Kuğu Kılıcı 2 - Kan Meleği

Page 1


KUĞU KILICI 2

KAN MELEĞĐ


YAZAR Gökcan Şahin

EDĐTÖR Ozancan Demirışık

KAPAK TASARIMI Gökcan Şahin

YAYIN TARĐHĐ Ekim 2009

Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.


ÖNSÖZ BĐLĐMKURGU ÖYKÜLERĐM Kuğu Kılıcı serisinin ikinci bölümüne hoş geldiniz… Đlk bölüm “Acımasız”ı okumadıysanız Kan Meleği’ne başlamanızı tavsiye etmem, çünkü pek çok eksik nokta kalabilir. Bu ufak uyarıyı yaptıktan sonra geçen bölümde başlattığımız bilimkurgu serüvenine devam edebiliriz. Acımasız’ın önsözünde beni bilimkurguya bağlayan kitaplardan bahsetmiştim. Bu kez kendi üretimlerimle ilgili konuşmak istiyorum. Her yazar kendi ürettikleriyle ilgili konuşmayı sever, değil mi? Orta iki ya da üçe gidiyordum. Kitap okuma alışkanlığım pek yoktu ama Bilim ve Teknik, Bilim Çocuk dergileri ve TÜBĐTAK kitaplarıyla haşır neşir

olmuştum.

Legolarımla

kendi

fantastik

hikâyelerimi

yaratıp

oynuyordum. Bir gece şöyle bir rüya gördüm: O zamanların okuldan ve dershaneden en iyi arkadaşlarımla beraber gezmeye çıkmıştık. Devasa, boş bir arsanın önünden geçerken önümüzde koca bir girdap açılıyordu ve hepimizi birden alıp tanımadığımız bir dünyaya götürüyordu. Kendimize geldiğimizde bir ormandaydık ve deli gibi korkuyorduk. Bir anda grubun lideri olmuştum ve arkadaşlarıma bir şeyler söyleyip durum muhakemesi


Gökcan Şahin

yapmaya çalışıyordum. Herkes dağılıp etrafa göz gezdirecekti: Kimi odun toplayacak, kimi ateş yakacaktı. Bir süre sonra anlıyorduk ki milyonlarca yıl öncesine gelmiş, dinozorlar çağında bir ormana düşmüştük. Şimdi hem kendimizi korumamız hem de bir çıkış yolu bulup dünyamıza geri dönmemiz gerekiyordu. Sabah kalktığımda bu rüyayı yazabileceğimi düşündüm. Kendi öykümü oluşturabilirdim. Öyküye göre Jacky Jo, Couto ve Sally isimli üç çocuk bir taş buluyor ve dinozorlar çağına gidiyorlardı. Oraya daha önce gitmiş insanlarla karşılaşıyor ve gizemli bir rehber eşliğinde eve dönmeleri için gerekli olan Beyaz Elmas adlı taşı arıyorlardı. Bu beyaz elması oluşturmak için yedi renkte elması bulmaları gerekiyordu ve her bir elmas farklı zamanlardaydı. Örneğin kırmızı elmas dinozorlar çağında, yeşil elmas orta çağ Đngiltere’sindeydi. Beyaz Elmas’ı oluşturduktan sonra da uzaylılarla savaşmak durumunda kalıyorlardı, çünkü aslında Beyaz Elmas dünyaya saldıracak uzaylıları durdurmak için tek yoldu ve onu oluşturmak için bu gençler seçilmişti. Đşte böyle bir hikâyeydi. Öyküyü ufak boy çizgili bir deftere yazmaya başladım ve o an bilimkurgu edebiyatına giriş yapmış oldum. Gerçi altmış küsur sayfa yazdıktan sonra defterin ortadan kaybolması (babamın soba yakmak için kullandığını tahmin ediyorum, kendisi inkâr etse de) yazarlık yolundaki tüm hevesimi kırmıştı ve üniversitede ancak toparlayacaktım kendimi… Yıllar sonra yazdığım ilk bilimkurgu öyküsü TBD’ye yollamak için kaleme aldığım ama geç kaldığım için gönderemediğim “Bir Türün

5


Kan Meleği

Doğuşu” oldu. Âdem ve Havva mitine dünya dışı varlıklarla ilgili yeni bir bakış açısı getiriyordum bu öyküde. Daha

sonra

“Bir

Denizcinin

Günlüğü’nden”

isminde

Acteto

gezegeninden bir denizcinin tuhaf öyküsünü anlatan hikâyeyi yazdım. Onu da TBD’ye gönderdim ama çok acemice olduğundan finale çıkmak bir yana sonuncu bile olmuş olabilir. Ardından “Bukalemun” adlı yeni nesil bir bilgisayar virüsü öyküsü, “Yaşam Sınavı” adlı bir distopya (işte bu TBD’de finale çıktı), “Sûr” adlı bir kıyamet öyküsü, “Kara Güneş” adlı bir güneş patlaması ve ardından yaşananlar hikâyesi, “Sınav Kâğıdı” adlı dünya üzerinde insan dışında bir ırkın varlığıyla ilgili bir öykü ve “Lord Engord” adlı Mu ve Atlantis döneminden bir savaş öyküsü yazdım. Tabii bunların yanında devasa SIFIR dizisi (tam bilimkurgu olmasa da bilimkurgu yanı da var) ve birazdan ikinci bölümünü okuyacağınız KUĞU KILICI üçlemesini de saymak gerekir. Gelecekte de bilimkurgu roman projelerimi hayata geçirmek istiyorum. Türkiye’de çok az temsil edilen bu türü uyandırmak için elimden geleni yapacağım. Ama şimdi Kan Meleği’ni okuyun. Herkese iyi okumalar…

Gökcan Şahin

6


BÖLÜM BĐR

RQU-EX Çevresinde terk edilmiş bir fabrika ve birkaç yıkık dökük kulübeyle uçsuz bucaksız ayçiçeği tarlalarından başka bir şey olmayan eski bir depo, alışılmadık bir kalabalığı ağırlıyordu o gece. Đstanbul’un en batı ucundaki bu mekân çoğu hafta sonları olduğu gibi o pazar gecesi de kalburüstü insanların en büyük zevklerinden birine ev sahipliği yapmaktaydı. Orada olan şey, genellikle paraya ihtiyacı olan ve dövüşmeyi bilen iki adamın ölesiye kavga etmeleri ve onlarca paralı insanın sadist bir zevkle bunu izlemesinden başka bir şey değildi. Kısaca kaçak dövüş… Burası hemen yanındaki eski un fabrikanın deposuydu bir zamanlar. On sene önce çıkan büyük bir yangında fabrika kullanılmaz hale gelince depo da öylece kaderine terk edilmişti. Sahibi, sigortadan aldığı parayla yeni bir iş kurmuş olmalıydı ki yıllardır buraya ayak bile basmamıştı. Bu durum da birileri için mükemmel bir fırsat yaratmıştı. Đstanbul sınırlarında olmasına rağmen gözlerden uzak, kimsenin aklına bile gelmeyecek bir yerdeydi ve bir kaçak dövüş arenası olarak eski işlevinden çok daha fazla kâr getirdiği kesindi.


Kan Meleği

Depoyu beş yıl önce -tam olarak 21 Haziran 2006’ydı- keşfeden ve şu an gayrı resmi sahibi olan kişi Esad adlı bir mafya babasıydı. Aslında baba demek için erken sayılabilir, çünkü otuzuna bile gelmemiş genç bir adamdı Esad. Genç olmasına gençti ama pek atletik sayılmazdı. Belirginleşmeye başlamış göbeği ve ortalamanın altındaki boyuyla çok da korkulacak biri gibi durmuyordu. Yine de çoğu kendinden yaşlı olan adamları ona yalakalık yapmaktan en ufak bir utanç duymuyorlardı. Sonuçta para kimdeyse güç ondaydı…

***

2

Esad’ın “Güç Parkı” olarak adlandırdığı depo 150 m ’lik bir alan üzerine kurulmuş, hazır betondan inşa edilmiş dikdörtgen biçiminde bir yapıydı. Fabrikada üretimi yapılan un teslimat zamanına kadar burada saklanıyordu. Esad burayı işgal edince içeride kalan tüm fazlalıkları attırmış, kocaman ve bomboş bir salon elde etmişti. Sonra paraya kıymış ortaya güzel bir ring yaptırmış, etrafına da beş yüz kişi kapasiteli ahşap tribünler kurdurmuştu. O sırada bu ahşap sıraların yarısından fazlası doluydu ve iki adam çılgıncasına dövüşürken tribündekiler hep bir ağızdan TERMĐNATÖR! TERMĐNATÖR! diye bağırmaktaydılar. Evet, ringde iki kişi çarpışıyordu ama herkesin ağzından dökülen tek bir isimdi. Bunun nedeni de aşikârdı. Terminatör lakaplı, 1.70’den uzun olmasa da kaslı vücuduyla enine gelişkin, kapkara ve kısacık saçları kafa derisine zift sürülmüş gibi bir izlenim

8


Gökcan Şahin

uyandıran dövüşçü haftalardır (hatta ringe ilk çıktığı günden beri) yenilgi yüzü görmemişti. Ringdeki kavganın yine çok uzun sürmeyeceği belliydi. Terminatör, rakibiyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor ve izleyenlere zafer gülücükleri dağıtıyordu. Uzun sarı saçlı, uzun boylu ve yakışıklı rakibi artık yüzünde büyük bir dikiş izi taşıyacaktı, çünkü sol şakağından yanağına doğru uzanan bir kesikten süzülen kanlar çıplak omzunu birkaç saniyede kıpkırmızı yapmıştı. Maça çıkarken kendine epey güvenen adam şimdi sadece ringden nasıl sağ kurtulacağını düşünür olmuştu. Saldırmak aklına bile

gelmiyordu,

sadece

yumruk

ve

tekmelerden

korunmak

için

çabalıyordu. Terminatör’ün dövüşü ağırdan alması, rakibinden korktuğundan değildi. Sadece eğleniyordu. Kazanacağını rakibi dâhil herkes biliyordu şimdi. Đki adam birbirlerinin gözlerine bakarak ringde saat yönünde dönmeye başladılar. Terminatör hafifçe gülümserken; yanağından akan kanlarla yüzü deforme olmuş rakibinin mavi gözleri ise korkunun had safhasında olduğunu işaret ediyordu. Terminatör birden sıkıldığını fark etti ve dövüşü daha fazla uzatmamaya karar verdi. Aniden durdu ve şimşek hızıyla bitirici hamlesini yaptı. Beton gibi yumruğunu sarışının göğsüne indirerek nefesini kesti. Rakibi öne eğilmiş nefes almaya çabalarken dirseğiyle sırtına vurup yere yıktı. Uzun saçları yayılmış şekilde yerde hareketsiz kaldı adam. Terminatör eğildi ve onu halter misali iki eliyle kaldırıp bas bir zafer nidası attı. Boş bir çuval taşıyormuşçasına rahat hareket eden adam baygın rakibini tek eliyle havada tutmaya ve diğer

9


Kan Meleği

eliyle basket topunu çevirir gibi çevirmeye başladı. Bu şovları haftalardır yapmıyor olsaydı insanlar şaşkınlıktan küçük dillerini yutabilirlerdi. “Hay ben bu işin ta…” dedi deponun en kuytu ama en lüks köşesinde oturan adam. Yumuşak koltuğunu gıcırdatarak ayağa kalktı. Uzun bir of çekti. “Esad abi, hayırdır?” dedi ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturmuş fedaisi. “Ne hayırı Süleyman? Görmüyor musun durumu?” “Hangi durumu abi? Ne güzel millet coşkuyla bağırıp çağırıyor, biz de paralarını topluyoruz. Bunda ne kötü durum olabilir ki?” “Adamı ringe çıkarttığımızdan beri bir kez yenilmedi. Diğer tüm dövüşçüleri haşat edip bırakıyor.” “Biliyorum abi. Bunda bir kötülük mü var?” “Çok safsın Süleyman,” dedi ve adamın kendinden bir karış yukarıdaki ensesine yumuşak bir tokat indirdi. Ardından bir of daha çekti. Koltuğunun etrafında volta atıp duruyordu. Sonunda durdu ve gözlerini Süleyman’a dikti. “Bu böyle giderse bizim işler ne hale gelir farkında mısın? Herkes Terminatör’e yatırıyor parayı ve herkes kazanıyor. Oranı 1’e 1.10’a kadar indirdik ama kimse rakibe para yatırmak gibi bir salaklık yapmıyor. Ayrıca her hafta bir adamımız hastanelik oluyor. Yakında elimizde dövüşçü kalmayacak. O zaman ne bok yiyeceğiz Süleyman? Bir de artık sıkılıp dövüşlere gelmeyen seyircilerimiz var tabii.” “Şimdi anladım abi. Ne yapmamızı emredersin?” Esad bir of daha çekip koltuğuna oturdu ve zafer turu atan Terminatör’e baktı.

10


Gökcan Şahin

“Adama arada bir yenilsin diye bir servet önerdim, oralı olmadı şerefsiz. Belli, derdi para değil. Gelip burada adam dövüp stres atıyor anasını satayım. Ah bir mucize olsa da şu adamı yenecek bir âdemoğlu geçse elimize.” Tekrar Süleyman’a döndü. “Yoksa çok yakında temizlememiz gerekecek it oğlu iti,” dedi. Patronunu onaylamadığı görülmemiş genç adam yine kendinden bekleneni yaptı ve, “Ne zaman istersen abi,” diye karşılık verdi elini belindeki silaha götürerek. O an bir alkış tufanı koptu, zevk ıslıkları çaldı. Terminatör sarışın adamı yere bırakmış -öldürmemişti, asla öldürmezdi- insanlara kendi tezahüratını yaptırıyordu. “Ah, bir mucize olsa,” dedi yine Esad. “Biri çıksa da şunun kemiklerini un ufak…” Cümlesini tamamlayamadan ilginç bir şey oldu. Siyah gömlekli bir adam yavaş adımlarla ringe doğru ilerledi ve zafer çığlıkları atan Terminatör’e bağırdı: “BENĐMLE DÖVÜŞMEYE VAR MISIN?”

***

Kısa bir süre için Terminatör’e meydan okuma cesareti gösteren adamı bir kenara bırakıp yenilmez Terminatör ile Esad’ın karşılaşmalarına göz atalım. Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi Esad zengin, güçlü ama genç bir yeraltı adamıydı. Bu nedenle de onu kendisi için tehdit olara gören birçok düşmanı vardı. Yeraltı âleminde yükselişe geçtiği son beş yıl

11


Kan Meleği

içinde kendisine karşı pek çok komplo kurulmuş, kuyusu defalarca kazılmaya çalışılmıştı. Kimini şansla, kimini adamlarının becerisi sayesinde, kimini de bizzat kendi gücüyle engellediği bu saldırılar onun kendini korumak için büyük yatırımlar yapmasına sebep olmuştu. Bir kale gibi korunan Esad’ın özel malikânesi güvenlik bakımından

en yüksek

düzeydeydi. Beş tane Pitbull ve on beş koruma her an tetikteydiler. Esad bu konularda teknolojiye de çok güvenirdi. En pahalı ve garantili alarmlar onun hizmetindeydi. “Güç Parkı”nın korunması için aldığı önlemler de dikkate değerdi. Eğer deponun dışına bakılacak olursa yirmi beş tane irikıyım koruma görülebilirdi. Eğer siz görmezseniz emin olun onlar sizi görürdü… Đzinsiz girmeye veya çıkmaya çalışan kişinin hayatta kalma olasılığı yok denecek kadar azdı. Peki birisi çıkıp tüm bu güvenlik önlemlerini tereyağından kıl çeker gibi aşsa ve sizin yanınıza gelip “dövüşmek istiyorum” dese ne yapardınız? Đşte Esad’ın başına gelen de buydu. Bir buçuk ay önce bol para kazandığı bir gecenin sonuna doğru bir adam deponun kapısındaki iki korumayı gözünün önünde yere serip içeri girmişti. Unutulmamalı ki kapıdaki iki koruma Esad’a ulaşmadan önceki son adamlardı, yani diğerlerini etkisiz hale getirmiş olmalıydı. Esad doğruca kendisine yönelmiş adamı görünce yanından eksik etmediği FN Five-Seven model silahını çıkarmış ve bu gözü pek adama doğrultmak üzere hazır bekletiyordu. Aslında istese onu hemen indirirdi, ama bu pek çok yönden oldukça riskli bir hareket olurdu. Ringde son dövüşçüler kıran kırana dövüşüyor ve seyirciler de tüm dikkatleriyle bu maçı izliyorlardı. Bir silah patlaması tüm seyircilerin dikkatini çekecek ve

12


Gökcan Şahin

paniğe kapılmalarına neden olacaktı. Esad o gün için kaostan kurtulsa bile kendini güvende hissetmeyen işadamları bir daha dövüşe gelmeye cesaret etmezlerdi. Esad bu adamların çoğunun bir çocuk kadar tırsak olduğunu çok iyi biliyordu. Esad adamın yanına gelmesini beklemeye karar verdi. Ne kadar güçlü olursa olsun elinde silah yoktu ve dünyanın en güçlü silahlarından biri olan bir FN Five-Seven’a karşı durması imkânsızdı. Esad, yanında silahını çekmeye hazır olan Süleyman’ı da uyararak adamın yanına gelmesini izlemişti. “Kimsin ve ne istiyorsun?” demişti iki adım ötesindeki kısa boylu kaslı adama. “Adım önemli değil, ama lakabım Terminatör. Đstediğim ise dövüşmek. Şu ringdeki adamlar gibi…” Ve Esad hemen o gece, en güçlü adamıyla dövüşmesi için bir maç tertip etmişti. Çok önceleri hayalarına yediği bir tekme sonucu kısır kaldığı için kendine Katır denen bu adam, sahip olmadığı tüm cinsel gücü de dövüşlerde kullanıyor gibiydi. Yaptığı kırk maçın taş çatlasa beşini kaybetmişti. Esad, Katır’ın kendine Terminatör diyen şu kendini beğenmişi de anasından doğduğuna pişman edeceğinden emindi. Özellikle maçtan önce, galibiyeti durumunda çok büyük bir prim vereceğini garanti ettikten sonra. Kendilerine söylenenden bir maç daha fazlasını izleme şansını elde eden seyirciler epey mutlu görünüyorlardı ve hepsi de bahisler konusunda pamuk ellerini ceplerine atmıştı. Esad zaten gayet kârlı geçen geceyi daha da iyi durumda kapatacaktı. Fakat bu duruma pek keyiflenemiyordu, çünkü

13


Kan Meleği

paranın çoğunu şu beceriksiz korumaların yerine yenilerini tutmak için harcayacağını biliyordu. Katır ve Terminatör arasındaki heyecanlı dövüş, beklenmedik şekilde Terminatör’ün lehine sonuçlandı. Hatta tam anlamıyla ter bile dökmeden kazanmıştı adam. Esad bu duruma sevinse mi üzülse mi bilememişti, Katır hastanelik olmuşken Terminatör yeni kahraman haline gelmişti ve görünüşe göre dünyanın en hevesli dövüşçüsüydü. Ertesi hafta yine ringdeydi Terminatör. Rakibi olan Fırtına Selim’i rahat rahat nakavt edince seyircinin gönlündeki tahta iyice kurulmuştu. Üçüncü hafta Esad daha önce denemediği bir şeyi denemiş ve aynı gece içinde iki maç üst üste yaptırmıştı Terminatör’e. Rakiplerden biri, doping kullandığı anlaşılınca lisansı alınan eski bir boks şampiyonuydu. On dakika boyunca kendi tezahüratını yaptırdıktan sonra Terminatör’e üç dakika dayanabilmişti. Đkincisi ise çekik gözlü olduğu ve kung fu hareketleri kullanarak dövüştüğü için Bruce Lee lakabı verilmiş kara kuru biriydi. Terminatör bu kez dövüşü rölantiye almış ve oldukça hareketli olduğu için ona epey zevk veren rakibiyle yarım saat kadar oynadıktan sonra canı sıkılınca tek yumrukla yere sermişti. Dördüncü hafta hemen hemen tüm bahisler Terminatör’e oynanınca ve o yine tüm maçları kazanınca Esad önlem almak zorunda kaldı. Dört bir yana en iyi dövüşçüleri bulmak için haber gönderdi ve büyük ödüller vaat etti. Beşinci hafta kendine Herkül diyen iki metre boyunda yüz kiloluk bir adam geldi ve ilk kez Terminatör’ü zorlar gibi oldu. Gerçekten de iki insanın birleşimi gibi duran bu adam eğer sıradan bir dövüşçüyle karşılaşsaydı

mağlup

olma

olasılığı

14

yok

gibiydi,

bu

da

Esad’ı


Gökcan Şahin

umutlandırmıştı. Maçın ilk darbesi de Herkül’den gelince sinsi bir sırıtış gelmişti Esad’ın yüzüne. Fakat sadece birkaç dakika sürecek bir sırıtış… Terminatör ilk kez yaralayıcı darbeler yemesine rağmen Herkül’ü de yenmeyi başarmıştı. Hatta o yüz kiloluk bedeni kaldırıp deponun duvarına çarpmıştı. Sıvası dökülen duvarın tamiri yine Esad’ın cebinden çıkacaktı. Sonuçta altıncı haftaya kadar yenilmeden geldi Terminatör. O gün tam beş karşılaşma yaptı, yine yenilmedi. Sarışın uzun saçlı son kurbanını da hallettikten sonra tüm bunlara rağmen sizin de şahit olduğunuz üzere gönüllü bir rakip çıktı: Kara gömlekli, kel kafalı bir adam.

***

Esad nefesini tutmuş, kaşlarını çatarak izledi olanları. Yanındaki genç, “Dışarı attırayım mı bu adamı?” diye söyleniyordu. “Dur dur, bakalım ne yapacak? Bu cesareti nereden buldu acaba?” Süleyman hiçbir şey önermemiş gibi sakince geri çekildi. Terminatör sessizleşmiş salonu inleten bir kahkaha attı ve ringin hemen dışındaki adamı tek eliyle kaldırıp ringe soktu. Siyah gömlekli, ringde iki takla attıktan sonra ayağa kalktı, üstünü düzeltti. “Sen mi bana meydan okuyon lan cılız!” dedi Terminatör. Eh, haklıydı. Rakibi hiç de iri cüsseli biri değildi. Belki gömleğinin altında güçlü kasları olabilirdi ama Terminatör’le asla yarışamazdı. Cevap vermedi kara gömlekli. Bu sırada dövüşü organize edenler boş durmamış bahisleri toplamaya başlamışlardı. Đnsanlar yeni gelenin cesaretini takdir etmiş olsalar gerek, ona oynayanlar da pek az sayılmazdı.

15


Kan Meleği

Hatta o an tribünlerin yarısından fazlası ona tezahürat yapıyordu. Adı çoktan koyulmuştu: SĐYAHLI! SĐYAHLI! Oysa Siyahlı’nın seyircilere oynama gibi bir niyeti yoktu, hatta onların varlığını bile umursamıyordu. Ringin dışında hakem niyetine getirilmiş bir adam gongu çalar çalmaz Terminatör saldırıya geçti. Tüm gücünü verdiği sağ yumruğu rakibinin suratını sıyırırken kulağına “kardeşini özlememiş gibisin,” dendiğini duydu. Kaşlarını çattı, karşı bir yumruktan sıyrılırken Siyahlı’nın ne demek istemiş olabileceğini düşünüyordu.

***

“Ulan valla dualarım kabul oldu!” diye sırıttı Esad. “Baksana yirmi dakikadır dövüşüyorlar, Terminatör yıkamadı adamı. Bu Siyahlı’da iş var!” “Abi, bizimkinin bu kadar öfkeli dövüştüğünü görmemiştim. Baksana, hiç gülmüyor.” “Doğru, ama şans bize gülüyor Süleyman, şans bize gülüyor. Bu adam bugün bir devrim yaptı. Baksana tribünlere. Hepsi Siyahlı diye bağırıyor. Tam istediğim şey oluyor.” Esad’ın ve diğerlerinin tam istedikleri şey olsa da Siyahlı’nın istediği şey olmuyordu bir türlü. Terminatör’ü çabucak etkisiz hale getirebileceğini düşünmüştü, ama durum hiç de beklediği gibi değildi. Bu adam Zehir Haluk’tan bile dişli çıkmıştı. Sürekli antrenman yapıyordur, diye kendisi teselli ederek dövüşmeye devam etti Siyahlı. Kendisi o kadar dövüşen biri değildi. Genelde insanlar daha adını duyduklarında istediğini yaparlardı. Tüm Đstanbul’un yeraltı

16


Gökcan Şahin

camiasında isim yapmıştı. Đlk başta çirkin suratıyla tanınıyordu ama önceki yıl artık dayanamayacağını anlayınca yüzüne estetik yaptırmış, yakışıklı olmasa da normale yakın bir görünüme kavuşmuştu. Simetrik çıkmayan saçlarını da sonsuza kadar kazıtmıştı. Mafya dünyasında bu estetik meselesi duyulunca bir süre alay konusu olmuştu ama polis adına yaptığı birkaç kahramanlıktan ve birkaç ‘kötü adam’ın işini bitirdikten sonra eski karizması daha da güçlü olarak geri gelmişti. Suç âleminde “Acımasız” denilince kaçacak delik aramayacak tek adam yoktu. Oysa o kendisine “Acı” denilmesini tercih ediyordu. Şu salondakilerin hiçbiri onun yüzünü görmemişti (aslında hemen hemen ‘hiç’ kimse görmemişti) ve bu sayede oyununu sorunsuzca devam ettirebiliyordu. “Pes etmeye niyetin yok mu?” dedi boş bir anda. “Bu arada çok gerçekçi bir lakap takmışsın kendine Terminatör! Eh, bir robota da bu yakışırdı!”

***

Terminatör, o güne dek kimsenin tanık olmadığı bir öfkeyle saldırdı rakibine.

Son

gücüyle

sıktığı

yumruk,

Acı’nın

yanağındaki

metali

parçalayabilecek kadar sert indi. Acı ringin arkasında kalan iplerine çarptı, ipleri kopardı, yere değmeden metrelerce gitti ve insanların “oooo” sesleri eşliğinde yere düştü. Daha kıpırdayamadan kıskaç gibi bir el boğazına sarıldı. Terminatör’ün yenilgi yüzü görmemiş eli… “Kimsin lan sen? Ne demeye çalışıyorsun?” dedi tükürükler saçarak.

17


Kan Meleği

Acı böyle bir duruma düşeceğine ihtimal vermemişti. Sol gözü bir kararıp bir açılıyordu. Ağzı seğiriyordu ve dilinin üzerinde kırılmış iki dişini hissediyordu. “Konuşsana lan! Ne robotu?” dedi Terminatör. “Kuğu,” dedi zorlukla. “Kuğu Kılıcı…” “Ne?” Terminatör’ün gözleri hayretle irileşmişti. Elini Acı’nın boğazından çekti.

Bir saniyeliğine gözlerini kapatıp açtı ve adamı

zorlanmadan kucağına alıp çıkışa yöneldi. Esad’ın adamları önünü kesmekte gecikmediler. Terminatör, elleri doluyken bile hünerlerini sergileyebildiğini gösterircesine iki adamı darmadağın edip bir tekmeyle de kilitlenmiş depo kapısını kırarak dışarı çıktı. Bu sırada Acı düşüncelerine hâkim olmaya çalışıyordu. Đki sene öncesini hatırladı. Zehir Haluk’u kucağında evine taşıyışı… Ve şimdi durum öyle bir hale gelmişti ki kendisi başka bir robot tarafından kucakta taşınıyordu. Peki kaderi de Zehir Haluk gibi mi olacaktı? Hayır buna izin vermezdi, gücü hâlâ kaçmaya yetecek kadar vardı. En azından o öyle umuyordu. Dışarı çıkar çıkmaz kendini yere bırakılmış buldu. Zar zor ayağa kalktı. Boynunu sabit tutmakta zorlandığını fark etti. Üstelik kulaklarında sabit bir çınlama vardı. Birkaç saniye sonra çınlamayla boynunun sallanması aynı anda sona erince rahatladı. Ağzındaki iki dişi tükürdü ve gözlerini kendinden biraz daha kısa boylu ama epey kaslı rakibine dikti.

18


Gökcan Şahin

“Şimdi anlat bakalım, niye buldun beni? Ne istiyorsun?” dedi Terminatör. Ama Acı cevap verecek vakti bulamadan deponun kapısından Esad ve bir sürü koruması göründü. “Gel,” dedi Acı, “arabam az ileride.”

***

Acı, arabayı önceki günden beri konakladığı Akdağ Sitesi’ne sürdü. Tekirdağ sınırında ufak bir tatil sitesiydi burası. Marmara Denizi’ni gören bir park yerinde aracı durdurdu ve konuşmaya başladı. Sol yanağı ağzını oynattığı anda fena halde zonkladı. Belli ki aldığı hasar az buz değildi. “Aslında,” dedi, “seni zorla konuşturmaya çalışacağımı sanıyordum, ama durum tersine döndü.” “Kuğu Kılıcıyla alakan ne? Kimsin ve ne istiyorsun?” dedi Terminatör sabırsızca. “Ben de bunu öğrenmeye çalışıyorum ya. Kim olduğumu yani… Birilerinden adımın aslında Rqu-01 olduğunu duydum. Yedi sene önce Haliç’te hafızamı kaybetmiş bir halde kendime gelip bir kebapçıda yeni hayatıma başladıktan sonra bana “Acı,” demeye başladılar. Robot olduğumu öğrenip yeraltı dünyasının korkulu rüyası olduğumdan beri “Acımasız” diyorlar. Đki sene önce çıkarttığım nüfus kâğıdındaysa “Mert Doğan” yazıyor. Kısaca istemediğim kadar çok ismim var. Ama ben Acı’yı tercih ediyorum.”

19


Kan Meleği

Terminatör’ün tüm dikkatiyle dinlediğini görünce, Haliç’te kendine gelişinden Zehir Haluk’un ağzından aldığı Kuğu Kılıcı projesine kadar her şeyi sırasıyla anlattı.

***

“Đki senedir beni Haliç’te bulup kurtaran polisin yani Koray’ın da yardımlarıyla diğer robotları bulmaya çalışıyorum. Aslında hepsinin suça karışmış olduğundan emin olduğum için olağanüstü güçlere sahip olduğundan şüphelendiğim suçluların tepelerine biniyorum. Hepsi de fos çıktı ama görüyorum ki sonunda aradığımı buldum. Zehir Haluk’tan sonra bulduğum ikinci robot sen oldun. Bu depoda kaçak dövüşler yapıldığını ve haftalardır yenilmeyen bir dövüşçüden bahsedildiğini duyduğum an bir robot için dövüşmekten daha kolay bir şey olmadığını düşünüp onun -yani senin- bir robot olduğundan şüphelenmeye başladım. Kendine taktığın lakabın Terminatör olması da ayrı bir destek noktasıydı. Bugün o iş adamlarının arasına sızıp seni seyrettim ve kolayca yendiğin rakiplerinle alay ederken kötülük ve nefret dolu kahkahalarını gördükten sonra…” Derin bir nefes aldı. “Đşte buradayız.” “Zehir Haluk yalan söylemiş,” dedi Terminatör renksiz bir ses tonuyla. Acı şaşkınca yüzüne baktı. “Nasıl yani?” “Zor durumda kaldığında, yani robot olduğu açığa çıktığında anlatması için programlandığı hikâyeyi anlatmış sana. Diğer bir deyişle söylediklerinin çoğu uydurma. Biz Amerikanlar tarafından falan yapılmadık.

20


Gökcan Şahin

Ama üç robot onlar tarafından dönüştürüldü, Haluk dediğin de onlardan biriydi.” Acı’nın yüzü allak bullak olmuştu. Đki yıldır inandığı şey tamamen yalan mıydı? Yoksa yalan söyleyen şu an yanında olan mıydı? “Hafıza yongan hasarlı olmasaydı sen de biliyor olacaktın, ama bilmediğine göre sana her şeyi en baştan anlatmak zorundayım.” “Dur bir dakika, dur…” dedi Acı. “Sen kimsin, önce onu söyle bana… Robot olduğundan başka bir şey bilmiyorum. Amacın ne? Niye durup dururken arkadaşça davranmaya başlıyorsun?” “O delirmiş kalabalığın beni çağırdığı ada bakarsak Terminatör’üm,” dedi gözlerini Acı’ya dikerek. “Amerikanlar ismimi önce Rqu-08, sonra RquEx koydular. Ama hafıza yongama işlenmiş asıl ve ilk ismim Udel Ser Venter. Gördüğün gibi benim de az ismim yok.”

***

Acı, iki sene önce robot olduğunu öğrendiğinden beri ilk kez bu kadar afallıyordu. Hiçbir şey düşündüğü gibi çıkmıyordu. Rqu-02’den Rqu-Ex’e kadar her birini farklı suçlar işlerken yakalayıp yok edeceğini hayal etmişti o ana kadar. Bir gün Rqu-02 bir banka soymaya yeltenirken çıkacaktı karşısına. Bir gün Rqu-04 art arda yirmi cinayet işlemiş bir seri katil olarak düşecekti sorgu odasına. Rqu-05 mesela bir uçak kaçıracaktı, Rqu-06 bir terör örgütünün başına geçecekti o muhteşem gücü sayesinde. Rqu-07 belki Türkiye’nin yönetimini ele geçirme planları yapacaktı. Ve elbette en güçlüsü, Rqu-Ex tüm çizgi

21


Kan Meleği

romanlardaki büyük kötü adam gibi Dünya’yı hâkimiyeti altına alma planlarıyla karşısına çıkacaktı. Şu işe bakın ki, Rqu-03’ten ya da nam-ı diğer Zehir Haluk’tan sonra ilk karşısına çıkan o büyük kötü robot olmuştu ve Acı’ya gayet arkadaşça durumun hiç de düşündüğü gibi olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Şimdi yaşadığı neydi peki? Hayal kırıklığı mı? Kahraman olma şansını yitirdiği için üzüntü mü? Evet, kendine itiraf edemese de içinde yükselen duygular arasında bunlar da vardı. Ayrıca resmen herkesin önünde dayak yemiş, gururu incinmişti. Rqu-Ex’e öfkeli olması gerekirdi, ama o da olmuyordu. Kendini bildi bileli -yani yaklaşık yedi senedir- böyle bir duygu karmaşası yaşamamıştı. “Hangi adını kullanmamı istersin?” “Đster Udel’i kullan, ister Venter’i. Herhangi bir ad-soyadı ayrımı yok. Ser bir ara isim olduğu için tek başına kullanılmıyor.” “Tamam, Udel diyeceğim. Gerçi Türkçeye alışınca telaffuzu biraz komik oluyor…” Kısa bir sessizlik oldu. “Bütün geceyi bu arabanın içinde anlatacaklarımı dinleyerek geçirmek zorunda kalabilirsin,” dedi Udel. “Öyle olsun, nasıl olsa robotum, uykuya falan ihtiyacım yok.” “Sen öyle san,” diye gülümsedi savaşçı. “Bir dene bakalım kaç gün uyanık kalabiliyorsun… Bu arada canını yaktığım için üzgünüm. Emin olmak zorundaydım.” “Emin olmak mı?” “02 veya 03 olmadığından. Gerçi 03’ü yok etmişsin anlattığına göre.”

22


Gökcan Şahin

“Neden 02 ve 03? Tehlikeli olan, daha doğrusu “kötü” olan onlar mıydı?” “Aslında

‘değiştirilenler’

diyelim.

Neyse,

hepsini

bu

gece

dinleyeceksin.” “Peki, anlat bakalım. Özrün kabul edildi bu arada.” Ve Udel Ser Venter bir robota yakışır biçimde, aksamadan, duraklamadan, yorulmadan anlattı: “16 Mart 1985’te başladı her şey…”

23


BÖLÜM ĐKĐ

KEŞĐF 16 Mart 1985’te Đç Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarında her gün yaptığı gibi koyunlarını otlatan bir çoban sevdiği bir türküyü mırıldanarak dalgınca yürüyordu. Adı Musa’ydı. Dertsiz tasasız, kendi halinde bir hayatın en iyi örneklerinden biriydi. Her akşam eve gelmesini dört gözle bekleyen iyi huylu bir karısı, şirin mi şirin dört yaşında bir çocuğu vardı. Kendisi kırk beş yaşındaydı ve on beşinden beri bölgenin en büyük köylerinden Karkaya’nın değişmez çobanıydı. Onun için tüm hayvanların dilinden anladığı söylenirdi laf arasında. Çobanlık tam anlamıyla kanında vardı. Şimdi, son birkaç aydır yanında gezdirdiği bir genç de eşlik ediyordu ona. Tıpkı Musa’nın çobanlığa başladığı gibi on beş yaşındaydı bu genç. Şu işe bakın ki onun adı da Đsa’ydı. Đki peygamberin buluşması gibiydi onlarınki. Đsa canı çok kolay sıkılan hiperaktif bir çocuk olduğundan ailesi okula gitmediği zamanlar oyalansın diye Musa’nın yanına vermişti onu. Musa başta hoşnut olmamıştı bu durumdan. Malum, yıllardır yalnız başına yapardı bu işi. Ama bir kere alışınca Đsa’sız yapamaz oldu. Hem çocuk da memnundu bu durumdan. Alan razı, veren razıydı kısacası.


Gökcan Şahin

Musa, Đsa’nın elindeki ince değneği yere sürüyerek sıkıntıyla oflayıp pufladığını fark etti. “Hayırdır Đsa? Bir derdin mi var?” “Biliyon ya Musa emmi. Kuyucugil’in Hatice’ye tutkunum ne vakittir…” “Biliyom, biliyom, bilmeyen mi kaldı?” “Öyle de… Kız naza veriyor kendini. Yüzünü bile göstermiyor.” “Çok üstüne gitme oğlum. Gör bak, bir gün kendi gelecek ayaklarına.” “Herkes öyle diyor da emmi… Đçim içimi yiyor işte, elimde değil.” Çoban genci teselli etmek için bir iki laf düşünürken gözleri alışılmadık bir şeye rast geldi. Yüz adım ötede, toprağın yukarı doğru meyillendiği yerde daha önce hiç rastlamadıkları bir yarık vardı. “Đsa, Đsa,” diye dürttü oğlanı. “Şuraya bak hele…” Çocuk, başını kaldırıp ustasının gösterdiğini görünce kaşlarını çattı. “Bu ne ola ki, Musa emmi?” “Dur bakalım, anlarız birazdan.” Önlerindeki koyunlardan birkaçı yarığa girince iki çoban koşa koşa yanına vardılar. Yarık, bir mağara gibi yatay uzanıyordu. Hatta düpedüz mağara biçimindeydi. Girişi bir metreden biraz yüksekti ve bir insanın eğilmeden içeri girmesi imkânsızdı. Koyunlar için bu yükseklik sorun teşkil etmese de korkmuş olacaklar ki bir iki dakika sonra acı acı meleyerek geri döndüler. “Đsa sen malları kolla, ben bir içeriye bakıp geleyim,” dedi çoban. “Emmi, içeri karanlık, nasıl görecen?”

25


Kan Meleği

“Yanımda çakmak var, bir bakıp gelecem. Sakın koyunları gözden kaybetme.” “Merak etme,” dedi Đsa ve ustası eğilerek içeri girip gözden kaybolana kadar arkasından baktı. Sonra birkaç koyunun uzaklaşmakta olduklarını görüp geri getirmek üzere peşlerinden gitti. Musa Çoban ise çakmağın incecik ışığında ağır ağır ilerlemekteydi. Her ne kadar girişi dar olsa da birkaç metre sonra insan boyunu geçiyordu mağaranın yüksekliği. Đçeride yoğun bir toprak kokusu vardı. Belli ki önceki gece bir toprak kayması olmuş, bu koca mağara açılmıştı. Musa yavaş yavaş ilerlemeye devam etti ama hava iyice boğucu olmaya başlayınca geri dönmeye karar verdi. Belli ki görecek bir şey yoktu. Taze taze kokan toprak ve yer yer dışarı baş vermiş bitki köklerinden başka… Eğer göz ucuyla çakmağın ışığını yansıtan o şeyi görmeseydi mağaradan hemen çıkacak, bu küçük keşif de sona erecekti. Ama gördü ve merakla toprağın içine gömülü parıldayan şeyin yanına gitti. Kalın parmaklarını bu şeyin üzerinde gezdirdi. Sert bir şeydi bu. Sert ve pürüzsüz… Etrafını tırnağıyla hafifçe kazıdı ve tabakanın diğer yönlere devam ettiğini gördü. Rengi griydi, tıklattığında hafif metalik bir ses çıkıyordu ve en ufak bir çiziğe meyil vermeyecek kadar pürüzsüzdü. Tıpkı geçen gün şehirden getirdiği gri tepsi gibi… Biraz daha kazıyıp bir metrekarelik dümdüz bir duvarı açığa çıkardıktan sonra iyice bunalınca dışarı çıkmaya karar verdi. Birkaç dakika sonra Đsa’ya gördüğü şeyi anlatıyordu.

26


Gökcan Şahin

***

O akşam köye döndükten sonra Musa’nın ilk işi Muhtar’ın evine uğramak oldu. Muhtar, evine buyur edip ne zamandır misafirliğe gelmediği için azarladıktan sonra bir soğuk ayran ikram ederek dinledi çobanı. Musa, hal hatır faslından sonra otlaklarda gördüğü mağaradan bahsetti. Gördüğü metalin bir çeşit maden damarı olup olamayacağı hakkında fikir yürüttü. “Valla tam zamanında görmüşsün madeni,” diye yanıtladı Muhtar. “Oğlum geliyor yarın Đstanbul’dan. Biliyon maden mühendisi kendisi.” “Bilmem mi? Bizim Kara Mehmet işte… Çocukken her yeri eşeleyip dururdu…” Gözü uzaklara daldı. “Vay be ne kadar zaman geçmiş görmeyeli. Gene de hatırımda… Amerika’larda okudu da köyümüzün gururu oldu aslanım…” “Sağ olasın çoban. Yarın bizim oğlana söyleriz, bakar ne olduğuna. Şimdilik bir şey etmeye gerek yok.” Çoban ve Muhtar bu konu kapandıktan sonra uzun uzun muhabbet edip köyün, şehrin ve ülkenin durumunu gözden geçirdiler. Eve giderken üzerinden büyük bir yükün kalktığını düşünüyordu Musa.

***

Ertesi gün Muhtar’ın oğlu Mehmet yol yorgunu olduğu için mağaraya gidemediler ama sonraki gün on beş kişilik bir ahaliyle birlikte yola koyuldular. Köy meydanında buluşup yola çıkmalarından iki buçuk saat

sonra

mağaranın

ağzında

kazma

27

küreklerini

yerlere

sermiş


Kan Meleği

dinlenmekteydiler. Bu arada Musa Çoban, Đsa ve Mehmet içeri girmiş, güçlü el fenerinin ışığında levhayı arıyorlardı. “Aha burada,” dedi Musa Çoban. “Kendim kazdıydım burayı.” El feneri hemen oraya döndü. Jöleli saçları, spor kıyafetleri ve şehir aksanıyla köy halkından epey farklı olan Mehmet ağzındaki naneli sakızı çiğnemeyi kesip levhaya dokundu, tıklattı, tokatladı… “Bu maden değil abi,” dedi. “Böyle pürüzsüz maden olmaz. Đnsan yapımı bir şey bu.” Sonra gülümsedi. “UFO mu buldunuz, ne buldunuz…” “UFO da ne la?” dedi Đsa. Mehmet ona hayretle baktı. “Abi, arada bir kitap, dergi falan oku. Nasıl bilmezsin UFO’yu…” Đsa’nın bu ‘şehir züppesi’ne aldırdığı yoktu, hiçbir zaman da olmayacaktı. UFO’nun ne olduğunu merak etmekten vazgeçip Çoban’a döndü. “Ne yapayım Musa emmi? Çağırayım mı bizimkileri?” “Dur bir koçum, Mehmet hele bir baksın.” Mehmet sakızını tekrar çevirmeye başlamış, yanında getirdiği ufak kazmayla etraftaki toprağı kazıp levhanın büyüklüğünü kestirmeye çalışıyordu. Birkaç dakika boyunca levhanın hâlâ ucunun bucağının görünmemesi artık birilerinin yardım etmesi gerektiğini düşündürttü mühendise. “Off, belli, küçük bir şey değil bu. Bari çağıralım dışarıdakileri de yardıma gelsinler,” dedi Musa’ya. Musa da Đsa’yı bir baş hareketiyle dışarı gönderdi. Az sonra fısıldaşarak gelen bir köylü grubu göründü el fenerinin ışığında.

28


Gökcan Şahin

“Beyler, gelin bakalım,” dedi Mehmet. “Şu levhanın etrafını kazıyoruz beraber, farklı bir şey görürseniz hemen haber veriyorsunuz. Bayağı sağlam görünüyor ama siz yine de zarar vermemeye çalışın…” “Her yandan onaylama mırıltıları geldi. Mağaranın geniş duvarı boyunca kazı başladı. Yaklaşık dört saatlik dikkatli bir çalışma sonucunda ortaya çıkan şey Mehmet için bile yeterince şaşırtıcıydı: Dokuz metre kenar uzunluklu devasa bir metal küp… Ne en ufak bir girinti-çıkıntı, ne de içinde ne olduğunu belirten en ufak bir iz vardı. Mehmet, küpün hangi maddeden olduğunu anlaması için gerekli malzemeleri yanında getirmediği için bu konuda da yorum yapamıyordu. Gerçi saf ve iyi bilinen bir maddeden yapılmıyorsa laboratuar incelemesi şarttı. Küpün maddesini öğrense bile böyle bir keşif onu aşıyordu. Böyle mükemmel bir küp ancak insan eliyle yapılabilirdi ve köylüler fark etmeden bu büyüklükte bir şeyin nasıl toprağın altına gömüldüğünü anlaması olanaksızdı. Aklına tek bir çözüm geliyordu. Üniversiteden hocası olan Prof. Dr. Merih Đnan’ı aramak. Ondan başka kimseye güvenemezdi. O sırada çalıştığı şirkete bile…

***

Köydeki tek telefon Muhtar’ın evindeydi. Mehmet eve gider gitmez babasının telefonunu kullanarak eski hocasını aradı. Ama elde ettiği şey profesörün konu hakkındaki görüşleri değil, ölüm haberi oldu. Merih Đnan, iki hafta önce sokak ortasında bıçaklanarak öldürülmüştü. Mehmet’in

29


Kan Meleği

aklına hemen siyasi cinayet olasılığı geldi. Hocasının aydın ve demokrat görüşlü olduğunu ve darbe hükümetlerine karşı her zaman soğuk tavır takındığını biliyordu. Ah, Merih Hoca… Kim bilir yine kimin damarına basmıştı. Mehmet çok sevdiği hocasına mı üzülsün, yoksa insanlık tarihine etki edebilecek tuhaf bir buluş yaptığına mı sevinsin bilemiyordu. Bu tuhaf psikoloji içinde bocalarken Amerika’dayken tanıştığı bir yüksek mühendisi aradı ve durumu anlattı. Mühendisin hemen yola çıkacağına ve küp hakkındaki araştırmaların masraflarını üstleneceğine dair verdiği taahhüt onu şaşırttı.

***

Keşif yapılalı bir ayı geçmiş, takvimler 21 Nisan 1985’i gösteriyorken, küp yerinden çıkarılmış, bulunduğu yerin birkaç yüz metre ötesinde kurulan araştırma yerleşkesine taşınmıştı. Sekiz Amerikalı bilim adamı, Mehmet’in de içinde bulunduğu üç mühendis ve küçük işlere bakan on beş kişiden

oluşan

bir

ekip

küpün

sırrını

çözmek

için

canla

başla

çalışmaktaydılar. Buluş kesinlikle basına sızdırılmıyor, büyük bir gizlilik içinde araştırmalar sürüp gidiyordu. Mehmet her ne kadar araştırma komitesinde olsa da, kendisine yeterli bilgi verilmediği konusunda şüpheleri vardı. Amerikalılar özellikle son zamanlarda Mehmet’e verilen görevleri hayli azaltmış, sadece basit araştırma

görevleri

vermeye

başlamışlardı.

30

Sanki

onu

projeden


Gökcan Şahin

uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Mehmet bu durumun kendi kuruntusu olup olmadığından emin olmasa da içinde sürekli bir rahatsızlık hissi vardı. Bir gün babasının Đstanbul’a göç etmek istediğini söylemesi onu hayli şaşırttı. Tamam, o sıralar köyden kente göç adeta moda olmuştu ama iş derdi olmayan, büyük tarlalara sahip olan ve üstelik köyün çeyrek asırdır muhtarlığını yapan -öyle ki köyde muhtarın adını bilen yoktu, herkes tarafından “muhtar” diye çağırılırdı- babası neden böyle bir şey istesindi ki? “Oğlum, yıllardır tarımdan kazandığımız paraların çoğu elimizde. Artık şehre gidip güzel bir emeklilik yaşayalım diyoruz. En çok da annen ve kardeşin için istiyorum. Orada şöyle güzel bir apartmanda ev tutarız, köydeki onca dert olmadan rahat rahat yaşarız. Kardeşin de okur orada… Biliyorsun, o senin gibi değil, okumaya niyeti yok. Burada kalsak ortaokulu bile bitiremeyecek…” Muhtar şehre taşınmak için yüzlerce bahane bulmuştu. Ve aslında anne-babası kararlarını da çoktan vermiş gibiydiler. Mehmet’e sormaları formalite icabıydı. “Zaten baksana köyün yarısı taşındı şehre. Gerisi de önümüzdeki yaz taşınacaklar. Musa çoban bile taşınmaya karar vermiş. Görürsün, köyde tek Allahın kulu kalmayacak… Biz ne edelim bu ıssız diyarlarda tek başımıza?” Mehmet ne onayladı, ne engel oldu. “Siz bilirsiniz,” gibisinden bir yanıt verdi. “Ama ben burada kalıyorum, Amerikalılar ne yapıyor görmem lazım, kendi bulduğum küpün ne menem bir şey olduğunu öğrenmem lazım…” “Tamam oğlum, sana gel demiyoruz. Đşin bitince gelirsin zaten. Hem artık senden de uzak kalmayız.”

31


Kan Meleği

Ve taşındılar da. Hatta Mehmet’in hiç beklemediği şekilde köyün tamamı taşındı bir sene içinde. Amerikalılar ise bu durumdan gayet memnun görünüyorlardı. Zaten araştırmaları duyulmasın diye ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı. Artık bir şey yapmalarına da gerek yoktu. Kimse görmeyecekti onları. Kimse sorgulamayacaktı ne yaptıklarını… Mehmet zaman geçtikçe kendi üzerinde de baskı kurmaya başladıklarını hissetti. Türk mühendislerin ikisi zaten çeşitli sebeplerle gitmişlerdi. Küçük işlere bakan iki Türk dışında sadece kendisi kalmıştı Amerikalı olmayan. Mehmet bu durumu Türkleri proje dışına çıkarmaya çalıştıklarına yordu. Kim bilir belki küpün sırrı bile çözülmüştü de açık edilmiyordu. Küpün hâlâ açılamamış olması ama bilim adamlarının bunu çok da umursamıyormuş gibi görünmesi iyice şüphelendirmişti onu. Mehmet sonunda geceleri uykularını kaçıran bu düşüncelerden kurtulmak için harekete geçmeye karar verdi. Birkaç bilim adamı dışında herkese kapalı olan SwSw odasına girmeyi kafasına koydu. SwSw’nun anlamını bile bilmese de içeride ne olduğunu görmek zorundaydı. Bir cumartesi gecesi herkesin uyuduğundan emin olduktan sonra bilim adamlarından birinden odanın anahtarını aşırmayı başardı. Hiçbir aksilik yaşamadan odanın kapısını açtı ve içeri girdi. El fenerinin ışığında elektrik düğmesini aradı. Bulup açtığında ve odayı gördüğünde gözbebekleri büyüdü, ağzı açık halde donakaldı.

32


BÖLÜM ÜÇ

KOPYALAR “Dur tahmin edeyim,” dedi Acı. “SwSw eşittir SwanSword. Yani Kuğu Kılıcı.” “Doğru tahmin,” dedi Udel. “Odada da bizi buldu. Robotları yani.” “Tam isabet. Şeffaf tabutlara kapatılmış sekiz adam buldu. Tabutların üzerinde sırasıyla Rqu-01 ile Rqu-08 arası isimler yazıyordu. Henüz üzerimizde yeterince araştırma yapılmadığı ve farklı olduğum anlaşılmadığı için ismim Rqu-Ex değildi.” “Sonra…” diye araya girdi Acı. “Sen uyandın, Mehmet seninle konuştu ve tüm yaşadıklarını anlattı, değil mi? Bunların hepsini de bu sayede biliyorsun?” Kafasını olumsuz anlamda salladı: “Bu kez tutmadı.” Udel gözlerini gökyüzünde parlayan aya dikti ve konuşmaya devam etti: “Mehmet robotları tek tek inceleyerek benim yanıma kadar geldi…”

***


Kan Meleği

Mehmet şaşkın şaşkın şeffaf tabutların içindeki adamlara bakarak ağır adımlarla odanın sonuna doğru yürüdü. Bulunduğu duruma anlam veremeyen Mehmet yine de mühendis olarak eğitilmiş beyninin istemsizce durumu irdelemesine engel olamıyordu. Odada attığı her adımda aklından onlarca olası durum geçiyor, ama bunlar yalnızca olasılık olarak kalıyordu. Rqu-08’in yanına geldiğinde durdu ve kutunun kapağını açmaya karar verdi. Herhangi bir kilitle koruma altına alınmamış olan kapak kolayca yerinden kaydı. Kapağı açtığı ilk saniyelerde bir yerlerde alarmlar öteceğini ve yakalanacağını düşündü ama öyle bir şey olmadı. Biraz olsun rahatladıktan sonra karşısındaki kas yığınını incelemeye koyuldu. Zift gibi siyah saçları tavandan yayılan ışığı son fotonuna kadar soğuruyordu. Bedeni soğuktu ama sıradan bir insan sertliğindeydi. Hiçbir yerinde yara izi görünmüyor, ezilme, büzülme, morluk gibi şeyler göze çarpmıyordu. Mehmet, ellerini karşısındaki bedenin ağzının ve burnunun önünden geçirerek hava akımı olup olmadığını kontrol etti. Hayır, nefes almıyordu. Nabzını kontrol etmek için bileğini kavradı. Nefesini dahi tutarak yarattığı mutlak sessizlikte herhangi bir atım olup olmadığına baktı. Saniyeler akıp geçti, en ufak bir nabız izi yoktu. Tam bileği bırakacakken ani bir kıpırdanmayla kendini birkaç metre geriye sıçramış halde buldu. Adamın gözkapakları açılmıştı ve zeytin siyahı gözleri doğruca ona bakıyordu. Az önce nabzı dahi atmayan adam düpedüz canlıydı ve şimdi sadece dudaklarını kıpırdatarak tekdüze bir sesle konuşuyordu: “Mehmet Dağkılıç. 21 Eylül 1960 doğumlusun. Maden mühendisisin. Amerika’da yaşıyorsun ve orada bir kız arkadaşın var. Bilinçaltında sürekli onu görme isteği yatıyor, ama burada kalmak için de oldukça geçerli

34


Gökcan Şahin

sebeplerin var. Kan grubun A Rh pozitif. Askerliğini Erzurum’da ve Siirt’te yaptın. Hayatında hiç ölü birini görmedin. Evli değilsin ve artık evlenmek istiyorsun, ama yabancı bir gelin getirmene ailenin ne tepki vereceğini bilmediğin için onlara hiç açılmadın. Anneni çok seviyorsun, ama babanı çocukluğunda senin istediğin gibi davranmadığı için hiçbir zaman çok sevemedin. Hayatındaki en büyük travma dört yaşındayken Mustafa adlı bir arkadaşının seni ağıla kilitlemesi ve yedi saatini orada geçirmiş olman. Bedenin oldukça sağlıklı. Tüm kan ve hormon değerlerin sağlıklı olman için ideal değerlerde…” Mehmet üzerindeki geçmek bilmeyen korku dalgasını atmaya çalışırken, karşısındaki adamın onu bu kadar iyi tanıyor olmasına da şaşırmaktaydı. Sonunda onun sözünü kesme cesareti gösterdiğinde zaten tüm hayatının gerçekleri önüne serilmişti. “Kimsin sen?” dedi doğal bir tepkiyle. “Beni nasıl bu kadar iyi tanıyorsun?” “Ben, son hesaplarıma göre 7.152.243 yıl önce üretilmiş, gezegen üzerindeki zeki yaşam varlığını sonsuza kadar korumakla görevli kırk bir robottan biriyim. 30.012 yıl önceki son büyük çarpışmanın sonunda hayatta kalan sekiz robotun lideriyim. Bana konulmuş ilk isim Udel Ser Venter. Üç ay önce siz Yedinci Nesil insanlar tarafından konulan son ismim Rqu-08.” “Yedi milyon yıl mı?” “Tam olarak 7.152.243 yıl.” “Ya… yani siz o küp… küpten mi çıktınız?” diye kekeledi Mehmet. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilmediğinden ilk aklına geleni söylemişti.

35


Kan Meleği

“O küp bizim binlerce yıl hasar görmeden barınmamızı sağlayan bir yapı. Hafıza yongamızdan mümkün olduğunca az bilginin kaybına izin veriyor. Yoksa amacımızı hatırlayamayız.” “Be… Ben hiçbir şey anlamadım. Neye karşı koruyorsunuz insanları? Neden?” “Đnsanlık belli zamanlarda yok olma tehlikesiyle karşılaşır ve bu belirli periyotlarla tekrarlanır. Küpün içindeki bir mekanizma bizi bu yok oluş döneminden kısa bir süre önce uyandırır.” “Yani şimdi… şimdi bir felaketin eşiğinde miyiz? O yüzden mi?...” “Bizi küp uyandırmadı, küpü açan insanlar uyandırdı. Bu durumun olumsuz sonuçlarını şu an hesaplayamıyorum. Aslında şu an yapmamız gereken şey küpü taşıyıp başka bir yerde tekrar uykuya dalmak ama insanlar küpte geri dönüşü olmayan hasarlara sebep oldu. Bizi kopyalayıp kendilerine asker yaratmaya çalışıyorlar.” “Asker mi yaratmaya çalışıyorlar?” “Evet, bunu da kalan son sekiz robot içinde sadece bende olan dokunma alıcılarım sayesinde öğrendim, tıpkı sen bana dokunduğunda tüm bilgilerini öğrenmem gibi. Eğer devrelerimizi çözüp asker yaratmayı başarırlarsa gelecekte neler olabileceğini hesaplayamıyorum. Ama insanlık için iyi olmayacağından eminim.” “Peki diğerleri de uyanık mı?” “Hayır, şu an hareketleri engellenmiş durumda. Küpe verilen hasar onların aktive olmalarını engelledi.” Lanet olsun, hepsi benim suçum, diye düşündü Mehmet. Küpü bulan oydu, Amerikalıları bu işe bulaştıran oydu, projenin başlamasını sağlayan

36


Gökcan Şahin

ve her aşamasında yardım eden oydu. Ve bana dokunduğuna göre bunların hepsini biliyor. “Bütün bunları neden bana anlatıyorsun?” diye sordu robota. “Çünkü yardım etmeni umuyorum.” “Ama nasıl?” O anda SwSw odasının kapısı şiddetle açıldı. Dürbünlü tüfekleriyle iki kişi içeri girdi: “Stay there! Hands up!” Mehmet kısa bir an yaşadığı tereddütten sonra ellerini kaldırdı ve teslim oldu. Yapacak başka bir şey yoktu. O ne bir süper kahramandı, ne de güçlü bir robot. Sıradan bir insanın çaresizliği içinde odadan çıktı ve bilinmeyen bir yere götürüldü.

***

Udel Ser Venter, tek kurtuluş umudu olan Mehmet Dağkılıç’ın Amerikanlar tarafından tutuklanışını anlatırken duraksayınca Acı derin bir iç çekti. Hikâyenin gerisini merak ettiğini söylemek için ağzını açmıştı ki… “Onu bir daha görmedim,” dedi Udel. “Ne? Görmedin mi? Nasıl kurtuldun peki?” “Hemen hemen yirmi yıl boyunca kurtulamadık. Üzerimizde binlerce deney yaptılar. Hatta şu an kullandığınız bazı elektronik devrelerin bizim sayemizde oluşturulduğunu söyleyebilirim.” “Peki şu an nasıl özgürsün?” “Laboratuarda yapılan bir hata sayesinde. Ha, senin de payını yadsıyamam tabii.”

37


Kan Meleği

“Benim payım mı?” Dalgınca başını salladı Udel ve tekrar hikâyesine dönmek üzere ağzını açtı. Henüz ses telleri kıpırdamamışken (belki de onunkiler gerçekten ‘tel’di) arabanın camına tıklatıldığını duydu. Konuşmaya öyle dalmışlardı ki yanlarına gelen adamı fark etmemişlerdi. Acı kaşlarını çatarak camı indirdi. Takım elbiseli bir adamdı gelen. Cama eğilince kravatı sarkmıştı. Adamın karanlıkta kedi misali yeşil yeşil parlayan gözleri vardı. Daha Acı ne istediğini soramadan “demek buradaydınız,” dedi. Ve biraz geriye çekilip eğildi. Acı ve Udel, onun ne yaptığını anlayamadan zeminin hareket ettiğini hissettiler. Acı kapıyı açmaya çalışırken arabanın tabanı yerden yükseldi. Adam aşağıda kalmıştı ve saçlarından başka bir yeri görünmüyordu. Bir saniye sonra da arabanın altında tamamen kayboldu. “Arabayı kaldırıyor!” dedi Udel. Bir saniye geçmemişti ki araba ok gibi ileri fırlarken iki robot eylemsizlik kuvvetinin etkisiyle koltuklarına lehimlendiler. Kısa bir süre yere göre kırk beş derecelik bir açıyla adeta bir top mermisi gibi denizin üzerinde uçtuktan sonra araba yere paralel hale geldi ve yavaşladı. Çok geçmeden de düşüşe geçti. Acı hâlâ kapının kolunda olan elini çekti ve istemsiz bir çığlık attı. Denize gömülmeden önce gördüğü son manzara dolunayın suyun üzerinde kıpırdanan yansımasıydı.

***

38


Gökcan Şahin

Hiçbir

şey

göremiyor,

hiçbir

şey

duyamıyor,

hiçbir

şey

hissedemiyordu. Var mıydı, yok muydu, onu dahi anlayamıyordu. Bir şey onu bir yere çekiyordu; ama aşağı mı yukarı mı, içine mi dışına mı, belli değildi. Evrende başıboş dolaşan bilinçli bir nokta gibiydi. Kaybolmuş… Yitmiş… Yoğun bir deja vu hissi beynini kavururken denizin dibine doğru umutsuz yolculuğu kavrayamadığı bir zamandan beri sürüyordu. Kurtulmak için en ufak bir çaba göstermiyor,

donakalmış bir halde Marmara

Denizi’nin dibine giden yolu seyrediyordu. Arabanın içi yavaş yavaş denizin tuzlu suyuyla dolarken yanında oturan Udel’in farkında bile değildi. Haliç’te kendine gelişini yaşıyordu o an zihninde ve bundan bir türlü kurtulamıyordu. Ta ki yolcu koltuğunun tarafındaki kapı sert bir darbeyle dışarı fırlayana ve adını çağıran bir sesi defalarca duyana kadar… Kapıdan içeri sel gibi akan su bedenine çarparken bir el onunkini kavradı ve dışarı çekti. Arabadan hızla çıktı ve başıboş dolanan bir nokta olma halinden çıkıp kendini bulmayı başardı. Kısa süre sonra yüzeydeydi. Gözleri Udel’i ararken etrafındaki suyun yavaş yavaş kızardığını fark etti. Gökyüzünde parlayan ayın cüretkâr ışığında çok rahat görebiliyordu bu rengi. Yine kanıyorum, diye düşündü. Aynı yere döndük. Yıllar sonra bir kez daha kanlar içinde yüzüyorum. Bu tuhaf hayat yine gösterdi sihrini ve beni yedi yıl öncesine geri götürdü. Unutmuştu her şeyi o anlığına. Haliç’ten çıktığı günden beri yaşadıkları basit bir rüyaydı. Suyun yüzeyinde baygın kaldığı birkaç saat

39


Kan Meleği

içinde kendi kafasında uydurduğu bir hikâye belki de. Aynı yerdeydi işte. Yine denizdeydi, yine kanıyordu, yine çıplak hissediyordu kendini… Ve yine yüzüyordu sahile. Belki o kara parçasına ulaşmak her şeyi çözerdi. Belki koca bir madeni küpün içinden çıkarılmış robot değil de teknesi batmış bir balıkçıydı. Belki… Çıktı kıyıya. Çıplak olmadığını gördü. Yırtık pırtık ve sırılsıklam da olsa siyah gömleği ve pantolonu üzerindeydi. Terminatör’le dövüştüğü sırada “Siyahlı!” tezahüratlarına sebep olan giysileri hâlâ onu terk etmiş değillerdi. Üstelik öyle çok kan da akmıyordu üzerinden. Sağ kaşından gözüne ve oradan gömleğine süzülen kızıllık, her şeyi açıklıyordu şimdi. Arabadan çıkarken kapıya çarpmıştı kaşını, ama o sırada bunun farkına bile varmamıştı. Lanet olsun, dedi gömleğini üzerinden söküp atarken. Her şey gerçekmiş! “Niye gerçek olmasın ki?” dedi kibar bir ses. “Sen robotsun, ben robotum, insan olmasak da gerçeğiz.” Acı zar zor gördü cevap vereni. Kumsala çekilip ters düz edilmiş ufak bir tekneye yaslanmış takım elbiseli bir adamdı. Birkaç adım atınca adamın onları denize atan kişi olduğunu fark etti. “Rqu-02!” diye homurdandı Acı. “Bravo, bildin, ama biraz eksik söyledin. Ben Rqu-02.3. Yani 02’nin üçüncü kopyası.” Acı saf öfkeyle sarmalanmışken bu söyleneni pek anlamıyordu. Şimdi tek isteği karşısındakini yok etmekti. Sonsuza kadar… Bunun için hızlı ve güçlü adımlarla yaklaşıyordu adama.

40


Gökcan Şahin

“Ağır ol bakalım,” dedi biri. Kumsalın bittiği yerdeki ağaçlıkların arkasından çıkan kısa boylu ama güçlü görünümlü bir adamdan gelmişti ses. Ve onu en az bir düzine daha adam takip ediyordu. Acı’nın gözü en öndekini ısırsa da çıkaramadı. Ama çıkaran biri vardı ve onun sesi deniz tarafından geldi: “Esad!” Acı istemsizce arkasını döndü ve sırılsıklam dalgaların arasından çıkan Udel’i gördü. “Esad ya!” diye alayla konuştu kısa ama güçlü adam. “Benim de robot olabileceğimi hiç aklına getirmedin değil mi? Düşün bakalım, yeraltı dünyasında sence nasıl bu kadar hızlı yükselmiş olabilirim?” “Şerefsiz!” dedi Udel, Acı’nın yanına varırken. “Bu arada bana da Rqu-02.1 diyebilirsin. Yani orijinal Rqu-02’nin ilk kopyası.

Şu

etrafımdakiler

de

diğerleri.

Kabul,

birbirimize

pek

benzemiyoruz ama çalışma prensiplerimiz aynı.” “Demek başardılar,” dedi Udel. “Hem de çok ani oldu Terminatör,” diye sırıttı Esad. “Kuğu Kılıcı merkezinde olanlardan sonra 02 ve 03’ü alıp Amerika’ya götürdüler. 01 başarısız olup, diğer tüm robotlar ellerinden kaçınca artık orada kalamazlardı. Sen Amerikanların bu muhteşem deneyi öylece bırakıp gideceklerini mi sandın yoksa? Etrafta kendilerini ve belki de tüm insanlığı tehdit edebilecek altı tane robot varken boş boş oturacaklar mıydı? Tabii ki hayır. Amerika’da işler çok daha iyi gitti. Zaten epey ilerleme kaydedilmiş olan çalışmalar sadece iki senede yeni kopyalar üretebilecek seviyeye geldi. Bunun için sadece 02’yi kullandılar. 03’ü ise diğer robotları bulması için Türkiye’ye geri yolladılar. Açıkçası onun yok olmasına kimse üzülmedi.

41


Kan Meleği

Çünkü kopyalar çoktan elde edilmeye başlanmıştı. Üretildikçe Türkiye’ye gönderildik. Sizi yok etmemiz gerekiyordu ve an itibariyle bunu yapma zamanı geldi.” “Neden şimdiye kadar yapmadın bunu? Benim robot olabileceğim hiç aklına gelmedi mi?” “Yoo, daha ilk görüşte anlamıştım. Belki başkalarını da getirirsin diye düşündüm önce. Sen elimin altındaydın zaten, ama senin ününü duyan diğer robotlar da elime düşeceklerdi. Bunun için dört bir yana haber gönderdiğimi biliyorsun. Terminatör’ü yenene büyük ödüller! Ha ha ha…” Esad bu içten olmayan kahkahadan sonra yine asık suratlı haline döndü ve konuşmaya devam etti: “Haftalardır hayal kırıklığına uğradığımı kabul ediyorum. Hatta seni tek başına yok etmeyi düşünmeye başlamıştım. Ama bugün şu yanındaki adam bir sürpriz yaptı. Şimdi bir taşla iki kuş vurmuş olacağım. Sizinle aynı güçte on bir robot var yanımda. Bakalım kaç dakika dayanabileceksiniz… Beyler… Gebertin şunları!” Etrafları sarılmıştı, on ikiye karşı ikinin kesinlikle şansı yoktu. Udel diğerlerine göre biraz daha güçlü olabilirdi, ama yine de ne kadar dayanabilirdi ki? Belki de o an için tek şansları kaçmaktı ki o da olanaksızdı artık. Acı daha neler olduğunu tam çözememişken kendini sonu belirsiz bir kavganın içinde bulmak üzereydi. O güne kadar kimseye kaybetmemişti fakat Udel ona gayet yenilebilir biri olduğunu göstermişti depoda. On iki düşman ağırdan alarak üzerlerine gelirken iki robotun tek yapabildikleri sırt sırta verip gardlarını almaktı.

42


BÖLÜM DÖRT

KAN MELEĞĐ Beş adam köşeyi dönüp birkaç sokak lambasının cılızca aydınlattığı sokağa girdi. Etraf ıssızdı. Đnsanların bir kısmı çoktan uykuya dalmış, bir kısmı da televizyon başında yavaş yavaş uyuklamaya başlamışlardı. Sıcak havanın gazabına uğramış bir iki kişi balkonda oturmakta ve sivrisineklere av olmaktaydılar. Bomboş uzanan asfaltta iki kedi birbirlerinin peşi sıra karşıdan karşıya geçip duruyordu. Çok hafif bir rüzgâr apartmanların aralarındaki tek tük ağaçların yapraklarını titretiyor, birkaç ufak yarasa lambaların etrafında tur atıyordu. Her şey ne kadar sıradandı Eyüp’ün bu yüksek apartmanlarla çevrilmiş sokağında. Düzenli olarak sıralanmış lambalara rağmen ortamın pek de aydınlık olmamasından faydalanıp hemen hemen her akşam bir duvar dibinde birkaç bira götüren üç genç bile bu sıradanlığın bir parçasıydılar. Ama işte bir de bu beş adam vardı bu gece. Beş tuhaf adam. Sigarasını tüttüren uzun suratlı genç kısık sesle konuştu: “Bunlar da kim lan?” “Polis falan olmasınlar?” dedi bira şişesini sıkıca tutan diğer genç.


Kan Meleği

“Yok, yok, polise hiç benzemiyorlar. Tekin adamlar değil bunlar. Bizim sokakta ne işleri var acaba?” Đster üç yaşındaki bir velete, ister doksanındaki bir bunağa sorun, bu adamların tekinsiz olduklarını söyler ve bir an önce uzaklaşmak için ellerinden geleni yaparlardı. Önde yaşlıca, ağarmış top sakallı, hafif kambur bir adam -aralarında tekin olmaya en yakın olan oydu- hızlı adımlarla yürüyor, yan yana dört adam gayet sessiz ve düzenli bir şekilde ardından geliyordu. Eğer dikkatli bakılmazsa bu dört adam üç kişi sanılabilirdi. Çünkü dörtlünün en sağındaki -gençlere göre en uzakta olan- adam en siyahından bir zenciydi. Arada bir önünden geçtiği sokak lambasının ışığı tüysüz ve kaslı bedeninden yansımasaydı gerçekten de fark edilmeyebilirdi. Kolsuz ve siyah tişörtü de buna katkıda bulunuyordu tabii. Onun hemen solundaki, elbiselerinin içinde kaybolmuş ufacık bir adamdı. Zencinin tersine rengi bembeyazdı. Kulakları yok denecek kadar ufak, yüzü uzunca, kafası sivri ve saçsızdı. Yürürken ellerindeki parmaklar birbirine bitişikmiş gibi görünüyor, tuhaflığına tuhaflık katıyordu. Yürüyüşü de pek normal değildi, hava ortamına yabancı bir uzaylı gibiydi. Onun solundaki ise Viking savaşçılarını andırıyordu. Aralarında en irisiydi, saçları omuzlarına dökülüyor, geniş vücudu elbiselerini yırtacakmış gibi duruyordu. Üzerinde lacivert bir gömlek vardı, ama kalkanlı mızraklı bir savaşçı giysisi çok daha iyi yakışırdı. Grubun en solundaki; çekik gözlü, açık tenli, ortalama bir bedene sahip, çevik görünen ve yürürken bile dans ediyormuş hissi veren biriydi.

44


Gökcan Şahin

Karşısına çıkacak ilk adamı kung fu hareketleriyle yere serecek gibi duruyordu. “Mafya işi falan mıdır sence?” dedi gençlerden biri. Diğeri başını ağır ağır salladı: “Biri bu adamlara borcunu ödemediyse boku yedi, söyliyim.” “Şş, sessiz olalım, iyice yaklaştılar.” Adamlar gençlere hiç ilgi göstermeden geçip gittiler. Öndeki daha yaşlı olan adam bir apartmana girince diğerleri de onu takip ettiler. Birkaç saniye geçmemişti ki sokağın diğer ucundan bir polis arabası göründü. “Hasiktir şuna bakın,” dedi sigarasından son fırtını çeken genç. “Đş büyüyecek oğlum. Tüyelim bence.” “Durun lan, şunu bitireyim,” dedi diğeri bira şişesini göstererek. Diğer ikisi onu kollarından çektikleri gibi peşlerinden sürüklediler. Bir daha bu sokağa gelmeyeceklerdi, bunu üçü de biliyordu. Caddeye çıkıp gözden kaybolmadan önce son gördükleri şey polis arabasının da aynı apartmanın önünde park etmiş olduğuydu.

***

Elli yaşını devirdiği aşikâr olan gri saçlı ve yer yer beyazlamış gri top sakallı adam, arkasındaki dörtlüyle birlikte apartmanın en üst katına çıkmıştı. Kapıyı birkaç kere tıklatmasına ve zili pek çok kez çalmasına rağmen içeriden cevap gelmiyordu. Aradıkları

kişinin

bu

saatte

katmamışlardı.

45

evde

olmayabileceğini

hesaba


Kan Meleği

“Ne yapıyoruz patron?” dedi Viking savaşçılarına benzeyen iri yarı adam. “Yapacak bir şey yok. Buralarda bir otel tutup daha sonra geliriz. Adamın burada oturduğuna eminim. Cihaz her ne kadar mükemmel olmasa da en sık sinyal aldığı yer burası.” Beş adam merdivenlerden inmek üzereyken aşağıdan gelen açık kahverengi saçlı, uzun boylu bir adam yollarına çıktı. “Kimsiniz?” dedi tereddütle. Adamlar onu umursamadan yanından geçip aşağı inmeye kalkınca sesini yükseltti. “Kimsiniz dedim! Ben Komiser Koray Çağlayan, hemen kimliklerinizi görmek istiyorum.” Yaşlıca adam belirgin bir sıkıntıyla dört adamın önüne geçip nüfus cüzdanını gösterdi. Mehmet Dağkılıç yazıyordu kimlikte. “Sizden de kimlik alabilir miyim beyler?” Adamlar bir şey yapmasını bekliyormuş gibi patronlarına dönünce Mehmet hemen söz aldı: “Polis bey, bakın bizim hemen gitmemiz gerekiyor. Sizinle alıp veremediğimiz bir şey yok.” Koray belinden silahını çıkardı ve yaşlı adama doğrulttu. “Burada ne arıyorsunuz?” “Birine baktık,” dedi Mehmet. “Evde yoktu, geri dönüyoruz. Yasadışı hiçbir şeyle ilgimiz yok.” “Öyle mi? Bir Çinli, bir zenci, bir mağara adamı ve bir Allah bilir uzaylıyla gelmiş hiçbir tanıdığı olmayan bir adama bakıyorsunuz ve bunun için masum bir nedeniniz var öyle mi Mehmet Bey?”

46


Gökcan Şahin

“Evet, öyle! Lütfen silahınızı indirin ve gidelim.” “Oo, sizi sinirlendirdim galiba? Ellerini kaldır, arkanı dön ve duvara yaslan! Çabuk!” Diğer adamlar bir an Koray’a saldıracakmış gibi bir hamle yaptılar ama Mehmet’in ufak bir yüz mimiği onları durdurmaya yetti. Mehmet oflayarak ellerini kaldırdı ve duvara yaslandı. “Baktığınız kişi Mert Doğan’dı yanılmıyorsam. Çünkü bu dairede ondan başkası oturmuyor,” dedi Koray, kemerinden kelepçeyi çıkararak. “Demek Mert Doğan,” diye mırıldandı Mehmet. “Ne yani? Aradığınız adamın adını bilmiyor musunuz?” “Bakın, durumu size açıklayabilecek durumda değilim.” “Ama açıklamak zorundasınız. Kendisine saatlerdir ulaşamıyorum. Bu durumun sizinle bir ilgisi olmadığını nereden bilebilirim?” “Ulaşamıyor musunuz?” Mehmet bunu açık bir panikle söylemişti. Koray hâlâ kelepçeyi takmamıştı. “Ya bizden önce buldularsa?” diye sordu çekik gözlü. “Sizden önce mi?” dedi Koray. Mehmet aceleyle konuştu: “Siz Mert’i şahsen tanıyor musunuz? Tanıyorsanız nereye gitmiş olabileceği hakkında acil bilgiye ihtiyacımız var. Varlığı tehlikede olabilir!” Koray kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Bu durumun Acı’nın robot olmasıyla alakası olup olmadığını anlamalıydı. “Bakın!” dedi. “Bana her şeyi açık açık anlatın, yoksa bir yere varamayız.” Mehmet Koray’ın izniyle önüne döndü ve ıstırap dolu bir ifadeyle baktı.

47


Kan Meleği

“Örneğin,” dedi Koray kelepçeyi tekrar kemerine yerleştirirken. “Kuğu Kılıcı size bir şey ifade ediyor mu?” Bu soruya verilecek cevabın her şeyi çözeceğini sezmişti. Nitekim öyle de oldu. Mehmet’in gözleri şaşkınlıkla açıldı. “Siz her şeyi biliyor musunuz?” “Acı’nın anlattığı kadarıyla…” “Acı mı?” “Mert’in diğer adı işte.” “Amerika bir kopya robot ordusu yarattı,” dedi Mehmet aceleyle, “ve kendi tarafında olmayan tüm robotları yok etmeye çalışıyor.” “Ne! Rqu serisinin dışında da mı robotlar var? Acı yıllardır onları arıyordu.” “Size her şeyi açıklamak isterdim ama zaman yok.” “Ben içeri giriyorum,” dedi Koray ve Acı’nın evinin kapısını omuzlamaya hazırlandı. O anda zenci onu durdurdu ve önüne geçip kendini pek zorlamadan kapıyı kırıverdi. Koray şaşkınlığını çabucak yenip içeri girdi ve evin her köşesinde arkadaşını aramaya koyuldu. Bir dakika sonra evde tek bir iz olmadığını gördü. Nefes nefese salona geldiğinde Mehmet’in bir dizüstü bilgisayar çıkardığını ve hızla bir şeyleri kontrol ettiğini fark etti. “Ne oldu?” diye sordu. “Robo-manyetik ışımaları kontrol ediyorum. Eğer birkaç saat aynı yerde kalmışsa zayıf da olsa bir sinyal gelecektir. Burayı da o şekilde buldum. Hatta diğer robotları da…” Gözlerini bilgisayardan ayırmadan etrafındaki dört adama doğru başını sallamıştı.

48


Gökcan Şahin

“Bunlar da mı robot!” Muhatap alınmadığı halde adamlardan biri cevap verdi bu soruya. Çekik gözlü olanıydı ve gayet normal Türkçe konuşuyordu. “Evet, biz Amerikanların dediği şekilde Rqu serisinden robotlarız.” “Ama Acı Rqu serisinin kötü… Yani tehlikeli robotlar olduğunu söylemişti. Daha doğrusu Zehir Haluk ona öyle söyledi. Yani Rqu-03 işte…” Bariz şekilde kopuk konuşuyordu. Yıllardır böyle bir şaşkınlık yaşadığını hatırlamıyordu ve bu kopuk konuşma doğal sayılabilirdi. “Rqu-02 ve Rqu-03 dönüştürülmüş robotlardı. Onların dediğine inanmamak gerekir,” dedi Viking savaşçısı. “Biz 04-05-06 ve 07’yiz. Asıl isimlerimizle Kompor Del Grel (kendini gösterdi), Gron Rey Aroor (Çelimsiz ve beyaz tenli olan), Lori Yun Demer (Çekik gözlü olan) ve Eravis Zen Esis (siyah tenli).” Mehmet aniden ayağa kalktı: “Đki sinyal birden geliyor.” “Nerede?” “Tekirdağ sınırında. Haritaya göre boş bir fabrikadan…” Koray ellerini birbirine çırptı. “Tabii ya… Birkaç gündür bir dövüş organizasyonundan söz ediyordu. Orada olmalı. Hemen gidelim.” Mehmet bilgisayarını çantasına yerleştirdi ve altı adam evden çıktılar. Kapıyı mümkün olduğunca sıkı kapatmaya çalıştı Koray. Hafifçe ittirilse bile açılacak durumdaydı, ama şu an bir hırsızlık tehlikesini düşünecek değildi. “Neyle geldiniz? Kapı önünde araba yoktu!” diye seslendi aşağı inmekte olan adamlara. Daha doğrusu bir adam ve dört robota. “Cipimle geldik, caddede park ettik.”

49


Kan Meleği

“Bir kişilik daha yer var mı?” Đki arabayla gitmektense tek arabayla gitmek daha makul görünüyordu Koray’a.” “Sıkışırız…” Koray caddede kocaman bir cip görünce şaşırdı. Hummer’a benziyordu ama değildi. Markasını incelemeye de vakit yoktu. “Kompor sen sür, biz de komiserle yolcu koltuğuna geçelim,” dedi Mehmet. Uzun saçlı iri robot şoför mahalline geçti, diğer üçü arka koltuğa bindiler. Koray ve Mehmet ise normalden geniş olan ön yolcu koltuğa çok da zorlanmadan sıkıştılar. Araç hareket ederken Mehmet dizüstü bilgisayarını açıyordu. Koray ekranda Google Earth’e benzer bir harita olduğunu gördü. Haritanın çevresinde hiçbir şey anlayamadığı bir sürü simge vardı. Mehmet birkaç grafik kontrol etti, haritaya göz attı ve sıkıntıyla konuştu. “Sinyal kesilmiş, artık fabrikada değiller.” “Ee, ne olacak?” “Eğer gittikleri yerde bir süre sabit kalırlarsa tekrar sinyal alabilirim.” “Peki iki sinyal almanızın anlamı nedir?” “Rqu serisinden bir robot daha onunla beraber. Geri kalan burada olduğuna göre Rqu-Ex olmalı.” Cip cüssesine göre bayağı hızlı görünüyordu. Bu işe yarayacaktı… Sonuçta önlerinde 80 km yol vardı, hızlı olmaları gerekiyordu.

***

Udel Ser Venter ve Acı sırt sırta vermiş, birkaç saniye sonra başlayacak saldırıyı bekliyorlardı. On iki robot bu anın zevkini çıkarmak

50


Gökcan Şahin

ister gibi ağır ağır geliyordu üstlerine. Kaçacak yer yoktu, çember artık çok dardı. Acı önce kimin saldıracağını tespit etmeye çalışırken sırtını dürten bir şey dikkatini dağıttı. Hemen başını çevirdi. Arkasındaki hâlâ Udel’di ama çıplak sırtında bir şeyler oluyordu. Kürek kemiklerinin olduğu bölgenin derisi, içeriden bir şey zorluyormuşçasına gerilmişti. Ve bu gerilme her an daha da artıyordu. Kabartının olduğu yer aniden patlayınca Acı az kalsın kendini robotların içine atacaktı. Udel’in sırtının iki yerinden dışarıya sarkan derilerin altından kalçasına kadar uzanan iki çizgi halinde kan akıyordu. Đğrenç görünümlü koca iki yarıktan akan kanlar. Ve Udel hiç hareket etmiyor, Acı onun nefes aldığını bile duymuyordu. Acı hem Udel’in patlayan sırtından, hem de robotlardan olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. O an saldırsalar şaşkınlıktan kılını bile kıpırdatamayacaktı, ama neyse ki onlar da afallamış görünüyorlardı. Bu arada yırtılan derinin altından dışarıya bir şey çıkıyordu ağır ağır. Üzeri kanlı iki beyaz çubuktu bunlar. Udel sonunda bir yaşam belirtisi göstererek inledi ve karnına tekme yemişçesine öne eğildi. Bunu yapmasıyla çubuklar sırt derisinden kurtulup tamamen dışarıda kaldılar. Sadece üst taraflarından ince bir eklemle vücuda bağlı duruyorlardı. “Uzaklaş,” dedi Udel fısıltıya yakın bir sesle. Acı önce ne demek istediğini anlamadı, sonra çubuklar -Acı onların metalik bir malzemeye sahip olduğundan emindi- aniden hareket edince kendini bir metre geriye attı. O anda iki çubuk iki metalik kol gibi yana doğru kıvrıldı ve üzerlerine bulaşmış kan ve et parçalarından kurtulmak istercesine şiddetle titrerken radyo anteni misali uzamaya başladı. Uzadıkça dallara ayrıldı ve yaprak

51


Kan Meleği

damarları gibi hızla büyüdü. Şimdiki görüntü bariz bir şekilde yarasa kanadını andırıyordu, sadece metaller arası zarlar eksikti. Lakin onun da tamamlanması uzun sürmedi. Metallerden çıkan beyaz iplikçikler adeta örümcek ağı gibi tüm metal damarları saniyeler içinde birbirine bağladı. Udel dönüşümünü tamamlamış; ama bu süreçte litrelerce ter akıtmış, burnundan, ağzından hatta kulaklarından bile kan sızmıştı. Çubuklar çıkarken sırtından gelen kan da bacaklarına kadar akmıştı. Şimdi bembeyaz devasa kanatlara sahip ama bedeni kana bulanmış bir kan meleğiydi o. “Kan meleği,” diye fısıldadı Acı. Bu ifade hoşuna gitmişti. Acı gözlerini bu büyüleyici sahneden ayırıp dikkatini diğer robotlara vermeyi başardığında, onların da bu gösteriye dalmış olduklarını fark etti. Bu

dönüşüm

sadece

birkaç

saniye

sürmüştü

ama

robotlar

atik

davransalardı onları yok etme fırsatını rahatça bulabilirlerdi. Udel yorgun ve kanlanmış gözleriyle Acı’ya baktı. “Şimdi,” dedi nefes nefese, “seni alıp güvenli bir yere götüreceğim, sonra geri dönüp…” “Hayır, ben de kalacağım,” dedi Acı. Bunu o kadar kesin bir sesle söylemişti ki Udel’in verecek cevabı kalmamıştı. Bu arada Esad adamlarına tekrar savaş emri veriyordu. Robotlar uyuşukluktan öyle çabuk kurtuldular ki ilk darbe çok ani oldu. Acı’nın sırtına çarpan yumruk onu metrelerce öteye fırlattı. Başını yerden kaldırdığında Udel kanatlarını bütün gücüyle çırparak havalanmaktaydı ve ilk anda zorlansa da bir kez havada tutununca rahatladığı görülüyordu. Artık havadan saldırabilir, kendini iyi koruyabilirse

52


Gökcan Şahin

yere mahkûm olan robotları kolaylıkla alt edebilirdi. Tabii ona Acı da yardım edecekti. Acı az önceki ani darbeyi hiç almamışçasına ayağa kalktı ve bir boğa gibi derin nefesler alarak düşmanlarına doğru atıldı. Şimdi savaş zamanıydı…

***

Mehmet Dağkılıç, iki saatten uzun süren yolculuk boyunca Koray’a bildiği her şeyi kısaca anlattı. 1985 yılında küpü nasıl bulduğunu, Amerika’nın köylerine adeta yerleşke kurmasını, gizlice SwSw odasına girip robotları

keşfetmesini

ve

Rqu-Ex’le

konuşurken

ani

bir

baskınla

tutuklanmasını yarım saat gibi bir sürede Koray’a özetledi. “Hapse atılacağımı sandım,” dedi. “En büyük korkum buydu, çünkü cezaevlerindeki işkencelerle ilgili çok laf dolaşıyordu etrafta. Özellikle siyasi suçlardan içeri girenlerin durumu felaketti. Ve o anda ilk aklıma gelen Amerikalıların siyasi bir komplo kurarak beni hapse attıracaklarıydı.” Koray merakla dinliyordu. Seksenli yıllarda henüz çocuk olduğu için ortamı pek bilmiyordu, yine de adamın ne demek istediğini anlıyordu. “Neyse ki öyle bir şey olmadı,” diye devam etti Mehmet. “Beni patronlarının yanına çıkardılar. Adamın adı John’du ama soyadını hatırlamıyorum. Her neyse, John’un ofisi olan yerleşkenin en güzel odasına götürüldüm. Adam beni öfkeyle süzdü ve askerlerin dışarı çıkmasını emretti.

Karşısına

sorgulanacağımı

oturdum. ve

Odaya

sonunda

yine

53

neden

girdiğimle

askerlere

teslim

ilgili

olarak

edileceğimi


Kan Meleği

düşünüyordum. Ve gerçekten korkuyordum. John sert sert baktı ve ‘Burada gördüklerini unutacaksın,’ dedi. Benden ses çıkmayınca daha sert konuştu. “‘O odada ne gördüysen unutacaksın. Hatta bu yerleşkeyi de, keşfettiğin küpü de unutacaksın. Buradan çekip gidecek ve bir daha bu köyün adını bile ağzına almayacaksın. Tamam mı?’ “‘Ta… Tamam,’ dedim kekeleyerek. John beni biraz daha süzdükten sonra ayağa kalkıp çelik kasasını açtı. Đçeriden birkaç tomar para çıkardı ve siyah bir poşete koydu. Bana uzatıp, ‘Burada iki yüz bin dolar var,’ dedi. ‘Bunu emeğinin karşılığı olarak veriyorum, susman için değil. Tabii susmayacak olursan başına geleceklerden ben sorumlu olmam.’ “Parayı aldım. Konuşmayacağıma dair yemin ettim. Açıkçası o an bu işten yırttığıma çok sevinmiştim ve yeminimi tutmamak gibi bir niyetim yoktu. Bu işe bulaşmayacaktım bir daha. Önce Đstanbul’a gidip ailemi görecektim, yaşındaydım

sonra ve

da

Amerika’ya

yapılabilecek

en

dönecektim. doğru

Henüz

hareketin

bu

yirmi

beş

olduğunu

düşünüyordum. “Düşündüklerimi yaptım da… Hiçbir sorun çıkmadan; önce ailemin yanına, sonra Amerika’ya gittim. Birkaç ay sonra bir altın madeninde iş buldum ve yaşadıklarımı bilinçaltıma attım. “Ama kendine Rqu-08 diyen o robotun son sözleri aklımdan çıkmıyordu. Ne zaman o iki yüz bin dolardan para harcasam veya robotlarla, köyümle, hatta Türkiye’yle ilgili bir şeyler duysam o sözler aklıma geliyordu: ‘Çünkü yardım etmeni umuyorum… Yardım etmeni umuyorum… Yardım etmeni… Yardım et…’

54


Gökcan Şahin

“Pek çok kez düşündüm. Onlara yardım edebilir miyim diye. Ama aklıma herhangi bir çözüm fikri gelmiyordu. Robot meselesinden birine bile söz etsem, o askerlerin gelip beni alnımın ortasından mıhlayacaklarıyla ilgili bir görüntü beliriyordu zihnimde. “Đnanır mısın, yıllarca hiçbir şey yapmadan, iki çatışan düşüncenin ortasında geçirdim zamanımı. Yaşlandım, evlendim, çocuklarım bile oldu ve ben hiçbir şey yapmadım. Her an haberlerde bir robot istilası haberi görmekten korkuyordum. Ya da Amerika’nın yeni robot askerler geliştirdiğiyle ilgili bir şeyler… Körfez savaşını, Afganistan işgalini ve Irak işgalini hep korkuyla izledim. Eğer o robotlar bir kişinin dahi canını alırsa kendimi affetmezdim. “2007’de,” dedi bariz bir şekilde hüzünlenerek. “evimizde… bir yangın çıktı. Ben evde değildim, ama Susy ve çocuklar evdeydiler. Doğalgaz sızıntısı varmış… Ev aniden havaya uçtu ve üçü de öldüler. Yalnız başıma kaldım.” Durakladı, bilgisayar ekranına odaklandı. “Sinyal geri geldi,” dedi. “Deponun yakınlarındalar ama sahildeler. Đkisi de…”

***

“Bir gün içinde iki hezimet fazla…” diye mırıldandı Acı. Đki robot üzerine çullanmış devrelerini parçalamaya çalışıyorlardı. Vücudunun pek çok yerinden ince kablolar çıkmıştı. Her yeri kan içindeydi. Ayağa kalkamasa da elinden geldiğince kendini savunmaya çalışıyordu. Artık sadece metalik kemiklere dönüşmüş, derisinden eser kalmamış sol kolu ve

55


Kan Meleği

biraz daha iyi durumdaki sağ kolu, gelen darbeleri savuşturmak için pek de yeterli olmuyordu. En fazla birkaç dakika daha direnebilirdi. Udel ise üç adım ötesinde hareketsiz yatmaktaydı. Gözleri açıktı ve bilinci hâlâ yerindeydi ama kanatları tuhaf biçimde bükülmüş, hareketsiz kalmışlardı. Bedeni de Esad’ın ve üç başka robotun altında adeta kıskaca alınmıştı. Düşmüş bir melek gibiydi. Şeytanlar tarafından çevrilmiş ve can çekişen bir kan meleği… Esad, Udel’in boynunu tutmuş öfkeyle bir şeyler söylüyordu. Muhtemelen onu nasıl alt ettiğiyle ilgili kendine övgüler düzen bir nutuk çekmekteydi. Acı bir an onu Türk filmlerindeki kötü adamlara benzetti. Rakibini öldürmeden önce kendi egosunu tatmin etmek için dakikalarca dil döken karakterlere benziyordu. Keşke Udel bundan faydalanmanın bir yolunu bulabilseydi… Gerçi bir şekilde kurtulup Esad’ı yok etse bile hayatta olan yedi robot daha vardı. Udel ve Acı neredeyse bir saattir iyi savaşmışlardı ama ancak beş tanesini etkisiz hale getirmeye güçleri yetmişti.

Uçmak

Udel’e

yeterli

avantajı

kazandıramamıştı.

Havada

kullanabileceği ateşli bir silahı olmadığı için sürekli yere inmek zorundaydı ve belli ki inmek ve kalkmak büyük bir enerji istiyordu. Sonunda bir kez yeterince hızlı havalanamayınca iki robot tarafından yere serilmiş ve normal bir insanı iki saniyede öteki tarafa gönderecek onlarca darbeyle yerinden kalkamaz hale gelmişti; şimdi de çaresizce Esad’ın tükürükler saçarak çektiği nutuğu dinliyordu. Acı iki bacağını birden kullanarak üzerindeki robotlardan birini ileri fırlatmayı başardı, ama diğer robot kalkmasına engel oldu. Bu fırsattan

56


Gökcan Şahin

yararlanamadan fırlattığı robot tekrar başına üşüştü. Bir hayal kırıklığı daha… Bu böyle olmayacaktı. “Acı!” Kendi adını işittiğini sandı bir an. “Geliyorlar Acı, dayan!” Evet, duymuştu. Her bir sözcüğü net bir şekilde algılamıştı kulakları. Hemen Udel’e göz attı ama ses ondan gelmiyordu. Çünkü Esad ve diğer robotlarla beraber o da yükseklerde bir yere bakıyordu. Acı de gözünü onların baktığı yana çevirince kayalıklardan aşağı inen dört adamı fark etti. Đki siluet de yukarıda bekliyordu. Siluetler Udel ile Acı’nın sonsuzluk kadar uzun gibi gelen bir süre önce arabalarında sohbet ettikleri yerdeydiler.

***

“Dayan Acı, yetiştik!” diye bağırdı yukarıdaki iki siluetten biri. Ve Acı onun kim olduğunu derhal ve kesin bir şekilde anladı. Koray’dı bu. Đnanamıyordu ama Koray yardıma gelmişti. Đlk anki sevinç dalgası çabuk söndü. Yedi robot düşmana karşı dörtbeş adam hiçbir şey yapamazdı. Üstelik tek bir yumrukla öbür dünyaya göçerlerdi. “Koray! Bunlar robot!” diye bağırdı can havliyle. “Adamları geri çek! Bunlar robot!” Lütfen duysun! Pisipisine ölecekler, diye düşünüyordu içi kan ağlayarak. Ama Koray’dan gelen yanıt, “Biliyorum!” oldu.

57


Kan Meleği

***

Viking savaşçısı Kompor Del Grel ve gece karanlığında neredeyse görünmez olan Eravis Zen Esis doğruca Acı’ya yönelip başındaki iki robota saldırdılar. Kompor bir ağaç gövdesi kalınlığındaki koluyla robota öyle bir vurdu ki, robotun bir ciğeri olsaydı sırtından çıkmıştı şimdi. Eravis ise çevik hareketlerle diğer robotla alay eder gibi kapışmaya başladı. Acı robotların elinden kurtulunca hemen doğruldu ve epey ağrıyan boynunu kütürdetti. Burnundan soluyarak derisi yüzülmüş kollarını kontrol etti. Her ne kadar iğrenç görünseler de herhangi bir güç kaybı yok gibiydi. Eskiden insansı bir deriyle kaplı olan elleri, istediği hareketleri hâlâ yapabiliyorlardı. En azından sinirler -veya sinir yerine geçen veri yolları- zedelenmemişti. Koray’ın adamlarının robotlarla başa baş dövüştüklerini görüp şaşırsa da bununla zaman kaybetmeden Udel’e doğru koştu. Koray’ın diğer iki adamı çekik gözlü Lori Yun Demer ve tuhaf zayıf yaratık Gron Rey Aroor, Esad’ın üzerlerine saldığı üç robotla dövüşüyordu. Lori öyle hızlı hareket ediyordu ki aynı anda robotlardan birine yumruk atarken, diğerine tekmeyi basabiliyordu. Kung Fu sanatında aşmış olmalıydı. Gron ise beklenmedik bir şekilde karısındaki devasa robottan dayak yiye yiye denize doğru geriliyordu. Robot, Gron’un işini bitirmek için tüm gücüyle üstüne gitse de Gron epey dayanıklı gözüküyordu. Tek sorun en ufak bir karşılık vermemesiydi. Ama iş denize girdikleri an değişti. Gron suyun içinde adeta kayboldu ve rakibi şaşkın şaşkın etrafına bakarak onu bulmaya çalıştı. Amacına ulaşamadan bir çığlık koyuverdi ve çırpınarak denize gömüldü. Birkaç dakika sonra metalik bir iskelet olarak kıyıya vuracaktı. Gron ise daha

58


Gökcan Şahin

önce kimsenin fark etmediği perdeli elleriyle zafer işareti yaparak çıkacaktı sudan. Lori iki robotu seri bir şekilde döverek, Gron ise suya çekip kendi yöntemleriyle adeta eriterek rakiplerini etkisiz hale getiredursunlar, Esad ve başka bir tanesi hâlâ Udel’i tutmaktaydılar. Acı, kumların üzerinde olabildiğince hızlı koşmaya çalışırken Esad onu görmüş, yanındaki robota saldırmasını emretmişti. Robot, Udel’i tutmayı bırakıp ayağa kalktı. Bu robot onların arabasını fırlatanın ta kendisiydi. Acı yaklaşınca ellerini kütürdetti ve dudaklarında belli belirsiz bir küçümseme ifadesiyle bir adım attı. Acı’dan gelecek saldırı ne olursa olsun def edebileceğine o kadar inanmıştı ki onun da bir robot olduğunu unutmuştu. Acı bir çita misali tüm gücüyle koştu, rakibine beş metre kala zıpladı ve iki ayağıyla göğsüne sert bir uçan tekme attı. Robot üç metre geriye savruldu ve kumların arasına gömüldü. Acı kalkmasına fırsat vermeden üzerine çullandı ve boynuna sarılıp bütün gücüyle çevirdi. Boyun kırılırken robotun gözündeki fer sönmüştü. Bu arada Udel üzerindeki robotlardan kurtulduğu için Esad’a direnmeye başlamıştı. Esad aklı başına yeni gelmiş gibi, laf salatası yapmadan Udel’i yok etmeye çalışıyordu. Ama Acı yanına varmakta gecikmedi. Metalik elleriyle Esad’ı Udel’in üzerinden çekip aldı. Yüzüne sıkı bir sol kroşe geçirdi. Esad ağzındaki dişlerden ikisini tükürüp iki eliyle Acı’yı hızla itekledi. Acı kendini yere yapışmış buldu. O kadar ani bir hareketti ki bu, ne olduğunu anlayamamıştı. Şimdi Esad üzerine basıyor ve boynundan tutuyordu. Bir kütük kadar kalın olan kolları onu yok etmeye hazırdı. Ve

59


Kan Meleği

Koray’ın adamlarının onu kurtarmaya zamanında yetişemeyeceğinden korkuyordu.

***

Kompor,

Gron,

Lori

ve

Eravis

diğer

robotlarla

amansızca

savaşırlarken Acı, Esad’ın altında can çekişiyordu. Udel ise yardım edemeyecek kadar kötü durumdaydı. Koray durumu görünce gücünün yetmeyeceğini bile bile kayalıklardan aşağı indi ve Esad’ın kalın boynunu tutarak Acı’yı kurtarmaya, hiç olmazsa karşı koyabilmesi için fırsat vermeye çalıştı. Esad’ın öfkeyle ittirmesiyle geriye savrulunca kum üzerinde iki takla attı ve doğrulur doğrulmaz silahına sarıldı. Sahil üst üste silah sesleriyle yankılandı. Esad kurşunların etkisiyle sendeledi ve Acı’yı bir anlığına da olsa bırakmak zorunda kaldı. Acı bu fırsattan yararlanıp kaçmak istedi ama enerjisi öyle tükenmişti ki kıpırdayamıyordu. Oysa Koray kurşunu tükenen silahına yeni bir şarjör takana kadar Esad’ın bir yumruğuyla öteki dünyaya göç edebilirdi. Bu felaket senaryosunu engelleyen Kompor oldu. Uzun saçlarını gözlerinin önünden çekip Esad’ı tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Hızla aşağı indirirken sol dizini kaldırdı. Esad’ın beli Kompor’un çelik gibi dizine gömüldü ve bedeni tuhaf bir şekilde yamuldu. Kompor adamı bir daha kaldırdı ve dizine tekrar indirdi. Esad’ı ikiye bölmeye kararlı görünüyordu. Tabii Esad da hayatta kalmaya. Onlar bu mücadeleyi sürdürürken Koray silahını beline taktı ve Acı’nın metal elinden tutarak onu ayağa kaldırdı. Acı da Koray’a içten bir teşekkür ettikten sonra Udel’in yanına koştu.

60


Gökcan Şahin

“Đyi misin?” Udel kanlı suratını gererek gülümsedi: “Đyiyim iyiyim. Her saniye daha da iyileşiyorum.” Acı’nın arkasında bir yere baktı ve gülümsemesi iyice genişledi: “Demek bunların arkasında sen vardın?” dedi. Acı Udel’in baktığı yere dönünce kır saçlı yaşlıca bir adam gördü. Koray’ın yanındaki siluetin sahibi olmalıydı. “Ne sandın?” dedi adam. “Đsteğini yanıtsız mı bırakacaktım Udel Ser Venter?” “Bırakmayacağını biliyordum Mehmet Dağkılıç.” “Hadi kalk ayağa,” dedi Mehmet, Udel’in sol elini tutarak. Acı da sağ eline sarılmakta gecikmedi. Udel’in ona anlattığı yirmi beş yaşındaki genç mühendisle karşı karşıya olduğuna inanamıyordu. O sırada Kompor da pantolonunun dizindeki kan lekesinden yakınarak yanlarına geldi. Esad da diğerleri gibi yok edilmişti.

***

“Hadi neredeyse güneş doğacak, etrafı toparlamamız lazım,” dedi Mehmet. Saat dört olmuştu ve kumsalda on iki robot cesedi vardı. “E bunları ne yapacağız?” dedi Koray. “Benim kaldığım eve götürelim şimdilik. Sonra ne yapacağımıza karar veririz.” “Burada ev mi tuttun?” dedi Koray. “Đşim uzun sürebilirdi. Kalacak yer lazımdı. Tuttum bir ev.”

61


Kan Meleği

“O zaman,” dedi Mehmet, “cesetleri üçer üçer benim arabama taşıyalım, dört seferde hepsini götürmüş oluruz. “ Herkes bunu onaylayınca robotların yardımıyla kısa sürede ilk üçlü grup görkemli cipin arka koltuğuna konuldu. Koltuk fena halde kirleniyordu ama kimsenin bunu düşünecek hali yoktu. Şoför koltuğuna Mehmet, ön yolcu koltuğuna evin yerini göstermek üzere Acı oturdu. Kolları harap haldeydi ve Mehmet’in gözleri hep oraya kayıyordu. Acı bunu görünce, “Merak etmeyin, kendi kendine iyileşecektir,” dedi. “Pek çok kez deneme fırsatım oldu. Metal iskelete bir şey olmadığı sürece her türlü hasarı giderebilen bir yapım var. Omzumdan başlayarak yeni kas ve deri dokusu oluşmaya başladı bile. Gerçi hiç bu kadar kötü yaralanmamıştım ama yine de birkaç güne hiçbir şeyim kalmayacağına eminim.” Mehmet başını iki yana salladı. “Robotları iyi tanıyorum. Kolunun derisi geri gelse de eskisi gibi olmayacak.” “Nasıl yani?” “Yüzündeki yara izlerinin nasıl oluştuğunu biliyor musun?” “Hayır, o zamanlara dair hiçbir şey hatırlamıyorum.” “Başındaki tüm deri ve et yok olmuştu. Yalnızca metalik bir kafatası olarak kalmıştı. Sonradan kendini tamir etti ama görüyorsun ki mükemmel olmadı.” “Sen nereden biliyorsun?” “Diğerlerinden öğrendim.” “Ne öğrendin?”

62


Gökcan Şahin

“Senin başına gelenleri tabii.” “Ne gelmiş başıma?” “Udel anlatmadı mı sana?” “Hayır, bunu konuşmadık.” “Benden dinlemek istiyor musun gerçekten? Udel de anlatabilir. Hem de tüm detaylarıyla.” “Neden bu işi ona yıkmaya çalışıyorsun?” “Olayla birinci dereceden alakalı çünkü.” Acı bu cevaba bir anlam veremese de öyküyü Udel’e bırakmaya karar verdi. Bu gece bizzat gördüğü üzere mükemmel bir anlatma yeteneğine sahipti ve hiçbir şeyi atlamıyordu. Bir insandan ise bunu beklemek olanaksızdı. “Đşte şu ev,” dedi kendi kaldığı evi görür görmez. Đndiler ve robotları içeri taşıdılar. Aynı şeyi üç kere yapıp sahili eski haline getirdiklerinde saat 5’e yaklaşmış; güneş, ışınlarını tane tane göndermeye başlamıştı.

***

“Az kalsın unutuyordum Koray,” dedi Acı. “Benim arabam denizi boyladı.” “Ne? Nasıl yani?” “Şu robotlardan biri arabayı biz içerideyken kaldırıp denize fırlattı. Zar zor kurtulduk.” Normalde böyle bir şeye inanamazdı Koray ama olaylar öyle bir noktadaydı ki Acı’nın söyledikleri hiç de olanaksız görünmüyordu.

63


Kan Meleği

“Kumsala yakın bir yerde mi?” “Hayır, epey uzakta ve derinde.” “O zaman şimdilik dokunmasak da olur,” dedi Koray. “Yarın gece falan bir kurtarma ekibi getirip çıkarabiliriz. Gerçi durumu onlara nasıl açıklayacağımı bilemiyorum ama.” Kumsaldaki son kavga izlerini de yok ettikten sonra hepsi bir araya toplanmıştı. Udel kendine gelmiş, kanatlarını tekrar sırtından içeri almış, denizde üzerindeki tüm kanları temizlemişti. Vücudundaki yaralar da kapanmaktaydı. Birkaç saate hiç iz kalmayacaktı. “Beyler,” dedi Acı, “hepiniz benim evime gidip dinlenebilirsiniz. Mehmet evimin yerini biliyor. Bu arada ben de biraz Udel’le konuşmak istiyorum.” Robotlar ve Koray, Mehmet’in öncülüğünde Acı’nın yazlığına gittiler.

***

“Evet, yine baş başayız ve konuşmamıza devam edebiliriz,” dedi Acı. Denize bakan bir bankta oturuyorlardı. Doğu tarafındaki gökte beliren aydınlık güneşin doğmak üzere olduğunu müjdeliyordu. Deniz ayaklarının altında sonsuza kadar uzanıyormuş gibiydi. Đkisinin de üzerleri çıplak, pantolonları ise kan revan içindeydi. Neyse ki bu saatte kimsenin dışarı çıkıp onları göreceklerini sanmıyorlardı. Sabah yürüyüşüne gelecek olanların bile neredeyse iki saati vardı. “Mehmet teslim olduktan sonra olanları mı öğrenmek istiyorsun?” dedi Udel.

64


Gökcan Şahin

“Hayır, benim asıl merak ettiğim Haliç’te neler olduğu. Mehmet arabada bir şeyler söyleyecek oldu ama senin anlatman daha iyi olurmuş. Ben de o gün olanları bildiğini düşünüyorum ve anlatmanı bekliyorum.” “Tamam,” dedi Udel güneşin doğmaya çalıştığı noktaya bakarak. “Önce benim açımdan acı bir gerçekle başlayalım. Senin kafanı dağıtan da, helikopterden aşağı atan da bendim.” Acı hiçbir şey demedi. Sadece irileşmiş gözlerle yanındaki robota baktı. “Eğer hafızama doğru işlenmişse tarih 17 Mayıs 2004’tü ve insanlık adına robotlardan doğabilecek ilk tehdit o gün meydana gelmişti…”

65


BÖLÜM BEŞ

HALĐÇ SIRRI 17 Mayıs 2004’ün ilk saatlerinde Edward Brown isimli orta yaşlı bir bilim adamı, proje başkanı John Crawer’ın odasına girdi. “Emir kodları Rqu01’e başarıyla aktarıldı efendim,” dedi. “Güzel, bu akşam hava kararır kararmaz göreve çıkacak. Helikopter hazır mı?” “Hazırlanıyor efendim.” “Silahlarla ilgili bir problem var mı?” “Hayır efendim, hepsi kontrol edildi.” “Tamam, herhangi bir aksilik çıkarsa haber ver. Unutma, olabilecek en küçük aksiliği dahi bilmek istiyorum. Hayati bir mesele bu.” “Tabii, efendim.” “Çıkabilirsin.” Ed beyaz önlüklülerden olmasına rağmen tıpkı bir asker gibi selam verip odadan çıktı. Deneylerle ilgili tüm bilgileri patrona bildirmek onun göreviydi. Bir hafta önce, aylardır üzerinde çalışılan Rqu-01 ile ilgili çalışmaların tamamlandığını patrona ileten de oydu. Artık Rqu-01’e bilgisayar aracılığıyla verilecek herhangi bir emir yerine getirilebilecekti.


Gökcan Şahin

Hafıza yongasındaki elektronik devrelere gerekli şifreler yollanarak emir verilebilme olanağı sağlanmıştı ve şimdi ellerinde kusursuz bir robot vardı. Sırayla diğer robotlara da aynı işlemler yapılacak ve hepsi de verilen emirlere karşı gelmesi olanaksız emir kullarına dönüşeceklerdi. Sonrası kendi çıkarlarına uygun olarak kullanması için Amerikan hükümetine kalıyordu. Ama buna daha zaman vardı. Ed ona müjdeyi ilk verdiğinde John Crawer tüm ekibi tek tek tebrik etmiş ve hiç olmadığı kadar insancıl görünmüştü. Ertesi gün ekiple yaptığı toplantıda ise yine her zamanki gibi asık suratlıydı. Ekip her ne kadar önceki geceki kutlamadan dolayı bayağı neşeli de olsa toplantı esnasında John Crawer’ın ciddiyeti hepsine bulaşmıştı. “Arkadaşlar, projemizin başarılı olması, daha doğrusu ilk robotun bizim emrimize geçmesi konusundaki başarınız gurur verici. Hepinizi tekrar tebrik ediyorum. Yalnız biliyorsunuz ki, şu andan itibaren sorumluluğumuz çok daha büyük. Amerika’daki patronlar robotlardan çok şey bekliyorlar. Artık tehlikeli ama yapılması mecburi görevlerde Amerikan vatandaşlarının -her ne kadar kendini ölüme adamış özel askerler de olsa- can vermesini istemiyorlar. Hem insandan çok daha güçlü, hem de çok daha itaatkâr olan robotların bu işler için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorlar. Açıkçası ben de onlarla aynı fikirdeyim. Şu an itibariyle imkân varken bir tek askerin bile ölmesi gereksiz olacak. Bu nedenle Rqu-01’e verilecek ilk görev çok yakında bize bildirilecek. Bunun Amerika çıkarlarına karşı olan birilerine karşı bir suikast olduğunu biliyorum ama henüz görevin ayrıntıları gelmedi. Ayrıntılar elime ulaştığında size bildireceğim. Mühendislerimiz olarak siz bu emirleri kodlara dönüştürecek ve robotun beynine kazıyacaksınız.”

67


Kan Meleği

Patronun konuşmasının bir kısmı böyleydi ve bunu neredeyse kelimesi kelimesine hatırlamıştı Ed. Hemen ertesi gün emirler ayrıntılı olarak gelmiş, mühendisler de derhal çalışmaya başlamışlardı. Đşte şimdi tüm girdiler robotun hafıza yongasına işlenmişti ve robot başlaması için gereken emri bekliyordu. Az önce John Crawer’ın söylediğine göre görev bu akşam hava karardıktan sonra başlayacaktı. Đşte emir gelmişti. Şimdi tek yapılması gereken bu son komutun verilmesiydi. Ed günlerdir robotun yapacağı görev hakkında öyle sıkı çalışmıştı ki artık ezbere biliyordu. Hedef bir yunandı. Tam adı Vassilious Katsouranis olan adam kısaca Vasilis diye çağırılıyordu. Yunanistan’ın sahil kentlerinden biri olan Kavala’da saklanıyordu. Ed adamın Amerika’ya ne tür bir zarar verdiğini bilmese de bilgileri yüklerken onunla ilgili pek çok bilgiyi öğrenmişti. Adam kızıl saçlı ve fena halde çilliydi. Đri bir vücuda sahip olduğu söylenebilirdi, ama bu irilik daha çok kastan değil yağdan oluşuyordu. Ailesi yoktu, hiçbir akrabası hakkında bilgi yoktu, çünkü çok küçük yaşta ailesini kaybetmiş ve yurtlarda yaşamıştı. Yirmili yaşlarında anarşist bir örgüte girmiş, otuz yaşına basmadan bu örgütün lideri olmuştu. Daha sonra örgütün biçimini değiştirip anti-emperyalist ve eylemci bir şekle sokmuştu. Pek çok kez tutuklanmış ama delil yetersizliğinden serbest bırakılmıştı. Bir süredir hiçbir şekilde aktif değildi ve belli ki Amerika Vasilis’i oldukça tehlikeli buluyordu. Sessizce ortadan kaldırılması gerekecek kadar tehlikeli. Ve bu görev Rqu-01’e düşmüştü. Helikopterle Kavala’ya yakın bir yerde indirilecek ve gerisi ona bırakılacaktı.

68


Gökcan Şahin

Ed bunları düşünürken robotların tutulduğu New-SwSw odasına vardı. 1985’de eski Karkaya köyüne inşa edilen araştırma kompleksi 1992’de uydu teknolojisinin ve yer belirleme sistemlerinin gelişmesi sebebiyle yeraltına alınmıştı. Bu nedenle eskiden robotların tutulduğu SwSw odasının yerine geçen bu odaya New-SwSw odası adı verilmişti. Ed kapıyı özel kartıyla açtıktan sonra robotları günlük rutin kontrolden geçirmeye başladı. Özel bir odada tutulan Rqu-01 dışındaki tüm robotlar buradaydılar ve tamamen hareketsiz haldeydiler. Robotlara bağlı makinelerin ekranlarını tek tek kontrol etmeye koyuldu. Rqu-Ex’i kontrol ederken onu yerinden sıçratan bir şey oldu. Robot aniden sol kolunu hareket ettirip Ed’in eline dokundu. Ve geri çekti. Ed ani adrenalin artışıyla derin derin nefesler alırken az kalsın çığlık atacaktı. Daha önce hiçbir robotun hareket ettiğini görmemişti. Kendi istekleri dâhilinde hareket eden Rqu-01 haricinde tabii. Heyecanı yavaş yavaş geçerken robotu dikkatle inceledi. Herhangi bir anormallik olup olmadığını kontrol etmeye çalıştı. Tek anormallik sol eldeki duyu siniri işlevi gören kablolardan beyne doğru giden zayıf bir elektrik akımıydı. Bu da ona dokunduğu için gerçekleşmesi çok da imkânsız olmayan bir durumdu. Yine de bu anormal durum Ed’i fena halde sıkıntıya sokuyordu. Patron ona en ufak bir aksaklıkta haber vermesini söylemişti. Ama bu aksaklık görevle ilgili olmalıydı. Şu durumun ise bununla hiçbir alakası yoktu. Ed bu tepkiyi daha sonra değerlendirmeye karar verdi. Rqu01’i göreve yolladıktan sonra…

***

69


Kan Meleği

Ed’in bilmediği şey, Rqu-Ex’in bu küçük dokunuşla zihnindeki her şeyi

okumuş

olmasıydı.

Artık

kendilerinin

insan

öldürmek

için

kullanılacağını ve ilk girişimin bu akşam olacağını öğrenmişti. Yıllardır küpün uyarısı hâlâ gelmediği için pasif bir şekilde bekleyen robot bu acil durum karşısında hemen harekete geçti. Diğer robotlar küpün gücü olmadan uyandırılamayacağından bir şey yapacaksa kendisi yapmak zorundaydı. Rqu-01’i Yunanistan’a taşımak için bir helikopter görevlendirilmişti ve içinde pilot, iki asker ile robot dışında kimse olmayacaktı. Bulundukları üste bir helikopter daha vardı ve Rqu-Ex’in planı bu helikopter üzerineydi. Hiçbir insana zarar vermek istemediği için erken harekete geçmeyecek, helikopter kalktıktan sonra peşine düşüp robotu durdurmaya çalışacaktı. Planı şaşılacak şekilde sorunsuz işledi. Bir helikopter pilotuna dokunup uçuş bilgilerini elde ettikten sonra etkisiz hale getirdi ve Rqu-01’in helikopteri havalandıktan on dakika sonra Amerikanların şaşkın bakışları altında havalandı. Elinin altında birkaç silah da vardı ve ne olursa olsun robotu durduracaktı. Peşlerinde başka bir helikopter olduğunu öğrenen pilot Udel’den kurtulmak için elinden geleni yapıyordu. Đstanbul semalarında aralarındaki mesafe iyice düşmüştü. Udel karanlıkta dahi iyi görmesini sağlayan özelliği sayesinde helikopterdeki askerlerden birinin ona bir silah doğrulttuğunu ve helikopteri düşürmeye çalışacağını anladı. Ondan önce davranarak yanındaki silahı aldı ve Rqu-01’e nişan aldı. Tek vuruşla robotun kafasını

70


Gökcan Şahin

buldu. Deri ve kanların her yere saçılmasının yanında helikopter de dengesini kaybedince robot parçalanmış kapıdan Haliç sularına süzüldü. Daha sonra robotu taşıyan helikopter, yerleşkeye dönerken Rqu-Ex tenha bir alanda indi ve özgür yaşamına ilk adımı attı. Rqu-01’i yok etmiş bile olsa Amerikanların robotları kullanmasını ve insan öldürmesini engellemişti, üstelik tek bir adam bile öldürmesine gerek kalmadan. Đçinde hiçbir vicdan azabı yoktu. Şimdi diğer robotları kurtarmaya çalışacaktı.

***

“Ama onları ben kurtarmadan kendileri kaçmışlardı. Yıllardır da bulmaya çalışıyorum,” dedi Udel yanındaki Acı’ya. “Sanırım bazı bilim adamları isyan etmiş ve tüm robotlara kaçabileceklerine dair kodları yüklemişler. Böylece küpe bağlı olmadan tıpkı Rqu-01 gibi uyanmayı başarmışlar. Tek istisnalar da Rqu-02 dedikleri Mir El Fera ile Rqu-03 dedikleri Zemir Rod Antor olmuş.” “Şimdi tüm taşlar yerine oturdu,” dedi Acı. “Bir de bizim asıl görevimizi bilsem. Hani milyonlarca yıldır insanları korumak üzerine olan görevi…” “Bunu

da

daha

sonra

anlatırım.

Güneş

doğdu,

neredeyse

yürüyüşçüler ortaya çıkacak. Hele senin şu sol kolunu görürlerse durum hiç iyi olmaz.” “Tamam, gidelim,” dedi Acı banktan kalkarak. Hızlı adımlarla eve doğru yürüdüler.

71


KUĞU KILICI ÜÇLEMESĐ SONA ERĐYOR!

“ALACAKARANLIK EFENDĐLERĐ” yakında BUZUL DÜNYA’da!


YAZAR Gökcan Şahin,

3 Eylül 1988’de Sivas’ta doğdu. Đlköğrenim ve liseyi

Đstanbul’da tamamladı. 2006 yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği'ne devam ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal bölümlerde öğrenim görse de edebiyat, tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi duydu. Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve inceleme yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü'nün internet sitesinde, Xasiork Dergi’de ve Gölge e-dergi'de yayınlandı. Henüz bir roman bitirememiş olsa da; en yakın zamanda kaleme alıp, yayınevlerinin kapısını çalmayı düşünüyor. Şu sıralar Ozancan Demirışık’la birlikte, sekiz bölümden oluşacak ve iki buçuk ayda bir ‘Buzul

Dünya’

adlı

sanal

yayınlanmakta olan SIFIR adlı doğaüstü-polisiye serisini yazıyor.

yayınevi

üzerinden


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.