Kuğu Kılıcı 3 - Alacakaranlık Efendileri

Page 1


KUĞU KILICI

3 ALACAKARANLIK EFENDİLERİ


YAZAR Gökcan Şahin

EDİTÖR Ozancan Demirışık

KAPAK TASARIMI Gökcan Şahin

YAYIN TARİHİ Şubat 2010

Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.


ÖNDEYİŞ GEÇMİŞE KISA BİR BAKIŞ Yıl 1985. İç Anadolu’da orta halli bir köyün çobanı, sıradan bir günde köy ahalisinden topladığı malları otlatırken tuhaf bir manzarayla karşılaştı. Her zamanki güzergâhının üzerinde bir toprak kayması olmuş, zeminde koca bir yarık açılmıştı. Cahil çoban, merakına engel olamayıp mağara biçimindeki yarığa girdi ve Kuğu Kılıcı macerasını başlattı. Koca bir metal küp, önce çobanın, sonra bir maden mühendisinin, sonra da ABD’nin gözdesi haline geldi. Amerika, o zamanki hükümetle gizli bir anlaşma yaparak bu köyde bir araştırma yerleşkesi kurdu. Küpün içinden çıkan şey tüm dünyayı değiştirebilirdi: Yüksek teknolojiyle üretilmiş, tamamen insan görünümlü biyonik robotlar! Amerika bunu herkesten, hatta yerleşke içinde çalışan Türk mühendislerden bile saklayarak müthiş bir araştırmaya girişti. Robotların devreleri, üretim prensipleri, elektronik devrelerin özellikleri, sinirsel iletimleri, hafıza yongaları, kısaca her şeyleri çözülmeye çalışıldı. İlk etapta bu konuda başarı sağlanamayınca, en azından robotları kendi istekleri doğrultusunda

yönetmek

için

çalışmalara

başladılar.

Robotların

bulunmasından tam 19 yıl sonra Rqu-01 ismini koydukları robota, Yunan


Gökcan Şahin

bir ABD muhalifini öldürme görevi verdiler. Ama yapılan büyük bir hata, robotların en güçlüsü olan Rqu-Ex’in uyanmasına sebep oldu. Rqu-Ex, Rqu01’i Yunanistan’a taşıyan helikopterin peşine takıldı ve bu suikastı önlemek amacıyla, İstanbul semalarında uçarlarken kendi helikopterinden ateş açtı. Rqu-01 başı kanlar içinde kalmış şekilde Haliç sularına düşerken ABD’nin tüm planları alt üst olmaktaydı. Rqu-01, hafıza yongasının gördüğü hasardan dolayı, hiçbir şey hatırlayamadan Haliç kıyısına çıktı. Ki, robot olduğunu bile bilmiyordu. Haliç kıyısında Eyüp komiserlerinden Koray Çağlayan’a rastlamasa ne yapacağını bile bilmiyordu. Koray, adını dahi hatırlayamayan, yüzü parçalandığı için oldukça çirkin görünen bu adama Acı adını verdi ve olabildiğince iyi davrandı, hatta bir kebapçıda iş buldu. Acı, kimliğiyle ilgili bunalıma girdiği için kebapçıdaki işini bıraktı ve Koray’ın tavsiyesiyle sorgulara girmeye başladı. Bir sorgu sırasında büyük bir uyuşturucu çetesinin açığa çıkmasını sağladı ve çeteyi devirmek için yapılan bir operasyona katıldı. Çetenin liderini kendi elleriyle yakaladı ve Zehir Haluk denilen adamın aslında bir robot olduğunu, onun aracılığıyla kendisinin de aslında bir robot olduğunu öğrendi. Robotların ne kadar kötü işlere bulaşabileceğini anladığında yerleşkeden kaçmış olan tüm robotları bulması gerektiğini anladı. Daha sonra Silivri’deki bir kaçak dövüş arenasında başka bir robotun izini buldu. Bu, Rqu-Ex’ten başkası değildi. Düşündüğünün tersine kötülük için değil iyilik için savaşıyordu. Daha sonra öğrenecekti ki diğer tüm robotlar da iyiliğin yolundaydı. Amerika’nın nihayet üretmeyi başardığı kopya robotlar hariç… Tekirdağ-İstanbul sınırına yakın ‘Akdağ’ adlı bir tatil

5


Alacakaranlık Efendileri

sitesinde gerçek robotlar ve kopya robotlar arasında amansız bir savaş yaşandı. Acı ve Rqu-Ex’in başını çektiği Kuğu Kılıcı robotları kayıp vermeden galip gelmeyi başardı. Asıl adının Udel Ser Venter olduğunu anladığımız Rqu-Ex bunun basit bir engel olduğunu biliyor ve mutlak görevlerini şöyle tarif ediyordu: “Yedi milyon yıl önce yaratıldık ve insanları nihai sondan korumak için görevlendirildik. Binlerce yılda bir yaşanan bir vakadan insanlığın mümkün olduğu kadar az zarar görmesi için elimizden geleni yapmak uğruna yaşıyoruz.”

6


BÖLÜM BİR

KARA GÜNEŞ 1 Daha Zo-Moran doğmamışken, alnına hayat ışığı değmemişken, yer ateş, gök su iken bir kavim dağıldı yeryüzüne. Gücüyle fili boğan, aklıyla ejderi yoran bir kavim. Anaların her biri on ikişer çocuk doğurdu. Altı kız, altı oğlan. O altı kız da on ikişer çocuk doğurdu, altı kız, altı oğlan. Kırk nesil geçti, yeryüzü doldu taştı. Kavim dağları tepeleri aştı. Buz dinlemedi, ateş dinlemedi, açlık dinlemedi, hastalık dinlemedi, ayağının izi her karış toprağına değdi yeryüzünün. Gel zaman git zaman kişioğlu gaflete düştü, saygı duymadı yaşadığı toprağa. Yerin Ruhu kızdı buna. Uzun süreli uykusundan uyandı ansızın. Baktı, her tarafı kemirilmiş, meyve veren ağaçlar kalmamış, ürün veren toprak çöl olmuş, deniz denizlikten, gök göklükten çıkmış. Yerin Ruhu çok üzüldü, çok sinirlendi. Üstünden silkeleyip atmak istedi bu kavmi. Beceremedi. Gücü yoktu o kadar. Son çare Gün


Alacakaranlık Efendileri

Ana’ya gitti. Dedi ki, beni bu kavimden kurtar Gün Ana. Sen onlara ışığını vermezsen hepsi ölür gider, ben de kurtulurum bu eziyetten. Gün Ana her şeyi biliyordu aslında. Ama hep umut doluydu onların düzeleceğinden, hep zaman vermişti kavme bu yüzden. Lakin demek ki umutlar boşunaydı, zaman vermeler zararaydı. Kabul etti Yerin Ruhu’nun isteğini. Dedi, seni kurtaracağım, ama bir aile bırakacağım ki yok olup gitmesinler. Yine çoğalıp yayılabilsinler, ama bundan ders alıp bir daha seni incitmesinler. Seni bir daha incitirlerse yine alacaklar derslerini. Kabul etti Yerin Ruhu. Gün Ana yaşamın ışığını kesti, yeryüzünü kararttı ve zamanla bir aile dışında tüm kavim yok oldu. Bu zaman onlar için uzundu ama Gün Ana ve Yerin Ruhu için çok kısaydı. Yerin Ruhu Gün Ana’ya minnetini sundu ve güzel uykusuna döndü. Gün Ana da ışığını özgürce saldı tekrar. Kişioğlu dersini almıştı elbet. Anakan Destanı 12/7

2 Akdağ Sitesi İstanbul – Tekirdağ sınırına yakın bir yerde, İstanbul tarafında kalan bir tatil sitesidir. Tek veya çift katlı müstakil yazlıklardan oluşan bu site, güney sahillerinde yazlık alamayan ama tatillerini doyasıya yaşamak isteyenlerin uğrak yerlerinden biridir. Kışın sadece birkaç ev sahibinin kaldığı sitede yaz ayları oldukça kalabalık bir insan topluluğu konaklar. Site elli konutluk mütevazı bir yerdir, adı pek duyulmamıştır, çünkü müşterileri genelde sabittir ve yeni gelenler de tavsiyeler aracılığıyla

8


Gökcan Şahin

buradan haberdar olurlar. Akdağ Sitesi ev ve toprak sahiplerinden oluşan bir kurul tarafından yönetilir ve sorunlar kolayca halledilir. Sitedeki aileler çoğunlukla birbirlerini tanırlar ve kimin ne olduğu sitedeki tek bakkalın sahibi başta olmak üzere birkaç kişilik dedikodu timi tarafından herkese duyurulur. Bu durum asla aşırıya kaçmaz; sınırlar bellidir ve herkes memnundur bu durumdan. Sonuç olarak Akdağ Sitesi oldukça cana yakın insanların buluştuğu huzurlu bir ortamdır ve yeni gelenler tarafından çok sevilir. Elif ile Murat da burayı beğenen çoğunluğun içindeydiler. Daha ilk görüşlerinde sitenin tam onlara göre bir yer olduğunu anlamışlardı. Akdağ Sitesi’nde geçirecekleri bu iki haftalık tatil onlar için aynı zamanda balayı anlamına geliyordu. Çünkü daha on günlük evliydiler. Birbirlerini çok severek, ailelerinin de rızasıyla sorunsuz ve mutlu bir şekilde evlenmişlerdi. Murat otuz sekiz yaşında, liselere ders veren bir tarih öğretmeni, Elif ise otuz üç yaşında ortaokullara ders veren bir fen bilgisi öğretmeniydi. Ortak bir arkadaşları aracılığıyla tanışmışlar, birbirlerine âşık olmuşlar ve uzun sayılabilecek bir flört döneminden sonra evlenmeye karar vermişlerdi. Murat dediğim dedik, sert ve asi bir adamdı; ama Elif’in dominant ve güçlü karakteri onu dengeliyordu. Sonuç olarak her şeye karşı dik durabilecek demir kadar sağlam bir aile olmuşlardı. Belki iki öğretmen maaşıyla ekonomik olarak istedikleri yerde değillerdi, ama içlerindeki güç bunu da baskılıyordu. Şimdi,

bu

şirin

tatil

sitesinde

eşyalarını

kiraladıkları

eve

yerleştirmişler, gezmeye çıkmışlardı. Murat, her zaman güzelliğinden gurur duyduğu karısının beline elini dolamış, Elif de başını sevgilisinin güçlü

9


Alacakaranlık Efendileri

göğsüne yaslamıştı. Yüzlerinde gülücüklerle, iç açıcı yeşillikler ve bahçeli küçük evlerin arasındaki dar bir sokakta yürüyorlardı. “Bu kadar güzel bir yer tahmin etmemiştim,” dedi Elif. “Ben de canım. Sema teyze abartmamış demek ki. Öyle coşkuyla anlatıyordu ki burayı.” “Evet, iyi ki gelmişiz. Pahalı bir güney tatilinden daha güzel olacak.” “Kesinlikle.” Bu kısa diyalog yerini sessizliğe ve mis gibi deniz kokusunu alan nefeslere bıraktı.

3 Amerika Birleşik Devletleri Büyük Okyanus üzerinde nükleer silah denemesi yaptı. Rusya başta olmak üzere pek çok ülkenin tepkisini çeken bu deneyler konusunda Amerika kendi iç güvenliğini savunuyor. The Independent 07.06.11

4 “Deniz kokusu harika,” dedi Elif aldığı derin bir nefesten sonra. “Hadi denize gidelim,” dedi Murat. “Daha sahili görmedik.” “Eve dönüp mayolarımızı giymemiz gerekecek.” “Yoruldun mu?”

10


Gökcan Şahin

“Yoo, dönelim hadi, ben de merak ettim denizi şimdi.” Ve döndüler. Saat öğleyi çoktan geçmişti. Sahile gitmeleri ikiyi bulacaktı. Böylece güneşin yakıcılığından da kısmen korunacaklardı. Eve vardılar, mayolarını giydiler, havlularını aldılar ve sahilin yolunu tuttular. Sitenin ana caddesini takip ederek denize yöneldiler. Bu cadde diğer yerlere göre daha kalabalıktı. İkişerli, üçerli gruplar halindeki gençler neşeyle gülüşüyor, çocuklar bisikletleriyle turluyorlardı. Murat cadde üzerindeki bakkala uğrayarak deniz kenarında yemek için üç paket bisküvi, bir litrelik kola ve iki plastik bardak aldı. Bu sırada bakkalcının samimi sorularına muhatap olmaktan kaçamadı. Aslında kaçmak da istemedi. Bakkalcı, saçları ağarmış, göbekli, tombul, güler yüzlü bir adamdı. Yaptığı işten çok memnun olduğu her halinden anlaşılıyordu. Siparişleri uzatması bile şehirdeki kimi soğuk bakkallardan çok farklıydı. Dolayısıyla bu pozitif elektrikten kurtulması kolay olmadı. Sonunda iyi günler dileyerek sahil yolculuğuna kaldıkları yerden devam ettiler. Beş dakika sonra kumların üzerine havlularını seriyorlardı. Kumsal oldukça

genişti.

Onlarca

kişi

olmasına

rağmen

aşırı

kalabalık

görünmüyordu. Deniz dalgasızdı, hava sıcaktı, gökte tek bir bulut bile yoktu. Denizde yüzen insanlar ve birkaç tekneyle renklenmese, tüm görüş alanları mavi olacaktı. Elif ve Murat güneş kremlerini sürdükten sonra havlularının üzerine uzandılar. Önce biraz güneşlenmek ve uzanarak yürüyüşün yorgunluğunu atmak, sonra da denize girip bolca eğlenmek niyetindeydiler. “Buranın tek kötü yanı ne biliyor musun?” dedi Murat gözlerini açmadan.

11


Alacakaranlık Efendileri

“Neymiş?” “İki hafta Independent okuyamayacağım.” “Dert ettiğin şeye bak. İki hafta da İngilizceden uzak kal, ne olacak?” “Sadece İngilizce için değil ki, alıştım gazeteme. Okumadan rahat edemiyorum.” “Bağımlılık yaratmış sende Murat. Geçer ama, merak etme.” Murat yıllardır İngiltere’nin The Independent gazetesini okurdu. Üniversite yıllarından gelen bir alışkanlıktı bu. Önce İngilizce gazete okumanın dil açısından faydalı olduğu duymuş, yabancı gazete satan bir dükkândan

Independent

almıştı.

Sonra

haber

okumanın

tadından

vazgeçememişti. O gün bu gündür haftada iki kez alırdı. Bir ara ekonomik kriz nedeniyle gazetenin zarar ettiğini duyunca yüreği ağzına gelmişti Murat’ın, ama neyse ki hâlâ yayın hayatına devam ediyordu. “Ne düşünüyorsun aşkım?” dedi Elif, cevap gelmeyince. “Son aldığım gazeteyi gözümün önüne getiriyorum. En son hangi haberi okumuştum diye.” “Hangi habermiş?” “Daha bulamadım, bulunca söylerim.” “Peki,” dedi Elif gülümseyerek. Yine tuhaflığı tutmuştu Murat’ın. O sırada, gözleri kapalı olduğu halde gözlerine gelen ışığın azaldığını fark ettiler. Murat güneşin önüne bulut geldiğini düşünerek umursamadı, ama her zaman olağanüstü dikkatiyle öne çıkan Elif az önce etrafta hiç bulut olmadığını düşünüp merakla gözlerini açtı. Evet, etraf biraz daha gölgeli gibiydi. Tek elini gözüne siper ederek güneşe kısık gözle baktı.

12


Gökcan Şahin

Hayır, güneşin önünde bulut falan yoktu. Ama Elif havanın biraz da olsa karardığından emindi. “Murat?” “Efendim canım.” “Ya sence de hava kararmadı mı biraz?” Murat gözlerini açtı, etrafa baktı. “Evet, bana da öyle geldi,” dedi. “Bulut gelmiştir diye düşündüm.” “Ama bulut falan yok, Allah Allah!” Plajdaki diğer insanlardan bazıları da etrafa şaşkınca bakıyordu. Kimi başını kaldırıp bir kez güneşe bakıp normal işlerine geri dönüyordu, kimi yanındakine bir şeyler soruyordu. Murat da dudak büküp boş vermek üzereydi ki havanın bir kademe daha karardığına şahit oldu. “Sen de fark ettin mi?” dedi Elif heyecanla. “Evet,” dedi Murat. “Ne oluyor? Güneş tutulması falan yoktu bugün, değil mi?” “Hayır, zaten güneşin tutulduğu yok.” Güneşe baktı yine. Deminki kadar gözünü rahatsız etmemişti sanki. Normalde güneşe birkaç saniyeden fazla bakmak göze kalıcı zararlar verebilirdi, ama o sırada gökyüzündeki güneş sanki ışığını kısmış gibiydi. İnsanların

fısıldaşmaları

aniden

artmıştı,

herkes

bir

tuhaflık

olduğunun farkındaydı. Denizde simitleriyle yüzen çocuklar bile güneşe bakıyorlardı. “Havada görünmeyen bir sis tabakası falan mı var acaba?” diye sordu Elif.

13


Alacakaranlık Efendileri

“Bilmiyorum ama tuhaf bir atmosfer olayı olmalı. Hiç böyle bir şey görmemiştim. Öğlenin ortasında akşamüstü havası yaşıyoruz.”

5 Çin ve Rusya hükümetleri Amerika Birleşik Devletleri’nin son nükleer denemelerinden sadece bir ay sonra yeni hidrojen ve nükleer bombalarını denedi. Hint Okyanusu’nda gerçekleştirilen denemeler doğal hayatı olumsuz etkileyebileceği gerekçesiyle çevreciler tarafından protesto ediliyor. The Independent 02.07.11

6 Akdağ Sitesi’ndeki elli evin kırk altısı, 10 Temmuz 2011 itibariyle doluydu. Elif ve Murat’ın da yerleşmesiyle ertesi gün bu sayı kırk yedi olmuştu. Yani site hemen hemen tam kapasitedeydi ve yaklaşık yüz elli kişinin tatil ihtiyacını karşılıyordu. 11 Temmuz’un o öğleden sonrası Akdağ’ın sahilinde kırk kişi ya güneşlenmekte, ya da denizin tadını çıkarmaktaydılar. Ama saat 14.20 itibariyle gerçekleşen tuhaf olay nedeniyle hepsi yaptıklarından kısa süreliğine vazgeçip neler olduğunu anlamaya çalıştılar. Ama kimse en ufak bir fikir üretemedi. Güneşin ışığı aniden azalmış, ortalık olması gerekenden

14


Gökcan Şahin

daha karanlık bir hale gelmişti. Güneşin önüne devasa gri bulutların geçmesiyle aynı orantıda karanlıktı hava. Deniz daha lacivert görünüyordu, hava daha serin ve hafiften rüzgârlıydı. Denizden çıkanlar üşüyerek havlularına koşuyorlardı. En ufak çocuklar bile durumun farkındaydılar. Annelerine

havanın

neden

karardığını

soruyorlardı.

Annelerin

ise

kendilerine bile verebilecek cevapları yoktu. Sahil sessizleşmişti, herkesin gözü güneşteydi. İnsanlar sanki bir şeyler olmasını bekliyordu. Oldu da. Güneşin sol tarafından bir ışık uzantısı çıktı. Solucan gibi kıvrıldı, kırbaç gibi aniden şakladı ve yok oldu. Alevden bir iplik gibiydi bu şey. Bir ucu güneşe bağlı kalıyor, sanki güneşten kaçmak için kıvrılıyor ama sonunda pes edip yok oluyordu. Daha birkaç saniye geçmemişti ki aynı şey bu kez sol tarafında meydana geldi. O iplik yok olmadan üst tarafından bir tane daha çıktı, sonra altından, tekrar sağ ve sol taraftan. Aynı anda kıvranan birkaç iplik, güneşi tombul bir böceğe benzetmişti. “Güneş patlaması mı bu?” dedi Elif fısıltıya yakın bir sesle. “Bilmiyorum. Olabilir. Ama bu kadar belirgini görülmemiştir herhalde.” Elif bir sevgi içgüdüsüyle Murat’a yaklaştı. Güneş de sanki buna öfkelenmiş gibi alevden ipliklerini daha uzağa sarkıtmaya başladı. İplikler artık o kadar çoğalmıştı ki, küçük çocukların resimlerindeki ‘etrafa çizgiler saçan güneş’e benzemişti. Tek farkı bu çizgilerin hareketli olmasıydı. Bu sırada güneşin rengi sarıdan turuncuya dönüyordu yavaş yavaş. Işığı azalıyor, etraf daha da kararıyordu. Gökyüzünün uzak köşelerinde

15


Alacakaranlık Efendileri

birkaç yıldız görebilmek bile mümkündü. Deniz dalgalanmaya başlamış, rüzgâr şiddetlenmişti, suyun rengi daha da koyulaşıyordu. İnsanlar yine mırıldanıyorlar, içlerine sinen tuhaf korkuya karşı, birbirleriyle konuşarak teselli bulmaya çalışıyorlardı. Güneşe bir şeyler oluyordu ve bu, hiç de hayra alamet değildi. Mırıldanmalar konuşmalara, konuşmalar da ufak tartışmalara döndü. Birileri “kıyamet geldi,” diyor, birileri deli gibi koşuşuyordu. İnsanlar eşyalarını toplamaya başlamıştı. Evlerine ulaşmak sanki daha güvenliymiş gibi bir an önce gitmek istiyorlardı. Ama bu sorgulanamazdı elbette. İnsanoğlunun temel içgüdülerinden biri evlerinde kendilerini daha güvende hissetmektir. Elif de bu içgüdü dolayısıyla Murat’a eve gitmeyi teklif etti. Murat gözünü güneşten ayırmıyor, kaşları çatılmış halde düşünüp duruyordu. Elif’in sözlerine ilk anda tepki vermedi. “Canım, herkes gidiyor, hadi hava çok soğuk oldu,” dedi Elif. “Tamam canım, gidelim.” Yine de gözlerini güneşten ayırmamaya çalışarak Elif’in eşyaları toplamasına yardım etti. Bakkaldan aldıkları bisküvileri yeme fırsatı bile bulamamışlardı. Denizdeki son insanlar da hızla çıkıyorlardı, çünkü hava o kadar kararmıştı ki güneşin batışı sırasında ancak böyle olabilirdi. Su iyice dalgalanıyordu. Rüzgâr da somutlaşmaya başlamış, tatilcilerin şemsiyelerini uçurmaya çalışıyordu. Havlularını omuzlarına attılar, terliklerini giydiler ve denize sırtlarını döndüler. O anda hava aniden zifiri karanlık oldu. Az da olsa ışık veren bir lambanın kapatılması kadar aniydi. Hemen güneşe döndüler ve şok edici

16


Gökcan Şahin

manzarayla karşılaştılar. Gökyüzü kapkaranlıktı, yıldızlar net bir şekilde görünüyordu. Güneş gökteydi ama artık güneş denilemezdi. Etrafa hâlâ alev iplikleri saçsa da aydınlık saçacak bir enerjisi kalmamış gibi görünüyordu. Kurumaya yüz tutmuş, yuvarlak bir lav tabakası gibi çatlaklar şeklinde ateş akıntıları görünen kapkara bir küreye dönüşmüştü. O alev kıvılcımlarının hareketleri olmasa güneşin orada olduğu bile belli olmayacaktı. Güneşin bu halini gören herkes önce donakaldı. Gökyüzüne kilitlenen gözler dehşetle bakıyorlardı. Sonra yavaş yavaş inen gözler birbirini buldu. Birbirlerinin beyazlamış yüzlerini gören insanlar sanki durumu yeni kavramış gibi çığlıklar atmaya ve panikle koşuşturmaya başladılar. Elif de bunu yapmamak için kendini zor tutuyordu. Ama o güçlüydü, güçlü olmalıydı. Murat hâlâ güneşe bakmaktaydı, ama boğazına bir şey takılmış gibi hissediyordu.

Denilenler

gerçekti.

Kıyamet

gelmişti

işte.

Bunlar

insanoğlunun son saatleri olmalıydı. Yapacak tek şey vardı: Herkes gibi paniğe kapılmak ve kaçmak.

7 Yağmur ormanları hâlâ yanıyor! Üç haftadır süren yangınlar dünyanın ciğerleri olarak nitelendirilen yağmur ormanlarının üçte birini şimdiden yok etmiş durumda. Yangının bir türlü kontrol altına alınamaması yetkilileri korkutuyor. İnsanlık tarihinin en büyük orman yangınına şahit

17


Alacakaranlık Efendileri

olduğumuz

şu

günlerde

bu

felaketin

küresel

ısınmayı

daha

da

arttıracağından korkuluyor. The Independent 06.07.11

8 Soluk soluğa yazlığa ulaştılar. Murat titreyen eli nedeniyle kapıyı açmakta zorlandı. Sonunda içeri girip ışığı yaktılar ve derin bir nefes aldılar. Eve girince rahatlamanın saçma olduğunu kendileri de biliyorlardı; ama insanoğlunun genlerine işlenmiş bu içgüdüyü bir çırpıda reddetmeleri imkânsızdı. Murat hemen oturma odasına gidip televizyonu açtı. Karşıdaki koltuğa rahatsız bir şekilde oturdu ve bir haber kanalı bulmaya çalıştı. Elif de hemen yanına oturmuş ve gözlerini televizyona dikmişti. Murat, durumu son dakika olarak veren bir haber kanalı bulmakta gecikmedi. Siyah saçlı, güzel bir kadın spikerin konuşması, haberin yayına yeni girdiğini gösteriyordu: “Sayın seyirciler, olağanüstü bir son dakika haberiyle karşınızdayız. Güneşin olağandışı bir şekilde kararması olayını uzmanlarla konuşup bir çözüme ulaşmaya çalışacağız. Ama önce bu olayın nasıl geliştiğini anbean kaydeden bir kameradan görelim. Muhabirimiz Seda Şimşek, Taksim’de, son yapılan elektrik zamlarıyla ilgili halkın nabzını tutmaya çalışırken aniden gerçekleşen olayın her anını kaydetti. Şimdi o görüntüleri yayınlıyoruz.”

18


Gökcan Şahin

Spikerin yüzü kayboldu ve ondan daha güzel sarışın genç bir kızın Taksim’deki görüntüsü geldi. Genç muhabir orta yaşlı, takım elbiseli bir adamı çevirmişti. “Beyefendi, yeni gelen yüzde yirmilik elektrik zammı hakkında ne düşünüyorsunuz?” “Ne diyim ki kızım? Ben devlet memuruyum. Bize yılda verilen zam yüzde beşi, onu geçmez, ama elektriğe her yıl yüzde elli zam yaparlar…” Adam ezberlemiş gibi seri bir şekilde bunları söylerken etrafın aniden gölgelenmesi dikkat çekiciydi. Adam bir an duraklayıp güneşe baktı, sonra konuşmasına devam etti. “Memuru, emekliyi, işçiyi hiç düşünmeden hareket ediyorlar. Sonra tasarruf yapın, az harcayın diye nutuk çekiyorlar. Kemer sıka sıka buramıza kadar geldi.” “Hükümetin enerji politikasını doğru bulmuyorsunuz yani?” dedi muhabir. “Bulmuyorum tabii. Fakirin ekmeğiyle oynamak hangi politikaya yakışır? Bu nasıl politika? Suya da zam yaptılar geçen ay. Neymiş, suyu tasarruflu kullanalım diyeymiş. Tamam da biz mi bitirdik suyu? Onca nehrimiz varken barajlar yapacaklarına faturayı bize kesiyorlar.” Anlaşılan adam çileden çıkmıştı. Konuştukça konuşuyordu. Onun sesini daha da kararan gökyüzü kesti. Etrafta hızla yürüyen insanlar birden durakladılar. Güneş belirgin şekilde daha az ışık veriyordu. Üstelik bulut falan da yoktu. “Bu arada tuhaf bir durumla karşı karşıyayız,” dedi muhabir. “Henüz öğle saati olmasına rağmen hava kararmaya başladı.”

19


Alacakaranlık Efendileri

Sakin konuşmaya çalışıyordu, ama heyecanlandığı anlaşılıyordu. “Allah Allah,” dedi muhabirin röportaj yaptığı memur. Kamera bir süre güneşi görüntüledi. Tekrar aşağı yönelmek üzereyken güneşin sağ tarafından çıkan kıvılcım göründü ve kameraman kamerayı güneşe sabitledi. Arkadan muhabirin sesi duyuluyordu. “Sanırım güneşle ilgili bir olay yaşanıyor. Alışık olmadığımız bir şekilde güneşten fışkıran alevleri görüyoruz.” Bir süre sadece insanların uğultuları duyuldu. Güneşten çıkan kıvılcımlar gitgide artıyordu. Kısa bir süre aynı şekilde devam etti ve aniden güneşin sağ üst köşesinde kara bir leke oluştu. “Evet, güneşte bir leke görünüyor,” dedi muhabir, sesindeki heyecanı artık gizlemeye çalışmıyordu. Bir dakika içinde leke büyüyerek tüm küreyi içine aldı ve birkaç kırmızı alev çatlağından başka bir şey bırakmadı. “Görüldüğü üzere güneş kapkara oldu. Tuhaf bir gök olayına şahit olmaktayız. İnsanlar merakla gökyüzünü seyrediyorlar. Hava kapkaranlık, yıldızlar bile rahatlıkla görünüyor.” O sırada insan çığlıkları duyulmaya başlamıştı. Koşuşturma sesleri muhabirin mikrofonundan Murat’ların yazlığına doluşuyordu. “Burada büyük bir panik havası var.” Kamera bir dakikalığına güneşi görüntülemekten vazgeçip caddeye baktı. Bazı insanlar gözlerini yukarı dikmiş, olanları merakla izlemekle yetinirken, bazıları bağırarak koşuşturuyorlardı. Röportaj yaptıkları memur da yok olmuştu. Çoğu kişinin elinde cep telefonu görmek mümkündü.

20


Gökcan Şahin

İnsanlar bu anı birileriyle

paylaşmaya çalışıyorlardı.

Bunu sadece

kendilerinin görmediğinden emin olmak istermiş gibi… “Sanırım söylenecek fazla bir şey yok,” dedi muhabir kendisine dönen kameraya. “Tarihi bir ana tanıklık ettiğimizi düşünüyorum. Ve bu olayın yorumunu uzmanlara bırakıyorum.” Görüntü burada sona erdi. Siyah saçlı spiker göründü. “Olaya canlı tanıklık eden muhabir arkadaşımız Seda Şimşek’in gözünden bu tuhaf fenomene şahit olduk. Şimdi canlı yayın konuklarımız jeoloji profesörü Sayın Erdem Taştan ve Kandilli Rasathanesi’nden Doçent Doktor Kemal Sarpoğlu. Hoş geldiniz efendim.” Spiker yavaşça sağına döndü ve iki konuk ekranda belirdi. İkisi de elli yaşını geçkin, saçları ağarmış insanlardı. “Sayın Sarpoğlu, bu olağandışı olayı nasıl yorumluyorsunuz?” “Şimdi,” dedi spikere daha yakın oturan adam elindeki kalemle oynayarak. “Astronomide güneş patlamaları olarak adlandırılan bir olay vardır. Bakın, güneş aslında dev bir mıknatısa benzetilebilir. Çok güçlü bir manyetik alana sahiptir ve bazen bu güçlü manyetik alan güneş lekeleri denen karanlık bölgelerin oluşmasına sebep olur. Bu bölgeler siyahtır, çünkü güneşin normal yüzey sıcaklığına göre yaklaşık bin beş yüz derece daha soğuktur. Yine bu manyetik alandan dolayı gerçekleşen güneş patlamaları vardır. Güneş belli zamanlarda fazla manyetik enerjisini bir çeşit patlama ile dışarı atar. Bu patlamalar güneş lekelerinin olduğu yerlerde oluşur. Ani bir ışın ve atom saçılmasıdır diyebiliriz.” “Bu olayın da bir güneş patlaması olduğunu mu düşünüyorsunuz?”

21


Alacakaranlık Efendileri

“Şu an için bunu kesin olarak söylemek mümkün değil. Güneş patlamaları asla tüm yüzeyde gerçekleşmemiştir, güneş lekeleri de bu kadar büyük alana yayılmamıştır. Şu anki durumda güneşin bize bakan tarafı tamamen kararmış gibi görünüyor.” “Peki bu güneş patlamalarının dünyaya doğrudan bir etkisi var mı?” “Aslında evet. Bu patlamalardan yayılan manyetik parçacıklar dünyanın

atmosferine

girdiklerinde

bazı

etkilerde

bulunabiliyorlar.

Manyetik dalgalarda parazitler, uyduların yörüngelerinde küçük sapmalar bunun örnekleri. Hatta çok şiddetli patlamalar yeryüzündeki elektronik aletlere de etki edebiliyor.” “Peki bu denli büyük bir patlamanın olası sonuçları ne olabilir?” “Korkarım eğer bu olay devasa bir güneş patlamasıysa dünyadaki tüm elektronik sistemler çok kısa bir süre sonra devre dışı kalacaktır. Bütün uyduların iletişimi kesilecek, elektronik ve manyetik mekanizmalar zarar görecektir. Özellikle iletişim konusunda çok büyük sıkıntıların olacağını düşünüyorum.” “Bu, ne kadar zaman içinde olabilir?” “Normalde ışınların dünyaya ulaşması sekiz dakika kadar bir süre alır. Etki süresini de dikkate alırsak…” Bir anda televizyon sustu. Işıklar kapandı. Elektrikler gitmişti. Elif ve Murat bir süre daha siyah ekrana bakmayı sürdürdüler ve aynı anda birbirlerine döndüler. “Sanırım,” dedi Murat, “sahilde kıyamet geliyor diyenler haklıydı.” “Nerden çıkardın bunu? Eğer bu bir güneş patlamasıysa elbet sona erecektir.”

22


Gökcan Şahin

“Hiç sanmıyorum.” “Neden?” “Sana bir şey göstermem lazım, bir dakika bekle burada.” Elif dakikalardır yaşadığı şaşkınlıktan sonra ilk kez farklı bir duyguyu tattı: merak. Nereye gitmişti Murat? Ne gösterecekti? Bunun cevabı gecikmedi. Birazdan kocası tekrar yanındaydı. Elinde el feneri ve bir kitap tutuyordu. “Dünya sonunda isyan etti,” dedi Murat. “Neden bahsettiğini anlamıyorum, açık konuşsana.” “Bak, bu kitap eski Afrika kabilelerinin destanlarını anlatıyor. Geçen hafta almıştım, biliyorsun.” “Evet, biliyorum da…” “Kitapta Anakan Destanı diye bir Dogon efsanesi var. Dogonlar’ı biliyorsundur, gizemli bir Afrika kabilesi.” “Eee?” “Destanı aynen okuyorum.” Murat sayfaları çevirdi ve aradığı yeri bulunca okumaya başladı. “Daha Zo-Moran doğmamışken, alnına hayat ışığı değmemişken, yer ateş, gök su iken bir kavim dağıldı yeryüzüne. Gücüyle fili boğan, aklıyla ejderi yoran bir kavim. Anaların her biri on ikişer çocuk doğurdu. Altı kız, altı oğlan. O altı kız da on ikişer çocuk doğurdu, altı kız, altı oğlan. Kırk nesil geçti, yeryüzü doldu taştı. Kavim dağları tepeleri aştı. Buz dinlemedi, ateş dinlemedi, açlık dinlemedi, hastalık dinlemedi, ayağının izi her karış toprağına değdi yeryüzünün…” Destanın bundan sonrası bu kavmin yeryüzüne verdiği zararları, Yer’in Ruhu’nun onları Gün Ana’ya şikâyet etmesini ve Gün Ana’nın ışığını

23


Alacakaranlık Efendileri

esirgeyerek kavmi cezalandırmasını ve tek bir aile kalana dek herkesin yok olmasını anlatıyordu. “Gördüğün gibi bu efsane bizim şimdiki durumumuza ne kadar uyuyor… Son zamanlarda insanoğlunun dünyayı nasıl tükettiği ortada. Üstelik Independent’te okuduğum haberlere göre Amerika, Çin, Rusya, İran ve daha bir sürü devlet okyanuslarda çeşitli silah denemeleri yapıyorlar. Yağmur ormanlarının da hâlâ alevler içinde olduğunu biliyorsun. Biz dersimizi almadık ve destanda yaşananlar bir daha yaşanacak. Güneş söndü ve insanoğlu yok olacak. Belki tek aile kalması bir abartma olabilir, ama destanın aynısı yaşanacak olursa dünyada pek fazla insanın kalacağını sanmıyorum.” “Kıyamet gerçekten geldi!” dedi Elif durumu kabullenerek. “Bizim yüzümüzden.” Ayağa kalktı, pencereden dışarıya baktı. Saat dört bile olmamışken gece yarısı karanlığındaydı sokaklar. Hâlâ koşturan insanlar vardı dışarıda. Bağıran, çağıran, kıyametin geldiğini haykıran insanlar… Hiçbir yerde elektrik yoktu, telefonların çalışmadığından da emindi Elif. Hemen iki adım ötede bir adam öfkeyle telefonunu yere fırlatmış, küfürler ederek uzaklaşmıştı. Daha bu sabah her şey ne kadar normaldi. Herkes her zamanki saatinde uyanmış, işi olanlar işine gitmiş, tatilde olanlar denizlere koşmuş, yaz okuluna kalan öğrenciler çantalarıyla yollara düşmüş, sevgilisiyle buluşan gençler birbirlerine kimi doğru, kimi yalan aşk sözcükleri fısıldamış, bakkallar ekmek satmış, çocuklar dondurma almış, anneler yedirmiş, babalar çalışmış, askerler savaşmış, müezzinler ezan okumuştu.

24


Gökcan Şahin

Oysa saatler, hatta dakikalar içinde herkesin bir şekilde beklediği ama bir türlü içten inanamadığı kıyamet gelivermişti. Üstelik bu ne bir göktaşı, ne eriyen buzullar, ne çöken kıtalar, ne foton kuşağı, ne on ikinci gezegen, ne de uzaylı istilasıydı. Bu Güneş’in öfkesiydi. Hava gitgide serinliyordu. Güneş ışık vermedikçe daha da soğuyacak, her yer buz tutacaktı. Sonunda kutuplar kadar soğuk olacaktı tüm Dünya. Bir daha hiçbir elektronik alet çalışmayacaktı, tüm uydu iletişimi, internet, elektrikli sistemler yok olmuştu. İnsanoğlu bir saat içinde yüz yıl geriye gitmişti. Sadece insanlar için değil tüm canlılar için büyük bir felaketin yaklaştığı belliydi. Güneş olmazsa hayat olmazdı, bitkiler büyümezdi, hayvanlar bitkileri yiyemezse yaşayamazlardı. Bu zincirin insanlara dayanması da uzun sürmezdi. Murat Elif’in yanına geldi, elini sevgiyle tuttu. “Daha ölmedik,” diye fısıldadı kulağına. “Biz toprağa gömülmedikçe umut tükenmez. Bu kara güneş bile tüketemez.” Bu söze karşılık verir gibi kapıdan iki tıklama geldi. Elif yanlış duyup duymadığını anlamak için Murat’a bir bakış attı. Kapı iki kez daha tıkladı. Elif’e, “Burada kal,” deyip el fenerinin ışığıyla

kapıya

yürüdü

Murat.

Gözetleme

görünmüyordu. “Kim o?” “Kapıyı açar mısınız? Çok önemli.”

25

deliğinden

hiçbir

şey


Alacakaranlık Efendileri

Bu cehennemî kargaşada kim gelip böyle bir şey söyleyebilirdi ki? Murat bir an tereddüt etse de açtı kapıyı. Arkasından Elif’in de geldiğini hissetmişti. Siyah melon şapkalı, eski püskü giysili, toprak kokulu bir adamdı gelen. Uzun boylu ama zayıftı. Şapkasının altında sadece ağzı görülüyordu şimdilik. Adam elini kaldırdı ve şapkasını çıkardı. İnce telli, dağınık ve uzunca saçlarının çevrelediği kemikli bir yüz göründü. “Ben Flemis Permosi,” dedi. “Siz de Murat Arıkan ve Dize Elif Demirsoy olmalısınız.”

26


BÖLÜM İKİ

ALACAKARANLIK 1 Gün Ana’nın cezasından hemen önce; hem canlı, hem cansız bir kavim geldi yeryüzüne. Kişioğlu gibi topraktan ve sudan değil, demirden ve çürümüş ağaçtan yapılmışlardı. Ruhları yoktu ama düşünceleri vardı, kalpleri yoktu ama kudretleri vardı. Gün Ana kararınca yeraltındaki zincirlerinden kurtulan yenik tanrılar, onlarla paylaşmak istemedi dünyayı. Ve Yerin Ruhu’nun gördüğü en büyük savaş başladı. Anakan Destanı 19/4

2 Nüfus kâğıdında ‘Mert Doğan’ yazan, yakınlarının ‘Acı’, suç dünyasının ‘Acımasız’ olarak bildiği kel kafalı, çirkin yüzlü, sol kolu bin tane


Alacakaranlık Efendileri

yara almışçasına oyuk oyuk ve bedeni tüysüz bir kas yığını olan adam, gözlerini karanlığa açtı. Kâbus görmemişti, rüya da görmemişti. İkisini de kendini bildi bileli -yaklaşık yedi yıldır- görmüş değildi. Belki de bir robotun rüya görmesine gerek duymamıştı eski zaman mühendisleri. Uyku süresince dinlenip şarj olmaları yeterliydi. Acı, zamanda bir tuhaflık olduğunu düşünüp saatine baktı. 16.30’u gösteriyordu eski model, kurmalı kol saati. Gözlerini kırpıştırarak yatağında doğruldu. Saat dört buçukta hava bu kadar karanlık? Allah Allah… Beyninde bin tane alarm çalıyor gibiydi. Bir an nerede olduğu bile gelmedi aklına. Sonra anılar, uyuşmuş bir bacağa giden kan gibi hızla aktı zihnine. Akdağ Sitesi’ndeydi. Tatil yapıyordu. Saat öğlen birde kısa bir öğle uykusuna yatmıştı. Ama bu uyku kısa olmaktan çoktan çıkmış olmalıydı ki hava çoktan kararmıştı. Durumun en mantıklı açıklaması saatin bir ara durmuş olduğuydu. Acı, uyanamayıp geceyi bulmuş olmalıydı. İki eliyle gözlerini hafifçe ovuşturdu ve minik site evinin tuvaletine yürüdü. Holün ışığını yakmak istedi ama ampul karşılık vermedi. Elektrikler de kesilmiş olmalıydı. Neyse ki yürürken hiçbir şeyi yıkıp dökmeyecek kadar iyi tanıyordu evini. Üstelik gözünün karanlığa alışması birkaç saniyelik işti. Tuvalete varınca refleks olarak oranın da ışık düğmesine bastı. Sonra “doğru ya,” anlamında bir of çekerek içeri girdi. Artık yeterince net gören gözleriyle aynada kendisine baktı. Üzeri çıplaktı, altında siyah bir şort vardı. Aynadaki suratı her zamanki gibi pek bir şey vaat etmiyordu. Musluğu çevirdi.

28


Gökcan Şahin

En azından sular kesik değil. Gıcırdayan musluktan akan su, gözlerindeki uyku zerreciklerini alıp götürdü. Havluyla kurulanmaya gerek görmedi. Kollarını şöyle bir gerip çıtırdattı.

Normal

insanlarda

eklemler

arası

sıvıdaki

baloncukların

patlamasıyla gelirdi bu ses. Onun için de pek farkı yoktu. Yine eklemleri vardı, yine sıvısı vardı, yine baloncuğu vardı. Patlaması biraz daha şiddetli oluyordu o kadar. O da malzeme farkının doğal sonucuydu. Televizyonu açmak geçti aklından ama elektrik aklına gelince bu fikri derhal kovdu. Karnı guruldayınca mutfağa yöneldi. Normalde hafif hafif mırıldanan buzdolabı şimdi bir ölü gibiydi. Kapısını açıp birkaç dilim salam kaptı, tezgâhtaki ekmeğin arasına sıkıştırıp ağzına götürdü. Gözü mutfağın duvar saatine kaydı. Ağzındaki lokmayı çiğnemeyi istemsizce durdurdu. Burası üçe on var’ı gösteriyordu ve saniyeler hareket etmiyordu. Pili bitmiş olmalıydı. Bir tuhaflık var bu işte… Acı tezgâhın üzerindeki cep telefonunu aldı eline. Kapalıydı. Üstündeki düğmeye basılı tuttu. Hareket yoktu. Daha yeni şarj etmişti… Bu kadarı da fazla. Acı mutfağın penceresine yürüdü, tülü kenara çekip dışarı baktı. Hava gayet karanlıktı. Yalnızca hafif bir kızıllık vardı etrafı aydınlatan. “Ne oluyor lan?” dedi fısıltıyla. Ekmeği tezgâha koydu, odada üzerine bir tişört geçirdi, anahtarını alıp dışarı fırladı. Hava biraz serin mi ne.

29


Alacakaranlık Efendileri

3 Sokakta in cin top oynuyordu. Gerçi sitenin en kuytu sokağıydı. Bu kısımda kalan birkaç tatilci dışında kimsenin uğramadığı bir yerdi. Issızlıkta bir tuhaflık yoktu yani. Evlerdeki

cılız

sarı

ışıklar,

insanların

mumla

aydınlanmaya

çalıştıklarını gösteriyordu. Etraftaki arabalar bir garipti ama. Yolun ortasında durmuş sahipsiz bir-iki arabanın yanı sıra, park ettikleri yerden çıkacakken vazgeçilmiş gibi yarısı dışarıda duran pek çok araba göze çarpıyordu.

İnsanlar

sanki

panikle

kapılarını

çarpıp

arabalarından

uzaklaşmışlardı. Sokağın ortasına doğru çıkıp gökyüzüne baktı Acı. Göğün güneybatı yüzündeki manzarayla şok oldu. Kızıl kıvılcımlar yayan kara bir lav topu vardı. Öfkeyle kırbaçlarını şaklatırken göğü bir anlığına kızıla boyuyor, sonra tekrar karartıyordu. Sağ elini saçsız başına götürerek gökyüzünü baştan aşağı süzdü. Ay ortada yoktu. Gerçi ortada olsa da güneşin ışığını yansıtamıyordu ki. Nasıl görünecekti? “Hasiktir!” diye sövdü yere, göğe, güneşe, aya, yıldızlara, kendine, herkese. “Hasiktir. Kara Güneş Vakası bu! Kıyamet bu!” Güçlü olmaya ölesiye alışmış biri kendini bir böcek kadar güçsüz hissediyordu şimdi. Ağzından bildiği tüm küfürler fark ettirmeden dökülüyor, yarı mekanik kalbi kanını daha gönülsüz pompalıyordu.

30


Gökcan Şahin

Gözleri de güneş gibi karardı, dizlerindeki bağlar gücünü yitirdi. Zihni önceki yıla gitti. Yine bu sitedeki büyük robot savaşının sonrasına…

4 “Nedir şu dünyayı kurtarma meselesi?” dedi Acı, elindeki birayı indirerek. Udel’le baş başa Eyüp’teki dairesinin balkonunda oturuyor, Haliç manzarasına karşı bira içiyorlardı. Büyük robot savaşından sonra Acı’nın sıkı dostu, hatta kardeşi olmuştu Udel Ser Venter. Ki bu yalan sayılmazdı. Terminatör lakabıyla kaçak dövüş yaparken kulağına kardeşi olduğunu fısıldamasaydı o an orada oturmak yerine bir hurdalıkta çürüyor olabilirdi. “Nereden geldi böyle birdenbire aklına?” dedi Udel. Saçları hâlâ zift siyahıydı ve gecenin karanlığıyla bütünleşiyordu. “Daha sonra anlatırım demiştin, unutma. Üstünden bir ay geçti.” “Doğru,” diye nefesini verdi Udel. “Doğuş amacını senden saklama niyetim yok zaten.” “Dinliyorum öyleyse.” Birası sol elindeydi. Robot savaşında tüm derisini ve organik kaslarını yitiren kolu kendini tamamen iyileştirmişti, ama sıradan bir iyileşmeden öyle uzaktı ki, Acı kolunu göstermemek için dışarıda sürekli uzun kollu şeyler giyiyor ve parmaksız deri eldivenler takıyordu. Bir nevi yeni bir Acımasız imajı oluşturmuştu. Ayrıca kendine güçlü bir motosiklet almış, İstanbul sokaklarını onunla fetheder olmuştu.

31


Alacakaranlık Efendileri

“7.152.267 yıl önceydi,” diye başladı Udel.

“Gelmiş geçmiş en

gelişmiş insan kavmi tarafından yaratıldık. Kırk bir zeki robottuk ve hepimizin emrinde tam bin asker-robot vardı.” “Asker-robot mu?” “Türkçeleştirince bunun gibi bir şey oluyor.” “Hayır,

kelimeye

takılmadım.

Mantığı

nedir

bu

asker-robot

olayının?” “Asker-robotlar bizim uzaktan kontrol edebildiğimiz uzuvlarımız gibiydiler. Şu an uzaktan kumandayla çalışan herhangi bir alet gibi. Ama biz düşüncelerimizle kolumuzmuş, bacağımızmış gibi rahatlıkla kontrol edebiliyorduk onları. Bizim gibi iki bacağı, iki kolu, bir başı olan savaş makineleriydiler kaplanmamışlardı,

ama kan

biyonik

bileşen

dolaşımları

içermiyorlardı.

yoktu

ve

Deriyle

düşünme

falan

gücünden

yoksunlardı. Tek amaçları bizim yönlendirmelerimizle hareket etmekti, o yüzden bir yapay zekâya gerek görülmemiş olmalı.” “Tamam, buraya kadar anladım,” dedi Acı. “Kırk bir bin kişilik koca bir robot ordusuymuşuz. Peki ne yapıyorduk? İnsanlığı neyden, nasıl koruyorduk? Ayrıca bu asker-robotlar gerek duyulmadıklarında nerede kalıyorlardı?” “Dur yahu, her şeyi aynı anda anlatamam.” “Peki, bir köşesinden başla.” “Kara Güneş Vakası’yla girelim o zaman. Bak şimdi… Kara Güneş denilen bir olay belli aralıklarla tekrarlanır ve insanlığı tehdit eder. Bir nevi tekrarlanan bir kıyamettir. En son 30.036 yıl önce oldu. Sonraki ne zaman olur bilmiyorum. Onun geleceğini bize haber veren şey Küp’tü işte.”

32


Gökcan Şahin

“Evet, bunu söylemiştin. Küp bizi uyandırıyor diye.” “Küp bazı belirtileri analiz ederek Kara Güneş Vakası’nı kısa bir süre öncesinden anlayabiliyordu. Ve biz Kuğu Kılıcı Robotları’nı hazırlanmamız için uyandırıyordu. Yüzlerce kez yaşadık bunu. Küpün içinde kırk bir ana robot için bölmeler var. Felaketi atlatınca bir dahaki sefere uyanmak üzere oraya giriyorduk. Bir nevi kış uykusuna yatıyorduk.” “Kuğu Kılıcı dedin de, bu Amerikan’ların uydurduğu bir isim değil miydi? SwanSword meselesi?” “Aslında hayır. Kuğu Kılıcı bizi üreten insanların kırk bir robota ve Küp’e verdikleri ortak isimdi. Ama Küp’ten yayılan bir çeşit enerji bu ismi Amerikalıların beynine yerleştirmiş olmalı. Onlar da daha iyi bir isim bulamayacaklarını düşünüp koymuşlar.” “Hımm,” dedi Acı ve birasından bir yudum daha çekti. Onu yaratanlara, sarhoş olma hissini eklemeyi unutmadıkları için şükrediyordu. “Her neyse,” diye devam etti Udel. “Kara Güneş Vakası, Güneş’in bazen olağanüstü aktivite göstererek bir süreliğine ısı ve ışık vermeyi durdurması. Yani Güneş, tutulmaya benzer şekilde kararıp bir süre öyle kalıyor. Bu da insanlığın sonunu getirecek kadar şiddetli sonuçlara yol açıyor…” “Bitkiler kuruyordur böyle bir durumda,” diye araya girdi Acı. “Sonra… Hayvanlar bitkileri yiyemeyince ölüyor, insanlar da sonra yiyecek bulamıyorlar tabii. Dünya soğuyup insanların yaşayamayacağı bir sıcaklığa geliyor. Düşündükçe çok şey geliyor aklıma. Güneş olmadan insanlık pek uzun yaşayamaz. Peki siz nasıl koruyorsunuz insanlığı? Onlar için yeraltı

33


Alacakaranlık Efendileri

şehirleri mi kazıyorsunuz? Küp sizi uyardığı için yiyecek mi stokluyorsunuz? Ya da insanlığı mı uyarıyorsunuz kıyamet yaklaşıyor diye...” “Sen de bizdendin unutma,” diye güldü Udel.” “Doğru ya,” dedi Acı. “Aslında dediklerin kısmen doğru, kısmen yanlış. Çünkü daha tüm bilgiyi vermedim. Kara Güneş Vakası’nın tek etkisi dünyanın soğuması falan değil. Bitkiler ölüyor, tamam ama aslında Güneş tamamen kurumuyor. Az da olsa kenarlardan ve patlamalar yardımıyla ışığını ve ısısını gönderiyor. Yani genel bir alacakaranlık durumu diyebiliriz. Bu durumda az ışıkla yaşayabilen bitkiler hayatta kalabiliyor. Dünya da düşündüğün kadar soğumuyor. Ayrıca Dünya’nın iç ısısını da unutmamak lazım.” “Hımm, insanların kıçı kolay kolay donmuyor yani.” “Gayet güzel donuyor,” diye güldü Udel, “ama topluca öldürecek kadar değil.” “Öyle olsun… İnsanlığı yok edecek kadar şiddetli olan şey nedir peki?” “Alacakaranlık Efendileri.”

5 Soğuktan tir tir titrediğini

fark edip düşünce yumağından

kurtulduğunda sahilde olduğunu fark etti. Beyninde aylar öncesine giderken burada da sahile kadar yürümüştü demek ki. Gökyüzüne kaydı bakışları, fark yoktu. Etrafına bakınca buranın tam olarak ıssız olmadığını

34


Gökcan Şahin

fark etti. Beş kişilik bir grup, banklara oturmuş hararetle tartışıyor, diğer banklarda ise genç sevgililer belki de son kez birlikteliklerinin keyfini çıkarıyorlardı. Bir ayyaş bağıra çağıra yanlarından geçip gitti, iki bisiklet vızıldadı, dalgalar hışırdadı, ağaçlar çıtırdadı. Acı ellerini çıplak kollarına sürterek ısınmaya çalıştı ve henüz bir felaket işareti vermeyen dalgalı denize son kez göz atıp arkasına döndü. Sitenin en kuytu yerindeki evine yollandı hızlı adımlarla. Robot savaşından kalma anılar gün yüzüne çıkmak için zorluyorlardı, ama Acı bu duruma taviz vermedi. Sitenin ıssız ve sokak lambalarının aydınlığından yoksun olduğu için karanlığa boğulmuş sokağında koşar adımlarla yürürken sol tarafındaki bir evin arka bahçesi dikkatini çekti. İki sarı şey göz kırpmıştı sanki. Evine doğru hızla yürürken ona eşlik eden hava moleküllerini şaşırtarak aniden durdu Acı. Bahçenin alçak çitlerine yaklaştı. Bu evde de titrek bir mum ışığı vardı ama en ufak bir konuşma sesi duyulmuyordu. İçeridekiler belki de mum ışığında son kez doya doya sevişiyorlardı. Kendisinin hiç yaşamadığı bir şeydi bu, ama hiç umursamamıştı şimdiye kadar. Robotlar için cinsellik gereksizdi. Buna rağmen biliyordu ki insanlar onlara da bu zevki bahşetmişlerdi. Ereksiyon olabiliyordu ama bu dürtüsünü hiçbir zaman eyleme dökmemişti. Hiçbir kadınla yakınlaşmamış, en cılız cinsel çekim duygusundan bile uzak durmuştu. O tehlike adamıydı ve başka hiçbir şeye yoğunlaşmamalıydı. İki sarı ışık tekrar göz kırptı ve Acı ‘o’nu o anda fark etti.

35


Alacakaranlık Efendileri

Bahçenin arkasına zincirlenmiş koca bir tüy yumağı vardı orada. Karanlıkta görülmesi gerçekten çok zordu ama gözleri ele veriyordu onu. İşte şimdi ağzını kocaman açarak esnemiş ve kendini iyice göstermişti. Acı şaşkınlıkla nefes verince ağzından buhar yayıldı. Hava her geçen dakika soğuyordu. Şaşkınlığının sebebi açılan ağzın müthiş büyüklüğüydü. Kendi bedeninin yarısını ağzına alabilirdi bu çeneler. Yaratığın başı yerden bir metre kadar yüksekteydi ama bu, uzanmış hali olabilirdi. Ayağa kalktığında ne hale geleceğini Tanrı bilirdi. Acı yaratığın dikkatini çekmeden mümkün olduğunca yaklaştı. Bedeninin bir kısmını bahçedeki çalılıktan göremiyordu, ama gördüğü kısmı da bir fikir edinmesi için gayet yeterli olmuştu. Devasa bir bedene sahip köpek biçimli bir yaratıktı bu. Rengi seçilmiyordu ama epey ton farkı olan çizgiler vardı üzerinde. Başını kaldırmış şekilde oturuyordu ve boynunda kalın bir halat vardı. Halatın diğer ucu göremediği bir yere bağlı olmalıydı. “Yoksa,” diye fısıldadı. “Sen bir Alacakaranlık Efendisi misin?”

6 “Alacakaranlık Efendileri mi?” dedi Acı yüzünü buruşturarak. “Hiç duymadım.”

36


Gökcan Şahin

“Yedi milyon yıllık bir terim aslında,” dedi Udel yeni bir bira açarken. “Alacakaranlık

Efendileri

insanlığın

başına

gelebilecek

en

korkunç

şeylerdir.” “Meraklandırma konusunda üstüne yok.” “H.P. Lovecraft okudun mu hiç?” “Ne alaka şimdi?” “Yahu, sen konuşmanın kontrolünü bana bırak, sürekli soru sorup akıcılığı bozuyorsun,” dedi Udel. Güya sitem ediyordu ama sesi gayet yumuşak ve mizahiydi. “Bir kitabına başlamıştım,” dedi Acı. “Cthulhu’nun Çağrısı. Ama bitiremedim.” “Tam üstüne bastın. Lovecraft, Cthulhu diye bir efsane yarattı. Nereden nasıl duydu bilemiyorum ama Alacakaranlık Efendileri durumuna çok iyi uyan tarafları var.” “Yanlış hatırlamıyorsam Cthulhu diye bir adam çağırınca yeryüzüne çıkacak yaratıklarla ilgiliydi.” “Doğru sayılır, ama Cthulhu bir adamdan çok, başka bir boyutun olağanüstü çirkin yaratığı. Daha doğrusu o yaratıkların patronu. Lovecraft’a göre milyonlarca yıl önce yeryüzüne geldi ve bir kötülük krallığı kurdu ama lanetlenip bir adayla beraber okyanusa gömüldü. Doğru zamanda ortaya çıkıp krallığını tekrar kurmak istiyor.” “Tamam, gerçekten etkileyici bir hikâye. Konuyla ilgisi ne peki?” “Cthulhu diye bir şey gerçekte yok ama onun emrindekilere benzer korkunç yaratıklar… Nasıl desem, her seferinde alt edip bir nevi yerin

37


Alacakaranlık Efendileri

dibine gömdüğümüz habis boyutların yaratıkları, periyodik olarak geri dönüyorlar. Kara Güneş Vakası’ndan hemen sonra…” Acı bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı ama yine kapattı. Elindeki birasından bir yudum daha aldı. “Şaka mı yapıyorsun?” dedi. “Sence?” “Hayır.” “Şimdi zihnini kapatan bir kapıyı kırdık. Her şeyi daha ayrıntılı anlatabilirim. Toeskia dediğimiz sıkışmış bir boyut var. Bulunduğumuz evrenden taşmış bir cep gibi. Daha az düzenli bir uzantı evreni. O evrendeki dünya, dediğim yaratıklara ev sahipliği yapıyor. Tamamen vahşi ve ölüm kusan bir dünya…” “Toeskia…” diye fısıldadı Acı kendi kendine. “Her Kara Güneş Vakası o cebi buradan ayıran fermuarın açılmasına sebep oluyor. İnsan aklının alamayacağı derecede korkunç şeyler yeryüzünde beliriyorlar. Sonra da deli gibi etrafa saldırıp soykırım yapıyorlar. Eğer yok edilmezlerse Kara Güneş Vakası bittiğinde dahi bu dünyada kalıyorlar ve burayı da kendi dünyalarına benzetmeye çalışıyorlar. Eski güçlü insanlar onlara karşı koyabilmek için Kuğu Kılıcı ordusunu yarattılar. Kırk bir bin askerle tüm dünyaya dağılıp yıllar süren bir ava çıkıyorduk. İnsanların olabildiğince az zarar görmesini sağlıyorduk. Kayıplar veriyorduk ama galip gelememe gibi bir şansımız yoktu. Çok zeki değillerdi, organize olamıyorlardı, önlerine gelene saldırıyorlardı. Dünya çapında bir vahşi hayvan avıydı bizimkisi.

38


Gökcan Şahin

“Milyonlarca yıl bu şekilde devam etti. Nice insan nesilleri gelip geçti, nice tufanlar oldu, nice kıyametler koptu ama biz her zaman görevimizi yaptık.” “Şimdi her şey yerine oturuyor,” dedi Acı. “Demek her şey bu yaratıkları yok etmek içindi. O yüzden bu kadar büyük bir fizik gücüne sahibiz. Her şeyin bir sebebi var…” “Haklısın.” “Demek eksile eksile sekiz robota düştük. İki tanesini de şimdi kaybettik. Sadece altı…” “Aynen öyle. Aslında doksan bin yıl önceki olaya kadar önemli bir eksiğimiz yoktu. Yedi milyon yılda asıl robotlardan dokuz, askerrobotlardan on bir bin kayıp vermiştik sadece. Yerlerine yenilerini yapacak teknoloji yoktu henüz ama bu kadarla da idare edebiliyorduk. Ama ZoMoran denen şerefsiz ortaya çıktı.” “Zo-Moran mı?” “O zamanki çekik gözlülerin imparatoruydu. Tuhaf güçleri vardı. Hayvanları etkisi altına alabiliyordu. Hedefi tüm dünyayı kendi hâkimiyetine almak ve çekik gözlü olmayan tüm ırkları dünya üzerinden silmekti.” “Günümüzün Hitler’iymiş desene.” “Hitler onun yanında melek kalır. Öyle bir katliam yaptı ki, dünyanın sadece yüzde biri kadar nüfusu olan çekikler bir anda yüzde elliye yükseldi.” “Geri kalan dünyanın yarısını yok mu etti yani?” “Evet, iki milyar insan öldürdüğünü tahmin ediyoruz.” “Nasıl yaptı ki bunu? Yüzde birlik nüfustan nasıl bir ordu çıkardı?”

39


Alacakaranlık Efendileri

“Ordusu Alacakaranlık Efendileri’ydi.” “Nasıl yani?” “Güneş kararıp biz savaşa hazırlanırken o da kendi planlarını yapıyormuş. Kendi bölgesinde ortaya çıkan tüm yaratıklara hâkim oldu. Nasıl bir zihinsel güce sahipse, hepsini komutasına alıp ordu kurdu. Uçabilen yaratıklara ejderha adını verip tüm dünyaya saldı. Yer yaratıkları ile sınırlarını yavaş yavaş ama güçlü bir şekilde genişletti. Her önüne geleni katletti. Bize karşı bile savaştırdı, üstelik yaratıklar onun emrinde gayet ustaca dövüşmeyi öğrenmişlerdi. Bizi pusuya düşürebiliyor, az sayıda yakalayabiliyor veya topluca yok edebiliyorlardı.” “Anlıyorum,” dedi Acı kel kafasını kaşıyarak. “Onu yok edene kadar birçok kayıp verdiniz… yani verdik.” Udel acı acı salladı başını. “Peki asker-robotlar ne oldu?” “Sadece birkaç yüz tane kaldılar, onları da otuz bin yıl önceki son savaşta kaybettik. Zaferi elde ettiğimizde sekiz robot kalmıştık. İnsanlar tekrar yeryüzüne yayılmaya başlayınca küpe girdik ve Anadolu’nun topraklarına gömdürdük kendimizi. Talihsiz bir şekilde ortaya çıkışımızı biliyorsun zaten.” “Bir sonraki Kara Güneş Vakası’nı öğrenebilecek miyiz?” “Hayır, küp artık işe yaramaz halde. Zaten bir Kara Güneş Vakası’nı daha nasıl kaldırırız bilmiyorum. Sadece altı ana robotla tüm dünyadaki Alacakaranlık Efendileri’ni ortadan kaldırmamız imkânsız.” Udel bunu söyledikten sonra en derin bakışlarını Haliç sularına gönderdi.

40


Gökcan Şahin

Belki bir saat, belki bir sene sonra ağzından şu sözler çıktı: “Umarım insanoğlu tekrar önlemini alana kadar tekrar yaşanmaz…”

7 Kara Güneş Vakası sebebiyle şaşkına dönmüş korumaları rahatlıkla alt eden bir grup, Eyüp’te konaklayan yedi yarış atını zorlanmadan çaldı. Peşlerine polis takılmadı, çünkü hiçbir polis aracı çalışmıyordu. Zaten polise durumu bildiren olmadı, çünkü telefonlar kesikti. Bildirilseydi bile polisler birbiriyle iletişim kuramazlardı, çünkü telsizler basit bir cızırtıyı bile iletmekten acizlerdi.

8

Ama boynunda halat var? Nadir bir köpek türü olabilir mi? İçinden bir ses uzak durmasını söylüyordu. Bu bir Alacakaranlık Efendisi olamazdı. Hiçbir yere saldırmıyordu ve görünüşü pek de iğrenç değildi. Evine gitmeliydi şimdi. Gitmeli, üzerine bir şeyler giymeli ve düşünmeliydi. Uzun uzun… Gitti. Üstüne bir şeyler giydi. Düşünmeye koyuldu.

41


Alacakaranlık Efendileri

Şimdi yapması gereken tek şey diğerlerine ulaşmaktı. Udel’e, Koray’a, Mehmet’e ve diğer robotlara… Peki cep telefonu çalışmazken nasıl yapacaktı bunu? Evdeki telefonu da denemişti, işe yaramıyordu. Motoruna atlayıp gidebilirdi. Tabii ya. Gidip bulabilirdi onları. Hepsinin yeri yurdu belliydi. Birine ulaştı mı diğerlerine ulaşması da kolay olurdu. Dışarı çıktı tekrar. Daha da soğumuş havada montunun fermuarını çekip motoruna atladı. Yola koyulmadı motor. En ufak bir tepki vermedi. Tüm elektrik sistemleri gitmişti. Tıpkı evdeki saat, cebindeki telefon gibi… Belli ki elektronlar akmakta pek isteksizdiler. Birkaç kere lanet edip indi motordan. Tekrar eve girdi. Ne yapacaktı şimdi? Arabalar da çalışmıyor olmalıydı. Yol ortasında kalmış arabaların durumu ortadaydı. Orada tıkılıp kalmıştı Acı. Onca kilometre yolu yürüyemezdi. Bekleyecekti. Onların kendisini bulmalarını bekleyecekti. Koray burada olduğunu biliyordu. Diğerlerine de bir şekilde ulaşır ve getirirdi elbet. Hiç olmadı Udel, beyaz kanatlarını açar, uçarak gelirdi. Saat beş buçuk olmuştu. Şimdiye yola çıkmış bile olabilirlerdi. Sakin olacak ve bekleyecekti. O bir Alacakaranlık Efendisi miydi? Hayır. Neydi peki? Hiçbir fikrim yok.

42


Gökcan Şahin

9 Halk arasında E5 olarak bilinen, İstanbul’un doğu-batı bağlantısını sağlayan D100 karayolu, inşa edildiği günden beri görmediği bir manzaraya tanık oldu. Yolda kalmış birkaç gri otobüs dışında tamamen boş olan metrobüs yolundan rüzgâr gibi koşan yedi at, batıya doğru ilerliyordu. Üstlerindeki adamlar çelik kadar sert görünüşlüydü ve amaçları her neyse engel tanımayacakları belliydi. Bu duruma tanık olanlar fotoğraf çekemedi, çünkü hiçbir fotoğraf makinesi çalışmıyordu. İnternette paylaşıp hava da atamadı, çünkü artık dünya üzerinde internet diye bir şey yoktu.

10 “Adımızı nereden biliyorsunuz?” dedi Elif bir adım daha atıp Murat’ın yanına gelirken. “İçeri girmeme izin verirseniz her şeyi anlatacağım.” Sesi çok kısık, aksanı tuhaftı. Dedikleri zor anlaşılıyordu. “Özür dilerim, pek konuşmadığım için ses tellerim… nasıl desem…” elini boğazına götürdü, “antrenmanlı değil.” Murat adamın yıpranmış ceketinin yan taraflarına baktı. Birden aklına onun bir soyguncu olabileceği gelmişti. Bu panik halinden

43


Alacakaranlık Efendileri

yararlanmak istiyor olabilirdi. İçeri girip Murat’la Elif’i delik deşik etse kimin umurunda olurdu şu anda? Hiç kimsenin. “Merak etmeyin, sizi soymak gibi bir niyetim yok. Silahsızım.” Ceketini kaldırarak kadife pantolonunun yan taraflarını gösterdi. “Peki, geçin içeri,” dedi Murat. Adam sanki düşüncelerini okuyormuş gibi tüm tedirginliklerini giderme çalışıyordu ama Murat yine de temkinliydi. En ufak bir ters hareketinde üzerine çullanacaktı. Zaten pek güçlü kuvvetli birine benzemiyordu. Flemis Permosi, şapkasını çıkarmadan koltuklardan birine oturdu. “Mutfakta mum olacaktı,” dedi Elif. İki dakika sonra iki mumun eşliğinde karşılıklı oturuyorlardı. Murat beynindeki sesle sıçradı. [Sanırım bu şekilde daha sağlıklı bir iletişim kurabiliriz.] Elif de kocaman gözlerle bakıyordu. “Sen de duydun mu?” dedi Murat. Elif başını sallayıp yabancıya döndü. [Özür dilerim, uyarmam gerekirdi.] “Sen…” diye kükredi Murat. “Sen misin konuşan?” [Evet, sakin olun lütfen. Zihninizle de cevap verebilirsiniz bana.] “Bana hemen ne yapmaya çalıştığını söyle,” dedi Murat işaret parmağını tehditkârca sallayarak. [Her zaman sinirli olmak zorunda mısınız?] “Ben sinirli falan değilim. Sen zorluyorsun. Kimsin, ne istiyorsun, çabuk söyle.”

44


Gökcan Şahin

“Murat…” diye fısıldadı Elif. Sadece bu sözcükle çok şey anlatıyordu kocasına. Sakin olmalı ve dinlemeliydi. Çabuk tepki vermemeliydi. Vs. Vs. “Tamam tamam,” dedi Murat ve arkasına yaslandı. Duyuyor musun beni? [Tahmin ettiğinizden daha iyi duyuyorum.] Elif duyuyor mu bunları? [Sadece benim söylediklerimi duyuyor. İkiniz arasında bir telepatik bağ yok henüz. Ama şu an yaratmaya çalışıyorum.] Tamam, şu an sakinim, ne istediğini söyleyebilirsin. Tabii yine de lafı gevelemesen iyi olur. [Henüz yeterince sakin değilsiniz. Bu arada bağı kurmak üzereyim. Az sonra bir zihinsel konferans yapabileceğiz.] Murat? diye düşündü Elif. Duyuyorum

seni,

dedi

Murat

karısına

bakarak.

Durumun

inanılmazlığının tadını çıkarmak istercesine uzun uzun baktı. [Artık benim aracılığımla birbirinizi duyabiliyorsunuz.] Seni seviyorum Murat, dedi Elif, bunu düşüncelerimde de oku istedim. Ben de seni seviyorum canım. Hem de çok. [Tamam, arkadaşlar. Birbirinize ilan-ı aşk da ettiğinize göre bir şeyleri açıklamanın zamanı geldi.] İkisi de Flemis Permosi’ye odaklandılar. Şu halde bile Flemis ikisi arasındaki cinsel dürtüyü rahatça hissedebiliyordu. Ama öfkelenmemeliydi. En azından duygularını onlara yansıtmamalıydı. Zamanı değildi. [Sizi bulmam pek de zor olmadı, öncelikle onu söylemeliyim. İkinizin de isimleri aynıydı ve büyük bir tesadüf eseri birbirinizle evlenmiştiniz.

45


Alacakaranlık Efendileri

Meslekleriniz ve ilgilendiğiniz konular çok farklı ama karakterleriniz pek değişiklik göstermiyor.] Birbirimiz arasındaki farklardan mı söz ediyorsun? dedi Murat. [Hayır. Başka bir dünyadaki Dize Demirsoy ve Murat Arıkan arasındaki farklardan söz ediyorum.] Ben Dize adını pek kullanmam ki. Hatta çoğu tanıdıklarım bile Dize ismimi bilmez, dedi Elif. Ayrıca bu başka dünya meselesi de nedir? [Bu konuyu sonraya bırakmayı tercih ederim. Şimdi sizi nasıl koruyacağımızı düşünelim.] Ne koruması? dedi Murat. [Çok yakında dünyadaki tüm insanlar yok olmanın eşiğine gelecekler. Başka bir dünyada bunu engellemeyi başardık, ama bu dünya için çok geç. Durumun farkına varmam çok uzun sürdü. Artık tek yapabileceğim birkaç insanın hayatta kalmasını ve kıyamet sonrası ırkların atası olmasını sağlamak. Bunun için de sizi seçtim.] Buna inanmamızı mı bekliyorsun? dedi Murat. [Dışarıya bakın… Buna inanır mıydınız?] Tamam, inandık diyelim… dedi Elif. Neden biz? [Öteki dünyayı kurtarırken çok yardımcı oldunuz, şimdi de potansiyeliniz olduğunu düşünüyorum. Ayrıca sizi çok iyi tanıyorum. Diğer insanları bu kadar kısa sürede sizin kadar tanımam imkânsız. Daha doğrusu doğru insanlar olup olmadıklarını anlamam…] Hepsini kabul ettik diyelim. Anladığım şu ki sen paralel evrenden falan gelen bir adamsın. Şu an kıyamet kopuyor ve bizi kurtarmak istiyorsun, dedi Murat ellerini de öğretmenlikten gelen alışkanlıkla

46


Gökcan Şahin

kullanarak. Sesli konuşmuyordu ama ifadeleri öyleymiş gibiydi. Tam olarak ne istiyorsun bizden? Ne yapalım yani? Seninle soğuğa karşı korunaklı, tam teçhizatlı bir mağaraya falan mı gelelim? Ya da nasıl olsa ölecekler diye diğer insanların elinde ne varsa alıp çöllere mi göç edelim? Flemis Permosi başını iki yana salladı. [Şu an ne yapacağımızı ben de bilmiyorum. Dediğiniz türde bir sığınağım yok maalesef. Ama inşa edebiliriz tabii. Bu sizi soğuktan korur. Ama korkarım daha kötü şeyler de var.] Nasıl yani? [Bu dünyadaki insanlığın ortak bilinçaltlarına giriş yaptığımda şu an yaşanan kıyametin ilk olmadığını gördüm. Binlerce yılda bir de olsa sürekli tekrarlanan bir yapısı var. Ve Kara Güneş Vakası denilen bu kıyametten sonra korkarım başka bir boyuttan yaratıklar dünyayı istilaya geliyorlar. İnsanları onlara karşı koruyan bir şeyler olduğuna dair bir izlenim edindim ama açık bir bilgiye ulaşamadım. Son olayda yok olmuş da olabilirler, bilemiyorum.] Haha, şimdi de uzaylı istilası mı? dedi Murat. [Nereden geleceklerini tam olarak ben de bilmiyorum.] Bizimle alay falan etmiyorsunuz değil mi? diye araya girdi Elif. [Asla.] Ne yapacağız o zaman? [Gerekirse savaşacağız. Daha önce de savaştım, şimdi de savaşırım.] Savaşmak konusunda nasıl bu kadar sakin konuşabiliyorsunuz? dedi Elif. Kesinlikle Flemis’ten daha sakin değildi. [Alışkanlık meselesi.]

47


Alacakaranlık Efendileri

Nasıl savaşmayı düşünüyorsun o yaratıklarla? dedi Murat. Suratı asıktı. İşte Murat Arıkan, diye düşündü Flemis. Az kalsın gülümseyecekti. Bu adama hangi dünyada olursa olsun bir silah vermek ve karşısına bir düşman çıkarmak yeterliydi. İnanılması güç bir mücadele potansiyeli barındırıyordu içinde. Buna benzer potansiyeller pek görülmüyordu. Hatta son elli yılda hiç rastlamadığına emindi. Bu konuyu düşününce ilk aklına gelen Mustafa Kemal Atatürk oldu. Kimseyle kıyaslayamayacağı bir güce sahipti. Flemis yaklaşık bir asır önce, kalabalığın içinden Atatürk’ün zihnine odaklandığında az kalsın beyni patlayacaktı. Sarı saçlı mavi gözlü adam, hiç kimsede görmediği bir hızla düşünüyor, etrafına çok yüksek frekanslarda mücadele duygusu yayıyordu. Flemis birkaç saniyelik gözlemden sonra zihnini kapamak zorunda kalmıştı. Ve o ulu adamın çok büyük işler yapacağına emin bir şekilde ayrılmıştı kalabalığın arasından. Yapmıştı da. Her evrende. [Çok hırslısın.] Ne alaka? Flemis birden sorusunu hatırladı Murat’ın. [Dışarıda… Sitenin dışındaki ayçiçeği tarlalarında bir ordu var.] Ordu mu? [Benim ordum. Sizi korumak için eksiksiz getirdim hepsini. Son bir yılda Dünya’yı karış karış gezerken topladığım tüm askerlerim burada.] Adam mı topladın bizi korumak için? [Adam değil. Sizin tabirinizle canavarlar.]

48


BÖLÜM ÜÇ

EFENDİLER 1 Kişioğlu, kendi kendine savaştı, dövüştü, kan akıttı, kanı aktı; ama bilemedi ki bütün bunlar bir provadan ibarettir. Anakan Destanı 17/3

2 Gözlerini açtığında etraf alacakaranlıktı. Bu, onun için sabah olduğu anlamına geliyordu. Kızıl çatlaklarla dolu siyah küre gökyüzündeki yerini almıştı demek. Her yeni gün olduğu gibi. Bütün gücüyle esnedi, gerindi, ayağa kalktı. Göğsüne inen sakalına tutunmuş irice bir örümceği silkeledi. Üzerindeki Huma derisinden yaptığı giysiyi şöyle bir düzeltti. Bacaklarını açıp kollarını kaldırarak tekrar gerindi.


Alacakaranlık Efendileri

Güne hazırdı şimdi. Her zamanki gibi sıkıcı, boğucu, delirtici ve karanlık güne… Kilden yaptığı bir kabın içindeki çamurlu suyu yudumladı. Su soğuktu, mağara soğuktu, her yer soğuktu. Sıcak diye bir şey bilmiyordu zaten. Belki üstündeki kapkalın kürk sayesinde ‘az soğuk’ kavramını tanıyabilirdi. Suyunu bitirince mağarasından dışarıya çıktı. Saç ve sakalının içinde boğulmuş ufacık gözleriyle etrafı süzdü. Gri ağaçlar yerden en fazla kendi boyu kadar yükseliyorlardı. İrili ufaklı hayvanlar birbirlerini yemek için fırsat kollamaktaydılar. Dohod adını verdiği kanatlı bir kertenkele gökyüzünde çığlıklar atarak geçip gitti. Çıkardığı sesten esinlenerek Suo diye isimlendirdiği upuzun, uzuvsuz bir sürüngen aniden zıpladı, kanatlı kertenkeleyi kapıp yere indirdi ve parmak büyüklüğündeki dişleriyle parçalayıp karnını doyurmaya koyuldu. Dağdan inen bir Huma -altı bacaklı bir ayıya benzetilebilirdi- ağzındaki yemeği yutmasına izin vermeden Suo’yu tek lokmada yuttu. Sonra da dereden çıkan yüz adım uzunluğunda başka bir yılandan koşarak uzaklaştı. Her zamanki manzaraydı bu. Şaşılacak hiçbir şey yoktu onun adına. Günde bin kere olurdu bu. Kimse kimseye acımazdı. Ölüm ve yemek aynı şeydi. Kan ve tokluk, zulüm ve rahatlık, vahşet ve doğallık… Neyse ki hiçbiri ona dokunamazdı. Hepsi onundu çünkü. Bütün bu yaratıkların isteklerini yerine getirmekten başka bir çaresi yoktu. Nedenini kendisi de bilmiyordu. Varlığını fark ettiği günden beri böyle olagelmişti işte.

50


Gökcan Şahin

Kendine ‘Rugor’ diyordu ve yaratıklarına zihinsel emirler verirken hep bu ismi kullanıyordu. [Rugor’a su!] [Rugor’a et!] [Rugor uçacak!] [Rugor yüzecek!] Bildiği bir dil yoktu aslında. Bütün bu söyledikleri imajlardan ibaretti. Uçmak istiyorsa Dohodlar’a ya da onu taşıyabilecek diğer uçan yaratıklara bir imge gönderiyordu. Emrettiği yaratık da gelip onu alıyordu. Hayat onun için bu kadar basitti. Bir o kadar da sıkıcı. Evet, sıkıcı, sıkıcı, sıkıcı! Her zaman hapsedilmiş hissederdi kendini. İstediği yere gidebiliyordu, yaşadığı yerin uçsuz bucaksız olduğunu da biliyordu, ama asla kendini özgür hissedemiyordu. Hiçbir şeyle mücadele etmiyordu, hiçbir gayesi yoktu. Varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark yoktu. Varlığını hissettirecek bir türdeşe rastlamadığı için belki de… Şu kara güneşin doğuşuna ve batışına on binlerce kez şahit olduğu upuzun yaşamında nice denizler aşmıştı, dağlar geçmişti, yeraltına girmiş, yer üstünde süzülmüştü ama bir tane bile kendisine benzer yaratığa rastlamamıştı. İki eli, iki ayağı olan birkaç tür görmüştü ama onun gibi değillerdi. Sudaki yansımasına benzemiyorlardı, onun gibi düşünme kabiliyetleri

yoktu.

Ve

en

önemlisi

onlara

da

diğerleri

gibi

hükmedebiliyordu. Kendini bildi bileli hayvanları, bitkileri, doğayı gözlüyordu. Sürekli cevap arıyordu beyni. Hayvanların benzer iki bireyin çiftleşmesinden bir süre sonra doğduğunu gözlemişti. O zaman kendisini yaratan iki kişi daha

51


Alacakaranlık Efendileri

olmalıydı. Ama bulamamıştı onları. Bir anne babaya sahip olmalıydı, ama yoktu işte. Mantığı bunu kabul edemiyordu. Kim yaratmıştı onu? Nereden gelmişti? Hayvanlar neden onun sözünü dinliyordu? Kendisinin üstün bir varlık olabileceğini de düşünmüştü. Her şeyin sahibi olan ve her şeyi kontrol edebilen bir şey. O zaman neden mutsuzdu bu kadar? Her şeyin sahibiyse, yeni şeyler üretebilmesi gerekmiyor muydu? Kendine bir arkadaş bile üretemiyordu oysaki. Ya da iradesine müdahale edemeden ciddi anlamda savaşarak yenebileceği bir düşman. Canı sıkılıyordu yine. Gökyüzünde iki uçan kertenkele görünce birazcık da olsa eğlenmek için onları dövüştürmeye karar verdi. Mağarasının üzerine tırmandı. Kayalıklardan birine oturdu. Ve zihniyle birbirlerine saldırma emri verdi. Yaratıkların ikisi birden sanki hayatlarının amacı buymuşçasına saldırıya geçtiler. Tiz çığlıklar atarak tüm hızlarıyla çarpıştılar. Koyu renk kanatlı olan Dohod’un boynuzlarından biri kırıldı. Rugor zevkle ellerini çırptı. Devam etmelerini emretti. Boynuzu kırılan, diğerine alttan saldırdı ve tek boynuzunu göğsüne sapladı. Geri çıkaramayınca ikisi de dengelerini yitirdi ve yere doğru serbest düşüşe geçtiler. Rugor düşerlerse ikisinin de öleceğini biliyordu. Göğsünden yaralanan Dohod’a kendini kurtarması için kanatlarını tüm gücüyle çırpmasını emretti. Yaratık denileni yaptı ve yerden birkaç metre yükseklikte diğerinden kurtuldu. Tek boynuzlu Dohod da başını sallayarak diğer yöne uçtu. Yaralı olandan damlayan kanlar Rugor’u daha da zevklendiriyordu. Boynuzu kırık olan tekrar saldırdı ve yaralı olanın kanadını kırdı. Yaratık sendeledi. Düşmeden önce rakibinin sırtına pençesini

52


Gökcan Şahin

geçirdi. Bir yırtılma sesi duyuldu. Ardından yine tiz çığlıklar. Rugor bu kez düşmelerine izin verdi. Kavga bitmişti. Kazanan hiçbiriydi. Rugor yine elini çırptı. Yüzü güldü. Ama çok geçmeden ellerini indirdi. Dudağı sarktı. Sıkılıyordu. Hem de çok. Güneşe baktı. Ondan nefret ediyordu. Bazen tüm gücüyle taş atıyordu ona ama çok uzaktaydı, bir türlü yetiştiremiyordu. Bir keresinde ona gitmek istemişti, bir uçan kertenkelenin sırtına binip yükselmiş de yükselmişti. Olmamıştı bir türlü. Tüm gücünü tüketmesine rağmen ona ulaşamamıştı. Bağırmış, böğürmüş, lanetler okumuştu yapabildiği kadarıyla. İşte yine karşısında ışıklı kırbaçlarını şaklatarak sessiz sessiz duruyordu. Zaman geçtikçe yükselecek, tepeye çıkacak, sonra da diğer taraftan inip kaybolacaktı. Rugor’un uykusu gelecekti o zaman. Mağarasına girip uyuyacak, uyandığında yine onu görecekti. “Ogh!” Gördüğü şeyle aniden ayağa fırladı Rugor. En çok kullandığı şaşırma ünlemi olan ‘Ogh’u defalarca söyledi. Güneş’e bir şey oluyordu. Üstündeki kızıl çatlaklar büyüyor, siyah yerleri hâkimiyeti altına alıyordu. Gözlerini kısmak zorunda kaldı. Ama bakmayı çok istiyordu. Güneş gittikçe parıldadı, gri dünya renklendi. Rugor kör oldu. Bağırdı, çağırdı, düştü, yuvarlandı. Gözünü bir türlü açamadı. Doğduğu günden bu yana aydınlık kavramından öyle uzaktı ki. Ama insan her şeye alışır. Rugor belki dakikalar belki saatler sonra da olsa gözünü aralayabildi. Dünya değişmemişti. Görünüşte pek bir fark

53


Alacakaranlık Efendileri

yoktu, ama aydınlıktı. Alacakaranlığın yerini sarı-beyaz bir ışık yumağı almıştı. Gökyüzü lacivert değil açık maviydi. Bazı yerlerde beyaz beyaz lekeler vardı ve yavaş yavaş hareket ediyorlardı. Ne tuhaf bir manzaraydı bu! Tuhaf ve yabancı. Güneş’ten şimdi daha da çok nefret ediyordu. Canını yakmıştı, gözünü acıtmıştı ve hâlâ Rugor’un kendisine bakmasına izin vermiyordu. Bir taş aldı, tüm gücüyle fırlattı. Taş yüz adım ötedeki bir Tuhuyu’nun kafasını yardı.

3 Yedi at, Akdağ Sitesi’nin girişindeki bariyerin üzerinden atlayarak içeri girdi. Kapıdaki kulübede güvenlik görevlisi yoktu, olsa da şimşek hızıyla geçen atlıları durdurmasına imkân yoktu. Udel Ser Venter en öndeki simsiyah atın üzerindeydi. Acı’nın evinin yerini çok iyi biliyordu. Çim yüzeyde koşmaya alışmış at her ne kadar arada sırada tökezlese de onu buraya kadar sorunsuzca getirmişti. Mehmet

Dağkılıç

ve

Başkomiser

Koray

Çağlayan

onun

arkasındaydılar. İkisi de at kullanma konusunda pek iyi değillerse de kısa sürede alışmış, zorunluluğun da verdiği güçle Udel’in ardından gelmişlerdi. Kompor Del Grel vücudunun iriliğiyle orantılı olarak en kaslı atı seçmişti, Gron Rey Aroor cılız ve beyaz bedenine fazla iri gelen kır bir atın üzerindeydi, Lori Yun Demer at üzerinde de bir kung fu dövüşçüsü kadar

54


Gökcan Şahin

çevikti, Eravis Zen Esis hem deri renginden, hem de üzerindeki siyah giysiler sebebiyle atının üzerinde pek seçilemiyordu. Art arda koşan atların yoğun tıkırtısı mumla aydınlanmaya çalışan pek çok aileyi camlara çıkardıysa da onları görebilecek kadar hızlı davranan olmamıştı. Yedi

atlı,

Acı’nın

kiraladığı

yazlığın

önünde

durdu.

Kapıya

vurmalarına gerek kalmadan Acı duruma çok ters düşse de, gülümseyerek kapıda göründü. Elinde dumanı tüten bir Neskafe kupası vardı. “Tam tahmin ettiğim gibi buldunuz beni. Ama aklıma atlar gelmemişti, bisikletle gelirsiniz diye düşünmüştüm. Ya da Udel’in kanatlarına tutunarak.” “Neşene diyecek yok,” dedi Udel ve kardeşinin elini sıktı. “İçeri geçin. Konuşalım durumu,” dedi Acı. Atları bağlayıp eve girdiler. Acı hepsine birer Neskafe doldurdu. “Üşümüşsünüzdür,” dedi. “Sorma,” dedi Mehmet. “Yaşlandık artık. At üstünde çok rüzgâr yedim. İnşallah hasta olmam.” Üzerinde bir battaniye vardı. Evin dolabında bulmuşlardı. “Neyse, burada kıyamet kopuyor, benim derdime bakın,” dedi Neskafesinden koca bir yudum aldıktan sonra. “Felaketi durdurmanın bir yolu yok mu?” dedi Koray. Sarı saçları darmadağındı. Silahı, kazağının altında hafif bir çıkıntı oluşturuyordu. Acı, diğer tarafta da aynı çıkıntıdan olduğunu fark etti. Birden fazla silah almıştı demek.

55


Alacakaranlık Efendileri

“Yedi milyon yıllık tecrübeme dayanarak söylüyorum: yok,” dedi Udel. “O zaman elimiz kolumuz bağlı,” dedi Koray ve oflayarak arkasına yaslandı. Yaslanırken çıkan metalik sesten, Koray’ın şu an tam bir cephanelik olduğunu anladı Acı. Kemerine ne bulduysa takmış olmalıydı. Koray Acı’nın düşüncelerini okumuş gibi yaslanır yaslanmaz tekrar öne eğildi. “Bunları artık çıkarayım belimden, rahatsız etmeye başladılar,” deyip beş tane silah, bir kelepçe, iki kutu biber gazı, bir düzine yedek şarjör koydu sehpaya. Acı’nın “Bunlar yetecek mi?” demesine kalmadan diğerleri de üstlerindekini döktüler. Her birinden ikişer silah çıktığına göre Koray iyi silahlandırmıştı herkesi. “Sen de seç bunlardan,” dedi kendi döktüklerini gösterip. Koray’ın yanında uzun süre sorgu memurluğu yaptığı halde silahlardan pek anlamıyordu Acı. Rasgele iki Barretta aldı. “Gerçi bu silahlar sizin güçlerinizin yanında…” “İşe yarar,” diye araya girdi Udel. “Düşmanı uzakta yok etmek için birebir. Daha fazla alabilseydik keşke. Özellikle taramalı olanlardan.” Bu sözlerin üzerine herkes durumun ne kadar kötüleşebileceği üzerine derin düşüncelere daldı. “İstanbul’da insanlar ne halde?” diye sessizliği bozdu Acı. “Şaşılacak şekilde sakinler,” dedi Koray. “En azından panik yaşanmıyor pek. Doksan dokuz depreminde bundan çok daha büyük bir panik vardı.”

56


Gökcan Şahin

Depremi duymuştu ama hakkında pek bir şey bilmiyordu Acı. “O zaman somut şekilde zarar görmüştü insanlar. Binlerce bina yıkılmıştı, etraf toz dumandı. Kimse evine giremiyordu korkudan. Herkes okul bahçelerinde, açık alanlarda sefil olmuştu.” “Tahmin edebiliyorum,” dedi Mehmet. “Burada değildim ama takip ediyordum haberleri.” “Şimdi ise insanlar sükûnetle bekliyorlar,” dedi Koray. “Sadece bekliyorlar. Büyük bir kitlenin valiliğe ve belediyeye gittiğini duydum ama onların da yapabileceği bir şey yok ki.” Kısa bir sessizlikten sonra Acı kritik soruyu sordu: “Ne zaman gelecekler?” Kapı çaldı.

4 Murat ayağa fırladı, silahı olsa çekecekti. “Bu sesler de ne?” dedi Elif, sanki Murat cevap verebilirmiş gibi. [Merak etmeyin. Yedi tane at geçti.] Atın ne işi var burada? dedi Murat pencereden dışarıyı kontrol ederken. Bir şey göremeyince Flemis’e baktı. Adam tedirgin görünüyordu. [Bilmiyorum… Tuhaf… Yedi at var ama iki zihinden işaret alabiliyorum.] Nasıl yani? Beş at sahipsiz mi?

57


Alacakaranlık Efendileri

[Hayır… Anlamıyorum… Atların zihinlerinde onları süren birileri olduğuna dair izler var. Ama sürücüleri hissedemiyorum.] Geldiğinden beri ilk kez ayağa kalktı. Çenesini kaşıdı. [Benim bir bakmam lazım bu duruma. Atlar site içinde bir yerde durdular. Siz burada bekleyin. Bir süre sizinle iletişim kuramayabilirim.] Tamam, bir yere gitmeye niyetimiz yok zaten. Flemis Permosi, siyah şapkasını takıp karanlığa hapsolmuş sokağa çıktı. Murat ve Elif onu gözden kaybolana kadar pencereden seyrettiler.

5 Koray hiç düşünmeden sehpanın üzerindeki silahlardan birini aldı ve kapıya yöneldi. Olabildiğince sessiz yürüyordu. Altı robot ve Mehmet Dağkılıç ise nefeslerini bile tutmuşlardı. Koray gözetleme deliğinden baktı. “Kim o?” Sesi sertti. Rahatsız edilmekten hoşlanmamış, elinde kumanda, üzerinde atletle kapıya bakan bir adam gibiydi. “Adım Flemis.” “Sizi tanıyor muyuz?” “Ben sizi tanıyorum,” dedi dışarıdaki. “Adınız Koray Çağlayan. Annenizin adı Esma, babanızınki Şevket. Elinizde 9x19 milimetre çapında yarı otomatik bir Baretta var. Bu sabah tıraş olurken sağ yanağınızı kestiniz. Çaldığınız yedi attan kır olana siz bindiniz. İçeride…” Koray adamın makineli tüfek gibi gelen sözlerini kesip kapıyı açtı.

58


Gökcan Şahin

Karşısında melon şapkalı ince bir siluet vardı sanki. Güneşin ara ara çakan zayıf kızıl ışığında ayrıntıları görünmüyordu. Gözleri ise şapkasının gölgesinde tamamen gizlenmişti. “İçeri girebilir miyim?” “Gir bakalım. Tanıdığım o kadar çok tuhaf insan var ki senin tuhaflığın beni şaşırtmıyor.” Flemis Permosi dışarının karanlığından içerinin karanlığına adım attı. Koray’ın bir adım önünden oturma odasına yürüdü. “İyi geceler beyler,” dedi. Cevap beklemeden, sesine hayal kırıklığı tonu vererek devam etti. “Sadece altı robotsunuz demek. Kıyamet savaşı için çok az… Her neyse. Ben sizi tanıyorum. Benim adımsa Flemis Permosi. İnsan değilim, ne olduğumu kendim bile bilmiyorum. Kusura bakmayın. Konuşmam bazen anlaşılır olmayabiliyor. Pek sesini çıkaran biri değilimdir.” Udel ayağa kalktı ve Flemis’in bir karış önünde gözlerinin içine bakarak durdu. “Ne istiyorsun?” dedi. “Yardım etmek sadece…” “Yardıma ihtiyacımız olduğunu kim söyledi?” Flemis başını çevirip Koray’ı işaret etti. “Nasıl yani?” dedi Udel. “Onun zihninde okudum. Mehmet Bey’in de tabii. Hepinizin kim olduğunu, tüm öykünüzü biliyorum.” Udel derin bir soluk alarak sağ kolunu kaldırdı ve zayıf adamın boynunu tuttu. Flemis’in ayakları yerden kesildi. Geri geri giderek duvara yapıştı.

59


Alacakaranlık Efendileri

“Benim zihnimi de okuyabiliyor musun?” dedi Udel. Flemis’in elleri titriyordu, ama sesini çıkarmıyordu. “Okuyamıyorsun… Ama ben seninkini okuyabiliyorum.” Acı, kısa bir an Udel’in sözünü anlayamadı ama hatırlaması uzun sürmedi. Udel dokunduğu kişinin belleğinde ne varsa görebiliyordu. Udel gözlerini kapattı ve bilgilerin beynine akışını bekledi. Bilgiler aniden kesilince anlık bir şaşkınlık yaşadı, ama umursamadı. Her şeyi öğrendiğini düşünüyordu. Sonra gözlerini açtı ve şaşkın şaşkın adamı yere indirdi. Bir adım geri çekildi. “Bu dünyadan değil,” dedi zayıf bir sesle. “Nasıl yani?” dedi Mehmet. “Doğru söylüyor, bize yardıma gelmiş. Başka bir dünyadan… başka bir evrenden…” Arkadaşlarına dönmüştü şimdi. “Adı, dediği gibi Flemis Permosi. 1790’da şimdi Bulgaristan olan yerde doğmuş. Daha doğrusu bulunmuş. Gerçek annesi babası belli değil. Orta direk bir Osmanlı ailesi tarafından yetiştirilmiş. Sıradan bir çocukluk geçirmiş ama yaşıtlarına göre çok geç büyümüş. Bulunduktan yirmi yıl sonra ancak ergenliğe girebilmiş. Üstelik bedenen çok zayıfmış. Çocukluğu boyunca hiç hasta olmaması büyük mucize olarak görülüyormuş. Ne kızamık olmuş, ne başka bir hastalık. Yirmi üç yaşında biraz daha büyük göstermeye başlayınca Osmanlı ordusuna girmiş. Birkaç aylık askerlikten sonra kaçarak Anadolu’da bir köye yerleşmiş. Bu küçük firarın üzerinde pek durmamış Osmanlılar. Bir süre sonra ailesini görmeye gittiğinde bir salgında öldüklerini öğrenmiş ve köye geri dönmüş…”

60


Gökcan Şahin

Hipnotize olmuş gibi anlatıyordu bunları. Flemis de arkada ellerini kavuşturmuş sakince dinliyordu. “Bir toprak ağasının hizmetini görmeye başlamış köyde. Ölene kadar emrinde kalmış. O sırada yaşı elliymiş ama otuzunda gösteriyormuş ve uzun zamandır hiçbir yaşlanma belirtisi göstermiyormuş. 1845’te ağanın zalim oğluna katlanamayıp köyden kaçmış ve bir süre avare dolaşmış. Sonunda İstanbul’a yerleşmiş. Tesadüfen yardım ettiği bir adam tarafından hediye edilen küçük bir servetle bir ev tutmuş ve orada yaşamaya başlamış. Uzun süre idare edecek parası olduğu için kendini “kendi tuhaflığı”na adamış. Diğer insanları gözlemiş ve neden farklı olduğunu düşünüp durmuş. Öncelikle neredeyse hiç yaşlanmıyormuş artık. Otuz yaşlarında sabit duruyormuş. Ayrıca insanlara uzun süre odaklanınca sanki ne düşündüklerini anlıyor gibiymiş. Evinin balkonunda sırf insan düşüncelerine odaklanmak için saatlerce beklemiş. Sonunda öyle bir duruma gelmiş ki o istemese bile insanların zihninden geçenler kafasında belirmeye başlamış. Bunun üzerine bir sürü test yapmış ve zihin okuyabildiğinden emin olmuş. Bir süre sonra kendi zihin mesajlarını karşısındakine gönderebilmeye başlamış. Yarım asır sürmüş bunu yapabilmesi.” “Yarım asır,” dedi Flemis arkadan. “Evet, tam yarım asır sürdü. İnsanlara düşüncelerimi hangi dili konuşuyor olursa olsun anlayabilecekleri şekilde gönderebilmem, diğer tüm hayvanlarla dahi iletişim kurabilmem, tüm bunlardan sonra görünmezlik üzerine kendimi geliştirmem tam yarım asır sürdü.” Bunu söyler söylemez ortadan kayboldu adam. Koray hiçbir şeye şaşırmayacağını sanıyordu ama buna şaşırdı. Mehmet ve robotlar da onu

61


Alacakaranlık Efendileri

görebilmek için, numaranın sırrını çözebilmek için panikle baktılar etraflarına. Çünkü o adam ortadan kaybolur kaybolmaz güvenlikte olma hislerini kaybetmişlerdi. “Yarım asır,” diye bir ses geldi canım kenarından. Flemis perdeyi aralamış dışarıya bakıyordu. Kendilerine itiraf edemeseler de hepsi rahatladı onu görünce. “Yarım asırda kendi doğal sınırlarıma ulaştım. Artık yapmak istediğim hiçbir şey kalmadı. Görünmez olabiliyordum, düşünce okuyabiliyordum, düşüncelerimi gönderebiliyordum ve hayvanları kontrol edebiliyordum. Daha ne isteyecektim ki. İşte o noktada tekrar dışarı çıktım. Evimi kendi ellerimle ateşe verip dünyayı gezmeye ve kendime benzeyen şeyler bulmaya çıktım. Bir vampirle karşılaştım, birkaç gerçek medyumla tanıştım, kurt adamlarla gezdim, hayaletlerle tozdum. Bir tek robot görmemişliğim vardı, onu da şimdi gördüm.” Perdeyi kapattı ve Udel’e baktı. “Evet, Udel Ser Venter, var mı zihnimden kapabildiğin başka bir şey?” “Bir dünyanın kurtarılmasına yardımcı olmuşsun, şimdi de burayı kurtarmak istiyorsun. Ama zihninde bunu neden yaptığınla ilgili en ufak bir bilgi bulamadım.” “Belki de nedeni yoktur,” dedi Flemis. “Bu arada, normalde sesli konuşmam ama robotların düşüncelerini algılayamıyorum. Eğer bu işten sağ kurtulursak bunun üzerinde çalışacağım.” “Bir de uzun saçlı, güzel yüzlü bir kadın imajı vardı. En son algıladığım oydu. İsmini göremedim, sen de bilmiyorsun herhalde. Platonik bir aşk mıdır nedir?” Flemis dudağını ısırdı. “Konumuz kıyamet,” dedi.

62


Gökcan Şahin

“O tuhaf köpek,” dedi Acı, eliyle Elif ile Murat’ın kaldığı evin tarafını göstererek, “senin miydi?” Omuz silkti Flemis. “Tüm hayvanlar benim.”

6 TAK! Ani silah sesiyle herkes irkildi. Mehmet battaniyesini atarak ayağa fırladı. “Ne oluyor lan?” dedi Acı. Silahı elindeydi. Koray holden dumanı tüten tabancasıyla geldi. “Galiba başlıyor,” dedi. “Önümde aniden belirdi. Bacağıma saldırdı. Hemen vurdum.” “Ne vurdun?” dedi Mehmet hole koşar adım giderken. “Böcek gibi bir şey.” “Kompor, dikkat!” diye bağırdı Eravis. Kompor’un koltuğunun arkasından yılanvari bir yaratık yükselmişti. Eravis tek kurşunla indirdi yaratığı. “Geliyorlar,” dedi Udel. “İşte dünyanın sonu.” Herkes ayaktaydı, herkes silahını kavramıştı. Mumların zayıf ışığında yeni bir yaratığın belirmesini bekliyorlardı. Aynı anda dışarıdan çığlık koroları yükselmekteydi. “Onların zihnini de kontrol edemiyor musun Flemis?” dedi Udel. Flemis bir an bekledikten sonra tek kelimelik kesin bir yanıt verdi: “Hayır.” “Ne boka yarayacaksın o zaman sen?” diye kükredi Udel.

63


Alacakaranlık Efendileri

“Benim de kendi canavarlarım var.” “Hani neredeler?” “Geliyorlar.” Oturma odasının penceresi gürültüyle yıkıldı ve içeri bin kat büyütülmüş bir kırkayak girmeye başladı. “Bu seninkilerden değildir umarım,” dedi Udel. “Hayır,” dedi Flemis. Bir şey daha ekleyecekti ama sözü silah seslerinin arasında boğuldu. Kırkayak kıvrandı, kıvrandı ve hareketsiz kaldı. “Benimkiler köpek biçimindeler,” dedi Flemis ortalık sessizleşince. “Yetişmeye çalışıyorlar. Ama yollarına sürekli yaratık çıkıyor.” “Lanet olsun,” dedi Mehmet. “Şimdi elinde silah olmayan binlerce insan öldü bile. Çığlık sesleri neredeyse kesildi.” “Şu an tüm yaratıklar dünyaya inmiş olmalı,” dedi Udel. “Her evde, her odada, her mekânda insanlara acımadan kıyıyorlardır. İnsan kokusunu alır onlar. Gökdelenlerin en tepesinde olanlar da ölecek, yerin bilmem kaç metre altına sığınanlar da. Kıyamet savaşı başladı. Gazamız mübarek olsun.” “Âmin,”

dedi

Mehmet,

Udel’in

bu

lafı

nereden

öğrenmiş

olabileceğini sorgulamadan.

7 Kendini çok tuhaf bir yerde buldu Rugor. Başka bir yere geldiğini biliyordu, bunun aydınlanan güneşle ilgili olduğunu da. Gerçi şu an güneş

64


Gökcan Şahin

yine eskisi gibiydi. Karaydı, kızıl çizgileri vardı, tanıdığı bildiği güneşti. Ama dünya? Dünya öyle değildi. Hiç görmemişti buraları. Kendi dünyasını bin kere gezmişti, ama böyle bir yer yoktu. Bir kere, burası sıcaktı. Çok sıcak hem de. Saçları, sakalları bile bu sıcakta rahatsız ediyordu onu. İkincisi ise çevresinin mide bulandırıcı farklılığıydı. Alışık olduğu bitkiler yoktu. Tanıdığı yaratıklar etrafında tek tek beliriyordu,

ama

bu

onun

kendini

çok

yabancı

hissetmesini

engellemiyordu. İki yanında iki koca yükseklik vardı. Kendini içinde su olmayan bir nehirde gibi hissetti. Ne olduklarını anlayamadığı cisimler dağınık dağınık duruyordu bu nehirde. Zemin çok sertti. Eğilip tadına bakmıştı, ama tanıdığı bir şey değildi bu. Toprak gibi ele gelmiyordu, kazılmıyordu, kaya gibi pürüzlü de değildi. Tüm bunlara şaşırırken olabilecek en iyi, en kötü, en muhteşem, en korkunç, en ne varsa o oldu. Karşısında kendisine benzer birini buldu Rugor. İki yandaki yükseltilerden birinin içinden çıkmış, bağıra çağıra koşturuyordu. Yaratıklardan biri ona saldırmaya kalkınca onu durdurdu, tüm yaratıkları onu görmeyecekleri şekilde yönlendirdi ve peşinden koştu. Tüm gücüyle, kalbi küt küt çarparak koştu kendisine benzeyen şeyin arkasından. Gözlerinin alışkın olduğu karanlıkta onu gayet iyi görebilmişti. Onun da uzun saçları vardı, o da iki ayağı üzerinde yürüyordu. Üzerinde bir şeyler vardı ama tüy değildi. Kendisininki gibi bir tür giysi olmalıydı. Ve en önemlisi onun zihnine ulaşamıyordu Rugor. Bir şeyler gönderir gibi oluyordu ama emir veremiyordu. Evet, bu kesinlikle kendi türünden biriydi.

65


Alacakaranlık Efendileri

Koştu, yetişti ve kolundan tuttu. Tiz bir çığlık geldi karşılık olarak. Rugor kolunu bırakmadan yüzüne iyice baktı. Hiç tüy yoktu. Kendisininki gibi göğüslerine inen sakallar hiç yoktu. Ve kendisi gibi sert değil de incecik bir ses çıkarıyordu. “İmdaaat! Bırak beni! Ne istiyorsun!” diyordu aslında ama Rugor anlamıyordu. Onun bir kadın olduğunu da anlayamadığı gibi. Kadın tüm gücüyle yüzünü yumrukladı. Sonra hayalarına bir tekme geçirdi. Rugor can acısıyla kolunu bırakınca koşarak kaçmaya başladı. Rugor, acıyla akan gözyaşlarını temizlemedi. Şimdiye kadar kazayla düşmek dışında hiç acı çekmemişti. Hele bir canlı ona hiç dokunmamıştı. Çok öfkelendi. Yaratıklara, ona saldırmalarını emretmek istedi. Ama yapamadı. Kendisi

gibi

birini

bulmuşken

kendi

eliyle

yok

edemezdi.

Sendeleyerek tekrar peşine düştü. Ama başka birini daha görünce kalakaldı. Sadece o değildi demek ki, başkaları da vardı. Dikkatli bakınca ölüp gitmekte olan onlarca kişi gördü. Bu dünya onun gibilerle doluydu!

66


BÖLÜM DÖRT

İNSAN NASIL ÖLÜR? 1 KALP KRİZİYLE… Hüseyin Demirsoy, Sivas’ta mütevazı bir apartman dairesinde yaşayan, şiire meraklı bir devlet memuruydu. Yaklaşık kırk yıllık huzurlu bir evliliği ve bu evliliğinin meyvesi üç çocuğu vardı. İkiz kızları Şule ve Elif Demirsoy İstanbul’da yaşıyor, oğulları Serhat ise Şırnak’ta subaylık yapıyordu. Hüseyin her ne kadar olabildiğince kendine iyi bakan, yürüyüşünü düzenli olarak yapan, yiyeceklerine dikkat eden bilinçli bir adam olsa da ailesinden kalan kötücül bir miras sonucu kalbi son birkaç senede iki kez teklemişti. Karısı, sürekli artık emekli olmasını ve dinlenmesini söylüyordu ama onun buna hiç niyeti yoktu. Takım elbisesini giyip sabah erkenden


Alacakaranlık Efendileri

evden çıkmazsa ölmüş demekti. Kalp krizlerinden sonra işe bir süre ara verdiğinde iyice anlamıştı bunu. Şimdi karısı Zeynep, dünyanın yıkılmasından bile daha çok önemsiyordu kocasını. Dışarıda güneş kararmış, kıyamet söylentileri kulaktan kulağa yayılmış, ölümün pençesi herkesin sırtına binmiş olduğu halde tek düşüncesi kocasının kalbinin bu olaylara dayanabilmesiydi. O ana kadar dayanmıştı da. Ama salonun avizesinden sarkan ahtapot tipli koca bir yaratık dayanma sınırının çok üstündeydi. Ahtapot, istediği kadar uzatabildiği bacaklarıyla karısını paramparça ederken, Hüseyin’in sol tarafı uyuştu, sıkıştı, çırpındı. Yaratık daha karısıyla işini bitirmemişken Hüseyin son nefesini verdi.

2

ZEHİRLENEREK… Komiser Göktuğ Akıner, kuyruk sokumuna kadar uzanan simsiyah saçlarını toplamaya vakit bulamamıştı. Diğer bir uzun saçlı ortağı Ege Kandemir ise nasıl beceriyorsa yine bakımlıydı. Hiç yıpranmayan, kirlenmeyen ve üzerine cuk oturan gri takım elbisesi ile istikrar abidesiydi. Üstelik yarım asırlık olmasına ve saçları iyice aklaşmasına rağmen en az Göktuğ kadar formdaydı.

68


Gökcan Şahin

İki ajan, patronları Taylan Yıldırım’ın odasında kızıl-kara güneşin kısık aydınlığında otururken kendini iyice yaşlanmış hissediyordu Göktuğ. “Tüm şehirde sessiz bir panik var,” dedi Taylan. Odasının bir yanını boydan boya kaplayan camdan dışarı bakıyordu. On beş katlık Yıldırım Holding’in yedinci katındaydılar. Manzara eskisi kadar temiz olmasa da şehri ayaklarının altında hissediyordu Taylan. “Bunu nasıl durdurabiliriz patron? Güneşe gitmem gerekiyorsa hazırlasınlar mekiği…” dedi Göktuğ. Parmağını vahşi yıldıza doğrultmuştu. Taylan gülümsedi. O gün için ilkti bu. “Bu sefer yapacak bir şey yok gibi görünüyor,” dedi. “Eğer bu kıyametse, Birim Sıfır’ı bile aşar.” Göktuğ ve Ege, bu fenomene zorlu bir iş üzerindeyken şahit olmuşlardı. Yıllardır yaptıkları gibi doğaüstü bir olayı araştırıyorlardı. Asım Sevecen adlı bir adam her sabah uyandığında yanı başında kesik bir baş buluyordu. Adam elinden gelen her şeyi yapmış ama bunu engellemeyi başaramamıştı. Uyanık kalmaya çalışsa bile beş dakikalığına daldığında tanımadığı birilerinin kesilmiş ve kanı sonuna kadar çekilmiş başlarını buluyordu. Üstelik saçları parmaklarına dolanmış oluyordu. Asım, sonunda durumu polise haber verince olay Birim Sıfır’a iletilmişti. Çünkü adamın tutulduğu nezarethanede bile yaşlı bir adamın başı bulunmuştu. Göktuğ ve Ege adamı alıp yüksek güvenlikli Birim Sıfır evine götürmüş, neler olduğunu öğrenmeye çalışmışlardı. Aynı anda kesik başların kime ait olduğu araştırılıyordu. Ege ve Göktuğ, Asım uyurken başında beklemeye başladılar, ama gündüz olmasına rağmen havanın kararması her şeyi alt üst etti. Bütün

69


Alacakaranlık Efendileri

iletişim kesilince, adamı orada bırakıp Yıldırım Holding’e gitmek zorunda kaldılar. Nitekim ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar adam uyanmamıştı. Belki de astral bedeni bir yerlerde kurban arıyordu. Bütün bunlar çok uzak geliyordu Göktuğ’a. Asım’ı da, kesik başları da unutmuş gibiydi. Çaresizce güneşin eski haline gelmesini bekleyeceklerdi anlaşılan. Oysa Birim Sıfır o güne kadar hiçbir konuda böylesine çaresiz kalmamıştı. Taylan’ın masasının üstünde aniden top şeklinde bir şeyin belirmesi onca şey yaşadıkları halde onların bile şaşıp kalmalarına sebep oldu. Ege ayağa fırlayıp silahını doğrulttu. Taylan, pencereye sırtını dayadı. Göktuğ ellerini sandalyenin kolluklarına koydu ama ayağa kalkmadı. “Hasiktir, bu ne lan?” dedi sadece. Ege topa iki el ateş etti. Küre kıpırdandı, şişti ve bembeyaz bir duman yayarak tekrar eski haline döndü. Üç adam gazı soludukları an öksürmeye bile fırsat bulamadan öte dünyaya göç ettiler. Sonra top açıldı, içinden yüzlerce minik yaratık çıktı ve cesetlerden en ufak parça kalmayana kadar üçünü de yiyip bitirdi.

3

DÜŞEREK… Güneş kararırken Serkan Koroğlu Avcılar’daki evinin balkonundaydı. Posta gazetesinin bulmacasını bitirmekle uğraşıyordu. İlçelere bakmak için

70


Gökcan Şahin

yanında bulundurduğu Türkiye haritasından yararlanarak son boşlukları da doldurmaktaydı. Derken felaket geldi. Serkan, yıllar önce trafik kazasında felç olan bacaklarının titrediğini hisseder gibi oldu. Balkonundaki koltukta kendini dikleştirdi, bir güneşe baktı, bir sokağa. İnsanlar, zaman durmuş gibi sokak ortasında donakalmış ellerini siper ederek gökyüzüne bakıyorlardı. Göklerin hükümdarı önce azar azar, sonra tümden kararınca, yaz güneşinin sarı aydınlığı kendini kızılımsı bir alacakaranlığa bıraktı. Birkaç dakika sonra elektrikler bir daha gelmemek üzere gitti. Sokaktan araba geçmez oldu. Yeşilköy’den yeni havalanmış bir uçak tehlikeli bir şekilde apartmanın tam üzerinden geçip gitti. Bir patlama sesi bekledi ama gelmedi. Ya pilot uçağı kaldırmayı başarmıştı, ya da çok uzaklara düşmüştü. Bacaklarını kaybettiği trafik kazasını ve uçaktaki yüzlerce yolcuyu düşününce ilk seçeneğin olması için dua etti. Sonraki birkaç saat içinde binlerce düşünce içinde boğulur gibi oldu. Kıyamet, ölüm, felaket sözcükleri kırılmaz bir döngüye girmişlerdi aklında. Annesini düşündü. Sağlık ocağında hemşire olan annesini. Normalde mesaisinin bitmesine çok vardı, ama bir an önce gelmesini her şeyden çok istiyordu. Ölecekse, ona yıllardır tüm emeğini veren annesinin kokusuyla ölsündü. Dileği gerçek oldu. Annesi kapıyı anahtarla açtı ve balkona koştu. Oğluna sıkı sıkı sarılırken bir böğürtü sesi duyuldu. Koca bir dinozorun geğirmesi böyle bir ses çıkarırdı herhalde. Dışarıya tuhaf bir yaratık göreceklerinden emin bir

71


Alacakaranlık Efendileri

şekilde baktılar. Kediye benzeyen bir iki tuhaf şey vardı ama o sesi çıkarabilecek bir şey… …Vardı. Apartmanın çatısından sarkan hortum misali bir şey balkondan içeri uzandı. Birbirine sarılmış anne ile oğlunu inanılmaz bir hızla dışarı çekti ve tüm gücüyle yere çarptı. Birbirine paralel uzanan birkaç sokaktaki tüm binaların çatısına çöreklenmiş, dünya üzerindeki hiçbir şeye benzemeyen dev yaratık, altındaki binaların içine uzun, ince ama güçlü dokungaçlarını daldırıp insanları dışarı çıkarıyor, ardından yine hortumlarıyla tüm iç organlarını çekiyordu. Serkan ve annesi de bu ziyafetten kurtulamadılar.

4

BOĞULARAK… Vassilious Katsouranis, Yunanistan’daki Amerikan büyükelçiliğine yapılacak büyük bir saldırının hazırlığı içindeydi. Yunan sahil kentlerinden biri olan Kavala’da özel teknesiyle denize açılmış, teknenin kıç tarafında hafif rüzgâra karşı oturmuş, dinlenmesi imkânsız telsiz telefonuyla konuşmaktaydı.

72


Gökcan Şahin

“Talimatlar aynen geçerli,” dedi adamına. “Tam kırk sekiz saat sonra harekete geçiyorsunuz. Eylemden önceki son konuşmamız bu. O zamana kadar ortada olmayacağım ben. Ne tür aksilik olursa olsun bana ulaşmaya çalışmayın.” Karşı taraftan onay aldıktan sonra telefonu kapattı ve ayağa kalkıp tüm gücüyle denize fırlattı. Ellerini bir pislikten kurtulmuş gibi çırptı ve esneyerek kamarasına indi. Birkaç gündür neredeyse hiç uyumuyordu. Şimdi birkaç saat kestirmenin tam zamanıydı. Kamarasındaki rahat yatağına uzanıp gözünü kapattığı anda gökyüzü karardı. Birkaç saat sonra uyandığında havanın karanlık olduğunu görünce fazla uyuduğunu düşündü. Enerjik bir hareketle yataktan fırladı. Işığı yakmaya çalıştı ama olmadı. Karanlıkta zar zor güverteye ulaştı. Ve adımını atar atmaz altı pençeli, sekiz kanatlı, iki başlı tuhaf bir kuşun pençesine düştü. Birkaç saniye sonra teknesi minik bir noktadan ibaretti. Yatarken bile çıkarmadığı saatine gizlenmiş bıçağını çıkardı ve can havliyle kuşun pençesine sapladı. Kuşun pençesini açmasıyla onlarca metreden suya düştü. Doğru pozisyonla daldığından suyun beton etkisinden kurtulsa da denizin derinliklerinde başka bir şey onu bekliyordu. Kitap şeklinde bir yaratıktı bu. Yaprakları suda süzülüyor, kapağı bir açılıp bir kapanarak ilerliyordu. Yaratık Vasilis’i fark eder etmez kapaklarını üzerine kapattı ve boğulana kadar da açmadı.

73


Alacakaranlık Efendileri

5

HASTALANARAK… Başbakan Erdoğan, kurmaylarına elektronik cihazlar tekrar işler hale gelir gelmez bir “ulusa sesleniş” konuşması yapacağına dair talimat vermişti. Telefonla haberleşme tamamen ortadan kalktığı için adamlar mecburen

TRT

başbakanlık

binasına

konutunda

kadar

bisikletle

herhangi

bir

gitmişlerdi.

konuda

Erdoğan

açıklama

ise

gelmesini

bekliyordu. Saatlerdir eşi Emine Erdoğan’la beraber endişeli bir bekleyiş içindeydi. Hesabını veremeyeceği bir şey olduğunu düşünmemesine rağmen her insan gibi ölümden ve kıyametten dehşet derecesinde korkuyordu. Birileriyle iletişim halinde olamamak daha da sinirlendirmişti başbakanı. İnsanların ne durumda olduğunu, bilim adamlarının konu hakkında

ne

düşündüğünü,

diğer

ülkelerin

(özellikle

Amerika’nın)

tutumunu ve din bilginlerinin görüşlerini çok merak ediyordu. Bir süre daha bu şekilde devam ederse olağanüstü bir toplantı düzenlemesi gerekecekti. Oysa bu toplantıyı düzenlemek bir yana evden dışarı çıkacak hali bile olmayacaktı. Hamamböceği büyüklüğünde bir şey belirdi Erdoğan’ın hemen ayağının dibinde. Fener ışığında fark etmedi bile. Yaratık, başbakanın pahalı

74


Gökcan Şahin

ayakkabısına çıktı, şık pantolonunun paçasından içeri girdi ve kanını eme eme vücuduna tırmandı. Erdoğan onu fark ettiğinde boynuna kadar gelmişti. Böcek öyle bir sıvı salgılıyordu ki dokunduğu noktadaki sinirleri felç ediyor, en ufak bir acı vermeden içindeki mikrobu da vererek kanını azar azar içiyordu. Diğer dünyadaki yaratıklardan birini en fazla birkaç gün hasta edecek mikrop, bu dünya üzerindeki en tehlikeli şey haline gelmişti. Erdoğan böceği yakasından fırlatır, ayakkabısının topuğuyla ezerken aniden ateşi fırladı, başı döndü ve yere düştü. Vücudu kaskatı olmuş, gözleri camlaşmış, kalbi durmuştu. Emine Erdoğan durumu fark edip panikle kocasının yanına geldiğinde başka bir böcek sırtına doğru tırmanıyordu.

6

YANARAK… Yaşlı ve iri adam yatağı gıcırdatarak oturur vaziyete geldi. Komodindeki masa saati 09.20’yi göstermesine rağmen hava karanlıktı. Kendisi bir Kuzey Yarımküre ülkesi olan ABD’de yaşadığına, Kuzey Yarımküre’de şu an yaz mevsimi olduğuna ve güneşin birkaç saat önce doğmuş olması gerektiğine göre bir tuhaflık vardı.

75


Alacakaranlık Efendileri

Beynindeki hayal gücü işçileri saniyeler içinde çalışmaya başladı. Bir gün güneş hiç doğmasa insanlar ne yaparlardı acaba? Daha önce düşünülmüş bir konu olmalıydı bu; ama kendi tarzında anlatsa güzel bir roman çıkar mıydı bundan? Belki… Sonu da kimsenin beklemeyeceği bir şekilde olurdu. Mesela güneşin bir günlük gecikmeyle ve insanlar kıyamete artık kesin olarak inanmışlarken kendi kendine doğmasıyla biterdi kitap. Birden gerçek hayata döndü ve durumun garipliğinin farkına vardı. Kol saatine göre gerçekten de dokuz buçuğa geliyordu saat. Peki güneş neredeydi? Yataktan kalkarken karısı hafifçe mırıldanarak diğer tarafa döndü. Adam evinin perdesini açıp gökyüzündeki şeyi görünce ağzı açık kalakaldı. Korkunun

kralı

olarak

bilinen

Stephen

King’i

bile

dehşete

düşürmüştü gökyüzü. Güneş doğmuştu doğmasına ama hiç de olması gerektiği gibi değildi. “Tabby kalk,” dedi. Hafif bir inleme geldi cevap olarak. “Ne oldu?” anlamına geliyordu bu. “Kalk ve olanları gözlerinle gör.”

***

“Lanet olsun Steve, yazdıkların başımıza geliyor!” diye haykırdı Tabitha. Stephen, elinde az önce beş kez ateşlenmiş silahıyla, neden yaptırdığını bilmediği gizli odadaydı. Tuhaf yaratıklar belirdiği an, buraya

76


Gökcan Şahin

sığınmışlardı. Karanlıktı, küçüktü, havasızdı ama onları korumayı başaracak gibiydi. “Bir ‘sis’ eksikti,” diye devam etti karısı. “Tabby, susar mısın, düşünmeye çalışıyorum!” “Neyi düşünüyorsun, The Mist’te ne olduysa aynısı oluyor işte.” “Niye benim suçummuş gibi konuşuyorsun?” Tabby sustu. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Başını kocasının omzuna koydu. Kapının hemen dışındaki gürültü ikisini de sıçrattı. Ağzından küfür çıkmasına engel olamadı Stephen. “Dışarı bakacağım,” dedi. “Hayır, sakın yapma.” “Kapının yanındaki kitaplık devrilmiş olabilir. İçeride hapis kalıp kalmadığımızı öğrenmem gerek. Sadece kapı açılıyor mu diye bakacağım.” “Eğer bizde şans olsaydı kapı içeri doğru açılıyor olurdu!” King, silahını doğrultup kapı kolunu zorladı. Ağız dolusu bir küfür boşalttı hemen. İçeride mahsur kalmışlardı. Üstelik burası o kadar güvenliydi ki başka bir çıkış yoktu. Endişeleri fazla uzun sürmedi. Vücut sıcaklığı 7800 santigrat olan üç ayaklı bir yaratık eve adımını attığı an, ahşap ev tutuştu. Birkaç dakika sonra iki ünlü yazarın küllerinden başka bir şey kalmayacaktı.

77


Alacakaranlık Efendileri

7

EZİLEREK… Yaklaşık bir yıldır Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) Başkanı olan John Crawer, o sabaha karşı gizli bir toplantının başkanlığını yapmaktaydı. Elektromanyetik dalgalarla yeni bir zihin kontrol yönteminin sonuçları hakkındaydı bu toplantı. Proje başkanı Edward Brown ve diğer bilim adamları bulgularını NSA’ya sunmaktaydılar. Daha önce SwSw adlı bir projede çalışmış olan Edward Brown, projenin iptalinden sonra zihin kontrol (MK) bölümüne atanmıştı. Tesadüf bu ki, NSA başkanı da bir süre SwSw projesinin başkanlığını yapmıştı. “Dünyanın herhangi bir yerinde istenilen bir kişinin zihnini kontrol edebilecek seviyeye ulaşmış bulunuyoruz,” dedi Profesör Brown. 1950’li yıllardan

beri

sürdürdüğümüz

araştırmalar

nihayet

kesin

sonuca

ulaşmamızı sağladı. Bilindiği gibi daha önce bu konuda epey ilerleme kaydetmiştik, ama her istenen kişiye uygulayamıyorduk. Herkese çip takma konusu da bazı sebeplerden dolayı ertelendiği için endişeliydik. Ama artık herhangi bir fiziksel cihaza ihtiyacımız yok.” Boğazını temizledi ve perdeye yansıtılmış insan beynini işaret ederek konuşmaya devam etti.

78


Gökcan Şahin

“İnsan bilinci denilen şeyin bir elektromanyetik alan olduğunu biliyoruz. Tüm düşünceler elektriksel sinyallerden öte bir şey değil. Uzun zamandır dışarıdan bir etki ile bu dalgaların içine sızmaya ve düşünceleri dilediğimiz gibi kontrol etmeye çalışıyoruz. Uydu aracılığıyla ya da deri altına gömülen çiplerle bu mümkün olsa da kesin ve garantili bir yöntem sunmuyordu. Şimdi geliştirdiğimiz yöntem ise bu elektromanyetik alan silsilesine bir seferlik casus dalgalar gönderip, ardından her seferinde ondan faydalanmak. Yani örneğin bir cep telefonundan tek seferlik yayabileceğimiz dalgalarla bu virüs dalga’yı beyine enjekte edeceğiz. Ve ondan sonra kişi ömrü boyunca ne istiyorsak onu yapacak. Örneğin, yeni üretilecek her ultrason cihazına bu dalgayı gönderecek vericiyi eklersek, tüm çocuklar daha doğar doğmaz elimizde…” Bir anda ışıklar söndü, perdeye yansıtılmış görüntü yok oldu. Elektrik kesintisinin hiç de olağan olmadığı ortamda ani bir panik baş gösterdi. Korumalar, başta NSA başkanı olmak üzere önemli kişilerin etrafında bir koruma alanı oluşturdular. Biraz sonra, binadaki tüm güvenlik sistemleri bozulduğu ve kapılar kapalı kaldığı için mahsur kaldıklarını anlayacaklar, birkaç saat sonra ise binlerce tonluk sümüğümsü bir yaratığın, binanın tepesinde aniden belirmesiyle, çöken yapının altında her biri pelteye dönecekti.

79


BÖLÜM BEŞ

SONUN BAŞLANGICI 1 Elif, çaresizce pencereden ıssız yolu seyrediyordu. Hava soğumaya başladığından, üzerine bir hırka almıştı. “Annemleri çok merak ediyorum,” dedi. Koltukta, ellerini dizlerine dayamış, düşünceli düşünceli yerdeki kilime bakan Murat mırıldanarak cevapladı: “Ben de.” “Sence sağ kalacak mıyız?” “O adamın söylediklerine bakacak olursak kalacağız. Ama hiçbir şeyden emin değilim artık.” Başını kaldırmıştı. Göz göze geldiler Elif’le. İkisinin de gözleri nemliydi. “Adam

bir

mucize,”

dedi

Elif

gözlerini

dışarıya

çevirirken.

“Düşüncelerle oynuyor resmen.” “Evet, ama güvenilir mi, bilmiyoruz.” “Neden güvenmeyelim ki? Zaten öleceğiz. En fazla onun elinde ölürüz.”


Gökcan Şahin

Murat cevap vermedi. Düşünmekten beyni yorulmuştu adeta. Oysa beyin yorulmaz derlerdi. Şimdi hiçbir şey düşünmemek, hatta mümkünse gidip yirmi dört saat aralıksız uyumak istiyordu. Sessiz dakikaların ardından mutfakta büyük bir gürültü koptu. “Tepsi düştü galiba,” dedi Elif. Sakin konuşmaya çalışmıştı ama sesi de dizleri gibi titriyordu. “Ben bir bakayım, sen burada kal,” dedi Murat. Çoktan ayağa fırlamıştı. Mutfak kapısına vardığında yanına mum almayı unuttuğunu fark etti. Gerçi pek gerek yoktu. Kızıl alacakaranlığa gözleri çoktan alışmıştı. Gündüz kadar net olmasa da her şey görülüyordu. Ve o görünen şeylerin arasında ‘olmaması gereken’ bir şey vardı. “ELİF KAAÇ!” diye bağırdı tüm gücüyle ve fayansta ayağı kayarak kendini mutfak dışına attı. Kapıyı arkasından kapayıp hemen kenara çekilmese

çoktan

ölmüştü,

zira

arkadan

saldıran

şey

kapıyı

menteşelerinden söküp diğer duvara yapıştırdı. Murat donakalmamak için elinden geleni yaptı ama canavara uzunca bir süre bakmadan edemedi. Önce hiçbir şeye benzetemedi. Devasa bir ayçiçeği çekirdeğine altı tane uzun ince bacak konulmuş ve iğrendirici tüyler eklenmişti. Boyu bir kaplandan küçük değildi. “Koca bir çekirge,” diye fısıldadı. En çok benzetebildiği şey buydu. Zaten her an üzerine zıplayacakmış gibi bir hali vardı. Murat, gözlerini yaratıktan ayırıp oda tarafına baktığında Elif’i kapıdan kocaman gözlerle bakarken gördü. Kaçmadığı için duyduğu öfke

81


Alacakaranlık Efendileri

ve ölüm korkusunun birleşmesiyle iki adımda yanına ulaştı ve dış kapıya çekti karısını. Çekirge tek zıplayışta hemen arkalarında belirdi. Murat kapıyı tüm gücüyle açtı ve karşısında üzerine doğru zıplamakta olan kocaman bir köpek görmesiyle Elif’i tuttuğu gibi son bir refleksle kenara çekilmesi bir oldu. Köpek ve çekirge aynı anda zıpladılar ve birbirlerine girdiler. Köpek, inanılmaz büyük olan ağzıyla çekirgenin bir bacağını koparıp fırlattı. İki pençe darbesiyle diğer iki bacak da gitti. Çekirge yere yığılırken köpek üzerine basıp çıtırtı seslerinin eşliğinde başını koparıp fırlattı. İki beladan biri gitmişti, ama Murat hiç de kurtulmuş gibi hissetmiyordu kendini. Köpek işini bitirir bitirmez kendisine dönünce Elif’e sıkı sıkı sarıldı ve gözlerini yumdu. “Seni seviyorum,” diye fısıldadı karısına, son sözleri olacağından emin bir şekilde.

2 Flemis Permosi, Acı, Udel Ser Venter, Koray Çağlayan, Mehmet Dağkılıç ve diğer dört robottan oluşan grup; Acı’nın yazlığının geniş bahçesindeydiler. Etraflarında çember oluşturmuş beş devasa köpeğin nefesleri hafif buğular oluşturuyordu. “İnsanlık yok olacak,” dedi Udel. “Artık kurtuluş yok.” “Nasıl yani? Savaşmayacak mıyız?” dedi Acı.

82


Gökcan Şahin

“Savaşacağız tabii,” dedi Udel. Aniden kasıldı ve çığlık attı. Üstündeki gömleği elleriyle parçalayıp attı. Sırtından kanlar boşanıyordu. Bu sahneyi ilk defa gören Flemis tek kaşını kaldırmış izliyordu. Koray’ın zihninden bunun bir “Kan Meleği”ne dönüşme merasimi olduğunu öğrenmişti bile. Kan lekeli beyaz kanatlar tamamen açıldığında, “hepimiz ölene kadar savaşmaktan vazgeçmeyeceğiz,” diye devam etti. “Ama bu, yenileceğimiz gerçeğini değiştirmez.” “Sadece bu siteyi koruyalım,” dedi Flemis. “Bir kale haline getirelim. Sitedeki birkaç aileyi, vaka sona erene kadar hayatta tutabilirsek yeni bir insan nesli oluşturabiliriz.” Herkes birbirine baktı. Galiba tek işe yarar çözüm buydu. Flemis tepkileri beklemeden devam etti: “Ayköpeklerini sınırları korumak için kullanabilirim. Tabii önce site içindeki tüm yaratıkları temizlememiz gerek. Robotların dağılıp tüm evleri kontrol etmesini ve sağ kalmayı başaran kim varsa bir araya toplamasını öneriyorum.” “Kabul,” dedi Udel. “Ben hemen gidiyorum. Zaman kaybetmememiz lazım.” Bu tüm robotlar için emir niteliğindeydi. Dağılacak, yaratıkları yok edecek, sağ kalanları toplayacaklardı. “Hepsini

buraya

getirin,”

dedi

Flemis.

“Ayköpeklerim

onları

koruyacaktır. Benim ziyaret etmem gereken başka bir yer var.” “Biz ne yapalım?” dedi Koray. İki elindeki silahları gösterdi. “Siz burada kalın,” diye atıldı Acı. “Koray, cesaret gösterisinin zamanı değil, biliyorsun.” Koray başını salladı ve silahları indirdi.

83


Alacakaranlık Efendileri

Udel uçtu, Acı ve robotlar dört bir yana dağıldı, Koray ve Mehmet bahçedeki hasır sandalyelere çöktüler, Flemis şapkasını düzeltip geniş ama yavaş adımlarla dışarı çıktı.

3 [Korkmayın, size bir şey yapmayacak.] Murat aniden gözlerini açtı. Elif de bunu duymuş olmalıydı ki şaşkınca kendisine bakıyordu. İkisi birden köpeğe döndüler. Oturmuş, sarı gözlerle sakin sakin onları izliyordu. Bir süre kıpırdamaya ikisi de cesaret edemedi. Sonra Murat Elif’e sarılmış kollarını gevşetti. Elif kocasından ayrılıp üzerindeki hırkayı düzeltti. “Ne düşünüyorsun?” dedi. “Galiba gizemli adam hayatımızı kurtardı,” dedi Murat. [Birazdan yanınızdayım.] “Buraya geliyormuş.” “Duydum.” “Hayatımda bu kadar büyük bir köpek görmemiştim.” “Bence bir kurt türü bu.” “Kurtlar bile bu kadar büyük olamaz. Baksana hole zor sığıyor.” “Ayrıca arka bacakları gereğinden fazla kaslı.” “Sence kıyamet, şu çekirge tipli yaratıkların insanları yemesiyle mi olacak?” dedi Murat. Elif gülümsedi. “Gerçekten de çekirgeye benziyor ha.”

84


Gökcan Şahin

[Çok daha beterleri var.] “Sen nerden biliyorsun?” dedi Elif. Murat, bunun kendisine söylenmediğini anlamıştı. [Şu an yoluma çıkanlardan… Size ulaşmamı güçlendiriyorlar. Sakın dışarı çıkmaya kalkmayın.] Zaten öyle bir niyetleri yoktu. Bir iki dakika sonra melon şapkalı adam kapıda belirdi. Köpeği okşadı ve kenara çekilmesini sağladı. İlk defa görmüş gibi uzun uzun süzdü Murat’ı. Bu Murat’ın ne kadar tuhafına gitse de diğer tuhaflıklarının yanında ufak bir ayrıntı olarak kalabilirdi. [Murat Bey ve Dize Hanım… A pardon, Elif’i kullanıyordunuz değil mi? Bence Dize daha güzel ama neyse… Murat Bey ve Elif Hanım, sizi güvenli bir yere götürmeme izin verin.] “Güvenli derken?” [Bu site içinde bir yer. Sağ kalan insanları toplayacağız. Dünya’daki tüm insanlar yok olurken burası yeni bir Nuh’un Gemisi olacak.] Bunu bir zafer edasıyla söylemesi Murat’ı korkutmuştu ama tüm gücüyle bu korkuyu sezdirmemeye çalıştı. Yeni evli çift, Flemis Permosi ve ayköpeğinin eşliğinde dışarı çıktılar. Elif yoldaki manzarayı görür görmez bir çığlık attı. Asfalt leşle kaplanmıştı adeta. Çoğu tuhaf yaratıklar olsa da evlerinden kaçmaya çalışan insanların parçalanmış, morarmış, yanmış, solmuş cesetlerini de görebiliyorlardı. [Hızlı gitmemiz gerekiyor. Lütfen etrafınıza bakmamaya çalışın.] “Demesi kolay,” diye haykırdı Elif.

85


Alacakaranlık Efendileri

[Sizin iyiliğinizi düşünüyorum, lütfen…] “Tamam, özür dilerim, ben…” [Düşüncelerinizi anlıyorum, merak etmeyin.] Eliyle yolu işaret etti. Murat ve Elif el ele yola koyuldular. Elif baştaki ani şoku ve mide bulantısını yavaş yavaş üzerinden attı. İnsan her şeye alışıyordu.

4 “Dünyadaki tüm sistemlerin yok olduğuna inanabiliyor musun?” dedi Mehmet. Dakikalardır ağızlarından çıkan ilk sözcüklerdi bunlar. “Şu an menzil dışını düşünemiyorum doğrusu,” dedi Koray. “Bütün siyasi çatışmalar, bütün kavgalar, bütün anlaşmazlıklar bugün sona erdi. Amerika’nın ‘dünya devleti’ hayali suya düştü. Irak’taki petrolün hiçbir önemi kalmadı. Türkiye’deki bor minerallerinin de öyle. Ne ekonomik kriz kaldı, ne ekonomi. Borsa öldü, bütün kâğıt işleri öldü. Soykırımmış, darbeymiş, Kürt sorunuymuş, Türk sorunuymuş, hepsi önemini kaybetti.” “İyi bir şey olmuş gibi konuşuyorsun,” dedi Koray sahte bir gülümseyişle. Mehmet onu duymamış gibi devam etti: “Devlet denen şey yok artık. Bütün sınırlar açık. İşsizlik sona erdi, çünkü iş denen kavram da sona erdi. Götü kalkık pezevenkler patronluk taslayamaz şu an. Herkesin eşit

86


Gökcan Şahin

olduğu bir durum bu. Çünkü herkes ölüyor. Parayla götlerini silenler de ölüyor, o para için götünü satanlar da.” “Şimdi de çok sert gidiyorsun,” dedi Koray. “Zamanında Hobbes’un, John Locke’ın, Jean Jasques Rousseau’nun bahsettiği “doğa durumu”ndayız şu anda. Herkes eşit, iktidar yok, mülkiyet yok, sınıf yok, egemenlik yok, toplum sözleşmesi denen bir şey yok. Bir nevi mağara hayatı. Demek ki Karl Marx’ın dediği yönetenlerin diğerlerini ezdiği yönetim

biçiminin

sona

ermesi

böyle

olacakmış.

Ne

proletarya

diktatörlüğü, ne sosyalizm, ne komünizmle… Koca bir yaratık istilasıyla.” “Anlaşıldı, sen iyice uçtun. Felsefenin dibine vurdun be abi.” “Yapacak başka bir şey mi var oğlum?” “Valla şu an bir yerden tuhaf bir şeyler çıkacak diye tetikte olmaya çalışıyorum. Sen…” “Benim de korunma yöntemim budur belki genç adam. Bazı şeyleri kafaya takmayacaksın. Öleceksek öleceğiz. Bu kadar basit. Sence bu itler bizi koruyamaz mı?” Yere uzanmış, hiçbir şeyle ilgili görünmeyen üç ayköpeğine bakıyordu. “Bilmiyorum,” dedi Koray. “Onlar koruyamazsa silahlarımız var.” “Silahlara çok güveniyorsun.” “Şimdiye kadar bir yamuk yaptıklarını görmedim.” “Şimdiye kadar doğaüstü bir şeylerle savaştın mı peki?” “Hepsi özünde aynı,” dedi Koray. “İster insan olsun, ister cehennem zebanisi, şu silahtan çıkan kurşunu yiyince susarlar.” “Umarım öyle olur,” dedi Mehmet. Aslında imkânsız şeyleri ummak gibi bir huyu yoktu.

87


Alacakaranlık Efendileri

“Mesela şu köpek. Uzanmış öylece duruyor. İstesem silahı kafasına doğrultur, buradan kafasını uçururum.” Silahını kaldırmış, yaratığın tam kafasına nişan almıştı. “Puff,” diye bir ses çıkardı ağzından. Ayköpeği aniden doğrulunca ikisi de irkildi. Etraflarındaki diğer iki köpek de önce uzandıkları yerden kalkmış, sonra kaslı bacaklarının üzerinde insan gibi doğrulmuşlardı. Bu halde üç metreden uzunlardı. Ve güçlü adımlarla Koray ile Mehmet’e doğru geliyorlardı. “Ne oluyor lan bunlara?” dedi Koray. İki elindeki tam otomatik silahları kavradı ve biraz daha yaklaşmalarını bekledi. “Bunlarda bir tuhaflık var. İndiriyorum,” dedi başkomiser. “Flemis’in kontrolünden mi çıktılar acaba?” dedi eski maden mühendisi. “Bilmiyorum ama hiç dost canlısı görünmüyorlar.” Karşıdan gelen köpek aniden hırlayıp atılınca Koray’ın elindeki iki silah ve Mehmet’teki tabanca aynı anda patladı. Koray tüm mermileri ardı ardına yaratığın kafasına sıktı. Köpek önce bana mısın demedi, ama mermilerden biri gözüne girince ciyaklamaya benzer bir ses çıkararak sendeledi ve öne doğru düştü. Son anda çekilmeselerdi yüzlerce kiloluk ağırlığın altında pestile döneceklerdi. Köpeğin biri halledilmişti ama diğer ikisi bekleyerek zaman kaybedecek kadar saf değildi. İki yandan saldırıp pençeleriyle iki adamı yere yıktılar. Mehmet omuriliğinde dehşet verici bir acı hissetti. Koray’ın kafatası beyniyle bütünleşmiş gibiydi. Ağrıdan bayılmasına ramak vardı. Koray elindeki silahları düşürmek gibi bir hata yapmamıştı ama ne yazık ki şarjörü dolduracak zamanı da olmamıştı. ayköpeğinin çenesi

88


Gökcan Şahin

bacağında kilitlendi. Felç edici bir acı daha duydu. Köpek adamı hızlıca sürükledi ve bahçenin dışına çıkardı. Nereye gittiğini bile görmeden önce bayıldı, ardından köpeğin duvara çarpmasıyla beyin sarsıntısından hayatını kaybetti. Mehmet Dağkılıç bir bakıma daha şanslıydı. Omuriliği kırılmış, omurgalarından biri tam kalbinin ortasına batmıştı. Ölmesi birkaç saniyesini aldı. Köpek tarafından sürüklenirken artık o bedende bir ruh yoktu.

5 Flemis Permosi, Elif ve Murat’la boş sokakta yürümeye devam ediyordu. Önlerindeki ayköpeği henüz bir düşmana rastlamamıştı. Elif bunun Flemis’in bir mucizesi mi olduğunu, yoksa yaratıkların mı tükendiğini bilmiyordu. Bunu zihninden defalarca sormasına rağmen melon şapkalı adamdan bir yanıt gelmedi. Flemis o kadar monoton ve sessiz yürüyordu ki orada olduğundan bile bakmadan emin olamıyordu Elif. “Düşüncelerimizi almıyor mu?” diye sordu Murat’a. “Bilmiyorum, transa geçmiş gibi görünüyor,” diye dudak büktü Murat. Onun da zihni epey meşguldü anlaşılan. Flemis, sitenin en uç kısmındaki bahçesi epey büyük bir evin önünde durdurdu onları.

89


Alacakaranlık Efendileri

[Burası,] dedi kısaca. Demir bahçe kapısını açtı. Çimleri yeni biçilmiş bahçe de ev de boş görünüyordu. Şöyle bir etrafına baktı. [Kimse getirilmemiş,] dedi, [Siz ilk oldunuz.] “Burada da kan izleri var,” diye inledi Elif. Hasır sandalyelerin hemen önünden itibaren çizgi şeklinde uzayıp giden izi gösteriyordu. [Birkaç yaratık öldürdük,] dedi Flemis hemen. [Görünüşleri sizi rahatsız etmesin diye arka tarafa götürdük.] “İnsan ölmedi değil mi burada?” [Hayır hayır, merak etmeyin. Burası sizin için en güvenli yer.] Etraflarında beliren üç ayköpeğini gösterdi. [İşte muhafızlarınız.] Elif ne düşüneceğini pek bilmiyordu. Kendisinin kontrolü dışında bir şeyler oluyordu ve bunun sona ermesini beklemekten başka çaresi yoktu. Kocasına kenetlendi ve derin bir nefes alırken ondan yayılan ‘saf güven’i içine çekti. [Sanırım içeri girmek istersiniz. Dışarısı iyice soğudu.] Öyle bir şekilde zihinlerine gönderildi ki bu sözler, emirden geri kalır yanı yoktu. Kilitli olmayan kapıdan itaatkârca içeri girdiler. Flemis arkasını dönüp geniş bahçeye doğru şöyle bir baktı ve gözlerini kapadı. Bütün gücüyle konsantre olmaya çalıştı.

6 Kompor Del Grel uzun saçları ve sakalları, iri bedeni ve güçlü yürüyüşüyle bir Viking savaşçısından farksızdı. Bu küçücük site içinde bile

90


Gökcan Şahin

bu kadar çok yaratıkla karşılaşması dünyanın ne büyük bir felaketin altında ezildiğini gösteriyordu. Daha yola çıkar çıkmaz gergedan benzeri bir şey, burnundan dumanlar fışkırtarak üzerine saldırmıştı. Kompor canavarın boynuzundan tutup arkaya savurmuştu. Tamam etkisiz hale getirilmeleri kolaydı, ama öyle çoklardı ki sırf İstanbul’dakileri yok etmeye çalışsa bin sene uğraşması gerekirdi. Evlerin kapılarını (ufak bir ittirmeyle) tek tek kırarak yaşayan insan aramaya koyuldu. İlk yedi evde parçalanmış cesetler dışında bir şey yoktu. Sekizincide tuhaf bir inleme sesi geldi. İnsan sesi olduğundan emin olamasa da içeri girdi. Kapının hemen önünde bir ceset vardı. Orta yaşlı bir kadın dışarı kaçmaya çalışırken karnını delip sırtından çıkan bir ‘şey’ tarafından öldürülmüştü. Kadını incelerken o ‘şey’in hedefi olabileceği aklına gelmedi Kompor’un. Kapının arkasından fırlayan yaratık bir saniye içinde karnına çarptı. Öyle sert ittirdi ki metal kaburgaları birbirine çarptı. Karnının derisi ve altındaki kaslar delindi, yaratığın dişleri -ya da her neyse- metal kaburgalarını da delip geçmeye çalışırken inanılmaz bir gıcırtı çıkardı. Kompor bu ani darbeyle arkaya savruldu ve açık kapıdan dışarı uçtu. Göğsünden içeri girmeye çabalayan şeyin kuyruğundan tuttu ve geri çekti Kompor. Üzerinden kovayla dökülmüş gibi kan aktı. Kaslı karnı ve göğsü yok olmuş, metalik gri kemikleri ortaya çıkmıştı. Yaratığı sıkarak öldürdükten sonra diz çöktü. Gözleri kararıyordu.

91


Alacakaranlık Efendileri

Bu yara onu uzun bir süre saf dışı bırakacaktı. Belki de yirmi dört saat kendine gelemeyecekti. Ama hiç sırası değildi ki bunun! Şimdi bayılmamalıydı. Ona en ihtiyaç duyulduğu sırada bu olmamalıydı. Başını

göğsünden

kaldırdığında

burnunun

dibinde

parmak

büyüklüğünde dişler gördü. Hırıldayan şeyin ağzından iri salya damlaları düşüyordu. Bu Flemis’in köpeği değil miydi? O zaman neden böyle tehditkâr… Kompor düşüncelerini tamamlayamadan, köpeğin güçlü çenesi tarafından kafası koparılmıştı bile. Başı yerde yuvarlanırken gözünün önünde beliren son görüntü Gron Rey Aroor’un zayıf, beyaz (hatta yarı şeffaf) ve boş bakan gözleriydi. Köpeğin ilk kurbanı kendisi değildi!

7 Lori Yun Demer ve Eravis Zen Esis, sitenin doğu kanadını kontrol ediyorlardı. On beş evi kontrol etmiş, tek bir canlı bulamamışlardı. İnsanlar yerine karşılarına sürekli yeni yaratıklar çıkıyordu. Direk saldıran yaratıklar kolay avdı ama bir tanesi hiç de öyle olmadı. Sakin sakin duran bir Renault araba aniden hareket etti ve iki robotun üzerine son hızıyla geldi. Arabaların çalışmadığını ikisi de ve bu onları daha da savunmasız kılmıştı. Eravis, güçlü kollarıyla arabayı tamponundan yakalamayı başarmış, Lori de bir uçan tekmeyle ön camını hedeflemişti. Camın kırılmasını beklerken yüzey tuhaf bir şekilde içeri gömüldü.

92


Gökcan Şahin

Lori tekrar ayağa kalkarken araba şekil değiştirdi ve sümüğümsü bir şeye dönüştü. O an bu şeyin ne olduğunu anladılar. Diğer dünyanın bukalemunuydu bu. Sadece renk değil şekil de değiştirebilen, çok gelişmiş bir bukalemun. Bu keşiften sonra yaratığın etkisiz hale getirilmesi iki robot için çok da zor olmadı. Koray’ın verdiği silahları çıkarıp tüm mermileri üzerine boşalttılar. Yaratık uzun süre kıvrandıktan sonra kendini koyuverdi ve kanalizasyon deliğinden aşağı akıp gitti. Her ne kadar pek umutları kalmasa da aramaya devam etmeleri gerekiyordu. En az birkaç insan bulmaları lazımdı. Kendini korumayı başarmış birileri mutlaka olmalıydı. Evler arasında dolanırken Eravis aniden Lori’yi durdurdu. Diğer sokakta bir ayköpeğinin Kompor’un başını kopardığına şahit oldular. İki robot Kompor’a doğru koşmaya başlar başlamaz arkalarından bir şeyin geldiğini duydular. Asfaltta takır takır ses çıkaran bir şey. Lori arkasına bakmayı başardığında bunun başka bir ayköpeği olduğunu fark etti. Ayağa kalkmış, devasa bir şey olmuştu. Bu arada diğer ayköpeği de işi biten Kompor’u bırakmış, canlı iki robotu fark etmişti. Eravis, cansız yatan Gron Rey’i görünce büyük bir tuzağa düştüklerini anladı. İki yaratığı silahla uzaktan halletmeyi düşündü ama tüm mermilerini sümük-canavara harcamış, boş silahları da atmışlardı. Ayköpekleri'nden biri adeta ışınlanır gibi yanı başlarına geldi ve Eravis’i kolundan tuttuğu gibi yirmi metre ötedeki çöp kutusuna fırlattı.

93


Alacakaranlık Efendileri

Zenci robot, kutuya çarptığında karşısındaki gücün ömründe rastlamadığı kadar büyük olduğunu idrak etmişti. Onların

Türk

destanlarındaki

yenilmez

İt-barak’lar

olduğunu

bilmiyordu. Onların hiç yemek yemeden binlerce yıl yaşayan ‘kara şeytanlar’ olduğunu bilmiyordu. Onların ok-mızrak batmayan, kılıç-silah tanımayan, milyonlarca yıl önce T-rex’lerle oyuncak gibi oynayan, efsanelerde ejderleri paspas gibi yere seren, sonsuz kudretin timsali Ayköpekleri olduğunu bilmiyordu. İki ayköpeği, iki yenilmez robotu toplam dört saniyede yok etti. Ve dört ayak üstünde inip diğer hedeflerine yöneldi.

8 Udel, Acı’nın yanına indiğinde kucağında ufak bir kız çocuğu vardı. “Şans eseri buldum,” dedi. “Kendini çatı katındaki bir sandığa kapatmış. Annesi babası maalesef…” “Anladım,” dedi Acı, ağlayan küçük kızı kucağına alırken. Üç yaşından büyük değildi. “Ben diğerlerine bakmaya gidiyorum. Bence sen onu korumaya bak. İstersen eve git.” “Tamam, zaten kimseyi bulamadım ben. Sen çok daha hızlı davranabilirsin.” Udel göz kırptı ve kanatlarını açıp havalandı. Acı, soğuktan titreyen çocuğa sıkıca sarıldı ve evine doğru hızlı adımlarla yola koyuldu. Elindeki “umut”tu. Umudu korumak zorundaydı.

94


Gökcan Şahin

Eve yaklaşırken pencerede iki gölge gözüne çarptı. Birbirine sarılmış iki gölge. Gülümsedi. Sağ kalan başka insanlar da vardı demek ki. Bir camdakilere baktı, bir elindeki bebeğe… Yeni dünyanın ilk ve tek ailesi olabilirlerdi. Daha da hızlandırdı adımlarını. Küçük kız durmadan annesini sayıklamasa her şey çok daha iyi olacaktı. “Tamam canım, seni eve götürüyorum,” diye teselli etmeye çalışıyordu Acı onu. Boştaki eliyle demir bahçe kapısını açtı. Ve onu iki ayköpeği karşıladı. Acı köpekleri umursamadan geçmeye çalışsa da buna izin vermiyorlardı. Tam karşısında öfkeyle hırlıyorlardı. Kucağındaki çocuk da korkuyla canı çıkarcasına bağırıyor, işi daha da zorlaştırıyordu. Flemis neredeydi? Niye çekmiyordu bunları önünden? Hâlâ orada olup olmadıklarını görmek için pencereye baktı. Kimse yoktu, içeri girmiş olmalıydılar. Oysa Flemis içerideyse ona haber verebilirlerdi. Tek şansı kalmıştı. “Flemis,” diye bağıracaktı tüm gücüyle. Nefesini bu amaçla kuvvetli bir şekilde içine çektiği anda köpeklerden biri yan taraftan sert bir pençe darbesi savurdu. Acı’nın beklediği son şeydi bu. Kucağında ufacık bir çocuk varken böyle bir hareket çok acımasızca olurdu çünkü. Ama olmuştu işte beklenmeyen… Çocuk ellerinden kayıp gitmiş, Acı müthiş bir kuvvetle sol tarafına savrulmuş, çimlerin üzerinde üst üste taklalar atıp kanlar içinde kalmıştı. Yuvarlanırken dahi kızı düşünüyor, sırf onu kurtarmak için bir an önce ayağa kalkması gerektiğini kendine telkin

95


Alacakaranlık Efendileri

ediyordu. Bunu yaptı da. Yuvarlanmasını kontrol ettiği anda çevik bir hareketle ayağa fırladı ve bahçe kapısına tüm gücüyle koştu. Deli gibi baktı etrafına. Nefes nefese… Nabız nabza… Ama yoktu. Umut ortadan kaybolmuştu. Köpekler ağır adımlarla üstüne geliyordu. Ve birinin dişleri kanlıydı. Durdu ve üzerine kanlı bir topak tükürdü. Parçalanmış bir bebeğin kalıntılarıydı bu. Kol, bacak, baş, gövde ve elbiseler birbirine girmiş, kanla yoğrulmuş ve üzerine fırlatılmıştı. Acı şaşırdı, üzerine çarpıp çimlere düşen topağa sadece bir an baktı, gözleri büyüdü, biyonik mi mekanik mi olduğundan emin olamadığı kalbi çaresizlikten deli gibi atar oldu. Olamazdı, küçük masum bir çocuk bu hale gelemezdi. Öfke öyle ani geldi ki, başka bir benlik bedenini ele geçirmiş gibi hissetti. Dişlerini öyle sıktı ki, çelikten yapılsa fark etmezdi yine kırılırdı. Köpeğin üstüne koştu. Sol eliyle kulağından tuttu ve kendini yukarı çekti. Ata biner gibi üzerine çullandı. Boynuna sarıldı ve insanüstü gücüyle sıkmaya başladı. Köpek böğürdü. Onu üzerinden atmak için silkindi. Ama Acı’nın gücü, yaşadığı acının gücüyle birleşti ve hayatının amacı düşmemekmiş gibi tutundu köpeğe. “Flemis!” diye yemin ediyordu aynı anda. “Seni bulduğum yerde beynini söküp eline vereceğim.” Köpek öksürdü, nefes borusunu sıkıştıran çelik ellerden bir türlü kurtulamadı, sendeledi, bahçe duvarlarını yıkıp yola çıktı, arabalardan birinin üzerine binip paramparça etti, yolun karşısındaki evin bahçesine girdi, duvarına sürtündü, ama ne yaparsa yapsın kurtulamadı Acı’dan.

96


Gökcan Şahin

Fazla gelişmiş akciğerleri dakikalarca oksijen alamayınca pes etti ve devasa köpek yere düştü. Öfkesi dinmekten çok uzak olan Acı, yaratığın sırtından iner inmez aniden beliren melon şapkalı adamla baş başa kaldı. Flemis, ona tiksinti dolu gözlerle bakıyordu. “Bırak beynimi elime vermeyi, ben istemedikçe bir metre yakınıma gelecek kişi evrenlerin hiçbirinde var olmadı,” dedi. “Arkadaşın da bunu onaylardı.” Yan sokaktan hantal hantal gelen ayköpeği ağzıyla bir şey taşıyordu. Köpek, o şeyi getirdi ve Acı’nın ayaklarının dibine bıraktı. Bembeyaz kanatlardan ve başsız bir bedenden oluşan şeyi… Udel Ser Venter’in ölüsünü… “Tabii yaşasaydı…” diye tısladı Flemis. “Anla artık zavallı robot. Sizin devriniz geçti. Bu dünya benim. Bu evren benim. Ne sen olacaksın bu dünyada, ne de başka tek bir insan. Dize’den başka…” Acı, Flemis’in son sözlerini söylerken bir anlığına gözünü ondan ayırmasını fırsat bilip üzerine saldırdı. Ama tam boğazını kavrayacağı an adam ortadan kayboldu. Udel’i getiren ayköpeğiyle baş başaydı şimdi.

9 Flemis Permosi, eve adımını atar atmaz çığlık çığlığa bağıran Elif’in sesini duydu. Sesin ardından evin halini gördü. Tavanda kocaman bir delik vardı ve içerisi moloz yığınına dönmüştü.

97


Alacakaranlık Efendileri

“Murat,” diye bağırıyordu Elif kendisine doğru gelirken. “Murat’ı götürdü! Kocaman bir Anka kuşu… Tavanı deldi…” Gözyaşları yanaklarından yere damlıyordu. Dudakları çaresizlikle titriyordu. Ama bunların hiçbiri güzelliğini bozamıyordu. “Merak etme,” dedi Flemis. Zihinden konuşmuyordu. “Onu bulup getireceğim. Ne pahasına olursa olsun.” Elif’in narin ellerini tutmuş, elektriklenen zihninin yarattığı zevk duygusunu dışarı vurmamak için kendini zorlamaktaydı. Tabii bu dokunuşun bir amacı daha vardı. Elif’e yoğun bir güven duygusu aşılamak. Nitekim, genç kadın aniden sakinleşti, dudakları titremeyi kesti. Flemis, kocasını kurtaracaktı, üzülmesine gerek yoktu. Melon şapkalı adam kadını dışarı çekti. Çatısı yıkılmış bu evde daha fazla durmak gereksizdi.

98


BÖLÜM ALTI BAŞKA BİR DÜNYANIN KAHRAMANI 1 Adım Flemis Permosi. Her yönden sınırlanmış, tüm yetenekleri zincire vurulmuş Homo Sapiens türünün evrimleşmiş haliyim. İnsan ve hayvan zihinlerini okuyabilir, gelişmemiş zihinler üzerinde hâkimiyet kurabilir (hayvanlar, canavarlar, bazı zekâ engelliler vs.), görünmez olabilirim. Ha ayrıca görünen o ki yaşlanmıyorum, dolayısıyla ölümsüzüm. ‘A Evreni’ diye adlandırdığım bir evrende doğdum. Evlatlık gibi bir şeydim, yani gerçek ailemi tanımıyorum. Bazen rüyalarımda Kuzor diye bir adam görüyorum. Büyük ihtimalle babam, dedem ya da öyle bir şey. Kuzor rüyalarımda benim yeteneklerimin aynısına sahip ama her seferinde bir felaket oluyor ve ölüp gidiyor. Sonra ondan çıkan bir tohum görüyorum, bana doğru geliyor ve uyanıyorum.


Alacakaranlık Efendileri

Her zaman melon bir şapka takarım. Başımın üst kısmında kimsede olmayan tuhaf bir çıkıntı var. Diğer bir deyişle kafatasım yukarı doğru hafif bombeli. Bunun yeteneklerimi bana veren bir evrim mucizesi olduğunu düşünsem de birileri görüp farklılığımı anlamasından korkarak melon şapka takma alışkanlığı geliştirdim. Her ihtimale karşı daima saçımı da uzatırım. Şapkamı çıkardığım zaman dahi çıkıntı pek belli olmaz bu sayede. Birkaç yüzyıllık hayatımda sadece bir kez âşık oldum. ‘A Evreni’nde Dize Demirsoy adlı çok güzel bir kadındı. Birim Sıfır adında bir istihbarat ekibinde çalışıyordu ve -benim gibi- olağanüstülükleri araştırıyordu. Sahra Dikeni adlı ayköpeğimin elimden kaçmasıyla başladı her şey. Bir fırtınada yıkılan çitlerden atlayıp gitmişti akılsız hayvan. Aylar sonra Kocaeli’nde olduğu haberini aldım. Sürekli masum insanları öldürüyordu. Manyetik alanla beslendiği için cep telefonu olan adamlara saldırıyordu. Dize bir tesadüf eseri oradaydı. Sahra Dikeni’nin ağına düşmüş bir çocuğu kurtarmaya çalışıyordu. Son anda yetiştim ve çocuğu kurtarıp ona teslim ettim. Ve onu görür görmez kalbim adeta tutuştu. Dize’yi ikinci kez Sivas’ta gördüm. Bu kez kurtardığım hayat bizzat onunkiydi. Tuhaf bir adam onunla ilgili olarak uyarmıştı beni. Çok kötü bir yaratığın Dize’nin peşinde olduğunu söylemiş ve adresini vermişti. Onu bulduğumda ölmesine ramak kalmıştı. Annesini, babasını, kardeşini, her şeyini kaybetmişti. Zayıf bir insan olsa o an intihar eder ya da aklını kaybedip akıl hastanesine düşerdi. Ama değildi. Pek çok şey görmüş, kuvvetlenmişti. Tabii onu evime götürüp yardım etmem de etkili oldu. Biraz zihnine dokundum ve zihnine fazla gelen acısını aldım. O gün bana güvendi, bana âşık oldu. Çok yakınlaştık o gün. Birbirimize ait olduk.

100


Gökcan Şahin

Ama gitmek zorundaydı ve gitti. Ben de peşinden… Hayır hayır, gizli gizli takip etmedim onu. Ama bana her zaman ulaşabileceği bir mesafede durdum. Başı belaya girerse her an yardım edebilirdim. Ettim de… Yapılan büyük hatalar ‘A Evreni’ndeki dünyanın sonunu getirmek üzereydi. Bir iyiler-kötüler savaşı çıkmıştı. Ben de Dize’nin yanında iyiler safında yerimi aldım tabii. Ve kendi dünyamı kurtarmanın onurunu yaşadım. Yedi milyar insan benim sayemde hayattalar. Bunun karşılığında yedi milyar insan canı almaya hakkım olduğunu düşünüyorum. Üstelik çok kutsal bir amaç için. Aşk için…

2 Evet, adım Flemis Permosi. Koca bir gezegeni kurtaran ama sevdiği kızı kurtaramayan adamım ben. Elimden gelenden bile fazlasını yaptım ama başaramadım. Önümüzdeki tüm engeller kalkmışken onu kaybettim. Ve bir mecnun oldum. Ölüm bile alamadı onu benden. Aşırı gelişmiş zihnim sürekli Dize’yi karşıma çıkarıp durdu. Artık hayattan en ufak bir keyif almıyordum. İnsanlara iyilik yapmak gibi bir amacım zaten yoktu. Bir ayyaştan

farkım

kalmamıştı.

Bedenim

yaşlanmasa

da

bir

milyon

yaşındaymışım gibi hissediyordum. Kendimi gizlemek konusunda bile dikkatsiz

davranıyordum.

Ayköpeklerimi

gıcık

Görünmez

olduğum

olup

adamları

Durumum vahimdi. Gerçekten vahim.

101

tuhaf

öldürmeye

işlere

kalkışıyor,

gönderiyordum.


Alacakaranlık Efendileri

Bir gün paralel evrenler meselesini öğrendim. Ve gizli kalmış bir yeteneğimi daha keşfettim. Evrenler arası seyahat edebiliyordum. Gezdim ve gezdikçe Dize’yi defalarca buldum. Hiçbiri beni tanımadı, hiçbiri beni istemedi. Benim istediğim Dize’den bir kırıntı bile yoktu onlarda. Ta ki ‘X evreni’ dediğim yere, yani buraya ayak basana kadar. Dize, yine beni tanımayacaktı, yine soğuk davranacaktı, yine benim sevdiğim Dize olmayacaktı ama bunların hepsi için, her şeye baştan başlamak için, tekrar doğmam için, yeniden gençleşmem için, kısaca aşkımız için müthiş bir fırsat vardı. Bu evren kozmik bir kaza sonucu milyonlarca yıl önce ikiye bölünmüştü. Karanlık bir cep vardı bu evrende. Ve aradaki engel o kadar zayıflamıştı ki yırtılması an meselesiydi. Bunu biliyordum, çünkü kendimi aynı anda iki evrende gibi hissediyordum. Zihnimin ufak bir kısmı diğer tarafın etkisi altındaydı. Ve orası inanılmaz korkunçtu. İki evrenin birleşmesinin neye yol açacağını daha en başından anlamıştım. İşte fırsat da burada doğuyordu. Tüm insanlar ölecekti ve ben Dize’m ile yalnız kalacaktım. Üstelik kendimi tekrar bir kahraman gibi tanıtabilecek, onu kendime tekrar âşık edebilecektim. Görünürde önümde hiçbir engel yoktu, sadece insanlığın ortak bilinçaltındaki bir bilgi kırıntısı dışında. İki evren bir süreliğine birleştiğinde, yani Kara Güneş Vakası yaşandığında, koruyucu bir şeyler de ortaya çıkıyordu. Ve yaratıkları def edip insanlığı kurtarıyorlardı. Bunun gizli bir örgüt olduğunu tahmin ediyordum. Bu yüzden de pek fazla korkmuyordum. Bütün yaratıklar benim

102


Gökcan Şahin

emrimdeydi ve onları rahatlıkla yok edebilirdim. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar… Robotlara, diğer evrenden gelen yaratıkları kontrol edemediğimi söyledim. Yalandı. Onlar da diğer tüm zihinler gibi benimdi. Verdiğim emirlerle kendilerinde olmayan zekâ ve kurnazlığı ben tamamladım. Sitedeki herkesi ve zihnimin ulaşabildiği tüm noktalardaki insanları daha ilk dakikada yok ettim. Ayköpeklerim sadece görünürde savaşıyorlardı onlarla. Oyunumun devamı için gerekliydi bu. Tıpkı bir çocuğun, sahip olduğu oyuncakları öylesine dövüştürmesi gibi… İnsanları koruyan şeylerin, robotlar olduğunu öğrendiğimde az kalsın kahkahalar atacaktım. Yalnızca bir avuçlardı ve ne yapacaklarını bile bilmiyorlardı. Belki zihinlerine dokunamıyordum ama onları yenmemin çok basit bir yolu vardı: Hepsini birbirinden ayırmak. Dağıldılar ve sağ insan aramaya koyuldular. Ben de tek tek hakladım hepsini. Tabii bu arada Dize ile Murat denen piçi korumaya almıştım. Hiçbir şey görmeyecek, benim amacımı anlayamayacaklardı. Ben dışarıdayken Anka kuşuna benzer bir yaratık tamamen planlı olarak Murat’ı aldı ve yüzlerce metre yükseklikten beton zemine bıraktı. Oluşan kan gölünü yaratığın gözlerinden bizzat gördüm. Sonra bir ayköpeği Murat’ı ağzına alıp siteye geri getirdi. Ayköpeği Murat’ı şefkatle Dize’nin önüne bırakırken aşkımın hemen yanındaydım. Hüngür hüngür ağlarken bana sarıldı. Ona, kocasını kurtarmak için elimden geleni yaptığımı söyledim ve ben de ağladım. Dize’ye tekrar sarılabildiğim

için ağladım, kokusunu

103

tekrar içime


Alacakaranlık Efendileri

çekebildiğim için ağladım. Onu çok sevdiğim için ağladım. Onu çok sevdiğim için… Ve zihnine dokundum. Tıpkı, A Evreni’nde annesi ve babasının ölümünü çabuk atlatması için dokunduğum gibi… Tıpkı bana âşık olması için dokunduğum gibi… Bana tekrar güvendi, beni tekrar sevmeye başladı. Zihninden okuyordum bunu. Güvendiği tek insan yok olmuştu ve benden başka kimsesi kalmamıştı. Onu çok seviyordum. Dünya bizimdi. Koca bir dünyada tek başımızaydık artık. Tüm âşıkların istediği gibi.

3 Güneş doğmuyordu ama her şey düzeliyordu. Ayköpekleri, sitedeki tüm cesetleri uzaklaştırdı. Tek bir yaratığın bile içeri girmesine izin vermedim. Dize’ye tamamen güvenli bir kale yarattım. Kendi evinde de kalmak istemedi, Acı’nın evinde de. Bunun üzerine o yaz kimsenin kiralamadığı, tamamen temiz bir eve yerleştirdim onu. Sırf onun merakını tatmin etmek için her gün site dışına çıkıyor, dışarıda bir değişiklik olup olmadığına bakıyordum. Birilerinin hayatta olup olmadığını çok merak ediyordu çünkü. Annesini ve babasını çok merak ediyordu.

104


Gökcan Şahin

“Kimse yok,” diyordum ona. “Herkes ölmüş. Bizim dışımızda kimse kalmamış. Tüm İstanbul’u gezdim, tek bir canlı insana rastlamadım. Her yer ceset dolu. Her yer berbat kokuyor. Havada tek bir uçak, tek bir balon, tek bir uçurtma yok.” Sürekli tekrarlıyor, dünyada bizden başka kimse kalmadığına dair telkinler veriyordum. Sonunda buna yani gerçeğe inandı ve tamamen teslim oldu. Dünyanın kaderi bizdik. Yeni Âdem ve Havva bizdik. Sonunda insan evriminin son aşaması gelmişti. Çocuklarımız özel güçlere sahip olacaklardı. Onların çocukları da öyle. Homo Sapiens’in yerini benim soyum alacaktı. Binlerce yıl sonra dünya bizim torunlarımızla dolup taşacak, eskisinden çok daha iyi bir yer olacaktı. Şimdilik ortalık karanlıktı ama cep tekrar kapanıyordu. Kısa bir süre sonra güneş tekrar doğacak, güneşle beraber beni de tekrar hayata döndürmüş olacaktı. Burası benim evrenimdi, öyle kalacaktı. Bu fikir o kadar güçlüydü ki, kendimi yenilmez hissediyordum. Ta ki Rugor karşıma çıkana kadar…

105


BÖLÜM YEDİ

BİLGE SAVAŞÇI 1 Benim adım Acı. Kanlar içinde doğdum, kanlar içinde öldüm, kanlar içinde dirildim. 2004’te Haliç sularında doğdum, Komiser Koray Çağlayan’ın beni bulmasıyla hayata sarıldım, Zehir Haluk’u yakalarken kim olduğumu, Udel Ser Venter’le dövüşürken geçmişimi öğrendim ve Alacakaranlık Efendisi Flemis Permosi tarafından öldürüldüm.

2 Ayköpeği o kadar güçlüydü ki karşı koymama olanak yoktu. Bir tanesini boğarken tüm enerjimi harcamıştım. Diğeri kaslı çenesiyle boynuma yapışana kadar kılımı kıpırdatamadım. Ondan sonra da yapacak


Gökcan Şahin

bir şey yoktu. Bedenimden ayrılan başım, ezeli dostum Udel’inki ile karşı karşıya kaldı. Gözlerim karardı ve hayatım sona erdi. Uyandığımda ilk düşüncem “robot cehenneminde olmalıyım,” idi. Bulunduğum ortam bu düşünceye o kadar müsaitti ki. Gri rengin hâkim olduğu, hayatımda görmediğim çeşit çeşit makineyle dolup taşmış kocaman bir odadaydım. Ayakta duruyordum ama kıpırdayamıyordum. Bedenim kablolar, kemerler ve kelepçelerle sıkı sıkıya tutturulmuştu. Başımı eğmeye çalıştım ama boynumu kaplayan kalın metal çember buna izin vermedi. Kendi bedenimin hiçbir noktasını göremesem de uzuvlarımın varlığını hissediyordum. “Uyandın mı?” dedi hırıltılı bir ses. Başımı sesin geldiği tarafa yani soluma çevirmeye çalıştım ama boynumdaki metal onu da engelliyordu. “Nerdeyim ben?” “Merak etme, gizem yapacak değilim. Her şeyi kısa, öz ve hızlıca anlatıp görevine dönmeni sağlayacağım.” Karşımda aksakallı, siyahî, yaşlı bir adam belirdi. Kapkara gözleri elektrikli bir canlılıkla parlıyordu. “Burada herhangi bir komplo yok,” dedi. “Burada yalana yer yok.” Türkçe konuşmak adama pek yakışmıyordu. Kötü bir dublaj gibi geliyordu bana. “Anlat o zaman,” dedim. “Neden bağlıyım burada?” “Bu senin iyiliğin için.” “Yalanlar başlıyor olmasın?” dedim.

107


Alacakaranlık Efendileri

“Vücudunda nanorobotlar geziyor şu anda. Hasar gören tüm sistemlerini onarmaya çalışıyorlar. Birkaç saattir buradasın ve şimdiden bilincini kazandın. Tahminimden bile hızlı iyileşiyorsun.” Adama teknolojiyle ilgili kelimeler kullanmak da yakışmıyordu. Fantastik bir diyarda yaşayıp arada sırada abuk sabuk laflarla kafa karıştıran bilge görünüşlü yaşlı bir adam tipi vardı onda. “İyileşince ne yapacaksın bana? Ya da yapacaksınız?” “Tek kişiyim burada. Adım Anakan. Bilmiyorum duydun mu adımı…” Başımı iki yana sallamaya çalıştım, beceremeyince ağzımı açtım: “Hayır duymadım.” “Neyse boş ver, belki Anakan destanını duymuşsundur diye düşündüm. Adım orada sıkça geçer.” “Bir destanda adı geçecek kadar yaşlı görünmüyorsun.” Güldü. “Düşündüğünden çok yaşlıyım.” “Flemis gibi iki yüz küsur yaşında mısın yoksa?” dedim. “Yedi buçuk milyon yaşındayım.” Ben yedi milyon yüz elli iki bin yaşında olduğuma göre ona “abi” demem gerekiyordu demek ki. “Demek sen de robotsun,” dedim. “Hayır, değilim. Tüm vücudum organik. Sıradan insandan hiçbir farkım yok. Şaşkınlık evresi bittiyse konuşmaya başlayabilir miyim?” “Elbette.” “Adım Anakan. Zamanında Bilge Anakan ya da Bilge Savaşçı derlerdi. Gençtik tabii o zaman.” Sırıttı ve devam etti: “Birkaç tür insan ırkının var olduğu zamanlarda doğdum. Devlet denen bir şey yoktu. Herkes

108


Gökcan Şahin

kendi için yaşıyordu. Sahiplendiğimiz yerlerde ömür boyu yaşayıp gidiyorduk. Mağara adamı olduğumuzu düşünüyorsun biliyorum ama öyle değildik. Aslında şimdiki teknolojiye göre çok daha gelişmiştik. Çünkü bizi gelişmeye zorlayan çok büyük bir savaş yaşanıyordu dünyada. Dört insan türü egemen olmak için birbiriyle savaşıyordu. Her biri diğerini katletmek için yeni silahlar icat ediyordu. İnsansız bombardıman uçakları bile icat edilmişti. Ama kimsenin aklına insan yerine savaşabilecek bir şey üretmek gelmemişti. “Ben de babamın mesleği olan silah geliştirme işinde çalışmaya başladım. Irkımızı savunmak gibi kutsal bir görevim vardı ve bu işi çok iyi yapıyordum. Sonra bir gün müthiş yeteneğimi keşfettim. O an yaşanmakta olan herhangi bir şeyi zihnimde görebiliyordum. Dünyanın diğer yerlerinde kimin ne yaptığını tıpkı bir astral seyahat yapar gibi izleyebiliyordum. Sırf bu özelliğim sayesinde düşmanın nereden ne zaman saldıracağını anlar oldum. Askerlerimiz bu sayede tüm hamleleri önceden tahmin edebildi. “Zamanla bunu geliştirip aynı anda farklı yerlerde olanları da görebilmeye başladım. Önce iki farklı şey, sonra üç, sonra on, sonra yüz, sonra milyon ve en sonunda dünya üzerinde yaşanan her şeyi aynı anda görebilecek düzeye geldim. Bu özellik sana şu an anlamsız geliyor, çünkü yaşamadan açıklamanın imkânı yok. “Artık yeteneğimin en üst düzeyine geldiğimi düşünürken, geleceği de görebildiğimi fark ettim. Bunu anlamam uzun sürdü ama çeşitli denemelerle artık zaman sınırını aşabildiğime emin oldum. Peki ne kadar geleceğe gidebilecektim? Bir gün sonrayı denedim, başardım. Sonra bir hafta, sonra bir ay, sonra bir yıl, bir asır, bir milenyum ve bir milyon yıl. En

109


Alacakaranlık Efendileri

son bugünü görebildim işte. Tam yedi milyon yıl sonrasını. Alacakaranlık Efendileri’ni gördüm, Flemis Permosi’yi gördüm. Ama ondan sonrası yoktu. Başka zaman dilimlerinde de güneşin karardığını görüyordum ama bu seferki nedense son oluyordu. “Sonra yaşadım ve yaşadıkça gördüğüm her şey gerçekleşti. Yedi milyon yıl sonra bile olsa bu sonu durdurmam gerektiğini düşündüm ve geleceğe müdahale edip edemeyeceğime baktım. Evet, edebilirdim. “Bir koruyucular ordusu kurdum. Kırk bir bin kişilik bir robot ordusu. Robotları diğer ırklara karşı kullanan ilk insan da bendim, Homo Sapiens dışındaki üç türün fosillerinin bile yok olmasını sağlayan da… “Sizi ürettikten sonra bir kez daha baktım geleceğe. Yedi milyon yıl sonrasında yine kesiliyordu ama bu kez farklı olarak sen vardın. Ürettiğim ilk robottun ve sona kalan da sen oluyordun. Burayı gördüm, burada boynun

kesik

halde

durduğunu

gördüm.

Ve

ben

sana

bunları

anlatıyordum. Sana dünyayı kurtarma görevi veriyordum. Ve görüntü bitiyordu. “Ne yaparsam yapayım daha ilerisini göremeyeceğimi anladım o anda. Ama sen vardın ve sen tek umuttun. Ben de o gün orada olmalıydım. İşte bugün buradayım ve gelecek yine gördüğüm gibi oldu. “Bundan sonrasını hâlâ göremiyorum. Artık benim görevim bitti. Gelmiş geçmiş en büyük kâhinliğim bugün sona eriyor. Sen burada iyileşecek ve gideceksin. Dünyayı kurtarmaya. “Son bir şey…” Birkaç dakikalığına görüş açımdan çıktı ve kocaman bir kılıçla geri döndü. Açık mavi kabzasında irice bir kuş motifi vardı. Kısa bir bakışla

110


Gökcan Şahin

bunun Kuğu olduğunu anladım. Yaşlı adam devasa kılıcı zar zor taşıyordu.b Dudaklarımdan, “Kuğu Kılıcı,” sözcükleri döküldü. Yaşlı adam biraz şaşırarak, daha çok memnuniyetle baktı ve onayladı. “Evet, Kuğu Kılıcı… Milyonlarca yıl önce senin için yaptım. Dünyayı kurtarmanı sağlayacak şey bu. Son tehlikeyi bununla yok edeceksin. Tüm varlığımla inanıyorum buna. Gelecek şu an yok. Onu sen yaratacaksın… Her neyse… Şimdi seni yalnız bırakıyorum. Hazır olduğunda kendi kendine kurtulacaksın zincirlerinden. Sonsuzlukta görüşmek dileğiyle…” “Dur,” dedim, “daha cevaplanmamış sorular var.” Durdu. “Bence yok,” dedi. “Söyleyeceğim hiçbir şey kalmadı. Hiçbir sır kalmadı.” Ve gitti.

3 Uyudum.

4 Gözlerimi açtığımda bir gün mü yoksa bir asır mı geçtiğini bilmiyordum. Tüm zaman algım yok olmuştu. En azından bulunduğum

111


Alacakaranlık Efendileri

durum

ve

karşımdaki

manzara

hiç

değişmemişti.

Gri,

karmaşık,

laboratuarımsı bir odada, her yerim bağlı şekilde ayakta duruyordum. Başımı oynatmaya çalıştım. Boynumdaki demir hâlâ oradaydı, ama o kadar güçlü sıkmıyordu sanki. Ellerimi kıpırdattım. Bileklerim bağlıydı ama tek hareketle iplik koparır gibi söküp attım. Serbest kalan ellerimle hemen boynumdaki plakayı çıkardım. Sonra ağırlığımı öne verdim ve çıplak bedenimi saran tüm bağlantılar tek tek koptu. Duvardan ayrılırken sırtımın her noktasına hançer saplanıyormuş gibi bir acı duydum. Aslında bir şey saplanmıyor, tam tersi saplanmış binlerce iğne sırt derimden çıkıyordu. Arkamı döndüğümde, sırtımdan süzülen kanları umursamama çalışarak, o Hint fakirlerinin yatağına benzeyen plakaya baktım. Buraya getirildiğimden

beri

sırtıma

saplı

haldeki

bir

santimetre

kadar

uzunluğundaki iğneler gri gri ışıldıyordu. Elimi sırtıma değdirme dürtüme karşı koymaya çalışarak, buradan nasıl çıkabileceğimi kestirmeye çalıştım. Odanın iki yanında karşılıklı iki kapı vardı. İkisinin de üzerinde A4 boyutunda kâğıtlara yazılmış notlar asılıydı. Birinde “Duş”, diğerinde “Çıkış” yazıyordu. Gülümsedim. Anakan, ne istediğimi çok iyi biliyordu. Duş yazılı kapıya doğru yürüdüm. Kendimi uykumu alamamış gibi hissediyordum ama duş ona da iyi gelecekti. Sonra dışarı çıkıp… Dışarı çıkıp dünyayı kurtaracaktım. Bu düşünce, hem kalp atışlarımı hem de adımlarımı hızlandırdı. Flemis dışarıda bir yerde beni bekliyordu, yani ölümü, yani cehennemi… Onu bekletmek bana yakışmazdı.

112


Gökcan Şahin

Kapıyı açtım ve fayans kaplı banyoya girdim. Kapının arkasındaki askıda bir havlu ve giyecekler asılıydı. Bir sorun daha çözülmüş oluyordu böylece. Lavabonun

üzerindeki

aynaya

umursamadan

duş

bölmesine

gidecektim ki ayaklarım adeta yere çivilendi. Bir tuhaflık vardı. Aynadaki ben değildim!

5 Artık saçlarım vardı! Yüzüm estetik ameliyatla adam edilmiş halde değil, gayet düzgün, pırıl pırıl, sert görünüşlü ve yakışıklıydı. Ellerimi kendimi ikna etmek istercesine saçlarımda ve yüzümde gezdirdim dakikalarca. Kafamın koptuğunu hatırlıyordum ama boynumda en ufak bir dikiş izi yoktu. Vücudum eskisi gibiydi, hatta çok daha formda göründü gözüme. Sırtımdaki iğne izleri de iyileşmişti. Tabii deliklerden sızan kan duruyordu. O da birazdan duş alırken geçip gidecekti. Sonra da yeni giysilerimi giyip, yeni yüzümle dünyaya dönecektim. Bunları düşünürken, aynanın önünde bir not olduğunu gördüm. İkiye katlanmış ve aynanın çerçevesine sıkıştırılmıştı. Şöyle yazıyordu: “Yeni yüzünü beğendiğini umuyorum. Düşmanı şaşırtman ve dostunu daha kolay bulman için değişim şarttı. Bu arada içindeki nanorobotlar halen kanında dolaşıyor. Bir süre, eskisinden daha çabuk

113


Alacakaranlık Efendileri

iyileşmeni sağlayacaklar. Ama ömürleri çok uzun değil. İşerken bir acı duyarsan, artık yoklar demektir.” Anakan’ı sevmiştim. Her gerektiğinde, yeterli bilgiyi açık ve net şekilde veriyordu. Ne az, ne fazla. Duş aldım, giyindim, bana bıraktığı görkemli kılıcı duvarda asılı olduğu yerden aldım, kınını omzuma geçirdim ve “çıkış” yazılı kapıdan çıktım. Dışarıdaki manzara, görmeyi tahmin edebileceğim son şeyi sunuyordu: Bir metro istasyonu. Işığın nereden geldiği belli olmasa da aydınlık, hiçbir girişi, çıkışı, yürüyen merdiveni, durak tabelası olmayan; ray yerine uzanıp giden tek bir siyah çubuğun olduğu, oldukça tuhaf, tuhaf olduğu kadar ıssız, sessiz ve hatta ürkütücü bir yerdi burası. Trenin gelmesini beklememe lüzum yoktu, çünkü görünüşe göre o beni bekliyordu. Rayların üzerinde minibüs büyüklüğünde bir araçtı, tren dediğim. İki tarafından iyice kısalana kadar açılmış bir kurşun kaleme benziyordu şekli. Önüne ve arkasına iki koni eklenmiş birkaç metre uzunluğunda bir silindirdi işte. Penceresi falan yoktu ama silindirin bana dönük tarafında yuvarlak bir giriş yeri vardı, içeride de iki kişilik gri bir koltuk. “Ne oluyor lan!” dememe kalmadan ayağımın dibinde bir kâğıt daha gördüm. Elime aldım ve Anakan’ın o akıcı, hatta hipnotize edici el yazısını okumaya koyuldum. “Bunun adı Doreon. Sizin dünyanızın metro araçlarından pek farkı yok. İkisinin de amacı aynı: bir yerden bir yere ulaşımı sağlamak. İkisi de

114


Gökcan Şahin

yerin altında gidiyor. Tabii bu biraz daha derinde, o ayrı. Şimdi Doreon’a binecek ve kendini rahat bırakacaksın. O ne yapacağını biliyor.”

6 Ben bu kadar rahat bir ulaşım aracını ne görmüş, ne duymuştum. Yerime oturdum ve aracın altımda inanılmaz bir hızda ve inanılmaz bir sarsılmazlıkla hareket etmesini izledim. Dışarıdan pencere yok demiştim, ama içerideyken her yer pencere gibiydi. Taban hariç tüm açılar cam bile yokmuşçasına net görünüyordu. On beş yirmi dakika diye tahmin ettiğim bir süre boyunca yolculuk ettikten sonra Anakan’ın Doreon dediği araç durdu. Şeffaf duvarlar grileşti ve yan tarafta yuvarlak kapı açıldı. Diğerinin kopyası olan bir istasyona ayak bastım. İşlemelerle dolu duvarları birkaç saniye hayranlıkla inceledikten sonra (önceki istasyonda onları fark etmemiştim bile) Anakan’dan bir not bulmak amacıyla yere indirdim gözlerimi. Anakan yine şaşırtmadı beni. Aynı el yazısıyla bir not daha vardı. “Şimdi yeryüzüne doğru uzunca bir yol yürüyeceksin. Tünelin içindeki meşalelerden birini al ve onun ışığında ilerle. Yukarıda ne yapacağın sana kalmış.” Notu katlayıp pantolonumun cebine koydum ve tam karşımdaki tünele ilerledim. Elime aldığım meşaleyle beklediğimden bile uzun sürecek bir yolculuğa ilk adımımı attım.

115


Alacakaranlık Efendileri

7 Uzun, sıkıcı ve hareketsiz yolculuk boyunca, düşüncelerimden yeni bir duygu türedi: Öfke. Ben dâhil tüm robotları yok eden, muhtemelen Koray ve Mehmet’i de diğer insanlar gibi öldüren, amacının ne olduğunu bile kestiremediğim Flemis Permosi’ye duyduğum keskin öfke. Bize yardım etmek için geldiğini söylemişti güya. Udel zihnine dokunmuş ve yalan söylediğine dair bir belirti bulamamıştı. Ona hepimiz güvenmiştik. Akdağ Sitesi’ni kale haline getirecek ve insan neslinin devamını o kalenin içinde sağlayacaktık. Peki neden böyle bir şey yaptı Flemis? Baştan beri planı bizi, dolayısıyla tüm insanlığı yok etmek miydi? Öyleyse Udel neden anlayamamıştı bunu? Kendi zihninin okunmasını da engelleyebiliyor muydu yoksa? En mantıklı açıklama buydu. Görmemizi istediği şeyleri Udel’in öğrenmesine izin vermiş, gerisini saklamıştı. Diğer ihtimal peki? Sonradan herkesi öldürmeye karar vermiş olma ihtimali… Neden böyle bir şey yapsın ki? Hayır hayır, böyle bir ihtimal olamaz. Baştan beri bizi kandırıyordu. Ama bunun nedenini öğreneceğim. Ne pahasına olursa olsun. Sonra da kellesini uçurup o efendisi olduğu alacakaranlık yaratıklarına yedireceğim. Flemis ortadan kalkınca, Anakan’ın bahsettiği dostu, yani kalan son insanı (veya insanları) bulacağım. Onu korumak için elimden ne geliyorsa yapacağım. Nanorobotlar gidene kadar öldürebildiğim kadar yaratığı

116


Gökcan Şahin

öldüreceğim. Kara Güneş Vakası bitene, tüm yaratıklar cehennemin dibine gidene kadar insanlığı ben koruyacağım.

8 Nanorobotlar, çabuk iyileştirmekle kalmıyor, en ufak bir yorgunluk hissetmememi sağlıyorlardı. Belki saatlerce yürüdüm ama bedenim en ufak bir şikâyette bulunmadı. Sonunda, sürekli olarak hafif bir eğimle tırmanan tünel bittiğinde karşıma dimdik yukarı uzanan taş merdivenler çıktı. Tıpkı bir yangın merdiveni gibi döne döne yükseliyordu ve geçiş yeri epey daralmıştı. Klostrofobi sorunum olmadığı halde (hiçbir robotta yoktur herhalde) kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum. Basamaklar öyle uzadı ki, kendimi sonsuz uzunlukta bir kulenin tepesine ulaşmaya çalışan bir silahşor gibi hayal etmekten alıkoyamadım. Kulenin en tepesindeki sırra ulaşmak hayatımın amacıymış gibi. Orada bir sır yerine bir kapak buldum. Merdivenlerin sonunda yukarı doğru açılan taş bir kapak beni bekliyordu. Ağırdı, hem de çok ağır. Değil normal bir insan, formsuz bir robotun bile kaldıramayacağı kadar ağırdı. Büyük ihtimalle tonlarca ağırlığında bir kaya tarafından kapatılmıştı merdivenler. İnsanlardan ve dolayısıyla yaratıklardan ölümüne gizlenmişti. Anakan’ın bu kapağı nasıl açtığını merak ederek tüm gücümle ittirdim. Boynumdaki ve şakaklarımdaki damarlar patlayacak gibi oldu, ama sonunda birkaç santim kıpırdadı. Bir basamak çıktım ve biraz daha ittirdim.

117


Alacakaranlık Efendileri

Gözlerim bile yerinden çıkacak gibiydi. Nasıl bir ağırlıkla karşı karşıyaydım böyle! Bir basamak daha… Birkaç santim daha… Bir basamak daha… Birkaç santim daha… Ve sonunda dışarıdaydım. Önce bir temiz hava dalgası geldi, hemen üstüne boğucu bir toz bulutu. Kaldırdığım şeyin etrafından bir şeyler dökülüyordu. Tepemdeki ağır şeyi bırakmadan kendimi koca deliğin dışına attım. Hâlâ kızıl bir alacakaranlık vardı gökyüzünde. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum ama Kara Güneş Vakası en ufak bir zayıflama göstermemişti. Ayrıca inanılmaz kötü bir koku yayılmıştı. İnsan leşinin uzun süre beklemesi sonucu oluşturduğu dayanılmaz koku… Eğer burun denen organın, her türlü kötü kokuya kısa bir süre içinde alışma huyu olmasaydı tünelden geri dönebilirdim. Bu arada etraf tanıdık gibiydi. Üstümdeki ağır şeyi fırlatmak üzereyken nerede olduğumun farkına vardım: Çemberlitaş. Birkaç metre ötemde Çemberlitaş Tramvay Durağı terk edilmiş halde duruyordu. Diğer tarafımda birkaç güvercinin hâlâ yiyecek aradığı küçük meydan vardı… Hayır, hayır, bunlar güvercin değil, başı olmayan tuhaf bir kuş türüydü. Eskiden burada beslenen güvercinlerin yerini almışlardı anlaşılan. Meydanın ötesinde de arabaların kış uykusuna yattığı otopark görünüyordu.

118


Gökcan Şahin

Dışarı çıkmak için kaldırdığım şeyin ne olduğunu idrak etmem bir soğuk duş etkisi yarattı. O an sırtımda koca Çemberlitaş’ı taşıyordum. Bunun düşüncelerimde dile gelmesi büyüyü bozmuşçasına dengemi bir an yitirdim ve binlerce yıllık sütun, otopark tarafına devrildi. Düşerken çıkan gürültüyü duyacak, toz bulutunu görecek kimse yoktu. Belki kimse beni Çemberlitaş’ı düşürmekle suçlayamayacaktı ama yine de içim sızlamadı desem yalan olur. Tozu solumamak için tramvay yolundan Beyazıt tarafına koştum. Her yer çürümeye başlamış cesetlerle doluydu. Her on beş yirmi metrede bir, yaratık cinsinden bir şey bana saldırmaya çalışıyor, dolayısıyla intihar ediyordu. Ölü insanları gördükçe öfkem büyüdü, öfkem büyüdükçe adımlarım yavaşladı, yumruklarım sıkılaştı, kaşlarım çatıldı. Aklıma yapacak tek bir şey geliyordu: Akdağ Sitesi’ne dönmek. Flemis’i bulmak için elimde başka hiçbir şey yoktu. Ya hâlâ sitedeydi, ya da gittiği yere dair bir ipucu bırakmıştı. Bırakmamışsa bile… Tüm dünyayı aramam gerekse de bulacaktım onu. O ölümsüzse ben de ölümsüzdüm. O güçlüyse, ben de güçlüydüm. O kaçarsa ben kovalayacaktım. Sırtımda taşıdığım Kuğu Kılıcı onun kellesini uçuracaktı. Beyazıt’ta boş bir tramvayın yanından geçip Laleli’ye doğru devam ettim. Yürüyerek Akdağ’a ulaşmam saatlerimi hatta günlerimi alırdı. Daha hızlı bir ulaşım şekli bulmalıydım ve en hızlı motorsuz taşıt bisikletti.

119


Alacakaranlık Efendileri

Yakınlarda bisiklet satılan tek bir yer biliyordum: Aksaray Haşim İşçan Geçidi. Tramvay yolundan devam edecek, Yusufpaşa’dan Eminönü yönüne dönecektim. Haşim İşçan Geçidi’ne ulaşana kadar bir bisiklet bulamazsam bile orada amacıma ulaşacaktım. Hedefimi belirlediğim an, yorulmak bilmez bacaklarıma koşma emri verdim.

9 Haşim İşçan Geçidi’ndeki tüm dükkânlar kapatılmış, kepenkleri çekilmişti. Kara Güneş Vakası’nı gören esnaf hemen evlerine kaçışmış olmalıydı. Kepenklerden birini tuttuğum gibi kâğıt gibi buruşturup attım. Camı da kırıp içeriden kırmızı renkli bir Bianchi bisiklet aldım. Vakit kaybetmeden, önce Yusufpaşa’ya, sonra Millet Caddesi üzerinden Topkapı’ya çevirdim pedalları. E5’e çıkınca iyice hızlandım. Cevizlibağ’dan Zeytinburnu’na yokuş aşağı maksimum hızla indim. İncirli’ye çıkarken bisiklet zorlandı ama ben zorlanmadım. Avcılar’a ulaşmam bir buçuk saat, Silivri’ye varmam iki buçuk saat, Akdağ Sitesi’ne ulaşmam üç saat civarı sürdü. Orada hem Flemis Permosi’yi, hem de son insanı buldum.

120


BÖLÜM SEKİZ SON İNSAN, SON ROBOT, SON UMUT 1 Rugor, bu dünyayı gittikçe daha çok seviyordu. Buradaki hiçbir mekân eski dünyası gibi tekdüze değildi. Her kapıdan farklı şeyler çıkıyordu ortaya. Kendisine benzeyen kimse kalmasa da güzeldi bu dünya. Bir evin banyosunda kendini net bir şekilde görünce çok şaşırmıştı. Suretini ya bir su birikintisinde ya da kendisine bakan bir yaratığın zihninde görebilmişti o ana kadar. Oysa bu şey gerçekti. Kendisine erişmek isterken birkaç ayna kırmıştı ama sonunda anlamıştı onun zahiri bir görüntü olduğunu. İnsanların üzerindeki elbiselerin nasıl giyildiğini de öğrenmişti. Evlerdeki gardıroplardan hoşuna giden şeyleri giyiyor, bir süre sonra sıkılıp çıkarıyordu.


Alacakaranlık Efendileri

Susayınca önce ne yapacağını şaşırmış, sonra her evde bulduğu damacana denen su toplarını keşfetmişti. Üstlerinde bir delik vardı ve oradan avucuna döküp istediği kadar içiyordu. Canı yemek isteyince de emrindeki yaratıklardan birini çağırıyor, elleriyle öldürüp yiyordu. Bu onun her zaman yaptığı şeydi zaten. Buradaki hayvanları hatta insanları da denemişti ama hiçbirinin tadını beğenmemişti. Her şeyi keşfetmeye çalışarak sürekli geziyordu Rugor. Burası yeni evi olacaktı ve alışmaya çalışıyordu. Sadece insanlardan korkmuştu bu dünyaya geldiğinden beri. Artık onlar da yoktu. Tüm yaratıklarına insan soyunu tüketmeleri emrini vermişti sırf bu korkudan kurtulmak için. İnsanları kontrol edememesi çok sinirini bozmuştu. Uyurken yanına yaklaşıp kafasını kırsalar haberi olmayabilirdi. Bu fikir ona o kadar korkunç geliyordu ki, uzun süre geceleri uyuyamamıştı. Neyse ki şimdi kendi evindeymiş gibi hissediyordu uyurken. Yakında tamamen kendi evi olacaktı. Rugor her şeyi öğrenerek, keşfederek gezmeyi, gezerken de yürümeyi severdi ama yorulduğunda durmayı sevmezdi. Altı ayaklı bir yaratığını çağırır, üzerine biner, kendisini götürmesini emrederdi.

2 Onunla karşılaştığında Huma ismini verdiği bir altı ayaklının üzerindeydi. Ağır ağır bir yokuşu tırmanıyordu. Etrafındaki yolda kalmış

122


Gökcan Şahin

arabalar yüzünden sürekli zikzak çiziyor olsa da şikâyeti yoktu. Karnı toktu, uykusunu almıştı, tuvalet ihtiyacını yeni gidermişti. Diğeri ise bir dört ayaklının üzerindeydi. Rugor’un dünyasının yaratığı olmayan bir dört ayaklının üzerinde. Karşı karşıya geldikleri an ikisi de durdu. Rugor, tüm insanların yok olduğunu sanırken karşısında sapasağlam bir adam görünce haliyle şaşırmıştı. Yaratıkları nasıl olmuş da onu es geçmişlerdi ki? Nasıl olursa olsun kendi güvenliği için hemen yok edilmeliydi. Zihni ile yakınlardaki tüm yaratıkları taradı. Bir kilometrelik yarıçap içinde birkaç düzine güçlü yaratık hissetti. Hepsine derhal gelmeleri emrini verdi. Flemis Permosi, bu katliamdan bir insanın nasıl kurtulabildiğini merak etti. Hatta görünüşe göre Alacakaranlık Efendileri’nden birini kontrolü altına almış, üzerinde seyahat ediyordu. Karşısındakinin sıradan bir insan olmadığı belliydi. Gözden kaçırdığı bir robot olabilir miydi? Hayır hayır, öyle olsa Koray’ın veya Mehmet’in zihninden okurdu. Dikkatli bakınca kemikli yüzüyle kendisine benzediğini fark etti. Sakalları olmasa… Zihnine girdiğinde karanlık koca bir evren gördü. Dil bilmiyordu bu adam, konuşmayı dahi bilmiyordu. Belki yüzlerce sene yaşamıştı ama hemen hemen tüm yaşamı aynıydı. Küçük bir mağara gördü. Soğuk havayı duyumsadı, buradakinden çok daha soğuğunu… Şu an dünyayı fetheden yaratıkların sıradan bir hayat sürdüğünü fark etti. Tıpkı bu dünyanın vahşi hayvanları gibi. Ve o dünyada hiç insan yoktu. Kendine Rugor adını takmış bu adamdan başka… O an her şeyi idrak etti. Gerçek, bir şimşek gibi vurdu kalbine. Rugor kendisiydi.

123


Alacakaranlık Efendileri

3 Flemis, bu evrene ilk geldiği zamanları hatırladı. İlk yaptığı şeylerden biri bu evrendeki kendisini bulmak olmuştu. Eğer kendisini bulursa hemen öldürecek ve topladığı tüm ayköpeklerine el koyacaktı. Dünyayı ele geçirmeyi planlarken, başka bir rakibe ihtiyacı yoktu. Çünkü, eğer buradaki Flemis kendi eski haline benziyorsa, dünyayı kurtarmak için elinden ne geliyorsa yapacaktı. A Evreni’nde yaşadığı yere gitti. Orta Anadolu’nun bu en ıssız mekânı Flemis’in hemen hemen her evrendeki mekânıydı. Ama burada değil… En ufak bir ipucu dahi yoktu kendiyle ilgili. Daha sonra geçmişiyle ilgili mekânları kontrol ederek, kendiyle ilgili bilgi bulmaya çalıştı. 1860’da duvarını kazıdığı bir türbeye gitti, kazıma izini bulamadı. Yıllarını geçirdiği köye gitti. Kendiyle ilgili tek bir ipucu yoktu. Osmanlı arşivlerinden asker kaçaklarına dahi baktı ama tek bir veriye ulaşamadı. Bu evrende kendisiyle ilgili hiçbir şey olmaması şaşırtıcıydı, ama imkânsız değildi. Daha annesinin karnında ölmüş olabilirdi. Annesi, o doğmadan öldürülmüş olabilirdi. Çocukken düşüp kafasını kırmış olabilirdi. Bir Osmanlı ailesi yerine bir Fransız ailesi tarafından evlat edinilmiş ve İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’ya kaçmış olabilirdi. Her şey olabilirdi. Olasılıklar sonsuzdu ve paralel evrenleri yaratan da olasılıklardı.

124


Gökcan Şahin

Oysa şimdi görüyordu ki bunların hiçbiri doğru değildi. Kendisi karşısındaydı. Rugor adında, tamamen vahşi bir adam olarak… Doğar doğmaz bu evrenin o karanlık cebine kozmik bir hata sonucu düşmüş olmalıydı. Belki de daha beşikteyken tesadüfen öğrenmişti evrenler arası yolculuk yapmayı ve orada sıkışıp kalmıştı. Yine pek çok seçenek mevcuttu. Mutlak gerçek şuydu ki, yaratıkların zihinlerini kontrol ederek şu ana kadar hayatta kalmayı başarmıştı.

Ve baştan beri korktuğu gibi şimdi

karşısındaydı. Her ne olursa olsun, yok edilmeliydi. Flemis etrafta zihnine dokunabildiği tüm yaratıkları hissetmeye çalıştı. Birkaç yüz metrelik bir yarıçapı kontrol edebiliyordu. Ve bunun yeterli olduğunu düşünüyordu. Emrine karşılık verebilecek on kadar yaratığa hemen buraya gelip Rugor’a saldırmaları emrini verdi. Onlar başaramazsa altındaki ayköpeği rahat rahat hallederdi. Birkaç saniye içinde çağırdığından çok daha fazla yaratık etraflarına toplanmaya başlayınca Rugor’un gücünü küçümsemiş olduğunu fark etti. Rugor, ömrü boyunca kendisinden çok daha fazla ihtiyaç duymuştu zihin kontrolüne ve bu da onu çok daha güçlü kılıyordu. Belli ki menzili çok daha genişti. Diğer dünyada, uyurken bile zihinleri kontrol altına almayı öğrenmiş olmalıydı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın yaratıkları kendi tarafına çekemeyecekti Flemis. İşin kötüsü ayköpeği de Rugor’un etkisine girmek üzereydi. Flemis, birden Rugor’un da kendi zihnini okumakta olduğunu fark etti. Çünkü direk ayköpeğine yöneltmişti zihnini. Son anda ayköpeğinin sırtından atladı. Bir saniye geç kalsa aniden doğrulan yaratığın sırtından düşüp yere yapışacaktı.

125


Alacakaranlık Efendileri

Yere atlar atlamaz görünmez oldu ve bu hamle de Rugor’u şaşırttı. “Hiç bunu denememiştin değil mi?” dedi Rugor’a, anlamayacağını bile bile. Yaratıkların hepsinin üzerinden zihnini çekti Flemis. Orada olduğunu hissetmemeleri gerekiyordu. Yoksa birine yem olacaktı. Rugor şaşkın şaşkın etrafına bakmaktaydı. İlk defa kontrolün elinde kaydığını hissediyordu. Yaratıkların hepsinin gözlerinden aynı anda bakıyor ama rakibini göremiyordu. Kendi dünyasında çok uzun zamandır yaşamadığı bir duyguya kapılmaktaydı: Panik. Eğer o adamı öldüremezse bu dünyada en ufak bir huzur duyamayacaktı. O an tam karşısında bir hareket görür gibi oldu. Sonra hemen solunda. Deli gibi döndü soluna. Şimdi sağına geçmişti hareket. Bu sefer sağa döndü. Uzun sakalları ter içinde kalmıştı. Sırtından da akıyordu stres terleri.

4 “Şimdi durumu bir gözden geçirelim,” diye düşündü Flemis. “Senin yaratıkların var, benim de görünmezliğim. Sen zihin okuyabiliyorsun ama düşüncelerini

perdeleyemiyorsun.

Ben

de

zihin

okuyorum,

ayrıca

düşüncelerimi gizleyebiliyorum. Şimdi güzel bir soru geliyor: Sen mi daha güçlüsün ben mi? Cevap basit: Ben.” Flemis, yerde bulduğu bir sopayı iyice kavradı ve Rugor’a yaklaştı. Sopa kafasına indiği anda, yaratıkların üzerindeki tüm etkisi de kaybolacak, Flemis tekrar dünyanın hâkimi haline gelecekti.

126


Gökcan Şahin

Tam karşısına geçti sopayla. Sonra sol tarafa saptı, arkadan indirmek istiyordu sopayı. Rugor da tesadüfen sol tarafa dönünce sağına geçti bu sefer. Ama Rugor da onu takip ediyormuşçasına sağa dönmüştü. Flemis, sinirlenip sopayı adamın boynuna tüm gücüyle indirdi.

5 Rugor, gördüğü harekete göre sola ve sağa dönmüştü ama karşısında hiçbir şey bulamamıştı. Tuhaf bir dalgalanma dışında. Rugor zekiydi. Öteki dünyanın tehlikeleri onu zeki olmaya zorlamıştı. Şimdi karşısındaki dalgalanmanın Flemis’in ta kendisi olduğunu anlaması da şaşırtıcı değildi. Çünkü dikkatli bakınca havadaki dalgalanmanın şeklinin, şapka çıkıntısı ile dahi Flemis’e ait olduğu anlaşılıyordu. Ve şimdi tam karşısındaki dalgada yeni bir hareketlenme görüyordu. Bir şeyi havaya kaldırır gibi. Rugor havaya uzanan tuhaf çıkıntının onu öldüreceğini sezer sezmez kendini geriye çekti. Görünmez sopa burnunun bir santim ötesinden geçerken oluşan hava akımı Rugor’u iki kere hapşırttı. Bu arada Flemis şaşkınlık tuzağına düşmemiş, tekrar saldırıya geçmişti. Sopayı tekrar savurdu ama bu kez Rugor kendini korumakla kalmadı, sopayı tutup Flemis’in elinden çekti. Sopa Flemis’ten kurtulur kurtulmaz tekrar görünür hale geldi. Rugor bir savaş çığlığı atarak, artık sırrını çözdüğü Flemis’e saldırdı. Flemis geriye dönüp kaçmaya fırsat bulamadan kafatasına inen sopanın etkisiyle şapkası uçtu. Sendeleyerek bir iki adım attı, bayılacakken kendini zor tuttu. Ağzından kan tükürüp

127


Alacakaranlık Efendileri

Rugor’dan uzaklaşmaya çalıştı. Rugor ise cin gibi gözleriyle onun yerini tekrar tespit etmeye çalışıyordu. Flemis zonklayan başından çok yaşamını düşünmeye çalışarak adım adım uzaklaştı. Ama Rugor’un bir kozu daha vardı.

6 Acı, Akdağ Sitesi tabelasının altından son hızla geçti. Sırtındaki kılıcın ağırlığını da, saatlerdir pedal çeviren ayaklarının yorgunluğunu da hissetmiyordu. Flemis Permosi’yi ve son insanı bulmaya odaklanmıştı. Sitenin uzak köşesindeki, bir zamanlar kiraladığı eve doğru son hızla çevirdi pedalları. Bu arada etrafa bakmayı da ihmal etmiyordu. Daha önce bahçesinde ayköpeğini gördüğü evi fark etti. Flemis Permosi’nin Acı’nın evinden önceki durağı orası olmalıydı. Belki de son insanın yaşadığı yer… İçinden bir ses kontrol etmesi gerektiğini söylüyordu. Bisikletin arka tekerleğini kaydırarak evin önünde durdu. Önce bahçe kapısından girdi, sonra evin kapısını tek hareketle kırıp içeri daldı. Ev boştu, ama bu yaz birileri tarafından kiralandığı belliydi. Bazı eşyalar duruyordu. Sönmüş mumları görünce, Kara Güneş Vakası’ndan hemen sonra birilerinin yaşadığını anladı. Ama herkes gibi yok olup gitmişlerdi. İçindeki ses bu kez yanıltmıştı onu. Hiçbir ipucu yoktu bu evde. Tekrar dışarı çıktı ve bisiklete atlayıp kendi evine gitti. İçeri girdiğinde koca bir moloz yığınıyla karşılaştı. Bir şey tavanı fena halde delmişti. Burayı son

128


Gökcan Şahin

gördüğünde içeride iki insan olduğunu hatırladı. Onlar ne haldeydi acaba? Kim getirmişti onları? Flemis’in kurbanı mı olmuşlardı yoksa tavanı yıkan şeyin akşam yemeği mi? Belki hâlâ hayatta olan son insan onlardan biriydi, kim bilir.

7 Dize Elif Demirsoy, Akdağ Sitesi’ndeki evinde dalgın dalgın öğle yemeğini yiyordu. Önceki gün yaptığı Spagetti’nin son tabağıydı yediği. Son kullanma tarihi yaklaşan ketçapı üstüne boca etti ama eskiden çok sevdiği bu lezzeti şu an pek umursamıyordu. Haftalardır bu şekilde yaşayıp gidiyordu.

Can

sıkıntısı

hiçbir

ölçütle

tarif

edilemezdi.

Flemis’in

kitapçılardan getirdiği kitapları ve dergileri okumaktan başka bir şey yapamıyordu. Ne televizyon vardı, ne internet, ne sohbet edecek bir arkadaş. Tamam, Flemis ona çok iyi bakıyordu ama hep aynı yüzü görmek, hep aynı kişiyle konuşmak bir kadın için olabilecek en büyük işkencelerden biriydi. Makyaj yapmıyordu artık, saçını bile yıkamaya üşeniyordu. Flemis’in evlerden bulup getirdiği damacana içme sularından başka bir su kaynakları da yoktu zaten. Son zamanlarda bilim adamları en sağlıklı yaşamın mağara yaşamı olduğunu söyleyip duruyorlardı. İşte o hesaba gelmişti durum. İstemese de mağara hayatı yaşıyordu bu lüks yazlık evde. Tam beş hafta olmuştu Kara Güneş Vakası insanlığın üzerine zehirli bir battaniye gibi çökeli. Milyonlarca yıllık insan uygarlığı, bir gecede yok

129


Alacakaranlık Efendileri

olup gitmişti işte. Elif bunu düşündükçe sinirinden gülüyordu. Şaka gibiydi bu durum. Tüm dinlerin yazdığı, Mayalar’ın öngördüğü, bin tane romana, bin tane filme, bin tane şiire konu olmuş kıyametten kurtula kurtula o kurtulmuştu. İnsan olduğu bile şüpheli bir adamla yalnız başına kalmıştı. Tamam, Flemis onu hiçbir şeye zorlamıyordu; tamam, Flemis iyiydi, Murat’ı bile kurtarmak için elinden geleni yapmıştı, her zaman nazikti, en ufak bir kabalığını, en ufak bir öfkeli tutumunu görmemişti, hatta Elif’in delirme aşamasına geldiği, sinir krizleri geçirdiği günlerde bile başını yaslayacak bir dayanak olmuştu. Tuhaf bir şekilde, Elif’e huzur da veriyordu. Ama… Tüm bunlara karşın, bir türlü engelleyemediği bir önsezi Flemis’ten uzak durmasını söylüyordu. Dünyadaki tek çift olmalarına rağmen Elif istemediği için ilişkiye dahi girmemişlerdi. Belki de bir gün Flemis’in patlamasından korkuyordu. Bir akşam eve gelip “Yeter artık,” diyecek ve ona zorla sahip olacaktı. Birkaç kez gözünün önüne gelmişti bu sahne. Tabii bu düşünceyi hemen zihninden söküp atmıştı. Makarnasının son lokmasını da midesine indirdi ve gözlerinden süzülen yaşları silmeden pencereye gitti. Ve imkânsız olanı gördü. Murat’ı. Kocasını.

8 Acı, sitenin içinde başıboş gezmeye başladı. Kendi evini baştan sona aramış, Flemis’le ilgili bir ipucuna denk gelmemişti. Sitede başka bir evde konaklıyor olabilirdi. Her şey bu sitede başlamıştı ve bu sitede bitecekti.

130


Gökcan Şahin

Öyle güçlü bir önseziydi ki bu, karşı koymaya kalkışmadı bile. Flemis gelene kadar buradan ayrılmayacaktı. Bir ışık, bir umut, bir dayanak bulmak için sitede gezerken elini pantolonunun cebine attı. Sert bir şeye değdi eli. Kart gibi bir şeye. Bu şeyi cebinden çıkarınca bir nüfus cüzdanı olduğunu gördü. Murat Arıkan adına düzenlenmiş bir cüzdan. Üzerindeki resim, aynada gördüğü suratın resmiydi. “Bu ne şimdi?” diye düşünmesine kalmadan, cebinde bir de not olduğunu fark etti. Neredeyse kahkaha atacaktı. Anakan’ın el yazısını görünce hiç şaşırmadı. “Yeni kimliğini fark ettin sanırım. Yüzünü aldığın adamın adı Murat Arıkan. Onu sizin sitede ölü olarak buldum, beynindeki tüm anıları ölümünden kısa bir süre içinde anılar kaybolmaz- bir hafıza yongasına yerleştirdim ve seninkine paralel olarak bağladım. Yani artık iki kişiliklisin. Bu görevi tamamlaman için diğer yongaya geçip Murat haline gelmen gerekiyor. Aslında bilmen gerekmiyor ama söyleyeyim. Murat olduktan sonra

dönüş

yok,

çünkü

robot

olduğundan

da,

hafıza

yongası

meselesinden de bihaber olacaksın. Belki bir süre sonra yavaş yavaş gerçeklere ulaşırsın ama emin ol, gelecek için Murat olman çok daha iyi. Şimdi tek yapman gereken zihnini serbest bırakıp diğer yongaya geçişi sağlamak. Yani sadece düşünmek ve istemek. Bu son notumdu, ben artık yokum. Bir şey daha… Bu kâğıdı, okuduktan sonra yok et.” Madem Anakan öyle istiyordu, yapacaktı. Acı, zaten hafızasını silseler memnun olacak haldeydi. Fırsat ayağına gelmişti işte. İçini yakan

131


Alacakaranlık Efendileri

tüm

ölümleri

unutacaktı,

Koray’ın,

Mehmet’in,

Udel’in

öldüğünü

hatırlamayacaktı, sıradan bir insan haline gelecekti. Gözlerini kapattı, zihninde tıpkı bir trenin makas değiştirmesi gibi hafıza yongasına giden yolu değiştirdi. Gözünü açar açmaz yere yığıldı.

9 Rugor, Flemis’i kendi gözleriyle bulamıyor olabilirdi, ama etrafı saran yaratıklarının gözleri her yere hükmetmesini sağlayacaktı. Kendininkileri kapadı ve etrafındaki onlarca gözü birden açtı. Veriler bir anda öyle şiddetli geldi ki bir an beynini patlayacakmış gibi hissetti. Kısa sürede alıştı ve mekânı her açıdan görebilmenin tadını çıkardı. Arka arkaya iki yarasanın birleşimini andıran bir yaratıkla havadan gözlerken, etraftaki yılanımsı, atımsı, ayımsı, akrebimsi ve bilumum çeşitte hayvanımsı varlığın gözleriyle çevreyi taradı. Ve onu sendeleyerek yürürken buldu. Yolun dışına çıkmış, kendini binaların arasına atmaya çalışıyordu. Tabii ki Rugor’un her şeye hükmeden ellerinden kurtulamayacaktı. Yarasamsı yaratığı saldı üzerine. Hafif hafif dalgalanan hava akımına doğru pençelerini açtı. Flemis durdu, arkasını döndü ve havadan saldıran şeye doğru elini çaresizce kaldırdı. [“Dur,”] diye bağırdı var gücüyle. Hem zihninden, her ses telleriyle. Dur dediği sadece yaratık değil, ölüm, Azrail, bu dev aşk hikâyesinin sonu

132


Gökcan Şahin

olacak şeydi. Dur dediği Rugor’du, yani kendisiydi. Anladı ki, insan ne kadar güçlü olursa olsun kendisinden güçlü olamıyordu.

10 Flemis, yıllar hatta asırlar süren ‘güçlerini fark etme’ aşamasında asla atik ve saldırgan bir tutum izlememişti. Bu güçleri isteyip istemediğinden bile emin değildi ki. Kullanması gerekmediği zamanlarda sandığa atılan bir eşya gibiydi bu yetenekler. Zorunlu haller dışında, varlığını bile unutmaya çalıştı. İnsanlara zarar vermek, dolayısıyla kendine zarar vermek, isteyeceği son şeydi. Hele bir de varlığı anlaşılırsa… Amerika’nın, Rusya’nın, Çin’in hatta belki de Türkiye’nin bilimsel deneylerde kullanacağı bir kobay olacaktı. Onun yeteneklerini sonuna kadar zorlayacaklardı, belki bu kadar uzun

yaşamasının

sırrını

öğrenmek

için

dayanılmaz

testlere

tabi

tutacaklardı. Telepati’nin gizemini çözmek için beyninden parçalar sökeceklerdi. Daha neler neler yapacaklardı… Flemis, bunların olmasındansa yeteneklerini hiç kullanmamayı yeğlerdi. Belki de bu yüzden her yeni yeteneğini fark etmesi yıllar sürmüştü. O ana kadar başına gelmemişti ama, hayati bir tehlike durumunda özünde var olan farklı bir özellik açığa çıkabilir miydi? Bunun yanıtını X Evreni’nde, Rugor denen bir Alacakaranlık Efendisi’nin saldığı uçan bir yaratık tarafından parçalanmak üzereyken alacaktı. Cevap: Evetti.

133


Alacakaranlık Efendileri

11 Flemis elini kaldırıp yaratığa tüm gücüyle “dur” dediğinde bunun gerçekleşeceğine dair içinde en ufak bir umut yoktu. Üstelik bununla zihinsel mesajın hiçbir alakası yoktu. Zihinsel etkinlik olarak Rugor’un çok daha üstün olduğu aşikârdı. Ve uçan yaratık hâlâ onun etkisiyle Flemis’i parçalamak için sabırsızlanıyordu. Oysa Flemis’in bir metre üzerinde görünmez bir kalkan varmış gibi çırpınıp duruyordu sadece. Flemis tuttuğu nefesi ağır ağır bıraktı ve çırpınan yaratığa şaşkınlıkla baktı. Avucunda daha önce hiç yaşamadığı bir his vardı. Parmaklarının ucunda bir kukla oynatıyormuş hissi… Başparmağını çevirdi, yarasanın kanadı oynadı. Elini hafifçe geri çekti, yaratık bir karış yaklaştı. Elini aniden ileri ittirince yaratık bir dev tarafından Osmanlı tokadı atılmışçasına ileri uçtu. O an elindeki his kayboldu. Yaratık yere çarpıp son nefesini vermişti. “Telekinezi!” diye fısıldadı Flemis. Koca bir gülümseme, kemikli ve zayıf yüzünü bir an olsun genişletti. Ama bu gülümseme, kafatasına yediği sopa darbesinin acısını bir anda iki kat arttırdı. Gidip Rugor’u paramparça etme isteğiyle birkaç adım attı, ama sonra bunun ne kadar riskli olduğunu fark etti. Yeni özelliğini yüzlerce kere denemeden böyle bir şeye kalkışmaması gerekirdi. Tecrübeyle sabitti ki, ilk zamanlar bir kez olan şey, yüz kez denese de olmuyor, sonra tekrar bir kez oluyordu. Yani istikrar için çok alıştırma yapmak gerekiyordu.

134


Gökcan Şahin

Şu an önceliği, Rugor’un elinden kurtulmak ve kafasındaki ağrıyı dindirecek bir şey bulmaktı. Geri döndü ve izini kaybettireceğini düşündüğü binaların arasına doğru yola koyuldu.

12 Rugor hiçbir zaman bir şeye şaşırıp kalan bir adam olmamıştı. Kendi dünyasında, gezdikçe o kadar tuhaf yaratıklarla karşılaşmıştı ki şaşırma duygusu yavaş yavaş körelmişti. Flemis’in, gönderdiği yaratığı bir kukla gibi alıp fırlatması şaşılacak şeydi ama Rugor’u amacından saptıracak, zaman kaybettirecek ve Flemis’i elinden kaçırtacak kadar değil. Flemis bile gücüne Rugor’dan daha fazla şaşırmış ve ona zaman kazandırmıştı. Şimdi kendi yaratığını, yani ayköpeğini eski sahibi üzerinde deneme zamanıydı. [Saldır!] Bu kadar kolaydı emir vermek. Flemis, ayköpeğine o kadar uzun zaman bağlı kalmıştı ki zihinsel kontrolü elinde olmasa da içgüdüsel bir şekilde Rugor’un ona bir emir verdiğini hissetti. Hemen arkasından gelen yaratığın titreşimlerini hissetti asfaltta. Ve arkasını bile dönemeden yenilmez yaratığın pençe darbesiyle vücudundaki kemikler unufak oldu. Bir pelte gibi yere yığıldı ve gözlerinin kararmasını, ruhunu bedeninden ayıracak meleğin gelmesini bekledi. Kaburgaları ciğerlerine batmış, her nefesinde inanılmaz bir acı veriyordu. Bacakları tuhaf bir biçimde bükülmüş, tabir-i caizse odun parçası gibi

135


Alacakaranlık Efendileri

kırılmışlardı. Sadece kolları sağlam gibi geliyordu Flemis’e. Onlar da bu durumda bir işe yaramayacaklardı. Ayköpeğinin tekrar saldırmasını bekledi hatta arzuladı. Bu fiziki acı dinsindi artık. Dize’yi bile düşünecek durumda değildi. Flemis olmadan yirmi dört saat sağ kalamayacaktı. Bütün dünya Rugor’un olacaktı. En azından Kara Güneş Vakası sona erene kadar. Ki o zaman bile Rugor’un geri döneceğinin garantisi yoktu. Ayköpeği saldırmadı, kimse saldırmadı. Birkaç dakika geçti ve Rugor tepesinde belirdi. Elinde kafatasını patlatmaya çalıştığı sopa vardı. Zihniyle [ölüm] diye bağırıyordu adeta. Flemis, kendini onun ellerine bırakmak, son bir darbeyle yok olup gitmek isterdi. Hayır! Ona bu dünyayı teslim edemezdi. Kendisine yâr olmayan dünya kimseye yâr olmayacaktı. Bu tükenmiş, bitmiş, ölmüş haliyle bile elinden geleni yapacaktı. Elinden geleni… Zihniyle hiçbir şansı olmadığına göre tek şansı eliydi. Kolunu kaldırdı ve Rugor’un göğsüne doğru tuttu. Rugor sopayı kaldırdı. Flemis yeni gücünün bir kez daha işe yaraması için dua etti. Rugor sopaya güç verdi. Flemis bedeninin, zihninin tüm gücünü eline verdi. Rugor sopayı indirdi. Flemis, parmaklarının ucundaki elektriklenmeyi hissetti. Parmakları birer ipe bağlıymış gibiydi. Ve bu ipler Rugor’un kalbine bağlıydı. Adeta görebiliyordu ipleri.

136


Gökcan Şahin

Rugor sopayı Flemis’in görünmeyen kafasına yönlendirdi. Flemis ipleri tüm gücüyle kendine doğru çekti. Rugor sopayı indiremeden ileri doğru çekildi. Sol kaburgası aniden ağrıdı. Flemis’e baktı. Görünür olmuştu, gülümsüyordu ve elinde kanlı bir kalp tutuyordu. Rugor, Flemis’in üzerine yüklü bir çuval gibi düştü. Flemis, ikizini üzerinden atıp rahatlamış bir şekilde kendini bıraktı. Artık huzurlu bir şekilde ölebilirdi. Dize’yle öteki dünyada buluşmaktan başka bir isteği yoktu. Gerçi yapabilse son kez bu dünyada görmek isterdi tek aşkını. Son bir kez yanında olabilseydi keşke. Onun kucağında ölseydi… Şimdi bir kuş onu alıp sevgilisinin kucağına götürseydi…

13 Murat

Arıkan

müthiş

bir

çığlıkla

sıçradı

ve

gözlerini

kızıl

alacakaranlığa açtı. Demek ölümden sonrası da kızıl oluyordu, demek cehennem böyle bir karanlıktan ibaretti. Bir Anka kuşunun pençesinden betona düştüğünü hatırlıyordu en son. Yere çarpmış mıydı, çarpmamış mıydı emin değildi. Uyandığı an ölü olduğuna emindi, ama şimdi ondan da emin olamıyordu, çünkü bulunduğu oda oldukça sıradan duruyordu.

137


Alacakaranlık Efendileri

İçeri giren güzel kadını gördüğünde aslında cennette olabileceğini düşündü. Karısı, sevgilisi, aşkı, her şeyi Elif iki gözü iki çeşme ama mutluluktan uçarak geliyordu yanına. Öyle sert sarıldı ki yarı yarıya doğrulmuş kocasına, kaburgalarının kırılacağını sandı Murat. “Yaşıyorsun, ölmemişsin, aşkım, canım, bitanem,” diye sıralıyordu sevgi sözcüklerini Elif. Sarılıyor, ayrılıyor, sonra tekrar sarılıyordu. Murat başta şaşırsa da karşılık vermeden edemiyordu. Dudakları defalarca birleşip ayrıldı o dakika içinde. “Buradayım işte, öldüğümü nereden çıkarttın?” dedi Murat. “Ama cesedin gözümün önündeydi. Koca bir kuş tavanı delip götürdü seni. Sonra da Flemis…” “Flemis mi?” “Evet, Flemis’in köpeklerinden biri senin cesedini getirdi.” “Tamam, ben de hatırlıyorum bir kuş tarafından kaçırıldığımı. Hatta kuş beni yüksekten yere fırlattı. Ama sonra bir şekilde kurtulmuş olmalıyım.” “Sonrasını hatırlamıyor musun?” “Aslında hayır, ama bunun ne önemi var. Buradayım işte.” “Senin için ne kadar ağladım biliyor musun… Kendimi kaybettim, çıldırdım adeta.” “Tamam canım, geçti artık,” diye teselli etmeye çalıştı Murat. “Seni kapının önünde gördüm. Bir kâğıdı yırtıyordun delicesine. Sonra gözünü kapattın ve yere yığıldın. Sırtında da ağır bir kılıç vardı.” “Kılıç mı?”

138


Gökcan Şahin

“Evet, kapının yanında. Getireyim mi?” “Dur dur ben bakarım.” Ayağa kalktı. Kalkar kalkmaz mesanesinin fena halde dolu olduğunu hissetti. “Ama önce bir tuvalete gitmem lazım,” dedi sırıtarak. Hayatının en zor çişi olacağını nereden bilebilirdi ki? Murat, tuvalete girerken karmakarışık düşüncelerle başı dönüyordu. Elif’in dediğine göre bir süredir ortada yoktu. Ve Flemis denen adam -ki her zaman bir şüphe duymuştu onunla ilgili- ona sahte bir ceset göstermişti. Şimdi sırtında bir kılıçla çıkagelmiş ve kapının önünde bayılıvermişti. Bulmacada bir parça eksikti ve onu bulmadan olayları çözmek imkânsızdı. “Dur bakalım, elbet anlarız neler döndüğünü,” diye fısıldadı pantolonunun fermuarını indirirken. O an bu pantolonun kendisine ait olmadığını fark etti. Gerçi, bunca sırrın içinde ufak bir ayrıntıydı. Üstündeki gömlek de kendisine ait değildi ayrıca. Çişinin daha ilk damlasında dayanılması güç bir acı saplandı kasıklarına. O ilk damla çıkar çıkmaz rahatladı. Ne olduğuna anlam verememiş ama acısı geçtiği için rahatlamışken birkaç saniye içinde aynı şey tekrar oldu. Sidiği tıkandı ve onu iki büklüm eden bir acı duydu. Neyse ki bu da birkaç saniye sürdü. Bundan sonrakiler işkenceden farksızdı. Beş dakika içinde belki on beş yirmi kere aynı şeyi yaşadı. Sonunda işi bittiğinde gözleri kızarmış, acıyla birkaç damla gözyaşı dökmüştü. Musluğu açtığından bir tıs sesinden başka bir şey gelmedi. Küvetin hemen yanındaki yarısı dolu damacanayı görünce suların uzun zamandır kesik olduğunu anladı. Damacanadaki suyu yüzüne çırpıp havluda kurulandı ve dışarı çıktı.

139


Alacakaranlık Efendileri

Ve gördüğü manzarayla şok oldu. Flemis Permosi, az önce kendisinin baygın yattığı yerde, karısının kucağına yaslanmıştı. Ve Elif onun saçını okşayarak ağlıyordu.

14 “Öldü,” dedi Murat’ı görür görmez. “Beni korumak için her şeyi yaptı ve şimdi belki de ben zarar görmeyeyim diye öldü.” “Buraya… buraya nasıl gelmiş?” dedi Murat. Elif gözleriyle kapıyı gösterdi. “Bir kuş getirdi onu. Kapıyı gagaladı, o sırada ölmemişti daha. Paramparçaydı ama ölmemişti. Gözlerinde ışık vardı, dudağı kıpırdıyordu. Ve son bir mesaj verdi bana zihniyle. “Ne dedi?” “Her şey senin içindi,” dedi. Murat, içinde yükselen kıskançlığı hemen dindirdi. Böyle bir durumda olacak şey değildi. Eğer Elif şu an sağsa, bunda Flemis’in payı büyüktü. Niyetini bilmiyordu ama sonuçta iyi bir şey yapmıştı. “Onu buraya taşıdım,” dedi Elif hızlıca. “Ölmemesini söyledim ona. Senin de burada olduğunu söyledim. O da şaşırdı biliyor musun… Bakışlarında hissettim bunu. Kalp atışlarında. O yalancı değildi Murat. Senin cesedini gerçekten sen sanıyordu.” “Tamam canım, bırak hadi. Kendim gömeceğim onu. Usulü neyse öyle. Senin için değerli olan kişi benim için de değerlidir.”

140


Gökcan Şahin

Elif, bir süre daha bırakmadı. Sonunda hıçkıra hıçkıra ayrıldı ‘koruyucusu’ndan. Murat, Flemis’in kanlar içindeki cesedini dışarı çıkarırken kapının önünde kılıcı gördü. Açık mavi, kuğu şeklinde kabzası olan devasa bir kılıçtı. Acaba nereden gelmişti ve ne işe yarayacaktı?

İKİ HAFTA SONRA 15 Güneş’in yeterli ısı verememesi sebebiyle Akdağ Sitesi’ni kaplayan kar tabakası bir metreyi bulmuştu. Yeryüzündeki son insanlar olan Dize Elif Demirsoy ve Murat Arıkan, bu zor şartlarda hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Sığınak olarak kullandıkları ev, dört tarafı diğer yazlıklar tarafından korunmuş, site içinde hayatta kalmaya en müsait evdi. Nitekim etraftaki evlerin birer set görevi görerek rüzgârı kapatması içerideki sıcaklığın daha uzun süre devamlılığını sağlıyor, yaktıkları sobanın gereğinden fazla kömür tüketmesini engelliyordu. Murat, bir hafta kadar önce Silivri’nin köylerine gitmiş, evlerden birinden bir soba söküp getirmiş, daha sonra bir kömür deposundan elli torba kömürü siteye taşımıştı. Üstüne odun takviyesi yapmış ve böylece bir süreliğine ısınma problemi hallolmuştu. Sonra yiyecek takviyesine gelmişti sıra. Flemis’in daha önce tedarik ettikleri bitme noktasına gelince yiyecek

141


Alacakaranlık Efendileri

bulma işini yine Murat üstlendi. Sitenin bakkalı bunun için en uygun ve yakın mekândı. Bulduğu tüm baklagil, makarna, konserve, hazır çorba gibi yiyecekleri eve taşımıştı Murat. Su ihtiyaçlarını da yine sitedeki bir sucudan damacana damacana eve su taşıyarak karşılıyorlardı. İçmek için de, yıkanmak için de aynı suyu kullanıyorlardı. Murat’ın bütün bu fizik gücü isteyen işleri kolayca ve görünürde hiç yorulmadan halletmesine sadece karısı değil kendisi de şaşırıyordu. Ama oldukça memnun oldukları bir şeyi sorgulamak huyları değildi. Murat’ın sağ salim orada olması bile mucizeyken üstelik… “Su ısındı mı hayatım?” dedi Elif mutfaktan. Bulaşık yıkıyordu. “Isınmış canım, buhar çıkıyor,” dedi Murat salonda, sobanın üzerindeki güğümü bir bakışla kontrol ederek. Elif ellerini minik bir havluya kurulayarak içeri girdi. “Ben duşa gireyim o zaman,” deyip güğümü kaldırdı. Murat hemen ayaklanıp yardıma koştu. “Bırak canım, çok ağır bu. Ben taşırım banyoya. Hem benim de bir duşa ihtiyacım var,” dedi göz kırparak. “Tamam yakışıklı, banyoda seni bekliyorum,” dedi Elif güğümü kocasının güçlü -gerçekten güçlü- ellerine bırakıp seksi bir şekilde göz kırparak. Odadan çıkarken son yaptığı hareket, toplu kızıl kestane saçlarını, davetkârca açmak oldu. Murat, karısına hayran bir şekilde bakarken ayağı sert bir şeye çarptı. Soba ile çekyatın arasında duvara yaslı duran Kuğu Kılıcı’ndan başka bir şey değildi bu. Kılıç şangırtıyla yere düştü. Murat kılıca bakarken az kaldın güğümü de düşürecekti.

142


Gökcan Şahin

“Ulan senin de ne boka yaradığını anlayamadık ki!” diye sızlandı. “Artık seni bir yere kaldırmanın zamanı geldi kılıç efendi,” deyip güğümü tekrar sobaya koydu. Heybetli kılıcı aldı. Açık mavi kabzasını iki eliyle kavradı. Karşısında bir düşman varmış gibi salladı. Sonra tekrar indirdi ve banyoya yürüdü. “Elif,” dedi kapıdan girerken, “şu kılıcı artık kal…” Elif, küvete çırılçıplak uzanmış, işaret parmağıyla onu çağırıyordu. Vücudu o kadar kusursuzdu ki Murat, yeni keşfediyormuş gibi sevgilisini baştan sona süzmeden edemedi. Murat, kılıcı kenara bırakıp, bu reddedilemez daveti kabul etmek üzereydi ki gördüğü şeyle afalladı. Küvetin kenarından yukarı tırmanmakta olan fare büyüklüğünde siyah bir şey vardı. Uzun ve eklemli bacakları örümceği andırsa da, sekiz değil beş bacağı vardı. Şekerpareyi andıran yuvarlak bedeninin üzerinde parlak kırmızı bir topçuk görülüyordu. Dört bacağı birbirine eşit aralıklarla uzanıyor; beşinci bacağı ise tırmanma yönünde uzanmış, havada titreşiyordu. Yaratıkta bir baş-gövde ayrımı yoktu. Kırmızı topçuk yaratığın sahip olduğu tek duyu organı olabilirdi. Bedeninin rengi o kadar parlak siyahtı ki Murat yaratığa yakından bakarken kendi yansımasını gördü. Böcek, adamın kendisine baktığını fark etmiş gibi kısa bir an durakladı ama hemen sonra aniden hızlanarak Elif’in uzandığı küvetin kenarına tırmandı. Elif Murat’ın nereye baktığını merak edip gözlerini küvetin ayak tarafına çevirince böceği gördü ve tiz bir çığlıkla kendini geriye attı. Genç kadın böcekten olabildiğince uzaklaşmak için elinden geleni yaparken, yaratık arka bacaklarını germiş, kırmızı tek gözünü ve

143


Alacakaranlık Efendileri

beşinci uzun bacağını Elif’e doğrultmuştu. Böcek gergin ayaklarını aniden gevşetince bir kurbağa edasıyla sıçradı. Bütün bunlar o kadar hızlı oluyordu ki Murat henüz bir tepki verebilmiş değildi. Lakin o andan itibaren tuhaf bir şekilde ya düşünceleri hızlanmış ya da zaman yavaşlamıştı, çünkü karısının çığlığı arka plana çekilirken böceğin havadaki tüm manevralarını görebiliyordu. Beyninin bir kısmı elindeki kılıcın varlığını idrak etmiş olacak ki Murat onu bilinçsizce kaldırdı ve böcekle karısının arasındaki havayı sertçe yardı. Bunu yaparken ne bir hesaplama yapmıştı ne de bilinçli bir saldırı düşünmüştü. Ağır çekimde kılıç indi, böceğin gövdesinin tam ortasını buldu ve kesip geçti. Böcek ikiye bölünmüş şekilde küvetin ortasına düşerken etrafa beyaz bir sıvı fışkırtmıştı. Sıçrayan sıvının birkaç damlası Murat’ın kazağına geldi ve dehşet verici bir hızla dumanlar çıkararak eritmeye başladı. Murat kılıcı yere atıp hemen kazağını çıkarmaya koyuldu. “Elif iyi misin sen?” diye bağırıyordu bu sırada. “İyiyim, iyiyim, bana gelmedi,” dedi Elif. Küvetin böceğin beyaz kanıyla yavaş yavaş eriyişini seyrediyordu hayretle. Murat kazağını çıkardıktan sonra kudretli kılıcın dahi aside değdirilmiş gibi çentik şeklinde erimekte olduğunu gördü. “Hayatımı kurtardın Murat,” dedi Elif dalgınca. Üşümüş gibi çıplak bedenini kollarıyla sarmıştı. Küvetten titreyerek çıktı ve kocasına sıkı sıkı sarıldı. Murat hâlâ ikiye bölünmüş böceğe bakıyordu. Üzerine binmiş bir yük gibi bir türlü atamıyordu dehşet duygusunu. Ya zamanında müdahale edemeseydi, ya elinde o kılıç olmasaydı? Ya ölseydi Elif?

144


Gökcan Şahin

“Canım içeri geç sen,” dedi karısına. Elif’in omzunda hafif hafif ağladığını işitti. Titriyordu da. Bu kez gerçekten üşümüştü. Duvardaki beyaz renkli havluya uzanıp karısının omuzlarını örttü. Murat’ın bir mimiğiyle banyodan çıktı. Murat, böceğin iki parça halinde düştüğü küvete bakmak için eğilirken zihni hâlâ Elif’in ölmüş olabileceğiyle ilgili olasılıklarla uğraşıyordu. Küvete son bir kez baktığına şükretti, çünkü örümcek tipli yaratığın iki parçası hızla birbirine yaklaşıyordu. Birazdan tamamen birleşecek ve tekrar üzerlerine saldıracaktı. Murat bir küfür mırıldanıp, böceğin asidiyle üzerinde bir çentik daha oluşmuş Kuğu Kılıcı’nı eline aldı. İyi bir açı elde etmek için bir bacağını küvete attı ve kılıcı böceği paramparça etmesi umuduyla indirdi. Kılıç indi ve böceğimsi yaratığı paramparça etti. Ama büyük bir talihsizlik sonucu son anda beşinci bacağından Murat’ın yüzüne zehrini fışkırttı yaratık. Murat, yüzü cehennem alevine tutulmuş gibi hissetti. Gözleri dünyanın en sert şampuanı kaçmış gibi yandı. Kılıcı yere fırlatıp bağıra çağıra elini yüzüne götürdü. Parmaklarının, yüzünde bulduğu şey yanmakta olan bir ten değil, kafatası şeklinde sert ve metalik bir yüzey oldu. Murat ne olduğunu idrak edemeden yüzünü küvetin yanındaki su dolu kovaya daldırdı. Şu an ne kadar oksijene ihtiyacı olursa olsun, yüzündeki yangın dinmeden başını sudan çıkartmamaya kararlıydı. “Murat, ne oldu?” dedi arkadan korku dolu bir kadın sesi. Adam, yüzündeki acı biraz olsun dinince başını çıkardı ve görebildiğine şükrederek gözlerini açtı.

145


Alacakaranlık Efendileri

“Yüzüme,” dedi karısına dönmeden, “asit fırlattı şerefsiz.” Deli gibi nefes alıp verirken eliyle karısına çıkmasını işaret ediyordu. Önce kendisi aynaya bakmalı ve ne olduğunu görmeliydi. Elif’in banyodan çıkarkenki hafif ayak seslerini işittiğinde ayağa kalktı ve aynanın karşısına geçti. Aynada, yer yer metalik gri iskeletin gözüktüğü kıpkırmızı, adeta erimiş suratı görür görmez aklına tek bir sözcük çaktı: Haliç. Aynadan gözünü ayıramadı, çünkü bu korkunç görüntüden çok daha tuhaf bir şey oluyor, demir iskelet hızla kapanıyor, kırmızı yaralar tekrar ten rengine dönüyordu. Aynaya iyice yaklaştı. “Koray,” dedi sanki birisi kafasının içinden. Sonra “Acı.” “Kuğu Kılıcı, Haliç, Koray, Acı, Terminatör, Udel, Haliç, Acımasız, Koray, SwanSword, Mehmet, Acı, Vasilis, Kan Meleği, Anakan, Acı…” Beyni kafatasını patlatıp dışarı çıkmak istiyormuş gibiydi şimdi. Ellerini kulaklarına götürdü, iki büklüm oldu. Kafasını yere koydu ve gözlerini olabildiğince sıkı kapattı. Gözlerinin önüne durumla çok alakasız bir imaj geldi: Makas değiştirmek üzere olan bir tren. Ve kendisi makinistti. Ya düz devam edecekti, ya da makas değiştirip diğer yola sapacaktı. Hangisini

seçmeliydi?

Kafasındaki

seslerin

hepsi

makası

değiştirmesini söylüyordu ama siyahî bir ihtiyar düz devam etmesini işaret ediyordu. Eli makas değiştirmek için bir kola asılmıştı ve bunu yeni fark ediyordu. Eğer yaşlı adamın sözünü dinleyecekse kolu bırakmalıydı. Ama neden bu kadar ağırdı ki kolu? Zihnindeki

ihtiyar

bir

şeyler

söylemeye

çalışıyordu,

ama

duyamıyordu Murat. Son anda bir fısıltı duydu ve bu fısıltı yetti. Elif,

146


Gökcan Şahin

diyordu ihtiyar ve ısrarla düz giden yolu gösteriyordu. Murat bu söz bir sihirmiş gibi bıraktı kolu ve tren makas değiştirmeden devam etti. “Murat! Murat, uyan! Kendine gel bir tanem!” Murat silkindi, fayansa dayalı başını kaldırdı ve karısına baktı. “Ne… ne oldu bana?” “Kendinden geçmişsin. Bakayım yüzüne. Bembeyaz olmuş Murat.” Murat ayağa fırladı ve aynaya koştu. Yüzü gerçekten bembeyazdı ve yine Murat’ın yüzüydü. İnanamayarak dokundu ve derin bir nefes vererek karısına döndü. “Bir şey yapamamış örümcek,” dedi Elif. “Ödüm koptu, asit falan deyince.” Birbirlerine kenetlenmiş halde, az kalsın son insanın ölüm mekânı haline gelecek banyodan çıktılar ve sobanın ateşiyle ısınmış odaya girdiler. “Sana bir şey söylemem gerek,” dedi Elif. “Söyle canım,” dedi Murat karısının güzel gözlerine bakarak. “Ben galiba… hamileyim.”

16 Yerin bilinmeyen bir derinliğindeki yaşlı bir adam, aniden ‘yeniden görebildiğini’ fark etti. Diken üstündeki ruh halini o an bırakıp özel tütsülerinin yardımıyla yoğunlaştı. O an ne olduğunu görmeye çalıştı. Son insanı ve son robotu görmeye… Kısa süre sonra gördü de. Son insan ve son robot yan yana, dudak dudağa idiler ve son insanın içinde ‘son umut’ vardı.

147


Alacakaranlık Efendileri

Geleceğe baktı yaşlı adam. Ertesi gün hava daha aydınlık olacaktı, bir dahaki gün daha da aydınlık ve sonraki gün eskisi gibi. Bitkiler yeniden büyüyecek, hayvanlar yeniden belirecekti, insanlar tekrar yayılacaktı dünyaya. Gözlerini açtı ve geleceğin destanını yazmaya koyuldu Anakan. Bir kez daha…

SON

148


SONSÖZ BELKİ BİLMEK İSTERSİNİZ Bu, Kuğu Kılıcı Serisi’nin bitimine özel bir veda yazısı. Bu, şimdiye kadar yazmış olduğum altmış civarındaki öykü ve kısa-romanlarım arasında kurgusal anlamda en kaliteli iş olarak düşündüğüm serinin sona erdiğini belirten bir gong sesi. Bu, eğer beğendiyseniz seri hakkında ve özellikle Alacakaranlık Efendileri hakkında ‘belki bilmek istersiniz’ diye düşündüğüm şeylerden oluşan bir tür kamera arkası. Her şeyden önce teşekkür etmem gereken bazı kişiler ve gruplar var. Yazar olarak sırasıyla Stephen King, Brian Aldiss ve Isaac Asimov’a, bana bu seriyi yazmamda farkında olmasalar da katkıda bulundukları için teşekkür ediyorum. King olmasa kitap okumaktan bile aciz olacaktım, Brian Aldiss olmasa bilimkurgu evrenine ışınlanamayacak, Isaac Asimov olmasa bir robot öyküsü düşünemeyecektim. İkinci

olarak

Alacakaranlık

Efendileri

üzerinde

çalışırken

kulaklığımdan yayılarak bana yazma enerjisi veren müziklerin yaratıcıları var. İlk olarak Trans-Siberian Orchestra (Alacakaranlık Efendileri’nin aşk hikâyesinin aklıma gelmesini sağlayan şey ‘Epiphany’ şarkısıdır. Beşiktaş’tan Zincirlikuyu’ya doğru ağır ağır akan trafikte Epiphany dinlerken aklıma


Alacakaranlık Efendileri

gelmişti fikir.), World Painted Blood şarkısıyla adeta Alacakaranlık Efendileri’ni tarif eden Slayer ve son olarak o tuhaf sesiyle ve süper müziğiyle yazmak için her bilgisayar başına oturuşumda beni gaza getiren U.D.O. grupları… İyi ki varsınız.

***

Alacakaranlık Efendileri, benim bu kadar çok ve çeşitli karakter kullandığım ikinci işim oldu. Diğeri daha önce Xasiork’ta e-kitap olarak yayınlanan “Karanlık ve Aydınlık”tı ve en az bunun kadar uzundu. Buradan bir teşekkürü de SIFIR serisindeki ortağım Ozancan Demirışık’a borçluyum, çünkü onun yarattığı bir karakteri, gerektiğinde sevecenlikle, gerektiğinde hunharca kullandım. O karakterin adı Murat Arıkan’dı. Gerçi sert Birim Sıfır ajanı, benim öykümde bir tarih öğretmenine dönüştü ama olsun. Murat Arıkan, Murat Arıkan’dır. Dize Demirsoy’u da eğer okuduysanız SIFIR serisinden tanıyor olmalısınız. O seride bir türlü birleşemeyen iki ortak, bu sefer evlenmiş ve mutlu olmuş gözüküyorlar. Yaşadıkları dünyada tek başlarına kalmış da olsalar. Karakterlere girmişken Flemis Permosi’ye değinmemek olmaz. Öyküler üstü bir karakter olduğunu daha önce bir yerde yazdığımı hatırlıyorum ama burada da bahsetmek istedim. Flemis Permosi’yi benim öykülerimi okuyanlar zaten biliyorlardır. Birim Sıfır Cilt 1’deki Aytılsımı öyküsü tamamen onunla ve kudretli yaratıkları ayköpekleriyle ilgiliydi. Daha sonra yayınlanacak olan SIFIR: Dört isimli kitapta da bir bölüm Flemis’e ayrılmış durumda. Ve orada da göreceğiniz gibi Flemis’le Dize ayrı

150


Gökcan Şahin

düşünülemiyor. Daha sonraki bölümlerde de bunu göreceksiniz. Evrenler farklı da olsa bundan dolayı Kuğu Kılıcı serisi ile SIFIR serisi sıkı bağlarla bağlanmış durumdalar. Eğer bu öyküyü sevdiyseniz ve SIFIR’dan haberiniz yoksa kesinlikle tavsiye ederim, eminim onu da seveceksiniz. Flemis Permosi ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için Aytılsımı’nın sonsözüne göz atın derim. Ayrıca acaba sizce o kötü adam mıydı, yoksa aşkı için sonsuz evrenlerden birini feda etmekten çekinmemiş bir kurban mıydı? Biraz düşünün bence. Ve yepyeni bir karakter. Alacakaranlık Efendileri’nin hem kötü adamı hem de acınacak kadar yalnız karakteri Rugor. Şimdi bu cümleyi kurarken aklıma King’in Kara Kule serisindeki Mordred geldi. Herkes tarafından terk edilmiş, zavallı bir yaratıktı Mordred. İnsanda hem acıma duygusu uyandırıyordu, hem tiksinti. Onun için de bizim için de en iyisi ölmesiydi sanırım. Benzer bir durum Rugor için de geçerli. Ölümsüz ve hapsolduğu dünyada yapayalnız, çaresiz bir mağara adamı. Kendi türünden milyonlarca insanın yaşadığı dünyamıza adım atınca da şaşırıyor haliyle. Ve korkuyor. Korktuğu için de yok olmalarını istiyor. İnsanlar onun için birer hamamböceği gibi. Onların yanı başında olduğunu bilerek uykuya dalamıyor. Garanti veririm siz de dalamazdınız. Acı’yı ve robotları zaten Acımasız ve Kan Meleği öykülerinden tanıyorsunuz. Acı, serinin baş aktörü olarak bu öyküde de iyi bir iş çıkardı ama bambaşka birine dönüşerek kendi hayatını tamamen feda etti. Gelecekte acaba geri dönebilir mi? Mesela yüz yıl sonra Dize yaşlanıp öldüğünde o tek başına ne yapacak? Aslında kim olduğunu merak etmeyecek mi?

151


Alacakaranlık Efendileri

Gelelim Anakan’a. Eminim okurken ‘damdan düşer gibi gelen’ bir karakter olduğunu düşündünüz onun. İnanın bana, bu gerçek hayatta o kadar sık oluyor ki, şaşırmanız bile gereksiz. Hayatınıza giren herhangi birinin sizin öykünüzün geri kalanıyla hiç ilgisi olmayabiliyor. Ona neden şaşırmıyorsunuz?

***

Artık veda etme zamanı geldi sanırım. Umarım gerçekten iyi vakit geçirtebilmişimdir size. Okumaya devam. Tekrar görüşmek umuduyla…

152


YAZAR HAKKINDA Gökcan Şahin,

3 Eylül 1988’de Sivas’ta doğdu. İlköğrenim ve liseyi

İstanbul’da tamamladı. 2006 yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği'ne devam ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal bölümlerde öğrenim görse de edebiyat, tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi duydu. Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve inceleme yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü'nün internet sitesinde, Xasiork Dergi’de ve Gölge e-dergi'de yayınlandı. Henüz bir roman bitirememiş olsa da; en yakın zamanda kaleme alıp, yayınevlerinin kapısını çalmayı düşünüyor. Şu sıralar Ozancan Demirışık’la birlikte, sekiz bölümden oluşacak ve iki buçuk ayda bir ‘Buzul

Dünya’

adlı

sanal

yayınlanmakta olan SIFIR adlı doğaüstü-polisiye serisini yazıyor.

yayınevi

üzerinden


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.