Ĺžeytan Diyor Ki
1
KIRILIM 1 ____________________________________________
ŞEYTAN DĐYOR KĐ YAZAR Gökcan Şahin
EDĐTÖR Ozancan Demirışık
KAPAK TASARIMI Gökcan Şahin
YAYIN TARĐHĐ Mart 2010
Bu e-kitap, Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
ÖNSÖZ Beş bölümden oluşacak KIRILIM serisi benim için çok özeldir. Yazmaya ilk başladığım sıralarda temeli atıldı ve zamanla evrimleşerek, gelişerek,
yenilenerek
bugünlere
geldi.
Đlk
başta
Xasiork’un
aylık
yarışmasına gönderdiğim on sayfalık bir öyküydü ve adı Küçük Şeytanlar’dı. Öykü beklemediğim kadar ilgi çekti ve beğenildi; öyle ki buna hâlâ şaşıyorum, çünkü o ilk hali şimdi çok acemice geliyor. Oysa o zamana kadar yazdıklarım içinde en çok övgü alan hikâyem olmasıyla daha o günden özel bir yere yerleşmişti Küçük Şeytanlar. Daha sonra Kitap Kokusu adlı bir internet sitesinin organize ettiği öykü yarışmasına
onun
devamı
niteliğindeki
Şeytan
Avcısı’yla
katıldım.
Yarışmada dereceye giremese de, özgün konusuyla yine ilgi çekti ve Küçük Şeytanlar’ı bir seriye dönüştürme fikrini yerleştirdi kafama. Üçüncü öykü olan Şeytan Tablosu, çok eskilerden beri zihnimde dolaşan bir fikrin bu seriye uygulanmasıydı. Dördüncü bölüm Şeytan Tuzağı ise, satanist bir kızın gözünden şeytanın dünyasını anlatıyordu. Son bölüm olan Karanlık ve Aydınlık 25.000 kelimelik devasa bir şeydi ve okuyanlar, yazdığım en iyi eser olduğunu söylediler. Xasiork’ta “Karanlık ve Aydınlık” adıyla tüm seriyi birleştirip, başka öyküler de ekleyerek e-kitap halinde yayınladım. Bir süre sonra aklıma,
Gökcan Şahin
seriyi yenileyip geliştirerek roman haline getirmek geldi. Bunun üzerine çalışmaya başladım. Đlk iki bölümü en baştan, çok daha uzun ve kaliteli olarak yazdım. Son olarak seriyi (roman başlığı olarak da düşündüğüm) KIRILIM adıyla Buzul Dünya’da yayınlamaya karar verdim. Đşte ilk kitap elinizde. Şeytan diyor ki bu kitabı okuyun… Bir kere sözünü dinleseniz fena olmaz.
Gökcan Şahin
4
ÇARPIŞMA Eğer Hüsnü Tortumlu kayınbiraderinin teklifini kabul etmeseydi, belki de hayat birçok kişi için sıradan akışını sürdürecekti. Fizik kanunlarına dâhil olan her şeyin olduğu gibi hayatın da bir eylemsizlik kuvveti vardı ve üzerine bir F kuvveti uygulanmadıkça, diğer bir deyişle harici bir etki olmadıkça durumunu değiştirmek istemezdi. Ama Hüsnü Tortumlu kayınbiraderi Đsmet’in teklifini kabul edince işler değişti. “Đnan bana köşeyi dönmemiz kesin,” demişti Đsmet inanç dolu gözlerle bakarak. “Tek gereken biraz sermaye. Birkaç aya kalmaz on mislini alırız.” Bu cümleleri ballandıra ballandıra öyle çok tekrar etmişti ki, başta hiç niyeti olmayan Hüsnü’yü sonunda ayartmıştı. Hatta Hüsnü kendini bir anda karısını ikna etmeye çalışırken bulmuştu. Yatak odasının loş ışığında benzer cümleleri kurmuştu hayat arkadaşına: “Bu iş tutarsa hayatımız kurtulur.” Sıradan bir şofördü aslında. 97 Model Ford Transit’iyle esnafa mal dağıtıyordu. Bazen süt, bazen yoğurt, bazen peynir. Son beş yıldır ünlü bir süt ürünleri firması adına çalışıyordu ve ortalama bir aileyi geçindirecek parayı kazanıyordu. Araç da kendisinindi; olur da işten kovulursa hemen başka bir iş bulma şansı vardı.
Gökcan Şahin
Kayınbiraderinin önerisinin, Hüsnü’nün taşıma işiyle pek alakası yoktu. Đsmet’in Bahçeşehir’de birkaç yıldır işlettiği bir kuruyemiş dükkânı vardı. Hüsnü’den bile fazla para kazanmasına rağmen, ailece pek tutumlu olmadıklarından ve lüks harcama alışkanlıklarından vazgeçmediklerinden, Đsmet’in her zaman paraya ihtiyacı vardı. Şimdi kendince bir fırsat bulmuştu: Dükkânı bir Đddaa bayisine dönüştürmek istiyordu. Đddaa oyunu çıkalı henüz birkaç gün olmuştu ve gençlerin gözdesi olacağa benziyordu. Türk genci bahse girmeyi çok severdi malum… Bu iş Đsmet’e hayatının fırsatını verebilirdi. Yakında herkes bayilik almak için üşüşecekti, Đsmet erken davranmak istiyordu. Ne var ki böyle bir yatırım için sermayesi yoktu. Zaten dükkân için epey borç aldığından yeniden borçlanmayı gözüne yediremiyordu. Az çok birikmişi olan Hüsnü’yü ikna edebilirse onunla ortak olup Đddaa bayisini açabilirdi. Mekân Đsmet’ten, sermaye Hüsnü’den olacaktı ve kazanacakları parayı yarı yarıya paylaşacaklardı. Đşte uzun baskılar sonucu kabul ettirmeyi başardığı teklif buydu. Đş sadece kız kardeşinin yani Hüsnü’nün karısının, “He,” demesine bakıyordu. Sadece iki gece sürdü Saadet Tortumlu’nun direnişi. Hüsnü ve Đsmet’in iki yanlı saldırması sonucu gardını düşürdü ve tüm birikmişini, bileziklerini, elinde avucunda ne varsa teslim etti kocasına. O da Đsmet’in yanına koştu ve çok geçmeden işlemler halledildi. Birkaç hafta durum Hüsnü’nün hatta paraya doymayan Đsmet’in bile beklediğinden iyi gitti. Böyle giderse üç ay içinde masraflar karşılanacak, sonra da hızla kâr edilmeye başlayacaktı. Tabii bir F2 kuvveti hayatın eylemsizliğine etki etmeseydi…
6
Şeytan Diyor Ki
***
Kuruyemiş dükkânına son birkaç aydır Đsmet’in oğlu Murat bakıyordu. Dükkân Đddaa bayisi haline gelmeden önce de Murat’a emanetti, sonra da öyle oldu. Genç adam askerden döner dönmez babasının dükkânına girmiş ve iş sorunu kökten çözülmüştü. Lise mezunu olduğundan daha iyi bir iş bulma hevesi de yoktu zaten. Murat iyi, saf bir çocuktu ve etliye sütlüye dokunmadan sürdürüyordu hayatını. Ama liseden beri takıldığı arkadaşları pek onun gibi değillerdi. O farkına varmasa da, Murat’ın iyi niyetinden faydalanmayı marifet olarak görüyorlardı. Önceleri birkaç bedava rakıyla idare ederken, Đddaa makinesinin dükkâna gelmesi sonucu daha da ileri gitmişlerdi. Hemen her gün geliyor, yaptıkları uçuk Đddaa kuponlarını hiçbir ücret ödemeden yatırıyorlardı. Murat ise bu duruma hiç aldırış etmiyordu. Gerçekte asosyal biri olduğundan, bu birkaç kişinin yakınlığı çok hoşuna gidiyordu. Birilerinin ona değer verdiğini görmesi, sürekli övülmesi, pohpohlanması arkadaşlarının sömürülerinin farkına bile varmamasına sebep oluyordu. Đsmet ve otuz yıllık karısı, Đddaa işini almalarının şerefine bir aylığına tatile çıktıklarında, iş de çığırından çıktı. Murat’ın arkadaşlarından biri gizlice dükkânın anahtarının kopyasını yaptırdı ve geceleri Murat mışıl mışıl uyurken binlerce Đddaa kuponu yaptılar. Kasayı açıp paraları çalmak yerine böyle yaparak suyu tükenmeyen bir çeşmeye sahip olmuşlardı ve Murat’ın durumdan haberi bile yoktu. Sonuçta bu gizli hırsızlık sadece Murat’ın
7
Gökcan Şahin
değil, hem babasının hem de Hüsnü’nün başını yakmıştı. Đddaa makinesiyle oynanmış oyunların bedeli ortaya çıkınca iki ortağın da bütçesini aştığı görüldü. Zaten borç içinde yüzen Đsmet masrafları ödeyemeyince iş Hüsnü’ye kalıyordu. Çok kısa bir süre içinde, dünya tersine dönmüştü. Meselenin geldiği son radde, olabileceklerin en kötüsüydü. Yıllardır ekmeğini yediği Ford Transit’ini satmak zorundaydı artık Hüsnü: Yoksa bir hafta içinde icraya verilecekti.
***
“Evet, yoldayım. Geliyorum on beş yirmi dakikaya… Evet arabayı da getiriyorum, bugün bu işi halledelim… Tamam, sağ olun. Görüşürüz,” dedi ve telefonu yan koltuğa fırlattı Hüsnü. Öfke, hüzün, bezginlik… Tüm olumsuz duygular, düşünceler hatta varsa kozmik enerjiler üzerinde toplanmış gibiydi. Son kez sürüyordu aracını. Direksiyonu öyle sıkı tutmuştu ki, avuçları sızlıyordu. Đçinde gazı son kez köklemek için büyük bir istek vardı. Yola çıkmadan önce içtiği bir kadeh rakı da bu düşüncesine katkıda bulunuyordu tabii. E5 üzerinde Avcılar sınırı içinde yolun boş olduğunu görünce arabasını tam güçle sürmeye karar verdi. Sınırları zorlamanın tam zamanıydı. Son kez basacaktı gaza… Son kez… Son!
***
8
Şeytan Diyor Ki
“Anne bak son kez soruyorum, gelmek istemediğinden emin misin?” “Oğlum ben ne anlarım maçtan… Babanla gidiyorsun işte, beni ne yapacaksın?” “Of anne, bu sefer gelsen?” “Her maçına geliyorum Serkan. Zaten Zelihalara gidecektim ben. Bir haftadır sözüm var, bir türlü fırsat olmadı. Hazır evde kimse yokken bir uğrayayım.” “Tamam,” dedi genç adam hayal kırıklığıyla. “Zorlamanın âlemi yok. Baba, hadi sen de çıkamadın banyodan!” “Çıktım çıktım,” dedi Ali Koroğlu banyo kapısından geçerken. “Hazır mısın?” “Hazırım. Hadi maçı kaçıracağız.” Koroğlu ailesinin bahsettiği, yaz boyunca her hafta sonu oynanan köy turnuvası maçlarıydı. Memleketleri Ağören ilçesinin köyleri arasında yapılan bu halı saha turnuvası artık gelenekselleşmişti. Koroğlu ailesinin tuttuğu takım yirmi küsur yıl önce göç edip Đstanbul’a geldikleri Kayalar Köyü’ydü. Önceki yıllarda herhangi bir başarısı olmasa da, bu sene kurdukları kadroyla şampiyonluğun en büyük favorilerindendi Kayalar. Önceki sene ÖSS’ye çalıştığı için takımda olmayan Koroğlu ailesinin tek oğlu Serkan da, Kayalar’ın forvetindeki boşluğu doldurmak için sahalara dönmüştü. Zayıf, hafif ve hareketliydi. Futbolu profesyonel olarak oynamasa da, diğer takımların onu tutması çok zor oluyordu. Gruplardaki üç maçı da kazanan Kayalar’da Serkan beş golle turnuva krallığının en büyük adayıydı. Şimdiki maç çeyrek final karşılaşmasıydı ve gruplardan çok
9
Gökcan Şahin
daha önemliydi. Ama Serkan en ufak bir gerginlik göstermiyor, aksine çok neşeli davranıyordu. “Baba sen de girseydin keşke takıma,” dedi kramponlarını bağlarken. Ali arabasının anahtarını cebine koyarken, “Bir aileden bir kişi yeter,” diye cevapladı. “Tabii canım, korkuyorum demiyorsun da.” “Niye korkayım, ben lisedeyken okulun gol kralıydım be.” “Kendi kalesine gol atma kralı olmasın,” diye güldü Serkan. Babası da bunun üzerine bir şaplak attı ensesine. Annesiyle vedalaştıktan sonra, merdivenlerden indiler. Üç yıllık emektar Toyota Corolla’larına atladılar. Yol uzundu. Avcılar’da oturuyorlardı ve maç Bağcılar’da kapalı bir spor salonunda oynanacaktı. Yaz günü ve öğle vakti, açık havada oynamak düşünülemezdi zaten. “Saat kaç olmuş?” diye sordu Ali arabayı yola çıkarırken. “Đkiyi beş geçiyor. Bir saatten az kalmış.” “Yetişiriz merak etme. Pazar günü bu saatte yollar bomboştur.” Gerçekten de bomboştu. Ara sokaklardan kurtulup E5’in iki yanında bulunan yan yolların deniz tarafındakine girip (diğeri göl tarafındaydı) Bağcılar yönünde devam ettiler. Đlk izlenimlerine göre en ufak bir trafik sıkışıklığı belirtisi yoktu.
***
Hüsnü Tortumlu, aklından geçen bin bir düşünceyle savaşırken seyrek trafiğiyle gaza basması için onu tahrik eden E5’in isteğine uyuyor,
10
Şeytan Diyor Ki
saatte yüz yirmi kilometreyi görüyordu. Bu hızın zevkine varabilmek isterdi ama başaramıyordu. Aklındaki bundan sonra ne yapacağıyla ilgili düşünceler ona rahat vermemeyi sürdürüyorlardı. Süt ürünleri firması, artık Transit’i olmadığına göre ona iş vermezdi. Şirket araçlarından birini ona tahsis edeceklerine, hazır aracı olan yeni bir eleman bulmayı tercih ederlerdi. Belki de daha az maaşa ikna ederlerdi adamı. Malum işsizlik had safhadaydı. Peki Hüsnü ne yapacaktı? Đddaa işi zaten batmıştı. Đsmet dükkânı çoktan satılığa çıkarmıştı bile. Bir anda başına öyle bir ağrı saplandı ki, farkında olmadan ellerini direksiyondan çekip şakaklarına götürdü. Aynı anda gelen mide bulantısı ve gözlerinin kararması da olaya tuz biber ekti. Kendine gelmesi belki de birkaç saniyeden bile az bir süre almıştı ama saatte yüz yirmiyle giden bir ticari araç için bu hiç de az değildi. Hüsnü’nün aracın kontrolünü kaybetmesine de yetmişti bu kısa an. Adam kendini, önce kapıya sonra yan koltuğa savrulurken buldu. Tekrar doğrulmayı başardığında camlardaki görüntü her an değişiyordu. Her çeşitten fren ve korna sesleri birbirine karışıyor, beyninde inanılmaz bir kaos yaratıyorlardı. Asfaltın ve refleks olarak bastığı frenin acı çığlıkları arasında gördüğü son şey, yoldan çıktığı oldu. Bariyerleri de sürükleyerek kavrayamadığı bir boşluğa doğru uçuşa geçti. Peki nereye? Cennete mi, cehenneme mi?
***
11
Gökcan Şahin
Đçinde Serkan ve Ali Koroğlu’nun neşeyle yolculuk ettiği gri Toyota yanyolun Şükrübey mevkiini geçmiş, Hacı Şerif adlı durağa doğru ilerliyordu. Bu ilerleyiş sırasında hemen yanlarındaki E5’in seviyesi yükselirken, yanyol alçakta kalıyordu. Birkaç yüz metre sonra tekrar aynı hizaya geleceklerdi ama o anki yükselti farkı oldum olası Ali üzerinde klostrofobi benzeri tuhaf bir duyguya sebep oluyordu. Tam olarak açıklayamasa da kendini çukurda gibi hissediyordu. “Baba iyi tezahürat yap ha,” dedi Serkan birden. “Geçen sefer hiç bağırdığını duymadım. Hatta ne zaman sana baksam başka şeylerle uğraşıyordun.” “Hadi canım. Hep seni izledim ben.” “Ben anlamam, bugün bağıracaksın. Önemli maç bu seferki. Geçen maçta zaten gruptan çıkmayı garantilediğimiz için bir şey demedim…” “Đyi tamam,” dedi Ali. “Bugün sesim kısılana kadar bağırırım.” Ondan önce bağıran tekerlekler ve frenler oldu. Yukarıdan gelen kulakları sağır edici gürültü arabanın içini doldurdu. Ali ve Serkan daha ne olduğunu idrak edemeden üstlerine gelen beyaz şeyi fark ettiler. Ali ne fren yapabildi, ne gaza basabildi, ne nefes alabildi, ne konuşabildi… Sadece ve sadece üstlerine düşen şeyi izledi. Tanrı’nın gazabı gibi yukarıdan inen, bir çekiç misali onları zemine çakmaya hazırlanan araca bakabildi gözleri.
***
Avcılar yanyolu bir pazar günü olabilecek en kalabalık anı yaşıyordu. Yolu tıkayan kazanın neden olduğu trafik bir yana, meraklıların toplanması,
12
Şeytan Diyor Ki
ambulansların olay yerine ulaşma çabaları, şans eseri yakında bulunan polislerin insanları uzak tutma uğraşları… Hepsi sıradanlığın ötesindeydi. Hayatın eylemsizliği o noktada son bulmuştu. Manzara bir çocuğun psikolojisini bozacak kadar dehşet vericiydi. E5’ten uçan Ford Transit gri Toyota’nın ön kısmını boş kola kutusu gibi ezmiş, hemen hemen doksan derecelik bir açıyla dimdik gömülmüştü. Sağ arka tekerleği E5 ile yanyolu ayıran duvara yaslanmıştı. Sol teker ise boştaydı ve kazadan beş dakika sonrasına kadar hâlâ dönüyordu. Transit’in ön kısmı, özellikle yolcu koltuğunun olduğu sol tarafı kâğıt gibi ezilmişti, orada biri varsa kesinlikle pestili çıkmıştı. Söylentilere göre o tarafın boş olması insanları biraz rahatlatıyordu. Şoför tarafının durumu da iç açıcı sayılmazdı ama en azından kâğıt haline gelmemişti. O esnada içeriden herhangi bir hareket görülemese de sürücünün az da olsa kurtulma şansı vardı. Ön camın gri Toyota’ya girmiş olması ve yan kapının ezilmesi nedeniyle içeriyi görecek bir boşluk yoktu. Tüm meraklıların ortak kanısına göre polisler adamı çıkarmak için epey uğraşacaktı. Büyük bir şanssızlık sonucu beyaz aracın menziline giren ve hiçbir suçu olmamasına rağmen kurban durumuna düşen Toyota’ya bakmak bile cesaret istiyordu. Ön tarafı Transit’in ağırlığı altında öyle ezilmişti ki içinde fare olsa sağ kalamazdı. Arabanın arka kısmı ön tarafına inen darbeyle havaya kalkmıştı. Bagaj kapısı dahi açılmış, aralık haldeydi. Ambulansın gelmesinden birkaç dakika sonra bir itfaiye aracı olay mahalline ulaştı. Zira içerideki bedenleri çıkarabilmek için öncelikle ihtiyaç duyulan şey itfaiyenin metal kesmeye yarayan aletleriydi. Đtfaiye ekipleri
13
Gökcan Şahin
öncelikle Transit’teki şoförü kurtarmaya karar verdiler. Daha sonra aracı vinç yardımıyla kaldıracak, Toyota’daki insanları çıkarmaya çalışacaklardı. Ekip çalışmaya başlamış, sürücü mahallindeki demirlerin bir kısmını sökmeyi başarmışken rahatsız edici bir gıcırtı duyuldu. Beklenmedik şekilde Transit’in arka tekeri duvardan kaydı ve araç yan yatmaya başladı. Yavaş yavaş kayarken aniden asfalta yanlamasına uzanıverdi. Đnsanların yükselen sesi bile araç devrilirkenki gürültüyü bastıramadı. Son anda ezilmekten kurtulan itfaiyeciler kısa sürede kendilerini toparladılar ve yeni haliyle daha da kolaylaşan işlerini halledip kan revan içindeki adamı çıkardılar. Đyice kalabalıklaşmış halk ve olay yerine çoktan ulaşmış basın mensupları büyük bir merakla adamın yaşayıp yaşamadığını merak ediyorlardı. Đnsanlar yaklaşmaya başlayınca polis tekrar uyarıda bulunmak durumunda kaldı. Kaza alanının hemen yanında hazır edilmiş sedyeye alınan adam hiç vakit kaybedilmeden ambulansa konuldu. Ambulansın kapısı kapanır, beyaz önlüklü bir adam yolcu koltuğuna geçerken, “Kazazede ağır yaralı ama nabzı atıyor,” demekle yetindi. Bu haber kalabalıkta yine bir uğultu yaşanmasına sebep oldu. Çoğu kişi sevinmiş olsa da arada “keşke ölseymiş” dileklerini duymak da mümkündü. Đtfaiye görevlileri hiç vakit kaybetmeden üzeri kendiliğinden açılan Toyota’ya müdahale ettiler. Üst tarafı buruşmuş karton gibi görünen Toyota hemen hemen hiç umut vaat etmiyordu. Tek şans yolcu tarafının biraz daha az ezilmiş olmasıydı. Oradan birinin sağ çıkma olasılığı dahi yüzde birler seviyesinde gösterilebilirdi. Yarım saatlik zorlu bir çalışma sonucu aracın üst plakası yerinden söküldü. Ezilmiş direksiyon simidinin altında iki büklüm olmuş, adeta kanla
14
Şeytan Diyor Ki
yıkanmış bir adam göründü. Đzleyenlerin birçoğu rüyalarına girecek bu görüntüden sakınmak için başlarını başka yönlere çevirdiler. Adamın sıkıştığı yerden kolay kurtarılamayacağı aşikârdı, nitekim itfaiyeciler derhal yolcu tarafına yöneldiler. Oradaki manzara da hiç iç açıcı değildi. Genç bir adam hareketsizce yatıyordu. Başına girmiş bir metal parçasından akan kan kurumuşa benziyordu.
Sol
kolu
berbat
görünüyordu.
Bacakları
ise
faciaydı.
Dizkapaklarından aşağısı aracın kaputunun altında kalmıştı ve sol bacağının kopmuş olduğu belliydi. Sağ bacağın ise dizkapağı yerinden çıkmış, kaval kemiği şortun üzerinden bembeyaz görülüyordu. Đkinci ambulanstan inen beyaz önlüklüler önce ikisinin de nabzını kontrol ettiler, sonra da bacakları koptuğu için sıkışmamış olan genci dikkatlice sedyeye yerleştirdiler. Görünenin aksine sağ bacağın da koptuğu anlaşılmıştı. Sedye ambulansa götürülürken itfaiye ekibi kaynak makineleriyle sürücü kurtarılmaya çalışılıyordu. O an üçüncü bir ambulans geldi ve ikinci ambulans hemen yola koyuldu. Ali Koroğlu da çıkarılıp ambulansa koyulunca insanlar merakla birbirlerine baktılar. Halkın merakını gidermeye karar veren bir beyaz önlüklü kalabalığa dönüp ikisinin de nabızlarının atmadığını ama kendilerinin yaralıları hayata döndürebilmek için ellerinden geleni yapacaklarını söyledi. Ölüm meleği iki masum canı almış gibi görünüyordu. Peki nereye gideceklerdi? Cennete mi, cehenneme mi?
Cehennem Kurgucuları / 22 Haziran 2004
15
ŞEYTAN DĐYOR KĐ Elimde babamın yıllar önce hediye ettiği bir tükenmezkalem, bu sıcak ve nemli yaz günü, evimizin balkonundaki köşeleri yuvarlatılmış kare masadayım. Amacım tuhaf bir öykü anlatmak. Đki yıldır hiç yapmadığım bir şey bu. Açıkçası şu satırları yazana kadar, yazmayı bile unutmuş olmaktan korkuyordum. Yanlış anlamayın, sıradan yazmadan bahsetmiyorum. Bir zamanlar çok sevdiğim edebi yazı anlamında… Ah, şu öykü boyunca bir zamanlar deyip duracağım sanırım. Hayat bazen bir noktada kırılıveriyor ve o andan itibaren sık sık bir zamanlar demeye başlıyorsunuz. Evet, bir zamanlar yazmayı severdim, çünkü sağlamdım… Çünkü hayattan zevk alıyordum… Çünkü bir şeyleri kâğıda dökmekten çok hoşlanıyordum… Bir de şimdi denen kavram var tabii ve ben bunu yine sıkça kullanacağım korkarım. Çünkü benim için bir zamanlar ile şimdi arasında inanılmaz bir fark var. Şimdi sol kolum felçli, iki bacağım yok ve tekerlekli sandalyeye mahkûmum. Şimdi yirmi yaşında bir gencim ve annemle baş başa kalmış aciz bir insanım. Beni bu eve, hatta bu balkona mahkûm eden, babamın ölümüne sebep olan trafik kazası tek başına bir öykü oluşturabilir belki; ama benim anlatacağım o kazada biten değil, o kazayla başlayan bir öykü. Zaten her son bir başlangıç değil midir?
Şeytan Diyor Ki
Aslına bakarsanız fantastik bir öykü anlatacağım, ama önce bir zamanlar ve şimdi arasındaki o keskin farktan bahsetmek istiyorum.
***
Adım Serkan Koroğlu. 10 Ekim 1986 günü Đstanbul’da hayata merhaba demişim. Sağlığı yerinde, nur topu gibi, hatta biraz şişmanca bir bebekmişim. Annemler benim ileride obez olmamdan korkmuşlar ama gitgide cılızlaşmışım. Sağlıklı halimle son tartıldığımda altmış beş kiloydum. Bir yetmiş beş boya göre normalin altında sayılır. Zayıflığımın kesinlikle az yemek yemekle falan ilgisi yok. Sağ olsun annem beni doğumumun dokuz ay öncesinden itibaren çok iyi besledi. Onun yoğun ilgisi altında bir çocukluk geçirdim ve sanırım durum hâlâ öyle. Kendisi çeşitli sağlık ocaklarında çalışmış bir hemşire. Eğer hastalarına da aynı ilgiyi gösteriyorsa baktığı hastalardan olmak isterdim doğrusu. Yemeğimi bile kendi elleriyle yedirirdi, eminim. Nekahet dönemimde bana yaptığı gibi… Babama gelirsek özel bir okulda Đngilizce öğretmeniydi ve yaşıyor olsaydı hâlâ aynı işi yapıyor olacaktı. Đnsanlara bir şeyler öğretmeyi severdi. Her ne kadar Đngilizce öğretmeni de olsa ilk değer verdiği dil Türkçeydi. Öyle ki babamın ağzından tek bir anlatım bozukluğu duymamışımdır. Yazdıklarında tek bir imla hatası gözüme çarpmamıştır. Ben amatörce öyküler ve denemeler yazmaya başladığımda da çok büyük destek bulmuştum babamdan. Onun desteği olmasaydı asla lisede sayısaldan sözel bölüme geçiş yapamazdım. O ille mühendis olacaksın, ille doktor
17
Gökcan Şahin
olacaksın diyen tipten biri değildi. Ne yaparken mutlu olursam o mesleği seçmemi tembihlemişti daima. Bütün bunlarda rahmetli dedemin ve büyükannemin de payı büyük elbette. Eğer onlar babamı istediği üzere öğretmen olması için teşvik etmek yerine önüne set çekselerdi babam da aynı şeyi bana yapabilirdi. Ucu olmayan bir zincir bu… Đşte yetiştiğim ortam böyleydi. Oğlunu sıkı sıkı koruyan bir anne ve arkadaşça davranan, kendini çocuğunun yerine koyabilen bir baba… Kardeşimin olmayışı bir dezavantaj gibi görünebilir ama o Toyota’da bir de kardeş kaybetseydim ne olurdu, düşünmek bile istemiyorum. Bütün bunları eğer birileri çıkıp psikolojik tahlilimi falan yapmaya kalkarsa belki kullanırlar diye anlatıyorum sanırım. Zira birazdan anlatacaklarımdan sonra psikolojik durumumu gözden geçirmek isteyebilirler.
***
Bir zamanlar… Bir Anadolu Lisesi’nin sözel bölümünde okuyan, okul birinciliği için yarışan ve herkesin ortak kanısına göre geleceği parlak bir öğrenciydim. Sosyal olduğumu söyleyemesem de kolay geçinilebilen, kimseyle kavga dövüşe girişmeyen, olayların içinde yer almaktansa dışarıdan seyretmeyi seven biriydim. Đtiraf etmeliyim ki hemen hemen hiçbir sıkıntım olmamasına rağmen pek çok şeyden şikâyet ediyor, etrafımdaki gerçek sıkıntıları görmeye yanaşmıyordum. Şimdi…
18
Şeytan Diyor Ki
Dertler
dünyasının
tam
ortasındayım.
Ne
okuyorum
ne
çalışabiliyorum, hatta ne dışarı çıkabiliyor, ne gezip tozabiliyorum. Çok yoğun acılarla dolu bir tedavi geçirdim ve bunun ruhumda yarattığı izleri belirgin bir şekilde taşıyorum. Đyileşmeye başladığım dönemde hayata karşı öyle büyük bir nefret duyuyordum ki etrafımdaki herkesi kendimden uzaklaştırdım. En yakın arkadaşlarım bile beni çekemez oldular; tek dostlarım kitaplarım, dergilerim, televizyonum ve bilgisayarım oldu. Belki de bir zombiye dönüşmüş gibi görünüyorumdur. Sonra ne mi oldu? Yoruldum. Hayata kin duymaktan yoruldum. Ayrıca alıştım da. Đnsan her şeye alışabiliyor. Kolsuz, bacaksız olmaya bile alışabiliyor. -Hatta kafam dışında hiçbir yerim olmasaydı yine alışırdım eminim-. Đnsanlara tekrar yaklaşmak istedim ama olmadı. Bu halimde nasıl olacaktı ki? Ah! O hayatımı alt üst eden, bir zamanlar ile şimdi arasına aşılmaz bir uçurum koyan kazayı aklımdan atamıyorum. Birkaç metre üzerimizdeki yoldan üzerimize uçan aracın altında kalışımız… O metalik gıcırtı, ön camımız içeri göçerkenki camın çatırtısı, babamın son anda benim adımı haykırması hâlâ kulağımda çınlıyor. Öyle ezilmiştik ki ne kıpırdayabiliyor, ne de sesimi çıkarabiliyordum. Bacaklarıma, kollarıma, başıma, bedenimin her bir zerresine öyle büyük bir acı yayılmıştı ki o halde uzun süre ayık kalmam imkânsızdı. Bırakın ayık kalmayı kalbimin bile durduğunu öğrendim
o
sırada.
Ancak
ambulansta
verdikleri
şokla
hayata
döndürebilmişler beni. Sonrasını zihnimde dahi olsa tekrar yaşamaya katlanamam. Gözlerimi hastanede açtım ve beni her şeyden bezdiren acılı bir tedavi süreciyle karşı karşıya kaldım. Ve tabii babasızlığın verdiği dayanılmaz
19
Gökcan Şahin
psikolojik acı. Bir anda hayatta tutunabileceğim tek dal annem olmuştu. Hâlâ öyle. Ve muhtemelen öyle kalacak.
***
Şu ana kadar yazdığım kısımlara bakıyorum da, eh fena sayılmaz. En azından kelimeleri bir araya getirmeyi unutmamışım. Aslına bakarsanız buraya kadar yazdıklarım basit şeylerdi. Zorluk burada başlıyor, çünkü kolay kavranabilecek şeyler olmayacak. Her şeyi sırayla ve olabildiğince açık bir şekilde anlatmaya çalışacağım. Đstediği kadar uzun sürsün… Zamanım bol.
***
Ufak bir not defterim var. Üzerinde “paper note” yazan yeşil kapaklı, yana doğru açılan, kareli sayfaları olan paket selpak büyüklüğünde bir şey. Lise zamanlarından kalma. Babam çok masum bir amaçla, küçük notlarımı yazmam için almıştı ama itiraf etmeliyim ki ben onu en çok kopya çekmekte kullandım. Ufacık yazımla bir sayfasına bile epey bilgi sığdırabildiğim defteri sıranın altına koyuyor, öğretmen uzaklaştığında rahat rahat bakabiliyordum. Özellikle ezberin yoğun olduğu derslerde çok işime yaramıştı. Şimdi o defter elimde. Çok başka bir amaç için kullanıyorum onu. Balkondan gördüklerimi not almak için. Yazdıklarım tarih, saat ve kısa bir nottan ibaret. Her şeyi belli bir sıraya göre anlatabilmek için bu notlardan yararlanacağım. Đşte başlıyor…
20
Şeytan Diyor Ki
24 Nisan 2006 – 12.30 – KÜÇÜK ŞEYTAN, ÇOCUĞUN OMZUNDA
Sıradan bir bahar günüydü. Her zaman olduğu gibi sabah erkenden kalkmış, annemle beraber kahvaltımı yaptıktan sonra onu sağlık ocağına yollamıştım. Annem gitmeden önce beni çoğu zaman olduğu gibi balkondaki koltuğuma yerleştirmişti. Bunu kendim de yapabiliyordum ama bazen on beş dakikamı alıyordu. Annem zaten hafif olan bedenimi birkaç saniyede koltuğa yerleştirip kocaman bir öpücük verdikten sonra yanımdan ayrıldı. Doğrusu kazadan sonra balkon benim cennetim oldu. PVC pencerelerle kaplı olduğu için yaz kış balkonda oturabiliyorum. Kışın evin içine göre elbette serin olsa da ufak bir ısıtıcı emrimde. Yazın da camları açıyor, püfür püfür serinliyorum. O bahar günü hiçbir şey yapmama gerek yoktu, hava tam kıvamındaydı. Üzerimdeki uzun kollu penye vücudumu gerektiği sıcaklıkta tutuyordu. Henüz sabahın erken saatleri olduğundan dışarıda soğuk bir sessizlik vardı. Đşe giden büyükler ve okula giden çocuklar uykulu uykulu ayak sürüyerek yol alıyorlardı. Unutmadan söyleyeyim. Balkonun baktığı sokak ne çok ıssız, ne de çok kalabalık. Her daim insan yüzü görebilirsiniz ama öyle çok büyük bir gürültüyle de karşılaşmazsınız. Karşıdaki çöp tenekesinin etrafında dolanan kediler, sağ taraftaki ufak bir arsayı kendine ev bellemiş uysal bir köpek, elektrik tellerine konup etrafı seyretmeye bayılan kuşlar, hepsi bir eğlence kaynağı benim için. Cep telefonumun fotoğraf makinesiyle binlerce halini çektim bu sokağın. Belki bir gün “Bir
21
Gökcan Şahin
Đstanbul Sokağından Enstantaneler” isimli bir fotoğraf albümü yayınlarım, kim bilir. Dışarıyı izlemenin yanında balkonda yapabileceğim epey şey vardı. Đçeriden bir elektrik kablosu uzatılmıştı ve beşli prizine dizüstü bilgisayarım, cep telefonumun şarj aleti, ufak bir televizyon ile üşüyünce açabileceğim ufak ısıtıcının fişi bağlıydı. Yani sıkılmam için hiçbir sebep yoktu. Đstersem önceden zulaladığım dergi veya kitaplardan birini okuyabilir, istersem sabahları ekranları istila eden kadın programlarından veya sürekli tekrarlanan çizgi filmlerden birini seyredebilir, ya da bilgisayarımda yapılabilecek ne varsa hepsini yapabilirdim. Yani kendimi oyalayacak her şeye sahiptim. Peki mutlu muydum? Kendini ufacık bir yere hapsedilmiş gibi hisseden, evden dışarı bile çıkamayan, annesi olmasa konuşmayı bile unutacak, genç biri ne kadar mutlu olursa o kadar mutluydum işte. Her neyse, o sıradan günün ilk birkaç saatini geçirdikten sonra sıkıntıdan bir of çekip annemi görebilmek umuduyla pencereden dışarıyı seyretmeye koyuldum. Annemin çalıştığı sağlık ocağı yakın olduğundan öğle yemeği için eve gelirdi. Hem kendi karnını doyurur hem de benim öğle yemeğimi verirdi. Saat on iki buçuk sularında evde olacağını bildiğimden onu görebilmek için camdan bakıyordum. Balkonun duvar kısmı epey alçak olduğu için tüm sokak önümde seriliydi. Neredeyse kapımızın önünü bile rahatlıkla görebiliyordum, koltuğumda hafifçe doğrulmam bunun için yeterli olurdu. O çocuğu görmem için doğrulmama gerek kalmadı. Sokağın karşı tarafındaki kaldırımda, elini ufak bir paket cipsin içine sokup çıkararak yürüyordu. Çok sıskaydı, üzerinde mavi önlüğü olmasa henüz okula
22
Şeytan Diyor Ki
başlamadığına kanaat getirebilirdim. Birkaç sokak ötedeki okuldan çıkan sabahçılardan biri olmalıydı. Eğer omzundaki o tuhaf şeyi görmeseydim ilgimi bile çekmeyecekti, zira okul dağıldıktan sonra onlarca çocuk geçerdi sokaktan ve çoğunun elinde bakkaldan alınmış bir şey olurdu. Önce oyuncak sandım… Çantasına taktığı minyatür bir şeytan figürü olabilirdi. O uzaklıktan seçemediğim bir şeyle çantaya bağlanmış ve sanki çocuğun omzunda duruyormuş gibi görünüyor olabilirdi. Daha önce öyle oyuncaklar görmemiştim ama neden yeni moda olmasındı ki? Hatta melek biçiminde olanları da vardı belki. Ama düşündüğüm gibi değildi. Gitgide yaklaşıp balkonun hizasına gelince fark ettim gerçeği. Bu bir karış büyüklüğündeki kızıl şey bir oyuncak değildi. Ne çantaya, ne de başka bir şeye bağlıydı. Düpedüz havada süzülüyordu,
üstelik
bir
oyuncağın
yapamayacağı
şekilde
hareket
edebiliyordu. Çocuğun sağ omzundaydı önce. Çatallı kuyruğunu kıvırarak sallıyordu. Đri ve pörtlek gözleri yuvalarında dört dönüyordu. Elleri minicikti ama sivri ve uzun tırnakları vardı. Kanada benzer bir şeye sahip olmadığı halde bir sinek gibi çok rahat davranıyordu yerçekimi yasalarını alt üst ederek. Ensesinden dolaşarak sol omzuna geçti sonra. O tarafı net göremiyordum ama kuyruğu yine deli gibi sallanıyordu. Çocuk daha birkaç adım atmışken tekrar sağ omzuna geçti. Küçük şeytan hiperaktif bir hayvana benziyordu bu haliyle. Bu manzarayı seyrederken ne yapacağımı şaşırmıştım. Ardından baktığım pencerenin yarattığı bir ışık oyunu olduğunu düşündüğümden
23
Gökcan Şahin
belki, camı sonuna kadar açıp bakmaya devam ettim. En ufak bir değişiklik yoktu. Çocuk omzundaki küçük şeytanla görüş alanımdan çıkmaktaydı. En son cips paketini pervasızca yere atarken gördüm onu. Ve annem balkon kapısında belirene kadar öylece kalakaldım. “Serkan?” diyen sesi duymasaydım ne kadar daha öyle kalırdım bilemiyorum. “Yüzün bembeyaz olmuş.” “Hı?” dedim ne dediğini duymamış gibi. Annemin eve girdiğine dair en ufak bir şey algılamamıştım oysa. “Bembeyaz olmuşsun, bir şey mi oldu?” “Yoo,” dedim başımı hararetle iki yana sallayarak. “Emin misin?” dedi. Yüzündeki kederli merak içime işliyordu. Kazadan beri bu ifadeyi sürekli yakalıyordum annemin yüzünde. “Đyiyim anne, şey… Babamı düşündüm de biraz…” Sahtekârca davrandığımı bile bile üzgün görünmeye çalıştım. Annemin bakışları meraktan merhamete dönüşünce rahatladım. “Hadi anne, acımdan ölüyorum,” dedim. Gözüm saate kaydı. Bire çeyrek vardı. “Baksana on dakika geç kalmışsın.” “Ya yolda Kibar ablayı gördüm. Đki çift laf ettik. Neyse neyse, ben hemen ısıtıp getireyim yemeği,” deyip balkondan çıktı. Derin bir nefes alıp verdim. Çok geçmeden o çocuğu tekrar görmekten korkarak dışarıya bir bakış attım. Yoktu. Her şey normal görünüyordu.
***
24
Şeytan Diyor Ki
5 MAYIS 2006 – 14.00 – ŞEYTANLI ADAMLARIN KAVGASI
Çocuk ve omzundaki küçük şeytan beni fazlasıyla etkilemişti. Kafamda sürekli dönüp dolanan birkaç soruyu bir türlü zihnimden atamıyordum. Gördüğüm gerçek miydi? Eğer gerçekse neden benden başkası görmemişti? O, insanoğlunun ezeli düşmanı Şeytan’ın ta kendisi miydi? Yoksa sürekli dillerde dolaşan cinlerden birini mi görmüştüm? Ya da başka bir şey mi? Çocuğun omzunda durma sebebi neydi? Amacı neydi? Peki ben bu soruların cevabını gerçekten bilmek istiyor muydum? Galiba bu son sorunun yanıtı hayır. Beynimde iki ayrı fikir çatışma halindeydi. Biri, bu gördüğümü hemen unutmam konusunda ısrar ederken diğeri o yaratığı araştırmam gerektiğini dayatıyordu. Đki tarafın da sözünü kısmen dinledim. Đnternette yaptığım kısa bir araştırmanın sonucunda çoğuna aşina olduğum bir sürü cin efsanesi ve onlarca şeytanlı karikatür dışında bir şey elde edemedim. Bu halimde gidip kütüphanelerde araştırma yapmam da imkânsızdı. Artık tek yaptığım şey her gün saat 12.30 civarı dışarıyı gözleyip aynı çocuğu görmeye çalışmaktı. Bu konuda da şansım yaver gitmedi. Pek çok çocuğu ona benzettim ama yaklaştıklarında o olmadıklarını anladım. Durumun en mantıklı açıklaması çocuğun o gün şans eseri bizim sokaktan geçtiğiydi. Yani her gün kullandığı yol burası
25
Gökcan Şahin
değildi. Đkinci bir mantıklı açıklama o gün beynimde bir problemin olduğu ve çocuğu da şeytanı da zihnimin uydurduğuydu. Eğer 5 Mayıs’taki olay olmasaydı bu son açıklamayı zamanla kabullenebilirdim. Ama aynı yaratıklardan iki tanesini birden görünce fikrim değişti. Hem gerçekliklerine tam olarak inandım, hem de ilk kez insan davranışlarına yönelik etkilerine tanık oldum. Isaac Asimov’un Vakıf serisinden Vakıf’ın Sınırı’nı okuyordum o gün öğleden sonra. Annem öğle yemeğimi vermiş ve görevinin başına dönmüştü. Hava epey bulutluydu ve yağmur yağacak gibiydi. Ve benim kitap okumayı en sevdiğim hava bu havadır. O yüzden tüm günü okumaya ayırmıştım. Gözlerimin yorulduğunu hissettiğim bir an kısa bir ara vermek için kitabı masanın üzerine bırakıp pencereden dışarı baktım. Bulutlar ilk gözyaşlarını dökmekteydiler. Az sonra yerlerin hayli ıslanacağı aşikârdı. Sokağın batı tarafından kırk yaşlarında tespihli bir adam ve omzundaki küçük şeytanı görüş alanıma girdi. Kalbim duracak gibi oldu o an. Unutmaya çalıştığım şey tekrar karşımdaydı. Gözlerimi defalarca kapatıp açtım. Manzarada bir değişiklik olmayınca adamı dikkatle izlemeye başladım. Bu kez şeytan sadece amaçsız hareketler yapmakla kalmıyor, sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ağzının kıpırdayıp kıpırdamadığını göremiyordum, ama vücut jestleri açıktı. Adam ise tespihini sallıyor, önemli bir sorun üzerinde kafa yoruyormuş gibi düşünceli görünüyordu. O sırada sokak üzerindeki bakkaldan -bizim de sürekli alışveriş yaptığımız Ahmet abinin dükkânıydı- kolunun altında bir gazeteyle başka bir adam çıktı. Omuzlarına dökülen uzun saçları olan, hafif kambur ama genç biriydi. Ve o da şeytanlıydı! Görünüşe göre şanslı –veya şanssız- günümdeydim. Daha
26
Şeytan Diyor Ki
bir tanesinin ne olduğuna karar verememişken iki tanesini aynı anda görüyordum. Uzun saçlı adamdaki şeytan ilk anda sakinken bir şeyler anlatır gibi davranmaya başladı. Adam ilerideki tespihini hararetle çeviren adama baktı ve kendi kendine bir şeyi onaylamış gibi başını salladı. Ve yere bakarak yürümeye devam etti. Birkaç saniye sonra iki adam karşı karşıya geldiler ve omuzlarını birbirlerine çarptılar. Tespihli adam tespihini düşürünce anında bir küfür savurdu. Diğeri de karşılık verince iş laf dalaşına döndü. Olay yakınımda yaşandığı için hemen her şeyi duyabiliyordum. “Önüne baksana lan lavuk,” dedi tespihli adam. “Hadi lan oradan,” dedi öteki. “Ağzını topla, yoksa ben toplarım!” “Kolaysa topla lan!” “Çek elini kolunu!” “Çekmezsem ne olur şerefsiz?” “Đşte bu olur…” dedi gazeteli adam. Gazeteyi yere atıp adamın suratına bir yumruk yapıştırdı. Diğer adam altta kalır mı? O da iki katıyla karşılık verdi. Etraftakiler ayırana kadar birbirlerinin gözlerini morartmış, dudaklarını patlatmışlardı bile. Küçük şeytanlar ise olay süresince adamlardan biraz uzakta kavgayı seyrettiler. Bu durumdan zevk aldıkları belliydi. Durmadan hareket ediyor, kıvır kıvır kıvranıyorlardı. Zevkten çıldırıyor gibiydiler. Bu kavgaya şeytanların neden olduğuna dair güçlü bir kanı oluştu bende. Kavga boyunca renklerinin biraz daha koyulaştığını gördüm. Açıkça musallat oldukları adamların öfkelerinden, kavgalarından besleniyorlardı ve ellerinden geldiğince onları kötülüğe yöneltmeye çalışıyorlardı.
27
Gökcan Şahin
Şaşırmamıştım. Đyilik perileri olmadıkları her hallerinden belliydi. Đşin ilginci şeytan tanımına da uymaya başlamışlardı.
***
27 MAYIS 2006 – 15.30 – ŞEYTANLI KIZIN ĐNTĐHARI
Sokak ortasındaki kavgadan sonra yine uzun bir süre küçük şeytanlarla ilgili en ufak bir ipucuna rastlamadım. Özellikle göreyim diye uğraşmasam da sokağa her yeni adam girdiğinde omuzlarını kontrol etmekten kendimi alamıyordum. Aradan yirmi günden uzun bir zaman geçince umudumu kesmeye -daha doğrusu bir daha karşılaşmayacağıma dair umutlanmaya- başlamıştım. Ama bu çok uzun sürmedi. Hepsinden çok çok daha kötü bir olaya şahit oldum. Gazetelere ve haber bültenlerine bile taşınacak korkunç bir olaya… Bir cuma günü öğleden sonrasıydı. Sıkı bir bahar yağmurunun ardından güneş çıkmış, ben göremesem de bir yerlerde mutlaka bir gökkuşağı oluşmuştu. Kablosuz internetle dizüstü bilgisayarımdan forum sitelerini geziyordum. Aniden dışarıda tuhaf bir şeyler olduğuna dair bir sezgi hücum etti beynime. Dışarıya bakmam gerektiğini düşündüm. Uzaklardan gelen hızlı nefes alıp verme sesleri ve ancak koşan birinden çıkabilecek bir ritimdeki ayakkabı tıkırtıları da tuhaf bir şeyler olduğuna dair kanımı destekliyordu. Başımı çevirip gözlerimi caddeye diker dikmez doğu tarafından okul üniformalı ve çantalı bir genç kızın koşarak yaklaştığını gördüm. Kızı hemen tanıdım. Çaprazımızdaki apartmanda
28
Şeytan Diyor Ki
oturuyordu. Pek çok kez okula giderken ve eve dönerken görmüştüm onu. Nadiren de olsa balkonda da görmüşlüğüm vardı. Hatta şu an bana çok saçma gelse de birkaç ay önce balkonun sıkıcılığında bir süre hayallerimi süslemişti bu kız. Adını bile bilmesem de onunla tanışmayı, arkadaş olmayı düşlemiştim sık sık. Gerçi bu imkânsız aşkların en imkânsızıydı. Öncelikle o çok güzel, genç bir kızdı, oysa ben ondan en az üç yaş büyük, bir daha ayağa kalkması bile imkânsız bir ‘ağaç’tım. O hayatın güzel taraflarını yaşamıştı ve yaşıyordu ama ben kimsenin yaklaşmak bile istemediği karanlık taraftaydım. Hayat onun geleceğindeydi, benim ise geçmişimde. Ve bunların hiçbiri değişmeyecekti. Đşte tüm bunları defalarca düşünerek kısa bir platonik aşk acısının ardından vazgeçmiştim bu sevdadan. Şimdi ise bu güzel kız peşinde bir seri katil varmış gibi koşuyor da koşuyordu. Eğer kaçtığı şey omzunun arkasında süzülerek onu takip eden yaratık idiyse başaramıyordu; çünkü şeytanın uzaklaşmaya hiç niyeti yoktu. Fakat bunun olamayacağını biliyordum. Kız arada bir arkasına bakmaya çalışsa da, şeytana değil onu takip eden birine bakmaya çalışıyor gibiydi. Sokak boyunca birinin olup olmadığına baktım. Yoktu, ama onun için kaçtığı şey gayet somuttu. Hayatı için koşuyordu, başka bir nedenle böyle koşulmazdı. Omzundaki şeytan ise tıpkı kavga edenleri seyreden türdeşleri gibi zevkle kıpırdanıyor, belli ki kızın korkusundan besleniyordu. “Kız
gerçekten
arkasında
biri
olduğunu
düşünüyor,”
diye
fısıldadığımı hatırlıyorum. Ona seslenip kimsenin peşinde olmadığını söylemek istedim, ama tüm yapabildiğim kılımı kıpırdatmadan kızın apartmanlarının kapısına varmasını izlemek oldu. Belki içeri girince bu paranoyadan kurtulur diye düşündüm ve kendimi rahatlatmaya çalıştım.
29
Gökcan Şahin
Ama bu pek kolay olmadı. Apartman kapısını açmak için anahtarları deliğe sokana kadar ecel terleri döktüğünü görebiliyordum. Şeytan ise sanki kahkahalar atıyordu. Bu küçük yaratıklar insanların zihnine bu kadar kuvvetli etkide bulunabiliyorlarsa durum vahim demekti. Birbirini hiç tanımayan iki adamı birbirine düşürebiliyor, insana olmayan şeyleri gördürtebiliyorsa bu çok güçlü oldukları anlamına gelirdi ve eğer sayıları düşündüğüm kadar fazlaysa her gün haberlerde duyduğum cinayet, katliam, cinnet, kavga, hırsızlık vs. haberlerinin birçoğu onların etkisiyle yaşanmış olabilirdi. Kız nihayet kapıyı açıp içeri girdiğinde arkasından öyle çabuk kapatmıştı ki kırmızı yaratık dışarıda kaldı. Bu vesileyle yaratıkların bir özelliğini daha keşfetmiş oldum: katı cisimlerin içinden geçebilmek. Şeytan kapıdan süzüldü ve kızla beraber gözden yitti. Bundan sonra ne olacağını tahmin edemiyordum. O andan itibaren kızı sürekli kontrol altında tutmaya karar verdim. Artık küçük şeytanlardan biri yakından gözlemleyebileceğim birine parazit olmuştu. Bu son olayı not almak için küçük yeşil defterimi aramaya koyuldum. Bir süre balkonda arayıp bulamayınca annemin içeri götürmüş olabileceğini düşündüm ama o sırada koltuğumun sağındaki saksılardan birinin yanında buldum. Tükenmez kalemimi çenemle açıp deftere tarihi ve saati attım: 27 Mayıs 2006 – 15.30. Sonraki cümleyi düşündüm ve sonunda ŞEYTANLI KIZIN PARANOYASI olarak yazmaya karar verdim. Ama ŞEYTANLI KIZIN kısmını yazdığım anda dışarıdan bir çığlık sesi geldi. Kız, apartmanın üçüncü katındaki evinin balkonundaydı ve geri geri balkon korkuluğuna doğru geliyordu. Çantası yoktu, içeride bırakmış olmalıydı. Küçük Şeytan
30
Şeytan Diyor Ki
ise beklediğim üzere hâlâ omzundaydı. Kız bir çığlık daha attı ve aniden geri döndü. Çok küçük bir an için göz göze geldik. Aramızda metrelerce mesafe olsa da gözlerinden yayılan korku dolu elektrik içime işlemişti. Küçük Şeytan kızın kulağına bir şey anlatıyormuş gibi yaklaştığı an yüzünde ne yapacağını bildiğine dair o güven ifadesini okudum. Đblis yapacağını yapmış, düşüncesini kıza kabul ettirmişti. Ve kızın yaptığı şey iki sene önce geçirdiğim kazadan bile elim, kendim için hissettiğim acıdan bile ağırdı. Korkuluğa titreyerek tırmandı ve kendini aşağı bıraktı. Genç kız betona doğru süzülürken gözlerimi kaçırmak istedim; ama başaramadım. Düşüşü anbean yaşadım. Vücudunun öne doğru eğilişini, kollarının ve bacaklarının arkaya doğru kaykılmasını ve yüzüstü betona çakılmasını… Başımın derinliklerine korkunç bir ağrı girdi o an. Görüş alanım mavileşti ve bulanıklaştı. Yavaş yavaş kendime gelirken, küçük şeytanın kızın arkasından yavaş yavaş yere indiğini gördüm. Rengi çok koyulaşmış, neredeyse siyah olmuştu. Kızın etrafında birkaç saniye süzüldükten sonra buharlaşır gibi yok olunca öldüğünü anladım eski platonik aşkımın. O artık yoktu! Ölüydü! Ve gözlerimin önünde ölmüştü… Tıpkı babam gibi… Yerde yüzüstü yatan genç kıza baktım bir kez daha. Başının altında küçük bir kan gölü oluşuyordu. Bacağının biri garip bir biçimde bükülmüştü. Bir kısmı açılmış eteği bana en ufak bir erotik haz vermiyordu, veremezdi de… Kızın atlamasıyla insanların olayı fark edip hareketlenmeleri arasındaki zaman bana çok uzunmuş gibi geldi. Oysa herhalde bir dakika
31
Gökcan Şahin
bile yoktu. Daha sonraki ambulans, polis, haberci ve meraklılardan oluşan kalabalığın yarattığı kargaşa ortamını anlatmaya gerek görmüyorum. Birkaç saat sonra sokak temizlenmiş, ortalık yerini garip bir sessizliğe bırakmışken yeşil defterime yazdığım kelimeleri fark ettim ve kalem tutmakta zorlanan ellerimle şöyle bitirdim: ŞEYTANLI KIZIN ĐNTĐHARI. Ertesi günkü gazetede genç kızın adının Meltem Ersöz olduğunu öğrendim. Öğrenmek isteyeceğim en kötü şekilde… Henüz on yedi yaşındaymış, üç yaş küçükmüş benden. Haberi okuyunca gözyaşlarımı tutamadım.
Hatta
komadan
çıktıktan
sonra
babamın
öldüğünü
öğrendiğimden bu yana böyle ağlamamıştım. Kim bilir kaç kez buna benzer haberler okumuşumdur; ama insan ancak o olaya şahit olunca durumun gerçekliğini kavrıyor.
***
5 HAZĐRAN 2006 – 18.30 – ANNEM
Meltem Ersöz olayından sonra bir türlü kendime gelememem annemin dikkatinden kaçmıyordu. Tamam, berbat bir olaya şahit olmuştum ama anneme göre kendimi bu kadar harap etmemeliydim. “Yoksa âşık mıydın ona?” bile dedi. “Bir zamanlar,” dedim utana sıkıla. Annemin bu bendeki düşünceli hali buna yormasını umut ediyordum. Çünkü asıl düşüncelerimden atamadığım küçük şeytanları henüz anneme açıklayacak durumda değildim.
32
Şeytan Diyor Ki
Klasik bir deyimle takvimler 5 Haziran’ı gösterdiğinde anneme uygun bir dille gördüklerimden bahsetmeye karar verdim. Sırasıyla küçük çocuğu, iki adamın kavgasını ve Meltem’i öldüren şeytanı hiçbir ayrıntıyı saklamadan anlatacaktım. Deli olduğumdan şüphe edecekti belki ama artık bunu göze alıyordum. Günlerdir içim içimi yiyordu, artık buna mecburdum. Bütün günü kararımı verdiğim için rahatlamış bir şekilde kitap okuyarak geçirmiştim. Vakıf’ın Sınırı çoktan bitmişti, şimdi yedi kitaplık serinin sonuncusu Vakıf ve Dünya’yı bitirmeye çalışıyordum. Asimov’un müthiş
zekice kurguladığı
mantıksal çözümlemeler beni saatlerdir
sürükleyip götürmüştü. Kitabı bitirip kapağını kapattıktan birkaç dakika sonra içeriden kapı ve anahtar tıkırtıları geldi. Anlaşılan annem işten dönmüştü.
Dışarıdan
gelen
konuşma
sesleri,
öğlenci
öğrencilerin
dağıldığını gösteriyordu yani annemin de işten dönmesi doğaldı. Kendimi kitaba öyle bir kaptırmıştım ki zamanın ne kadar çabuk geçtiğini anlayamamışım. Kendimi koltuktan tekerlekli sandalyeme aktardım. Bu hiç de kolay bir iş değil aslında. Hatta şu anki hayatımın en zor işi; ama balkondaki koltuğumdan aldığım zevk bu çileye değer. Sonunda salona geçtiğimde annem banyoya gitmiş, elini yüzünü yıkıyordu. Annem eve gelir gelmez televizyonda haberleri izlemeyi severdi. Salondaki büyük ekran televizyonu açtım ve haberlerin olduğu kanalı bularak beklemeye başladım. Onu güler yüzle karşılamak ve moralini yerine getirdikten sonra hikâyemi anlatmak için sabırsızlanıyordum. Beni pek bekletmeden salonun kapısında göründü. O an kalbimin duracağını sandım.
33
Gökcan Şahin
***
Đnsanoğlunun tuhaf bir huyu var. Çok yakınlarında bile olsa başkasının başına gelmiş kötü bir şeyin kendi başına geleceğine olanak vermiyor. Daha bir hafta önce gözümün önünde bir kızın ölümüne sebep olan küçük şeytan, şimdi annemin omzundayken bu duruma daha önce hiç ihtimal vermediğimi fark ettim. O yaratıklar hep dışarıdaki birilerini etkileyeceklerdi sanki. Bizim eve girecekleri aklımın ucuna bile gelmemişti. Belki birkaç saniye bile sürmeyen ama bana saatler sürmüş gibi gelen bir şaşkınlık evresinin ardından yaratığın beni fark etmemesinin daha iyi olacağını düşünerek gözlerimi kaçırdım. Onu görebildiğimi bilmesi tehlikeli olabilirdi. Annem hal hatır bile sormadan kanepeye oturdu. Đki yıl boyunca bir kez bile yüzünde böyle bir somurtma ifadesi görmemiştim. “Anne?” dedim sesimin normal çıkmasına özen göstererek. “Hııı.” Yüzüme bile bakmadan verdi bu cevabı. “Nasıl geçti günün?” “Nasıl olsun. Aynı.” “Bu kadar mı?” “Ne demek bu kadar mı?” “Bugün yaşadığın ilginç bir olaydan bahsetmeyecek misin? Her akşam yaptığın gibi?” “Bugün pek iyi değilim ya, zaten ilginç bir şey de olmadı.”
34
Şeytan Diyor Ki
Bu dediği de tuhaftı. Normalde hiç ilginç bir şey olmasa da anlatacak şeyleri olurdu. Şeytan annemi büsbütün değiştirmişe benziyordu. Küçük şeytanın gözlerini bana diktiğini fark ettim ve yine gözlerimi kaçırdım. O sırada anneme bir şeyler söylemeye başlamıştı. Daha doğrusu zihinsel emirler vermeye. Göz ucuyla hareketlerini izliyordum ve nasıl olduğunu bilmesem de söylediklerini duyabiliyordum. Sesinde cinsiyet yoktu, ama robot sesi gibi mekanik de değildi. “Artık bıkmadın mı bu şekilde yaşamaktan?” diyordu. “Kötürüm bir çocuğun kahrını çekerek mi geçireceksin tüm yaşamını? Hem sen yaşlandığında sana da bakamaz bu çocuk. Ölene kadar sen ona hizmetçilik yapmak zorunda kalacaksın…” Annemin zaten solgun olan yüzü daha da beyazladı. Gözlerini televizyondan ayırıp bana baktı ve hemen sonra tekrar televizyona çevirdi. Düşündüğü bir şeyden utanırmış gibi. Bu sırada korkunç bir şey daha fark ettim. Đnsanlar bu şeytanların sesini kendi düşünceleri sanıyorlardı. Đçlerinden bir ses söylüyormuş gibi geliyordu onlara. Bu yüzden de kendilerini kaptırmaları çok kolay oluyordu. Annem de o sırada öyle sanıyor olmalıydı. Şeytanın söylediklerine kulak vermeye devam ettim. Amacının ne olduğunu anlamak istiyordum. O şok haliyle sağlıklı düşünebileceğimden emin olmasam da şeytanın amacına göre planlayacaktım ne yapacağımı. “Oğlun yaşadığı süre boyunca seni asla rahat bırakmayacak. Sen kendin için hiçbir şey yapamayacaksın. Ne eğlenebileceksin, ne de dinlenebileceksin. Bu çocuk hep sana ayak bağı olacak. Bir yere tatile gitmek istesen bile rahat rahat gidemeyeceksin. Bak, dört senedir hiç tatil
35
Gökcan Şahin
yaptın mı? Kendin için bir şey yapabildin mi? Varsa yoksa oğlun. Kocandan kalan üç kuruş parayı da onun hastane masrafları için harcadın. Neden artık kendin için yaşamayasın?” Şeytan konuşuyor, annem dinliyordu. Bu da beni çıldırtıyordu. Ama müdahale etmemin imkânı yoktu. “Üstelik bu çocuğun evlenip gitme şansı da yok,” diye devam etti. “Onun gibi birini isteyen kızı nereden bulacaksın? Kim çekmek ister ki onun derdini tasasını? Söylüyorum sana, bu oğlan ikinizden biri ölene kadar başına musallat olacak. Bak, daha kırk beş yaşındasın. Yeniden bir yuva kurabilirsin. Ama Serkan buna da mani olur. Hem böyle bir çocuğun olduğu sürece kim seni ister ki?” Annem artık televizyona da bakmaktan vazgeçmişti. Bir elini alnına dayamış, yerdeki halının desenlerine bakıyordu. Artık bir şey yapmamın zamanı gelmişti. En azından dikkatini dağıtmak zorundaydım. “Anne? Đyi misin? Yüzün bembeyaz oldu,” dedim. Şeytan konuşmayı kesti. Annem bana baktı. “Pek iyi değilim galiba. Şu televizyonu kapatır mısın? Başım ağrıyor, bugün haber izlemeyeceğim. Çok yorulmuşum, biraz şuraya uzansam iyi olacak.” Televizyonu yanımdaki kumandayla kapattım. Annem kanepeye uzandı ve gözlerini yumdu. “Đstersen yatağına geç,” dedim. “Biraz gözlerimi dinlendireceğim, gerek yok. Sen keyfine bak,” dedi. “Peki, sen bilirsin.”
36
Şeytan Diyor Ki
Hiç keyfime bakacak halde değildim. Annemin yanında kalmalı ve bir şeyler yapmalıydım. Şeytan tekrar konuşmaya başladı: “Kazada o da ölseydi daha iyi olmaz mıydı? Hem senin için, hem de onun için… Sence bu şekilde yaşamaktan memnun mudur? Tabii ki değildir. Düşünsene, okuyamıyor, çalışamıyor, hatta dışarı bile çıkamıyor. Tek yapabildiği balkondaki koltuğuna oturup ölümü beklemek. Evet, elinden gelen tek şey bu. Haksız mıyım?” Bir yaratık nasıl bu kadar düzgün cümleler kurabiliyor diye düşünürken aslında bu cümlelerin annemin konuşma biçimine uyduğunu fark ettim. Şeytan annem gibi konuşuyordu, yani onun düşüncelerini tam olarak taklit edebiliyordu. Ve şimdi anneme bir soru sormuş, yanıtını bekliyordu: “Haksız mıyım?” Annem başını sıkıntıyla kıpırdattı. Kaşları çatıldı. Bir şeyler düşünüyor olmalıydı ama duyamıyordum. Şeytanın sıkıntıyla kıpırdandığını görünce annemin direnmekte olduğunu anladım. Şeytanın lafını dinlememeye çalışıyordu. Birkaç saniye sonra şeytandan öfkeli bir yanıt işittim. “Haklıyım!” diyordu. “Çünkü senin bu şekilde yaşamaktan bıktığını biliyorum. Sen artık özgür olmak istiyorsun. Ona ihtiyacın yok. O sadece bir engel. Onun ölmüş olmasını isterdin.” Annemin gözbebekleri bir sağa bir sola kıpırdıyordu. Kaşları iyice çatılmıştı. Direniyordu. Bana olan sevgisiyle galip gelmeye çalışıyordu. O an şeytana vermekte olduğu cevabı kalbimde hissediyordum.
37
Gökcan Şahin
“Yanılıyorsun,” diyordu iblise. “Kimse evladının ölmesini istemez. Onu ben dünyaya getirdim ve onun yaşamasını ben sağlayacağım. O benim canımdan bir parça. Sakat olması umurumda değil.” “Sapasağlam çocukların olmasını istemez misin?” dedi şeytan. “Yeniden evlenebilirsin, hatta çocuk da doğurabilirsin. Çok yaşlı değilsin sen. Bunu sen de biliyorsun.” Annemin alnında ter zerrecikleri belirmeye başlamıştı. Şeytan kısa bir aradan sonra yine konuştu: “Emin ol, o da böyle bir hayat istemiyor. Ondan kurtulabilirsin. Bu çok kolay.” Annem bunu istemediğini belirtmiş olmalı ki: “Evet, istiyorsun,” diye öfkeyle yanıtladı şeytan. “Dediğim gibi, bu çok kolay. Bu akşamki yemeğine atacağın bir doz… Canı yanmadan onu bu işkenceden kurtaracak. Seni de. Hatırlamıyor musun bugün o zehri neden aldığını? Evde fare olmadığını bile bile.” Đşte bu, başımdan aşağı kaynar sular dökülmesine sebep oldu. Fare zehri aldırmıştı şeytan ve bana karşı kullandıracaktı. Ve ben şeytanı duymasaydım belki de ölüp gidecektim. Sahip olduğum tek kolumla sandalyemin tekerini çevirmeye hazırlandım. Zehri yok edecektim. Ama son anda vazgeçtim. Şeytanla annemin düellosuna tanık olmalıydım. Nasıl olsa zehirden haberdardım artık. Belki de annem kazanırdı ve kendisi yok ederdi. “Şimdi kalk ve yap!” diye haykırdı şeytan. Gücünün azaldığını hissediyordum. Annemi etkilemek için tüm enerjisini harcıyordu.
38
Şeytan Diyor Ki
Annem aniden gözlerini açtı. Bakışlarının bana dikili olduğunu görünce irkildim. Yavaş yavaş doğruldu. Saçını karıştırdı. “Ne oldu?” dedim. “Hadi yemek yiyelim bari. Karnım çok acıkmış. Ben gidip hazırlayayım hemen.” Cevap beklemeden ayağa kalktı ve sarsak adımlarla salondan çıktı. Elbette şeytanıyla birlikte… Sandalyemin yönünü salon kapısına çevirmiş öylece kalakaldım. Ne yapmalıydım? Mutfağa gidip başında mı beklemeliydim? Yalnız bırakıp kendiyle hesaplaşmasına devam etmesini mi sağlamalıydım? O halde getireceği yemeği ne yapacaktım? Zehirli mi olacaktı, zehirsiz mi? Yememek için bir bahane uydurabilir miydim? Kafam karmakarışıktı ve zaman öyle çabuk geçmişti ki annem yemekleri ısıttığını ve beni masaya beklediğini söylediğinde hâlâ bir santim kıpırdamamıştım. Sonunda sandalyeyi ittirip mutfağa gittim ve her zamanki yerime geçtim. Annem tabağıma yeşil fasulye doldurmuştu. Buharı tütüyordu ve gayet normal kokuyordu. Şeytan ve annem bana hiç ipucu vermiyorlardı. Kendi tabağından bir kaşık alırken bana bakmadı bile. Tezgâhların üstünde boşuna fare zehri aradım. Elbette ortada bırakmayacaktı. Annem unutsa bile şeytan hiç aptal değildi. “Anne?” “Hı?” “Ya bugün aklıma takıldı da. Ben kaç yaşında konuştum?” “Nasıl yani?”
39
Gökcan Şahin
“Hani reklâmlarda, dizilerde falan çocuklar ilk kez “anne”, “baba” falan diyorlar ya, ben ne zaman dedim? Kaç yaşındaydım yani?” “Hımm,” dedi ve düşünmeye koyuldu annem. Şeytan durumun farkında olmadan benim fasulyeyi yememi bekliyordu. Gözleri sürekli üzerimdeydi. Yemeği biraz üfleyip çok sıcak olduğuna dair sıkıntılı bir mimik yaptım. Şeytan doğal davrandığımı sanmalıydı. “Tam yirmi aylıktın,” dedi annem aniden. “Bayağı geç konuşmuştun sen. Bazı bebekler bir yaşında bile “anne, baba” diyebiliyorlar. Ama sen de birden açıldın. Hemen cümleler kurmaya başladın.” Annemin gözlerinde beliren ufak mutluluk ışığı benim de umudum olmuştu şimdi. Đyi gidiyordum. “Peki önce anne mi dedim? Yoksa baba mı?” “Önceleri ba… ba… ba… diyordun, ama art arda iki tane söyleyip baba demedin hiç. Onları saymazsak önce anne dedin.” Đşte
gülüyordu.
Ağzının
kenarı
hafifçe
gerilmişti.
Aklına
küçüklüğümle ilgili anılar doluşuyordu şimdi. Ben de desteklemek için genişçe gülümsedim. “Babama sorsaydım, o da önce baba dediğimi savunurdu,” dedim. “Muhtemelen.” Hayır, hayır, hüzün duygusuna izin veremezdim. Hemen müdahale etmeliydim. “En-ne,” dedim bebek diliyle. “Böyle mi diyordum?” “Aynen öyle. Tabii ben sana durmadan “annecim, annecim,” diye seslenmeseydim hayatta önce anne demezdin.”
40
Şeytan Diyor Ki
Đşte yüzündeki gülümseme tekrar açığa çıkmıştı. Bir darbe daha vurmalıydım. “Beni anaokuluna ilk götürdüğünüz gün nasıl ağlamıştım, hatırlıyor musun?” “Hatırlamaz mıyım… Đçeri zor soktuk seni. Neden korktuysan artık.” “O dışarıdaki bekçinin yüzünü o yaşta sen görsen, koşa koşa kaçardın.” Ve bir kahkaha koyuverdi. “Doğru valla. O adam da ne çirkindi değil mi?” “Anne çirkin de kelime mi? Allah kimseye karanlıkta göstermesin.” Bir kahkaha daha. Annemin basit esprilerde bile gülmesi her zaman hoşuma gitmişti, şimdi ise hayatımı kurtaracaktı. “Aslında bekçi bahane,” dedim. “Senden uzak kalıcam diye ağlamıştım.” Sağlam elimi uzattım ve elini tuttum. Hafifçe okşamaya başladım. “Senden başka kimim vardı ki? O ana kadarki tüm ömrüm senin yanında geçmişti. Elbette ağlayacaktım. Şimdi olsa… Şimdi olsa gene ağlardım.” Ve karşılık verdi. O da elimi okşamaya başladı. “Anne seni seviyorum,” dedim tüm içtenliğimle. “Sen benim her şeyimsin.” “Ben de canım,” dedi. “Ben de seni seviyorum.” Elimi yavaşça çektim. Artık dumanı tütmeyen fasulyeye uzattım kaşığımı. Annem o anda usulca tabağı aldı. “Baksana yemeğini soğutmuşsun,” dedi. “Ben yenisini koyayım.”
41
Gökcan Şahin
Tabağı lavaboya döktü, iyice yıkadı ve mis gibi fasulyeden yeni bir tabak verdi. Ben onu afiyetle yerken annemin omzundaki şeytan çılgınca kıvranıyor ve giderek şeffaflaşıyordu. Önce arkasını rahatça görebildiğimi fark ettim, birkaç dakika sonraysa tamamen ortadan kaybolmuştu.
***
Bugün 7 Haziran 2006. Đki gündür şeytanları görmedim. Her zamanki gibi balkondayım ve eski edebiyat defterimin arkasına yazıyorum bunları. Annem bir saat sonra işten gelecek ve yazdıklarımı okuyacak. O günden beri kendinde değil. Bana vermeye çalıştığı fare zehri nedeniyle vicdanı çok rahatsız. Geceleri sessizce ağladığını bile duydum. Bu işe nasıl kalkıştığını sorguluyor ve pişmanlığın ateşinde kavruluyordu. O öyle mükemmel bir insan ki, en iyi şartlarda yaşamayı fazlasıyla hak ediyor. O da mutlu olmayı, ailesiyle sıcacık bir yuvada yaşlanmayı hak ediyor. Neden onun mutluluğunu engelleyeyim ki? Öyle bir insan neden benim gibi gereksiz bir kötürüm yüzünden mutlu olamasın? Onun kendisine bakacak, ona bir şeyler verebilecek bir çocuğa ihtiyacı var, benim gibi bir yüke değil. Doğrusu tüm yazıyı anneme hitap ederek yazmalıydım ama belirsiz bir kişiye hitap etmek (nasıl desem) daha uygun geldi. Belki de utandığım içindir. Ona doğrudan hitap ettiğim bir intihar mektubu yazamazdım.
42
Şeytan Diyor Ki
Hani annemin o gün getirdiği fare zehri vardı ya, şu anda masanın üzerinde duruyor. Şeytan diyor ki, at onu ağzına… Kendini de kurtar, anneni de… Sanırım bu sese uyacağım. Seni seviyorum anne… Mutlu ol.
SERKAN
43
SONSÖZ Önsözde Küçük Şeytanlar’ın evriminden biraz söz etmiştim. Şimdi öyküyü okumuş olduğunuza göre, öykünün kendi içindeki gelişiminden de bahsedebilirim. Şimdiki haliyle pek alakası yok ama öykünün kökü şöyle bir fikre dayanıyordu: ‘Sürekli evinin balkonundan dışarıyı seyreden engelli bir genç, her gün evlerinin önünden geçen bir kıza âşık olursa ne olur?’ Öyküyü bu fikre göre geliştirseydim Serkan Koroğlu her gün okula veya işe giderken balkonun önünden geçen çok ama çok güzel bir kıza âşık olacaktı. Kıza hiçbir zaman ulaşamayacak olmanın bilinciyle adeta delirecekti. Đnanılmaz
bir
duygu
yoğunluğuyla
beraber
Serkan’ın
tüm
hayatından vazgeçip kendini o kıza adamasını anlatacaktım. Sonra belki Serkan’ın yaptığı zekice bir plan, belki de sadece bir tesadüf üzerine kız onu fark edecekti. Nasıl fark ettireceğimi pek düşünmemiştim ama sanırım elinden bir şey düşürerek ya da kızın peşine takılmış bir sapığın kafasına bir şey atarak yapabilirdi bunu. Sonra kız ona teşekkür edip yoluna devam edebilirdi. (Ya da bir şey düşürdüyse kız onu Serkan’ın balkonuna geri fırlatırken Serkan teşekkür ederdi, bilmiyorum.) Ertesi gün tüm cesaretini toplayıp bir
Şeytan Diyor Ki
‘merhaba’ diyebilirdi örneğin. Kız da ona gülümseyip ‘günaydın’ der ve yoluna devam ederdi. Bu şekilde ilginç bir psikolojik gerilim yaratabilir, belki sonunda ikiliyi birleştirir, belki de kızın aniden ortadan kaybolması ve Serkan’ın
intihar
etmesiyle
öyküyü
bitirirdim.
Yüzlerce
senaryo
oluşturulabilir doğrusu. Đşte ilk çıkış noktam buydu ama öyle farklılaştı ki kendim bile şaşırdım. Kim bilir hangi vesileyle aklıma gelen ‘insanların omuzlarında fısıldaşan küçük şeytanlar’ fikrimle bunu birleştirdim. Hatta adını da “Balkondan gördüklerim” koydum. Çünkü ilk haliyle öyküm sadece Serkan’ın balkondan omuzlarında şeytanlar olan insanlar görmesiyle alakalıydı. Öykü bittiğinde ise Küçük Şeytanlar adının daha iyi ve çekici olduğuna karar verdim. Nitekim Xasiork’a da o haliyle gönderdim. Đşte Şeytan Diyor Ki’nin son halini okudunuz. Serkan bu bölümde annesiyle hesaplaşmasını yaptı, gelecek bölümlerde ise yeni karakterlerle birlikte tam bir şeytan avcısına dönüşecek. Umarım bu başlangıç öyküsünü beğenmişsinizdir. Küçük şeytanlardan uzak olmanız dileğiyle…
Gökcan Şahin
45
KIRILIM 2 ____________________________________________
ŞEYTAN AVCISI ÖN OKUMA
Şeytan Diyor Ki
OPERASYON Hayatın eylemsizliği onun için sürseydi Doçent Doktor Tuncay Erdağlı, dünyanın en neşeli doktoru olarak tanınmaya devam edecekti. Hiçbir şeyi dert etmeyen ve arkadaşları tarafından bu yüzden oldukça kıskanılan gerçekten iyi bir doktor olarak kalacaktı. Hastanenin acil bölümünde çalışıyordu ve en büyük stresi taşıyor olmasına rağmen bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjisi vardı. Eli kopmuş bir hastayla bile şakalaşabiliyordu ve hâlâ dayak yememişti. Bir gün her şey değişti. Başı çatlayacak gibi ağrımaya başladı. Bırakın hastalarına neşe dağıtmayı, kendi yüzü bile gülmez oldu. Açıklanamayan bir sebeple sinirli bir adam olup çıktı. Arkadaşları onu tanıyamaz oldular. Ve bir gün bir hasta yakınıyla yaka paça kavga ederken buldular onu. “Ben senin gibi doktorun da, böyle hastanenin de…” diye bağırdı iri yarı, orta yaşlı bir adam. “Burası hastane mal herif!” dedi Doktor Tuncay. “Ne böğürüyorsun öküz gibi!” Acil’in kıdemli hemşirelerinden Ferda bunları duyunca baktığı hastanın odasından çıktı. Kavganın taraflarından birinin Tuncay olduğunu görünce epey şaşırsa da belli etmeden, birbirlerine küfürleri sıralamaya hazır bekleyen iki adamı ayırmaya koştu.
47
Gökcan Şahin
“Doktor
bey,
sakin
olun
lütfen!”
dedi
Tuncay’ın
kolundan
çekiştirerek. “Ben bu adamı gebertirim Ferda. Doktorluğuma laf edenin…” “Şş tamam, doktor bey, hastalar var…” “Kes lan, şerefsiz” diye karıştı öteki adam Tuncay’a hitap ederek. “Sana da seni doktor yapana da iki çift sözüm var ama… Dua et ortam müsait değil.” Ve Tuncay kolunu hemşireden kurtardı. Dişlerini sonuna kadar sıkarak ileri doğru hamle yaptı. Doktor önlüğü arkasından salınırken iki uzun adımla adamın yanına vardı. Sıkmaktan ağrıyan yumruğunu suratına geçirdi. Adamın kafası sola dönerken ağzından fışkıran kan, Tuncay’ın önlüğünde minik kırmızı lekeler oluşturdu. Adam iki üç kez sendeledi ve küt diye yere yığıldı. Đşin tuhafı Tuncay da iyi görünmüyordu. Ferda yere düşen adamın yanına giderken Tuncay başının döndüğünü hissetti. Midesi de aniden bulanmaya başlamıştı. Görüşü bulanıklaştı, sendeledi ve kendini yerde buldu.
***
“Yapma ya,” dedi başhekim Kadim Gürsoy. Sıkıntıyla ofladı. “Tümör ha…” Tekrar ofladı. “Kendisi biliyor mu?” “Biliyor. Bütün bu tuhaf davranışlarının sebebinin tümör olduğu anlaşıldı. Zaten birkaç haftadır inanılmaz baş ağrısı çekiyormuş.” Konuşan Tuncay’ın hastanedeki en yakın arkadaşı Doçent Doktor Çiğdem Saraylı’ydı. Gözlerinde büyük bir keder okunuyordu.
48
Şeytan Diyor Ki
“Peki şimdi ne olacak?” “Tek şansı ameliyat. Daha bizim bir şey dememize gerek kalmadan kabul etti ameliyatı. Ne kadar neşesiz ve bezgin olduğunun kendisi de farkında ve böyle bir gün daha geçirmek istemiyor. Đki gün sonra yapmayı düşünüyoruz. Bizzat ben gireceğim operasyona.” “Kurtulma şansı ne?” “Aslına bakarsanız,” dedi Çiğdem, başını yere eğdi. “Çok düşük.” “Ne kadar düşük?” “Tümör beyninin çok hassas bir bölgesinde. Ameliyat olmazsa birkaç ay içinde öleceği kesin. Ameliyat olursa masadan kalkamama olasılığı yüzde seksen.” Başhekim alışık olduğu üzere bir of daha çekti ve bunalmış gibi sandalyesinden kalktı. “Ne gerekiyorsa yapın. Tüm olanakları kullanın. Benim için dua etmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.”
***
Đki gün sonsuzluk gibiydi. Hem Tuncay, hem de Çiğdem için. Tuncay yatakta seruma bağlı yaşarken Çiğdem onu hiç yalnız bırakmamaya çalışıyordu. “Ameliyata ben gireceğim biliyorsun…” Başıyla onayladı Tuncay. “Eğer başaramazsam… Bunu düşünmek bile istemiyorum ama… Masadan kalkmanı sağlayamazsam… Beni affeder misin?”
49
Gökcan Şahin
“O nasıl söz Çiğdem? Beni masaya dikmeye kalkmazsan tabii ki kalkacağım.” Çiğdem zoraki gülümsedi. “Bak buna söz verebilirim.” “Kendini
tüketiyorsun
Çiğdem. Bunu
yapma. Bu
hiçbir işe
yaramayacak. Ameliyatın ortasında ağlamaya başlarsan ne olacak? Kafama düşecek bir damla tuzlu suyun ne kadar canımı acıtacağını düşün…” “Tuncay tamam sus. Espri yapmaya çalışırken son gücünü de kaybedeceksin.” “Haha sen öyle san. Şu an bilek güreşi turnuvası olsa rahat rahat katılabilirim. O kadar güçlü hissediyorum yani.” Sol kolunu kaldırdı ve pazılarını sıktı. Çok kaslı olmadığını kendi de kabul ederdi. “Çok az kaldı. Hazır mısın?” “Hem de nasıl. Bir doktor ordusu üzerime gelse korkmam.” Đki hemşire içeri girdi ve Tuncay’ı götürmek için hazırlıklara başladılar. Çiğdem, arkadaşının elini bir an bile bırakmadı. Ameliyat masasına yatarken dahi eli avucundaydı. Yüzde yirmi… Sadece yüzde yirmi şansı vardı. “Beynimi yerine koymayı unutma!” dedi Tuncay uyutulmadan hemen önce. Çiğdem gülümsedi.
50
YAZAR HAKKINDA Gökcan Şahin, Sivas’ta
doğdu.
3 Eylül 1988’de
Đlköğrenim
ve
liseyi
Đstanbul’da tamamladı. 2006 yılından beri Yıldız
Teknik
Üniversitesi
Elektronik
ve
Haberleşme Mühendisliği'ne devam ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal bölümlerde öğrenim görse de edebiyat, tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi duydu. Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü'nün internet sitesinde, Xasiork Dergi’de ve Gölge e-dergi'de yayınlandı. Henüz bir roman bitirememiş olsa da en yakın zamanda yazıp yayınevlerinin kapısını çalmayı düşünüyor. Şu sıralar Ozancan Demirışık’la birlikte, Buzul Dünya adlı sanal yayınevi üzerinden yayınlanan SIFIR serisini yazıyor.