürüldüler. 5 KENTSOYLU BATI, MİZAHI EVCİLLEŞTİRDİ Şu ayrıntı bilgileri de vererek açtığımız parantezi kapatalım: Batı mizahı, Antik dönemin tiyatro metinlerindeki satirlerin ötesine fazlaca geçememiş, halkın gönlünde taht kuran şaka karakterleri oluşturamamışken Doğu, Eş’eb, Şair Ferezdak, Behlül-i Dana, Cuha ve Nasreddin Hoca gibi ünü dünyaya yayılmış halkın sevgilisi yüzlerce mizah tiplemesi üretmiştir. Doğu mizahının ayırt edici özelliği, etkisinin ölümcül olmasıdır. Doğu’da bir hicivci, başka deyişle mizahçı haksız bir devlet yöneticisini hedef aldığında sonuç alıncaya dek peşini bırakmazdı. Öyle ki bu takip bazan ya mizahçının, ya da haksız devlet yöneticisinin ölümüyle sonuçlanırdı. Zaman içinde Doğu egemenleri için, en iyi hicivci ölü hicivcidir, felsefesi geçerli oldu. Charlie Hebdo çizerlerinin katledilişi, bu felsefenin doz arttırarak günümüze dek ulaştığını göstermektedir. Gerçi, İbni Rüşt gibi Rönesan’ın başlamasına katkı sunan bilgin yetiştirmiş Endülüs Emevi Devleti, 711’de İspanya’ya, El Ezher Üniversitesi’ni ve Kahire kentini kurmuş olan İsmaililer de 1000’li yıllarda fethedip kolonileştirdikleri Sicilya’ya taşıyarak Doğu mizahını Batı ile tanıştırmışlardı, ama asıl bilinçli tanışma Haçlılar eliyle oldu. Haçlılar’ın Doğu’nun mizahını bu saldırgan haliyle götürüp patronlarına sunmaları teknik olarak olanaksızdı. Bu nedenle haçlı komutanları, hırçın Doğu mizahını hayli ehlileştirerek Batı topraklarına soktular. Batılı toplumlarının bundan dolayıdır ki Heter–Peter ve birkaç önemsiz benzer örneği dışında bir türlü halka mal olmuş şaka tiplemesi oluşamamıştır.
6 ULUS DEVLETE DOĞRU ADIM ADIM Politik karikatür en görkemli yıllarını ulus devletler döneminde yaşadı. Çünkü 1789 yılında Fransız Devrimi liderleri tarafından yazılan kentsoylu ulus devlet modelinin manifestosu sanki Magna Carta’nın 39. Maddesi, Anglikan Bildirisi ve Vestfalya Barışı sözleşmeleri arka arkaya güncellenerek oluşturulmuş gibiydi. Bu sözleşme, bireyin özgürlüğünü garanti altına alan parlamenter sisteme dayalı yurttaşlık sözleşmesiydi. Neydi o politik karikatür sanatının serpilmesine katkı sunmuş olan Magna Carta sözleşmesi ve o ünlü 39. Maddesi? Magna Carta, İngiltere kralı Yurtsuz John’la 1215’te finansal zarara uğradıkları gerekçesiyle isyan ederek Londra’yı ele geçirmiş olan baronlar ve baronları destekleyen kilise babaları arasında imzalanan, kralın yetkilerini oldukça kısıtlayan, bireyi yurttaş gören ve parlamenter hukuk sistemini öneren bir tür dünayanın ilk laik anayasasının 63 meaddelik sözleşme metnidir. Bu sözleşmenin 39. maddesi ise yaklaşık şöye yazılmıştır: “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” Madde asıl olarak asiller ve din adamlarını korumak için konmuştu. Gelişmenin güzel yanı, sözü edilen maddeden yıllar içinde güncellendikçe halkın, özellikle de emekçilerin yararlanma fırsatı elde eder olmasıdır. İlk güncelleme 1509’da İngiltere’den geldi. Kral VIII. Henry erkek çocuk sahibi olmak için karısını boşayıp Anne Boleyn’le evlenmek istedi. Bu evliliğe Katolik Roma izin vermeyince kral da Anglikan adı verilen kendi kilisesini kurdu. Kilisenin, Magna Karta’nın gözden geçirilmiş hali diyebileceğimiz kurallarını ise 1563’te Elizabeth 39 madde olarak yazıya döktü. İkinci güncelleme 1648’de imzalanan Vestfalya Barışı sözleşmeleriyle geldi. Sözleşmeler, 1618 ile 1648 arasını kapsadı ve Katolikler ile Protestanlar arasında geçen Otuz Yıl Savaşları sonrasında imzalandı. Bu savaşlar hem iç isyanlar olarak, hem de ülkeler arasında geçmişti. Savaşın politik kazananı, feodallara destek vermiş olan Katolik kiliseler karşısında Kalvenizm’i resmi mezhep olarak kabul ettirmiş olan kentsoylu Protestanlardı. Bu, kentsoyluların kilise ve krallıkları insiyatifleri altına almaları anlamına geliyordu. Magna Carta’nın devamı niteliğinde olan bu gelişme sonucunda çok kavimden oluşan ülkeler paramparça oldu ve neredeyse tüm prenslikler kralların yektilerini sınırlayan kendi parlamenter devletlerini kurdular. Sermaye sahibi kentsoylular için bu gelişmeler de yeterli olmamıştı. Gazetelerin yayın hayatına başlaması tam da bu yıllara rastlar. Katolikler halka ve müminlere endüljans ve benzeri hurafe olmuş eski argümanları vaaz yoluyla taşımayı sürdürürken, Protestanlar ucuz ve kolay elde edilir gazeteler, kitaplar ve bilim dergileri gibi yayınlar aracılığıyla evlere girerek krallıkları ve bağnaz din adamlarını -karikatürü de ön plana çıkararak- teşhir edip emekçilerin kulağına, duymak istediklerini fısıldadılar: Bireyin özgür olabilmesi için hukuk her şeyin üstünde olmalı, yöneticileri halk seçmeli, devlet kralsız laik parlamenter sistemle yönetilmeli, gibi. Bu, aynı zamanda “Ulus devlet istiyoruz!” anlamına da geliyordu. Çünkü ulus devlet demek, iç sermayelerini koruma altına alma telaşındaki kentsoylular için ülke sınır duvarlarını tamamen yükseltebilmek demekti. B KARİKATÜR DOĞUYOR Yüksek Rönesans döneminde, 1447 yılında kuyumcu Gutenberg ıslah ettiği matbaayı kentsoyluların emrine sundu. Bu gelişme, kitap çoğaltmayı ucuzlatıp kolaylaştırdığı gibi, haftalık ya da günlük gazete çıkarmayı da olanaklı kıldı.
1600’lü yıllarda Batı’da gazeteler yazıyı destekleyen gravür tekniği ile üretilmiş klişe görselleri kullanarak yayın yapmaktaydılar. Dönemin yayın organları haber toplayıp yazı yazan muhabirler yanında günlük tempoya ayak uydurabilen ressamlar da isdihtam ettiler. O yıllar savaş, özellikle 30 Yıl Savaşları (1618-1648) yıllarıydı ve gazete haberleri de ağırlıklı olarak bunlardan oluşuyordu. Cepheye muhabir ve ressam beraber gidiyor, muhabir olayı yazıyla betimlerken, ressam da gördüklerini panoramik olarak resmediyordu. Ressam ayrıca kralların, komutanların, kilise babalarının ve savaş kahramanlarının portrelerinin klişesini hazırlamakla da görevliydi. Gazete ressamlarının saltanatı Fransız Nicephore Niepce 1826’da fotoğrafı kalıcı hale sokuncaya dek sürdü. Bu, gazetelerde gravür klişe şekline sokulmuş ressam çizimleri yerine fotoğraf klişeleri kullanılacağı anlamı taşıyordu. Böylece gazete ressamlarına olan gereksinim azaldı. 1 RESSAMLAR KARİKATÜR PORTRE YAPMAYA BAŞLIYORLAR Fakat basın ressamları için bir çıkış yolu vardı ve bu yolu da 1400’lerin ortaları ile 1500’lerin sonlarında yaşamış olan -çoğu Protestanlık yanlısıydı- Yüksek Rönesans ressam ve heykelcileri hazırlamıştı. Özet geçebilmek için bu sanatçıların en önemlilerinden üçünü analım: • Lucas Cranach (1472-1553). Ünlü Alman ressam Cranach, Wittenber’de Elbe Nehri yakınında tanıştığı rahip Martin Luther’e hayran oldu ve sanatını adeta onun emrine sundu. Yeminli bir Protestan olan Cranach para için Katoliklere de resim yaptı. İnanç konulu resimlerde ise kilise babalarının yüz ifadelerini şehvet düşkünü, içten pazarlıklı ve dolandırıcı olarak çizdi. Bu karikatürize çizimli tabloların Katolik Kilisesi üzerinde hatırı sayılır yıpratıcı etkisi oldu. • Annibale Carraci (1560-1609) 1582’de kardeşi Agostina ve kuzeni Ludvico Carraci ile Carraci Akademisi’ni kurarak barok sanatın doğmasına ön ayak olan bu İtalyan ressam aslında Reform yanlısı bir devrimci olmasına karşın bol para kazanabilmek için Bolonya’dan Roma’ya taşındı ve önemli eserlerini Katolikler için verdi. Geleneksel Rönesans resim tekniğini sınırlayıcı bulduğundan zaman zaman -Leonardo benzeri- şeytani ruha sahip kişileri betimleme endişesiyle karikatürize edilmiş insan tiplemelirinin eskizlerini yapmaya yöneldi. Bu, parasını aldığı Katolik kilise babalarının ve feodalların yüz çizimlerine gizlice ironi koymasına yaradı. • Giovanni Lorenzo Bernini (1598-1680). Kentsoylu Protestanların elini güçlendiren abartı ve ironi içerikli resimlerin olgunlaşmasını sağlayan heykelci ve ressam Napolili Bernini’dir. Bernini İtalya’da -dönemdaşı Cervantes’in yaptığı gibi- feodalleri iğnelemek ve yakınlarıyla eğlenmek için 16 yaşında girdiği Carraci Akademisi’nde -atölyenin gülünç insan çizimi geleneği kapsamında- onların ironi içeren portrelerini yapmaya başlamıştı. Roma ve Floransa’yı heykelleriyle donatarak ünlenince burjuvaları geriletip monarşinin elini güçlendirmiş olan ve “Devlet benim!” diyen Fransa kralı XIV. Luis onu 1665’te Paris’e davet etti. Burjuvazi yanlısı olmasına karşın diğer monarşi karşıtı meslektaşlarının yolunu izlemeyi tercih eden Bernini, bol para ve şöhret kazandıran ironik portreler çizime işini burada da sürdürdü. Kralı mutlu eden bu eğlenceli çizimler kısa sürede Paris’te moda oldu. Fransız aristokratlar hem kendilerinin, hem de eşinin dostunun komik portrelerini çizdirmek için birbiriyle yarışmaya başladılar. Teknik, kısa sürede İngiltere’ye ve Almanya’ya da sıçradı. 2 GAZETE RESSAMLIĞINDAN PORTRE KÜRİKATÜRCÜLÜĞE Fotoğrafın devreye girişiyle işinden olma endişesi içindeki gazete ve dergi ressamları tablo ressamların bu tekniğinden yararlanabileceklerini farkettiler. Baskı için hazırladıkları ironi içerikli portreler okurda karşılık bulunca, yayıncıların çizerlere bakışı olumlu yönde değişti. Aşağıda ayrıntılanacağı gibi süreç 1830’a evrildiğinde Fransız portre karikatürcüsü
Charles Philipon, politik karikatürlerin ağırlıkta olduğu La Caricature dergisini yayımlayacak, bundan yaklaşık 10 yıl sonra da Philipon’u örnek alan İngiliz yayıncılar gene politik karikatür ağırlıklı Punch mizah dergisini devreye sokacaklardır. Öyle ki zaman ilerledikçe her gazete bünyesinde kadrolu, maaşlı en az bir politik karikatürcü çalıştırma zorunluluğu duyacaktır. Süreci kısaca özetlersek şunları söyleyebiliz: Protestan eğilimli ve kentsoylu Yüksek Rönesans tablo ressamlarının kötü, çirkin ve şeytan ruhlu insanları resmedebilmek için geliştirdiği bu abartılı çizim tekniği ve geleneği, tarihsel sürecin sonunda özgün bir sanatsal mesleğe dönüştü ve böylece politik portre karikatür doğmuş oldu. Fotoğrafın kalıcı kılınmasının getirdiği sıkıntıyı yaklaşık on yıllık bir sürede aşmayı başarmış olan basın ressamları, ironik portre çizimleri sayesinde sönmekte olan saygınlıklarını geri kazanıp gazete ve dergilerde yeniden aranır hale gelerek yayıncıların gözdesi oldular. Bunu başarmış sanatçıların başında, kentsolu sınıfın başarısı için çaba göstermiş iki profesyonel karikatürcü gelir: Birincisi İngiliz ressam ve karikatürcü William Hogart (1697-1764), İkincisi ise az yukarıda adrı andığımız Fransız karikatürcü Charles Philipon (1800-1861) dur. 3 İNGİLTERE’NİN YARI PROFESYONEL KARİKATÜRCÜLERİ Modern Türk karikatürünün kurucularından Turhan Selçuk’un “Karikatür sanatı önce İngiltere’de benimsenmiştir,” (Grafik Mizah, s 48, İris, 1998) saptamasını yerinde bulduğumuzdan William Hogarth hakkında bilgi aktarmadan önce erken dönem İngiliz karikatüründen kısacık da olsa söz etlemeyi uygun gördük. William Hogarth, James Gillary ve George Cruikshank ile birlikte 1700’ler İngiliz karikatürünün “büyük üçlüsü” içinde sayılması isabetli bir tesbittir. Ne var ki bu üçlüden önce yaşamış, karikatür ve çizgi roman sanatını başlatmış adını anmaya değer başka bir sanatçı daha vardır, adı da Francis Barlow’dur. Barlow da ustaları gibi aslında bir ressamdı. Onun yaşadığı yıllarda basın-yayın alanı bir sektöre dönüşüp para kazanma kapısı olmaya başladığından ister istemez tuval boyamanın yanında kitap resimleme işine de el attı. Kalelerin tavanlarını resimlemek, hayvan portreleri çizip boyamak, Aesop’un fablları için hazırladığı 110 adet illüstrasyonun matbaa grevur kalıplarını hazırlamak da pek çok uğaşından birkaçıdır. Gene de Barlow’u Barlow yapan, şu iki temel özelliğidir: Birinci özelliği, çizgi roman sanatçısı olmasıdır. Kuşkusuz Barlow çizgi roman deneyen ilk kişi değildi. Örneğin Antonio Tempesta 1599’da “St Laurentius’un Hayatı”, Otto van Veen 1600’de “De Bataafse Opstand”, Jacques Callot 1633’ “Sefaletler” temalı -bazıları konuşma balonu bile kullanmıştı- dizi resimler oluşturarak ondan çok önceleri bir tür çizgi roman denemesinde bulunmuşlardı. Fakat çizgi roman tekniğini günümüz anlayışına en yakın ve biliçle kullan Francis Barlow’dur. 1682’de oluşturduğu “Korkuç Cehennem Popish Plop” başlıklı, yer yer ironik sahneli, her sayfası 12 kareden oluşan iki sayfalık çizgi romanı buna iyi bir örnektir. Her karenin altında öykü anlatılırken, figürlerin diyaloga girmesini sağlamak için de günümüzde olduğu gibi konuşma balonları kullanılmıştır. Barlow’un ayırt edici ikinci özelliği ise, karikatürcü olmasıdır. Barlow adı asıl, hükümdar monrarşisine karşı çıkıp parlamenter sistemi savunan kentsoyluların Whig Partisi’ne destek vermesi ve bu partiyi destekleyen politik karikatür çizimiyle yaygınlık kazandı. Barlow’un akıllarda kalan çizimi ise “Hollanda İsyanının Peyniri” temalı olanıdır. William Hogart, işte böyle yüklü bir mirasın varisi olmuştur. O da ustaları gibi esas olarak tuval ressamıydı.
Öte yandan geleneği sürdürdü: Çizdiği dizi resimlerde o da figürleri balonlarla konuşturdu, o da çizgi roman denemelerinde ironi kullandı. Fakat onu önemli kılan ve adını günümüze ulaştıran, politik karikatür çizmiş olmasıdır. O da kuşkusuz yarı profesyoneldir, resimsi üsluptan tamamen kurtulamamıştır ama baskıya elverişli çizgi tekniği ve konuları işleyiş tarzıyla günümüz profesyonel politik karikatür anlayışının temelini atmıştır. 4 FRANSA’DA PROFESYONEL KARİKATÜRCÜLER SAHNE ALIYOR Charles Philipon’a gelince: Yukarılarda az çok vurguladık ama yinelemekte yarar görüyoruz, eskinin portre karikatürcülerinin asıl mesleği yağlı boya ressamlığıydı ve karikatürü -sembolik ücret alsalar da- genellikle bir tür hobi olarak çizmekteydiler. Philipon ise bu ressam karikatürcülerden farklı yol izleyip karikatürden para kazanarak karikatür çizmenin yolunu açtı, özgün bir sanat disiplini yarattı ve profesyonel politik portre karikatür sanatının kurucusu oldu. Bilinir, o, 1789 Fransız İhtilali’nin ve ulus devlet modelinin taraftarıydı. Philipon, 1830’da kentsoyluların desteği ile tahta çıkan, olağanüstü hal mahkemlerini kapatan, seçim vergisini kaldıran, Katoliklik’i resmi din olmaktan çıkaran, kralcılara muhalefet yolunu sınırlayan, özgürlükleri genişleten, fakat 1847’e gelinirken giderek zorbalaşan, özgürlükleri daraltan, burjuva muhalefetin sesini kısmaya kalkışan ve buna tepki gösteren sokak göstericilerini ateş açarak ezmeye çalışan Kral Louis Philippe’in tahtta olduğu yıllarda yaşadı. 1830’da -beş yıl yaşayacak olan- La Caricature dergisini, 1832’de de her gün yeni bir karikatüre yer verdiği Le Charivari gazetesini çıkardı. Charles Philipon, -yakın arkadaşı ve portre karikatürcüsü olan ünlü ressam Daumiyer’in de cesaretlendirmesiyle- 1832’de hapis ve para cezası almasına neden olan o ünlü dört aşamada, adam gibi adamken armuda dönüşen Kral Louis Philippe portre karikatürünü çizerek La Caricatüre’de yayımladı. Armut benzetmesi halk içinde monarşinin sembolü olarak karşılık buldu ve derginin diğer karikatürcüleri Honore Daumier, Gustave Dore, Paul Gavarni, Grandvill, Henri Monnier, Auguste Raffet tarafından yüzlerce kez keyifle yeniden çizildi. Özelde Fransız, genelde Batı karikatürcülerinin bu yüksek çıkışı ve kültürel düzeyi hakkında bir fikir vermesi amacıyla dönemin felsefecilerinin ve yazarlarının birkaçının adını buraya aktarmakta yarar var; şöyle: Montesquieu (1689-1755), Voltaire (1694-1778), David Hume (1711-1776), Kant (1724-1804), Rousseau (1712-1778), Diderot (1713-1784), Goethe (1749-1832), Balzac (1799-1850) ve Victor Hugo (1802-1885). Bu aydınların hemen hepsi karikatürcüler Charles Philipon, Honore Daumier, Gustave Dore gibi seküler yaşamı tercih etmişlerdi, monarşı karşıtıydılar, parlamenter sistemi savunan aydınlanmacı düşünürlerdi fakat tamamı kentsoylu sınıfın ulus devlet hareketinin de hararetli savunucusuydular. Bir şartla ki onlar kentsoylu yaşamın egemen kanadının değil, emekçi kesiminin tarafını tutmaktaydılar ve bu bağlamda karikatürcülerde olduğu gibi kapitalizmin vicdananını temsil ediyorlardı. 5 İNGİLTERE’DE PUNCH MİZAH DERGİSİ YAYINA BAŞLIYOR Philipon’un karikatürden para kazanarak karikatür çizme, yani karikatürün meslek haline getirilmesi yöntemi kısa sürede diğer Avrupa ülkelerinde karşılık buldu. On yıl geçmemişti ki İngiliz mizah yayıncıları Henry Mayhew ve Ebenezer Landells Philipon’un 1832’de çıkarmış olduğu Le Charivari adlı gazetesini, 1840’ta İngiltere’de John Leech, Richard Doyle, John Tenniel karikatürcü kadrosuyla ve The London Charivari alt başlığıyla Punch mizah dergisi olarak yayımlamaya başladılar. Derginin çizerlerinden John Leech (1817-1864) ise karikatürden -İtalyan ressamlarının eskizlerini karton kağıda hazırlamalarına göndermeyle“cartoon” diye söz etti ve bu yeni sanatın isim babası oldu.
Punch, La Caricature kadar sert değildi. La Caricature çizerleri birer siyasi portre karikatürcüsüydüler ve çoğu kez nüfuzlu siyasi hasımlarıyla yüz yüze gelmeteydiler. Oysa Punch, çizerleri politik portre karikatürcülük yanında orta kesimin mizahını da yaptıklarından evlere girme şansı yakalamıştı. Yöntem onların hem satışını arttırıyor, dergilerinin ilan alımına katkı sunuyor, hem de nüfuzlu siyasi figürlerin baskısından olabildiğince uzak tutuyordu. Philipon’un açtığı yoldan yürüyen Batı’nın politik karikatür çizerleri 200 yılı aşkın süre hep emek ve emekçiden yana tavır aldıkları için, ulus devlet kurmayı başarmış kentsoylu sermaye sahipleriyle, sürekli didişme içinde oldular; gene de onların tiraj sorununu çözdüklerinden ve monarşiden nefret ettiklerinden olacak ölümcül sürtüşmelere girmeksizin, dövüşe barışa yaşayıp gittiler. C SARI GAZETECİLİK / SARI KARİKATÜR DÖNEMİ Hangi adla anarsanız anın, Sarı Gazetecilik, Sarı Çocuk, Sarı Karikatür dönemi karikatürcülerin, özellikle politik karikatür çizerlerinin altın devri olmuştur. 1850’lere gelindiğinde Batı, Protestan inancını egemen kılarak ulus devlet sorununu çözümleyip din savaşları dönemini eni konu kapatmayı başarmış, toplumların sosyal, ticari ve hukuki yaşamına egemen olmuştu. Şavaşlar bundan böyle dinler arasında değil, ham madde temini ve mamul madde nakli gibi ticari rekabet cephelerinde olacaktı. Gazetecilik ve gazeteciler ise bu savaşlarda kentsoylular lehine iç ve dış emekçi toplumları yönlendirmede birinci öneme sahip görev üstlendi. 1860’lara gelindiğinde dünyanın basın-yayın merkezi bir anlamda ABD olmuştu. ABD basını ne yaparsa, Avrupa basını da gecikmeksizin onu takip etmekteydi. 1870’e gelindiğinde ABD basını dünyadaki geleneksel basın yöntemini altüst etti ve gazete patronları yüksek tirajlar sayesinde büyük paralar kazanmaya başladılar. Bu gelişme dünyanın diğer gazete patronparının iştahını kabarttı. Böylece gazetecilik yepyeni bir döneme girmiş oldu. Bu oluşumun en etkili, en baş, en vazgeçilmez elemanı ise karikatürdü. Deyim yerindeyse 1890’lardan 1990’lara dek karikatür çizerleri, özellikle de politik karikatür çizerleri, gazete patronları tarafından kapışıldılar. Öyle ki yüz yıllık bu süre içinde her gazete bünyesinde mutlaka bir, iki veya üç politika çizen karikatürcü, hem yüksek maaşlı, hem de kadrolu olarak bulundurur oldu. 1894’te Amerika’da başlayan ve tüm dünyada etkili olan bu Yellow Jurnalism / Sarı Gazetecilik akımını iki temel faktör tetikledi: Birincisi 1860’lardan başlayıp 1900’lere dek sürecek olan kağıt gramaj fiyatının 12 sentten 2 sente kadar düşmesi, ikincisi ve en önemlisi ise reklamcılık gelirlerinin 1879’daki % 44 olan oranının 1899’da % 54’e, 1919’da ise % 65.5’e fırlamasıdır. 1 PULİTZER, HEARST ve SARI GAZETECİLİK Bu faktörler ilk, basından para kazanma hırsına kapılmış Jozeph Pulitzer’in harekete geçmesine neden oldu. 1847’de Budapeşte’nin Mako kasabasında bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğan Pulitzer, babasının ölümü üzerine geçim sıkıntısına düştü ve ABD’ye göç etti. Almanca, Macarca ve Fransızca biliyordu, fakat geçinebilmek için balina avcılığı, midye toplayıcılığı, garsonluk, avukatlık gibi türlü işlerde çalıştı. Bu süreçte İngilice de öğrendi. 1867’de ABD vatandaşlığına kabul edilen Pulitzer önce 1872’de kendisini senatör seçtiren Cumhuriyetçi Parti, zaman içinde partinin yozlaştığını ileri sürerek istifa edip Demokrat Parti üyesi oldu. 1879’da St. Louis Dispatch ve St. Louis Post gazetelerini satın alıp birleştirerek gazete patronu olmuşken kağıt fiyatlarının düşmesi ve reklam gelirlerinin artması onu sürekli dürttü ve sonunda 1883’te New York’a taşındı.
New York’taki ilk işi 15 bin tirajla yılda yaklaşık 40 bin dolar zarar etmekte olan The New York World’ü satın almak ve sekiz sütuna manşetler atarak, büyük resimler, karikatürler, erotik fotoğraflar, spor bilgileri kullanıp geleneksel gazetecilik kurallarını altüst eden bir haberciliği başlatmak oldu. Bir yıl içinde gazetesi 600 bin kopya satışına ulaştı ve bu gelişme Pulitzer’i bir anda ABD’nın en büyük gazetesinin patronu olma konumuna taşıdı. William Randolph Hearst 1880’de bir üniversite öğrencisi iken aklı bol kazançlı yeni bir meslek edinerek madencilikten iflas etmiş babasının kumar borçlarını kapatma ile meşguldü. Tam bu yıllarda Pulitzer’in New York’taki başarısı patlak verdi. Hearst, kentsoylu sınıfın para kazanırken erdem sınırı tanımayan karekterine sahip, İrlanda kökenli Protestan bir ailenin 1863 San Francisco doğumlu çocuğuydu. Pulitzer’in yaydığı para kokusunu alır almaz aradığı mesleğin gazetecilik olduğuna karar verdi ve 1887’de 23 yaşında eğitiminin daha yarı yolundayken elindeki son miras parasını verip San Francizco Examiner gazetesini satın aldı. Bu onun, fazla para kazandırmasa da meslekte ilk adımıydı. Hearst, Pulitzer’le tiraj yarışına girmek için yanıp tutuşuyordu, onun için zaman yitirmeden San Francisco’yu terk edip New York’a taşındı. 1895’te New York Morning Journal gazetesini satın alarak rekabete başladı ve o da Pulitzer gibi bol erotik resimli, renkli ve sansasyonel haberlere yer vererek özlemini çektiği hedefine ulaştı: 77 bin satan bu yerel gazete artık bir milyon satan ülke gazetesiydi. Reklam gelirleri oluk gibi akmaya başlayınca daha 1900’lere gelmeden Hearst basın imparatorluğunu kurmayı başardı ve birkaç yıl içinde ABD’nin dolar milyonerleri arasındaki yerini aldı. Bu başarısıyla Hearst, Pulitzer’in dokunmadığı ama hayli örselediği basın ahlak kuralları kırıntılarının da sıfırlanma sürecine girmesinin yolunu açtı. 2 TİRAJ-REKLAM SAVAŞINDA KARİKATÜRÜN GÜCÜ 1894’te Pulitzer, üretici firmaların, polikacılar ve emredici bürokratlar gibi hedef kitle olmayan insanların okuduğu gazete ve dergilere reklam vermekten çekindiklerini farkettti. İlk işi gazete fiyatlarını sıradan insanın zorlanmadan alacağı düzeye çekmek oldu; kağıt filatı 2 sente inmişti, bu hiç sorun olmadı. İkinci iş, sistemi, yöneticileri, varlıklı sömürücü insanları yücelten haberlerden vazgeçti. Büyük fotoğraf, illüstre çizim, karikatür gibi görseller ve promosyonla desteklenmiş spor, yönetici yolsuzlukları, sokak suçları içeren haberlerle insanların duymak ve görmek istediklerini verdi, yoksullara, emekçilere ilk kez basın tarafından adam yerine konuldukları duygusunu yaşattı. İşte bu duygu selidir Pulitzer’in 15 bin tirajlı gazetesini bir yıl içinde 600 bin satan yayın haline getiren! Firmalar için bu rakam 600 bin reel tüketici demekti. Etkili tanıtımlar yapacaklarını bildiklerinden Pulitzer’i ve gazetesini reklam ve ilan yağmuruna tuttular. Emekçileri, yoksulları ve varoşları doldurmuş göçmenleri bu gazeteye tutkuyla bağlayan asıl etken karikatürcü Richard Outcault’un çizimleriydi. Outcault, 1863 Ohio doğumuydu. 1878 ile 1881 arasında Cintinati Tasarım Okulu’nda okudu, mezun oldu. Birçok firmaya teknik çizimler yaptı. 1890’da Edison ve firması için teknik ressam olarak çalışmaya başladı. Bu arada mizah dergilerine ek iş olarak karikatürler çizmekteydi. Aklında sarı renkle gazete çıkarmak olan Pulitzer’in atılım yaparken ilk işi Outcault’u kadrosuna katmak oldu. Outcault çok yoksul insanları betimleyen ilgi çekici birçok bant çizim yaptıktan sonra 2 Haziran 1894’te kel kafalı, büyük kulaklı, sürekli gülen, kırık ve bozuk İngilizce ile konuşan sokak çocuğu “Hogan”ı yarattı. Yoksulluktan ablasının gecelik entarisiyle dolaşan bu oğlan -özellike dışlanmış göçmen kitle tarafından- o denli sevildi ki kısa sürede tüm ABD emekçilerinin fenomeni oldu. Pulitzer’in gazete satışları asıl bu gariban çocuk tipemesiyle tavan yapmıştı. 5 Ocak 1895’te Pulitzer hayalindeki renk kullanımını ilk Outcault’un tiplemesi Hogan’ın entarisini sarıya boyayarak gerçekleştirdi. Böylece Sarı Gazetecilik ve Sarı Karikatürcülük kavramı doğmuş oldu. Hogan bu tarihten başlayarak günümüze dek esas itibariyle Sarı Çocuk
adıyla anılacaktı. Dramatik olan, bu yıllarda Pulitzer’in görme yeteneğini tamamen yitirmesi ve bu nedenle Hogan’ı sarı renk entarisiyle görememiş olmasıdır. Sarı Çocuk, sürekli sokaklardaydı ve toplumun sorunlu kesimlerinin sıkıntılarını diyalogları entarisinde yazılı olarak okuyucuya aktarmaktaydı. O dönemin her yoksul çocuğu kendisini Sarı Çocuk olarak tanımlamaktaydı ve ona duyulan sevgi, sınırlar ötesiydi. Kısacası, karikatürcü işini yapıyor, sermaye de birikimini kat kat çoğaltıyordu. 3 PULİTZER – HEARST TİRAJ SAVAŞI ve KARİKATÜR 1895’te New York’a gelip New York Morning’i satın alarak Pulitzer’le tiraj yarışını başlatan Hearst’ün işleri istediği hızla ilerlemiyordu; çünkü Pulitzer’in elinde karikatürcü Outcault gibi aşılması güç bir engel vardı. Hearst, bir yıllık ısrarlı pazarlığın sonunda çok yüksek ücret vererek Outcault’u Pulitzer’in elinden almayı başardı ve 18 Ekim 1896’da keyifle “Sarı Çocuk yarın gazetemizde!” duyurusunu yaptı. Doğaldır ki Pulitzer Hearts’ı dava etti. Fakat yargıç her iki gazetenin de Sarı Çocuk tiplemesini kullanabileceği kararını verdi. Böylece Pulitzer bir başka çizeri, George Luks’u işe aldı ve Sarı Çocuk tiplesini kaldığı yerden devam ettirdi. Hearts da Outcault’a çizdiriyordu. Şimdi satıştaki iki gazetede iki ayrı Sarı Çocuk vardı. Bu didişme Pulizer’i yol ayrımına getirdi. Başlarda emekçiden yana tavır alıp sermaye sahiplerine ağır eleştiriler getiren ve yolsuzluk yapan yönetici bürokratları korkusuzca teşhir eden tavrından büyük ölçüde taviz verdi ve Hearst’ın yöntemlerini gazetesine taşıdı. Hearts rekabette çıtayı en üst aşamaya çekerek 1897’de Küba halkına baskıcı davranan İspanyol yönetimini hedefine koydu ve gazetesinde ABD’nin müdahale etmesini isteyen yayınar yapmaya başladı. Çekimser kalan ABD yönetimini kışkırtmak için çizer-muhabir Frederic Remington’ı Kübü’ya gönderdi. Söylentiye göre bir süre sonra çizerle patronu aralarında şu yazışma gerçekleşti: Remington: “Savaş olmayacak. Sıkıldım, dönmek istiyorum!” Hearts: “Sen resim gönder, savaşı ben çıkartırım!” Bunun üzerine Remington ABD kamuoyunda infial yaratacak olan o ünlü İspanyol erkeklerin ABD’li bir kadını çırılçıplak soyarak arama yaptıkları çizimini gönderdi. Pulitzer Hearts’ın olanaklarından yoksundu fakat Küba konusunda yapılan yayınlarda onunla başa baş yarış içindeydi. O da rakibine benzer çizimlerle karşılık veriyordu. Nihayet ABD’nin İspanya’ya savaş açtığını ilan etmesini sağladılar. Görülen o ki, sermaye her zirveyi zorlayışında karikatürcülerden destek almıştır. Böylesine ağır bir dönemde basın ahlak ilkelerini bir yana bırakmış olan Pulitzer, savaş sonrasında eski onurlu yayın ilkelerine döndü ve kendini affettirmek için 1903’te, ölümünden ancak bir yıl sonra 1912’de ders başı yapacak olan Columbia Üniversitesi Gazetecilik Okulu’nun inşası için iki milyon dolar bağışta bulundu. Okul, 1917’de Pulitzer adıyla başarılı gazetecilere ödüller vermeye başladı. Günümüzde kullanılan Sarı Basın Kartı da işte bu gelişmenin ürünüdür. D 1890-1990 ARASI KARİKATÜR-SERMAYE İLİŞKİSİ 1900’lerin başında karikatürcü Richard Outcault’un Hogan çizgi tiplemesiyle birlikte -Yellow Jurnalism karşıtıtları dahil- ABD ve Avrupa gazete ve dergileri krallar, politikacılar, komutanlar, toprak sahipleri, fabrikatörler, bankerler, kilise babaları gibi toplumların kaymak tabakasını oluşturan insanların olumlu olumsuz haberini yapmaktan ve karikatürlerini çizdirmekten -hırsızlık ve yolsuzluk vb. olayları hariç- vazgeçtiler, reklam verenleri derinden etkileyen yoksul halk kesiminin ve orta gelirli ailelerin yaşamını konu alan haberlere yöneldiler ve emekçileri konu alan karikatürlere yer vermeye başladılar. Yaklaşık yüz yıl karikatür sanatı, basın baronları için bir tür darphane gibi oldu. Bu nedenle eli kalem tutan hemen her karikatür çizen sanatçıyı işe aldılar ve kaz gelen yerden tavuk esirgenmez örneği hepsini yüksek ücretler ödeyerek kadrolu çalıştırdılar.
1914-1918 arasında geçen, I. Dünya Savaşı’nı da içine alan ve 1940’lara kadar gelen süre içinde özellikle ABD gazeteleri tiraj arttırmak için -bizde de adapte edilmiş yeni adlarla yayımlanan- 1913’te George McManus’un Bringing Up Fater / Güngörmüşler, 1930’da Murat Chic Young’un Blondie / Fatoş ile Basri, 1934’te Al Capp’ın Li’l Abner / Hoş Memo çizgi bantlarını ve daha nicelerini yayımladılar. Bu dönemde başta gazete bandı ya da eki olarak başlayıp bağımsız dergi formatına dönüşen süper kahramanlar da sahne almaya başladılar. Autcault’un açtığı yoldan ilerleyen Belçikalı Herge 1929’da Tenten’i, Jerry Siegel ve Joe Shuster 1938’de Süperman’i, Stan Lee ve Steve Ditko da 1962’de Spiderman’i yarattılar. Bunlar çok sayıda üretilmiş çizgi karakterden öne çıkanların sadece üçüdür. II. Dünya Savaşı arifesinde ve II. Dünya Savaşı yıllarında piyasaya sürülen bu kahramanların ABD çıkarlarını korumak adına savaşırken başlarda ırkçı, sömürgeci, antisemitist, antikomünist, hayvanlara kıyıcı kimliğe sahiplerdi. Dönem gereği sonradan kimlik değiştirip -Superman’in ve Captain America’nın Stalin ve Hitler’i tokatladığı sahnelerde olduğu gibi- antikomünist ve antifaşist yapıya büründüler. Bu kahramanların çoğunun yıldızı 1945’te savaşın sona ermesiyle birlikte söndü. Ekim Devrimi’yle Rusya, Sovyet yönetimine geçince ABD’de 1917-1920 arasında komünizm korkusu gelişmiş ve sanatçılar, aydınlar, biliminsanları üzerinde kısmen baskıcı uygulamalar başlamıştı. 1945’e gelindiğinde ise II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın önemli ülkelerindeki oluşan egemenlik boşluğunu Sovyetler doldurunca “Kızıl Korku” deyim yerindeyse dehşete dönüştü, böylece hem “ABD faşizmi” doğmuş oldu, hem de tarihçilerin “Soğuk Savaş” olarak adlandırdığı döneme girildi. 1945’te, yeniden seçilme şansı kalmayan senatör McCarthy, Edmund Walsh adlı bir rahibin önerisini hayata geçirdi, komünist zanlılarına karşı 1953’e dek sürecek olan “cadı avı” başlattı. Bundan zarar gören sanatçı ve aydınların içinde Charlie Chaplin, Arthur Miller, Orson Welles, James Baldwin, Herbert Biberman, Laster Cole ve daha niceleri vardı. McCarticilik deyimi, karikatürcü Herbert Block’un eserinden hareketle konulmuştur. 1832’de Fransız Charles Philipon tarafından bağımsız ve profesyonel konuma getirlen karikatür sanatı, yüz yıl sonra -sermayeye bağımlı olması nedeni ile olacak- özellikle II. Dünya Savaşı süresince bir hayli yalpaladı, ihbarcı çizerler eliyle de çok kötü sınav verdi. Çizgi-karikatür ihbarcılarının başını Walt Disney çekti. Walt Disney’le aşağı yukarı aynı dönemi yaşamış olan Saul Stainberg ise kuşkusuz ihbarcılık yapmadı ama özel yeteneği ve geliştirdiği üstün anlatım tekniği ile istemeden de olsa egemen sermayeye bambaşka yönden hizmet etti. Şimdi kısaca bu iki önemli ismin yaşam öyküsüne kısa bir göz atılım. 1 WALT DİSNEY ve SERMAYE Pulitzer ve Hearts dolar milyoneri oluncaya dek Avrupa ve Amerika’da gazetecilik esas itibarıyla tencereyi kaynatacak gelir getirdiği için aile işletmeleri eliyle yürütülüyordu. 1900’lerin başından itibaren yüksek sermaye sahipleri, milyon dolar kazandırması yanında devleti yönetenler üstünde baskı aracı olduğu için de basın yayına yöneldiler ve alanı 1920’lerde bir sektöre dönüştürdüler. Çizgi dünyasına yönelik şirketler de kuruldu. Bunlardan öne çıkan ikisi 1938’de kurulmuş olan (Dedective Comics) DC ve 1939’da kurulmuş (Marvel Comics) Marvel’dir. Her iki şirket de ABD şövenizmini körükledi, II. Dünya Sava’şını fırsata çevirme peşinde oldu. Sektörleşme karikatürcüleri iki guruba ayrılmaya itti: Ya bir şirketin sözleşmeli elemanı olacak, ya da marka oluşturup kendi işletmelerini kuracaklardı. Walt Disney ikinci yolu seçti, 1923’te bir çizim fabrikası olan Walt Disney Studio’yu kurdu, çizer-patron oldu. Savaş öncesi şirket Alis Harikalar Diyarında, Osvald Şanslı Tavşan, Mıckey Maus, Pamuk Prensen ve Yedi Cüceler filmlerini gerçekleştirdi. 1939’da başlayan savaş yıllarında ise Pinokyo ve Fantasia, Dumbo, Bambi filmlerini bitirdi. Çizgi roman şirketleri satış rekorları kırarken, Faşizmin etkisindeki Avrupa ülkeleri filmlerinin gösterimini yasakladığı
için Disney finansal sıkıntı yaşamaya başladı. Sıkıntıyı aşma derdindeki Walt Disney devlet bütçesine yöneldi, Dışişleri Bakanlığı’nın emrinde Güney Amerika’da filmler çekti ve ABD ordusu için propaganda filmleri yaptı. 1945’te savaş sona erdi, McCarthy’nin “cadı avı” başladı. Yabancıların Amerikan Dışı Faaliyetleri Komitesi (HUAC)’a ifade vererek 1941’deki Disney grevi aracılığıyla çalışanlarının ve yakın arkadaşlarının komünizmi egemen kılmaya çalıştıklarını söyledi. New York Times 1993’te yayımladığı bir inceleme yazısında Disney’in 1940-1966 arasında FBİ’a komünist şüpheliler hakkında düzenli bilgi ilettiğini, bu hizmeti karşılığında da ödenek alıp film yaptığını, 1954’te de “Sorumlu Temas Alanında Özel Ajan” yapıldığını iddia etti. Bu, karikatürün sermayeyle girdiği kirli ilişkinin en tipik örneği oldu. 2 SAUL STEINBERG ve SERMAYE 1- Sanatçı Saul Steinberg Saul Steinberg 1914’te bir Yahudi ailenin çocuğu olarak Romanya’da doğdu. 1932’de liseden mezun olup Bükreş Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’nin Mimarlık bölümüne başvurdu, ama Yahudi kotası dolduğu için okula giremedi. 1933’te İtalya’ya geçti, Milano Üniversitesi’nin mimarlık okulu Regio Politecnico’ya kayıt yaptırdı. Üstün yetenekli bir gençti. Kendine özgü karikatürlerini 1936’da Bertoldo’ya, sonra da 1938’de Settebello’ya vermeye başladı. Bu yıllar Avrupa’da Faşizm’in yükseldiği yıllardı ve bir yıl sonra II. Dünya savaşı başlayacaktı. Mussolini faşist yönetimi antisemitist yasalar çıkartıp 1941’de Steinberg’in de içinde olduğu Yahudi tutuklaması başlatınca, yeni ülke arayışına yöneldi. O yıl Dominik Cumhuriyeti vizesiyle önce Santa Domingo’ya geçti, bir yıl sonra da ilişkide olduğu The New Yorker dergisinin kefaletiyle vize alarak 1942’de ABD’ye, New York’a ulaştı. Aynı yıl askere alındı ve OSS elemanı yapıldı. FBI bağlantılı olan bu teşkilatın görevi, özellikle II. Dünya Savaşı süresince Nazilere karşı casusluk faaliyetleri yürütmek, istihbarat toplamak, sabotaj gerçekleştirmek, sinema, kitap, karikatür vb. kültürel araçlarla propoganda yapmaktı. Görevi süresince Steinberg Çin, Kuzey Afrika ve İtalya’da bulundu. Görev süresi biten Steinberg 1944’te Washington’a sevk edildi. Aynı yıl Romen asıllı ressam Hedda Sterne ile evlendi. Kendisi tam bir karikatürcü olarak tanımlaktan kaçınan Steinberg çizginin ulaşabileceği hemen her alanda başarılı üretimler yaptı: ABD başta olmak üzere Avrupa’nın önemli galerinlerinde sayısı sekseni aşan görkemli sergiler açtı. 1941’den 1999’da ölümüne dek The New Yorker’da kapak ve iç desen çizeri olarak çalıştı. 1950’lere gelindiğinde karikatürcüler iki kardeş kola ayrıldı: Birincisi geleneksel Autcold ekolü, ikincisi Steinberg ekolü. 2- Sermayenin Kullandığı Saul Steinberg Zaman 1950’lere evrildiğinde ABD “Kızıl Tehlike”ye karşı içeride başarısız bir McCarthy dönemi deneyimi yaşadıktan sonra akıllandı ve daha incelikli politikalar üretip özellikle ülke dışında uygulamaya soktu. Sovyetler nükleer tehdit olmaktan çok ideolojik bir tehdit olarak algılandığı için 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışına dek sert bir “Soğuk Savaş” politikası yürütmeye başladı. Cepheyi -yazılanlar doğruysa- CİA’nın kullanımına açtığı çok hacimli bir bütçeyle bilim, teknoloji, kültür ve sanat alanında açtı. Sanat alanının argümanları edebiyat, müzik, sinema, çizgi-roman, karikatür vb. idi. Karikatürde fazla emekçi yanlısı olduğu için Autcold ekolünü özgür bıraktı. Fakat Saul Steinberg ekolü -emekçileri de yönlendirme gücüne sahip- aydın ve entelektüel kesimi etkiler yapıdaydı. ABD yönetimine böyle etkili bir silahı kullanmak daha akılcı geldi. Bir başka gerekçe ise Avrupa ve Sovyet ülkelerinde toplumun eğitim ve kültür seviyesi yüksekti. Steinberg gibi bir dâhiyi kabul etmekte sorun yaşamazlardı. Üstelik Steinberg kapitalizm yanlısı olmasına karşın -sosyalistler gibi- II. Dünya Savaşı sürecini komünizm düşmanlığı yapmadan faşizme karşı mücadeleyle tamamlamış örnek bir sanatçıydı.
ABD yönetiminin tek yapması gereken Steinberg’i kuşkulandırmadan finanse etmekti. Böylece sanatçının tüm projelerine devlet desteği verdiler ve onun yalnızca ABD sınırları içinde değil, Avrupa ülkelerinde de yıldızlaşmasını sağladılar. Daha 1948’de Fransız, İngiliz, Alman karikatürcüler 1830’larda Charles Phlipon’un oluşturduğu geleneksel çizgisini tertettiler ve hemen hepsi Saul Steinberg gibi çizmeye başladılar. Bu bir akım oluşturdu. Akım çok geçmeden Türkiye gibi sosyal devlet yapısına sahip üçüncü dünya ve Sovyet yönetimine geçmiş tüm ülkeleri etkisi altına aldı. Öyle ki 1922’de yayım hayatına başlamış olan Sovyet Rusya’nın Krokodil’i başta olmak üzere tüm Sovyet ülke mizah dergi çizerleri Steinberg tekniğiyle karikatür üretir oldular. Zaman ilerledikçe yönetime muhalif duygular besleyen çizerler bu “Grafik Mizah” aracılığıyla dergilerinde kapitalizmin propagandasını yapma fırsatı yakaladılar. ABD ve kapitalist sermaye böylece 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla emeklerinin meyvesini fazlasıyla almış oldu. Sonuç olarak 1990’lardan başlayarak kapitalizm sermayesini küresel konumuna taşıma sürecine girdi. Bu tarihe dek baronlarını dolar milyoneri etse de basın sektörü aile şirketleri aracılığı ile yayın yapmataydılar. 1990’lardan itibaren dev şirketler önce aile şirketlerinin ortağı oldular, daha sonra da bu aile şirketlerini ülke şubeleri gibi kullanmaya başladılar. Böylece ülke gazeteleri ulusal olma özelliklerini yitirdiler. Öte yandan bu küresel sermaye ortakları kendi fabrikalarında ürettikleri ürünleri daha sorunsuz pazarlayabilmek için “medya grubu” oluşturdup reklamları tepeden dağıtmaya başladılar. Bu gelişme gazeteleri tiraj canavarı olan karikatüre bağımlılıktan kurtardı. Bu nedenle ABD’nin önde gelen gazetelerinden The New York Times’ın gerekçe uydurarak karikatürcü Antonio Antunes’i, Kim Song’u ve Patrick Cappatte’yi işten çıkarması ve artık politik karikatür kullanmayacağını duyurması biz çizerler için şaşırtıcı değildir. Ülkemizde de Cumhuriyet Gazetesi’nin bant karikatürü çizen tüm politik çizerlerinin işine son vermesi, Sözcü Gazetesi’nin Gırgır mizah dergisini kapatması, Hürriyet ve Milliyet gazeteleri’nin ise kadrolarında tuttukları ülkemizin en usta çizerlerin politik karikatürlerini sayfalarına koymaz olmaları tüm bu gelişmelerin doğal sonucudur. Biz çizerler için çıkış yolu şimdilik sosyal olarak medya gözükmektedir.