ÇÜRÜK DÜŞ OZANCAN DEMĐRIŞIK
YAZAR Ozancan Demirışık
KAPAK TASARIMI Gökcan Şahin
YAYIN TARĐHĐ Ağustos 2010
Bu e-kitap, Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
Bu öykü sert ve sert olduğu kadar da ahlâksızdır. Rahatsız olacaksanız uzak durun. Olmayacaksanız, buyurun gelin; başımın üstünde yeriniz var…
AÇILIŞ SOMUT KÂBUS Oyunu oynayan Tanrı, bizlerse dama taşı! işin doğrusu bu, gerisi laf-ı güzaf Onun için dünya dama tahtası, bizler birer oyuncak bıkar sonunda, salıverir hiçliğin kuyusuna! Ömer Hayyam
Ozancan Demirışık
Kasvetli bir uykudan uyandığımda, kendimi bir karabasanın tam ortasında buldum. Aslında bunun bir karabasan olduğunu bile fark etmemeliydim ama her nasılsa, geniş bir yatağın içinde, güzel bir kadınının kollarında olduğum halde, bir şeylerin ters gideceği bundan daha açık olamazdı. Belki kadındandı, belki yatağın öbür ucunda bu kadını becermekte olan iriyarı adamdan… Kadını henüz göremesem de, zevk dolu çığlıklarını işitebiliyor ve şehvetli okşamalarını göğsümde hissedebiliyordum. Olduğum yerde yatıp narin parmakların becerikli dokunuşlarından zevk almam gerekirken,
vaktimi
nerede
olduğumu
merak
etmek
ve
her
şeyin
mahvolacağını düşünmekle geçiriyordum. Neden sonra, gözlerim kadının saçlarına takıldı. Kızıldılar. Kan kızılı. Cehennem kızılı. Alev kızılı… Tanıdık geliyorlardı. Ürkütüyorlardı beni. Bir deja vu hissi zihnimi kavuruyordu. Gözlerimi yumup çığlık çığlığa kaçmayı arzuluyordum, sırf o saçlardan ve o saçların sahibinden uzaklaşabilmek için. Sırf bu ‘somut’ kâbustan kurtulup bombok hayatımı sürdürebilmek için. “Alev,” diye mırıldandım. “Alev kızılı.” “Efendim sevgilim?” dedi kadın. “Ne dedin?” Ağzımı zar zor araladım ve, “Hiçbir şey,” diye yanıtladım. “Hiçbir şey söylemedim.” Dile getirdiğim bu beş kelime, beni yeni bir hayrete sürüklemekten başka hiçbir işe yaramadı. Ses, benim sesim değildi; ben, ben değildim. Ellerimi kaldırdım ve gözüme yaklaştırdım. O küt başparmağı, uzun işaret parmağını ve zıtlıklardan güzellik yaratmak istercesine kısacık olan -ama bu şekilsiz eli daha da çirkin kılmaktan başka hiçbir işe yaramayan- serçe parmağını süzdüm.
5
Çürük Düş
Bir başkasının bedenindeyim ama zihin, benim zihnimdi. Kendim gibi hissediyordum ama kendim değildim. Okşayışları ciddi bir sürat kazanan kadın, bana dönüp üzerime çıktı. Vücudu, hakkında sayfalarca şiir yazılmaya layık olacak kadar güzeldi ama değil saçlarına, suratına bile bakmak midemi bulandırıyordu. Hayır, çirkin falan değildi; aksine, otuz senelik yaşamım boyunca rastladığım en mükemmel surattı. Ekşi Sözlük’te okuduğum bir geyik geldi aklıma: “Tanrım, niye Adriana Lima’yı Photoshop’ta, beniyse Paint’te çizdin?” Bu kadın ilk gruba giriyordu. Tanrı internete girip Photoshop’un son sürümünü -CS kaçsa artık- indirmiş ve açıp günlerce uğraşarak onu yaratmıştı sanki. Kadın hakkında düşünmeyi bir kenara bıraktım. Kadının ‘yaptıkları’ hakkında düşünmeye geri döndüm. Üzerime çıktığına ve benden gayet ahlaksız beklentileri olduğuna göre, çam yarması onunla işini bitirmişti. Başımı kaldırıp soluma baktım ve vücudu kıldan ibaret olan bu orangutan kılıklı insan bozuntusunun terden ve sarf ettiği gayretten kıpkırmızı olmuş halde, öylece uzanmakta olduğunu gördüm. Eh, evet, belli ki işini bitirmişti. Kadın beni deli gibi korkutsa ve fena halde midemi bulandırsa bile, vücudumun kontrolü ‘tamamen’ bende değildi. Aletim ereksiyon halindeydi ve onu sakinleştirmek mümkün olacak gibi görünmüyordu. Kadının beklentilerine karşılık vermekten başka bir çarem yoktu. Aletimi onun dar, ıslak ve tahrik edici vajinasına sokarken, Cehennem’e hoş geldim, diye düşündüm.
6
Ozancan Demirışık
Her şeyin neden bu kadar tuhaf ama aynı zamanda neden bu kadar tanıdık olduğunu merak ediyordum. Eşi benzerine tanık olmadığım bir acayiplik söz konusuydu. Daha önce bu anı yaşamış olamazdım. Bir rüyada olmadığımı biliyordum. Her nasılsa, bundan emindim. Evet, rüyalar ve karabasanlar da son derece tekinsiz ve belirsizlerdir ama yaşadığım şeyler gerçek hayat kadar gerçek ve de gerçek olamayacak kadar sıra dışıydı. Somut kâbusun -veya zaten kâbus olmayan kâbusun- gidişatını değiştiren olay, o sıralar vuku buldu. Ben aletimi o ıslak cennetten çıkarır ve derin bir nefes verirken, odanın kapısı tekmelenerek açıldı ve görece genç bir adam saf öfkeyle yoğrulmuş bir surat ifadesiyle içeri daldı. Kendimi aynaya bakıyormuş gibi hissettim. Çünkü o adam, bendim. Ve hatırladım. Her şeyi hatırladım. Bundan sonra neler olacağını adım gibi biliyordum. Ben, Burç Dinç, hepsini daha evvel yaşamıştım. ‘Ben’ ortalığı tekmeledi, ölüp ölmeyeceklerine bile aldırmadan adamları bir güzel patakladı ve evden dışarı çıkardı. Pataklananlardan biri doğal olarak bendim ve acıyı her zerresine dek duyumsadım. Eh, zevk alabiliyorsam acıyı da yaşamam pekâlâ mümkündü; yani bu gelişmeye pek şaşırmadım. Kendi kendimden yediğim tekmeler ve yumruklar vücudumun çeşitli noktalarına inerken, ne bağırdım, ne inledim, ne de ağladım… Bundan sonrasını ‘yeniden’ yaşayamayacaktım. Ama buna gerek de yoktu. Neler olduğunu saniyesi saniyesine anımsıyordum. Duvarları kızıla boyalı o felaket yatak odasına dönecek ve o felaket kadını saçlarından tutup yataktan
kaldıracaktım.
Yüzüne
bakacak,
ağzımdan
salyalar
saçarak
haykıracaktım: “Kendi evimde… Yüzüne bile bakılmayacak ‘iki’ tane erkekle… Benim yatağımda… Güpegündüz…”
7
Çürük Düş
Bana ‘hayal kırıklığıyla’ bakacaktı. Sanki hayatının hatasını yapan o değil de bendim. Gözlerine bakınca, aşağılık kelimesiyle tanımlanamayacak kadar aşağılık bir şey yapmadığını zannederdiniz. “Senden iğreniyorum!” diye devam edecektim haykırmaya. “Đnsan bile değilsin. Ucubesin! Canavarsın! Bugüne kadar sana katlandım. Seni sevdiğimi sanıyordum çünkü; yaptığın her kötülüğü de bu yüzden sineye çektim. Ama artık çizmeyi aştın. Artık dananın kuyruğu koptu!”
*** Benim adım Burç Dinç. Đlginç bir ismim var, biliyorum. Bir yandan rahatsız edici, bir yandan da sevimli bir kafiyeye sahip. Ama ben bu isme alışalı ve onu umursamayı bırakalı çok oldu. Anlatacak daha ilginç şeylerim var. Çok, çok daha ilginç şeyler… Size düşlerimin ne zaman çürüdüğünü anlatacağım. Keşke çürüyen yalnızca rüyalarım olsaydı. Keşke rüyalarımın her biri, biraz önce okuduğunuz gibi ‘somut kâbus’lara dönüşseydi. Bu nasıl bir dilek diyebilirsiniz, ben de size hak veririm; ama emin olun, yaşadıklarım biraz önce tanık olduklarınızın yüzlerce kat kötüsü. Düş ve rüyaları birbirinden ayıran, bambaşka şeyler oldukları kanısındaki pek fazla insan vardır ve bu fikri üretmek için kasvetli bir filozof olmak da gerekmez. Benim yalnızca gecelerim değil, gündüzlerim de mahvolmuştu, çünkü yaşayan her insan yalnızca geceleri rüya görürken; öyle ya da böyle, her dakika düş kurardı. Farkına varsa da, varmasa da.
8
Ozancan Demirışık
Yaşamım yani gecelerim ve gündüzlerim hakkında öyle bir yıkım söz konusu ki, anlatmak için kelimeleri birbiri ardına sıralayacak, ter dökecek, beyaz sayfaları siyah şekillerle dolduracağım. Genelde kasvetli, bazense eğlenceli hikâyeme, bir iş görüşmesine gittiğim günle başlamak niyetindeyim. Zaman sırasına uymayacağım. Aklınızı da sık sık karıştıracağım. Baştan sizi uyarmıştım; pek huyum olmadığı halde, örnek bir nezaket gösteriyor, yani sizi bir kez daha uyarıyorum. Zoru sevmiyorsanız, bu sert yolculukta beni takip etmeyin. Eh, bu kadarı yeterli. Kalemimden dökülecek çok fazla kelime var. Dolma kalemin mürekkepleri arasında, küçük kurtçuklar misali kıpırdanıyor, ‘beni beyazlıkla buluştur’ dercesine çığlık atıyorlar. Gelseniz de gelmeseniz de, ben anlatmaya başlıyorum. Gazam mübarek olsun.
9
BĐRĐNCĐ BÖLÜM GÜNEŞ GÖREN CESET Keşke biriyle tanışsam... Ama bunun olma şansı çok düşük. Tanımadığım bir kadınla göz kontağına giremediğim düşünülürse. Belki de tekrar Naomi’yle çıkmaya başlamalıyım. Tatlı biriydi. Tatlı iyidir. Beni seviyordu. Neden bana azıcık ilgi gösteren her kadına âşık olmak zorundayım? Eternal Sunshine of the Spotless Mind - Charlie Kaufman
Ozancan Demirışık
“Madem
ölüm
döşeğindesin,”
derdi
dedem,
“ölmek
için
ne
bekliyorsun?” Başına korkunç bir şey geldiğinde, onu savuşturmak için çok daha korkuncuyla yüzleşmen gerektiğini düşünürdü. Böylece önceki büsbütün aklından çıkacaktı. Bu örneği çeşitli mizahçılar dergilerde veya televizyon dizilerinde gırgır yönleriyle işlediler (Umut Sarıkaya’nın ‘montla sıç’ karikatürünü hatırlayın veya bulup okuyun, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız) ama hiçbiri dedem kadar etkili bir izlenim yaratamadı bende. Zaten amaçları da bu değildi. ‘Saçmalıyorsun. Başındaki belaya bir yenisini eklemekten başka ne işe yarayacak bu?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Size hak veriyorum vermesine, ama bir şeyi de hatırlatmak istiyorum: Bu yöntemi ancak ‘sahiden’ çaresiz, ‘sahiden’ tükenmiş, ‘sahiden’ yolun sonunda olduğunuzu fark ettiğiniz vakit uygulayabilirsiniz. Kanınızdaki zehir vücudunuza öylesine yayılmış; ruhunuzu, yüreğinizi ve yaşamınızı öylesine yakıp yıkmıştır ki, başka her şeye kucak açarsınız. Ne kadar kötü olursa olsun. Yeter ki o zehirden kurtulun. Dedemin verdiği örnek bunun en uç noktasıydı ve gayet karamsardı, evet, ama bugün bile hatırladığıma ve uygulamaya karar verdiğime göre, bir o kadar da etkili ve ‘kulağa küpe’ydi. Alevler beni benden alıp benliğimi kavurunca, düşlerim çürüyünce, yalnızca geceleri değil gündüzleri bile bir tür ölümle yüzleşip bir ‘güneş gören ceset’ haline geldiğimde, dedemin bu muğlâk tavsiyesini dikkate alarak elzem bir karara vardım: Đş görüşmesine gidecektim.
11
Çürük Düş
Henüz bir iş görüşmesiyle yüzleşmeyenlere veya yüzleştikleri halde talihleri yaver gidenlere, bunun ne menem bir Cehennem olduğunu hayatta anlatamam. Dakikalar, saatler, günler hatta haftalarca gazeteleri tararsınız. Birbirinden büsbütün farklı pek çok anlamsız ilânı işaretler ve bilgi almak için abuk subuk telefon numaralarını çevirip abuk subuk insanlarla görüşürsünüz. Bazılarının ağızlarını bıçak açmaz, bazılarıysa yüzlerce söz sarf ederler ama ağızlarından ‘anlamlı’ tek şey çıkmaz. Nihayet bir adres edinir, yola çıkar, bitmek bilmeyecek gibi görünen sokakları ya yürüyerek ya otomobille ya da toplu taşıma araçlarıyla aşar, hiç bulamayacağınızı sandığınız iş hanını veya müstakil iş yerini eninde sonunda bulur, asık suratlı veya sinir bozucu derecede güleç bir sekreterle boğuşur, şanslıysanız o Allah’ın belası formlardan bir tanesini edinir, genelde mürekkep içermeyen ama arada bir de olsa yazanlarına rastlanan o tuhaf tükenmez kalemlerden birini alıp bir sandalyeye çöker ve formu dizinize dayar, orada çalışmaya başlasanız bile -gerçi bu oldukça minik bir ihtimaldir ve siz muhtemelen zamanınızı beyhude yere harcamaktasınızdır- hiçbir işe yaramayacak gereksiz ve can sıkıcı sorular bütününü sabırla yanıtlar, sonunda formu sekretere teslim edip çağrılmayı veya görüşme için bir tarih belirlenmesini beklemeye başlar, azıcık talihe sahipseniz yaklaşık otuz ila altmış dakika sonra çağrılır, boğucu bir ofise girip -aynı sekreter gibi ama ondan çok daha gerginlik yaratan- asık suratlı veya gereğinden fazla coşkulu bir müdürle ya da oradaki herhangi bir yetkili pozisyondaki insanla görüşmenize başlarsınız. Ben her seferinde bunu veya buna benzer eziyet seanslarını yaşadım. ‘Đş’ kavramına değil ama işsizliğe ve iş görüşmesi denen uğraşa hiç
12
Ozancan Demirışık
sönmeyecek bir nefret besleyerek o soğuk taş binalardan kendimi dışarı attım. Bir tanıdıkla, bir referansla falan olmadığı sürece bu ruh boğucu iş görüşmelerine bir daha adım atmayacağıma dair and içtim. Lakin şimdi, bir nebze bilinçli sayılabilecek bir ruh haliyle, bu sözümü bozuyor ve bir iş görüşmesine gidiyorum. Web tasarımı konusunda bir hayli iyiyimdir ve bir şirkete bağlı olarak çok sayıda web sitesi dizayn edeceğim bir işe başlayabilmek umuduyla ‘mülakat’a gireceğim. Bakalım neler olacak? Ben de sizin kadar merak ediyorum… desem de inanmayın. Ucuz numaralar bunlar. Merak ettiğim falan yok. Yaşadığım şeyleri gerçeklere bağlı kalarak anlatıyorum ve neler olacağını kelimesi kelimesine değilse bile ‘olayı olayına’ biliyorum. Çürük düşlerimden birine tanık olacağınız Kara Kedi Đş Hanı’na biliyorum tuhaf bir ismi var ama bu öykü zaten tuhaflıklarla dolu- buyurun.
*** “Vay anasını sayın seyirciler,” dedim. “Burası ne böyle? Hastaneden hallice.” Beni müdür ‘hanım’ın odasına götürmekte olan sekreter, “Efendim?” dedi yüzünde alık balık ifadesiyle. “Duyamadım.” Gülümsedim. “Duyman gereken bir şey söylemedim tatlım, sıkma canını.” Başını sallayıp önüne döndü ve birbiri ardına attığı hızlı ve kıvrak adımlarını aynı tempo ve aynı zarafetle sürdürmeye koyuldu. Alıcı gözle bir
13
Çürük Düş
baktım da, güzel yürümesine rağmen pek gideri yoktu. Aptalın teki olduğu belliydi ve yürüyüşünden gayrı olumlu noktasını göremiyordum. Üstelik bütün giysileri bembeyazdı! Ne bir aksesuar, ne başka bir şey. Bembeyaz! Zihnimi sekreterden uzaklaştırıp, aşmakta olduğumuz koridorun bembeyaz duvarlarına, bembeyaz tavanına, bembeyaz zeminine hayret dolu gözlerle baktım. Birileri bu durumdan keyif alıyor mu sahiden? Tamam, beyaz güzel ve kimi zaman iç açıcı bir renktir, ama bu kadarı da fazla. Hastanelerde bile mavi, kırmızı, hatta yeri geldiğinde yeşil tonlar beyaza kardeşlik eder be! Sekreter beni, kapısında kör göze parmak bir boyutta MÜDÜR -ne bir isim ne başka bir şey: Yalnızca MÜDÜR- yazan odanın kapısına kadar götürdü ve sonra o şaşkın gülümsemesiyle teşekkür edip uzaklaştı. Gergin bir tavırla kapıyı tıklattım. (Beni tanımanız için söyleyeyim: Çoğu insanın aksine, gergin zamanlarımda hazırcevap olurum; keyifliysem suskunumdur). “Buyurun?” dedi içeriden bir ses. Ben de derin bir nefes alıp kapıyı iyice araladım ve odaya girdim. Korktuğumun başıma geldiğini kavramam pek uzun sürmedi: Bu kadın da aynı sekreter gibi beyazlara bürünmüştü. “Baştan ayağa beyaz giyinmek moda oldu da ben mi kaçırdım?” diye sordum. “Hâlbuki Fashion TV’yi falan sıklıkla takip ederim. Amacımın moda hakkında bilgilenmek olduğunu söyleyemem gerçi. Ama haticeye değil neticeye bakmak lazım, değil mi?” Bir kaşını kaldırdı kadın (zaten çirkindi ve bunu yapınca iyice çirkin oluyordu). “Anlamadım?”
14
Ozancan Demirışık
“Yok bir şey hanımefendi,” diye mırıldandım. “Đş görüşmesi için geldim. Formmuş şuymuş buymuş hepsini hallettim, sekreter bayan yeterli olduğunu söyledi; başka bir formalite gerekirse kusabilirim, şimdiden uyarayım.” Yapmacık bir gülümseme yerleşti kadının yüzüne. “Benan doğru söylemiş. Başka hiçbir şeye gerek yok. Yalnızca konuşacağız. Buyurun, oturun.” Sekreterin isimden de kaybettiğini düşünerek (o ne öyle, töre dizilerinden fırlamış kaytan bıyıklı ağa isimleri gibi. Gerçi bu öyküyü okuyanlardan birinin veya birkaçının adı Benan çıkarsa, sanırım fena bir dayak yiyeceğim
ve
dişi
olmaları
dolayısıyla
elimi
kaldırıp
karşılık
bile
veremeyeceğim; orası ayrı) oturdum. Ellerimi dizimde birleştirip beklemeye koyuldum. “Adım Işılay Işıl,” dedi kadın ve elini uzattı. “Memnun oldum.” Uzatılan eli sıkıp bıraktıktan sonra, “Ben de Burç Dinç,” dedim. “Arkadaşlarım beni Burç diye çağırırlar. Neden öyle çağırdıklarına şaşmamalı. Ne de olsa ismim.” Kadın bu soğuk espriye bir tebessümle karşılık vermeye zahmet etmedi. Ne yalan söyleyeyim, ben olsam ben de etmezdim. Birkaç yaratıcılıktan uzak soru sorduktan ve ben de elimden geldiğince cevapladıktan, hatta birtakım alaycı sözlerle kadını afallattıktan sonra, en klişelerinden birini, Bir Đş Görüşmesi Klasiği’ni yöneltti Işılay Hanım: “On yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?” Öksürdüm. “Burası hariç herhangi bir yerde.” Đşte bu cevabı hiç ama hiç beklemiyordu. ‘Nasıl’ veya ‘Efendim’ gibi merak dolu, teşvik edici bir cümle bile sarf etmedi.
15
Çürük Düş
“Burayı tasarlayan mimar hastane olarak kullanacağınızı zannetmiş galiba,” dedim etrafa bakınarak. “Kırmızıdan sonra beyaz renkten de nefret edeceğimi düşünmezdim ama başardınız.” Đşte kırılma noktası tam burasıydı. Işılay Işıl’ın yüzündeki ‘çattık’ ifadesi kayboluverdi. Gözlerine sinsi, ışıltılı, ne yaptığını bilen birinin bakışları yerleşti. Elini masasındaki çekmecelerden birine uzatıp onu açarken, “Beyaz derken?” dedi. “Yanlışınız var.” Aynı benim gibi çevresini süzdü. “Burada beyaz falan göremiyorum.” Kadının çekmeceden devasa bir çekiç çıkardığına tanık oldum. Ama buna anlam veremedim tabii. Dudaklarımdan dökülen soruya da engel olamadım: “E bu da beyaz?” “Yok artık,” dedi Işılay Hanım, o rahatsız edici ‘kendine güven’i muhafaza ederek. “Kafanız mı iyi sizin?” Ve ayağa kalkıp; savaş çekicine benzeyen, oval, otuz santimlik çekici, Benan’ınkine benzeyen şapşal bakışlarım eşliğinde duvara geçirdi. Ben çatlayıp dökülmesini veya en olmadı boyasının soyulmasını beklerken, duvardan kan akmaya başladı. Kan! Kızıl! Duvar kanıyordu. Kanla kızıla boyanıyordu. Đster istemez bir çığlık koyuverdim ve sandalyemi geriye ittirip apar topar ayaklandım. Çürüyen düşlerimden biri ne yapıp etmiş, iş görüşmeme sızıp onu da mahvetmeyi başarmıştı. Şu ana kadar birtakım gariplikler hariç sıradan seyrini sürdüren günüm, çürük bir gündüz düşüne tanık olmaktaydı. Kadının siyah saçları arasında koyu kızıl kan damlaları peyda oluverdi. Duvar kızıla boyanırken ve ben bunu durdurmak için hiçbir şey yapamazken;
16
Ozancan Demirışık
kadının saçlarından da duvardakiyle aynı tonda kan damlaları yere şıp şıp damlıyordu. Đrrite edici bir manzaraydı, bilhassa benim gibi ‘sütten dili yanan’ bir insan evladı için… Ama kadın buna aldırmadı, hatta ağzını sonuna kadar açıp; ‘kötü adam’ kahkahası diye adlandırdığımız, normalde kulağa komik gelmesi gereken ama şu anki durumumda beni ölümüne ürküten o pes kahkahayı attı. Bir yanım gitmemi, bir yanım kalmamı söylüyordu. Kendime, hareketlerime, hatta düşüncelerime hâkim olmakta zorluk çekiyordum. Ama sonunda, kalmayı seçtim. Odadan çıkmam bir şeyi değiştirmeyecekti, çünkü çürük bir düşün gittiğim her yere benimle beraber geleceğini biliyordum. Kapıyı açıp çıkmak kolaydı, ama ya sonrası? Belki de bundan çok daha dehşet verici şeylerle yüz yüze gelecektim. Klişe tabirle, en iyisi kalmak ve savaşmaktı… Saçlarından akan son kan damlası beyaz zemini boyladığında, Işılay Işıl’ın saçları da artık dakikalar evvel olduğu gibi simsiyah değil, kıpkızıldı. Bana Alev’i hatırlatıyor ve fena halde ürkmeme sebep oluyordu. Kararı ansızın verdim ve bunu uygulamak amacıyla ileri atılıp, çekici kapmak yönünde beyhude bir çaba gösterdim. Kadın göğsüme tekmeyi gömünce, geriye savrulup yere yapıştım. ‘Acele işe şeytan karışır’, ‘öfkeyle kalkan zararla oturur’, ‘akılsız başın cezasını ayaklar çeker’ gibi güzide atasözlerimiz canlanmış zihnimde dolaşıyor, ‘dersini aldın mı akıllım’ diye nispet yapıyorlardı sanki. Umursamadım, çünkü bilinçli düşünüp eylem planı hazırlayacak halde değildim. Zar zor soluyarak süründüm ve aklıma gelen ilk şeyi yaptım: Kadının bacağını ısırmak.
17
Çürük Düş
Dişlerim öylesine keskindi ve çenemi bacağına öyle bir sertlikte gömmüştüm ki, kadın acı dolu tiz bir çığlık attı ve kontrolünü yitirdi. Bunu fırsat bilip ha gayret ayağa kalktım ve nihayet amacıma ulaştım: Çekiç ellerimin arasındaydı. Güç bendeydi artık. (Ne yalan söyleyeyim, o an kendimi He-Man gibi hissettim. Neşeli bir ruh halinde olsam çekici havaya kaldırıp ‘Güç bende artık!’ diye gürleyebilirdim.) Işılay’ın bana saldırmasına fırsat bile vermedim. Çekici kafasına sertçe geçirdim ve bir kereyle de yetinmedim. “Vur Allah vur!” diye kendimi teşvik edip, kolumu kaldırdım indirdim, kaldırdım indirdim… Her hamlemde içimin yağları eriyor, beynim aydınlığa kavuşuyordu adeta. Kadının ‘beyni’ dağılıp kafatası ezik büzük hale gelince, yani öldüğünden emin olunca, çekici fırlatıp gözlerimi yumdum. Bitmiş miydi? Eh, en azından bu aşama bitmişti. Ağlamamak hatta kendimi camdan atmamak için büyük bir çaba göstererek odayı terk ettim. Kendimi eve zor attım. Yolda, sokakta yürürken korkudan kalbim küt küt atıyordu, yüzüm morarmıştı, zorbelâ nefes alıyordum. Anahtarı titreyen ellerimle kilide sokup çevirdim, içeri adım attım. Odama koştum. Yatağa girdim, yorganı üzerime çektim. Belki şaşırtıcı gelecek, ama olanca gerginliğime karşın çabucak uyudum. Bu kasvetli uykudan uyandığımda, kendimi bir karabasanın tam ortasında buldum. Aslında bunun bir karabasan olduğunu bile fark etmemeliydim ama her nasılsa, geniş bir yatağın içinde, güzel bir kadınının kollarında olduğum halde, bir şeylerin ters gideceği bundan daha açık olamazdı. Belki kadındandı, belki yatağın öbür ucunda bu kadını becermekte olan iriyarı adamdan… Kadını henüz göremesem de, zevk dolu çığlıklarını
18
Ozancan Demirışık
işitebiliyor ve şehvetli okşamalarını göğsümde hissedebiliyordum. Olduğum yerde yatıyor ve kadının narin parmaklarının becerikli dokunuşlarından zevk almam gerekirken, vaktimi nerede olduğumu merak etmek ve her şeyin mahvolacağını düşünmekle geçiriyordum. Neden sonra, gözlerim kadının saçlarına takıldı. Kızıldılar. Kan kızılı. Cehennem kızılı. Alev kızılı…
19
MAZĐYE DAĐR YAN MASADAKĐ FISTIK Bazı aşklar vardır, içinde kahkahaların çınlamasından ziyade gözyaşlarının çağlaması daha uygun düşer. Onu gördüğüm ilk anda biliyordum ki bizimkisi, eğer bir aşkımız olacaksa, böylesine yazgılıdır. Ve kim bu sevdaya yakışacak sözcükleri kalbimin sahibinden daha iyi bilebilir? “Seni çok üzerim ben.” Bir şeyler söyleyecek oldum, ama o parmaklarını
dudaklarıma
götürerek
beni
susturdu. Ve sonra aşkım, göz bebeklerinde iki dolunay, lanetini ıslak bir öpücükle mühürlerken, gökyüzündeki metropol ışıklarının gizleyemediği bir yıldız kaydı. O zaman ben de hayatım boyunca ruhumu esir edecek yeminimi diledim: “Ölümüm elinden olsun.” Gizliajans - Alper Canıgüz
Ozancan Demirışık
Pembe ve Lacivert “Bir çay daha alır mısınız hanımefendi?” “Hayır, teşekkürler. (Garson uzaklaştığında) Neden Burç? Yanlış bir şey mi yaptım? Başka bir kadın mı var yoksa?” “Neden mi? Bunu ciddi ciddi sormuyorsun değil mi?” “Niye ciddi olmasın?” “Ohoo. Al bir de buradan yak.” “Ne saçmalıyorsun sen ya? Neyden yakayım?” “Neyden olacak Simge… Sence bu ilişki yürüyor mu? Sayende sokağa çıkarken kendimi gözbağı takmak zorunda hissediyorum yahu! Her an bir kıskançlık, her an ‘neredesin’, her an ‘ne yapıyorsun’. Tamam, haset bir yere kadar ilişkiyi renklendirir ama… Bu kadarı da fazla. 3G devrimini senin kadar coşkuyla kutlayan kimseyi tanımıyorum mesela.” “Abartma Burç! Hep bire bin katmak zorundasın, yoksa olmaz… Đlişki asıl bu yüzden yürümüyordu.” “Yalan mı? Ben son ses maç seyrederken, 3G haberini duyunca öyle bir çığlık attın ki; ne ‘tek kişilik yurttan sesler korosu’ misali bol küfürlü tezahüratlarım bastırdı, ne televizyonun gümbürtüsü. ‘Hayırdır piyangoyu mu tutturduk?’ diye sorunca da şaka gibi cevap: ‘Görüntülü telefon çıkıyormuş hayatım. Artık bütün gün seni görebileceğim.’ Ben neden bu kadar sevindiğini anlamadım mı sanıyorsun? Yirmi dört saat beni kolaçan edebileceğin için!” “Ya ne demezsin… Benim işim gücüm yok da bütün gün seni merak edeceğim.”
21
Çürük Düş
“Madem işin var, neden tek bir günde -dikkatini çekiyorum, bir günde yirmi dört saat var ve biz bunun sekiz-dokuz saatinde mışıl mışıl uyuyoruz- cep telefonumun mesaj kutusu doluyor? Gece hepsini siliyorum, bir dahaki gece ister istemez yine siliyorum. Bana ‘neredesin aşkım, n’apıyorsun aşkım’ ve benzeri mesajlar ata ata dünyanın en hızlı SMS yazan insanı haline geldin de haberin yok.” “Sen uçmuşsun Burç. Vallahi uçmuşsun.” “Sayende canım.” “Bana ‘canım’ falan deme yılışık!” “Merak etme, birkaç dakika sonra ‘Sayın Simge Hanım’ diye uğurlayacağım seni. Uzatmaları oynuyoruz.” “Sen
ciddisin
yani?
Kıskancım
diye
beni
terk
edeceksin?
Đnanamıyorum ya… Buğçe demişti. O Burç’tan hayır gelmez demişti. Salak kafam! Niye dinlemediysem onu.” “Al bir de buradan yak.” “Yaka yaka bir hal oldun. Yine ne yumurtlayacaksın acaba, çok merak ediyorum!” “Buğçe’yi yumurtlayacağım tatlım. Buğçe Tuğçe’yi! Bu kızdan bir hayır gelmeyeceği daha isminden belli. O isim-soy isim bende olsa sokağa çıkamam be! Ama hanımefendi bu yetmiyormuş gibi; günaşırı seni dolduruyor, o zehirli diliyle senin aklına sapan saçma fikirler sokuyor. Bilmem farkında mısın ama ettiğimiz kavgaların yüzde doksanı Sevgili Buğçe Tuğçe’den kaynaklanıyor. En şiddetlilerinde bu oran yüzde iki yüzü bulur!” “Evet… Kendi hatalarımızı başkalarına yükleme aşamasına geldik. Bakalım başka kim suçlu olacak... Đstersen arkadaşlarımın ve akrabalarımın isimlerini birer birer say, hataları neymiş söyle de aydınlanayım.”
22
Ozancan Demirışık
“Yo, hiç alakası yok bebeğim. Hatalı olanın aslında kim olduğunu söyleyeyim mi? Sen. Tamamen sen. Beraber olduğumuz için etrafımdaki kızlara göz bile değdirmedim… Her türlü ince hareketi, her türlü romantikliği; bana yakışmadığını düşündüğüm halde, sırf seni mutlu edebilmek, yüzüne bir tebessüm kondurabilmek için yaptım. Sen gereksiz yere bağırıp çağırdığında, ağladığında, hatta bir keresinde öfkeye kapılıp bana tokat atmaya kalktığında bile alttan aldım. Başkalarına kızıp veya başkaları tarafından doldurulup bana çattığında müthiş bir sabır örneği gösterip, değil karşılık vermek, seni teselli ettim. Ve en önemlisi, seni sevdim. Kayıtsız şartsız, ‘sahiden’ sevdim. Ama zaman geçtikçe buna değmediğini kanıtladın. Böyle değer verilecek biri olmadığını gösterdin. Neden mi? Çünkü yaptığım her şeye rağmen, tuhaf davranışlarınla, gereksiz yere başlattığın kavgalarla, yangına körükle gitmelerinle, bitmek bilmez kıskançlıklarınla bu ilişkiyi bir zindana çevirdin. Ve biliyor musun… Eğer bir zindandaysan ve kaçmak için fırsatın varsa, kaçacaksın. Öyle bir zaman gelir ki, zindanı istediğin kadar temizle, güzel kokulara boğ, dilediğince çiçekle doldur, fark etmez. Orası yine zindan ve sen yine orada bir mahkûmsun. Sadece bir mahkûm.” “Son sözlerin bunlar mı?...” “Bunlar.” Gözyaşları. “Ağlama. Sakın ağlama. Böyle olması gerekiyordu. Sen de biliyorsun. Birbirimizi kandırmayalım.” Derin derin alınan nefesler. “Başka birini bulursun. Belki onu sahiden seversin. Bende olduğu gibi, yalnızca ‘sevgilim var’ diyebilmek veya 14 Şubat’ı yalnız geçirmemek için sürdürmezsin beraberliği.”
23
Çürük Düş
Yine-yeni-yeniden gözyaşları. “Galiba uzatmalar da sona erdi Sayın Simge Hanım. Gitme vakti.” “Ben gidiyorum. Sen… sen zahmet etme.” Masadan uzaklaşan minik adımlar. Terk eden sevgiliye son bir buğulu bakış. Masadaki çay fincanından alınan son bir yudum. Buğulu bakışa verilen buruk karşılık ve sonra yere indirilen gözler. Bitti, diye düşünmek… Bitti, diye düşünmek… Lokantanın yavaşça aralanan kapısı ve açık havaya atılan adımlar. Bir son ve bir başlangıç. ESKĐden YENĐye.
*** Günler
hatta
haftalardır
üzerinde
çalıştığım
‘ayrılma’
seansı,
düşündüğüm kadar basit ve bir o kadar zor olmuştu. Ama bitmişti artık. Hayatının sınavına girip, kötü geçtiği halde yalnızca o stresten kurtulduğu için kendini huzurlu hisseden öğrenciler gibiydim. Bileğimi sarmış kelepçelerin anahtarını, kallavi fakat içerdiği amaç dolayısıyla keyifli bir mücadele sonucu bulup, özgürlüğüme kavuşmuştum. Zindan ve o zindanın bekçisi artık benden ıraktı. Aşk konusunda her zamanki gibi yine şansım yaver gitmemiş ve heyecan verici olması gereken bir ilişki bu hale gelip böyle sona ermişti.
24
Ozancan Demirışık
Gerçek hayata dönmek için, kafedeki diğer insanlara bir baktım. Gözlerim; bana sırtı dönük halde oturan, yüzünü göremediğim kızıl saçlı kadına kaydı. Đçeri ilk girdiğimde, karşısında oturan genç bir adamın hızla çekip gittiğini görmüştüm. Đçimden bir ses, bu kadın da bir terk eden, diye fısıldamıştı ve bu yüzden kendimi ona yakın hissediyordum. Tüm bunların yanı sıra, nedenini bilmesem de kadına karşı bir türlü bastıramadığım bir merakla kıvranmaktaydım. Merak kediyi öldürür derler ya, sahiden de öyle. Beni de hayatım boyunca karşı koyamadığım ve şimdi de besbelli koyamayacağım merakım öldürdü. O anda çıkıp gitsem, kıyametim olacak bu insandan uzaklaşırdım. Kırık bir kalbin acısı hariç hiçbir derdim olmadan devinip dururdum… Ama olmadı. Yüzünü görebilmek için, gerekirse o kadın kalkıp gidene kadar beklemeye karar verdim. Belki de manyaklığım tutar, o kalkınca ben de kalkardım ve her nereye gidiyorsa takip ederdim. Ne de olsa merak, kural tanımayan bir çılgınlık halidir. Bir çay söyledim, geldi, ağır ağır yudumladım. Gözüm belli aralıklarla yan masaya, kadının kızıl saçlarına kayıyordu. Sanki hissetmiş gibi, bir anda döndü, bana bir bakış attı ve birkaç saniye geçmeden başını çevirip eski pozisyonuna döndü ‘O’. Ama ben felç olmuş gibi, öylece kalakaldım. Kımıldamak istedim, yapamadım. Bir şeyler söylemek istedim, olmadı. Cevapsız sorular zihnime doluştu. Bu bir rüya mıydı? Bu kadar güzel bir yüz gerçek olabilir miydi?
25
Çürük Düş
Tek bir bakış insanın tüylerini diken diken edip, gerçek hayatla olan son bağlarını da koparabilir miydi? Đlk görüşte aşk diye bir şey var mıydı? Ve severek takip ettiğim bir roman yazarının dediği gibi, acaba aşk soruya muhtaç bir cevap mıydı veya her şeyin bittiği anın, ölümün provası mıydı? Kendi mezarını kazmak mıydı aşk? O mezara bile bile gömülüp, canlıyken ölmek miydi? Böyle yüzlerce sual yalnızca birkaç saniye içinde gözlerimin, beynimin ve kalbimin önünde uçuştu. Hiçbiri cevap bulmadı. Bulamadı. Derken, başımı kaldırdım ve çay fincanım ağzına kadar dolu olduğu halde, garsonu karşımda buldum. Elinde yarısı içilmiş bir viski şişesi vardı. Bir peçeteye sarılmıştı. Garson hiçbir şey söylemeden bunları masama bıraktı ve muzip bir tavırla göz kırparak uzaklaştı. Viskiyi incelesem de herhangi bir ilginçlik sezemedim; bu sefer peçeteyi alıp ona bir göz attım ve üzerine kırmızı bir rujla bir şeyler yazıldığını gördüm. Rahatça okuyabilmek için peçeteyi iyice açtım ve gözlerimi üzerine diktim:
“BU İKRAM YAN MASADAKİ FISTIKTAN. EĞER MASASINA GİTMEK VE ONUNLA TANIŞMAK İSTİYORSAN, FONDİP YAPMAK ZORUNDASIN. İMZA: İLHAM (VE CESARET) PERİSİ.”
26
Ozancan Demirışık
Hayatımda bu kadar heyecanlandığımı, kalbimin böylesine sertçe ve buna tezat oluştururcasına ‘pır pır’ attığını hatırlamıyorum. Nefesimin sözün tam anlamıyla kesildiğini, ellerimin yaşlı insanlar gibi titrediğini, ikinci kez peçeteye göz attığımda disleksiye yakalanmış gibi okuma zorluğu çektiğimi… Ve gözümün bu kadar karardığını da hatırlamıyorum. Yarım şişe değil tüm şişe söz konusu olsa bile o viskiyi fondip yapardım. Sonra ne olurdu bilinmez, ama muhakkak yapardım. Dönüp yan masaya bakmaktan dahi ürkerek şişeyi aldım, ‘benden günah gitti’ dercesine iç çektim ve viskiyi kafaya diktim, bitirdim. Anında çarptı ve beni etkisine aldı ama aynı zamanda inanılmaz muazzamlıkta bir cesaret bütün bedenimi sarıp sarmalayıverdi. Kalktım. Artık tamamıyla bana dönmüş olan kadına doğru yürüyüp, onun hem afallamış hem tebessüm eden yüz ifadesi eşliğinde masaya oturdum ve dudaklarına yapıştım. Uzun, heyecan verici, tatmin edici ve bol miktarda ‘hızlı başlangıç’ manasına gelen bu öpüşmenin sonunda, nihayet (maalesef mi demeliyim yoksa?) dudaklarımız ayrıldı. “Adım Burç,” diye fısıldadım. “Burç Dinç. Kiminle öpüştüm acaba?” Kulağıma müzik gibi gelen şuh bir kahkaha attı. “Alev,” dedi. “Alev Ateş.” Ve hayatım daha o saniyeden itibaren, mühürlendi. Benim için yeni bir aşk başladı. Belki de ilk aşk. Çünkü öncekileri ‘sevgi’ye indirgeyecek kadar büyük ve tutkuluydu. ‘Efsanevi’ydi belki.
27
Çürük Düş
(Masalvari değil, efsanevi diyorum – her efsane mutlu bir finale sahip değildir, hatırlatırım.) Sonunun ne denli kötü biteceğini, ne gibi yıkımlara yol açacağını henüz bilmiyordum. Sizin şimdiden okuyup gördüğünüz çoğu şeyden bihaberdim. ‘Yoksa en başında kafeyi terk ederdim – ya da viski şişesini yere atıp parçalar ve Alev’in yüzüne tükürüp çeker giderdim,’ diyeceğimi sanıyorsanız, hatalısınız ve aşkın gücünü küçümsüyorsunuz. Aşk zaman zaman köpekliktir ama her halükarda, güçlüdür. Dünyadaki diğer her şeyden güçlü. Her ne olursa olsun, her ne bilirsem bileyim; o müthiş güzelliğe, o efsunlu kadına kapılır giderdim. Bile bile lades derdim. Yaşamımı bitmek bilmeyecek bir lanete sürüklerdim. Kendi ellerimle kendimi yok ederdim.
28
ĐKĐNCĐ BÖLÜM KAN MÜHRÜ Küresel kötülük sisteminin bir parçası olduğumuz
için
Sistemleştirilmiş
otomatikman ihlale
angaje
suçluyuz. olmuş
vaziyetteyiz. Korku düzenine itaat ettiğimiz için rehine, bu yolla düzenin ömrüne ömür kattığımız için de teröristiz. Düşünmüyoruz, çünkü deliyiz. Ve özgürlükten kaçıyoruz. Hapishanede idman yapan mahkûmlarız. Korkma Ben Varım – Murat Menteş
Çürük Düş
Yaşa dediler, yapamadım. Öldür dediler, yapamadım. O zaman öl dediler, yapamadım. Yine yapamadım. Beni öldürdüler, hâlâ yaşıyorum. Beni katlettiler, hâlâ soluyorum. Söyleyin bana, ben neyim? Söyleyin bana, ben kimim? Ruhumu çaldılar… Dilimi süpürdüler… Yüreğimi tarumar ettiler... Ben hâlâ yaşıyorum. Ben hâlâ soluyorum. Söyleyin bana, ben kimim? Söyleyin bana, ben neyim?
*** Ailenin yegâne erkek çocuğuysanız ve sizinle pek az yaş farkı olan bir kız kardeşe sahipseniz, bunun ne kadar zor bir ilişki olduğunu iyi bilirsiniz. Erkekler arasındaki kardeşlik duygusu doğuştandır: Kan bağı olmasa bile, daima birbirimizi kollama içgüdüsü içindeyizdir ve en sıkı dostlarımıza ‘kardeşim’ diye hitap edecek kadar güvenebilmeyi derinden arzularız. Savaş alanındaki askerlerin yürek ve ülkü bağını açıklamak için ‘silah kardeşliği’ diye bir terim dahi üretilmiştir. Hal böyleyken, erkekseniz ve kardeşiniz de sizinle aynı cinsiyete mensupsa, kurallar baştan bellidir. Eğer ağabeyinizse, sizi ömür boyu koruyup kollayacaktır; eğer küçük kardeşinizse bu görev sizin için geçerli olacaktır. Başı
belaya
girdiğinde,
yersiz
bir
hareket
yaptığında,
bir
batağa
saplandığında; onu beladan kurtaracak, yaptığı hareketin sonuçlarını makul hale getirecek ve saplandığı bataktan çekip çıkaracak olan sizsiniz… Kalbi kırıldığında, maçoluğu bir kenara bırakıp onu teselli edecek olan da. Tabii sık
30
Ozancan Demirışık
sık didişmeyi, hafif veya ağır kavgalar etmeyi yani kardeşliğin gereklerini yerine getirmeyi ihmal etmeden. Ama eğer bir kız kardeşiniz varsa, durum büsbütün farklıdır. Söz konusu şahıs ablanızsa sorun yok, sizden bir hayli küçükse gene no problem. Fakat yaşlarınız birbirine yakınsa eğer, neredeyse yaşıtsanız, muazzam bir müşkülât sizi bekliyor demektir. Ona bir arkadaş gibi davranamazsınız (sevgili gibi de davranmayacağınızı söylememe gerek bile yok – enseste girer ulan!). Kan bağınız işi basitleştireceğine zorlaştırır. Cinsiyet ayrımınız, muhabbet ederken bile tuhaf hissetmenize yol açar. Öfkeye kapılınca ağzına bir tane çakamazsınız mesela… Derler ya hep: Kızlara el kalkmaz! (Ama ayak kalkar… Of. Korkunç bir espriydi. Gerçi beni tanımışsınızdır artık. Ciddiyetin hâkim olduğu anlarda gereksiz ve zamansız bir espriyle ortamı renklendirmeye çalışmak gibi saçma sapan bir huyum var. Gerçi birazdan öyle kötü bir anımı anlatacağım ki, espri yapacak halim bile kalmayacak. Ama o zamana kadar geçireceğim son ‘geyik’ dakikaları verimli kullanmam lazım.) Hele biraz büyüyüp ergenliğe girdiğinizde… Bırr. O dönemi hatırlamak bile istemiyorum. (Evet, benim de bir kız kardeşim var. Bunca lafı niye sayıp döktüm sanıyorsunuz? Manyak mıyım da, kız kardeşim olmadığı halde erkek çocukların kız kardeşleriyle ilişkilerini anlatayım? Psikolog değilim ya!) Hatun peşinde koşar ve milletin kız kardeşini ‘götürmek’ için uğraşırken, kendi bacım Peri Dinç’i benim gibilerden korumaya çalışıyordum. Benim gibiler dediğime bakmayın: Hem aşk hem cinsellik peşinde koşan, ikisinden birini edinince rahat edemeyen, illa ikisini de isteyen aç gözlü ve aptal genç erkekler işte… Ama düşünsenize! Ne yaman bir çelişki.
31
Çürük Düş
Ancak olgun bir yaşa ulaştığınızda, mantıklı bireylere dönüştüğünüzde, gençliğin toylukları ve absürt çekincelerinden sıyrıldığınızda, kız kardeşinizle aranızda sağlıklı bir ilişki kurulur. (Evvelki de sağlıksız değildir ama bir hayli rahatsız edicidir.) Peri’yle benim için de aynen bu geçerliydi. Göz korkutucu bir süratle başlayıp biten ve ardında mutluluklar kadar hayal kırıklıkları da bırakan uzun seneler sonunda, birbirine saygı duyan ve güven besleyen kardeşler haline geldik. Geç bile kalsak, en önemli meselede muvaffak olmuştuk: Sıkı birer dost olma. Çünkü şunu bilir şunu söylerim: Kan bağı abartıldığı kadar elzem değildir. (Yoksa kardeş katli diye bir kavram olur muydu? Anne babasını doğrayan manyaklar aramızda yaşar mıydı? Birbirini -mecazî anlamda söylüyorum- sırtından bıçaklayan şerefsizler bu dünya üzerinde barınabilir miydi?) Mühim olan güvendir, dostluktur. Ve saygıdır… Düşlerim teker teker çürüyene, somut bir kâbusun içine hapsolana dek, Peri’yle aramda düzgün bir iletişim vardı. Çok sık görüşmüyor olabilirdik ama uzak da kalmıyorduk. Birbirimize pek çok yardımda bulunuyorduk. Ben bir gün her şeyi berbat ettim. Beni gerçek hayattan koparan, canlı değil ölü olduğumu hissettiren, bir cesetten farksız olduğuma ilk kez kayıtsız şartsız inanmama sebep olan şeyi; hayatımın hatasını yaptım. Bunu anlatmanın ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Yaşadıklarımı kaleme aldığım, bazen mizahi çoğunlukla kasvetli bu öykünün en yaralayıcı kısmı olacak belki de.
32
Ozancan Demirışık
*** Her şey sıradan bir manzarayla başlar. Terk edilmiş, kalbi kırık bir kız (Simge Đmge), eski mi yeni mi belli olmayan sevgilisinin (Burç Dinç) candan ve anlayışlı kız kardeşine (Peri Dinç) gitmekte bulur çareyi. Onunla konuştuğunda başındaki tuhaf dertlere bir çözüm bulabileceğini düşünür, ya da öyle umar. Sıradanlık burada bozulur. Kırmızı bir çizgi, sıra dışılığın sınırını ortaya koyar.
Simge’nin anlattıkları her gün rastlanan şeyler değildir çünkü. Ve
Peri’nin erkek kardeşinden (aradaki bir yaş dikkate alınırsa ‘abisinden’) bir hesap sorması gerekmektedir. Aşka âşık Burç Dinç’ten beklenmeyecek bir husus mevcuttur. “Tamam canım, ben halledeceğim. Sen gönlünü ferah tut,” der Simge’ye. Ve kardeşine bir ziyarette bulunmak için hazırlanmaya başlar. Evinden çıkar, evime gelir. Burası benim devreye girdiğim kısımdır. Kötülük denen ezelî çukurdan miras kalmış kan mührüyle ruhuma damgalanan, bizzat kendime duyduğum ‘alevli’ nefretin başlangıcıdır. Bir anlamda öldüğüm gündür. Burç Dinç’in sonudur. Okuyun ve görün.
33
Çürük Düş
*** Kapı çalınca, “Duydun zilin sesini. Yarış başlıyor,” diye mırıldandım ve büyük bir süratle koşarak; dayanıksız, hırsızlara mahal vermek amacıyla üretilmiş gibi duran ahşap kapıyı açtım. Böyle müşkül bir vaziyette bile nasıl bu kadar eğlenebildiğimi sorarsanız, “Eh, bu da benim savunma mekanizmam. Yoksa şimdiye kadar kafayı yemiştim,” diye yanıtlarım. Bu yanıt sizi tatmin etmezse de, “Seni ilgilendirmeyen işlere burnunu sokmasan iyi edersin canım. Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna,” diye sürdürürüm (daha doğrusu sonlandırırım) muhabbeti. Hâlbuki kod adı ‘hayatımın hatası’ olan şeyi çok değil yalnızca birkaç dakika sonra yapacağımı bilsem, ne eğlenmesi, ne keyfi, ne geyiği… Direkt intihar ederdim. “Vay,
pasaklı
perim,”
dedim,
kapı
eşiğinde
neye
yoracağımı
bilemediğim bir yüz ifadesiyle dikilmekte olan Peri Dinç’e. ‘Pasaklı peri’ ona taktığım lakaptı. Daha önce Limon Ağacı adlı bir televizyon dizisinde kullanılmıştı. Ben de durur muyum? Hemen ödünç (ç)aldım tabii. “Hangi rüzgâr attı seni buraya?” “Simge rüzgârı,” dedi. Öfkeli falan değildi ama gülmüyordu da. Benim neşeli, tebessümü gündüz vakti bile ışıltı saçan kız kardeşim neden böyle davranıyordu? Bir şey mi yapmıştım? Durakladım bir an. ‘Simge rüzgârı’ demişti. Simge’ye bir şey yapmamıştım ki; aksine onun yüzünden bana bir şeyler olmuştu. Bir düşümün
34
Ozancan Demirışık
çürümesine dolaylı yoldan hatta belki de doğrudan sebep olan, bizzat o ‘hanımefendi’ydi. Ayrıldıktan sonra dahi başıma bela olmayı sürdürmüştü – gerçi bu belayı başıma ben sarmıştım. “Simge’ye ne yapmışım ben sevgili kardeşim?” dedim buruk bir tebessüm eşliğinde. O anda, dananın kuyruğunun kopacağına dair romanesk bir sezgi yüreğimi ele geçirdi. Boğulur gibi hissettim. Kaçıp gitmek istedim. Tek bir kelime daha etmeden, koşarak evi terk etmek… Keşke öyle yapsaydım. Keşke bu konuşmaya devam etmek gibi bir gaflette bulunmasaydım. Hayatıma sızan kara deliklerden birini, daha meydana gelmeden yok edebilseydim. Ama olmadı. O kadar güçlü değildim. Akışa kendimi kaptırmakla, rüzgârın beni taşıdığı kıyıya demir atmakla yetindim. “Kızı rezil etmişsin,” dedi Peri. “Rezil derken?” Bu soruda içtendim. Hatırladığım kadarıyla -ki gayet iyi hatırladığım yönünde sizi temin ederim- ortada bir rezalet varsa, bu benim başıma gelmişti. “Önce ufak tefek mazeretler öne sürerek kızı terk ediyorsun, sonra bir gün gidip türlü şebeklikler yaparak kendini affettiriyorsun. Bu da yetmezmiş gibi, kıza iyi davranıp her şeyi unutturacağına, yataktayken bir anda çığlıklar atarak çekip gidiyorsun. Kız nasıl küçük düşmüş, gece boyu nasıl ağlamış, neler çekmiş biliyor musun? Buna rağmen günlerce seni aramış ama ulaşamamış. Evine geldiğinde kapıyı açmamışsın. Bir kere terk etmen yetmez miydi? Anlamıyorum, kıza bir kinin var da oyun mu oynuyorsun? Bir tür
35
Çürük Düş
intikam mı alıyorsun? Bunların hiçbirini senden beklemezdim Burç. Neler oluyor?” ‘Neler oluyor?’un cevabını siz okuyucular gayet iyi biliyorsunuz. Ben bu soruyu ‘Neler oldu?’ya dönüştürüp, sizi o geceye götürecek ve Simge’yle aramda ‘yatakta’ neler geçtiğini kısaca anlatacağım.
*** Simge’yi ve soyadı Đmge’yi şu ana dek yalnızca birkaç kere işittiniz. Đsmine aşinasınız tabii, ama sizin için çok da bir şey ifade etmiyor. Zihninizdeki yerini ‘pembe’ rengine borçlu olduğu bir hakikat. Zaten her ne olursa olsun, hikâyemizde bir araçtan ibaret kalacak. En son Simge’yi -kendimce gayet haklı sebeplerle- terk etmiştim ve bu ne yazık ki Alev’le tanışmama vesile olmuştu. Sonsuz gibi görünen lanet üzerime çöktüğümde, tüm bu somut kâbusun Simge’yi terk ettiğim gün başladığını fark ettim. Belki de yaşadıklarımın bununla bir ilgisi vardı. Belki de ona geri dönmek bir şeyleri değiştirebilir, iyileştirebilirdi. Üstelik düş çürüklerinin yıkıcı etkilerinden daha ucuz kurtulabilmek için bir ilişkiye dalmam gerekiyordu ve eski bir sevgiliyi tekrar ayartmak, yenisini tavlamaktan daha kolaydı. Ben de, aynı Peri’nin dediği gibi, türlü şebeklikler yaparak -bu konuda ayrıntıya girmek istemiyorum, mazur görün beni dostlar- kendimi affettirdim. Ve bir gün, eski samimiyetimiz mevcut olmadığı için renksiz geçen gündüz gezimiz, gece eğlencesine dönüştü: Önce eve, sonra yatağa taşındı.
36
Ozancan Demirışık
Bahsi geçen rezaletin fitili de böylece ateşlendi. Haz dolu bir sevişme olmasını umduğum ‘yatak faslı’nın bir kâbusa dönüşeceğini ve üzerinden haftalar geçtikten sonra bile cefasını çekeceğimi bilmiyordum tabii. Ne mi oldu? Aynen şunlar: Ön sevişmeyle yeterince vakit harcadığımıza kanaat getirince, toptan soyunup asıl kısma geçtik (bu bende daima, filmin sıkıcı girişini atlattıktan sonra en heyecanlı ve çarpıcı sahneyi izleme hissi uyandırır – gerisi teferruattır: Kış uykusuna hazırlanan bir ayının, o devasa uykudan önceki birkaç saatlik ‘şekerleme’leri misali… Teşbihin derinine inersek, ayıya da bunlar sabırsızlıkla beklediği bir bal ziyafeti öncesi ağzına attığı ‘atıştırmalar’ gibi gelecektir diyebiliriz. Uzun lafın kısası, ön sevişme saçmalıktır. [Evet, tipik bir Türk erkeğiyim. Şüpheniz mi vardı?] Nokta). Simge Đmge’yle vücutlarımız birleşirken, yüreğimin havada kaldığını hissettim. Onu bizzat terk etmiş ve ‘oyalanmam gerektiği’ için yeniden elde etme kararına varmıştım – bunun bir şeyleri değiştirebileceği, üzerime çöreklenen ‘alevli’ lanetten kurtulmamı sağlayacağı yönündeki minik umudu saymazsak tabii. (Evet, bencilce bir düşünce ama arada sırada kendimi düşünmem gerekiyor, değil mi? Yanan bir helikopterin içinde kalan ve berbat bir kâbusun tam ortasına paraşütle atlayan benim. Etkilerini bertaraf etmek gibi bir zorunluluğa sahibim). Dolayısıyla, ortama uyum sağlayamadığımı hissettiren bazı şeyler mevcuttu.
37
Çürük Düş
Ön sevişmeden nefret etsem bile, ‘ana yemeği’ kutsal görenlerdenim. Bir dostum, kadın vücudunun saygı duyulması gereken bir mabet olduğunu düşünürdü. Belki ben de olaya öyle bakıyorumdur. Her yönüyle müthiş bir ‘büyük resim’ oluşturan parçalar bütünü… Ve bu bütünün en önemli parçası ‘aşk’. O olmadan beden yetersiz kalır. Duyguların somutluğuna inanırım ben. Tutku ve aşkın yoktan var olabileceğini düşünen ama bunu belli etmeyenlerdenim. Aşk olmadan sevişmenin hiçbir tat vermeyeceği konusunda kesin idealara sahibim. Fakat o an, üzerime çullanan lanetten biraz olsun uzaklaşabilme fırsatının hatırına, duygusuz bir sevişmenin esiriydim. Ve her şey daha da kötü olacaktı. Bir anda; üzerinde bulunduğum kadın yani Simge Đmge, bir ucubeye dönüşecekti: Altımda inlerken ten rengi tuhaflaşacak, giderek yeşile çalacaktı. Derisi pütürlenecek, saçları balçık misali cıvık bir hal alacak, suratının şekli ‘evlerden ırak’ dedirtecek kadar bozuma uğrayacak, inlemeleri de yerini ürkü dolu çığlıklara bırakacaktı… Ben ne olduğunu anlamadan, o güzel, o zarif, o çıtı pıtı kadın, bir canavara dönüşecekti. Sinema salonlarına özgü o eşsiz karanlıkta bir korku filmi izleyen genç kızları örnek alır gibi, tiz çığlıklar atacaktım. Değil sevişmek, o kadına herhangi biçimde temas edemeyecek kadar iğrenecektim: Eskiden Simge diye bilinen, şimdiyse ne idüğü belirsiz bir varlıktan ibaret olan ‘şey’den uzaklaşacak, gözlerimi ovalayıp manzaraya bir bakış daha atacak, hiçbir işe yaramadığını anlayınca; üstüne üstlük korku denen o ruh boğucu duygu zihnimi işgal edince, çekip gidecektim… Koşa koşa. Arkama bile bakmadan. Siz biliyorsunuz ki, bu anlattıklarım dibine kadar gerçek.
38
Ozancan Demirışık
Ama yine biliyorsunuz ki, kardeşim Peri’ye tek bir kelimesini bile söyleyemem. Bu duruma uydurulacak mantıklı bir yalan da mevcut değil. Belli ki Simge hiçbir şeyin farkına varamadı. Gerçekleri göremedi. Daha doğrusu, olaya benim gözümle bakamadı. Ben Simge’yi bir canavar olarak görürken, yani düş çürüklerimin etkisindeyken, onun açısından hayatın ve ‘yatak faslı’nın sıradan seyri devam ediyordu. Ama ne yapabilirdim ki? Hisleri incinmesin diye bir canavarla mı sevişecektim?
*** Peri yüzüme derin bir hayal kırıklığı eşliğinde bakmaktaydı. Ve bu, yüreğimi tasavvur edemeyeceğiniz kadar yaralıyordu. Kız kardeşimin beni bir ‘umutsuz vaka’ olarak görmesine alışık değildim, ama birazdan neler söyleyeceğini düşünürsek, gayet de öyle görüyordu. Belki de dananın kuyruğu burada koptu. Belki de hayatımın hatasını yapmama sebebiyet verecek şartlar bu andan itibaren hazırlanmaya başlandı. Peri dedi ki: “Artık sana ulaşamıyorum Burç. Hiçbirimiz ulaşamıyoruz. Ne annemiz, ne babamız, ne sevgilin, ne arkadaşların, dostların… Büsbütün bambaşka bir insan oldun. Đçine kapanmakla kalmadın, çevrendekileri üzmeye, onlara haksız yere kötü davranmaya da başladın. Nelere yol açtığını veya açacağını umursamıyorsun bile! Sanki özellikle herkes tarafından ‘kötü’ diye bilinmek istiyorsun, ‘Sen kötüsün, senden nefret ediyorum’ dememizi
39
Çürük Düş
bekliyorsun. Sevilmekten korkuyor gibisin. Bilmediğimiz bir şey mi yaşadın? Anlat… Anlat ki sana yardım edelim. Yalnızlık paylaşılamaz ama paylaşarak o yalnızlığı huzura dönüştürebiliriz.” ‘Belki’ demiştim, ama artık eminim. Geçmişi sisli-puslu bir merceğin ardından değil, gıcır gıcır bir mikroskop üzerinden görüyorum. Yaşarken fark etmediklerimin ayırtına şimdi varıyor, o vakit görmediklerime gayet berrak bakışlar atıyorum. Kardeşim Peri’nin anlamlı ve yardımsever sözlerine karşı zihnim bir süzgeç edinmişti sanki. Đşine gelenleri ayıklayıp gerisini yok eden bir süzgeç. Yalnızca ‘sen kötüsün, senden nefret ediyorum’ kısmını işitiyordum. Yalnızca bu cümleler yankılanıyordu kulaklarımda. ‘Sen kötüsün… Kötü… Senden nefret ediyorum… Nefret…’ Kötülük. Nefret. Ötekiyle paralel olarak, bir başka çürük düş daha açığa çıktı. Öz kardeşimin bana bu duyguları beslediğini düşündüğümden, ‘kötülük’ ve ‘nefret’i somutlaştırmak için yeterince hak kazandığıma kanaat getirdim. Siyah, simsiyah bir bağ gözlerimi sarmıştı sanki: Hiçbir şey göremiyor, zihnimi mantıkla çalıştıramıyor, kendi hareketlerimi yönetemiyordum. Filmlerde cinler, şeytanlar tarafından ele geçirilen veya kötü robotların esiri olan insanlar misali...
Ama bu daha kötüydü: Her şeyi kendim yapsam dahi,
kontrolümü apaçık biçimde kaybetmiştim. Bilinçli bir kontrol yitimi kadar kötüsü yoktur, emin olun.
40
Ozancan Demirışık
Kalktım. “Demek öyle ‘pasaklı perim’,” dedim. “Demek ben kötüyüm. Demek beni sevgin ve merhametinle teselli edeceğine, nefret etmekle yetiniyorsun. O zaman, sonuçlarına katlanırsın. Ölmekten beter olursun.” Gerisini hatırlamıyorum. Hatırlamak da istemiyorum. Ama ‘biliyorum’. Ve size anlatacağım. Yüreğimi yaralasa da, boğazıma yakıcı bir yumru yerleştirse de, zihnimi yakıp yıksa da, anlatacağım… Bir dahaki gün Peri, benim evimde, öldüresiye dövülmüş ve tecavüz edilmiş halde bulundu. Hemen hastaneye kaldırıldı, yoğun bakıma alındı. Hayati tehlikeyi çabucak atlattı ama yaşadığı şeylerin fiziksel ve psikolojik izlerini daima taşıyacaktı. Çok geçmeden, hastanede bir odaya alındı. Annesi ve babasının, “Bunu kim yaptı?” diye sorması üzerine, “Burç değildi o,” dedi inatla. “Abim öyle bir şey yapmaz. Sanki başka biriydi.” Ağzını bir daha bıçak açmadı. O ‘sanki’ye rağmen, anne Perihan Dinç ve baba Tunç Dinç, ‘bu’nun sorumlusunun biricik oğulları olduğunu öğrenmediler. Zaten öğrenseler, evlatlıktan reddetmekle kalmaz, bulup hesap sormaya çalışırlardı. Oğullarının nereye kaybolduğundan bihaberdiler. Vakanın vuku bulduğu mekânı dikkate alarak, kızlarına bu pisliği yapan şerefsizin Burç’a da bir zarar verdiğini, belki de onu öldürdüğünü zannederek psikolojik yönden çöküntüye uğradılar. Yakında bir otel odasında, ‘olağanüstü’ oranda derin bir uykuya dalmış halde bulunacağı hakkında hiçbir fikirleri yoktu.
*** 41
Çürük Düş
O gün, hayatımın hatasını yaptığım gündür. Đnsanlıktan çıktığım gündür. O gün, Burç Dinç’in öldüğü gündür.
42
MAZĐYE DAĐR AŞKA NEFRET KARIŞIR Birinin başına toprak saçsan başı yarılmaz. Suyu başına döksen, başı kırılmaz. Toprakla, suyla baş yarmak istiyorsan, toprağı suya karıştırıp kerpiç yapman gerek. Hazreti Mevlana
Çürük Düş
Uğruna gösterilen hiçbir çabanın kâfi gelmediği tek şey, aşktır. Ne yaparsanız yapın: Đster kendinizi paralayın, ister hayatınızı aşka adayın, ister kimseye vermediğiniz değeri sevdiğiniz kadına altın tabak içinde sunun... Fark etmez! Đlişkiniz eninde sonunda kirlenir; aşka nefret karışır. Başta birbirinizi el üstünde tutarken, çok geçmeden kendi kabuğunuza çekilirsiniz. Aşılmaması gereken sınırlar aşılır, yapılmaması gereken hatalar yapılır. Nihayet aranızdaki az buçuk saygı da hepten yok olur... Onur kırıcı laflar, çirkin hakaretler hatta kimi zaman ‘saf’ kötülükler gırla gider. Aşk, bütün heyecanına, getirdiği olanca mutluluğa rağmen, bir ‘hastalık’tır. Verdiği keyif yüzünden sizi pençesine alan ve sonra da paramparça eden bir ‘şey’ diyince aklınıza ne gelir? Uyuşturucu, değil mi? Evet, aşk en hasından bir uyuşturucudur. Bundan şüpheniz varsa, gerçek aşkı hiç tatmamışsınız demektir. Ve size bir tavsiye vermemi isterseniz (Gerçi isteyeceğinizi hiç sanmıyorum – neden isteyesiniz? Ben perişan herifin tekiyim; artık anladınız – ama yine de tavsiyemi vereceğim. Birkaç kelimeden zarar gelmez)... Böyle devam edin! ‘Gerçek aşkı arıyorum’ ayağına, hayatınız boyunca aşktan uzak durun. Hiç gereği yok. Hiç! Her neyse, ‘anti-aşk doktoru’ tadında konuşmaya başladım. Sadede doğru bir U dönüşü yapmamın vakti geldi de geçiyor. Alev Ateş denen mahlûkla yaşadığım talihsiz ilişkinin ‘giriş-gelişme’ aşamasını atlayıp, doğrudan sonuca geleceğim. Kaçırdığınız kısımları kısaca anlatmam gerekirse, “Giriş ‘sıradan’dı, gelişme Çin işkencesi,” derim.
44
Ozancan Demirışık
Herhangi bir ilişki gibi başlayıp, Alev’in iflah olmaz kötülüğü (manyaklığı, ruh hastalığı, egoistliği gibi eklemeler yapabilirsiniz – saymakla bitmez) dolayısıyla korku filmine dönüşen, bir yerden sonra da iplerin tamamen koptuğu dehşet verici bir serüvendi. Hiç yaşamamış olmayı dilediğim bir serüven. Ama yaşadım. Ve anlatıyorum. Ve anlatacağım. Daha bitmedi. Tanık olacağınız çok şey var.
*** Televizyon açıktı. Bir film oynuyordu (sıkı bir filme benziyordu üstelik) ama ben fena halde dalgındım; sesleri hayal meyal işitiyor ve kargaşa ekseninde devinip duran ruh halim sebebiyle hiçbir şey anlamıyordum. “Ben bir kavram değilim,” diyor kadın. “Tamamen dağılmış bir kızım. Kendimce doğrularımı arıyorum. Ben mükemmel değilim.” “Sende hoşlanmadığım hiçbir şey göremiyorum,” diyor adam. “Ama göreceksin. Bir şeyler bulacaksın. Ben de senden sıkılıp kendimi kapana kısılmış hissedeceğim. Çünkü bana hep böyle olur.” Bakışıyorlar. Ortama bir sükûnet hâkim oluyor ama çabucak bozuluyor. “Tamam,” diyor adam. “Tamam,” diyor kadın. Gülüşüyorlar. Bir kez daha ‘Tamam’ diyorlar. Đkisi de. Derken kapı açılıyor. Bir tıkırtı, bir gıcırtı, sessiz bir soluk.
45
Çürük Düş
Filmde ekran kararmış, jenerik müziği akmaya başlamıştı. Hal böyleyken, bir kapının açılması mümkün değildi. O ‘duble-dalgın-dangalak’ halimle bunun gibi basit bir mantığı yürütebildiğime dahi şaşıyorum. Gözlerimi kırpıştırdım. Bu, filmde değil, ‘burada’ oluyordu. Evde. Evimde. Alev o pek sevgili, pek nazik (!) dostlarını nihayet bırakıp eve dönmüştü. Koltukta doğruldum. Gözlerimi kapıya diktim. Ben zihnimi dalgınlıkla uyuştururken, o daha etkilisini tercih etmişti: Alkol. Sendeleyerek girmekteydi içeri. Gözleri kaymıştı. Ta oradan kesif bir beyaz şarap kokusu burnuma doluyordu. Ama umursamadım. Gözlerim Alev üzerinde takılı kalmıştı. Koyu kızıl rengin üzerine siyah karo desenlerin bulunduğu abiye kıyafeti hâlâ göz alıcıydı. Nefesimi tuttum. Onu bugün bu kıyafetle ilk kez görmüyordum, ama her seferinde, ‘onun’ hakkında ne düşünürsem düşüneyim, bu güzellik karşısında soluğum kesiliyordu. Bir kadın, sarhoş haliyle bile bu kadar göz alıcı, böylesine güzel olabilir miydi? Birinden hem nefret edip, hem de onu sevebilir miydi insan? Demek ki olabiliyordu. Demek ki sevilebiliyordu. Bir şeyden emindim (hâlâ da eminim): Alev Ateş, bir ateisti Tanrı’nın varlığına inandırabilecek kadar güzeldi. Bir şeyden daha emindim: Karşımdaki kadın ne kadar güzel olursa olsun, bu gece bana yaşattıklarının hesabını sormalıydım.
46
Ozancan Demirışık
Soracaktım da. Ben ayağa kalkarken, Alev içki dolabına yürümekle meşguldü. Yuh artık, diye düşündüm. Midesinde içki stoklayıp gerektiğinde kullanmak mı istiyor nedir? Hayret ve öfke dolu bakışlarım arasında, yüzüme bile bakmadan dolaptan bir Jack Daniel’s şişesi çıkardı. Ve viskiyi bardağa koymaya gerek duymadan, kafasına dikti. “Sen bu halde araba mı kullandın?” diye sordum. “Lütfen taksiyle geldiğini söyle. Kalp krizi geçireceğim yoksa.” “Söylemeyeceğim,
çünkü
gelmedim,”
dedi
kaygan
bir
sesle.
“Alkollüyken daha iyi araba kullanırım, bilmiyor musun?” “Bilmiyorum,” diye patladım. “Senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ne biçim bir insan olduğunu bilmiyorum. ‘Aslında’ kim olduğunu bilmiyorum. Ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum. Seni tanımıyorum! Farkında mısın Alev: Bana ‘uzun’ bir açıklama borçlusun!” Cevap vermek yerine içkiden birkaç yudum daha alarak beni iyice fitil etti. Ama sonunda, dönüp yüzüme bakmaya tenezzül edebildi. “Niye?! Đşlerime burnunu sokmasam bu akşamı sorunsuz geçirecektik!” Kendimi kaybedip Alev’in üzerine yürüdüm: Kaba kuvvet uygulamayı ciddi ciddi düşünüyordum (bir Osmanlı tokadı iyi giderdi aslında) ama son anda, gayriihtiyarî durdum. Sağ elimi suratına geçirmek yerine, yalnızca yüzüne doğru tutmakla yetindim. “Bu yüzden!” “Elini niye gösteriyorsun?” diye sordu (bu kadar içkiyi ben içsem, ben de böyle ilkokul düzeyinde sorular sorardım).
47
Çürük Düş
“Kimsenin göremediği bir yara var!” diye kükredim. “Benim bile göremediğim bir yara! Sızım sızım sızlıyor. Ne menem bir acı çektiğimi biliyor musun sen? Hepsi de dostun olacak o tüysüz herif yüzünden. Beyaz saçlı kadının saçma sapan hareketlerini saymıyorum bile. Diğer adam en azından sessiz sessiz oturuyordu ama kim bilir ruhunda ne manyaklıklar yatıyordur! Ne biçim bir arkadaş çevren var senin? Güveneceğin insanları ruh hastaları arasından mı seçiyorsun?!” “Hayır Burç!” dedi Alev çığlık çığlığa. Son sözlerim üzerine o da kontrolünü yitirmişti. Dananın kuyruğu koptu kopacaktı. “Ama sevdiğim erkekleri tımarhaneden topluyorum anlaşılan!” Elimi duvara geçirdim (duvar, Osmanlı tokadını olmasa da ‘Burç yumruğu’nu yedi yani). “Sen kötüsün, biliyorsun değil mi? Ruhsuz orospunun tekisin!
Güzelliğine
kanıp
seni
nasıl
sevebildim?”
(Ve
nasıl
hâlâ
sevebiliyorum?) Kısa bir an yüzüme baktı. Sonra bir kahkaha patlatıp, sevgili viskisinden ‘devasa’ bir yudum aldı. Benim zihnimdeki kayış da burada gevşedi. (Kopmadı; eğer kopsaydı okurken ‘oha’ diyeceğiniz şeyler yapardım.) Şişeyi aldığım gibi yere fırlattım. Müthiş bir şangırtıyla paramparça oldu. Kalan az miktardaki viski de halısız parkede yayılmaya başladı. Alev’in gözleri, karşı konulmaz bir hırs ateşiyle parlıyordu artık. Üzerime yürüdü ve benim yapmadığımı yaptı: Kaba kuvvet uygulamak... Gırtlağıma sarıldığı gibi, inanılmaz bir kuvvetle beni nefessiz bırakma çabasına girişti. Bir yandan da, attığı adımlar yüzünden gerilememi sağlıyordu. ‘Kadınlara el kalkmaz’ düsturunu umursadığımdan değil, sahiden
48
Ozancan Demirışık
karşılık verecek derman bulamadığımdan, hiçbir şey yapmadım. Kızarmış gözlerle, sıkıca kavranmış bir boğazla, soluk dahi alamadan öylece bekledim. Neler oluyordu? Ne biçim bir Cehennem’e düşmüştüm? Öleceğimi zannettiğim kırk saniyenin sonunda, Alev’in önce elleri gevşedi, sonra da gırtlağımdan tamamen sıyrıldı. Yaşlı gözlerle suratıma baktı. “Özür dilerim,” diye fısıldadı. Sanki bu her şeyi affettirebilecekmiş gibi. Gerçekten pişman görünüyordu ama artık bu kadının neyi gerçek neyi yalan, karman çorman olmuştu. Alev Ateş hakkında hiçbir şeye kayıtsız şartsız inanamazdım. Hele bu son yaptıklarından itibaren. Peki olayları bu noktaya getiren o ‘karanlık dostlar’ faslı neydi? Alev’in birbirinden manyak arkadaş çevresiyle nasıl tanıştım? Eh, sonunu gördüğünüze göre, başını okumayı da hak ediyorsunuz. Dile kolay, dibini boyladığım bu tünelde onlarca sayfadır beni takip ediyorsunuz. Büyük bir fedakârlık bu. Size minnettarım. Biraz evvelki soruların yanıtlarını görmek istiyorsanız… Okuyun ve görün.
*** Kaf Dağı Kafe’ydi adı. Hayli büyük, ama sade bir tabelası vardı: Büyük harflerle
KAF, hemen altında dikkatli bakınca fark edilmeyecek kadar minik
ve silik bir Dağı. Đkinci bir bakış atmadığınız sürece mekânın isminin Kaf Kafe olduğu düşünebilirdiniz.
49
Çürük Düş
Güldüm. “Vay anasını,” diye mırıldandım. “Şaka maka bizimkiler de kelime oyunu falan yapmaya başladı. Başımıza taş yağacak. Đnsan Dostlar Kafe gibi kahve geleneğinden gelme bir isim ya da Blues Cafe tarzı özentilikler bekliyor.” Gri tonlardaki metal kapıyı ittirip içeri girdiğimde, yüzümdeki tebessüm donuverdi. Bir başka boyuta geçmiş gibi hissettim kendimi. Birkaç saniye evvel zihnimde neşeli ayakkabı cinleri misali gezinmekte olan düşünce balonları pıt diye patlamıştı sanki. Her şey tuhaftı. Birinden şüphelenip onu takip ediyorken niye neşe duyardı insan? Ve takip sona erdiği anda neden bu ruh hali aniden sönüp giderdi? Alev’in ‘Đş yemeğine gidiyorum’ yalanlarından biri bugüne denk gelmişti. Ne zaman bu yalanı söylese, işler karışıyordu; eve geldiğinde davranışları
tuhaflaşıyordu.
Yüzünde
donuk
bakışlara
rastlıyordum.
Dudaklarını büzmüş, dişlerini sıkmış oluyordu sıkça. Bir hayal dünyasındayken gerçekliğe adım atmış gibi, diye düşünüyordu insan. Yani ben öyle düşünüyordum ve (galiba) bir insan olduğuma göre, vaziyeti böyle aktarabilirim. Kusura bakmayın, usta bir anlatıcı sayılmam. Đdare edeceksiniz artık. Yalanlarla
‘allak
bullaklık’ların
tesadüfen
bir
araya
geleceğini
zannetmiyordum. Bu duruma dair merakım, kafamda komik bir soru yarattı. Alev’in tuhaf hallerini incelerken, bunu iş yemeklerinde götten mi sikiyorlar ne yapıyorlar,
diye
düşündüm
istemsizce.
Kusura
bakmayın
küfürlü
konuşuyorum ama erkeklerin kafasında sevgilileri hakkında bile böyle hiçbir anlamı olmayan küfürlü ifadeler dönebiliyor. Ruhumuz argo, ne yapalım.
50
Ozancan Demirışık
Kendi ‘zihin geyiğim’ yüzünden sırıttım. Derken, yüz ifadem girdaplara kapıldı. Göğsümden karın boşluğuma doğru bir kobra iniyordu sanki. Vücudum kocaman kırmızı karıncalar tarafından istila edilmekteydi. Veya siyah olan ‘içi dolu turşucuklar’dan milyonlarca vardı; emin değilim. Derin bir nefes aldım. Oksijen, midemdeki kobrayla müthiş bir savaşa tutuştu. Cinayet arzusu ve kan tutkusuyla yaptığı fedakârlıklar bir neticeye kavuşamadı ama. Temiz hava bile, şüphe denen duygunun yarattığı sinsi yılanı silip süpüremezdi. Hem geyik yaparken, hem öfkeliyken, hem de şüpheliyken (uzun lafın kısası: her daim) küfre başvuran erkek ruhunun gereklerini yerine getirmek için, düşünce balonlarıma sızan sövgüye devem ettim: Ya sahiden sikiyorlarsa... Ve nihayet cinsellikten sıyrılarak güven duygusuna yaslanan asıl şüphemi seslendirdim: Ya Alev beni aldatıyorsa? Ve işte buradayım. Kaf Kafe’de. Kıskanç erkek triplerinde, avanak ajan havalarında. Neden neşeli olduğumu da galiba anladım. Alev’in o donuk hallerinin ‘aldatma’ eyleminden kaynaklanmadığını tahmin ediyordum galiba. Beni gayet klişe bir insana dönüştüren şüphelerim, salt kandırmacaydı. ‘Aslında’ ne olduğunu merak ediyordum ve bu merak da beni buraya sürüklemişti. Peki kediyi öldüren sinsi duygu beni öldürecek miydi? Müneccim boku mu yedim, nereden bileyim? Bir kendini bilmezin karaladığı kurgu bir metin olsaydı bu, sonraki adımı bilirdi galiba. Böyle karmaşık mevzulara girmezdi yoksa. Maazallah, girişi olan her şeyin çıkışı yoktur. Đnsan kısılıp kalıverir. Temkinli davranmak lazım. Lafı fazla uzattım. Mekânı betimleyeyim, içiniz açılsın. Beyaz, gri ve bazen de siyah tonlarında, sade bir kafeydi. Görsel yönden başarılı bir tasarım
51
Çürük Düş
olduğunu düşündüm – bu işlerden çok anlarmış gibi. Her şeyi az çok bildiğini, her mevzudan haberdar olduğunu zanneden Türk insanlarına özgü hareketler işte. Amma da öz eleştiri yapıyorum, değil mi? Bir ilginçlik de masaların üçgen şeklinde olmasıydı. Üç kenarına birer sandalye yerleştirilmişti (sandalyelerde eksantrik şekiller yoktu; bildiğiniz tabureydi hatta), camdan üçgenin birleştiği sivri uçta ise tek sıra halinde tuzluk, biberlik, peçetelik gibi klasik malzemeler diziliydi. Üçgenin dağı hatırlattığını düşünmüşlerdi herhalde. “Eh,” dedim kendi kendime, “fena değil.” Peki ama neden böyle tuhaf sezilere kapılmaktaydım? Neden ‘donuk’ hissediyordum? Neden zaman yavaşlamış, zihnim pelteleşmiş gibiydi? Etrafa göz gezdirdim. Ortalık süt limandı. Đnsanlar en ufak bir enerjik harekette bulunmuyorlardı; çatal bıçakları, bardakları veya fincanları sakince kaldırıp indiriyorlardı. Arada bir fısıldarcasına konuşuyorlardı o kadar. Onun dışında ağızlarını açmaya bile nadiren zahmet ediyorlardı. Birini rahatsız etmekten korkuyor gibiydiler; ama buna rağmen, bilinçlerinin yerli yerinde olmadığını sezebiliyordum. Derken, daha da tuhafını fark ettim. Görüş alanımdaki her renk beyaz ve siyahın tonlarındaydı. Đnsanların giysilerinde ne mavi vardı, ne kırmızı vardı, ne de yeşil, mavi, turuncu, mor… “Ne oluyor lan?!” diye homurdandım sessizce. “Tarikat toplantısı mı bu, sözleşip mi geldi herkes? Yoksa sanat filmi mi çekiliyor?” Mekânın görünmeyen kısmına yöneldim. Ve çarpıldım. Gözüme ilk ‘çarpan’ Alev oldu. Sonra da yanındaki üç kişi.
52
Ozancan Demirışık
Paratonerden halliceydiler: Ortamdaki bütün enerjiyi, bütün renkleri üzerlerinde toplamışlardı. Alev tahmin edeceğiniz gibi, güneş misali parıldayan kızıl saçları ve üzerindeki kızıl-siyah tonlarındaki kıyafetle insanı soluksuz bırakıyordu. Ama etrafındakiler de, onun çeyreği kadar güzel olmasalar da (ikisi erkekti zaten), en az onun kadar dikkat çekici ve ‘özgün’düler. Bir tanesi beyazdı. Evet, beyaz. Beline dökülen saçları beyazdı, gözleri beyazdı (beyaz gözler? Kafayı yedim herhalde), giysileri beyazdı. Ama ne yaşlıydı, ne de çirkin. Alev’in güzelliğiyle ilgili iltifatım abartılıydı galiba: Bu kadın, beyaz saçlarına rağmen (hatta belki onlar sayesinde), güzellik konusunda Alev’le yarışabilirdi. Pürüzsüz, heykel gibi bir yüzü, hastalıklı gözükmesi gereken ama her nasılsa ona ayrı bir estetik katan gözleri, ince ve biçimli vücuduyla, başlı başına bir maceraydı. Yanındaki herif siyah saçlarını atkuyruğu şeklinde bağlamıştı. Onun ‘rengi’ siyahtı. Alev’in kırmızısı ve beyazlı kadının -adı üstünde- beyazlığının aksine, parlamaktan uzak, siyaha yakışır bir matlık taşıyordu. Hafif bir keçisakalı vardı. Beyazlı kadın kadar ince yapılıydı ama her nasılsa, insanı parmağıyla darmadağın edebilirmiş gibi kendinden emin bir hâli vardı. Ağzı kapalı olsa da, her an ‘bu uslu halime kanmayın; hepinizi betona gömerim’ diyecek gibiydi. Beni en çok şaşırtan, yüzündeki ifade oldu gerçi. Doğru mu gördüm diye gayri ihtiyari gözlerimi kırpıştırdım. Somurtuyordu. Ama yüzündeki ifade ‘duygulara bürünmüş’tü. (Hem somurtup hem nasıl duygulu olabilir insan? Ben de bilmiyorum; sorun da bu zaten!) Öfkeli olduğunu düşündüm. Mutlu gibi geldi. ‘Yok yok’ dedim, ‘nefret
53
Çürük Düş
dolu bu’. Huzurlu bir hâli olduğunu düşündüm. Şehvete kapılmış. Kinle dolu. Hevesli. Umutsuz. Coşku dolu. Ve mutsuz. Mutlu. Mutsuz. Mutlu… Bir insan her türlü ruh halini ve her türlü surat ifadesini aynı anda taşıyabilir miydi? Buna kafa yormanın yersiz olduğuna kanaat getirince, masadaki son yabancıya diktim gözlerimi. Saçları uzun da değildi, kısa da değildi. Dazlaktı çünkü. Hatta tüysüzdü. Ne kaşı vardı ne kirpiği. Bu bir hastalıktan mı kaynaklanıyordu yoksa ilginç görünmek için hepsinden kurtulmuş muydu, emin değilim. Umursamıyorum da. Başta erkek olduğunu düşünmüştüm, şimdiyse bundan şüpheliydim. Tüysüzdü, ama hem erkek hem kadın gibi görünüyordu. Yüzünde hem sertlik hem yumuşaklık bir arada barınıyordu. Gri pardösüsü de bu hissiyatı tasvir ediyordu. Sırıtmaktaydı bir yandan. Ve bu beni gayet ürkütüyordu. “Kötü kalpliyim!” diye haykıran, sinsi bir sırıtmaydı. “Her türlü pisliği yapabilirim, çalıp çırpabilirim, insanları birbirine düşürebilirim, cinayet işleyebilirim, hatta bir bebeği gözümü bile kırpmadan öldürebilirim…” O sırıtışın ardına tüm bu cümleler gizlenmişti de, arada bazıları fısıltı halinde dışarı fırlıyordu sanki. Bu masadaki herkes, çelişkiler yumağıydı. Tek bir bakışta bile anlamak mümkündü. Ve nedense, yeterince hayrete kapılmamıştım. Çünkü Alev yüzünden, bunlar bir yönüyle tanıdık geliyordu bana. Alev, kalabalık ortamlarda bile yalnızlığa kapılırdı; yanında ben varken, hatta tutku dolu keskin bir sevişmenin hazzını duyarken bile, yalnız olduğunu hissederdi. Bir-iki kere onu sıkıştırınca bunu biraz çıtlatmıştı, ama daha ileri gidip uzun bir itirafa girişmemişti.
54
Ozancan Demirışık
Bu masadayken -tam aksine- yalnızlıktan uzaktı Alev. Sanki insan bile değildi. Diğerleri de öyle… Ve birbirlerini burada bulmuşlardı. Mutluydular, huzurluydular. Alev evine, benim yanıma yani gerçek yaşama dönünce, o tuhaf ruh haline bürünüyor, canlılığını yitiriyor, donuklaşıyordu. Kendine benzeyenlerin yani zihnimdeki kod adlarıyla anmak gerekirse Beyaz, Siyah ve Gri’nin yanında eriştiği huzuru unutamıyordu. Yoktan var olan yalnızlığını hiç kimse ve hiçbir şey gideremiyordu. Kötüydüler. Doğuştan değil, şartlardan dolayı kötüydüler. Belki her daim bu masada otursalar kimseye zararları dokunmayacaktı. Ama nedense, her seferinde hakikatin soğuk mermisine geri dönüyorlardı (en azından Alev dönüyordu). Yapmaları gereken bir şey, nihayete erdirmeleri gereken bir görev varmış gibi… Onların (bilhassa Alev’in) beni göremeyecekleri bir masaya çöktüm ve seyretmeye koyuldum. Nadiren de olsa, harika bir espri yapılmış gibi kahkahalara gömülüyorlardı: Siyahlının mahkeme duvarı suratına yansıyan duygular da bu mizahı yansıtıyordu. Sonunda şans yüzüme güldü, beklentilerim bir neticeye erişti: Alev bir şeyler mırıldandıktan sonra masadan kalkmış ve kafenin en uzak köşesine doğru yürümeye başlamıştı. O yanımdan geçerken yüzümü güçbelâ gizledim. Nereye gittiğini bilmiyor, yalnızca her ne yapacaksa uzun sürmesini umuyordum. Ben de kalktım ve o ‘rengârenk’ masalarına geçip, boşalan koltuğa oturdum. “Tek bir soru soracağım beyler,” dedim cesaretimle kendimi dahi şaşırtarak. “Kimsiniz siz?”
55
Çürük Düş
“Vay vay vay,” dedi beyazlı kadın, oyuncağını bulmuş bir çocuk coşkusuyla. “Büyük casusumuz Burç Dinç teşrif ettiler bakıyorum. Takip yormamıştır umarım?” Mike Tyson mide boşluğuma sağlı sollu girişmiş gibi kalakaldım. Yine de bozuntuya vermedim. “Bunun bir iş yemeği olmadığı meydanda. Kimsiniz siz?” “Nasıl istersen yavrum,” dedi tüysüz oğlan. Sesi ne ince ne de kalındı. Erkek mi kadın olduğunu anlamak zordu. Nazikçe elini uzattı. “Tanışalım. Ben Saydam Kaya.” Đsminin enteresanlığına tepki vermeden, soğuk bir bakış attım. Elini sıkmaya tenezzül etmedim. Saydam’ın yüzündeki tebessüm solmadı, ama dişlerini sıkarak elini indirdi. “Bana Beyza derler bebeğim,” dedi beyazlı kadın, ansızın yanağıma bir öpücük kondurarak. “Beyza Beyaz.” Öpücüğün etkilerini üzerimden atmaya çabalarken, siyahlıya döndüm. Dişlerini sıkıp, “Kılıç Arslan,” diye hırladı. Bu hırlamada bile onlarca, belki de yüzlerce duygunun gizli olması beni yepyeni hayretlere gark etti. “Đsminizi söylediniz, tamam,” dedim. “Ama merak ettiğim bu değil. Kimsiniz, nesiniz, amacınız ne, Alev’le ne işiniz var ya da onun sizinle ne işi var?” “Bak bu olmadı Burç,” dedi Saydam. “Bizim isimlerimiz sizinki gibi rastgele değildir. Çok şey taşır, çok şey simgeler. Ursula K. Leguin, Yerdeniz Büyücüsü’nde der ki: ‘Kim bir insanın adını biliyorsa, onun hayatını avuçlarının içinde tutuyor demektir.’ Bunu dikkate almanı öneririm.”
56
Ozancan Demirışık
Sabırla yineledim: “Bizim diyorsun. Ben de bunu öğrenmek istiyorum işte. Madem bizden farklısınız; o zaman nesiniz? En önemlisi, Alev ne? Korkmuyorsanız açıklayın şunu.” “En büyük sırrımızı paçavra kılıklı bir insana söyleyeceğimizi düşündüren ne?” dedi Beyza sevimli sevimli sırıtarak. “Durup dururken itiraf edip neden dünyaya karşı avantajımızı yitirelim?” Bir mide bulantısıyla sarılıp sarmalandığımı hissettim. Titredim. “Siz…” dedim. “Ucubesiniz. Sanki vücudunuzdan bile kötülük kokusu yayılıyor. Canavarsınız siz.” Ve film burada koptu. Saydam’ın yüzündeki tebessüm büsbütün silindi. Bir şey tutuyor gibi elini yumruk yapıp, havaya kaldırdı ve o tuttuğu şeyi fırlatacak ya da saplayacak gibi düz bir doğrultuda, benim elimin üzerine indirdi. “Bize,” diye fısıldadı, “kimse ucube diyemez.” Istırap yüklü bir çığlık attım. Elim tam ortasından delinmişti. Kan akıyordu. Akıyordu… Akıyordu… “Đsimlerin önemli olduğunu söylemiştik,” dedi Beyza. “Temkinli davranman gerekiyordu bebeğim. Ağzından çıkanı kulağın duymadı. Saydam, bir şeyleri görünmez -bir başka deyişle şeffaf- hâle getirmekte usta. Ve onun kesici aletleri normallerinden on kat daha fazla acıya yol açar. Dişini sıkmanı öneririm, çünkü biraz acıyacak.” Kikirdedi. “Aslında ‘çok’ acıyacak.” Cam masayı yumruklayarak dişimi sıktım, kıvrandım, çırpındım, elime baktım, kanıyordu, duracak gibi değildi; acıyordu, dinecek gibi değildi. Masayı birbirine katıp ayağa kalktım ve sarsak adımlarla uzaklaşmaya koyuldum. Gayet memnun tavırlarla beni seyrediyorlardı. Kafedeki hiç kimse
57
Çürük Düş
durumumu
fark
etmemişti.
Edecek
gibi
de
değillerdi;
işlerinde
güçlerindeydiler. Kılıç’a baktım, göz kırptı. Bu, onun işiydi. Đnsanları arzusuna göre manipüle edebiliyor, bilinçlerini ‘kısabiliyor’, enerjilerini çalabiliyor olmalıydı. Ne var ki, her şeye rağmen korkuya kapılmadım, paniklemedim. Kılıç’ın yüzüne tükürdüm; sakin hareketlerle mendili alıp sildi. Ve ani bir kasılma, dizlerimin üzerine çökmeye mecbur bıraktı beni. “Acıyı arttırabilirim,” diye hırladı Kılıç. “Acı eşiğinden çok daha fazlasını yaşatabilirim sana. Ölümü bile tadamazsın, çünkü ölmene izin vermem. Sonsuza dek acı çekersin. En büyük çaresizliğe merhaba dersin. O yüzden en iyisi defol git.” Nihayet birkaç cümle kurabilmişti ama söyledikleri benim için pek hayırlı değildi. Nasıl bir manyaklığın merkezinde olduğumu merak ederek, elime bakmamaya ve acıyı unutmaya çabalayarak, sarsak adımlarıma yenilerini ekledim. Derken, uzaktan Alev’in yaklaştığını fark ettim. Güzel bacaklarıyla o şiir gibi yürüyüşünü sergiliyordu yine. Suratı ise allak bullaktı: Hayretler içerisindeydi
ve
bu
duygusunda
samimi
olduğunu
görebiliyordum.
‘Tayfasının’ bana yaptığı karşılamadan o sorumlu değildi galiba. Peki olanlara nasıl tepki verecekti? “Đyi misin?” diye sordu. Başımla onaylarken, kendi cevabıma kendim bile inanmıyordum. Ama o, bana bir bakış daha atmayarak ve başka bir şey söylemeyerek, dostlarının masasına yürüdü. “Neler oldu?” diye sordu. “Senin işin mi bu Saydam?”
58
Ozancan Demirışık
“Elbette Alevcim,” dedi adam/kadın. “Evcil köpeğini iyi eğitmemişsin. Korku nedir bilmiyor. Saygıdan söz etmiyorum bile. Haddini bilmeli. Bize ucube -hatta canavar- demeye cüret etti. Parçalara ayırmadığıma şükret. Hâlâ ellerim kaşınıyor. Def et şunu da kurtulalım.” Beyza kikirdedi yine. “Veda edeyim, öyle gitsin. Onu saygısız diye itham ederken kendimiz saygı çerçevesinden uzaklaşmayalım, değil mi ama?” Alev, “Bekle Beyza,” dedi ama kadın dinlemedi ve beyaz saçlarını savurarak bana doğru yaklaştı. Yüzüne cesur bir bakış fırlattım (ah, bu deli cesaretim sonumu getirecek!). “Ah, yazık,” dedi elimi tutup. “Öpeyim de geçsin.” Öptü, geçmedi. “Derdin ne orospu?!” diye gürleyince, yüzündeki tebessüm arttı; ‘işte bunu bekliyordum’ der gibiydi. Aniden soluk alamadığımı hissettim, gırtlağım çelikten eller tarafından sıkılıyordu adeta. Elimi boğazıma götürüp bir şeyler yapmaya çalıştım ve derin derin nefes almak için beyhude çabalar gösterdim. “Dişi Darth Vader gibiyim, değil mi?” dedi o tiz ve sinir bozucu kikirdemesiyle. “Başka numaralarım da var ama bugünlük bu kadar.” Alev koşar adım yanımıza gelip Beyza’yı durdurdu – nasıl becerdiğini bilmiyorum ama gırtlağımdaki inanılmaz baskı, bir anda yok oldu. Yere çöktüm. Derin derin nefes aldım. Ani oksijen patlaması sebebiyle, yüzüm morluktan kırmızılığa terfi etmekteydi. Beyza, “Özür dilerim tatlım,” dedi Alev’in yanağından bir makas alıp. Ve masasına döndü. Alev beni yerden kaldırdı. Gözlerimin içine baktı. “Tanımadığın insanlara ne söylediğine dikkat et Burç,” diye tısladı. “Yoksa seni ben bile kurtaramam.”
59
Çürük Düş
Derin bir sarsıntı eşliğinde baktım yüzüne. “Nesin sen?!” dedim. “Nesiniz siz?!” Bu kez cevabın geleceğine dair boş bir umut taşımadım; sarsak adımlarımı hızlandırarak kafeden dışarı adım attım. Baştan beri üzerime çöreklenen o donukluk hissi sönüp gitti. Gayri ihtiyari elime baktım. Yara yok olmuştu. Dakikalar evvel tam ortasından delinen elim, sapasağlam görünüyordu: En ufak bir yara izi bile mevcut değildi. Fakat hâlâ sızlıyordu. Fena halde. Nasıl bir Cehennem’e düşmüştüm böyle? Okuduğum fantastik romanlarda tanık olduklarımdan bile katbekat tuhaf şeyler yaşıyordum. Keyifli olmaktan da çok, çok uzaktı. Alev’in hayatıma girdiği güne lanet ederek, soluğu evde aldım. Zihnimde bin bir düşünce raks ediyordu; onları sıraya koyup bir manaya kavuşturmak olanaksızdı. Koltuğa çöküp, yüzleşmek için Alev’i beklemeye koyuldum. Rüyalar Âlemi ya da Kâbuslar Diyarı’ndaydım sanki. Hiçbir şey ‘gerçeklik’ hissi vermiyordu. Televizyon açıktı. Bir film oynuyordu (sıkı bir filme benziyordu üstelik) ama ben fena halde dalgındım; sesleri hayal meyal işitiyor ve kargaşa ekseninde devinip duran ruh halim sebebiyle hiçbir şey anlamıyordum. “Ben bir kavram değilim,” diyor kadın. “Tamamen dağılmış bir kızım. Kendimce doğrularımı arıyorum. Ben mükemmel değilim.” “Sende hoşlanmadığım hiçbir şey göremiyorum,” diyor adam. “Ama göreceksin. Bir şeyler bulacaksın. Ben de senden sıkılıp kendimi kapana kısılmış hissedeceğim. Çünkü bana hep böyle olur.” Bakışıyorlar. Ortama bir sükûnet hâkim oluyor ama çabucak bozuluyor. “Tamam,” diyor adam.
60
Ozancan Demirışık
“Tamam,” diyor kadın. Gülüşüyorlar. Bir kez daha ‘Tamam’ diyorlar. Đkisi de. Derken kapı açılıyor. Bir tıkırtı, bir gıcırtı, sessiz bir soluk.
61
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SADE DĐYARLAR …Tanrı, doldurmak
içindeki için
evreni
tahammülfersa yaratır.
boşluğu
Evrenin
içine
gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. Đşte insan denen bu tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikâyesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik biçimde Tanrı ile bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutmaması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır. Alper Canıgüz – Oğullar ve Rencide Ruhlar
Ozancan Demirışık
Bir zamanlar, ikimiz de bacak kadarken, hayattan korkardık Peri. Uçsuz bucaksız bir ummandı hayat: Her karışında seni yutmak arzusuyla yanıp tutuşan canavarlar barındıran, attığın her adımda peynire koşarken canından
olan
fare
misali
kapana
yakalanabileceğin
dehşetengiz
bir
labirentti. Hiç kimsenin galip gelemediği bir oyundu… Bizse ne yapacağını bilemeyen, dört başı mamur bir maddiyattan ve bitmek bilmez hayal gücünden başka hiçbir şeyi olmayan ufaklıklardık. Birbirimize tutunurduk o günlerde. Anne-baba kavgasıyla ev gümbürdediğinde, babam anneme el kaldırdığında ya da kapkaranlık bir gecede dışarıda yıldırımlar çatırdarken gözlerini yumardın. İliklerime dek titremekte olduğum hâlde, “Korkma,” derdim sana. Sıkıca sarılır, öperdim. “Korkma,” diye yinelerdim.“Hiçbir şeyden korkma. Abin burada. Seni her şeyden korurum ben. Her şeyden...” “Dışarıdakilerden bile mi?” diye sorardın, kırpıştırdığın gözlerinle. Neyi kastettiğini bilmezdim: Hayalinde vücut bulan yaratıklardan mı, kanlı canlı ‘kötü adamlardan’ mı, yoksa yıldırım gibi tabiî vakalardan mı? Fark etmezdi. Kendimden emin, yanıtlardım: “Özellikle onlardan. Ben buradayken hiçbir şey sana zarar veremez Peri.” Buna inanıyordum: Kayıtsız şartsız. Seni bütün kötülüklerden uzak tutmak
hususunda
sonsuz
bir
güvenim
tökezleyebileceğim usuma bile gelmemişti.
63
vardı.
Bir
kez
olsun
Çürük Düş
Gel zaman git zaman öğrendik ki, asıl korkulması gereken hayat değil insanlarmış. Hayatı aç ya da tok kılma kudretine sahip olan, onu öldüren ya da ona soluk aldıran bizlermişiz. Esas umman, insanların yüreğinde gizlenmekteymiş. Onu kana da bulayabilirmişiz, coşku dolu dalgalara da... Ve gel zaman git zaman ‘öğrendim’ ki, seni korumam gereken dışarıdakiler değilmiş. Yeri geldiğinde onlara kafa tutabilir, kötülüklerini bir ayna gibi yansıtıp hepsini alt edebilirmişsin. Seni yıkıp geçebilecek olan, ‘ben’mişim. Bizzat ben. Peri...
Kardeşim...
Seni
kendimden
bile
korumak
isterdim.
Yapamadım. Hakikati çok, çok geç öğrendim. Öğrendiğimde de yeterince cesur olamadım. Kâfi kudreti bulamadım kalbimde, zihnimde, benliğimde... Elime yüzüme bulaştırdım Peri. Sana en büyük zararı ben verdim. Ben... Seni dövdüm, sana tecavüz ettim Peri. Sözcüklere dökerken bile gözlerim kararıyor, ellerim gevşek bir kapı kulpu misali sallanıp duruyor, ruhum kâğıttan yapılmış gibi ansızın alev alıyor... Önümde uzanan engebeli yollarda, kırık dökük köprülerde, bir an olsun kendimi affedebilecek miyim? Hayatımın hatasını yok sayabilecek miyim? Hayır. Asla.
64
Ozancan Demirışık
Peki sen beni affedebilecek misin? Belki de. Ama istemiyorum. Buna layık değilim. Beni sevmeni değil, her şeyinle benden nefret etmeni istiyorum Peri: Benliğinin her bir zerresiyle bana öfke duymanı istiyorum. Çünkü öyle bir günah işledim ki, kefareti namümkün. Ve şimdi ben gidiyorum Peri. Bu bir ‘aklanma’ mektubu değil, bir ‘intihar’ mektubu. Hayatım
burada
bitecek
ama
çok
daha
kötüsü
başlayacak,
seziyorum. Ölümden sonra kopkoyu bir boşluk olmasını isterdim. Ama olmayacak, biliyorum. Elveda Peri. Elveda kardeşim...
Burç Dinç
*** Mektubu yazmak, işin en külfetli ve en ıstırap veren kısmıydı. Ölmenin bu kadar kolay olduğunu bilsem, daha önce ölürdüm. Odanın ortasına ahşap bir iskemle çekerken, otelin bahçıvanından bin bir ricayla edindiğim halatı tavana çaktığım çiviye bağlayıp sarkıtırken ve ölmek için son hazırlıklarımı yaparken, yüreğimde barınan en yoğun duygu
65
Çürük Düş
‘şevk’ti. Adımlarımın geri geri gitmesi gerekirdi ama aksine, attığım her adım bir diğerini daha da süratle peşinden sürüklüyordu. Oldum olası ‘kendini asmak’ en asil intihar yöntemi gibi görünmüştü gözüme. Ne yalan söyleyeyim, bu fikrim hâlâ varlığını sürdürmekteydi. Bileklerimi hayatta kesemezdim, düşünmesi bile zihnimi dilim dilim ediyordu. Đlaç
içmek
bunalımcı
genç
kız
triplerinin
bir
uzantısıydı.
Kendime
yakıştıramazdım. Başa silah dayamak... Eh, bunun da mafyavari bir karizması yok değildi, ama fena hâlde zahmetliydi. Kendimi çok yorgun hissediyordum, tabanca ve mermi bulacak derman benden ıraktı. Yani halat ve iskemle ikilisi hâlâ en cazibiydi. Annemle babam muhtemelen beni bulmak için kendilerini paralıyor, bana ulaşmak için her yolu deniyorlardı, ama bu hususta muvaffak olamamışlardı. Peri’nin ne durumda olduğunu, hatta yaşayıp yaşamadığını dahi bilmiyor ve öğrenmekten delice ürküyordum. Đlk işim cep telefonumu heder etmekti: Đtiraf edeyim, sadist bir zevkle üzerinde tepinip parçalara ayrılmasını izledim. Az psikopat değilim... Ölüme koşarken bile hastalıklı şeyler yapabiliyor ve bu ‘şeylerden’ azami keyfi alabiliyorum. Sonracığıma, yaz yağmuruyla ıslanan daracık sokaklarda ağır ağır yürüdüm ve önüme çıkan ilk otele, ucuz mu pahalı mı diye bakmadan girdim. Hâlâ anlamadıysanız, söyleyeyim: Bahtsızın âlâsıyım. Çölde gezintiye çıksam kutup ayısına rastlamam işten bile değil. Anlayacağınız, görüp görebileceğiniz en köhne, en derme çatma mekân çıktı adım attığım otel. Hatta otel demeye bile yüz bin şahit isterdi. Ve bu yüz bin insan da ancak ‘yalancı şahit’ olabilirdi...
66
Ozancan Demirışık
Umursamadım. Kir pas içindeki anahtarı kullanarak, burnumun direğini tarumar edecek kadar kötü kokan odaya girdim. Yatağa uzanıp başımı yastığa gömdüm. Birkaç günümü hiç ama hiçbir şey yemeden, uyuyarak ya da öylece boşluğu seyrederek geçirdim. Düşüncelerin zihnime sızmasına da engel olamadım tabii ve nihayetinde mutlak kararı verdim: Ölecektim. Amatör bir yazarın karaladığı bir metinde okuduğum gibi, ‘her şeyi hiç kılarak bu yaşama veda etmek’ arzusuyla, ama bu arzunun anlamsız olduğunun bilinciyle... Öldüğümde bile Alev’den kurtulamayacak olmamın verdiği buruklukla... Ama hiç değilse, daha fazla insana zarar vermeden bedenimi boş bir kabuğa dönüştürebilmenin hazzıyla… Aç karnına ölmek istemiyordum. Lobiye inip bir şeylerle -ne yediğimi hiç hatırlamıyorum, zaten herhangi bir önem arz etmiyor- boş midemi doldurdum. Sonra odaya dönüp iskemleye çıktım, halatı boğazıma doladım, sol ayağımla iskemleyi ittirdim ve son soluklarımı göğsüme pompalamaya koyuldum. Bu pompalama işlemi sırasında yalnız kalmak niyetindeydim, ama kutup ayısı örneğini hatırlayın: Ne zaman bahtım açık oldu ki? Ben boğazımı kavrayan halat ve bacaklarımın altındaki boşluk sebebiyle sara krizine girmiş gibi titrerken -ve kaçınılmaz sonu önlemek için hiç ama hiç direnmezken- kapı ardına kadar açıldı ve öykü boyunca bir türlü kurtulamadığımız bir karakter, fal taşı misali gözleriyle üzerime koştu. “Burç,” diye çığlık attı. Simge Đmge’ydi bu zat-ı muhterem. Başıma bela olmak hususunda gene herkesten bir adım öndeydi.
67
Çürük Düş
Beni nereden bulduğundan bihaberdim, fakat bildiğim bir şey vardı: Çok geç kalmıştı... Yaşam bir daha dönmemek üzere bedenimi terk etmekteydi. Artık kimse beni kurtaramazdı.
*** Bendeniz Burç Dinç bunca senedir ölümle karanlığı bir tutar; hiç değilse bir noktada bir araya geleceklerini, birbirlerine karışacaklarını düşünürdüm. Uyuduğumuzda hatta gözlerimizi yumduğumuzda dahi karanlığa
gömülüyorsak,
ölümün
bundan
daha
ağır
bir
‘ışıksızlığı’
barındırması gerekmez miydi? Gerekirdi. Fakat her şeyim gibi, ölümüm de bir garip oldu. Son nefesimi verdiğim anda gözlerimi, görece hayat dolu bir mekân olan Kaf Kafe’de açtım. Daha doğrusu, Kaf Kafe’nin ‘bir bölümünde’. Buraya ilk gelişimde, Alev’in masadan kalkıp yöneldiği istikamette. Esasen, biri kadınlar biri erkekler için olmak üzere iki kapı bulunması gereken arka bölmedeydim: Bu kapılar da tuvalete veya umumi tabiriyle WC’ye açılmalıydı. Ne var ki, iki değil yedi kapı vardı ve ihtiyaç
gidermekle
ilgileri
olduğunu
anımsatan
hiçbir
işaret
barındırmıyorlardı. Arkamı dönüp mekâna göz gezdirdim. Alev ve tayfasından iz yok gibiydi, ama emin olamazdım çünkü bu noktadan Kaf Kafe’yi büsbütün göremiyordum. Đnsanlar yine donuk tavırlara sahip olduğuna göre, eğer bu
68
Ozancan Demirışık
anti-enerji vaziyeti mekâna özgü değilse, Alev ve hempasının burada bir yerlerde olmaları mümkündü. Derken omzuma biri dokundu ve elektrik akımı misali iç gıcıklayıcı bir his vücuduma yayıldı. Korktuğum bir nebze de olsa başıma gelmişti. Alev’di bu. Yoktan var olmuş gibi dimdik duruyordu. Alamet-i farikası olan kızıl saçlarını topuz yapmış, alışık olmadığım üzere beyaz giyinmişti. Aklıma o kâbustan hallice iş görüşmesi geldi – ve de Beyza Beyaz. Renkler hayatıma musallat, başıma bela olmuştu. “Beni rahat bırakmayacak mısın?” diye sordum umutsuzca. “Asla,” dedi, gözleri vahşi bir keyifle parıl parıl parlarken. “Sen benim biricik oyuncağımsın, vazgeçer miyim hiç?” Tahmin edebileceğiniz gibi, bu kadından nefret ediyordum. Ve en sonunda, niyetindeki musibet sıfatına da yansımış gibi, gözüme eskisi kadar güzel görünmemeye başlamıştı… Eh, doğrusunu söylemek gerekirse, ‘son derece’ güzel görünüyordu; ama aşk ve tutku beni terk edip gitmişti artık, Alev Ateş’e karşı hiçbir zaafım kalmamıştı. Kalsa kendimden şüphe ederdim zaten. Alışılagelmiş bir sual yöneltmekle yetindim: “Neredeyiz?” Dilini önce dişleri sonra dudağında gezdirerek, “Burası Kapılar Odası,” dedi. “Sade Diyarlar’a açılan yedi kapıyı barındıran mekân.” “Gidip tam da tuvaletlerin olduğu noktaya mı diktiniz Kapılar Odanızı?” Arsız bir çocuk gibi davranmayı seçip, dil çıkardı. Dayanamadım, bir soru daha sordum: “Sade Diyarlar ne alaka?” Tebessüm etti. “Nihayet mantıklı bir şey sordun. Ruh sağlığını düpedüz yitirdiğini düşünmeye başlıyordum.” Kapılara hayranlıkla baktı. “Aklına birkaç
69
Çürük Düş
manzara getir, muhtemelen onlardan çoğunu bu kapıların ardında bulursun. Ne çetrefillidir, ne de göz kamaştırıcı... Alabildiğine sadedir Sade Diyarlar, adı üstünde. Etkisini de bu sadelikten alır.” Birinci kapıya yürüdü. Tokmağı hariç beyaz renkteydi, tokmak ise açık maviydi. Alev derin bir nefes alıp kapıyı açtı. Hafif bir meltem odaya daldı, yüzümüzü okşadı. Kapının ardında masmavi bir gökyüzü ve bembeyaz bulutlar görünmekteydi. Đleri atılıp kapıdan içeri dalasım ve Peter Pan misali kanatlanıp uçasım geldi. Đkinci kapıya yürüdü Alev. Bu defa açık kahverengi renkteydi; tokmak dâhil. Alev daha rahat tavırlarla kapıyı açtı. Alabildiğine sıcak, alabildiğine kurak, alabildiğine kumla dolu uçsuz bucaksız bir çöl karşıladı bizi kapının ardında. Üçüncü kapıya yürüdü. Kapı gri renkteydi, tokmak ise bembeyaz… Tokmağı narin parmaklarıyla kavrayıp kapıyı hızla açtı Alev: Toprak zeminden başlayıp gökyüzünü delen, göz alıcı ama elini uzatsan dokunabilecekmişsin gibi hissettiren -hatta belki de ‘dokunabileceğin’- bir dağ kapladı gözlerimizin önünü. Alev dağı huşuyla süzdü. “Tırmanması çok zor ama bir o kadar da zevklidir,” diye bir yorumda bulunmadan da edemedi. Dördüncü kapıda dalgaların dövdüğü engin bir okyanus, ya da biraz evvel o duygu dolu edebî intihar mektubumda yazdığım gibi engin bir ‘umman’, beşinci kapının ardında yer altının kasvetli fakat merak uyandıran engebeli ortamı, altıncı kapının ardındaysa Kar ve Buz Diyarı’na rastladık – evet, yine beyaz. Kızıldan sonraki baş belam olma yolunda hatırı sayılır adımlar atmaktaydı bu renk.
70
Ozancan Demirışık
Üzerinde yeşilin bütün tonlarını barındıran kapıyı okşarken, “Bu sonuncusu,” dedi Alev, “bütün Sade Diyarlar’ın bir araya geldiği Yedinci Diyar.” En başta aldığım soluğu üfledim. Bir yenisini çektim ciğerlerime. Gene göz kırptı. “Etkileyici, değil mi?” dedi. “Sadenin kuvveti. O çok sevdiğin sinemacılardan Tim Burton gibi, Peter Jackson gibi, Terry Gilliam gibi sana göz kamaştırıcı bir dünya vaat edeceğime, Sade Diyarlar’ı takdim etmeyi tercih ederim.” “Takdim ediyorsun da ne oluyor? Ağzıma sıçmayı görev edinmişken bana göz ziyafeti mi yaşatmaya karar verdin, hayırdır?” “Ağzına sıçmaya devam edeceğim bebeğim, meraklanma,” dedi o sinsi tebessümüyle. “Seni önce Sade Diyarlar’a sonra da Yedinci Diyar’a hapsetmek niyetindeyim. Sık sık gelip seninle ‘oynayacağım’ böylece.” “Tayfan nerede ayıptır sorması?” “Birazdan buyururlar. Hem bugün hem de ‘yarın’, hem şimdi hem de ‘daha sonra’ onları da üzerine salacağım sevgilim. Çok özlediysen üzülme, onlarsız kalmayacaksın, hatta onlara ‘doyacaksın.’” Can sıkıcı bir kahkaha patlattı. Ağzını burnunu dağıtasım hatta o güzel bedenini parça pinçik edesim geldi fakat kendimi tuttum, en ufak bir gözü kara harekette bulunmadım. Belki kaçabileceğime dair bir umutla Kapılar Odası’na açılan iki metrelik boşluğu süzüyordum göz ucuyla. Alev bunu fark etmiş olacak ki, “Boşuna debelenme, sen pek de ‘canlı’ sayılmazsın,” dedi. “Kaf Kafe dâhil, dış dünya sana kapalı. Sade Diyarlar hariç gidebileceğin hiçbir yer yok – ki olsaydı bile durdururdum seni, ya da ‘durdururduk’ diyeyim. Anlayacağın, ‘take it easy’.”
71
Çürük Düş
Eh, madem öyle, o beni hapsetmeden önce Sade Diyarlar’dan birine kaçıp gözden kaybolmam en akla yatkın seçenekti. Alev’in bu Diyarlar üzerinde çok da ciddi bir hâkimiyeti olduğunu zannetmiyordum. Kapı ardında gördüklerim üzerine kafa yordum: Dağa tırmanmak niyetinde değildim, yer altının bubi tuzağı misali ölüm çukurlarında debelenmek arzusunu da taşımıyordum. Uçamayacağıma göre, gökyüzü de isabetsiz bir seçenekti. Çölde susuzluktan ölmek veya seraplar arasında savrulmak istemiyordum – son birkaç haftadır günlük yaşamım bile seraplarla dolmuştu çünkü. Eh, sıkı bir yüzücü olduğuma göre, okyanus en iyi seçenekti. Tek yapmam gereken kapıyı açıp balıklama bir atlayış gerçekleştirmek ve nefesim kesildiğimde başımı çıkarabileceğim oksijen yüklü bir yüzey olduğunu umut etmekti. Öç almak istercesine Alev’e göz kırpıp Mavi Diyar’a, nam-ı diğer Umman Diyarı’na açılan kapıya fırladım, tokmağı hızla çevirdim. Ne var ki, tamamen beklenmedik ve ‘davetsiz’ bir misafir sırılsıklam bir halde Kapılar Odası’na bombalama atladı. Benim plan da alt üst oluverdi. Bir an onun da Alev olduğunu zannettim. “Yok artık Lebron James,” diyecektim az kalsın. Ne var ki, en az Alev’inki kadar hatta belki daha da göz alıcı kızıl saçlarına ve biçimli vücuduna rağmen, hem gözlerindeki -Alev’de hiçbir zaman rastlamadığım- görece masum bakış, hem de yüz hatlarındaki farklılık sebebiyle bunun yeni bir ‘Kızıl’ olduğunun ayırtına vardım. Bu yeni ‘Kızıl’ saçlarını geriye atarak ayaklanırken, Alev’e bakayım dedim ve yepyeni bir hayrete gark oldum: Merakla değil öfkeyle süzmekteydi bu kadını. Benim için daha da hayret uyandıran kısmıysa, bir yabancıya değil eski bir dosta veya düşmana bakar gibi bakmasıydı…
72
Ozancan Demirışık
“Alev,” dedi. “Uzun zaman oldu.” Alev’se gözlerinden alevler püskürecekmiş gibi gürlemeye koyuldu: “Đşime karışmamanı söylemiştim. Benden uzak durmazsan gazabımla yüzleşeceğine dair uyarmıştım seni. Söz vermiştin Gizem! Bir daha yoluma çıkmayacaktın!” Gizem’in yüzüne Alev’in biraz önceki tebessümüne çok benzeyen fakat sinsi değil hınzır bir gülümseme yayıldı. “Belki aksini hatırlıyorsun ama ben yaramaz bir kızım Alev. Galiba sözümü tutmayacağım. Seni rahat bırakmaya niyetim yok. Yaptığın kötülükler yanına kâr kalmayacak. Tek bir tanesi bile. Oyun bitti hayatım.” Derken biraz önce kaçabileceğime dair umut beslediğim Kaf Kafe istikametinden ‘Alev Tayfası’nın gelmekte olduğunu gördüm. Beyza Beyaz, Kılıç Arslan ve Saydam Kaya hızlı adımlarla yaklaşıyorlardı. “Galiba,” dedim, “macera başlıyor.”
73
MAZĐYE DAĐR SICAK LANET Pek çok şey gibi, bu da bir şarkıyla başlıyor. Ne de olsa başlangıçta kelimeler vardı ve bir ezgiyle beraber geldiler. Dünya böyle yaratıldı, boşluk böyle parçalandı. Diyarlar, yıldızlar, küçük tanrılar ve hayvanlar; hepsi dünyaya böyle geldi. Şarkıları söylendi. Neil Gaiman - Anansi Boys
Ozancan Demirışık
Herakleitos abimiz, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir,” diye buyurmuş. Doğrudur. Đnsan hayatında her yeni gün, yeni bir değişimin habercisidir ve bu değişim nadiren daha iyiye, daha güzele doğru olur. Geçmişe dönüp baktığımızda, “Ne güzel günlerdi onlar,” deriz. Nostaljiden fena hâlde hoşlanırız. Hayatımızın en keyifli kısımları diye adlandırdığımız ‘o eski günler’i anarken gözlerimiz dolar bazı bazı. Geçmişine bakıp hayıflanan, “Berbat günler geçiriyormuşum,” diyenler de vardır tabii; ama azınlıktır onlar. Nostalji yapmaktan hoşlanmayan veya nostalji yaparken duygulanmayanlar, çoğunluğa göre ‘tuhaf’ insanlardır. Bir de ‘dananın kuyruğu koptu’ dediğimiz devasa değişimler vardır. Đyi de olabilirler kötü de. Đnsanı vezir de edebilirler rezil de. Genelde insanı ürkütürler çünkü belirsizdirler ve muhakkak sarsıcıdırlar. O gün evime doğru yürürken, bir dananın kuyruğu kopmak üzereydi. Biliyordum. Neden veya nasıl, sormayın. Ama gayet emindim. Bir şeyler vuku bulacaktı ve sefil hayatım iyiden iyiye rezil bir hâl alacaktı. Vezir olmaktan fersah fersah uzaklaşacaktım gene. Fakat gözden kaçırdığım önemli bir nokta mevcuttu: Ne kadar büyük bir ‘rezalet’e adım atabileceğimi tasavvur bile edemiyordum. Sıcak lanet yaklaşırken, adım üzerine adım atıyor ve değişimin ne zaman başlayacağını merak ediyordum. O derin karamsarlığım bile; toplanan fırtınayı, yaklaşan karanlığı düşünürsek, bir iyimserlik olarak adlandırılabilir. Her şey, her zaman daha kötüye gidebilirmiş meğer. Bu yolun sonu yokmuş. Meğer kötülük, insanı iliklerine kadar ele geçirip, kapısız bir zindanda tutsak edebilirmiş.
75
Çürük Düş
Meğer mutluluk sınırlıymış da, sefalet sonsuzmuş...
*** Amerikan filmlerindeki banliyö mahallelerini andıran ışıltılı sokağımda yürürken ve bunun ne menem bir yanılsama olduğunu düşünüp burukça tebessüm ederken -her gün karısının ve çocuğunun ağzını burnuna kıran bir komşum vardı; bir başkası, göz göre göre her gündüz kocasını aldatıyordu; karşı komşum olan üniversiteli grup, ders çalışmaktansa uyuşturucu ve seks partisi yapmaktan hoşlanıyordu; anlayacağınız, bu dünyanın da bu sokağın da çivisi çoktan çıkmıştı- kaldırım köşesinde oturan cılız ve pasaklı bir adam gözüme çarptı. Doğrudan bana dikiliydi gözleri. Öyle ‘çaresiz bir umut’ taşıyan dilenci bakışlarından değildi. Anlatmak, paylaşmak istediği şeyler var gibiydi. Gözleri çakmak çakmaktı. Minik kafasında delice bir zekâ taşıyordu sanki. Ben onu fark edince, gözlerini devirdi, ardından yumdu. Derin bir nefes aldı; bu kadar temiz hava, o kir-pasağa fazla kaçmış olacak ki, öksürdü. Biraz evvelki tahminlerimin ne kadar saçma olduğunu düşünüp gülerek, hafifçe omuz silktim ve yürümeye devam ettim. Üç adım atmıştım ki, bacağım güçlü eller tarafından kavrandı. Alaşağı edildim; kendimi yerde bulmam yalnızca birkaç saniye sürdü. Neye
uğradığımı
şaşırmış
hâlde
dönüp
baktığımda,
bunun
sorumlusunun Deli Dilenci olduğunu gördüm. “Sapasağlam gözlerine rağmen bu kadar mı körsün?” diye hırlamakla meşguldü. “Dünyanın yok
76
Ozancan Demirışık
olacağına inanmak için kıyametin başlamasını mı beklersin?! Öldüğünü anlamak için son nefesini vermen mi gerekir?!” “Ne diyorsun birader sen?” dedim, ayağa kalkmaya yeltenip. Gözleri yuvalarında fır döndü. Elinin orada gümüş bir ışıltı yakaladı gözlerim. Anlaşılan bıçağı vardı. “Otur ulan oturduğun yerde!” Eh, sanırım ne yaptığımı tahmin edebilirsiniz: Kalkmaktan vazgeçtim. Deli Dilenci’nin yanına çöktüm: Kirli olanın beyaz, temiz olanın siyah giyinmesi dolayısıyla, ilginç bir tezat oluşturuyorduk galiba. Bir soru yönelttim: “Ne kıyameti, ne ölümü, neden bahsediyorsun sen?” “Alev’den bahsediyorum,” diye, aklımın ucundan bile geçirmediğim bir yanıt verdi. “Hayatını mahvedecek. Bugüne kadar yaşadıkların neler bilmiyorum, ama emin ol: Daha yolun başındasın! Bir zaman gelecek, ölmekten beter olacaksın. Bir plan yap ve Alev’den tamamen kurtul. Yoksa çok, çok geç olacak!” “Alev’den kurtulmak mı? Onu öldürmemi mi istiyorsun yoksa?” Duraksadım. “Hem sen onu nereden tanıyorsun? Kimsin?” Deli Dilenci gıcırtılı bir kahkaha patlattı. “Öldürmeni mi istiyorum? Geri zekâlı, onu öldürebileceğini mi sanıyorsun? Tek yapabileceğin çok uzaklara gidip, seni bulamamasını ummak. Kaçacağın zamanı ve mekânı iyi seçmelisin, yoksa kâbus başlar. Ve sonsuza kadar sürer.” “Diğer sorularımı hâlâ cevaplamadın,” dedim bıkkın bir sesle. “Kim olduğum seni ilgilendirmez. Ne hâlde olduğum ilgilendirir. Alev’in yıkıp geçtiği masum insanlardan yalnızca bir tanesiyim. Yalnızca bir tanesi!”
77
Çürük Düş
“Sen de mi sevgilisiydin yoksa? Sana ne yaptı?” “Ne sevgilisi?!” dedi alaycı bir sesle. O gıcırtılı kahkahalardan bir tane daha atmasından korkuyordum; ama neyse ki korktuğum başıma gelmedi. “Arkadaşı bile değildim. Ölüm döşeğindeki annemin bakıcısıydı Alev. Ben gündüzleri işteyken, onunla ilgilenirdi. Đlk izlenimim iyi biri olduğu ve anneme iyi bakabileceği yönündeydi. Bu yanılgı birkaç hafta sürdü maalesef. Ama artık biliyorum: O, şeytanın ta kendisi.” Yüreğim
buz
kesmişti.
Sözün
nereye
varacağını
az-çok
kestirebiliyordum. “Ne yaptı?” dedim. “Annene ne yaptı?” Hikâyesine bir girizgâh kondurdu: “Bir Cuma günü, işten eve erken gelmiştim. Annem salonda uzanıyordu ve ben de orada kahve içip gazete okumakla meşguldüm. Alev galiba yemek hazırlıyordu. Bir ara annemi kontrol etmek bahanesiyle salona geldi. Annem, yastığını düzeltmesini rica etti – böyle de nazik bir kadındı. Alev’in para karşılığı yaptığı bir iş olduğu halde, talep değil rica ediyordu. Alev, ‘Hay hay’ dedi, yastığı aldı ve yüzündeki şeytani gülümseme hiç ama hiç solmadan, annemi o yastıkla boğmaya koyuldu. Neler olduğunu fark ettiğim gibi, hayret ve korkuyla haykırıp üzerine atıldım. Fakat annemin yaşlı yüreği bu ani saldırıya fazla karşı koyamamıştı. Son nefesini, ben Alev’i engellediğim sırada verdi. “Nefret ve öfkeyle titriyordum. Alev’in gırtlağına sarılıp, anneme yaptığını ona yapmak için nefesini kesmeye çalıştım. Ama gayet rahat tavırlarla kolumu büküp, sert bir tekmeyle beni yere yapıştırdı. Bu hususta, bir kadından beklenmeyecek kadar rahattı – insanüstü bir kuvveti vardı. Đki saniye içinde beni yere yıktığı gibi, yüzündeki şeytani tebessüm de hâlâ yerli
78
Ozancan Demirışık
yerindeydi. ‘Buradaki işim bitti. Başıma bela olmasan iyi edersin.’ Bunları söyledi ve def olup gitti. “Tahmin edebileceğin gibi, Alev Ateş’in başıma açtıkları bununla sınırlı kalmadı. Yatağa düşmüş de olsa muhtemelen uykusunda ölecek yani acı çekmeyecek -belki daha bir sene yaşayacak- olan annemi iğrenç bir yolla öldürdükten sonra, biraz da benim aptallığım yüzünden hayatımı daha büyük bir kâbusa çevirdi.” Dakikalardır ilk kez, “Ne aptallığı?” diye sormak için hikâyesini böldüm. “Đntikam arzum,” dedi. “Ona kafa tutabileceğimi zannedip, izini sürdüm. Đki sene sonra buldum. Ama yaptığım onca plana rağmen, öldürmeyi başaramadım. Düşlerimi işte o zaman çürüttü.” “Dişlerini mi çürüttü?” “Ne dişi ulan? Düşlerimi!” diye homurdandı. “Hayatımı bitmek bilmeyen -ve bilmeyecek- kâbuslarla doldurdu. Uzun uzun anlattırma bana. Çünkü yaram hâlâ taze. Kâbuslar hâlâ sürüyor. Ölene dek peşimi bırakmayacaklar – belki ölüm bile bu yaraya merhem olmayacak. Sadece sana dediğimi yap Burç Dinç: Ne yap et, o dişi şeytandan uzaklaş!” Gözlerinin içine baktım. Samimiydi. Bunları yapmamı sahiden istiyordu. Boka batmış sefil bir adamdı ve bir başkasının da batmaması için elinden geleni yapıyordu. Peki söylediklerine inanıyor muydum? Bilmiyorum. Bir yandan inanırken bir yandan yalanlıyordum galiba. Klişe bir tabirle söylemek gerekirse: Zihnim inanmak isterken, yüreğim yalanlıyordu.
79
Çürük Düş
Sık sık dönüp Deli Dilenci’ye bakarak ve onu delirtenin sahiden Alev mi olduğunu merak ederek, eve ulaştım. Kapıyı anahtarla açarken, yepyeni ve ürkütücü bir değişimin eşiğinde olduğumdan ve o malum kuyruğun kopacağından büsbütün habersizdim...
*** Sesler: Tanıdık bir kadının tiz iniltileri, gayet yabancı iki adamın ise hayvanî ve baştan ayağa zevk dolu ‘böğürtüleri’.
Düşünce balonu: balonu: N’olur Allah’ım, n’olur düşündüğüm şey olmasın. Bir gün için bu kadar saçmalık yeter. Her şey iyice boka sarmasın, n’olur!
Eylem: Seslerin kaynağına, yani yatak odasına doğru sessiz adımlarla yürümek. Her adımda büyüyen korku. Ve her adımda çürüyen umutlar.
Manzara: Biri cılız, biriyse gayet insan azmanı; ama ikisi de kara kuru ve çirkin adamlar. Ve onlarla yatağın ortasında sevişmekte olan Alev Ateş. Göz göre göre yapılan bir aldatma eylemi.
Düşünce balonu: Buraya aktarıp da okuru ürkütemeyeceğim kadar küfürlü.
Aksiyon: Odaya dalıp, grup seksi bölmek. Adam demenin bin şahit isteyeceği o iki yaratığı yataktan kaldırmak. Cılız olanın iki hamlede ağzını burnunu kırmak. Çam yarmasına, olanca cüssesine rağmen kafa tutmak ve öfkenin bahşettiği kuvvet sayesinde onda da ciddi hasarlar yaratabilmek. Ve ikisini küfürler eşliğinde evden def etmek.
80
Ozancan Demirışık
Odaya dönmek. Hayal kırıklığı ve nefret dolu gözlerle, Alev Ateş’i saçlarından tutup kaldırmak. Ve haykırmak: “Kendi evimde… Yüzüne bile bakılmayacak ‘iki’ tane erkekle… Benim yatağımda… Güpegündüz… Senden iğreniyorum! Đnsan bile değilsin. Ucubesin! Canavarsın! Bugüne kadar sana katlandım. Seni sevdiğimi sanıyordum çünkü; yaptığın her kötülüğü de bu yüzden sineye çektim. Ama artık çizmeyi aştın. Artık dananın kuyruğu koptu!”
Kırmızı ve Lacivert “Burç! Nihayet... Buraya bakmak hiç aklıma gelmemişti.” “Çünkü çok barizdi, değil mi? Bunca zamandır ilk tanıştığımız mekânda olduğumu aklından bile geçirmedin.” “Öyle.” Đç çekiş. “Belki de o yüzden seçtim. Bu mantığı yürüteceğini bildiğim için. ‘Maalesef’ seni çok iyi tanıyorum.” Gergin bir sessizlik. “Nasılsın Burç?” “Buraya hal hatır sormaya mı geldin?” “Hayır. Beni affetmeni istemeye geldim. Biliyorum, inanılmaz şeyler yaptım. Ve biliyorum, affedilmeyi zerre hak etmiyorum. Ama senden bir kerecik olsun bu fedakârlığı göstermeni istiyorum Burç. Bir kerecik. Değiştiğimi görebilmen için. Karanlığa bürünmüş hayatımda ilk kez birini
81
Çürük Düş
sevdiğimi anlayabilmen için. Bir insana âşığım Burç. Sana âşığım. Değişmeyi göze alacak kadar hem de. Sevmeye olan korkumu yenecek kadar... Aylardır, sırf bunu kendi gözümde yalanlayabilmek için, yapılmaması gereken şeyler yaptım. Aslında bütün hayatım boyunca böyle bir döngünün içindeydim. Dünya bana ihanet edince, ben de ona ihanet ettim: Pek çok insan gazabımla yüzleşti. Sevdiklerim de, sevmediklerim de... Ama artık bitti. Yemin ederim, hepsi sona erdi.” Gözler masada. “Sana inanmıyorum Alev. Artık yüzünü bile görmek istemiyorum. Boşuna nefesini tüketme. Ne söylersen söyle, ne iddia edersen et, şu gerçek değişmeyecek: Sen kötüsün. Ve aramızda hiçbir şey kalmadı. Birlikte olmayacağız. Dost bile olmayacağız. Bugünden itibaren, birbirimizi hiç görmeyeceğiz. Hiç!” Titreyen dudaklar. Titreyen eller. “Burç, söylediklerim sana hiçbir şey ifade etmiyor mu? Değiştim diyorum! Değiştim! Başından beri seni seviyorum. Yalnızca inkâr ediyordum bunu.” “Senin inkâr etme yöntemin aldatmak mı?” “Evet! Aynen öyle. Seni aldatabileceğimi kendime kanıtlamak istedim. Seni sevmediğime inanmak istedim. Ne kadar zavallıymışım...” “Öyle. O güçlü görünüşünün ardında hiçbir şeye muktedir olmayan bir zavallı gizli.” Bütün vücudu bir anda saran öfke. “Sözlerine dikkat et. Aşkımı itiraf etmem, bana güçsüz diyebileceğini göstermez. Kimse, ama kimse bana bu iftirayı atamaz. Düşündüğünden çok daha kuvvetliyim ve akla hayale sığmayacak şeyler yapabilirim. Burç.” Donuk bir tebessüm.
82
Ozancan Demirışık
“Al işte. Tek bir söz bile içindeki canavarı açığa çıkarıyor. Anla artık Alev:
Sen
kötüsün
ve
değiştiğini
zannetsen
de,
değişemeyeceksin.
Gözümdeki perde nihayet kalktı. Dur sana bir haber vereyim: Dün eski bir ‘dostunu’ gördüm. Annesini yastıkla boğduğun sefil genç. Bir deri bir kemik, kirli pasaklı bir halde, Alev Ateş’ten kurtulmam, uzaklaşmam için beni uyardı.” Tiksinti yüklü bir surat ifadesi. “Ölüm döşeğindeki yaşlı bir kadını boğmak... Bunun gibi kim bilir kaç tane kötülük yapmışsındır. Kaç tane cinayet işlemişsindir. O tuhaf arkadaş grubunun da yardımlarıyla tabii!” “Yüzlerce. Bunu inkâr etmiyorum. Artık hayatımda inkâra yer yok. Đtirafa ise bolca var... Ama sana söylüyorum Burç. Artık bitti. Daha fazla karanlık yok. Daha fazla kötülük yok. Daha fazla ölüm yok. Yalnızca aşk var. Bana inanmak zorundasın.” “Neden?” “Çünkü seni kendimden bile çok seviyorum. Ve bu, evvelki hayatımda bir kez olsun yaşamadığım bir duygu.” Đki yana sallanan bir baş. “Sana inanmıyorum. Tek bir sözüne bile.” Duraksama. “Madem artık bir şeyleri itiraf edeceksin, diğer ‘icraatlarını’ da söyle. Ne kadar kötü olduğunu senin ağzından duymak istiyorum.” Bir damla gözyaşı. “Anlatırsam inanacak mısın?” “Belki.” Derin bir soluk.
83
Çürük Düş
“Yaşlı, genç demeden yüzlerce insanı öldürdüm, hatta öldürmekten beter ettim.
Genelde önce kendimi onlara sevdiriyor, senin deyiminle
‘icraatlara’ sonra başlıyordum. Kimi zaman öğretmen oldum, kimi zaman bakıcı, kimi zaman dost, kimi zaman sevgili... Sevdiklerinin ihaneti insanları daha çok sarsar. Bunu biliyordum çünkü hayatım boyunca beni yaralayanlar hep sevdiklerim oldu. Ve nefretimi yansıtmak için... yeri geldi, bebek bile öldürdüm Burç. Bebek bile.” Masaya inen bir yumruk. “Yeter! Ne kadar soğukkanlısın. Anlattıklarının ne kadar korkunç olduğunun farkında mısın?! Dedim ya Alev: Sana inanmıyorum ve inanmayacağım. Đnsan görünümlü bir canavar gibisin!” Bir anda gün yüzüne çıkan öfke. “Laflarına dikkat etmeni söyledim Burç! Her şeye göz yumarım ama birinin bana canavar demesini değil! Çok geç olmadan sesini kes. Sana zarar vermek istemiyorum.” “Ne söylersen söyle, damarına basıldığı anda ruhundaki karanlık gün yüzüne çıkacak ve önüne geleni ezip geçen bir yaratığa dönüşeceksin. Sana inanmıyorum, inanmayacağım.” Masadan kalkış. “Gidiyorum. Çok uzaklara… Peşimden geleyim deme.” “Pişman olursun Burç. Beni sevmek zorundasın! Benimle olmak zorundasın! Yoksa…” Zavallı sandalyeye bir tekme. “Yoksa ne?! Ne yaparsın?” “Seni lanetlerim. Seni ÇÜRÜTÜRÜM! YOK EDERĐM!”
84
Ozancan Demirışık
“Ettiğin hiçbir tehdide pabuç bırakmayacağım. Ne yaparsan yap, senden nefret ediyor olacağım Alev. Tüm benliğimle senden iğreniyor olacağım.” “Seni azat etmem için bir köpek gibi yalvaracaksın!” “Asla!” Hızlı adımlarla, öteki müşterilerin ve mekân sahibinin ayıplayan bakışları eşliğinde, kapıyı çarparak mekânı terk ediş. Gözlerin fal taşı gibi açılması, suratın öfkeden saçlarla aynı renge dönmesi. O anda harekete geçen ve Burç Dinç’e musallat olan SICAK LANET. Nokta
85
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM BUZUL CEHENNEM Odandan çıkmana gerek yok. Masanın başında otur ve dinle. Hatta dinleme bile, öylece otur, hiç ses etme, bir başına otur orada. Dünya maskesini çıkarıp özgürce sunacaktır kendini sana,
eli
mahkûm,
ayaklarına kapanacaktır. Franz Kafka
kendinden
geçercesine
Ozancan Demirışık
Evet sayın seyirciler (ya da ‘okuyucular’ mı demeliyim, bilmiyorum. O kadarını takmayın kafanıza). Saflar aşikâr, güçler belli. Đki takım arasındaki kıyasıya mücadele başlamak üzere. Sol tarafta Gizem Kızıl ve bendeniz Burç Dinç’ten oluşan ‘Kızıl Takım’, sağ tarafta ise Alev Ateş, Beyza Beyaz, Saydam Kaya ve Kılıç Arslan’dan oluşan ‘Alev Takımı’. Sayı bakımından olduğu kadar özel yetenekler konusunda da Alev Takımı’nda bir üstünlük göze çarpıyor. Bakalım bu üstünlük onlara galibiyeti bahşedecek mi? Sade Diyarlar düelloda ne gibi bir rol oynayacak? Yoksa her şeye rağmen ortalığın tozunu Kızıl Takım mı attıracak?
*** Ansızın canımın hiç de dövüşmek istemediğini fark ettim – hayret verici bir dinginlik tarafından sarılıp sarmalanmıştım. Kapılar Odası’nın ortasında sıcak bir yatak peyda olsa içine kıvrılabilirdim, o derece. Gizem ise gardını almış bekliyor, düşmanlarının hamlelerini hesap etmeye çalışıyordu. Halimi görünce, “Kılıç’ın işi,” diye açıkladı. “Unutma, hislerini kontrol edebilir. Kılıç
Arslan’a
baktım:
Gözlerinin
içi
inanılmaz
bir
tatminle
parıldamaktaydı. Ötekilerin de keyfi gayet yerindeydi. Bizi alt edecekleri o kadar açıktı ki. Gizem’e dönüp, “Madem Kılıç enerjimizi emiyor… Sen niye bu kadar dinçsin,
Burç
Dinç
dururken?”
diye
yapabiliyordum, Allah belamı vermesin.
87
sordum.
Bu
halde
bile
espri
Çürük Düş
Dudağının kenarıyla ama kendinden emin bir tavırla gülümsedi. “Güçleri bana işlemez. Bir tür kâhinim ben: Zihnimi onlara karşı koruyabilirim. Kalkanımı aşmaları mümkün değil.” “Eh,” dedim mayışık bir ses tonuyla, “seni bilmem ama bende ne kalkan var ne de özel bir güç. Dövüşmeye niyetim de yok. Uyumak istiyorum.” Az kalsın yere yığılacaktım, neyse ki Gizem gelip beni kaldırdı. “Diren,” dedi. “Direnirsen Kılıç’a karşı koyabilirsin.” Onun bu sözleri bana belli belirsiz bir umut bahşetti. Nasıl direneceğimi bilmiyordum, o yüzden direnmeyi andıran tek şeyi yaptım: Dengemi sağlamaya ve gardımı almaya gayret etmek… Bir nevi işe yaradı da – en azından ‘şurada bir yatak olsa da uyusam’ diye düşünmüyordum artık. Kendimi toparladığımı gören Alev, “Başlasın,” dedi. Ve başladı… Đlkin Saydam ileri atıldı: Ellerinde tuttuğu -ve pek tabii bizim göremediğimiz- bir şeyleri büyük bir zarafetle bana doğru savurdu. “Üç başlı hançerler,” diye ‘tercüme etti’ Gizem. “Sağa kaç Burç, çabuk!” Görünmez hançerler üzerime süzülürken sağa fırladım, fakat yeterince hızlı olamadığım için hançerlerden biri sol bacağımı sıyırdı. Saydam’ın boş durmadığını ve başka görünmez silahları da -bu kez ‘tam isabet’ ettirmek amacıyla- üzerime yönelttiğini görünce, Kapılar’dan rastgele birine daldım. Çıka çıka Çöl Diyarı çıktı – cinsel arzularına hâkim olamayan bir kutup ayısıyla karşılaşmamayı umarak yakıcı kumlar arasında yuvarlanıp ayaklandım ve mümkün olduğunca uzağa doğru koşmaya başladım. Başımı çevirdiğimde gördüm ki, Beyza Beyaz ve Saydam Kaya peşimdeler…
88
Ozancan Demirışık
Koşmak beyhude bir çaba olacak; kurtulmamı sağlamak şöyle dursun, beni apaçık bir hedef haline getirecekti. Olduğum yerde kalakaldım. Düşmanlarımla bakıştık. Beyza şehvetli bir tavırla bana göz kırptı, ellerini kaldırıp kızıl-sarı kumları havaya yükseltti ve doğrudan Saydam’ın önüne sürükledi. Kum huzmeleri Saydam’ın tüysüz suratının önünde anafor halinde dönmekteydi: Birden adamın gözleri parladı ve kumlar gözden kayboldu. Saydam -tabii ki şehvetle hiç de alakası olmayan bir tavırla- göz kırpıp, kumları bana fırlattı. Bu sefer kaçamadım… Havada süratle süzülen kumlar üzerime çullanıp boğazıma doldu, vücudumu yere mıhladı. Per perişan bir vaziyetteydim, rezalet diz boyuydu. Fakat bu darbeler sinirimi fena halde bozmuş ve beni hırslandırmıştı. Boğazımdaki kumları tükürdükten sonra beklenmedik bir hareket yapıp, vücudumu tümden kumların altına soktum ve ağzımı sıkıca kapayarak, denizde yüzer gibi ilerlemeye koyuldum. Kumlar o kadar sık ve yoğundu ki, aralarına gömülüp Beyza ve Saydam’a
yaklaşabileceğimi
ve
onları
hazırlıksız
yakalayabileceğimi
düşünüyordum. Öyle de oldu. Ellerim birden Saydam’ın bacaklarına rast geldi – ben de bunu fırsat bilip onu yere mıhladım ve öfkeyle böğürerek kumların arasından çıktım. Saydam’ın boğazına sarıldım: Sıktım, sıktım ve sıktım. Derken benim gırtlağım da hiçbir el yapışmadığı halde sıkılmaya başladı. Esrar perdesini aralamak için pek kafa yormam gerekmedi: Beyza Beyaz iş başındaydı. Saydam zorbelâ nefes alarak ayağa kalkarken, ben soluğumun giderek kesildiğini hissediyor ve bu kez Kılıç’ta olduğu gibi direniş de gösteremiyordum.
89
Çürük Düş
Ölmem işten bile değildi: Đntihar edince her nasılsa kendimi burada bulmuş olabilirdim ama bu sefer mutlak karanlığa az kalmıştı galiba. Eh, böyle düşünürken bir anda boğazımdaki doğaüstü baskı yok olup da rahatlıkla nefes almaya başlayınca ne denli hayrete düştüğümü tahmin edebilirsiniz. Beyza kan tükürerek yere yığıldı. Sırtından bıçaklanmıştı. Hayır, mecazi anlamda değil – Gizem Kızıl’ın hançeriyle, doğrudan sırtından… Gizem kanlı hançeri iyice döndürüp Beyza Beyaz’ın öldüğünden emin oldu, sonra hançeri çıkardı ve kanlı nesneye bakıp, “Hey gidi Gümüş Ölüm,” dedi. “Hanidir insan canı almamıştın, hanidir insan kanına boyanmamıştın.” “Sen de az manyak değilsin,” dedim boğazımı ovalarken. “Hançere isim vermişsin, Yüzüklerin Efendisi üslubuyla konuşuyorsun falan… Ama Beyza’yı halletmekle iyi ettin, düellonun ortasında beni yatağa atacak diye korkuyordum. ‘Ayaklı şehvet’ti kadın.” Hançeri kınına sokarken hafifmeşrep bir tavırla, “Sen şehvet görmemişsin,” diye mırıldandı Gizem. Bir kahkaha patlattım. “Ne o, kıskandın mı?” Demez olaydım: O hafifmeşrep tavır saniyesinde silinip, kadının suratına öfke çöreklendi. Đç çektim: “Bir an Angelina Jolie gibi bakıyorsun, sonraki an Arnold Schwarzenegger gibi.” Gizem’in gözleri bu kez kızıl bir öfkeyle parıldadı. Daha tehlikeli bir belirtiydi bu. “Tamam yahu, şaka yaptım… Hem biz konuşmaya daldık da, Saydam nerede?” Sormaz olaydım, çünkü sormamla yüzümde bir kayanın patlaması bir oldu. Dünyam başıma yıkılmıştı sanki: Tarif etmesi imkânsız bir acıyla, suratım kanlar içinde yere yapıştım. Kendimden geçmek üzereydim ama direndim.
90
Ozancan Demirışık
Direne direne bir hal olsam da, Alev ve tayfasına haddini bildirmeden bayılamazdım. Bayılmamalıydım… Başımı sola çevirdim. Gizem’in suratına da bir başka kaya isabet etmiş olmalıydı. Benden daha iyi sayılmazdı, hatta çok daha beter vaziyetteydi. Suratı yara bere ve kan içinde yatmaktaydı. Gözleri kapalıydı: Baygın olup olmadığı belirsizdi. “Ulan Saydam Kaya,” dedim. “Gittin, adına uysun diye bizi kayaya boğdun. Alacağın olsun.” Gayriihtiyarî gözlerim kapandı: Yapacak bir şey yoktu, direniş buraya kadardı. Yarı baygın bir halde, ayaklarımdan tutulup sürüklendiğimi hissettim. Gözlerimi tekrar açtığımda, Kapılar Odası’ndaydım. Başımda Alev, Kılıç ve Saydam vardı. Gizem de kendine gelmiş, ürkütücü bir temkinle üç düşmanına bakıyordu. Gergin sükûneti dağıtmak için, zihnime zıplayan ilk soruyu savurdum: “Bizi niye öldürmediniz?” “Azıcık eğleniyoruz şurada,” dedi Saydam, “niye öldürelim? Allah’tan dişli rakiplersiniz de bize eğlence çıktı.” Gizem dilinden zehir saçmak istercesine konuştu: “Beyza’yı öldürdüm ama hiç kızmışa benzemiyorsunuz.” “Birbirimize sandığın kadar bağlı değiliz,” dedi Kılıç, o ‘duygu yelpazesi’ tadındaki sesiyle. Yorum yapmadan edemedim: “Ne kadar şerefsiz olduğunuz belli, birbirinize sadık bile değilsiniz.” Alev bir kahkaha patlattı ve gelip dudağımdan uzun uzun öptü. Đşte bu hayret vericiydi: Bu kadına artık âşık olmasam bile, öpücük bedenimi gıdıklamıştı. Ne kadar tiksinmek istesem de
91
Çürük Düş
tiksinemiyordum. Ne güzel kadındı şu Alev! Dişi şeytanın teki olmasaydı keşke… “Sadığız aşkım,” dedi Alev. “Bağlı değiliz. Sadakat ve bağlılık arasındaki farkı iyi bilmek lazım.” Benim hareket etmekte hâlâ güçlük çektiğimi zannediyorlardı galiba. Öyleyse bu avantajı değerlendirmeliydim. Gözlemlerime göre, Saydam’ın hançerleri mütemadiyen belinde duruyordu: Görünmez olabilirlerdi ama neticede somuttular; elle tutulabilirlerdi. Plan belliydi: Kendi silahını Saydam’a karşı kullanacak ve bu tüysüz piçin canını alacaktım. Saydam kaygan sırıtışıyla öylece dikilirken ayaklandım ve ileri atılıp belindeki görünmez kından -gene- görünmez üç başlı hançerlerinden birini çıkardım. Keskin taraftan tuttuğum için elimin kesilmesine mani olamamıştım, kan damlaları usulca bileğime süzülmekteydi. Fakat umurumda değildi: Şu an üstün vaziyetteydim ve bu avantajı kaybetmeyecektim. “Elveda,” deyip, hançerle Saydam’ın gırtlağını kestim. Đş görüşmesindeki Işılay Hanım’ı sayarsak ikinci leşimdi bu. Ama ilk kez bu kadar doygun hissetmiştim: Günlerdir aç biilaç geziyorken nihayet midemi tıka basa doldurmuştum sanki. Saydam kesik bir gırtlakla ‘küt’ diye yere yapıştı. “Đkiye karşı iki,” dedim. “Hiç değilse sayımız eşitlendi.” Alev’e baktım. “Bu sefer de sinirlenmedim diyemezsin, değil mi aşkım?” Diyemezdi. Đkisi de diyemezlerdi: Ama öfkeyle kelimenin tam anlamıyla ‘dolup taşan’ Kılıç’tı. Tabiri caizse, kızıl görmüş boğa gibi titriyordu. Bana doğru yürürken, gözleriyle ‘Seni bir kaşık suda boğacağım’ der gibiydi. Kaçmaya çalıştım, beceremedim: Canım kaçmak istemiyordu. Kılıç’ın etkisinde
92
Ozancan Demirışık
olduğumun farkındaydım, ama can arzuma hâkim olup da kaçmayı başaramıyor, bu yapay felçten kurtulamıyordum. “Bir şeyi unutuyorsun,” dedi Gizem, “beni felç etmen mümkün değil Kılıç. Fırsatın varken beni etkisiz hale getirecektin. Yanlış yaptın.” Alev, arkasından usulca yaklaşıp Gizem’i kollarından yakaladı. “Ben ne güne duruyorum Gizemcim?” Kılıç yeri göğü titreten adımlarından sonuncusunu attı: Artık yüz yüzeydik. “Ayvayı yedin,” bakışı atıp, kollarımı büktü ve beni kaldırıp yerden yere vurmaya başladı. Birkaç metre ötemizdeki Gizem’se durmaksızın debelenmekteydi: Bu sayede Alev’in kolları bir nebze olsun gevşeyince, karnına tekmeyi geçirdi ve onun hâkimiyetinden kurtulup özgürlüğünü elde etti. “Hiçbir güne durmuyorsun Alevcim,” dedi ve pestilimi çıkarmakla meşgul olan Kılıç’a yöneldi. Zarif vücudundan beklenmeyecek bir kuvvetle Kılıç’ı tuttuğu gibi Kapılar’a fırlattı: Kılıç’ın bedeni tesadüfen Umman Kapısı’nı buldu ve okyanusa yuvarlandı. Gizem de onun peşinden balıklama atladı. Đşler giderek karman çorman bir hal alıyordu. Đkisi bir yandan kulaçlar atarak mücadele ederken ben de Mavi Kapı’ya koştum ve bu ıslak düelloyu dışarıdan izlemeye koyuldum. Her nasılsa, kapı açılınca sular içeri boşalmıyordu: Arada görünmez bir kalkan mevcuttu. Böylece olanları tiyatro salonundaymışım gibi açık ve net biçimde takip edebiliyordum. Gizem’le Kılıç bir yandan yüzüyor bir yandan da birbirlerini yumruklayıp tekmeliyorlardı. Hatta yeri geldiğinde dişlerini ve tırnaklarını bile kullanmakta, yani birbirlerine hasar verebilmek için her türlü olanağı değerlendirmekteydiler.
93
Çürük Düş
Derken, okyanusun engin maviliğini perdeleyen bir kırmızı renk gözüme çarptı: Kan kırmızısıydı bu. Đkisinden biri ölmüş ya da ağır yaralanmıştı, çünkü okyanusa fena halde kan boşanmakta ve maviyle kırmızı birbirine karışmaktaydı. Nefesimi tutup bekledim. Kılıç’ın bedeninin yavaşça dibe süzülmekte olduğunu görünce huzura kavuştum: Galip, Gizem Kızıl’dı. Gümüş Ölüm aynı gün içinde ikinci leşine kavuşmuştu. Gizem sırılsıklam halde Kapılar Odası’na döndüğünde, “Alev nerede?” dedi konuşmama fırsat vermeden. Manasız gözlerle dönüp, Kapılar Odası’na baktım, hiçbir şey göremedim: Bomboştu, Alev görünürlerde yoktu. Gördüğüm kadarıyla Kaf Kafe’de de değildi. “Yedinci Diyar’da olmalı,” diye, kendi sorusunu kendi cevapladı Gizem. “En güçlü olduğu yer orası. Çünkü altı diyar yani bütün Sade Diyarlar orada hayal gücünün etkisiyle bir araya geliyor: Her ne kadar karanlık bir ruha da sahip olsa, hayaller Alev’in güçlü noktası, senin de bildiğin gibi.” Başımla onayladım. “Ne demezsin. Ömrü hayatımda ben bu kadar ‘renkli’ hayal gücü görmedim.” Gizem eliyle gelmemi işaret edip Yedinci Kapı’yı açtı ve Yedinci Diyar’a adım attı. Ben de onu takip ettim. Đlk girdiğimizde gökyüzündeydik: Ve tam da Diyar’ı ilk gördüğümde hayal ettiğim gibi, Peter Pan misali uçuyorduk. Bir kanatlarımız eksikti! Gerçi burada yerçekimi yok gibiydi. Öylece beklesek dahi dengemizi kaybetmiyor, yere -tabii bu diyarda bir ‘yer’ varsa- düşmüyorduk. Derken Gizem, Alev’i fark etti ve ona yöneldi. Büyük bir süratle uçuyordu, öyle ki ne kadar uğraşırsam uğraşayım bu sürate ayak
94
Ozancan Demirışık
uyduramıyordum. Gizem’se Alev’e giderek yaklaşmaktaydı: Tam yetişmiş ve onu omzundan kavramıştı ki, ortam tastamam değişiverdi: Kendimizi Yer Altı Diyarı’nın ruh boğucu atmosferinde bulduk. Diyarlar arasında en tuhafıydı: Bir yanda bok kokan kanalizasyonlar, bir yanda Yunan mitolojisindeki Hades’in cehennemini andıran, siyah-mavi-mor renklere bezeli gotik bir atmosfer… Zıtlıkların bir araya geldiği absürt ama ürkütücü bir mekândı. Ne zaman bu Diyar’a gelsek, bir an önce bir başkasına sağ çıkalım, diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Bu döngü böyle devam etti: Alev ne zaman yakalanacak olsa ortam değişiyordu. Bir çöl oluyordu, bir okyanus, bir yer altı, bir hava. Kendimizi dağa tırmanırken bile bulduk. Alev hep bir adım öndeydi ve o adım kapandığında Diyar da değişiyordu. Derken Kar ve Buz Diyarı’nda işler daha dingin bir hal aldı. Gizem, Alev’in kolunu kavradı ve Diyar’ın değişmediğini görünce rahat bir soluk aldı. Bense pek huzura erişemedim çünkü en az Yer Altı Diyarı’ndaki kadar tüylerimi diken diken eden bir izolasyon atmosferi vardı burada: Ve buz gibi bir yalnızlık… Kar ve buz kütleleri etrafı alabildiğine sarmıştı, gözün görebildiği hiçbir şey ve hiç kimse yoktu başka. ‘Buzul Cehennem’ diyesim geliyordu. “Nihayet,” dedi Gizem. “Niye durdun?” Alev’in cevabı basit ve yaralayıcıydı: “Yoruldum. Çok yoruldum. Karşı koyacak kudretim yok. Ne yapacaksanız yapın artık.” Gizem’in suratında alaydan eser yoktu. “Hayatında ilk kez, güçsüz olduğunu itiraf ettin Alev,” diye mırıldandı buruk bir ses tonuyla. “Bunu
95
Çürük Düş
ölmeden hemen önce yapman ne acı… Ölüm kapına gelene dek saplantılarının esiri oldun.” Bakıştılar. Sanki sözlerin hükümran olmadığı, çok daha etkili bir iletişim kuruyorlardı. Ama bu iletişimi bölmek zorundaydım: “Neden dövüşe bu kadar az karıştın? Haftalardır hayatı bana zehir ediyor, akla hayale gelmeyecek çılgınlıklar yaşamamı sağlıyorsun, ama burada fırsatın olduğu halde ne beni ne de Gizem’i öldürdün... Neden?” Alev cevap vermektense buz gibi gözlerle bana baktı. “Yanıtı ben vereyim,” dedi Gizem. “Đkimize de kıyamadı. Çünkü ne kadar kötücül de olsa, ne kadar karanlık bir yüreği de olsa, zarar veremeyeceği yegâne insanlar biziz. Sana âşık. Hem de sırılsıklam. Gözlerinde görebiliyorum bunu. Sırf aşkına karşılık vermediğin için sana onca şey yaşattı, düşlerini çürütüp seni ölü veya diri kâbuslara sürükledi: Ama canını almayı da bir kez olsun aklından geçirmedi. Hep güvendeydin, hatta bizzat Alev’in koruması altındaydın. Ama madem aşkına karşılık vermeyecektin, acı çekmeye mecburdun. Gerekirse sonsuza kadar…” “Ya sen?” “Ben ‘bağlı’ hissettiği tek kişiyim. Her şeye rağmen.” Alev’in gözlerinin içine baktı. “Ben onun yegâne ailesiyim. Kardeşiyim…” Gümüş Ölüm’ü kınından çıkardı. Deniz suyu kanı üzerinden silmişti, artık hançer tertemizdi. Ama çok geçmeden gümüş, yerini bir kez daha kızıla bırakacaktı. “Ve onun katiliyim.” Hançer, Alev Ateş’in kalbini deldi. Ölüme bir adım kala, Alev Ateş’in boğazından birkaç kelime döküldü: “Seni rahat bırakmıştım… Neden yıllar sonra peşimden geldin?”
96
Ozancan Demirışık
“Mecburdum,” dedi Gizem. “Giderek sınırı aşıyordun. Ne kadar iğrençleştiğinin farkında mısın? Genç bir erkeğin kendi kız kardeşini öldüresiye dövmesine ve ona tecavüz etmesine sebep olmak.” Yüzünü buruşturdu. “Yaptıklarına daha fazla seyirci kalamazdım. Hem senin, hem de gelecekte kurban belleyeceğin onlarca masum insanın iyiliği için…” Gözlerinden yaşlar süzülürken hançeri çevirdi Gizem. “Elveda Alev. Elveda kardeşim…”
97
MAZĐYE DAĐR OLMAK YA DA OLMAMAK Sihirbaz olağan bir nesneyi alır ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür. Hilenin sırrını arıyorsunuz, ama bulamayacaksınız. Çünkü dikkatli bakmıyorsunuz. Siz
sırrı
bilmek
değil,
kandırılmak
istiyorsunuz. The Prestige – Christopher Nolan
Ozancan Demirışık
Evvela Alev Ateş, ardından da Gizem Kızıl’la oluşan münasebetim sebebiyle, ‘kırmızı’ denen o gösterişli, o cırtlak renge alışmam gerekirdi, değil mi? Maalesef öyle olmadı. Aksine, attığım her bakışta gözlerimi daha da yoruyordu bu renk. Ama dişilere -çocuk, erişkin ya da yaşlı fark etmedenyakıştığını da söylemem lazım. Ne demişler: Yiğidi öldür, hakkını yeme. Çocuklara sevimlilik, erişkinlere şehvet katıyor, ihtiyarları -kaba tabirle ‘morukları’- ise âdeta gençleştiriyor kızıl. Sadede geleyim… Bana hayatımın en sefil, en perişan dönemini yaşatan o kötücül yaratık -Alev Ateş- sonsuz bir uykunun kollarına koşarken, çizgi filmlerden fırlamış gibi duran farklı şekillerde ‘hayal bulutçukları’ gökyüzüne salınmaktaydı. Ve anladım. Sırlar açığa çıkacak, yalanlar gerçek olacak, sis perdesi aralanacaktı. Alev Ateş’in gizemli yaşamı gözlerimizin önüne serilmek üzereydi. Bulutlardan birine bir görüntü yerleşti. Baştan ayağa kızıl bir oda... Dönüp Gizem’e baktım. Hâlâ ağlamaklıydı ama kendini toparlamak için yoğun bir çaba gösterdiğini anlayabiliyordum. Titrek işaret parmağıyla bulutu işaret edip, ona odaklanmam gerektiğini belli etti. Ben de, merakla ve biraz da korkuyla, izlemeye başladım.
8 Kızıl deriden koltuklar, kızıl ipekten kilimler, kızıl ahşaptan dolaplar ve beyaza boyalı duvar... Ortamı tek bir rengin hâkimiyetinden kurtarıp hayli hoş
99
Çürük Düş
hale getiren de bu ‘mütevazı’ farklılık. Beyaz duvar, kızılın sebebiyet vereceği boğuculuğu önlüyor. Đki kız var odada. Biri yerde oturuyor, öbürü koltukta. Biri mutlu, öbürü mutsuz. Biri göz alıcı, öbürü vasat. Daha altı-yedi yaşında olduğu halde, Gizem’i tanıyabiliyorum. Ama aylarca katlandığım, uğruna nice eziyetler çektiğim Alev... Onu tanımak ne mümkün! Koltuktaki, Gizem Kızıl. Yetenekli bir ressamın özene bözene yaptığı gösterişli bir tablo gibi güzel, bir o kadar zarif... Yüzündeki gülümseme daha o zaman bile sıcak bir cesaretin izlerini taşımakta. Elinde bir oyuncak bebek var. Mavi gözlü, örülmüş sarı saçlı, tombul bir şey... Raftan yeni alındığını belli ediyor. Gıcır gıcır. Gizem, ışıldayan gözlerini yerde oturmakta olan diğer kıza çeviriyor. “Alev,” diyor. “Niye gülmüyosun?” Tam da bir çocuktan beklenecek; sahici, vurucu, yaralayıcı bir soru. Tanımakta HÂLÂ zorluk çektiğim Alev’e bakıyorum. Çirkin değil belki... Hiçbir çocuk çirkin değildir. Ama güzel olmaktan da fersah fersah uzak. Yüzündeki keder, mevcut sevimliliğini de azaltıyor. Çünkü bu, Gizem’in sorusu kadar, hatta çok daha vurucu bir keder. Haset, öfke ve nefret parıldıyor gözlerinde. Bir ‘çocuğun’ gözlerinde. Korkuyorum. “Artık sizi sevmiyorum!” diyor Alev. “Seni de, annemi de, babamı da. Hiç kimseyi!”
100
Ozancan Demirışık
Gizem’in gözlerine bir endişe bulutu yerleşiyor. Bu duyguya ve getirdiği izlere alışık olmadığını belli edecek kadar yabancı bir ifade... “Niye ki?” diyor. “N’aptık?” “Hiç kimse beni sevmiyo. Herkes seni seviyo. Benden korkuyolar. Yemek masasında falan benden bahsedilince herkes endişeleniyo. Yüzüme bile bakmıyolar.” “Saçmalıyosun,” diyor Gizem. “Hiç kimse sana kötü davranmadı ki. Annem ya da babam hiç bağırdı mı sana? Dövdüler mi?” Gözlerini o sade ama çarpıcı halıya, yani ‘yere’ dikiyor. “Babam beni bi kere dövmüştü. Beş yaşındayken. Annem ona kızdı. Azarladı. Ben de küstüm babama. Özür falan diledi. Ama çok sonra affettim.” Başını yerden kaldırıyor. “Seni hiç dövmediler. Yalan mı?” “Keşke babam beni de dövseydi. Hiç umursamıyolar ki. Benimle ilgili tek duyguları korku. Đşte o yüzden vurmuyo kimse. Gözlerinin önündeyim ama beni görmüyolar bile.” Elinde sıkıca tuttuğu, eski püskü, yırtık pırtık oyuncak ayıya baktı. Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. “Doğum günümüz için hediye bile almadılar bana! Bi de seninkine bak. Mis gibi.” Alev sessizce ağlıyor. Gizem de ona eşlik ediyor. “Yanlış biliyosun. Seni de seviyolar. Çok seviyolar. Benden bile çok! Sen yokken söylüyolar.” Alev birden ağlamayı kesiyor ve canhıraş bir çığlık eşliğinde, “Beni kandırmaya çalışmasana!” diyor. “Acıdığın için öyle söylüyosun, bilmiyo muyum sanki? Hiç de bile! Aptal diilim ben!” “Diilsin,” diyor Gizem. “Tanıdığım herkesten daha akıllısın.” “Hiç kimse bilmiyo ama. Ne arkadaşlarımız ne anne-babamız. Hiçbiri beni tanımıyo. Tanımak istemiyolar çünkü. Sevmiyolar, sevmek istemiyolar.
101
Çürük Düş
Senin kadar güzel, senin kadar sevimli, senin kadar ‘normal’ olmadığım için benden uzak duruyolar.” Derken, salondan babaları Muzaffer Kızıl’ın sesi duyuluyor: “Gizem, gel kızım, yemek hazır.” Bir duraklama anı. Gizem ve Alev bakışıyorlar. Muzaffer Bey tekrar bağırıyor: “Kardeşine de söyle, açsa gelsin yesin.” Alev ‘gördün mü’ dercesine bakıyor. Gizem’se karşı koymayı bırakıyor. “Ama ben seni tanıyorum... Seviyorum... Yetmez mi?” Alev derin bir nefes alıp, “Dünyada bi tek sen yoksun,” diyor. “Hem niye seni bin kişi severken beni bi kişi sevsin... Ben n’aptım onlara?” Cevap yok.
15 “Şişşt... Buraya baktı!” diyor Gizem. “Her an gelebilir. Hazır ol.” Alev heyecandan titriyor, bir türlü şekil almadığı gayet rahat anlaşılan kızıl saçlarını düzeltme yönünde beyhude bir çaba gösteriyor ve yüzündeki ekşi ifadeyi silmek için minik bir adım atıyor. Evet, artık ‘çirkin’ bir kız olduğu söylenebilir. Saçları dağınık ve yağlı, bir hayli kilolu, gözleri çipil çipil. Yıllar sonraki o güzel hâline nasıl ulaşacağı merak konusu. Çünkü durum gayet umutsuz. Bir ‘çirkin ördek yavrusu’ hikâyesi mi vuku bulacak, ne olacak, bir tek Allah bilir... Gizem’in, “Her an gelebilir!” diye müjde mahiyetinde duyurduğu çocuk, geliyor. Lise üniformasının üzerine siyah bir deri yelek giymiş, bütün
102
Ozancan Demirışık
jöle kutusunu boca ettiği saçları gayet dik durmakta: Temiz yüzlü fakat sivri hatlara sahip bir genç. Okulun ‘popüler’ tayfasından olduğu, sert ve ‘cool’ adımlarından belli. Kendine güveni tam; her istediğini elde edebileceği kanısında. Alev’in karşısındaki sıraya oturuyor. Gizem, kız kardeşine gülümseyip, “Sonra görüşürüz,” diye fısıldıyor ve kalkmaya yelteniyor. Çocuğun yüzü düşüyor. Hızlı bir hamleyle Gizem’in elini tutuyor ve hafifçe okşayıp geri çekiyor. “Nereye?” “Ben... şey... sizi yalnız bırakayım dedim Mert,” diye ağzında geveliyor Gizem. “Konuşacaklarınız vardır.” Mert’in kaşlarından biri kuşkuyla kalkıyor. “Konuşacaklarım var tabii. Ama seninle.” Alev’e kısa bir bakış atıyor. “Başkasıyla değil.” Gizem derin bir üzüntüyle olduğu yere çöküyor. Alev’in gözlerinde ise yaşlar birikmiş. “Yine,” diye fısıldıyor. “Yine.” Mert’se onu kaile almadan, “Seninle bir sürü şey paylaştık,” diye söze giriyor. Çok can yakmış ve yakacak yeşil gözleri, Gizem’in aynı renkteki gözlerine mühürlü. Derin bir aşkla bakmakta. “Đçimden bir ses, aramızda dostluktan fazlası var diyor. Açık konuşacağım Gizem. Senden hoşlanıyorum. Duygularımız karşılıklı mı, merak ediyorum.” Gizem, dönüp Alev’e bakıyor. Kız, ağladığını belli etmemeye çalışarak tahtaya bakıyor. Bunda epey başarılı; daha önce benzer durumlara düştüğü ve ‘poker surat’ konusunda pratik yapma fırsatı bulduğu besbelli. “Ben...” diyor Gizem. “Düşünmem lazım.”
103
Çürük Düş
Olumluya yakın bir cevap aldığını düşünen Mert, kızın elini tekrar tutuyor. Bu kez uzun süre bırakmıyor; daha hevesli ve daha cesur okşuyor. “Cevabını bekleyeceğim Gizem,” diyor. “Merakla. Umutla.” Ve bu artistik sözlerine uygun dramatik hareketlerle çekip gidiyor. Mert sınıfın kapısında laklak yapan arkadaşlarına katıldıktan sonra, Alev de kız kardeşinin yüzüne bakmaya tenezzül bile etmeden kalkmaya yelteniyor. “Alev,” diye fısıldıyor Gizem. “Böyle olmasını istemezdim.” Alev, kız kardeşinin elini büküyor. Dişini sıkmış. Yüzünde derin bir nefret var. Gizem, “Canımı yakıyorsun,” diye inleyince, ancak bırakıyor. “Đstemezdin, değil mi? Ne demezsin! Reddetmedin bile!” Đsterik bir kahkaha atıyor. “Hanımefendi düşünmeye karar verdi! Mert Bey’in yakışıklılığına tav oldu çünkü.” Duraklıyor. “Ama mutluyum, biliyor musun?” Yalan bu. “Çünkü bir şeyi anladım: Umut en nankör duygu. Boş yere bir şeyleri umut etmeye hiç gerek yok. Ben âşık olamam. Kimseyi sevemem ve kimse de beni sevemez. Lanetliyim çünkü.” Ve gözyaşlarına daha fazla hâkim olamayarak, sınıfı terk ediyor. Kapıdan Gizem’i süzmekte olan Mert’e bir omuz atıp çıkıyor dışarı. Sonraki derslere de girmiyor. Đnsan içine çıkmak kadar nefret ettiği hiçbir şey yok artık.
104
Ozancan Demirışık
22 Büyük Mavi dalgalı. Bahar yeli havada ve karada dolaştıktan sonra yönünü denize dikmiş. Kadıköy Vapuru hafifçe sallanmakta. Rüzgâr ve deniz, insanlara huzur veriyor. Alev ve Gizem hariç herkese... Aralarının limoni olduğu belli. Vapurun üst katında, sol köşede oturmaktalar. Birbirilerine bakmıyorlar; boşluğa dikmişler gözlerini. Artık çocuk değiller. Daha yeni reşit olsalar da, çoktan olgunlaştılar. Neden sonra, “Đyi misin?” diye soruyor Gizem. Alev’in denizi sevmediğini biliyor. Midesi bulandığından ya da hasta olduğundan değil; bu uçsuz bucaksız ‘diyar’ onu rahatsız ediyor. Ne zaman denizde olsa -ister yüzme amaçlı, ister seyahat- kaybolacak gibi hissediyor. Gizem’in
‘hal
hatır’
kisvesi
altındaki
endişe
yüklü
sorusunu
yanıtlamıyor. Bunun yerine, ayağa kalkıyor ve tırabzanlara tutunup denizi seyretmeye başlıyor. Sonra dönüp kardeşine bakıyor. Yüzünde sinsi bir gülümseme var. Ama Gizem’i asıl korkutan, gözleri. Hem gözbebeği hem gözakları kıpkırmızı. Bu ‘iyi saatte olsunlar alarmı’ demek. Gizem’in ne olduğunu anlaması zor olmuyor. Anında ayaklanıyor, ama o tırabzanlara koşana kadar, Alev tırmanıp kendini denize bırakıyor. Tüyler ürpertici kahkahaları denizin her bir karışında yankılanıyor sanki.
105
Çürük Düş
Gizem eğilip bakıyor ve kardeşinin batmakta olduğunu görüyor. Vapurdaki insanlar merak ve korkuyla seyretmekte bu ‘enteresan’ manzarayı. Henüz hiçbiri bir eylemde bulunmayı akıl edememiş. Derin bir nefes alıp Alev’in ardından, tam da onun daldığı noktaya atlıyor Gizem. Buz gibi su tarafından kucaklanıyor. Gözlerini açıp, dalgaların arasında kardeşini görmeye çalışıyor. Nihayet biraz derinlerdeki Alev’i tespit ediyor ve dalıp yüzeye çıkarıyor. Kolları arasında debelenip yeniden dalmak hatta ‘batmak’ isteyen kızın başını zorlukla dışarıda tutuyor. Epey ilerlemiş olan vapurun dört bir yanında toplanan insanlardan biri onların olduğu noktaya doğru iki can simidi fırlatıyor. Yegâne kurtulma fırsatlarının bu olduğunu kavrayan Gizem, kardeşini sürükleye sürükleye oraya yüzüyor. Nihayet can simitlerine ulaşıyor. Gizem; onu yumruklayıp tekmeleyen, hatta ısırmaya çalışan Alev’i, simitlerden birine zorbelâ yerleştiriyor. Kendisi de ötekine geçiyor. Şimdi sıra ‘büyük lokma’da. Kardeşine musallat olan ‘Ruh’u gömmek. Ya da daha ‘denizsel’ bir tabirle, boğmak... Simide yerleşince debelenmekten vazgeçen kardeşine, “Alev,” diye bağırıyor. Rüzgâr ve dalgalar arasında sesi cılız çıkıyor. “Bu sen değilsin. Kötücül bir varlığın etkisi altındasın. Bana musallat olanlar gibi. Hatırlıyor musun? Şimdi de seni hedef bellemişler. Bana zarar vermek için seni kullanmaya çalışıyorlar. Kendine hâkim ol. Onunla savaşabilirsin. Sen daha güçlüsün.” ‘Güçlüsün’ kısmını duyunca Alev’in gözleri bir anlığına beyazlaşıyor. Gizem tam huzura erip sevinç gözyaşı dökecekken, yeniden kırmızı hale
106
Ozancan Demirışık
geliyorlar. Gizem iç çekiyor. Đş başa düştü, diye düşünüyor. Gözlerini yumuyor. Yoğunlaşması kolay olmasa da, çok geçmeden transa geçiyor. Bir labirentte buluyor kendini. Peşinde devasa ateş topları var. Koşuyor, koşuyor, ama alevler peşini bırakacak gibi değil. Labirentte daireler çizip duruyor. Ne yaparsa yapsın, nafile. Bir türlü yolunu bulamıyor, çıkışa ulaşamıyor: Alev’den de hiçbir iz yok. Sonunda kızı buluyor. Gözleri beyaz. Yere çökmüş, titreyerek beklemekte. Ama burası, labirentin çıkmazlarından biri. Đlerleyemezler, çünkü ‘çıkış yok’. Onları kavurmak için hevesle bekleşen ‘komplo’ meraklısı ateş topları arasında geri de dönemezler. Oyun bitti, diye düşünüyor Gizem. Sonra kardeşine bakıyor. Yıllarını ‘Ben güçlüyüm, ben kimseye muhtaç değilim’ kalkanı altında geçiren Alev, şimdi çok savunmasız. Gözlerinden yaşlar damlıyor. Korkuyor. Çok korkuyor. Onu böyle bırakamam, diye düşünüyor Gizem. Buradan kurtulmak zorundayız. Alev’e yaklaşıyor. “Elimi tut,” diyor sağ elini uzatıp. Alev ikiletmeden tutuyor kardeşinin elini. Gizem ‘trans içinde trans’ın başarılı olacağını umup, gözlerini yumuyor. Vücudu bir an sarsılıyor, elleri titriyor ve terliyor. Ama ne çabasından vazgeçiyor ne de kardeşinin elini bırakıyor. Birden kendini ‘yine’ denizin ortasında, can simidinde buluyor, etrafına bakınıyor. Alev baygın. Vapur gözden kaybolmuş, ama ileriden bir Sahil Güvenlik botu yaklaşmakta. Vapurdakiler ihbarda bulunmayı akıl etmiş anlaşılan. Gizem yorgun. Çok yorgun. Dayanamayıp, kendini koyuveriyor. Gözleri yavaşça kapanıyor.
107
Çürük Düş
*** Bembeyaz bir yatak, bembeyaz bir oda... Gizem hastanede açıyor gözlerini. Bir anlık şaşkınlığı ve yadırgamayı atlatınca, neler olduğunu anımsayıp odayı inceliyor. Sağındaki yatakta Alev var. Gözleri açık. Tavana bakıyor. Gizem, “Đyi misin?” diye soruyor ve yüzleştiği tekinsiz ‘deja vu’ hissi onu korkutuyor. Vapurda, Alev’e bir ‘Ateş Ruhu’ musallat olmadan önce de aynı soruyu yöneltmiş ve her şey çığırından çıkmıştı. Şimdi de bir benzerini yaşamaktan ürküyor. Ama doğaüstü hiçbir şey söz konusu değil artık. “Neden iyi olayım?” diyor Alev. “Ne kadar yardıma muhtaç olduğumu kanıtladığın için mi?” Gizem kalakalıyor. “Ne?” “Beni kurtarmak zorunda değildin. Kendi başımın çaresine bakardım.” “Ölürdüm demek istiyorsun.” “Gerekirse ölürdüm, evet!” Gizem’in gözlerinden birer damla yaş süzülüyor. “Neden böylesin Alev? Niye herkese, özellikle bana düşmansın? Bu kadar nefretin sebebi ne? Biz kardeşiz! Birbirimizi sevmemiz gerekir.” Alev’in yüzüne buruk bir tebessüm yerleşiyor. “Hâlâ anlayamadın mı ‘kardeşim’? Sevgi hiçbir yaranın merhemi değil... Sadece acıtıyor. Ve ben artık acı çekmek istemiyorum. O yüzden, beni kurtarmaktan vazgeç. Sana ihtiyacım yok...”
108
Ozancan Demirışık
Gizem hayal kırıklığı eşliğinde gözlerini yumuyor. “Eve dönmeyeceksin yani?” “Asla. ‘Onlar’ beni istemediği halde ısrarla çağırmaktan vazgeç. Dönmeyeceğim. Kendi evimde mutluyum.” “Hücremde demek istiyorsun herhalde.” “Küçük de olsa, o ev ‘benim’. Bırak da bunca yıl sonra bir kez olsun kendime ait bir şeyin tadını çıkarayım.” Gizem, “Hıh,” diyor. “Sen bir şeylerin tadını çıkarabilir miydin? Öyle bir yeteneğin var mı?” Alev’in gözlerini bir öfke bulutu sarıyor. “Gizem,” diye hırlıyor. “Seni mahvederim. Kendi ellerimle öldürürüm.” Bu sözler yüzünden Gizem’in ruhu kavrulurken, bir hemşire giriyor içeri. “Nasılız hanımlar?” diyor sentetik bir neşeyle. Alev, Gizem’e bakıp gülümsüyor. Buruk değil, sahte değil: Haz dolu bir tebessüm bu. “Bomba gibiyiz.” Ve Gizem, hayatında ilk kez, kardeşinden korkuyor.
27 Sade ama bir o kadar ihtişamlı. Basit ama bir o kadar çarpıcı. Yüzleşme mekânı burası. Bir uçurum. Dibini çarpık çurpuk kayaların süslediği devasa bir boşluğa açılan yol. Bir ucunda ölüm var, diğer ucunda yaşam. Ne idüğü belirsiz, gayet biçimsiz taşlar tarafından deşilmek... Ölmek için amma ‘berbat’ bir yol! Ne şehit olmak gibi ‘kahramanlık’ tınısı taşıyor, ne
109
Çürük Düş
alevler tarafından kavrulmak gibi ilkel bir görkemi var, ne de suda boğulmak gibi insancıl bir havaya sahip. Köküne kadar ‘vahşi’. Alev Ateş bu uçurumun tam ucunda dikilmekte. Tek bir adım atsa kayalarla buluşacak. O kadar yakın ölüme. Sanki meydan okuyor ona. Rüzgâr saçlarını ahenkle oynaştırıyor. Gözleri yumulu. Yüzünde derin bir huzur var. Bir şeyleri veya birisini beklediğini anlamak zor. Ama bekliyor. Heyecanla. “Alev,” diye fısıldıyor zarif bir kadın sesi. Alev dönüyor. Bakıyor. Gizem’in suratına ve bütün vücuduna, o kısa ama kendinden emin bakışla nüfuz ediyor sanki. Geçen üç yılda kaçırdığı her detayı anında özümsüyor. Şaşırmıyor. Gizem’i nasıl bulmayı beklediyse, aynen öyle buldu çünkü. Gizem ise hayretler içinde. “Alev,” diye yineliyor. “Ne kadar... ne kadar güzelsin.” Alev’in yüzüne alaycı bir tebessüm yerleşiyor. “Hata etmişim o zaman. Bulunduğun ortamdaki tek güzel kız olmak gibi bir saplantın vardı, değil mi?” Gizem iç çekiyor. Korktuğu muameleyle daha ilk dakikadan karşı karşıya kaldı. “Nereden çıkarıyorsun ya? Öyle olmadığını biliyorsun. Beni benden daha iyi tanırsın.” “Artık değil.” Gizem, Alev’e doğru birkaç adım atıyor. “Evet, artık değil. Çünkü üç yıldır, yüzünü görmek bir yana senden haber bile alamadım! Amma vefalı bir kardeşsin. Ölü müsün diri mi, onu bile bilmiyordum. Ne kadar merak ettim
110
Ozancan Demirışık
haberin var mı?” Duruyor. Alev’in yüzüne tekrar bakıyor, nefesi kesiliyor. “ÇOK güzelsin. Nasıl... nasıl oldu?” Alev de Gizem’e doğru üç adım atıyor. Artık birbirilerine hayli yakınlar. “Benimle güzelliği aklında bağdaştıramıyorsun herhalde. Şaşırmadım. Eskiden biçimsiz, küçük bir canavar olduğum düşünülürse... Şişmandım, saçlarım bir şeye benzemiyordu, yüzüm sivilceden geçilmiyordu. Ama ondan da kötüsü, güçsüzdüm.
Annemle
babamın
umursamazlıklarına
hatta
nefretlerine
katlandım; okuldaki ve sokaktaki o insan bozuntularının beni yerin dibine sokmalarına izin verdim. Neden biliyor musun? Çünkü güçsüzdüm. Geçen yıllar bana bir şey öğretti Gizem. Güç, insana çok şey katıyor. Güzellik, şehvet, huzur, para... Ve en önemlisi, seni ezmeye çalışanları paramparça etme fırsatı.” Gizem, sonunun nereye varacağını bilmeden, merak ve kaygıyla dinlemekte. “Yani?” diyor sonunda. “Beni buraya neden çağırdın?” “Artık güçlü olduğumu göstermek için. Artık kimseye muhtaç olmadığımı kanıtlamak için. Hayatımın geri kalan kısmını yalnız geçireceğimi söylemek için. Güç, ölüm getiriyor Gizem. Yalnızlık bahşediyor insana. Ve ben bununla mutluyum. Bana az buçuk düzgün davranan tek insan olduğun için, bilmeye hakkın olduğunu düşündüm. Ölmek gibi bir niyetim yok. Yaşayacağım. Sen ölü mü diri mi olduğumu merak ederken, ben gücümü son zerresine dek kullanarak yaşıyor olacağım.” “Ne demek istiyorsun?” diyor Gizem. Kardeşinin gizemli laflarına bir anlam vermeye çalışsa da başaramadı çünkü. “Dünyayı ele geçirerek tabii.”
111
Çürük Düş
Gizem gözlerini kısıyor, ‘doğru mu duydum’ minvalinde bir bakış atıyor. Alev’se bir kahkaha patlatıyor. Gizem’in ondan duyduğu belki de ilk kahkaha. Sessiz, derinden. “Şaka yapıyorum. Benim amacım daha da güçlenmek. Son muhtaçlık kırıntılarını üzerimden söküp atmak. Dünyayla işim yok. O kirli, o adaletsiz, o anlamsız dünyanızı başınıza çalın. Benim derdim insanlarla. Yeri geldiğinde aşkı, yeri geldiğinde şehveti, yeri geldiğinde bilgiyi, yeri geldiğinde gücü kullanarak, önüme çıkan her insanı tuzla buz edeceğim. Herkesi. Sevip sevmemem umurumda değil. Hoşlanıp hoşlanmamam umurumda değil. Saygı duyup duymamam umurumda değil. Tanıştığım her insanı, kudret merdiveninde yukarı çıkmak için bir basamak olarak kullanacağım. Zirveye varana kadar... Bunları rahatlıkla anlatıyorum, çünkü yoluma çıkamazsın. Beni asla bulamayacaksın. Önümden geçsen bile göremeyeceksin.” Gizem dehşetle dinliyor. Ağzından tek kelime çıkmıyor, çıkamıyor. Tüm bunların bir karabasan olduğunu umuyor, ama değil. Somut ve soğuk bir ‘hakikat’. “Kötülük yapacağım, çünkü yapmak zorundayım. Yazma eyleminden nefret ettiği halde hayatını roman yazarak geçiren yazarlar vardır ya, aynen öyle. Tek fark, benim nefret etmemem. Bu örnekle beni bağdaştıran, ‘kabullenme’. Kötülük, ruhumda var. Ben karanlık biriyim Gizem. Baştan beri bunun farkındaydın. Beni değiştirmeye çalıştın. Yaradılışımı ve yaptığım seçimleri inkâr edip ‘kötü şeyleri iyi amaçlar uğruna yaptığını zanneden kötü adam’ klişesine girmeyeceğim. ‘Çocukluğunda kötü şeyler yaşadığı için kötü olmak zorunda kalan şahıs’ muhabbetine de... Annem-babam bana iyi
112
Ozancan Demirışık
davransaydı, insanlar beni yerin dibine sokmasaydı bile; bu dünyayı ‘süsleyen’ Âdemoğulları ve Havvakızları’nın ne kadar riyakâr, ne kadar ikiyüzlü, ne kadar iğrenç olduğunu fark edecektim. Ve eninde sonunda bu yola ilk adımı atacaktım. Er ya da geç... Çünkü ben buyum Gizem. Berbat bir dünyadaki berbat insanlara acı çektirme arzusuyla yanıp tutuşuyorum. Bu, beni onlar kadar berbat yapacaksa yapsın. Dert etmeye değer mi hiç? Hayat çok kısa.” Gülüyor. Gizem’in kanı donuyor adeta. Korktuğu başına geldi çünkü. Her şey tepetaklak oldu. Alev; görünümü, sözleri, hatta mimik ve jestleriyle kötülüğün vücut bulmuş hali gibi. Ve daha önce ne gerçek hayatta ne romanlarda ne de filmlerde gördüğü bir şeye sahip: ‘Ben kötüyüm, kötü şeyler yapacağım’ deme cesaretine… Bu cüreti gösteren bir insanın başka neler yapabileceğini tahmin dahi edemiyor. Güneş batmakta. Alev, Gizem’e arkasını dönüp, “Bu arada,” diyor, “artık ben Alev Ateş’im. Aklında bulunsun.” Uçuruma yaklaşırken saçına dokunuyor. “Ama kızılı oldum olası sevdim. Bana yakışıyor. Soyadımdaki kızılı terk etsem de, renk olanı kucaklamayı sürdüreceğim. Zaten bu renge aynı dönemde âşık olmuş ve ortamı kızıla beraber boyamıştık. Soyadın kızıl diye patenti sende sanma Gizem Kızıl.” Göz kırpıyor. Gizem’se düşüncelere dalmış vaziyette. Buraya geliş amacını, ‘başka bir çözüm bulsam’ diye umduğu şeyi yapmak zorunda olduğunu anladı. Ama korkuyor. Çok korkuyor. Her şeye rağmen karşısındaki bu ‘kötülük timsali’
113
Çürük Düş
kızı, Alev’i seviyor. Bundan utanması gerekirken utanmıyor da. Hayrete de düşmüyor. Çünkü nedenini biliyor. “Alev,” diyor. “Her şeyi biliyorum.” Alev dönüyor. “Her şey?” “Neden böyle olduğunu biliyorum. ‘Ne’ olduğunu biliyorum.” Alev dudağını ısırıyor. “Açık konuş.” “Böylesin,” diyor Gizem, “böylesin, çünkü...” Yutkunuyor. Gözlerinden yaşlar süzülüyor. Sonra, hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyor. “Benim yüzümden. Hepsi benim hatam. Hepsi.” Alev sağ ayağını öfkeyle yere vuruyor. “Ne saçmalıyorsun sen? Sadede gel. Ağlamayı da kes. Midem bulanıyor.” Gizem kulak asmadan devam ediyor anlatmaya: “Küçükken yalnız kalmaktan korkardım Alev. Geceleri odamda çok zor uyurdum. Hele şimşek falan çakıyorsa, gözüme uyku girmezdi. Girdiğinde de kâbuslarla sarsılırdım. Bazen annemle babamın yanına yatardım ama bunun hep böyle devam edemeyeceğini biliyordum. Bir gün, keşke bir kardeşim olsa diye düşündüm. Küçük bir umuttu, ama gerçekleşti. Ve bir kardeşim oldu. Hiç sorgulamadım bunu. Annemle babamın sana karşı tuhaf tavırlarını çözemedim. Ama artık her şey anlam kazandı. Sevmiyorlardı seni, çünkü ‘yoktun’. Korkuyorlardı senden, çünkü kurtulmam gereken hayali bir kardeştin onlar için. Ben ilkokul çağındayken psikolog ‘bu yaşta normal’ diyordu ama yıllar geçti; büyüdüm. Büyüdün. Anormal bir hale geldin. Psikolog artık ‘normal’ diyemiyordu. Annemle babam sana gitgide daha kötü davranmaya başladılar. Yokmuşsun ‘gibi’… Ama seni görmezden gelmiyorlardı Alev. Gerçekten ‘görmüyorlardı’. Daha önce görmüş gibi yapmalarının sebebi tamamen beni idare etmekti.
114
Ozancan Demirışık
Özel durumum yüzünden, o zamanlar kontrol bile edemediğim yeteneklerim yüzünden, bir insan yarattım. Farkında bile olmadan bir kişilik, bir beden kazandırdım hayal hamuruna. Ama yeterince iyi değildim. Bir çocuğun bencilliği, kıskançlığı yüzünden çirkindin Alev. Kişiliğini oturtacak mantığa sahip değildim; dengesiz oldun çıktın. Seni nasıl yarattığımı yeni yeni hatırlıyorum. Rüya görerek! Yıllardır derinlerde bir yerlerde uyuyan o rüyalar şimdi uyandı ve bana kendini hatırlatıyor. Dün gece, seni nasıl yarattığımı her ayrıntısına dek hatırladım. Rüyamı rüyamda gördüm. Dehşete düştüm.” Alev, okunması güç bir ifade ve ses tonuyla, “Peki benimle birebir diyaloga giren insanlar?” diyor. “Bana iyi ya da kötü ‘bir şeyler yapan’ insanlar? Alay edenler, itip kakanlar? Onlar beni nasıl görebildi? Nasıl oldu da nefret ettiler benden? Nasıl küçümsediler? Nasıl ‘yaraladılar’ beni?” “Öyle bir şey olmadı. Onlar, hiç gerçekleşmemiş anılar. Sadece ikimizin sahip olduğu anılar...” Alev gülüyor. “O kadar emin olma Gizemcim. Gidip onlara sorarsan eski sınıf arkadaşlarına mesela- hayal meyal de olsa bir şeyler hatırlayacaklar. Konuyu bana getirirsen, yüzlerinde yarım yamalak bir anımsama ifadesi olduğunu göreceksin. Bu Gizem’in kardeşi var mıydı ya, diye düşünecekler. Kafa patlatacak ama bir türlü emin olamayacaklar.” Döndü, Gizem’in gözlerinin içine, tam içine baktı. “Çünkü kardeşim, ben yarım kalmış bir yapıtım. Kendi kendimi tamamlamak, güçlenme arzumun kaynaklarından biri.” Gülüyor yine. “Ama sadece biri. Gerisi sonra gelecek. ‘Var olmak’ bir araç. Amaca giden yolda bir dönemeç. Đnsan olmak istemiyorum: Görünür olmak istiyorum. Đnsanlara daha kolay dokunabilmek. Onlara daha kolay zarar verebilmek. Đnsanları harcamak için onlardan biri…” Tiksintiyle kısıyor
115
Çürük Düş
gözlerini. “…sizden biri olmam lazımsa, olacağım. Farkında mısın Gizem, sen bir tür Frankenstein’sın.” Gizem, vücuduna istemsiz bir titreme krizinin hâkim olduğunu hissediyor. Asıl ‘şimdi’ her şey tepetaklak oldu. Alev... Nasıl bilebilir? Bir insan olmadığı gerçeğiyle yüzleşip de bunca sene nasıl ‘yaşamını’ sürdürebilir? Nasıl? Nefretinin, kötülüğünün sebeplerinden biri de ‘var olmamak’mış meğer. ‘Kardeşinin’ aklını okumuş gibi, “Olmak ya da olmamak... Đşte bütün mesele bu,” diyor Alev. “Eh, ‘bütün’ olmasa da bir kısmı bu.” Gizem’in ağzından yalnızca, “Nasıl?” sözcüğü dökülüyor. Birkaç dakika içinde bu soruyu amma çok sorduğunu -zihninin adam gibi çalışan bir köşesiyle- fark ederek. “Biliyordum. En başından beri. Đnsan olmamanın nasıl bir his olduğundan haberin var mı senin? Kelimelerle tarif edemem. Kimse edemez – gerçi benim gibi başkaları olup olmadığını bilmiyorum ya, neyse. O yabancılık hissi, o ait olmama duygusu... Sizin ne kadar alçak mahlûklar olduğunuzu bir tek ben tüm açıklığıyla görebiliyorum. Gördüğünü söyleyenler de en az sizin kadar kör.” Gizem, artık zamanı geldi, diye düşünüyor. Yapmak zorundayım. Đşler giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Başka şansım kalmadı. “Şimdi,” diyor Alev, “asıl meseleye gelelim. Senin daha yeni öğrendiğin ‘hakikati’, ben başından beri biliyorum. Bu konuda mutabıkız. Peki başka ne biliyorum? Öğrenmek ister misin?”
116
Ozancan Demirışık
Gizem tepki vermiyor. Ne başını sallıyor ne de ağzından tek bir kelime çıkıyor. “Đstersin
tabii.
Niye
istemeyesin?
Hakkımdaki
gerçeği
yani
‘Varolmayan’lığımı öğrendikten sonra, bir yolunu bulup benimle yüzleşmen gerektiğini düşündün. Sen zeki bir kızsın; iltifat olsun diye söylemiyorum. O nefret dolu hallerimin, geride bıraktığımız üç yıl içinde doruğa çıkmış olabileceğini tahmin ettin. Beni durdurman gerektiğini anladın. Gerekirse yok ederek... Bu uçurumu keşfettin sonra. ‘Sizin çevre’ sağ olsun, uçurumun dibindeki ölüm çukurunun doğaüstü pek çok varlığı yok edebildiğini duydun. Neredeyse insan olmayan ‘her’ şeyi... Ve yüzleşme için en elverişli yerin burası olduğuna karar verdin. Eğer durumum iyi gittiyse, yalnızlık yaradıysa, kendimi toparladıysam, beni yok etmek zorunda kalmayacaktın. Peki buraya gelmemi nasıl
sağlayacaktın?
Tabii
ki
yarattığın
varlığın
zihnine
düşünceler
yerleştirerek. Bunda çok zorlandın, ama sonunda başardın. Seni çağıran ben oldum. Kendi felaketime doğru yürüdüğümü sandın. Ama yanıldın.” Göz kırptı. “Rolleri değiştik Gizem. Avcı, av oldu. Yine de, seni öldürmek istemiyorum. Yaratıcımı yok etmek benim için ilginç bir deneyim olurdu, ama buna gerek duymuyorum. Yoluma çıkmayacağına dair teminat verirsen, çekip gitmene izin vereceğim.” Gizem’in gözleri yaşlarla dolu. “Üzgünüm Alev,” diyor. “Üzgünüm kardeşim.” Buraya geldiğinden beri felç olmuşçasına kasılıp kalan bacaklarını nihayet hareket ettirerek, Alev’e doğru koşuyor. Onu saçlarından yakalayıp yere yapıştırıyor ve uçurumun tam ucuna doğru ittirmeye çalışıyor. Alev başta teslim olmuş görünüyor, ama son anda diziyle Gizem’in karın boşluğuna sert
117
Çürük Düş
bir tekme geçiriyor. Gizem zorlukla nefes alarak sırtüstü yere yapışıyor. Her tarafı sızım sızım sızlamakta. Ama vazgeçmek yok. Ne gerekiyorsa yapılmalı. Ayağa fırlıyor, Alev’in gırtlağına yapışıyor; onu uçurumun ucuna doğru ittirmeye başlıyor. Ama kızı etkisiz hale getirecek kuvveti uygulamak ne mümkün! Alev açıktaki kollarıyla Gizem’in başını kavrıyor ve boynunu kırmak istercesine hızla döndürüyor. Gizem yüzüstü yere yuvarlanıyor. Bu kez saçlarından yakalanan da o oluyor. Alev yüzünde hiçbir zevk ifadesi olmadan, kuvvetli ve kudretli bir tavırla Gizem’in vücudunu tekmelere boğuyor ve kâfi -karşı koyamayacakkıvama
geldiğini
düşündüğünde,
onu
uçurumun
ucuna
sürüklüyor.
“Đstememiştim,” diyor. Suratında hüzün dolu bir ifade var. Her zamankinin aksine, nefretten yoksun bir ifade. “Bunu yapmayı sahiden istememiştim. Hayallerin de kalbi vardır ve sizinkinden çok daha kırılgandır. Ölürken hatırla bunu.” Tam son hamleyi yapacakken, Gizem ağzının kenarıyla gülümsüyor. “Zaten yapamayacaksın.” Vücudunda kalan son kuvvet zerreleriyle kıza bir çelme takıyor. O sarsılırken, Gizem ayağa dikiliyor. Alev uçurumun tam ucunda; dengesini zar zor toparlıyor, ama yeni bir hamle yapılmadıkça düşecek gibi değil. Gizem’se amacına ulaştı: Şimdi ölüme yakın olan Alev. Konumları birkaç saniye öncesinin tam zıddı. Böyle bir fırsatı ele geçirmişken, bir an bile beklemiyor Gizem: Ellerini yumruk yapıp Alev’in göğsüne geçiriyor, onu ittiriyor. Kız canhıraş bir çığlık atarak boşluğa savruluyor ve yüzünde hayal kırıklığı dolu bir ifadeyle Gizem’e bakarak ölüm çukurunu boyluyor…
118
Ozancan Demirışık
*** Tepeden indikten sonra, deniz kenarından ağır ağır yürüyerek evine gidiyor Gizem. Denizi seyrediyor. Dalgaları. Yedi sene önce Alev’le yaşadıkları vapur serüvenini. Alev’in çekip gidişini. Günlerce, haftalarca, aylarca onu aradıkları halde tek bir iz bile bulamayışlarını. Hasret denen duygunun bir rutin haline gelişini. Otobüs duraklarına geldiğinde bile yürümeye devam ediyor. Đnsan içine çıkacak, kalabalığa karışacak halde değil. Yalnızlığa ihtiyacı var. Fena halde. Nihayet eve varıyor. Anahtarla açıyor kapıyı. Yatağa geçip saatlerce uyumak niyetinde. Hatta hiç kalkmasam keşke, diye düşünüyor ve bunun bir tür intihar eğilimi olduğunu fark ediyor. Endişelenmiyor ama. Nasılsa uykuda öldürülecek hali yok. Bir cinayete kurban gitse bile umursamayacak gerçi. Annesi Esra Hanım kapıda karşılıyor onu. Anahtar tıkırtılarını duymuş olmalı. “Hoş geldin kızım,” diyor. “Salona geç, sana bir şey göstermem lazım.” Gizem ağzında bir şeyler geveliyor (‘anne uykum var, sonra gösterirsin’ demeye çalışıyor ama bitkinliği -ve ‘var olmayan’ bir kardeşi yok etmenin yarattığı süratli travma- sebebiyle ağzından anlamsız mırıltılar çıkıyor yalnızca). Annesi kısa bir bakış atıyor ona. Gözleri buyurgan. Karşı koymak ne mümkün. Gizem el mahkûm takip ediyor bu sevimli diktatörü. Salona girerlerken, “Sürpriz,” diyor annesi. “Bak burada kim var.”
119
Çürük Düş
Bakıyor. Görüyor. Donuyor. Dehşet ve hazla doluyor. Hem ölmek hem de yaşamak istiyor. Alev Ateş tam karşısında oturmakta. Kanlı-canlı. Bir saat önceki halinden bile daha güzel sanki. Ateşli bir ışıltısı var. Annesi Gizem’in yüzüne bakarak, sahiden şaşırdığını zannediyor ve aslında doğru da ediyor. “Arkadaşın yurtdışına okumaya gitmeden önce seni ilk ve son kez evinde ziyaret edeyim demiş. Böyle tatlı bir arkadaşın var da benim niye haberim yok Gizem?” “Bizim dostluğumuz bir tür sır Esra Teyzecim,” diyor Alev. “Aslında ilişkimiz dostluktan öte. Biz kardeş sayılırız.” Otuz iki dişini göstererek gülümsüyor. Annesini tedirgin etmemek için gülümsemeye çalışıyor Gizem. Ama olmuyor. Tek yapabildiği suratımı ekşitmek. Bunun yerine konuşmayı tercih ediyor. “Ya tabii,” diyor zor da olsa, “biz kardeşiz.” Annesi saçlarını karıştırıyor. “Çay demlemiştim, simit de var,” diyor. “Getireyim, afiyetle yersiniz.” Odadan çıkıyor. Gizem’le Alev yalnız kalıyorlar. “Sanırım,” diyor, “insan olacağımı söylerken gerçekleri biraz çarpıttım. Aslında… çoktan insan oldum. Artık görülebilir ve görebilirim. Dokunulabilir ve dokunabilirim. Đstediğim her şeyi sizin kadar iyi, hatta sizden daha iyi yapabilirim. Anlayacağın, yoluma çıkmak istiyorsan çok daha gözü pek olman lazım Gizemcim. Biricik annenin ve somurtkan babanın hayatını feda edecek
120
Ozancan Demirışık
kadar gözü pek… Kendi tatlı canını ve diğer tüm sevdiklerini saymıyorum bile.” Göz kırpıyor. “Oyun başlasın.”
121
KAPANIŞ DÜŞ FIRÇASI Kanatlarınızı iyi bildiğiniz belli bir yönde çırpmıyorsanız,
içine
vücudunuzu
terk
ettiğiniz hayat rüzgârı sizi gerçekten mutlu olacağınız bir vadiye taşımayacaktır. Muhammed Bozdağ
Ozancan Demirışık
Gözlerimi araladığımda kendimi bir hastanenin kucaklayıcı (!) kollarında buldum. Đnsanı ısıtması gerekirken, aksine buz küpünü andıran bir yataktaydım, her yanım da tutulmuştu. Çatlayacak gibi ağrıyan başımı ovaladığım ve gerindiğim birkaç saniye boyunca, en son neler yaşadığımı hatırlayamadım ve şu an neden burada bulunduğumu kavrayamadım. Derken, odaya dalan şahsı görünce her şey kafama dank -ya da sökün- etti. “Peri’m,” diye fısıldadım, bir müddet öncesinde ona neler yaptığımı hatırlayıp, gözlerime hücum eden yaş damlalarını mağlup etmeye çalışarak. O da ağlamaklıydı: Koşup bana sarıldı. Daha fazla ‘erkek adamlık’ yapmayarak kendimi özgür bıraktım ve hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamaya koyuldum. “Özür dilerim,” dedim ayrıldığımızda. “Beni affedebilecek misin?” “Ne özrü?” dedi anlamaz gözlerle. “Hem ne derdin vardı da canına kıydın abi? Ailece nasıl kahrolduk biliyor musun?! Simge de perişan oldu. Đki gün başında bekledi, sen bir türlü kendine gelmeyince biraz uyumak için eve gitti.” Bön gözlerle ona baktım. Cevap vermedim, veremedim. Her şeyin rüya, yalnızca intiharın gerçek olması ihtimali var mıydı? Bu ihtimali umut dahi edebilir miydim? Elini cebine atıp bir kâğıt parçası çıkarırken, “Unutmadan,” dedi, “birkaç saat önce kızıl saçlı bir kadın getirdi bunu.” Son sözleri beni tarumar etti, vücudum kaskatı kesildi; tutulmayan yerlerim de bir anda tutuldu. Alev yaşıyor muydu yoksa? Her şey baştan mı başlıyordu? Kâğıdı aldım, açtım ve göğsümde davul çalan yüreğime aldırmadan okudum:
123
Çürük Düş
“Evvelâ geçmiş olsun Burç, Al sana güzel bir haber: Benim kız kardeşimin ölümü, senin kız kardeşinin yaralarını sardı – anlayacağın, bu ölüm düş fırçası işlevi görüp senin düşlerini ak pak etti. Artık çürük değiller! Üstelik Alev’in etkisiyle daha önce yol açtığın hasarlar hiç var olmamışçasına silindi. Peri de sapasağlam. Mutlu ol! Gizem Kızıl”
Kâğıdı katlayıp cebime koyarken Peri’nin elini avucumun içine aldım ve gayriihtiyarî gülümsedim. O da bana ışıltılı bir tebessümle karşılık verdi. Galiba Gizem, diye düşündüm, mutluyum.
SON 17 Ekim 2009 – 9 Mayıs 2010
124
YAZAR HAKKINDA Ozancan Demirışık,
12 Mart
1993 tarihinde doğdu ve kendini bildi bileli okuyor, yazıyor. Đnternet üzerinde üç ayda bir yayınlanan Xasiork Dergi’nin ve kulüp bünyesinde yayınlanan
e-kitapların
editörlüğünü
üstlendi.
Önceleri ‘Genç Haberler’ internet sitesiyle ‘Beyaz Kapı’ adlı e-derginin de editörüydü. Karalama adlı öykü dergisinde ‘Seyirci’, Yüxexes Karakalem dergisinin ikinci sayısında ‘Kuşatma’ isimli öyküleri yayınlandı. Ejderhayurdu.com 1. Fantastik Hikâye Yarışması’nda birincilik ödülü aldı ve Xasiork 2006 Roman Yarışması’nda jüri özel teşvik ödülüne layık görüldü. Dokuz yazarla beraber kaleme aldığı "Öğrenciliğin Kitabını Yazdık, Üstelik Kopya da Çekmedik" adlı mizah türündeki eseri Başlık Yayınları'nca yayınlandı. Truva ve Đskenderiye Yayınları'nda düzeltmenlik yapmakta. Şu sıralar roman ve öykünün yanı sıra, senaryolar ve sinema eleştirileri yazıyor. Yine Gökcan Şahin’le beraber kurduğu sanal yayınevi Buzul Dünya’nın da editörü. Gelecekle ilgili planlarının vazgeçilmez adımı “yazmak, yazmak ve yazmak”tır.
Çürük Düş
126