SIFIR “Tabiat Muhafızları” Muhafızları”
YAZARLAR Onur Selamet Arif Kubaş Gökcan Şahin
OLAY ÖRGÜSÜ Gökcan Şahin Ozancan Demirışık
EDĐTÖR Ozancan Demirışık
DÜZELTĐ Onur Selamet
KAPAK TASARIMI Gökcan Şahin
YAYIN TARĐHĐ Eylül 2010
Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
DAHA ÖNCE
SIFIR’DA 15 Ekim 2008– 12.25 THY Đsviçre Uçağı
Türk Hava Yolları’nın 217 sefer sayılı Đsviçre uçağı Tekirdağ üzerinde uçmaktaydı. Cam kenarında oturan yolcular aşağıya baktıklarında göz alabildiğine uzanan ayçiçeği tarlalarını görebiliyorlardı. Gerçi o sırada ayçiçekleri yerine yeşil otlardan oluşan koca bir halı vardı, ama yaza doğru her yer sarı-siyah olacak, ayçiçekleri başlarını çevirip bakmak için her sabah güneşi bekleyecekti. Pilot, uçağı kendi seyrine bırakmış, sabahtan beri ağzına takılan bir şarkıyı mırıldanıyordu. Kırk yaşına henüz girmiş, kendini gayet genç hisseden yaşam dolu bir adamdı. Yardımcı pilot lavaboya kadar gittiğinden kabinde tek başınaydı. Pilotluğu seviyorum ya, diye düşünüyordu her yanı kaplayan yeşilliklere göz gezdirirken. Kim bu güzelliklerle her zaman iç içe yaşar ki pilotlardan başka? Kim dünyanın her yanını metrelerce hatta kilometrelerce yukarıdan, bulutların üzerinde yaşayan bir Tanrı edasıyla seyredebilir?
Ağzına takılan şarkı ıslığa dönüşmüşken, yanı başına düşen gölgeyi fark etti. Đlk anda aklına yardımcısı gelse de, kabin kapısının açıldığını duymamıştı. Nasıl bu kadar sessiz gelmeyi başardığına dair bir espri yapmak için arkasına döndü. Ama gördüğü şeyle gözleri dehşetle açıldı. Bu kaygısız gözler bir anda hayatının en korku dolu anına şahit oldu. Gözbebeklerine insan şeklinde bir karaltı yansıdı. Bu karaltının baş kısmında iki kırmızı nokta belirdi. Karaltı büyüdü, yaklaştı. Pilot sol omzuna dokunan eli hissetti. Ama bu basit bir dokunuş değildi. Omzundan göğsüne doğru bir soğukluk yayıldı. Küt küt atan kalbine ulaştığında titremeye başladı. Delicesine… Sonra aniden önüne döndü, karşısındaki sadece bir pilotun anlayabileceği karmakarışık düğmelere rastgele basmaya başladı. Elleri olağanüstü bir hızla hareket ediyordu. Bilincini kaybederken koltuktan aşağıya kayıyor ve bir daha kalkamayacağını hissediyordu. Uçak alarm sesleriyle inledi. Yardımcı pilot kabine panikle daldığında gördüğü ilk şey, yere yığılmış ve gözleri boş boş bakmakta olan pilottan başkası değildi. Uçak sarsılıp burnunu yere döndürmeye başladığında yardımcı pilotun yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı artık.
16 Ekim 2008 – 09.25 Beşiktaş-Đstanbul
…“Benim Dize, Murat. Numaranı Taylan Bey’den aldım.” Dize hemen doğruldu. “Ne oldu Murat? Bir şey mi var?”
“Olay yerindeyim. Gelişmeleri haber vereceğim ama hiçbirinin hoşuna gideceğini sanmıyorum. Durum kötü görünüyor.” Dize zaten gelişmelerin başka türlü olacağını hiç düşünmemişti. “Dinliyorum,” diye mırıldandı. “Taylan Bey sayesinde çalışmalar hızlandı. Uçaktaki herkesin kimliği tespit edildi, ayrıca hem CVR’yi hem FDR’yi yani iki tür kara kutuyu da açtırdık.” “Cesetler tanınmaz haldeydi, kendimiz bile gördük. Kimlikleri nasıl tespit edilebildi?” “Hem cesetlerin fiziksel özelliklerinden yararlanıldı, hem de uçağa binerken onları gören tanıklarla konuşuldu; çok yönlü bir tarama yapıldı anlayacağın. Kötü haber: Yolcu listesinde Ali’nin adı yoktu.” “Cesetler arasında?” “Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum ama kimliği tespit edilen cesetler arasında da Ali yok. Tanıklar da uçağa bindiğini görmemiş.” “Peki uçak neden düşmüş?” “Anlaşılan pilot ağır bir kalp krizi geçirmiş ve paniğe kapılıp göstergelerle oynamış, ayarları bozmuş. Bilgisayarların kısa devre yapması engellenememiş ve uçak düşüşe geçmiş. Gidip kendim de inceledim Dize. Aksini gösteren hiçbir şeye rastlamadım.” Dize gözlerini yumdu. “Anlaşılan durum düşündüğümüzden bile büyük. Bu işin ardındaki kişiler işlerini şansa bırakmıyorlar. Peki şimdi ne olacak?” “Artık araştırmaların bir önemi kalmadı çünkü Ali’nin uçağa binmediğine kesin gözle bakılıyor.
“Peki ya çanta?” “Çantanın Ali’ye ait olduğuna dair bir delil bulunamadı. Taylan Bey elinden geleni yaptı ama onun tüm baskısına rağmen -olayda Ali’yle ilgili en ufak bir iz olmadığı için- bir soruşturma başlatılmadı.” Murat’ın sesi umutsuz görünüyordu. “Tam bir çıkmazdayız Dize.” Dize ayaklanıp duvara doğru yürüdü ve sol elini yumruk yapıp öfkeyle duvara geçirdi. Bunun ona kazandırdığı sadece kızaran bir el ve yoğun bir acı dalgası olsa da, Dize aldırmadı. “Daha önce de söyledim: Hiçbir şey göründüğü gibi değil!” diye gürledi. “Her şey bundan ibaret değil! Bana inanıyorsun değil mi?” “Đnanıyorum.” Murat’ın sesinde tereddüt yoktu. Dize nefes nefese kalmıştı. “Öyleyse bu işin peşini bırakmayacağız,” dedi. “Geri çekilmeyeceğiz. Olduğumuz
yerde
bekleyip
her
şeyin
hasıraltı
edilmesine
seyirci
kalmayacağız. Gerçekler açığa çıkacak!”
16 Ekim 2008 – 15.00 Yıldırım Holding Binası/Şişli-Đstanbul
…Murat içini çekti. “Öyle olsun bakalım.” Ve anlatmaya başladı: “1974’de, karlı bir Şubat gecesi doğmuşum. O zamanlar polis olan babam, şu ironiye bak ki, oğlu hayata gözlerini açarken tehlikeli bir görevde hayata gözlerini yummaktan kıl payı kurtulmuş.
“Sıradan
sayılabilecek
bir
okul
dönemi
geçirdim.
Ama
hiç
çalışmamama rağmen, derslere yatkınlığım sayesinde sınavlardan iyi notlar alıyor ve öğrenciler arasında sivriliyordum. Fakat on dört yaşında babam Birim Sıfır’da çalışmaya başladı ve ben de olağanüstü şeylere giderek daha fazla
tanık
olmaya
başladım.
Bunları
rahatlıkla
kavrayabiliyor,
yorumlayabiliyordum. Babama bu konularda sık sık soru sordum ama o cevap bile vermedi. Đleride benim kendisi gibi tehlike içinde bir yaşam sürmemi istemiyordu çünkü. Ama hevesim babamın isteksizliğiyle iyice kamçılandı; polis olmak için elimden geleni yaptım ve liseden sonra yüksek öğrenim için polis okuluna girmeye hak kazandım. Yirmi iki yaşında polisliğe adım attım ve yirmi yedi yaşıma dek yani beş sene boyunca Birim Sıfır’a katılmak için çaba gösterdim. Sonunda bunu başardım da. Artık babam önünde engel değildi çünkü Birim Sıfır’dan ayrıldıktan birkaç ay sonra ölmüştü.” Dize yutkundu, “Başın sağ olsun,” diye mırıldandı. Murat hiçbir tepki vermeden anlatmaya devam etti: “Taylan Bey de benim yoğun başarma azmimi fark etmişti ve üstelik Volkan Arıkan’ın oğlu olduğum için birime almakta hiçbir sakınca görmemişti. Birim Sıfır kapanana yani 2000 yılına kadar orada görev aldım ve zaman zaman yalnız, zaman zaman da ortaklarımla beraber birçok olayı çözdüm. Birim Sıfır kapanınca ise Taylan Bey’in dediği gibi polisliğe döndüm. O günden bugüne dek olağanüstü hiçbir olayla ilgilenmedim, karşılaşsam bile görmezden gelmeyi tercih ettim.” Derin bir nefes aldı. “Bu kadarı senin için yeterli mi Dize?”
19 Ekim 2008 – 10.00 Yıldırım Holding Binası / Şişli-Đstanbul …“Dünkü patlamayla ilgili bir endişeniz olmasın. Basına yansımadı ve yansımayacak. Sizinle ilgili hiçbir şey olmayacak. Yalnız kötü haber de şu ki, patlamayla ilgili hiçbir ipucu bulunamadı yine. Polislerin en ayrıntılı incelemeleri yapmalarını sağladım, ama sonuç yok. Şaşırmadım doğrusu. Şimdiye kadar işleri bu kadar planlı ve hiç iz bırakmadan yapmayı başaranlar bunun da altından kalkardı. Sizin bahsettiğiniz o siluetlerle ilgili de herhangi bir iz bulunamadı. Bekçinin ve sizin dışınızda kimsenin ayak izi yok. Tabii ki bunlar size inanmadığım anlamına gelmiyor. Size kendimden bile çok güveniyorum, emin olun. Dize, senin dediğin telefon konuşmasının da yapıldığına adım gibi eminim. Hele şu son olaydan sonra adımın Taylan olduğundan bile daha çok eminim.” Koltuğunda yaslandı. Đşte o gizemli cümlelerin cevabı geliyor, diye düşündü Murat. Taylan onu doğrularcasına konuşmasına devam etti. “Birim Sıfır’ı tekrar kuruyorum çocuklar. Eskisi kadar büyük bir oluşum olmayacak, ama en az eskisi kadar güvenilir olacak. Çünkü kabul ederseniz Birim Sıfır mensupları sizler olacaksınız.” Dize gözlerini iri iri açıp Taylan’a baktı. Ne düşüneceğini, ne tepki vereceğini bilmiyordu. Murat’a baktığında şaşkınlıktan çok huzur dolu bir gülümseme gördü yüzünde. Demek o bunu bekliyor, bunu istiyordu. “Biliyorsunuz, benim için isteğiniz emirdir,” dedi Murat.
Taylan ondan bu cevabı bekliyor olmalıydı. Ufak bir gülümsemeyle karşıladı ve Dize’ye döndü. Pek fazla düşünmeden, “Ali için, ülkem için ve kendim için kabul ediyorum,” dedi Dize. Aslında Birim Sıfır’ın adını duyduğundan beri içten içe öyle bir oluşumun içinde olmayı ne kadar istediğini hissediyordu ve bu fırsatı reddedemezdi. “Artık resmen Birim Sıfır elemanısınız. Hayırlı olsun,” dedi Taylan ayağa kalkarak. Đkisinin de elini sıktı. “Daha sonra ayrıntıları konuşmak için sizi tekrar çağıracağım. Unutmayın, gerçekler ufkun ötesinde ve sizin ufkun ötesini görmenizi bekliyorum.” Odanın başköşesindeki Atatürk tablosuna baktı. Şimdi hepsinin aklından ulu önderin aynı sözü geçiyordu. “Bir yolcunun yolda yürüyebilmesi için ufku görmesi yeterli değildir, ufkun ötesini de görmesi gerekir.”
28 Kasım 2008 – 20.11 Eskişehir
Nazikçe kıvırdığı bacakları uzun ve terliydi. Nasır tutmuş parmakların beklenmedik yumuşaklıktaki dokunuşları altında kesik kesik solumaktaydı. Mesleğini icra edeceği dakikalar gelmişti ve bundan elinden geldiğince zevk alacaktı. Madem bedenini satarak geçiniyordu, o zaman müşterileri kadar kendisi de haz duymalıydı…
Okşayışlar yerini küçük ama ıslak öpücüklere bırakmıştı ki, odanın kapısı tıklatıldı. Çekingen bir ses, “Yılmaz Abi?” diye seslendi. “Rahatsız etme demiştin ama önemli bir telefon var.” Yılmaz önce öfkeli bir soluk verdi, sonra önünde sakince beklemekte olan fahişeye gülümsedi. “Birazdan döneceğim canım,” dedi, ayağa kalktı ve nazik muamelesini hayretle karşılayan kadını içeride bırakarak odadan çıktı. Sağ eliyle dazlak kafasını kaşıyarak, koridorun köşesinde bekleyen Fahri’nin yanına yürüdü. Suratı asıktı. “Hayırdır?” Fahri sol elinde tuttuğu cep telefonunu işaret ederek, “Seni tanıdığını söyleyen bir polis,” dedi. Kısık sesle konuşuyordu. “Hemen konuşmak için ısrar etti.” Yılmaz kuşkulu gözlerle baktı adamına. “Beni tanıyan bir polis?” Fahri başını yel değirmeni gibi salladı. “Sonra aramasını söyledim ama dinlemedi. Sivri’yle hemen şimdi görüşmem lazım deyip durdu.” Durakladı. “N’apalım abi?” Yılmaz’ın köşeli hatlara sahip tüysüz ve soluk yüzü -ne sakalı ne de kaşı vardı- hafif bir gülümsemeyle aydınlandı. “Sivri dediğine eminsin, değil mi?” “Evet.” Cevap vermek için bir an bile beklememişti. “Ver bakalım şu telefonu Fahri,” dedi Yılmaz canlı bir sesle. Beyaz yüzünü süsleyen tebessüm hâlâ yerli yerindeydi. “Galiba kimin aradığını biliyorum. Eski bir dostun bize işi düşmüş.” Fahri, ‘abi’sinin polisin tekiyle ne gibi bir dostluğu olabileceğini merak etmişti ama bunu soracak değildi. Gözleri kuşkuyla kısıldı, ama
sadece bir an için. Beyaz Yılmaz’ın her türden dost edinebileceğini bilirdi. Telefonu hızlı hareketlerle uzattı ona. Yılmaz konuşmak için boş odalardan birine geçip bir iskemleye çöktü. Bu iskemleden başka hiçbir eşyanın bulunmadığı tozlu bir odaydı, ama umurunda değildi. Dikkatini dahi çekmemişti. “Efendim?” dedi telefona, beklediği sesin cevap verip vermeyeceğini merak ederek. Yanılmamıştı. Murat Arıkan, “Sivri?” diyordu o her daim alaycı ses tonuyla. “Sen misin?” Sivri güldü. “Halis muhlis Sivri’yim evelallah, ama epeydir bu mahlası kullanmıyorum. Bugünlerde Beyaz diyorlar bana. Nedenini tahmin et?” Murat’ın sesi bu kez daha sert geliyordu ve alaycı ton derinlere gizlenmişti. “Evcil ‘çetenle’ beraber kokain ticareti mi yapıyorsun?” “Eh, bir nevi.” “Yakalanırsan seni ben bile kurtaramam Sivri. Bana bel bağlama.” Yılmaz iç çekti. “Sen bizi pek tanımamışsın Komiser. Biz kimseye bel bağlamayız. Hiç kimseye; kendimize bile…” Bir sessizlik oldu. Şimdi beni ‘pis işlerim’ yüzünden azarlayacak, diye düşündü Yılmaz, ama öyle olmadı. “Neden aradığımı tahmin etmişsindir,” dedi Murat. “Senden –” Yılmaz sabırsızca sözünü kesti. “…bir şey isteyeceksin. Beni başka sebepten arayan olmaz zaten. Sadede gel.” “Sen lafı ağzıma dolamadan önce söylemeye çalıştığım gibi,” diye başladı Murat, “ülke çapında bütün çeteye haber salmanı istiyorum. Benim için bir adamı enseleyeceksin. Yarın gündüz arayıp yerini söyleyeceğim.
Đstanbul’daki adamlarını da hazır tut. Eğer burada olursa, biz yakalamadan önce adamı oyalaması falan gerekebilir.” Yılmaz bir süre düşündü. Çoğu küçük şehirde dahi iki tane adamı vardı ve yarın, hepsinden en az biri boş olmalıydı. “Hay hay,” dedi. “Ben borcumu unutmam Komiser. Özgürlüğümü senin yardımınla elde ettiğimi inkâr edip yüz çevirecek değilim.” Aklına takılan soruyu dillendirdi sonra: “Adamın nerede olduğunu o kadar çabuk nasıl tespit edeceksin?” Murat güldü. “Verici sağ olsun...” “Öyle olsun. Ben ayarlamaları yapayım.” Telefonu kapatacaktı ki, “Senin şu Başkomiser’i -Kadri miydi adı- ara da,” diye ekledi, “bana gerçekten neden Beyaz dediklerini öğren Komiser.” Ve telefonun kapağını hızla kapattı. Meraklı Komiser Murat’ın yine telefona
sarılacağından
ve
Başkomiser’i
arayıp
mahlasın
sırrını
öğreneceğinden emindi. Beyaz ticareti yapmadığını, aksine bunu yapan şerefsizlerin büyük kokain zulalarından birini ele geçirip bazı yarım akıllılara ders olsun diye Eskişehir’in orta yerinde yaktığını ve diğer her şeyi bilecekti. Bazı insanları tanımak ne kadar kolay, diye düşündü. Bir sonraki adımlarını sezmek ne kadar basit. En azından benim için. Önce Fahri’yle konuşup her şehirden bir adama haber salmasını ve ayrıntıları bildirmesini tembih etti, sonra fahişenin beklemekte olduğu odaya döndü. Kadın yüzünde bıkkın bir ifadeyle sağ bacağını kaşımaktaydı. Bu görüntüyle tahrik olan Yılmaz, çarpık bir şekilde gülümsedi. “Nerede kalmıştık?” Kadın ve adam birbirilerinin kollarında zevk çığlıkları atarken, akşam karanlığı Türkiye’ye gölgeli bir perde gibi çöküverdi.
29 Kasım 2008 – 16.52 Sanayi Mahallesi’nde Bir Ev Birden, “Dize,” dedi Murat. Yüzünde dalgın bir ifade olmasına rağmen, anlatacaklarına dikkat kesilmişti. “Sana söylemem gereken bir şey var.” Bu ses tonunda sıra dışı bir şeyler olduğunu sezen Dize, adamın gözlerinin içine baktı. “Ne oldu?” Murat gözlerini yumdu. “Zaten yeterince gergindin, bu iş bitene kadar anlatmamak istiyordum
ama artık zamanı geldi.” Boğazını
temizledikten sonra devam etti: “Bu sabah erken saatlerde telefon sesiyle uyandım. Tanımadığım bir adam, Ali’ye kurulan komplo hakkında bir şeyler bildiğini söyledi.” Dize yutkundu. Heyecan, korku, endişe ve ümit vücudunu sarıp sarmalamıştı. “Ve?” diye teşvik etti adamı. “Ve onunla Simit Sarayı’nda buluştuk,” dedi Murat. Gözlerinde keder vardı. “Komplo hakkında pek anlam veremediğim karmaşık birkaç şey söyledikten sonra, önce gözlerinden, sonra ağzından, burnundan ve tüm vücudundan kan fışkırmaya başladı. Kendi kanında boğularak öldü. Onu kurtarmak için hiçbir şey yapamadım. Hiçbir şey!” Dize adamın elini tuttu ve yavaşça sıvazladı. Đri yaş damlaları vardı gözünde; neredeyse kendini salacaktı. “Senin suçun yok,” dedi titrek bir sesle. “Kendine haksızlık etme. Komplocular yine iş başında.” Durakladı. “Peki adam neler söyledi? Belki ben anlayabilirim.”
Murat ellerini yumruk yapıp, “Sorun da bu!” diye homurdandı. “Hatırlamıyorum. Simit Sarayı’na gidene kadar her şey açık ve net. Orada aramızda geçen kısa muhabbetten önce yaşadıklarım gayet temiz. Ama söyledikleri… Sadece ismini verdiğini hatırlıyorum. Belli belirsiz… Ama o ismin ne olduğunu bile unutmuşum!” “Sonra ne yaptın?” “Soluğu Taylan Bey’in yanında aldım. Her şeyi anlattım. O ana kadar bu ‘hatıra kaybı’ndan habersizdim. Taylan Bey, tıpkı senin gibi, adamın neler söylediğini sordu. Onlara anlam verebilecek yegâne kişinin kendisi olduğunu düşünüyordu. Belki de haklıydı. Ağzımı açtım: Cevap vereceğimi zannediyordum ama yanılmışım. Gerisingeri kapamaktan başka çarem kalmadı. Ve söyledim. ‘Hatırlamıyorum,’ dedim.” Dize düşüncelere daldı. “Yerinde olsam hipnoz için Kızıl Gizem’e giderdim.” Murat’a baktı. “Öyle mi yaptın?” “Öyle yaptım,” diye onayladı adam. “Bu kez soluğu Gizem’in evinde aldım. Alışılmadık bir şey denedi: Anımı bana tekrar yaşattı ve kendisi de seyretti. Sonuç neydi biliyor musun?” Dize’nin cevap vermesini beklemeden devam etti: “Bu ‘değiştirilmiş’ anıda, ben Simit Sarayı’na gidiyorum ama karşımdaki adam daha konuşmaya başlama fırsatı bulamadan ölüyor.” “Ölüm şekli aynı mı peki?” “Aynı,” dedi Murat bıkkın bir sesle. “Tek fark aradaki eksik cümleler diyebiliriz.” Dize kaşlarını çattı. “Peki kim yapmış olabilir?” diye sordu. “Bu anıları kim değiştirmiş olabilir?“
“Gizem anılar üzerinde hâkimiyet sahibi olanların genelde tensel temasa ihtiyaç duyduklarını söyledi. Her kimse, bana dokunmuş olmalı. Ama ‘hatırladığım kadarıyla’ restorandaki hiç kimse bana elini bile sürmedi.” “Anıları değiştirmeyi başardıysa kendi temasını silmesi hiç şaşırtıcı değil,” dedi Dize. “Peki madem anıların üzerinde oynama yapılmış, aranızda bir konuşma geçtiğini nereden hatırlıyorsun?” “Ben de aynısını merak ettim ve Gizem’e sordum. Ona göre cevap bunun bir yankı olduğuydu.” “Yankı?” Murat başını salladı. “Evet, yankı. Gizem’e göre iki tür hafızamız var ve ikisi birbiriyle bağlantılı. Biri hepimizin bildiği zihinsel hafıza, diğeri ruhsal hafıza. Yankı ise güçlü beyinlerin anılar üzerinde yapılan değişikliklere karşı kendini savunması. Bir nevi içgüdü: Etkiye tepki. Yaşadıkların aslında ruhsal hafızada barınmaya devam ediyor ama zihinsel hafızaya ancak bunun silik bir ‘yankısı’ şeklinde taşınabiliyor.” “Bu yankıyı güçlendirmek için yapılabilecek bir şey var mı?” “Konuşma hafızamda tamamen silinmiş durumda. Gizem’in ‘yeniden gösterim’ine bakılırsa, ben ismimi söyledikten sonra el sıkışıyoruz ve adamın gözü kanamaya başlıyor. Ama ben, biraz önce de söylediğim gibi, ismini söylediğini hatırlıyorum ve Gizem’e göre bu olumlu bir nokta. Đsmi bulabilmek için ara sıra onun yanına gideceğim. Bazı denemeler yapacağız.”
Dize sıkkın bir nefes aldı ve parmaklarını kıtlattı. “Eh, umarım bir şey çıkar, yoksa bir arpa boyu bile yol alamamış olacağız. Birim Sıfır’ı kurmamızın asıl nedeni bu komploydu ama elimizde hiçbir şey yok.”
3 Ocak 2009 – 00.00 Bilinmeyen Bir Yer
Grubun en yaşlı üyesi Volkan boğazını temizleyerek konuşmaya başladı: “Murat ve Dize’yi öldürelim.” Bu kısa ve net önerinin ardından kara siluet şu cevabı verdi: “Taylan’ın bulabileceği tek ajanlar onlar değil. Ayrıca gizem büyüdüğü için ‘arkadakiler’ de Taylan’ı ve Birim’i desteklemeye devam ederler.” Bu cevabın ardından yaklaşık on dakikalık bir sessizlik oldu. Kimse yeni bir öneri sunmuyordu. “Sanırım benim düşündüğümden daha iyi bir planınız yok,” dedi Kara Siluet. Herkes düşüncelerinden sıyrılıp efendilerinin planını dinlemeye koyuldu. “Hem Taylan, hem Dize, hem de Murat ortadan kalkacak. Üstelik bunun sebebi kendi başarısızlıkları olacak. Ve bizimle ilgili hiçbir ipucu olmayacak.
Tamamen
Birim’in
başarısızlığı
olarak
görüleceği
için
‘arkadakiler’ bir daha asla yeni bir Birim’e destek olmayacaklar. Tabiat sonsuza kadar korunacak…”
Bunları odadaki yandaşlarına olduğu kadar kendine de söylüyor gibiydi. Kendi etrafında ağır ağır bir tur attıktan sonra Volkan’a döndü. “Planı
yarın
gece
yarısı
öğreneceksiniz.
Volkan,
sen
eski
adamlarımızdan Çetin Korkmaz’ı buraya getireceksin. Yerini biliyorsun.” Volkan başını hafifçe salladı. Ne yapacağını biliyordu.
19 Haziran 2009 Cuma – 22.00 Gebze – Kocaeli Dize adamın yüzünü daha iyi görebilmek için birkaç adım yaklaştı. Adam 1.80 boylarında, zayıf ve atletikti. Şapkasının altına gizlenmiş yüzü uzun ve kemikliydi. Sakalı veya bıyığı yoktu. Onun yüzünü görme isteğini anlamış
gibi
şapkasını
çıkardı
ve
gülümseyerek
baktı.
Dize’nin
beklediğinden daha gençti. Otuz, en fazla otuz beş yaşında olmalıydı. Şapkası uzun saçlarında hale şeklinde bir iz bırakmıştı. Kim bilir belki de sürekli takıyordu onu. [Adım Flemis Permosi,] dedi yine ağzını kıpırdatmadan. “Flemis Permosi?” diye tekrarladı Dize doğrulatmak için. Aslında zihninde gayet net bir şekilde belirmişti isim. [Evet, ismim Flemis. Türk müyüm, değil miyim, değilsem nereliyim bilmiyorum. Uzun ve karmaşık bir hayat hikâyem var ve bahsetmeye lüzum görmüyorum.]
AÇILIŞ YÜKSELME ZAMANI
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
16 Mart 2010 – 16.50 Ege’de Bir Kumsal
Sanki gök delinmişti. Öyle olmalıydı ki bütün öfkesiyle kasıp kavurarak püskürtüyordu nefretini yerküreye. Yağmur damlaları kumları ve çakıl taşlarını dövüyor; gök gürültüsü kasveti fısıldıyordu kulaklara. Şimşeklerse bulutların kılcal damarlarıymışçasına parlayıp duruyordu yükseklerde. Kötü bir gündü. Denize girmek için kesinlikle kötü bir gündü. Dalgalar
çürümüş
iskeleye
bağlı
kayığı
her
defasında
ayrı
şiddetlerdeki tokatlarla sarsarken, Korhan Güler havanın kötü olmasını düşünmüyordu. Az sonra içinde yer alacağı kayığın her an parçalara ayrılabilme ihtimalini de düşünmüyordu. Hatta fırtınalı bir günde denize açılacağı fikrinin de hiçbir önemi yoktu o anda. Yağmura minnettardı, gözyaşlarını gizlediği için. Çabuk duygulanan bir insan değildi, ancak yıllarını adadığı şeye bu kadar yaklaşmış olma fikri onu hayli duygulandırmıştı. Gri gözlerini dalgalı denizin derinliklerine çevirdi, oradaydı. Üzerinde yağmuru uzak tutacak hiçbir şey yoktu, siyah bir kot ve basit bir tişört. Üstündekiler hafif güneş yanığı rengindeki tenine yapışmıştı, yine de rahatsız olmuyordu. Daha fazla ıslanmaya gidiyordu... Altmış iki yaşında olmasına rağmen kendisine iyi bakan Korhan’ın fiziksel durumu epey yerindeydi. Bir yetmiş yedi boy, seksen kilo, yaşıtlarına göre fazlasıyla sıkı durumdaki bir göbek, yanlardan hafifçe dökülmüş ve
20
Selamet – Kubaş – Şahin
seyrek saçlar tabloyu tamamlıyordu. Yuvarlak yüzünde bitmiş bir haftalık kirli sakal, ona en son ne zaman aynaya baktığını sorgulattı. Ne önemi vardı? Korhan Güler daha fazla ıslanmaya gidiyordu. Ayaklarının dibindeki çantayı kayığın içine fırlattı, paslı ve kaygan merdivenlerden dikkatlice kayığa indi. Sert bir dalga aracına yandan çarparak ona sulu bir ‘hoş geldin’ öpücüğü verdi. Hoş buldum, diye mırıldanan Korhan küreklere asılarak Ege’nin sularında ilerlemeye başladı. Daha fazlası için gidiyordu...
***
Sahil yaşlı adamın gözlerinden silinmeye başladığında, biraz mola vermek için kürekleri bıraktı. Bunun idmanını yapmış olmasına rağmen sandığından
çabuk
yorulmuştu.
Ah,
şu
yaşlılık...
diye
düşündü.
Pantolonunun cebini yokladı ve içinden küçük bir aparat çıkardı. Bu kıyıdan kaç metre uzaklaştığını gösteren, başarılı bir teknoloji ürünüydü. Yüz metre kadar daha gidecekti, sonrasında olacakları düşünürken sırıtmaktan kendisini alamadı. En son ne zaman denize dalmıştı? Çantasındaki dalgıç takımına bir göz attı, takımı bugün için epey yüklü bir para karşılığında satın almıştı. Đşini göreceğini umuyordu. Yeniden küreklere asıldı. Metreler her hamlesinde eriyip gidiyor, aradığı şey her hamlesinde yaklaşıyordu. Bir süre sonra cebindeki aparattan kısık bir ‘biiip!’ sesi geldi.
21
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Korhan kayığı durdurdu. Alette kırmızı bir ışık yanıp sönmekteydi. “Đşte burası,” dedi. O gün ağzından çıkan ilk cümleydi. Çantasına uzandı ve takımı çıkarıp giyinmeye başladı. Her şey tam olduğunda, kayıkta tıpkı doğa belgesellerindeki sualtına inen kişilere benzeyen bir adam duruyordu. Haline güldü, kısa ve pürüzlü bir gülüştü bu. Beline bağladığı halatın diğer ucundaki makarayı sıkı bir şekilde kayığın bir köşesine yerleştirdi. Dalgalı denizde kayığının sürüklenip gitmesini istemiyordu. Oksijen tüpünün doluluk oranını kontrol ettikten sonra, aynı eskiden olduğu gibi kendisini suya bıraktı. Daha fazlası için...
***
Đlkbahara rağmen Ege soğuktu. Korhan hayalindeki o davetkâr suları bulamamıştı, ama bu önemli değildi. Sahilin en tenha olacağı günü seçmeliydi, öyle de yapmıştı. Birkaç acemice hareketten sonra eski formunu yakaladı ve denizin derinliklerine doğru inmeye başladı. Aradığı şeyin koca denizin tam da burasında olma fikri ona çok delice geliyordu. Yine de öyle denmişti, öyle olmalıydı. Ağzından çıkan balonlar eşliğinde derinlere yol aldı. Dibe vardığında şu söz aklına geldi: “Dibe ne kadar hızlı çarparsanız, yükselişiniz o kadar hızlı olur.” Bunun neden tam da şu an aklına geldiğini bilmiyordu. Dipte miydi? Bu soruya bir cevap veremezdi, ama yükseliş kısmı yakındı. Hissediyordu.
22
Selamet – Kubaş – Şahin
Küme küme ufak balıkların yanında, zaman zaman ürkmesine neden olacak boyutlarda canlılar da görüyordu. Mesela az önce dev bir denizanası (gerçekten gördüğü en büyük denizanasıydı) ayaklarına dolanmış ve ona korkulu anlar yaşatmıştı (Hayvanı kesinlikle tekmelemek istememişti.). Ayaklarını yere bastıktan sonra gözleriyle kayaları taradı. Belki mercanların arasındaydı aradığı ya da yeşil renkli bir sakal gibi uzun uzadıysa salınan yosunların arasında. Kim bilir? Korhan kaç saattir suyun altında olduğunu hesaplayamıyordu, aldırıyor da değildi hani. Tüpteki havayı kontrol etti, yeterliydi. Aradığını bulmadan sudan çıkmak istemiyordu. Kayaların arasında bir süre daha dolandıktan sonra onu gördü. Denizanasını. Üstelik arkadaşlarını da getirmişti. Konuşabilse dudaklarından, “Şerefsiz!” kelimesi dökülürdü. Onun yerine boğuk bir homurtu çıkartabildi. Anlaşılan yanlış kayaya tekme atmıştı.
Sürünün
denizanalarından
tam
zıttı
yöne
kaçmadığımız
doğru
kalmıştı
yüzmeye anasını
başladı,
satayım,
Bir diye
düşünüyordu. Daha fazlası için katlanacaktı. Bunu dert etmiyordu.
***
Korhan
Güler
yüzmekten
bitap
düşene
kadar
peşindekileri
atlatamadı. Onları neyin bu kadar kızdırdığını bilmiyordu, ama bu kadar aksiyon
kesinlikle
fazlaydı.
Kayığın
23
bulunduğu
noktadan
çok
da
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
uzaklaşmamaya dikkat ederek daireler çizip durmuştu suyun altında. Belindeki halat olmasa, kayığı bir daha asla bulamayabilirdi. Hem bir süre dinlenmek, hem de denizanalarına izini iyice kaybettirmek için devasa bir kayanın arkasına yöneldi. Burada bir süre dinlenip nefesini düzene sokabilirdi. Yaşadığı kovalamaca oksijen tüpü için pek de hayırlı olmamıştı. Üstelik araması gerekeni aramak için kullanacağı vakti, gereksiz bir hareketlilik ile harcamıştı. Hava hâlâ aydınlıktı, ama ne kadar süre? Arkasına
saklandığı
kaya
yosun
ve
mercan
bakımından
gördüklerinin en fakiriydi. Sanki tıraşlanmış bir yüzü andırıyordu. Bu fikir Korhan’ın aklına, kayaya bir insan müdahalesinin olup olamayacağı fikrini getirdi. Kısa bir incelemeden sonra, düşüncesinde haklı olduğunu gördü. Birileri bu kayayı düzenli aralıklarla temizliyor olmalıydı. Korhan şimdi daha büyük bir dikkatle kayanın etrafında dört dönmekteydi. Sonunda aradığı ikinci yapaylığı buldu. Her türlü canlıdan arındırılmış kayanın bir kısmı, özel olarak yosunlu bırakılmıştı. Ötesinde bir şeylerin saklandığı o kadar barizdi ki... Korhan hayatının en büyük heyecanını şu anda yaşıyor olduğunu hissetmekteydi. Kanı kulaklarında fokurduyor, kalp atışları giderek hızlanan bir pinpon topunu andırıyordu. Elini yosunların arasına uzatırken hava tüpündeki oksijenin iyice azaldığını bildiren kısa bir alarm duyuldu suyun altında. Ama bu Korhan’ın zerre kadar umurunda değildi. Elini yosun perdesinin arasına daldırdı ve ona ulaştı. Nesneyi yerinden çıkarırken hiçbir zarar vermemeye büyük özen gösteriyordu. Bu bir parşömendi.
24
Selamet – Kubaş – Şahin
Kâğıt ve üzerindeki mürekkep hiçbir bozulma emaresi göstermeden suyun altında kendisini korumayı başarabilmişti. Korhan bu gize daha sonra kafa yoracaktı. Şimdi ayaklarını dibe vurma zamanıydı. Şimdi yükselme zamanıydı. Öyle de yaptı.
***
Kayığa tam vaktinde çıkabilmişti. Kısık bir alarm sesi yedek havanın da sonlandığını açıklarken, Korhan dalgıç kıyafetlerini titreyen elleriyle çıkarmakla
meşguldü.
Kıyafetin
fermuarını
indirip
bu
kabuktan
sıyrılamayacağını anladığında, çareyi kayığın bir köşesine çekilmekte buldu. Elleri parşömenin üzerindeydi. Kâğıt parçası sanki kadife bir kutudan firar etmiş gibi kuruydu. Yağmur
durmuştu,
Korhan’ın
gözlerinden
süzülen
yaşları
gizleyebilecek hiçbir şey yoktu. Tıpkı onu görebilecek hiç kimsenin olmadığı gibi...
18 Mart 2010 – 01.07 Bir Mezarlık
“Üç kuruşluk insanların değer görmediği tek yere hoş geldiniz!” Yazmıyordu girişin üstünde. Öyle olması gerektiği halde, olan tek şey yosun tutmuş bir tabelaydı. Okunması hayli güç metnin son kelimesi “...
25
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Mezarlığı”ydı. Bu da belki mezarlığın derinlerinden gelen kazma kürek seslerini açıklayabilirdi. Tabii ki bu sesler gün ışığı altında kulaklara temas etseydi... Ama vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve bu, olağandışı bir durumdu. Rüzgâr kavak ağaçlarının yaprakları arasında dolaşıp kir pas içerisindeki adamların yüzlerini yalarken, hiçbiri halinden şikâyetçi gibi görünmüyordu. Üç kişiydiler, ikisi mezarı kazarken diğeri bir kadınla sessizce konuşmakta ve durum değerlendirmesi yapmaktaydı. “Bir ses mi duydum acaba?” diye sordu kadın, diken üstünde olduğu her halinden belliydi. “Sakin olun, her şey kontrolümüz altında,” dedi ayaktaki. Bir yandan da başıyla kazıyı yapan adamları işaret ediyordu, “Bu onların ilk mezar açışları değil. Beyaz Yılmaz’a güvenin lütfen,” dedi. Kadın başıyla onayladı. Paranoya bütün hücrelerine hâkim olmuş gibi hissediyordu. Yumuşak mezar toprağını kazan adamlara bakarken, yaptırdığı şeyin sonucunda; yanılıyorsa nasıl bir günahla yüzleşeceğinin farkındaydı. Yok, eğer haklıysa... Ay arkasına saklandığı bulutların arasından, perdesi açılan bir tiyatro sahnesindeki oyuncu misali fırladığında, Beyaz Yılmaz’ın adamlarından birisi kesik soluklarla konuşmaya başladı. “Burada hiçbir şey yok, patron. Mezar boş.” Sözcükler boşlukta asılı kalmıştı.
26
Selamet – Kubaş – Şahin
Yılmaz, sesli bir şekilde burnunu çektikten sonra, “Bizden bu kadar Dize Hanım,” dedi. Kadın olan bitenin farkına henüz varamamış gibiydi, elini cebine atarak bir zarf çıkarttı. Parayı adama uzattı, teşekkür etmek istedi, ama bunun yerine ağzından kuru bir hırıltı çıktı. Adam da anlayışlı bir şekilde parasını aldıktan sonra geri çekildi. Ona göre parasını aldığı sürece hava hoştu. Kadını boş mezarla yalnız bırakmanın zamanı gelmişti. Adamlarına malzemelerini almalarını işaret etti ve adı okunmayan mezarlığın kapısına doğru yöneldi. Diğerleri de hemen peşindeydi. Ve rüzgâr şimdi boş mezarın kalıntılarını uçuşturmaktaydı. Kadın dizlerinin
üzerine
çöktü.
Gözlerini
çukurdan
ayıramıyordu.
Ellerini
bileklerine kadar taze kazılmış toprağa gömmüş, yanaklarından süzülmekte ısrar eden yaşlarla savaşıyordu. Đçindeyse bambaşka bir savaş süregelmekteydi. Kandırılmıştı. Bakışları o gece son defa mezar taşıyla buluştu:
“Ali Yıldırım
16 Nisan 1975 – 18 Ekim 2008
Huzur içinde yat”
Ayağa kalktığında ağlamıyordu. Çünkü sorması gereken bir hesap vardı.
27
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
17 Mart 2010 – 12.40 Đstanbul Değişim Üniversitesi
Bir Gün Öncesi
Đstanbul Değişim Üniversitesi’nde sıradan bir gündü. Dize Demirsoy derslere ara verildiğini belirten öğle zilinden sonra vaktini bahçede kısa bir kahve molasıyla değerlendirmiş, sonrasındaysa odasının yolunu tutmuştu. Güzel bahar gününde yeniden o boğuk yere girmek çok zoruna gitse de, okuması gereken sınav kâğıtları ve yanıtlaması gereken mailler vardı. Yine de bu rutinden hoşlanıyordu, üstelik gelen bahara rağmen grip de olmamıştı. Tüm işaretler gününün iyi geçeceğine yönelik ışıltılar saçıyordu. Kendisini günün akışına bırakarak odasına vardıktan sonra, bir kahve daha hazırladı ve masasına geçti. Yaklaşık iki saatlik bir boş vakti vardı, sonrasındaysa öğrencilerini bu güzel bahar gününde derslere adapte etmeye çalışacaktı. Onları güneşten alıkoyma fikri hoşuna gitmiyordu, ama dersler işlenmeliydi. Sonuçta güneş her gün doğuyordu. Okulun bitmesine çok da kalmış değildi hem, aklına gelen birkaç güzel teselli cümlesini memnuniyetle kabul ettikten sonra bilgisayarını açtı. Günün haberlerine hızlıca göz attı, ardından -hâlâ içini karartmaya yetecek kötülükte bir haberle karşılaşmamıştı- mail kutusunu tıkladı. Bir yeni maili vardı, ne hoş.
28
Selamet – Kubaş – Şahin
Dalgın bakışlarla maile tıklarken konusunda yazan “ÖNEMLĐ” ibaresi dikkatini çekti. Gözlerini kıstıktan sonra bir paragraflık yazıyı okumaya başladı:
“Taylan’a güvenme! Ali’yi öldürten ve cesedine el koyan o! Ali Yıldırım’ın mezarı BOŞ, inanmamakta kararlıysan git ve kontrol et! Bana inanmalısın. Taylan gözünüze görünen kişi değil. Ona güvenme, mezarı kontrol et! Dost”
Dize kısa paragrafta yazanları okuduktan sonra, uzun bir süre gözlerini ekrandan alamadı. Birisi şaka peşinde miydi? Kim böyle bir iğrençliğe kalkışırdı ki? Kendisine gıcık kapan tüm öğrencileri ve arkadaşlarını düşündü. Hayır, hiçbirisi böylesine bir maili atamazdı. O zaman bu ne demek oluyordu? Artık ikinci bir baba olarak görmeye başladığı Taylan Bey’in biricik oğlunu öldürtebileceğini düşünmeli miydi? Onlara yalan söyler miydi? Bu ona ne kazandırırdı? Bir şaka olmalıydı, ama olmadığını bir yerlerden biliyordu. Ya doğruysa, ya mezar boşsa? Kendisini boşlukta hissediyordu, tutunacak hiçbir dalı yoktu sanki... Ağlamamaya çalıştı. Başaramayınca ise odasının kapısını kilitledi ve küçük bir kız çocuğu gibi hüngür hüngür ağladı. Ya mezar boşsa? Ya boşsa...
29
BİRİNCİ BÖLÜM VAKİT GELDİ
Selamet – Kubaş – Şahin
1853, Ahırkapı
Kocakarı Soğukları başlamıştı. Buna müteakip Dersaadet’te kış hazırlıkları başladı. Şehir sakinleri ağır adımlarla pazara doğru yürüyorlardı. Gülkurusu, türbe yeşili Müslüman evleriyle beyaz Rum evlerinden aşağıya pazar yerine doğru yürüdüler. Arnavut kaldırımlarından çıkan ayak sesleriyle, orada burada ellerinde sopalarla koşuşturan çocukların sesleri şehrin üzerine karabasan gibi çöken sessizliği bozuyordu. Ülkenin içinde bulunduğu durum insanların yüreğine işlemişti. Biraz orta yaşlı olanlar çeyrek asır önce olanları unutmuyor, her fırsatta çocuklarına o günkü anılarını anlatıyorlardı. Kıyafetlerinden memur oldukları anlaşılan iki kişi hararetli bir tavırla konuşarak bayır yukarı saraya doğru gidiyorlardı. Sultan, atalarının yaşadığı sarayı bırakıp boğaz kenarında bir köşke yerleşmişti. Kendisine orada yeni bir saray yaptırıyordu. Yolun ortasında, eski zamanı hatırlatan bir Bektaşi dervişi, bir elinde eski bir tahta kap diğer elinde ise alelade bir asa, kapı kapı dolaşıyordu. Üstünde keçi yününden yapılmış kahverengi bir çul, başında ise kırmızı bir serpuş vardı. Yürürken sol ayağı aksıyordu. Gözlerinin kenarına kömürle siyaha boyamış. Kırçıl sarı sakalı çenesini boydan boya sarmıştı. Ela gözleri, dilenmekten çok bir şey arar gibiydi. Bayır yukarı çıkmakta olan memurları görünce, gözlerinde bir nefret ışıltısı parladı. Eli tespihine gitti. Đmamesini sıkıcı tutmaya başladı. Đmameyi sıkmaktan ellerinin kenarları bembeyaz
31
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
oldu. Sonra eli gevşedi ve kehribar tanelerini yavaş yavaş çekti. Az önce gözlerinde olan intikam duygusu, yerini sonsuz bir merhamet duygusuna bıraktı. Tekrar bayır aşağı yürümeye koyuldu. Đnsanların suratındaki ifadeyi görünce üzüldü. Soğukların başlamasıyla beraber, bunca insan sanki bütün duygularını kış uykusuna yatırmıştı. Asasının taş yolda çıkardığı ses, diğer insanların ayak seslerini bastırıyordu. Saray ahırlarını geçmişti. Đleride Orta Cami ve Ayasofya’nın minareleri gözüküyordu. Đlerlemeye devam etti. Đlerlerken evlere dikkat ediyor, hiçbir evi atlamak istemiyordu. Bu sırada bir berber çırağı elindeki sıcak, sabunlu tıraş suyunu sokağa döküverdi. Üstüne su sıçramasın diye eskiden kalma bir alışkanlık olan çeviklikle kenara çekilmeye çalıştı. Bu kez karşıdan, elinde pazar çantaları olan bir kadınla çarpıştı. Kadının ağzından gayriihtiyarî bir çığlık kopuverdi. Elindeki çanta yere düştü ve pazardan aldığı meyveler sokakta yuvarlanmaya başladılar. Bektaşi Dervişi hemen toparlandı ve yerdeki meyveleri toplamaya başladı. Berber çırağı da koşup geldi ve kadının ayağa kalkmasına yardımcı oldu. Kadın ayağa kalkınca bir eliyle kendisine çarpan adama baktı. Garip bir derviş olduğunu görünce üstüne gitmekten vazgeçti. Kaderin ona yeterince ıstırap verdiğini düşündü. Bektaşi Dervişi yere düşen meyvelerini pazar torbasına koyarak kadına uzattı. Berber çırağı kötü gözlerle, karşısındaki serkeşe benzeyen dervişi süzüyordu. Bu sırada berber de olan biteni dükkânının kapısından izliyordu. Derviş boyun bükerek torbayı kadına uzattı. Kadın hiçbir şey demedi. Dervişin elinden torbasını aldı ve yürümeye başladı. Etrafta bir sürü gözün kendisine baktığını hisseden ve bundan rahatsız olan derviş
32
Selamet – Kubaş – Şahin
hemen oradan uzaklaşmaya koyuldu. Bu insanların ne yapacağı belli olmazdı… Birkaç
sokak
geçti.
Đnsanlar
devam
eden
savaş
nedeniyle
huzursuzdular. Birçoğunun evladı, babası, kardeşi, yavuklusu savaşa gitmişti. Her evde yaşlı bir göz, bahçe kapısından girenleri merakla süzüyordu. Yolun kenarına geldiğinde deniz gözüktü. Bir sürü ikmal gemisi vardı. Bir kısmı karşıya Selimiye Kışlası’nın olduğu yere demir atıyor, bir kısmı ise boğazı geçerek Karadeniz’e, oradan da Kırım’a leşker, cephane, mühimmat götürüyorlardı. Đngiliz, Fransız, Đtalyan, bir sürü yabancı asker pazar yerlerinde dolanıyordu. Yüzyıl öncesinin düşmanları her ne hikmetse şimdi dost olmuşlardı. Derviş yabancı askerlere bakarken çarptığı kadının elinde bir pazar çantası ile aksak aksak yürümeye çalıştığını gördü. Đçi sızladı ve hemen o tarafa yöneldi. Orta Cami’ye doğru çıkıyordu. Yanına doğru seğirtti. Kadın bir köşede durdu. Yorulmuştu. Alnından boncuk boncuk ter tanecikleri aşağıya doğru süzülüyordu. Çektiği acı suratına vurmuştu. Dervişi görünce yüzü karardı. Derviş, kadının önünde durdu. Mahcup bir şekilde boyun büktü ve konuşmaya çalıştı: “Bağışlayınız hanımım. Size karşı çok büyük bir densizlik ettim. Đzin veriniz, bu kabalığımı evinize kadar çantanızı taşıyarak affettireyim. Siz de destek olarak asamı alırsanız, ayağınızın acısını bir nebze olsun azaltırsınız. Hem de kulunuzun vicdan azabı çekmesini engellersiniz.” Kadın, dervişin suratına baktı. Boynu bükük, idamlık mahkûm gibi, hakkında söylenecek kararı bekliyordu. Elindeki işlemeli mendille alnını sildi. Biraz düşünür gibi yaptı; bu durumdan çok memnun gibi
33
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
görünüyordu. Çantayı dervişe uzattı, derviş ise hemen elindeki asayı kadına teslim etti. Kadın önde, derviş arkada, yürümeye başladılar. At Meydanı’nı geçtiler, eski su sarnıcının yanından Gülhane Parkı’na doğru inmeye başladılar. Kadın buralardaki esvap dükkânlarına uğradı. Acem, Hint, Çin diyarlarından getirilmiş bir sürü kumaş aldı. Yol boyunca kadınla derviş hiç konuşmadılar. Gülhane Parkı’na gelmeden saraya duvarına sıralanmış cumbalı evlerin olduğu sokağa geldiler. Sokağın başındaki ilk evin kapısında durdular. Kadın, dervişe döndü. Elindeki asayı dervişe uzattı ama o, asasını kadının elinden almıyordu. Dervişin yüzü kıpkırmızı olmuştu; evin kenarında duvarda yazılı yazıdan gözlerini alamıyordu. Kadın, dervişin baktığı yere baktı. Elini yazının bulunduğu yere götürdü. “Ve yekûlü’l-kâfiru yâ leytenî küntü turâbâ.” Kâfir, keşke toprak olsaydım… Kadın, dervişin yüzüne anlamsızca tekrar baktı. Dervişin yüzünde az önceki heyecandan eser yoktu. Çantayı kadına uzattı. Asasını aldı ve aksak adımlarla Mısır Çarşısı yönünde ilerleme başladı. Kadın arkasından şaşkınlıkla bakakaldı. Olan biteni cumbadan izleyen yaşlı adam kırış kırış olmuş ellerini beyaz kıvırcık sakalına götürerek düşünceli bir şekilde karıştırmaya başladı. Ve kendi kendine mırıldandı: “Vakit geldi.”
1854, Gülhane
Yaşlı adam evinden çıktı ve At Meydanı’na doğru yürümeye başladı. Yaşı bayağı bir geçkin görünüyordu, lâkin hal ve hareketleri genç bir
34
Selamet – Kubaş – Şahin
oğlanınki kadar çevikti. Derviş bir köşeden yukarı doğru çıkmakta olan yaşlı adamı takip ediyordu. O biraz ilerledikten sonra, aksak ayağını yerde sürüyerek onu takibe koyuldu. Ayasofya’ya geldiklerinde çok büyük bir kalabalıkla karşılaştılar. Padişah, efradıyla birlikte cuma namazını kılmaya gelmişti. Etrafta coşkulu bir kalabalık hep bir ağızdan ya tekbir getiriyor ya da, “Padişahım çok yaşa! Padişahım çok yaşa!” diye bağırıyorlardı. Derviş, yaşlı adamı gözden kaybetmemek için adımlarını hızlandırdı. Onu eski su sarnıcı harabelerini olduğu yere kadar takip etti. Cuma salası okunmaya başladı. Kalabalık grup, toplu halde çevredeki camilere doğru hareket etti. Derviş, sarnıcın girişinde bulunan bir taşın üstüne oturdu. Yaşlı adamı kaybetmişti. Cuma namazına gitmiştir belki, diye düşündü. Yapacağı ilk iş, yaşlı adamın hangi camiye gittiğini bulmaktı. Fakat cami görevlileri onu büyük camilere yaklaştırmazdı. Dilencilere müsamaha gösterilmiyordu. Kızılcık sopasıyla ağır bir dayak yemek vardı işin ucunda. Oturup beklemeye ve iri kehribar taneli tespihini çekmeye başladı. Bundan sonra yapacağı şeyi düşünüyordu. Evin kapısında onun dönüşünü bekleyip kendisiyle konuşmak istediğini söyleyebilirdi. Bu arada biri önüne iki mecidiye attı. Derviş bu ihsanda bulunana teşekkür etmek için başını kaldırdığında yaşlı adamın gülümseyerek kendisine bakmakta olduğunu gördü. Esmer yüzünü çepeçevre saran, beyaz, kıvırcık sakalını okşuyordu. Buruş buruş olmuş elleriyle, kendisini takip etmesini istedi. Yaşlı adam eski su sarnıcına girdi. Derviş de hiç ses çıkarmadan onu takibe girişti. Yaşlı adam, sarnıçta bir taşa oturmuş, suya bakıyordu. Derviş yanına geldi. Yaşlı adamın baktığı yere dikti gözlerini. Kocaman balıklar suda yüzüyorlardı. Gözünü sudan ayırdığında yaşlı adamın kendisine bakmakta
35
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
olduğunu gördü. Esmer yüzünde birer yakut gibi parlayan iri yeşil gözleri, içinin titremesine yol açtı. Olduğu yere çöktü. Kalbi sıkışmaya başladı. Gözleri yerinden çıkacakmış gibi oluyor, nefesi daralıyordu. Bir eliyle kalbini, diğer eliyle başını tutuyordu. Cin çarpmış gibi yüzü şekilden şekle giriyordu. Đçinde yaşadığı acı yüzüne vuruyordu. Bütün organları yer değiştiriyormuş gibi bir his vardı. Cehennemde yaşanan acının buna benzer bir şey olacağını düşündü. Bütün hücreleri acıdan yanıyordu. Başının içinde büyük bir bıçağın beynini dilimlere ayırdığını hissediyordu. Yaşadığı acı yüzyıllarca sürecekmiş gibi hissetti. Bilinçsizce ayağa kalktı ve suya baktı; bunu yapması gerektiğini düşünmüştü. Suyun yüzeyinde balıklar toplanmıştı ve saat yönünün tersine doğru hareket ediyorlardı. Zaman geriye akmaya başladı. Suyun yüzeyi dalgalandı ve görüntüler belirdi. Anıları, vücut gözeneklerinden suya doğru hareket ediyordu.
Üzerinde yeniçeri kıyafetleri olan börk, yatırma ve sarı sahtiyan çizmeleri vardı. Kahvede diğer arkadaşları ile birlikte oturmuşlar, son gelişmeleri değerlendiriyorlardı. Padişah, kendilerini sevmiyordu. Eğer diğer arkadaşlarına yardım etmezlerse ocak törelerine karşı gelmiş olacaktı. Ama bu
iş
böyle
gitmeyecekti.
Kışladaki
toplantılarda
padişahı
tahtan
indirmekten, gerekirse hanedanlığı değiştirmekten bahsediyorlardı. Bunlar mutlaka padişahın kulağına gidiyor olmalıydı. Birisinin, “Yavuz!” diye seslendiğini duydu. Kendisine sesleniyorlardı. “Yavuz sen ne düşünüyorsun? Yanımıza geldin geleli hiç konuşmadın. Yoksa bize güvenmiyor musun?” Konuşan 23. ortanın eski çorbacılardan
36
Selamet – Kubaş – Şahin
çipil yüzlü Parmaksız Feyyaz’dı. Bir eliyle siyah bıyığını burkuyor, diğer eliyle yatağanının kabzası ile oynuyordu. Yavuz karşısındaki adamın hareketleriyle ne demek istediğini anladı. Devir eski devir değildi. Đnsanlar neye, kime güveneceklerini bilemiyorlardı. “Bence ocak törelerine göre hareket edelim. Kuruluş amacımızı unutmayalım. Yediğimiz ekmeğin hakkını verelim. Aşağı tükürsek sakal, yukarı tükürsek bıyık. Ne yapacağımız bence bellidir. Arkadaşları kazan kaldırmaktan vazgeçirmeliyiz. Yeni kurulan ordunun talimlerine katılmalıyız. Ocağımızı serkeşlerden temizlemeliyiz. Halk bu serkeşler yüzünden bize cephe almaya başladı. Đsyan başlarsa çok kan…” Yavuz lafını bitiremeden içeri acemi oğlanlarından biri girdi. Kan ter içindeydi. Konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmıyordu. Đçerdekiler dik dik çocuğa bakıyorlardı. Derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. “Ağalarım,
babalarım
ocakdaşlarımız
kazanları
Etmeydanı’na
çıkarmaya başladılar. Saraya yürüyecekler, padişahın tahtan indirilmesini istiyorlar.” Genç sözlerini bitiremeden kahvehanede bir uğultu koptu. Her ağızdan bir ses çıkıyordu. Yavuz bir masanın üzerine çıktı ve olanca gücüyle bağırdı. Herkes ona döndü. “Ocakdaşlarım beni dinleyin! Hepimiz ortalarımıza dağılalım, bu isyanı daha fazla büyümeden bitirelim. Padişahın yerine sadrazamın azledilmesini isteyelim. Kardeşkanı dökmeyelim. Zaten yeterince aktı.” “Bu lafları sana belleten saray oğlanlarına anlat. Bizim boş lakırdılara karnımız tok. Hem zaten biz onları bitiremezsek onlar bizi bitirecek. Osmanlı’nın köküne kıran mı girdi? Başka biri padişah olur. Olmadı bizden
37
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
birini padişah yaparız.” Konuşan 17. ortanın sancaktarı Kasap Kasım’dı. Şebeş sahrasında yaptıklarından ötürü sancaktarlığa atanmıştı. Lafını esirgemez, yiğit biriydi. Lâkin akılını karıştıran bir sürü insan vardı. “Bak, Ağa. Lafını bil de konuş. Sonradan pişman olacağın şeyler söylemektesin. Saltanata ortak olursak sultanın atası Fatih’in Türkmenler’e ettiği onca şeyi bize etmeyeceğini mi sanıyorsun?” “Saray oğlanları arpanı fazla katmış anlaşılan. Yoksa içlerinde birinin oynaşı mısın?” Yavuz arkadaşlarının yanında bu laflara dayanamazdı. Eli, Bursa işi kılıcının kabzasına gitti. Herkes ikisi arasında kopacak kavgaya dikkat kesildi. Bu sırada içeri yüzü bembeyaz kesilmiş başka bir acemi oğlanı girdi. “Arkadaşlar daha ne beklersiniz? Sultan ulemayı, halkı, diğer ocakları aldı. Kökümüzü kırmaya geliyor.” Haber kahveye bomba gibi düştü. Yatağanını, piştovunu alan Etmeydanı’ndaki arkadaşlarının yanına gidiyordu. Toplu halde kahveden çıktılar. Sokaklarda kimsecikler yoktu. Etrafta bulunan diğer yeniçeriler ve acemi oğlanlar kendilerine katılıyorlardı. Etmeydanı’na az kalmıştı. Top sesleri geliyordu. Ötede bazı konakların yakıldığı haberi gelmişti. Bin kişi kadar olmuşlardı. Đlerdeki sokakta bir grup insan gördüler. Kendilerini görünce hemen yukarı doğru kaçmaya başladılar. Hep birlikte oraya doğru koşmaya başladılar. Bu isyanın bir önderi yoktu. Herkes kendi başına hareket ediyordu. Kaçanlar, Etmeydanı’na doğru koşuyorlardı. Yavuz, meydana çıkmalarının tehlikeli olduğunu düşündü. Topçu ocakları ile donanma padişahın safındaydılar. Şehrin içlerine çekilmeliydiler. Yoksa keklik gibi avlanacaklardı. Meydana vardıklarında duraladılar. Padişahın
38
Selamet – Kubaş – Şahin
kuvvetleri, yeniçerileri geri püskürtüyorlardı. Meydana her yerden top gülleri yağıyordu. Bir sürü yeniçerinin, halkın, diğer ocak neferlerinin cansız bedenleri taş meydanda yatmaktaydı. Đki tarafta yıllarca biriktirmiş olduğu nefreti birbirlerine kusuyordu. Bu sırada arkalarından ateş edilmeye başladı. Yanında duran Parmaksız Feyyaz’ın yere düştüğünü gördü. Kurşun kafasına isabet etmişti. Tuzağa düşmüşlerdi. Şimdi koyun gibi onları meydana süreceklerdi. Yavuz arkadaşlarına seslendi. “Ya kışlaya gitmeye çalışalım ya da aşağıdaki arkadaşları alıp şehrin içlerine çekilelim. Ancak bu şekilde direnebiliriz. Yoksa bu herifler bizi keklik gibi avlayacaklar.” Gruptakiler başları ile bu sözleri onayladılar. Çoğu savaşlarda pişmiş, deneyimli askerlerdi. Yavuz, grubun idaresini eline aldı. Đki yüz kişiyi kaçış yollarını açık tutabilmek için geride bıraktı. Aşağı doğru temkinli ama hızlı tempoda ilerlemeye başladılar. Piştovları olanlar yan ve ön saflara geçtiler. Karşılarında tüfekleri ile eşkinci ocağına kayıtlı sekban askerleri vardı. Başlarındaki subayın emirlerini bekliyorlardı. Subayın emriyle tüfekler ateş aldı. Yeniçeriler patır patır dökülüyorlardı. Yavuz tüfeklerin ikinci bir kez doldurulmalarına izin vermedi. Arkadaşlarıyla birlikte hemen tekbir getirerek ileri atıldılar. Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı tir tir titreten asker şimdi Đstanbul’u titretiyorlardı. Küfürler, tekbirler, dualar her şey birbirine karıştı. Yeniçeriler kılıçlarını elleri gibi kullanıyorlardı. Yavuz hasımlarını tek tek yere indiriyordu. Kan aktıkça kendinden geçmeye başladı. Midesi bulanıyordu. Ama yapılanlar ocağa bir hakaretti ve bunun ödetilmesi lazımdı. Padişahın adamları
bu
beklenmedik
saldırı
karşısında
bocaladılar.
Cephe
dalgalanmaya başladı. Yavuz ve grubu cepheyi yarıp arkadaşlarının
39
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
yanlarına gitmeyi başardılar. Padişah taraftarları sokağın ötesine çekildiler. Đki taraf arasında da gergin bir bekleyiş vardı. Kimse şehrin içlerine çekilmek istemiyordu. Yavuz o zaman hemen kışla ve çevresini berkitmeye, siperler, mevziler hazırlamaya başlamalarını söyledi. Yavuz’un sözleri ile etrafa dağılan yeniçeriler hazırlıklarını yapmaya başlamadan top gülleri kışlanın çevresine düşmeye başladı. Yakın dövüşe girmek istemeyen Sultan uzun menzilli silahları ile yeniçerileri kendisine doğru yaklaştırmıyordu. Geride bıraktığı adamların birçoğu halk tarafından linç edilmişti. Kalanlar ise canlarını kışlaya zor atmışlardı. Bu savaşı daha başlamadan kaybetmişlerdi. Mücadele akşama kadar sürdü. Dış kapıların kırılmasıyla içeriye dolan padişah askerleri ile yeniçeriler arasında kışlanın bütün odalarında kıran kırana bir mücadele yaşanıyordu. Yavuz kendi ortasının bulunduğu yere geldi. Đçerde kendi ortasından ve başka ortalardan on kişi kadar yeniçeri vardı. Kapıyı örttü. Arkasına sandıkları, sıraları, yatakları koydular. Odada bulunan ateşli bütün silahları fitillerini yanar halde padişah taraftarlarını beklemeye koyuldular. Dışarıdan silah sesleri, bağrışmalar, küfürler geliyor. Soğuk metalin ete girmesiyle çıkan o garip ve bir o kadar da iğrenç ses odadakilerin içlerinin titremesine sebep oluyordu. Yavuz elinde yatağanı odaya girecek ilk kişinin kellesini vücuttan ayırmak için aleste bekliyordu. Bu sırada bir piştovun sesini ve hemen ardından sol bacağının diz kapağında bir acı hissetti. Padişah taraftarları kapıyı zorlamaya başladılar. Kurşun dizkapağına saplanmıştı. Acıdan gözleri kararmaya başladı. Kapının hemen yanındaydı. Ayağa kalkmaya çalışırken, kapı büyük bir gürültü ile üzerine yıkıldı.
40
Selamet – Kubaş – Şahin
Gözlerini açtığında odadaki hiçbir yeniçerinin kafası yerinde değildi. Midesi bulandı ve olduğu yere kusmaya başladı. Kılıcının üzerinde doğruldu. Kışlayı ateşe vermişlerdi. Buradan çabuk ayrılması gerekiyordu. Lâkin üstündeki kıyafetlerle dışarı çıkamazdı. Hemen üstüne başka bir elbise bulmalıydı. Yerde cansız yatan padişah taraftarlarını birinin elbisesini üzerine giydi. Kılıcını yere attı. Koridorlar, odalar her yer arkadaşlarının, karındaşlarının, yoldaşlarının cansız bedenleri ile doluydu. Kazanlar kanla dolmuştu.
O günleri tekrar hatırlamak ona çok acı verdi. Ela gözlerinden birkaç damla yaş yanaklarından süzülerek sarnıca düştü. Düşen damlaların suda çıkardığı şıp sesi dalga dalga sarnıca yayıldı. Su dalgaları yayılmaya başladı. Đlk önce kulaklarındaki uğuldama kesildi. Sonra yavaşça bütün vücudunda tarifi imkânsız bir rahatlama hissetti. Ayağa kalktı. Üstü başı toprak olmuştu. Yaşlı adamın sesini kafasından içinde duydu. “Kalk Ebu Turab.” Yaşlı adamın sesi çok yumuşaktı. Ve az önce yaşadığı şeylerin nedenini biliyordu. Onca yıl arayıp bulamadığı huzuru sonunda bulacaktı. Yaşlı adam kendisini çırak olarak seçmişti.
41
İKİNCİ BÖLÜM ŞEHVETİN YANKILARI
Selamet – Kubaş – Şahin
18 Mart 2010 – 23.20 Dördüncü Levent’te Bir Sokak
Günümüz
Siyah bir Peugeot 306 belki de aynı sokaktan yirminci defa geçtikten sonra nihayet durdu. Hava karanlıktı ve belirli aralıklarla dizili sokak lambaları sokağı tam olarak aydınlatamamaktaydı. Araba da işte bu lambaların dokunmaktan aciz kaldığı bir köşede bekliyordu. Motor susmuş, farlar söndürülmüştü. Birilerini izlemek için güzel bir akşamdı. Ne ay ışığı, ne yıldızlar, ne de bir bekçi... Arabanın içindeki de durumun farkındaydı. Volkan bir kola daha açıp arkasına yaslandı, bu kadar hoş bir açı bulduğu için kendisini kutluyordu. Arabalı sinemada gibiydi ve izlediği evde olanlar beklediğinden de farklı bir şekilde gelişmekteydi. Yüzüne çarpık bir gülümseme yerleştirdi ve, “Ah...” dedi. Sadece bir, “Ah”.
18 Mart 2010 – 23.17 Gizem Kızıl’ın Evi/Dördüncü Levent
“Offff.
Olmuyor
Murat,
olmuyor!
yankısını!”
43
Göremiyorum
soktuğumun
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Murat
dakikalardır
Gizem
Kızıl
tarafından
şiddete
maruz
kalmaktaydı. Akşam gayet güzel başlamıştı, romantik bir akşam yemeği dışarıdan Çin yemeği söylemişlerdi- ve ardından gelen masum bir iki öpücük...
Dozu
başardıktan
tam
sonra,
olarak
ayarlamayı
buluşmalarına
vesile
(kesinlikle
zorlanmışlardı)
konuya
yoğunlaşmaya
başlamışlardı. Ali Yıldırım cinayetinin perde arkasında oldukça önemli rol oynayan bir anıya ulaşmaya çalışıyorlardı. Murat Arıkan şu meşhur Komplo hakkında pek çok şeyi bildiğini iddia eden bir adamla görüşmüştü. Adam komplonun ardındaki ismi söyledikten sonra hemen orada -hayli iğrenç bir şekilde- can vermişti. Murat da soluğu Taylan Bey’in yanında almış, adamın söylediği ismi bilse bilse Taylan Bey bilir diye düşünmüştü. Ancak bir sorun vardı ki; adamla yaptığı konuşmanın hiçbir kaydına ulaşamamaktaydı zihninde. Sanki birileri anılarının o kısmını kesip atmış ve geriye en işe yaramaz kalıntıları bırakmıştı. Gizem ile daha önce de denedikleri bir yankı keşfetme seansıydı bu. Murat’ın zihinsel hafızasından silinmiş olan anıyı, ruhsal hafızadakinin zihinsele yaptığı yankı sayesinde bulmaya çalışıyorlardı. Görüldüğü gibi çok karmaşık ve zorlu bir işlemdi. Gizem başaramadıkça hüsrana uğruyor ve hıncını
Murat’tan çıkartıyordu. Sıkı sıkıya tuttuğu adamın ellerini
tırnaklarıyla kanattığının farkında değildi. Her defasında aynı değiştirilmiş anıya ulaşmaktan midesi bulanmıştı. Murat eski sevgilisinin bu halini iyi bildiğinden olabildiğince ılımlı davranmaya çalışıyor; kanayan elini görmezden geliyordu. Bu dikene katlanmak, komployu çözümlemek için önemli bir adımdı.
44
Selamet – Kubaş – Şahin
Ama görünen o ki hâlâ ellerinde hiçbir şey yoktu. “Kendine bu kadar yüklenme Gizem...” dedi Murat, sesi çok ender duyulabilecek bir anlayışa sahipti. Gizem öfkeyle kıstığı gözlerini adama yöneltip en sivri sözleriyle saldırıya geçecekken, adamın üzerine fazla gittiğini ve onun hiçbir suçunun olmadığını fark ederek ağzını kapattı. “Bilmiyorum Murat... Đlk defa böyle oluyor, nasıl ulaşamam, buna ne engel oluyor hiç anlamıyorum. Beni delirten de bu, anlayamamak.” Adam bir kez daha anlayışla başını salladı ve Kızıl’ı -önce ellerini kurtararak- kendisine çekerek yanağına nazik bir öpücük kondurdu. Gizem gözlerini adamın ellerine indirdikten sonra, “Ah Allah’ım... Sana ne yapmışım öyle!” dedi yüzünü buruşturarak. Murat kadının yüzündeki bu ifadeyi çok sevimli bulduğunu kendine itiraf etmeye çekiniyordu. “Hemen bir bez alıp geliyorum, lütfen affet beni.” Murat’a cevap hakkı doğmadan kadın çoktan odayı terk etmişti. Genç polis hafif hafif sızlamakta olan eline aksi aksi baktıktan sonra geriye yaslandı. Hâlâ bomboştu elleri... Hâlâ... Kızıl, ıslak bir bezle odada belirdiğinde hayli bitkin görünüyordu. Adamın ellerini olabildiğince nazik bir şekilde tuttu ve kanayan yerleri bir güzel temizledi. Bir yandan da ne kadar ahmak olduğuna dair sözler fısıldıyor, tekrar tekrar özrünü dile getiriyordu. Murat kanlı bezi Gizem’in ellerinden aldıktan sonra kadını yanına çekti ve, “Sakin ol... Hepsi geçecek,” dedi. Gizem Kızıl’ı böylesine aciz görmeye alışık değildi, onu en son ne zaman böyle gördüğünü anımsamıyordu bile...
45
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Ne yaptığının farkında bile olmadan dudakları kadınınkilerle buluştu. Yemekten sonra ara ara gelen o buseler gibi kısa ve geçici değildi bu. Gerçek bir öpücüktü, ılık ve ıslak... Onu en son ne zaman böyle öpmüştü... Gizem’in derin bir şekilde iç geçirdiğini duydu. O da özlemişti... Kadın nefesini verirken Murat dudaklarını daha fazla bastırdı. Diliyle o iki kıvılcım yuvasını araladı ve ateşin içine daldı. Đki dilin birbirine kavuşması, derinlerde bir yerlerde yatan iki çılgın genci harekete geçirdi. Murat kadını belinden tuttuğu gibi üzerine çekerken, Gizem deli gibi adamın gömleğini çıkartmaya çalışıyordu. Murat Kızıl’ın eteğini indirmekte bir an bile duraksamadı. Altındaki siyah fileli jartiyer tam olarak görmeyi hayal ettiği dünyaydı. Şimdi o dünyaya adım atma zamanıydı, genç kadını kucakladıktan sonra yatak odasına hızlı bir geçiş yaptılar. Üzerlerindeki birkaç giysi bozuntusundan -ne yazık ki buna jartiyer de dâhildi- kurtulduktan sonra kontrol Gizem Kızıl’a geçmeye başlamıştı. Bu yatak onun egemenlik alanıydı ve burada o ne derse kanun kabul edilirdi. Murat da bunu bildiğinden kendisini kadının acımasız parmaklarına bıraktı. Dakikalar önce yanlışlıkla kanatan tırnaklar bu kez bilerek ve isteyerek aynı işlemi gerçekleştiriyordu. Kadın Murat’ın üzerine çıkıp o bilindik pozisyonu aldıktan sonra, “Haydi kovboy!” diye fısıldadı. Şehvet sese dönüşüp akmıştı dudaklarından. Adam o gecelerde sıklıkla duyduğu bu sözü duyduğunda daha fazla pasif kalamayacağını anlayarak harekete geçti. Tam yerinde oturan kadını belinden tuttuğu gibi kendisine çekip bırakırken Gizem Kızıl üzerine eğilmiş sırıtıyordu.
46
Selamet – Kubaş – Şahin
“Neye
güldüğünüzü
sorabilir
miyim?”
diyen
Murat,
hemen
dudaklarının kenarında sallanmakta olan göğsün ucundan sert bir ısırık aldı. Şimdi zalimce sırıtma sırası Murat’taydı. Ve dudaklardan gecenin ilk çığlığı yükseldi. Đkisi de kendilerinden geçmiş gibi inliyor, Gizem zaman zaman geceyi yaran çığlıklar koparıyordu. Murat kadını kucağından indirip üzerine çıkarken, kadının saçları arasında bulduğu ensesinde gezdirdi dilini. Parmakları Kızıl’ın kalçalarında daireler çizdikten -ve onları sıkıca kavradıktan- sonra kadının bacaklarını aralayan Murat az önceki işlemin bir farklısını hayata geçirdi. Ve bunu öyle bir anilikte yaptı ki Gizem tıpkı ilk ısırıldığında attığı çığlığın bir benzerini fırlattı yatak odasının duvarlarına. Murat kadının bacaklarını omzuna dayadığında yatağın altlarında çaresizce çatırdadığını duydular. Đnleyişleri çatırtıları bastırdı ve onları da çığlıklar... Çığlıkları ise, “DAHA FAZLA KOVBOY! DAHA FAZLA!” sesleri bastırmıştı zaten. Bastıran bastıranaydı. Murat kadının içinden çıktıktan sonra Gizem adamı bir kez daha yatırdı. Genç polisin hafif kıllı göğsünden başlayarak indirdiği dili, göbeği ve kasıkları etrafında kısa bir tur attıktan sonra asıl aradığı yere ulaştı. Murat’ın organını tükürüğüyle ıslattıktan sonra dudakları arasına alarak emmeye başladı. Ağzını olabildiğince doldurmaya çalışıyordu onunla. O içerideyken diliyle, o dışarıdayken dudaklarıyla yapıyordu yapacağını. Ve bir ısırık alarak sonlandırdı o anı, hiç duraksamadan ıslak aletin üzerine oturdu yeniden. Aynı başladıkları gibiydi şimdi, sadece biraz daha ıslak ve terli...
47
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Genç polis gelmeye başladığının farkındaydı, Kızıl da yılların tecrübesiyle anlamıştı bu anı. Adamın aleti üzerinde şişen damarları gördükçe şımarıkça kıkırdıyor ve daha hızlı gidip geliyordu. Murat özlediği o pürüzsüz ten üzerinde gezdirirken parmaklarını, Gizem keyifle inliyordu. Ilık ten yer yer fazla sıkı kavranmaktan kızarmıştı. Kadın da intikamını dişleriyle almış olmalıydı ki Murat ne zaman olduğunu fark etmediği ısırık izleri bulacaktı daha sonradan bedeninde. Gizem kıpkırmızı olmuş dudaklarını Murat’ınkilere yaklaştırdı, adam tam öpecekken Kızıl istikametini değiştirip boynuna yöneldi. Ve dişleriyle Murat’ın boynunu kavrarken orgazm oldular... Đkisi de titriyor, kasılıyor ve inliyordu. Saniyeler şapka bindirilmiş gibi uzuyor, zevkin her anı doya doya yaşanıyordu. Gizem’in adamın terli boynuna gömdüğü yüzü mutluluk ve şehvetten uyuşmuş bir haldeyken aniden buruştu. Gözleri iri iri açıldı ve bu sefer zevk değil dehşet hâkimdi. Elleri istemsizce Murat’ın elleriyle buluştu korkuyla. Genç polis ters giden şeyin farkına vardı. Üzerinde kasılmakta olan Gizem Kızıl bir krize girmişti. Parmaklar birbirine kenetlendiğindeyse onu gördü. Bu, orgazm sonrası bir zihinde olamayacak kadar net bir görüntüydü. Boşlukta asılı bir parşömen Murat’a göz kırpmaktaydı adeta... Kâbusvari görüntü sonlanırken Gizem de kendisinden geçmişti. Murat
kadını
kollarına
alırken
gördüğüne
çalışıyordu. Gizem’e ne olmuştu birden öyle? Kadını uyandırmaya çalıştı; ama o uyanmadı...
48
anlam
vermeye
Selamet – Kubaş – Şahin
17 Mart 2010 – 11.12 Bir Toplantı Salonu
Bir Gün Önce “Bu çatı altında, Birim Sıfır’ın yararsız olduğu ve yeniden kurulduğundan bu yana hiçbir hatırı sayılır başarıya erişemediği iddia edildi. Böyle bir kuru iftiraya pabuç bırakacak değiliz. Faaliyetlerine başladığından beri bir-buçuk sene bile geçmeyen Birim Sıfır’ın, bu kadar kısa süre içinde ne gibi felaketleri önlediğini, kimleri kurtardığını birer birer anlatacağım. “Bildiğiniz gibi birimimiz, oğlum Ali Yıldırım’ın öldürülmesi sonucu, bu işin ardındaki bilinmeyenleri araştırmak üzere kuruldu. Ama tahmin ettiğimiz gibi, bu amaç haricinde de pek çok paranormal vakayı inceledik ve açığa kavuşturduk. “Kasım 2008’de, insanları oyun oynar gibi, yaşlı-genç demeden vahşice katleden Ahmet Turan adlı cani durduruldu. “2009’un başında, kurbanlarını yaşadığı yere çekip, onları sanal bir boyutta hapseden Hydra-Goid dediğimiz bir yaratık yok edilip, Barış adlı genç kurtarıldı. Birim Sıfır belki de binlerce yıllık bir kötülüğün kökünü kuruttu. “Nisan 2009’da, aşktan deli divane olan bir gencin yardımıyla bir aileyi büsbütün katleden bir cin yakalandı.
49
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“2009’un yaz aylarında, başıboş kalan ve hâlihazırda birkaç kişiyi katleden devasa bir hayvanın daha fazla insana zarar vermesi engellendi. Eylül’de, ‘Seb7a Katili’ denen ve uzun süre gündemi işgal eden seri katil yakalandı. Ekim ayında; bir minibüsün devrilmesine yol açıp, insanları deliliğe sürükleyen, bir sinema dolusu insanın ortadan kaybolmasına sebep olan ve daha pek çok karmaşaya yol açabilecek bir cisim yok edildi. Yine Ekim’de, bir aile babasının gözleri önünde karısı ve çocuğunu öldürüp o zavallı adamı doğaüstü bir yolla ele geçiren ‘Gölgelet’ kod adlı varlık durduruldu. “Kasım ayında, Doğu’daki kaybolan köylerin sırrı çözüldü ve bununla paralel olarak, genç kızları vahşice katleden bir katil yakalandı. 2009’un sonlarında, basit bir mesele yüzünden eski ortağının oğlu tarafından neredeyse öldürülecek olan Nedim adlı bir iş adamı kurtarıldı. “Kısacası: Onlarca kötülüğe karşı koyuldu; onlarca insan ölümden veya daha beterinden kurtarıldı. Şimdi hâlâ Birim’in yararsız olduğunu söylemeye cüret edebilecek kimse var mı aramızda? Güzel. Ben de öyle düşünmüştüm.”
***
JĐTEM ve MĐT görevlileri, polisler, sekreterler ve profesörler, birbirlerine veda ederek, Taylan’ın önemli görüşmeler için kullandığı bu odadan teker teker çıktılar. Taylan da onları dikkatle inceleyerek ve Birim’in geleceğiyle ilgili ne karar vereceklerini merak ederek bekledi. Uzun süredir Birim hakkında hiçbir şeye karışmayan bu adamların, birdenbire alarma
50
Selamet – Kubaş – Şahin
geçecekleri tutmuştu. Ama yaptığı konuşmanın yeterli etkiyi yarattığından emindi Taylan. Oda neredeyse boşaldığı için daha fazla beklemesine gerek yoktu. Tam çıkıyordu ki, eski bir dostun bir tebessüm eşliğinde onu süzdüğünü fark etti. Yetkililer arasında Taylan’la ciddi ve sıcak bir mazisi bulunan tek insan. JĐTEM yetkilisi Yaşar Kara. Birkaç uzun adımla yanına yaklaşıp, “N’aptın be Taylan,” dedi Yaşar. “O nasıl konuşmaydı? Değil kapatmak, Birim’in kılına bile dokunmazlar artık.” Taylan güldü. Yaşar’ın mübalağaları meşhurdu. “Söyledik bir şeyler be Yaşar,” dedi. “Üstelik yalnızca gerçekleri söyledik. Ee, aile vaziyetin, iş hayatın ne âlemde?” “Klişe tabirle, yuvarlanıp gidiyoruz,” dedi Yaşar. “Gerçi bu aralar gereğinden fazla yuvarlanıyoruz.” Elini cebine atıp, gümüş yaldızlı bir kutu çıkardı. “Bu gergin toplantı kötü biterse sana moral olsun, iyi biterse de gururunu pekiştirsin diye bir hediye getirdim.” Taylan dayanamadı, yine güldü. “Her duruma da hazırlıklıymışsın.” “Öyleyim tabii, ne sandın?” Taylan kutuyu inceleyip, “Sağ olasın,” dedi. “Çok makbule geçti.” Yaşar parmağını başına götürüp selam verdi. Beraberce odadan çıktılar.
51
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
18 Mart 2010 – 04.00 Yıldırım Holding
Şimdi
Dize asansörün sarı ışıkları altında aynadaki yansımasından kaçınmaya çalışıyordu. O anki haline gözleriyle tanık olma fikri delicesine korkutucu geliyordu. Ali’nin boş mezarını gördükten sonra eve dönmüş ve kendisine gelmeyi beklemişti. Aklına yapabilecek hiçbir şey gelmiyordu. Kimseyle konuşmak istemiyordu, ne Murat’la ne Ege’yle ne de kardeşi Mısra ile. Gece boyu gözleri telefona gidip gelmiş olsa da Taylan Bey’e öfkesini iş gününün ilk saatlerinde adamın yüzüne karşı kusacaktı. Kabullenemiyordu bir türlü. Sanki geçen saatlerden beri bir kâbusun içinde çalkalanıp durmaktaydı. Bu nasıl olurdu? Ardından ‘kusma’ işini neden sabaha bıraktığını sorguladı. Hemen, şimdi yapacaktı. Nasıl olsa Taylan Bey gece mece dinleyen bir tip değildi. Ona her an iş saatiydi. Çalışmasa bile odasında oturur ve derin düşüncelere dalardı. Ne düşündüğünü yalnızca Allah bilir. Tüm bunları düşünmek ona aynaya bakmayı unutturmuştu. Pantolonun paçaları, kahverengi gömleği, elleri, tırnakları, yüzü... Hepsi toz toprak içerisindeydi. Mezarlıktan böyle dönmüştü ve Taylan Bey’in karşısına da böyle çıkacaktı. Yine de gecenin bir vakti taksi şoförünün dış görünüşü
52
Selamet – Kubaş – Şahin
hakkında tek kelime etmemesi tahmin ettiği kadar kötü olmadığı fikrini uyandırmıştı onda. Ta ki arabadan inerken yeni yeni fark ettiği alkol kokusuna kadar... Adam kendisinde değildi ki! Taylan Bey’in ofisinin bulunduğu kata ulaştığında asansörden hışımla indi. Kendisini gören sekreter Şebnem –ki bu da Taylan Bey’in hâlâ çalıştığını gösteriyordu- gülümseyerek, “Đyi gec...” diye söze başladı. Ancak henüz cümlesini bitiremeden Dize kadının önünden şimşek gibi geçip gitmişti bile. Dize tam Taylan Bey’in kapısına elini uzattığında omzunda bir el hissetti. Öfkeyle arkasına döndüğünde Şebnem’i gördü. “Dize Hanım içeri böyle giremezsiniz, izin verirseniz haber vereyim Taylan Bey’e.” Kıpkırmızı kan çanağı gözler Şebnem’in gözlerine kilitlendi. “Bana bak kadın, şimdi içeri giriyorum. Sen de def olup gidiyorsun her nereye gideceksen.” Sözler öylesine kesin ve sertti ki, taş olsa direnemezdi. Şebnem yine de şansını denedi, “Ama...” Ve elbette yeterli olmadı. Dize içeri girmişti bile. Soluğu doğrudan gazete okumakta olan Taylan Bey’in masasında aldı. Taylan Bey bu koşuşturmacaya anlam verememiş, şaşkınca bakışlarla süzmekteydi Dize’yi. “Kızım... Bu ne hal?” Kadının üzerindeki tozu toprağı fark etmiş ve oturduğu yerden doğrularak gazeteyi masanın üzerine bırakmıştı. “Bana... Bana sakın bir daha ‘kızım’ diye hitap etme! Her şeyi biliyorum!”
53
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Bu sırada Şebnem odada bir kez daha belirdi. Kendisini biraz toplamış gibi görünüyordu; ama yüzü hâlâ solguncaydı. “Taylan Bey, ona girmemesini söyledim fakat beni dinlemedi...” “Önemli değil Şebnem, çıkabilirsin.” Kadın korku dolu gözlerini hızlıca kırpıştırdıktan sonra, bulunmaya çok da meraklı olmadığı odayı derhal terk etti. Yeniden yalnızlardı. “Lütfen önce otur, bir su iç ve sakin ol.” Dize yeni bir öfke köpüğünü saçmadan önce bir an duraksadı. Bütün gece hangi ağır laflarla Taylan Bey’i kırabileceğini düşünmüştü. Ancak şu an hiçbirisi aklında değildi. Gerçekten de oturmalı ve kendisini biraz olsun dizginlemeliydi. Yine de Taylan Bey’in ikram ettiği suyu reddetti. “Dinliyorum...” Sözü uzatmaya hiç gerek yoktu, “Her şeyi biliyorum... Ali’nin mezarı boş.” Taylan Bey anlayamamış gibi bir bakışla, “Sen ne diyorsun kızım?” “Size bana bir daha kızım dememenizi söylemiştim! Bir mail aldım... Ali’nin mezarının boş olduğuna dair. Gittim ve kontrol ettim, haklıymışlar... Onu SĐZ öldürttünüz, biliyorum. Her şeyin sorumlusu sizsiniz! Bütün bu iğrenç olaylar... Bu komplo... Hepsi sizin marifetiniz. Ve bizi de... Ve bizi de birer kukla gibi kullandınız. Öyle aşağılıksınız ki!” Dize ısınmaya başladığını fark ediyordu, devam etmek için ağzını açtı. Ancak Taylan Bey eliyle onu durdurdu, “Dediklerine kendin de inanıyor musun Dize? Ağzından çıkanları kulakların duyuyor mu?” “BEN GÖRDÜKLERĐME ĐNANIYORUM.”
54
Selamet – Kubaş – Şahin
Genç kadın iyice çığırından çıkmıştı, bütün odayı yerle yeksan etmek istiyor; karşısındaki herifin sağlam hiçbir organın kalmamasını düşlüyordu. “Kızım yapma...” Taylan Bey’in yüzü düşmüştü, düşünceli gibiydi. “Bu iş burada bitmeyecek.” Dize şimdi ayağa kalkmıştı, konuşmasına tükürükler eşliğinde devam ediyordu. “Birim Sıfır’dan ayrılıyorum. Bu pisliği tek başıma araştıracağım ve size bunun hesabını soracağım. Bu iş burada bitmedi Taylan Bey, bitmedi!” Yaşlı adamın yüzünde, Dize’nin ağzından çıkan her sözle değişen bir renk curcunası uçuştu. Taylan Bey uzun zamandan beri ilk defa söyleyecek bir şey bulamıyor gibiydi. Ağzını açtı, bir iki kelime söylemek istedi. Fakat bir fısıltı bile çıkmadı dudakları arasından. Sonrasında başını iki yana salladı, genzini kuvvetli bir öksürükle temizledi ve konuşmaya başladı: “Dur kızım... Her şeyi anlatacağım, ama önce bir yere gitmemiz gerekiyor.”
18 Mart 2010 – 04.13 Gizem Kızıl’ın Evi/Dördüncü Levent
Murat, Gizem’in kolay kolay ayılmayacağını, sorunun basit bir kendinden geçme olmadığını anladığında; önce kadını giydirip sonra kendi üzerine bir şeyler alarak arabaya indi. Siyah cipin arka kapısını araladıktan sonra Gizem’i kucağına alıp telaşla arabaya taşıdı. Kadını dikkatle
55
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
yerleştirdikten sonra ön koltuğa geçti, bir yandan da sinirle olmaması gereken anlarda gerçekleşen sıra dışı gelişmelere küfrediyordu. Bari şu gece güzel sonlansa ne olurdu yani? Motoru çalıştırdı ve gazı sonuna kadar kökledi. En yakındaki hastaneye gidiyordu.
***
Son saatlerini sönmüş ışıklar nedeniyle öfkeli geçiren Volkan, Murat’ın bir hışım evden çıktığını görünce arabasının içine sindi. Ardından Murat’ın içeri gidip kucağında Gizem ile geri dönmesini ilgiyle izledi. Genç polisin arabayı çalıştırıp gaza basmasının sadece kırk saniye sonrasında, Volkan da yola koyulmuştu. Takip sürüyordu.
***
Acı fren sesi dar sokağın caddeyle kesişme noktasında bir bomba gibi patladı. Sanki dünyanın en kutsal bakiresinin kızlık zarı bozulmakta ve kadın öfke – zevk karışımı hislerini ses telleriyle kusmaktaydı. Dar sokaktaki araç, caddedeki araca yalnızca birkaç santim mesafe kala durabilmişti. Şimdiyse gecede çıt yoktu. Đki taraf da bir hareket bekliyor gibiydi. Đlk hareket dar sokaktaki aracın şoföründen geldi. Murat elinde tabancası, temkinle kapıyı aralarken diğer arabadan da Taylan Bey iniyordu. Murat’ı gören Dize de arabadan fırlamıştı şimdi.
56
Selamet – Kubaş – Şahin
Genç polis sessiz bir rahatlama homurtusu saldı atmosfere. Yine de aklı arka koltukta baygın yatan Gizem’deydi. Kadını hızlı bir şekilde hastaneye ulaştırmak için ara sokaklara dalmış ve bir anda kendisini Taylan Bey’in cipiyle çarpışma tehlikesi atlatırken buluyordu. “Burada ne arıyorsunuz yahu?” Murat bunları derken diğer yandan da kelimenin tam anlamıyla berbat haldeki Dize’nin farkına varıyordu. “Sana ne oldu Dize?” “Biz de seni almaya geliyorduk Murat. Sabret, anlatacağım her şeyi. Haydi atla şimdi arabaya.” “Bakın... Gelemem çünkü Gizem... Biz onunla yankı keşfetme seansı yapıyorduk ve birden kendisinden geçti, onu hastaneye götürmem lazım! Dize sen iyi misin?” Murat’ın sesine gözle görülür bir tedirginlik hâkimdi. Bazı şeyleri atlamak zorunda olduğunun farkındaydı, üstelik ortamda Dize’nin bulunması onu daha da rahatsız ediyordu. Yine de Gizem şu an her şeyden önemliydi, belki de hayati bir tehlikesi vardı ve şu anki zaman kaybı her şeyin sonu olacaktı... Bu ürkütücü düşünceyle arabasına doğru çekilen Murat’ı Taylan Bey durdurdu. “Gideceğimiz yerde her şey var. Gizem’i al da gidelim artık.” Genç adam bir kez daha kafasında tarttı her şeyi. Olağanüstü durumlara karşı daha bilinçli olan Taylan Bey’in önereceği tıbbi müdahale, muhtemelen şu saatte gidilecek bir Acil’den daha yararlı olacaktı. Başıyla onaylayıp Gizem’i almak için arabanın arka kapısına yöneldi. Dize’nin sessizliğindeki tehlikeyi, Murat o an fark edememişti. Oysa biraz edebiyattan zevk alan herkes, dizelerin sessiz kalmasının nasıl bir
57
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
tehlikeye gebe olduğunu iyi bilirdi. Belki de genç polis, o gece alınabilecek bütün zevkleri tattığı için es geçmişti bu fikri; belki de sadece dalgınlığına gelmişti. Ama es geçmişti sonuçta.
18 Mart 2010 – 09.02 Bursa Yollarında
Saatler süren araba yolculukları, sevdiğiniz insanlarla yapılıyorsa son derece keyifli olabilir. Ancak o gün Taylan Bey’in cipindeki atmosfere keyif tohumları dışında her şey ekiliydi. Dize gördüklerini bir çırpıda anlatmıştı Murat’a. Genç adam da inanamaz bir şekilde dinlemiş ve işin aslının ne olduğunu sormuştu Taylan Bey’e. Sıfır’ın patronu olaya net bir açıklama getirmek yerine yalnızca beklemelerini öğütlemişti. Murat adamın ağzından laf alamayacağını anladığında, sus pus olanlar kervanına katılmaktan başka çare bulamamıştı. Şimdi ilk önceliği Gizem’di. Hem Dize’nin yanılıyor olma ihtimali de vardı, Taylan Bey beklemelerini söylemişti... Dize’nin yalan söylediğini düşünmüyordu, tıpkı anlattığı gibi Ali’nin mezarı boş olabilirdi. Ama bununla paralel olarak olayın mantıklı bir izahı da olmalıydı. Söz konusu kişi Taylan Bey’di sonuçta. Cip Bursa’nın dış semtlerinden birisinde, epey bir yol kat ettikten sonra durdu. Murat Dize’nin elini şefkatlice sıktı. Kadının yaşadığı iç buhranı görebiliyordu.
58
Selamet – Kubaş – Şahin
Taylan Bey’in ardından araçtan indiler. Murat Gizem’i bir kez daha kucaklarken endişesinin had safhaya tırmandığını seziyordu. Belki de geç kalmışlardı... Önlerindeki yapıyı fark ettiğinde, yine de ürpermekten kendisini alamadı. Dize’nin de aynı hal içerisinde olduğunu görüyordu. Son derece geniş bir arazinin üzerine kurulmuş olan bina yıllardır kullanılmıyor gibiydi. Etrafı dikenli tellerle çevriliydi. Hiçbir yorum yapmadan kapıya yönelen Taylan Bey önce parmaklarını bir yere dayadı, sonra anlaşılmaz birkaç kelime fısıldadı. Ardından da kapının kenarında duran makineye tek gözünü dayayarak birkaç saniye bekledi. Dışarıdan hayli komik duruyordu, ama sonuçta bir ‘klik’ sesi duyuldu ve Taylan Bey demir kapıyı iterek açtı. Birim Sıfır elemanlarına dönerek, “Burası,” dedi. “yalnızca Ali ile benim kullandığımız gizli laboratuar. Elinizi çabuk tutun da Gizem’i bir an önce iyi edelim.” Đçeri girdi, Birim Sıfır peşindeydi.
18 Mart 2010 – 09.32 YerYıldızı Laboratuarı Laboratuar beş köşeli yıldız şeklinde dizayn edilmişti. Ana girişi, yıldızın göbeğine inen bir asansör olmakla beraber köşelerde de acil durumlar için kullanılan iki çıkış bulunmaktaydı. Göbeğe inen asansör, ahşap ve eski bir kulübe süsü verilmiş evin bodrum katındaydı. Bu kulübe şehirlerarası yolun yakınında olmasına rağmen o güne kadar hiç şüphe çekmemiş, yanından gelip geçenler tarafından dikkate alınmamıştı.
59
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Yeraltındaki laboratuarın kapladığı alan oldukça büyük olmakla beraber inşa çalışmaları, bölgedeki doğal mağaralar sayesinde kolaylıkla ve kısa sürede bitirilmişti. Zaten yıldızın bir ucu binlerce yıl önce yaşanmış bir toprak kaymasıyla oluşmuş derince bir uçuruma açılıyordu. Bilim adamları bazı deneyler için bu minik kanyonu kullanıyorlardı. Laboratuarın göbeğine inildiğinde ziyaretçilerin karşısına yıldızın beş ucuna yönelen beş koridor çıkıyordu. Çalışanların hepsi nereye gideceğini ezbere bildiğinden herhangi bir tabela veya yön gösterici yoktu. Koridorlar beş kişinin rahat rahat yan yana geçebileceği genişlikte ve üç buçuk metre yüksekliğindeydi. Kesinlikle klostrofobik bir duygu yaratmıyordu. Duvarlar şampanya rengiydi ve her beş metrede bir çerçevelenmiş bir tablo asılmıştı. Koridorlar boyunca aralıklarla konulmuş minik sehpalar ve sehpaların üzerindeki vazolar, ortamın soğuk ve sıkıcı olmasına karşı bir panzehir gibiydi. Tavandaki aydınlatmalar fotoselle çalışıyordu ve kimse geçmese bile hafif bir aydınlatma her daim mevcuttu. Yerler sağlam ve şık bir mermer türüyle kaplanmıştı. Tüm laboratuar boyunca hiçbir merdiven veya çıkıntı olmadan tamamen aynı seviyede ve düz olarak devam ediyordu. Tekerlekli sandalyeye mahkûm bir insan bu ortamda rahatlıkla hareket edebilir, en ufak bir zorluk çekmezdi. Kaldı ki çalışanlar arasındaki iki engelli bilim adamı için paha biçilemez bir olanaktı bu. Gelelim yıldızın her bir kolunda neler olduğuna. Tam güneye yani uçuruma bakan kol, erzak deposu olarak kullanılıyordu. Çalışanların sık sık dışarı çıkmaları yasak olduğundan (hatta mecbur kalmadıkça yıllarca çıkmayanlar vardı) yiyecek, giyecek, günlük ihtiyaçlar vs. laboratuarın içinde
60
Selamet – Kubaş – Şahin
sağlanıyordu. Bu depo bölümünde de çeşitli konserve yiyecekler, temizlik ürünleri, giysiler, o an için gerekli olmayan deney malzemeleri vs. mevcuttu. Yıldızın güney batıya bakan kolunda çalışanların yatak odaları, yemekhane, banyolar ve her türlü otel konforunu sağlayan odalar vardı. Bir poker salonu, masatenisi, bilardo gibi oyunların oynanabildiği bir oda, geniş bir havuz bu bölüme dâhil edilmişti. Güney doğu kolunda ise deneylere tabii tutulan onlarca çeşit hayvan, yıllar süren çalışmalarla ele geçirilmiş olağanüstü yaratıklar veya nesneler, bu hayvan veya yaratıkların hayatta kalmaları için gerekli gıdalar tutuluyordu. Özellikle parapsikolojik araştırmalar için pek çok maymun türü bulunmaktaydı. Laboratuarın kuzeye bakan uçları, asıl hareketin olduğu yerlerdi. Doğu
tarafta
zihinsel,
parapsikolojik,
genelde
beyinsel
işlemlerin
gerçekleştirildiği birçok minik laboratuar vardı. Bilim adamları ya kendi üzerlerinde çalışıyor, ya da diğer hayvanların veya yaratıkların zihinsel özelliklerini inceliyorlardı. Telepati, telekinezi, duru görü, astral seyahat, teleportasyon gibi yeteneklerin açığa çıkarılması üzerine ve Amerikalıların yıllar önce gerçekleştirmeye çalıştığı zihin kontrol yöntemleri üzerine çalışmalar yapılıyordu. Batı kolu ise bir nevi fizik laboratuarıydı. Daha doğrusu metafizik laboratuarı… Bilim camiasında elde edilen son fizik buluşlarıyla doğaüstü olaylara çözümler bulunmaya çalışılıyor, ama özellikle var oldukları düşünülen diğer boyutlara ilişkin araştırmalar yapılıyordu. Bu araştırmanın en önemli kısmı bu boyutlar arası madde veya enerji transferiydi ama
61
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
henüz bu konuda yeterince yol kat edilebilmiş değildi. Diğer boyutların gözlenebilmesi için bir transfer şarttı. Ve var oluşumuzla ilgili, hayatla ilgili, belki de evrenle ilgili bazı sırlara ulaşmak için diğer boyutları gözlemlemek gerekiyordu. Laboratuar genelindeki tüm odalar geniş ve rahat olmakla beraber, kullanılan tüm araç gereçler belli bir düzendeydi. En ufak bir kayıp veya arıza durumu birkaç dakika içinde belirlenebiliyordu. Tüm odalara girişler kayıt altına alınıyordu. O güne kadar hiçbir güvenlik ihlali yaşanmamış olmasına rağmen kapılarda parmak izi ve göz taramaları aksaksız yapılıyor, bazı hizmetlilerin girmemesi gereken yerler de bu sayede güvende tutuluyordu. Bunların yanında yıldızın göbek kısmındaki koridorların arasında bulunan beş odadan biri güvenlik odası olarak
anılıyor,
her
odayı
gözetleyen
kamera
görüntüleri
buraya
aktarılıyordu. Bu beş odadan bir diğeri genel koordinatörün, biri metafizik araştırmalar bölümü koordinatörünün, biri de parapsikolojik fenomenler bölümü koordinatörünün odasıydı. Kalan tek oda ise revir olarak ayrılmış, gerekli olabilecek tüm tıbbi cihazlarla beraber beş yataklı oldukça konforlu bir hastane ortamı yaratılmıştı. Laboratuarın bu ana kat dışında bir de alt katı vardı. Alttan ısıtmalı sistemle ısıtılan laboratuarın kazan bölümü buradaydı, ayrıca acil durumlarda sığınak olarak kullanılabilecek elli kişi kapasiteli devasa bir salon bulunuyordu. Bu salon bir deprem veya nükleer savaş durumunda dahi ayakta kalabilecek şekilde inşa edilmişti ve Türkiye’deki sayılı örneklerinden biriydi.
62
Selamet – Kubaş – Şahin
18 Mart 2010 – 10.12 YerYıldızı’nın Hemen Dışı
“Ne diyorsun, aşabilecek miyiz?” Kızıl cüppeli, rüzgârın savurduğu eteklerini yarı saydam elleriyle topladıktan sonra, “Neyden bahsediyorsun Volkan?” Dikenli teller cüppeliyi Volkan kadar ürkütmemişti anlaşılan, ne de olsa o bir hayaletti. “Burasının güvenlik önlemlerini metheden sen değil miydin patron?” Volkan bir kolunu arabasına dayamış, on metre kadar uzağındaki tel örgülere bakıyordu. Güneş kızıl bir elma gibi yükselmeye başlamış, şahane bir manzara sunuyordu izleyenlerine. “Evet, bendim. Lâkin unuttuğun bir şey var, o da şu anda Birim Sıfır’ın eski ortaklarının birisiyle olduğun. YerYıldızı benim için yeni bir ortam değil, zor olmayacak. Planımız hâlâ geçerli.” “Buna sevindim, dikenli teller ve güvenlik önlemleri... Bunlar çok aşağılıkça şeyler yahu! Yine de olmam gereken yerde nasıl olacağımı anlamadım.” Sermet Altınok, cüppesinin kapüşonunu indirdi. Ölü olmasına rağmen zeytin yeşili gözleri alev gibi parlıyordu. Ya da belki sadece hayaletlere has bir parlaklıktı bu, çünkü hiç ölümlü kokmuyordu bakışları. Siyah saçları ölmeden önceki uzunluktaydı, gözlerinin önüne düşüyordu. Sert, yaşını göstermeyen yüzünde alaycı bir gülümseme oluştu. “Tam olarak...” Dolgun parmaklar Volkan’ın sıkı kolunu kavradı, “böyle.”
63
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Ve kademeli bir saydamlaşma aldı başını gitti. Sermet anında silinirken, Volkan sanki sert bir silgiyle madde düzleminden kazınmaya çalışılıyor gibi görünüyordu. Gözleri şaşkınlıkla büyürken, nefes alamadığını hissettiğinde bu şaşkınlık dudaklarında kıskanılacak bir kıvrıma neden oldu. Volkan sırıtıyordu. Belki de doğa bu ender görünen manzaranın tadına varabilmek için, en son o sırıtışı sildi havanın üzerinden. Silgi tozu yerine yere birkaç tel saç döküldü ve rüzgâr haşarı bir öğrenci gibi dağıttı tüm tozları. Şimdi orada kimse bulunmuyordu.
64
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM GİZLİ ÖZNE
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
18 Mart 2010 – 10.20 YerYıldızı
YerYıldızı’nın iki doktoru da Gizem’in başında yerini almıştı. Laboratuara giren Sıfır ekibi telaşla revire yönlenmiş, onca bilim adamının, güvenlik görevlisinin ve hizmetçinin şaşkın gözleriyle birlikte Gizem için seferber olmuşlardı. Taylan Bey durumu oradaki en üst düzey kişilere açıklamış, Birim Sıfır’ın bir süre konukları olacağını bildirmişti. Her gün aynı insanları görmekten sıkılan laboratuar ahalisi bu durumu memnuniyetle karşılamıştı. Şimdi bekleme zamanıydı, Taylan Bey Türkiye’nin en iyi iki doktorunun şu anda Gizem ile ilgilendiği hakkında Murat’a güvence verdikten sonra nihayet doktorları hastalarıyla yalnız bırakabilmişlerdi. “Bu... Bu inanılmaz bir şey,” diyordu Dize, Taylan Bey’e olan öfkesini kısa süreliğine unutmuş gibi. “Yani şimdi bu laboratuar başka boyutlarla ilişki kurabilmek için mi var?” diye sordu Murat, dudakları ince bir çizgi halini almıştı. Ne düşüneceğini bilemediği açıkça gözükmekteydi. “O ve ondan başka pek çok şey için.” Taylan Bey hâlâ huzursuz bir duruş sergiliyordu. Gözleri ikide bir Dize’ye gidiyor, sanki söylemek istediği bir şey varmış da söyleyemiyormuş gibi davranıyordu. Genç kadın da durumun farkına varmış, soran gözlerini içinde yeniden doğmakta olan öfkeyle harmanlayarak adama yöneltmişti.
66
Selamet – Kubaş – Şahin
Zamanında bir baba yerine koyduğu, ancak sonrasındaki yılansı yalanları nedeniyle şimdi çıplak elleriyle öldürebileceği adama. “Kızım... Sana şimdi söyleyeceğim şey, inanması çok güç ve...” Ve
adam
sözünü
tamamlayamadı.
Çünkü
Dize’nin
bakışları
yürümekte oldukları koridorun sonunda gördüğü birisiyle buluşmuş ve dudakları devasa bir çığlık göndermişti şampanya rengi duvarlara. Murat ve Taylan aynı anda koridorun sonuna baktılar. “... Zor olan bir şey. Đşte tam karşında!”
***
Elindeki
çakısı,
parmaklarının
arasındaki
serumun
kablosuna
dayandığında hissetmişti şakağındaki baskıyı. Oysa ne güzel gelişmişti olaylar o ana kadar. Patronu Sermet, Volkan’a hayatında yaşamadığı bir tecrübe yaşatmış ve YerYıldızı’ndaki tüm güvenlik önemlerine rağmen adamı içeri ışınlamıştı. Hayalet olmak böyle bir şeydi işte. Önce silinmiş, sonra yeniden var olmuşlardı. Ardından Sermet Volkan’ı göreviyle yalnız bırakmıştı. Đşi bittiğinde geri dönüp alacaktı. Volkan da şimdi o iş üzerindeydi. En azından şakaklarındaki baskıya kadar. Đçine düştüğü komik durum yetmezmiş gibi bir de o sesi duymuştu, “Yerinde olsam bunu yapmazdım.” Ve silahın horozu kaldırılmıştı. “Sakin olmaya ne dersin şampiyon?” derken ellerini havaya kaldırıyordu Volkan.
67
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Elindekini atmaya ne dersin?” Adam bir gözüyle hasta yatağında yatmakta olan güzel kadına baktı. Bu serumu kesmek muhtemelen güzelin sonu olurdu. Aynı anda şakağını ve beynini dağıtıp geçecek mermiyi de görebiliyordu. Sahne çok net canlanmıştı gözleri önünde. Çakıyı attı. Silahı dayayan adam yerdeki aleti sert bir tekmeyle yatağın altına gönderdi. “Şimdi gelelim seninle ne yapacağımıza...” Ege Kandemir takibinin sonucunun olumlu olmasından dolayı mutluydu. “Düş önüme.”
***
Dize
gözlerini
açarken
gördüğü
karabasanın
anlamsızlığını
düşünüyordu. Taylan Bey ve Murat ile bir laboratuardaydılar. Taylan onlara bir şey açıklayacağından bahsediyordu ve tam bu sırada Ali’yi görüyorlardı. Sonrası biraz bulanıktı, o yüzü gördükten hemen sonra uyanmış olmalıydı. “Sanırım uyandı.” Ses Murat’a aitti. Nerede uyuya kalmıştı yine? Dize en son neler karıştırdıklarını düşündü. Yeni bir dava mıydı? “Dize...”
68
Selamet – Kubaş – Şahin
Bu işte bir gariplik vardı. Dize Demirsoy’un ileri derecede seçici algıları bir şeylerin hatalı olduğundan dem vuruyordu. Çünkü az önce kendi adını söyleyen kişinin sesi ilginç bir şekilde tanıdık geliyordu. Kimdi o? Dilinin ucundaydı... Bu vurgu, bu tonlama... “Đyi misin?” Đşte yine konuşmuştu. Hatırlamak istenildiği halde hatırlayamamanın verdiği sinir hâkimdi bedenine. Belki de unutmak için onca çaba gösterdiği için, şimdi içindeki o şey uyanmakta bu kadar güçlük çekiyordu. O şeyi kabul etmesi aylar sürmüştü. Dalga mı geçiyorlardı? Görüş alanına bir yüz girdi. Varlığı kabul edilemeyecek bir yüz... Dize irkilerek doğruldu, “SEN!” Gördüğü kişi Ali Yıldırım’dı. Bir rüya değil, somut gerçeği yaşıyorlardı. Adam kendisini endişeli gözlerle süzmekteydi. Kadın ne yapacağını bilemez vaziyette doğruldu, dik durmaya çalışıyordu. Hemen yanına sokulan ve kendisine destek veren Murat’ı görmemişti bile... Ali Yıldırım yaşıyor muydu? Sevgilisi yaşıyor muydu? Bu boş mezardan daha koyucu bir şey olmuştu, gerçekti. Var, yoktan kuvvetliydi. Ali Yıldırım kanlı ve canlı bir şekilde karşısında dikilmekteydi. Hatta konuşuyordu bile! “Babamın bahsettiği şu sırdaki gizli özne benim Dize. Sana büyük bir açıklama borçluyum, lütfen izin ver.” Anılarına gömdüğü sesi bile aynı tınıdaydı. Şimdi içinde bazı şeyler bir bir uyanmaya başlamıştı. Kabarıp fışkıran, coşan, taşan nehirler ruhunu ıslatıyordu. Ali yaşıyordu... Ali yaşıyordu...
69
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Dudaklarından tek bir kelime çıkabildi: “Nasıl...” “Hepsini anlatacağım. Ama önce... Seni çok özledim Dize.”
70
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM PERDE ARKASI
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
15 Ekim 2008 – 22.00 Taylan Yıldırım’ın Evi
Aslına bakılırsa eve giden yolda her şey eskisi gibiydi: Kaldırımlar ve o kaldırımları büyük bir süratle çiğneyen insan kalabalığı, otomobiller ve o otomobilleri bir hışım kullanan yüzlerce sürücü. Dört bir yana sinen duygu fırtınaları: Öfke, neşe, nefret, aşk, kıskançlık, ihanet, heves ve yollarda en yaygın olanı: Sabırsızlık. Ne var ki her şeyin eskisi gibi olması Taylan Yıldırım için bir teselli değildi. Dize’den o sözleri duyduğundan beridir, (“Tekirdağ’da düşmüş o uçak. Đsviçre uçağı… 217 sefer sayılı…”) dünyaya gölgeli bir perdenin ardından bakıyordu. Güzelliklerin gizlediği çirkinlikleri seçiyordu gözleri: Başka hiçbir şeyi değil. Biricik oğlu öldüyse, doğduğunda ona dakikalarca gözyaşı döktüren, ilk sözcükleriyle onu dünyanın en mutlu insanı yapan, kendisini ve hayatı tanımasını sağlayan biricik varlığı, yegâne mutluluk kaynağı öldüyse, Ali öldüyse… Hiçbir şey güzel olamazdı. Hiç kimse mutlu olamazdı. Öyle olsalar bile onun gözleri tam aksini yansıtacaktı zihnine. Dört yol ağzını geçip de ilk sola saptığında arabayı yavaşlattı ve boş bulduğu ilk yere park etti. Evine ulaşmıştı. Turkuaz renkteki duvarlara, oval pencerelere, beyaz dış kapıya bir göz attı. Huzur bulamadı. Biraz yalnız kalmaya ihtiyacı vardı ama yalnızlık bile acısına mani, yüreğinde açılan yaralara derman olamazdı.
72
Selamet – Kubaş – Şahin
Tir tir titreyen elleriyle anahtarı düşürmemeyi zorlukla başararak kilidi açtı, eve adım attı. Buğulu gözlerle evi taradıktan sonra, ayakları onu oğlunun odasına yönlendirdi. Đçeri girmeden evvel derin bir nefes aldı: odayı Ali’siz
görmeye alışmıştı ama o
yatakta Ali’nin bir daha
yatamayacağını bilmek, rafları süsleyen kitapları karıştıramayacağını, o bilgisayara gömülüp saatlerce çalışamayacağını bilmek… Daha odaya girmeden, her şey gözünde canlanmıştı. Ama tokmağı çevirip de kapıyı açtığında ve içeriye kaçamak bir bakış attığında, aslında gözünde hiçbir şey canlanmadığını anladı. Yatak doluydu. Oğlu Ali Yıldırım kat kat yorgana ‘bulanmış’ halde, mışıl mışıl uyuyordu. Göğsü kalkıp inmekte, ağzı hafifçe kıpırdamaktaydı. Kısacası, her şeyin alt üst olması gerekirken, her şey yolundaydı. “Şükürler olsun,” diye fısıldadı Taylan. “Bu mucizeyi bana bahşettiğin için şükürler olsun Tanrım.”
15 Ekim 2008 - 12.25 THY Đsviçre Uçağı
Ali sarsıntıyı ilk hissettiğinde uykuya yeni dalmıştı. Miskinlik tozlarını yüzünden atması bu nedenle biraz güç oldu. Đlk sarsıntı geçtiğinde, bunu sıradan bir hava boşluğuna bağlayarak çoğu kimse gibi yeniden kapadı gözlerini. Günlerdir bir damla uykuya muhtaçtı ve bilim adamları için yolculuklar en verimli uyku saatleriydi.
73
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Ancak daha gözlerini kapayalı yarım saniye olmadan uçak yeniden sallandı. Ve yeniden. Hostesler yolcuları kemerlerini bağlamaları için ikaz ediyordu. Ali zaten bağlı olan kemerini yeniden kontrol etti; tedbirliydi. Uyku tozları üzerinden tamamen dökülmüştü, telaşla etrafına bakınan kalabalığa katıldı. Uçak daha da şiddetli sallanırken, uçağın burnu da ağır ağır yere doğru yönelmeye başlamıştı. Ali Yıldırım korkunç bir gerçeğin farkına varmaktaydı: Düşüyorlardı. Oksijen maskeleri yerlerinden inerken uçağa tam bir kaos hâkim olmaya başlamıştı. En ufak bir titreşimde çığlığı koparan tayfa, şimdi gıklarını bile çıkartamıyorlardı korkularından. Ali de maskesini takıp beklemeye başladı. Şimdi ölürse ne kadar yazık olacağını düşünüyordu. Pencereden dışarı bakan Ali, yer kürenin gittikçe büyüdüğünü fark ederek istemsizce yutkundu. Sonu böyle mi olacaktı? Altlarındaki ayçiçeği tarlalarına baktı. Ayçiçeklerini severdi; ama aralarında ölebilecek kadar değil. Uçak gittikçe hızlanıyor, çantalar yerlerinden düşüyor, kapaklar açılıyor ve korku dört bir yana çarparak bu ana güzel bir meze oluyordu. Ali’nin oturduğu taraftaki kanat büyük bir gürültüyle yerinden ayrılırken, uçak şimdi o tarafa doğru eğilmeye başlamıştı. Saniyeler sonraysa yüksek hıza dayanamayarak diğer kanatın da koptuğuna şahit olmuştu; hâlâ aklına mukayyet olabilen yolcular. Yeryüzüne sayılı metreler kala, Ali yanında oturan yolcunun şaşkınlıkla kendisine baktığını fark etti.
74
Selamet – Kubaş – Şahin
Ertesinde aynı şaşkınlığı kendisi de paylaşıyordu. Çünkü bedeninde tuhaf bir ışıma baş göstermişti. Ayrıca oksijen maskesinden soluduğu havanın kokusu da bir garip geliyordu artık. Sanki soluduğu havaya bir şeyler sızmıştı. Maskeyi çekip atmak istedi. Kulaklarının
içinde
bir
şeylerin
patlamak
üzere
olduğunu
hissediyordu, oysa tek isteği maskeyi çıkartabilmekti. Aleti tutmaya çalıştı, ancak parmaklarında güçten eser yoktu. Kolları iki yana düştü. Gözlerinin önünde siyah noktalar uçuşmaktaydı. Đstemsizce bir nefes daha aldı. Uçak iki saniye sonra yerle buluşmuştu. Ali’yse bundan bir saniye önce yatağındaydı.
14 Ekim 2008 – 00.20 Bilinmeyen Yerde, Bir Garaj
Ay yoktu, ama gökte yıldızlar ışıl ışıl kıpırdaşmaktaydılar. Hayır, göz kırpmıyorlardı. O kadar sıradan bir gece değildi. Serin bir rüzgâr vardı, iç gıcıklatan bir sesle çılgın bir melodi tutturmuştu. Evin garajı, az sonra yaşanacaklara hazırdı. O garaj bunun için inşa edilmişti. Garajın sürgülü girişini iterek, içeri yıldızların ışığını salan adam çok da aydınlık bir kimse değildi. Kapı ardına dek açıldığında, adam dikkatli gözlerle sokağın iki yanını da ağır ağır süzdü. Asayiş berkemaldı. “Özgürlük,” dedi garajın gölgelerinde saklı duran. “Özgürlük de ölüme ait olacak kadar düşmüş müydü?”
75
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Bu sizin isteğinizdi efendim,” diye yanıtladı adam. “Dünya bu kadar düşmüşken, hayalet olmanın keyfine nasıl varır insan?” Adam şimdi gölgelerin arasından çıkmıştı. Esaslı bir hayaletti. Yarı saydam. Yaşarken buğday rengi olan teni soluk, koyu gür saçları silikti. Sanki adamın bir ayağı öte taraftaydı ve ruh, ancak bu kadarını gözlerin perdesine serebiliyordu. “Birim
Sıfır
yok
olup
dünya
kurtulduğunda,
keyfin
dibine
vuracaksınız efendim.” Hayalet bir an düşündü. Yanıtı gecikmedi: “Daha ne kadar dibe vuracağız?” “Yükselene kadar efendim.” Garajın kapısını açan adam, efendisinin ergenvari triplerine elinden geldiğince sabırlı cevaplar veriyordu. Ses tonuna mağrur bir eda yerleştirmişti; bunda da başarılıydı. “Sıfır düşecek, Tabiat Muhafızları bunun için var.” “Güzel konuştun Volkan… Bunu zaman gösterecek, şimdi yapmamız gerekeni yapalım da… Onu özgür bırak.” Volkan başıyla onayladıktan sonra garajın içine girdi. Hayaletin bir adım arkasındaki kafesi, gölgelerin arasından çıkartırken ister istemez titriyordu. Bir insanın rahatlıkla sığabileceği yükseklikteydi kafes. Đçindeki de bir insan boyutundaydı zaten. Ancak insan ile tüm bağlantısı, boyutundaydı. Simsiyah bir gölgeden ibaret gibiydi, yine de maddeleşmiş bir canlıydı. Kor parçası gibi parlayan
76
Selamet – Kubaş – Şahin
kızıl gözlerinden başka, hâkim olan tek renk siyahtı. Bedeni orantısızlıklar abidesiydi. Uzun parmaklar küçük bir elde bitiyordu mesela. O parmaklar kafesin demirlerini kavradı. Volkan kafesin kapısını araladı ve hayalet sözünü söyledi: “Ali Yıldırım ölecek.” “Ve uçaktaki diğer yüzlerce yolcu,” diye tamamladı içinden Volkan. Umursadığından değildi gerçi. Neden umursasındı ki? Burada planları Sermet Altınok yapardı. Yaratık tasvir edildiği kelimelere uygun bir şekilde, gölge gibi kayarak uzaklaştı kafesten. Garajdan çıkmadan önce, kırmızı gözleri Volkan’ın üzerinde gezindi; hoşnutsuz gibiydi. Efendisine sadık bir mahlûkattı kendisi. Bir şey tespit edemeyince sokağın gölgelerine karışıp gitti. Doğru zamanda, doğru yerde olmak üzere. Doğru insanları öldürmeyi severdi.
14 Ekim 2008 – 00.40 Başka Bir Bilinmeyen Yer
Volkan aceleci bir şekilde yürüyordu, gece sonlanmadan yapması gereken birkaç şey daha kalmıştı. Sonrasında kendisine biraz zaman ayırabilecekti. Belki de tarihin en eski sanatını icra eden dostlarından birkaçıyla vakit geçirirdi.
77
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Artık şehrin iyice dış mahallelerine ulaşmıştı. Bunun verdiği rahatlıkla, neşesiz bir ıslık tutturdu. Neşeye lüzum yoktu. Henüz yoktu. Dakikalar sonra, bu geceki son adresine vardığında derin bir nefes verdi. Eğildi. Hangarın kapağını tıklattı. Yıldızlar boş yolun kenarındaki Volkan’ı cömertçe aydınlatıyordu; ancak aynı şey hangarın kapağı için söylenemezdi. Kamuflaj çok başarılıydı. Ses yoktu. Volkan gözlerini devirdi. Formaliten batsın, diye düşündü. Fakat formaliteyi yerine getirmekten de çekinmedi. Kot pantolonunun arka cebine uzandı ve çakısı çıkarttı. Đnadına orta parmağını kapıya yaklaştırdı ve tek bir hamleyle derin bir kesik açtı. Kan, hangarın kapısına temas etmeye başladığında derinlerde tatminkâr bir gülüş duyuldu. Sicim gibi akan kızıllık, kapağın kenarlarından içeri süzülmeye başlamıştı. Volkan bir kez daha -sağlam eliyle- kapağı yumrukladı. Kapak aralandı ve aşağı doğru inen merdiven gözler önüne serildi. Adam başını iki yana salladıktan sonra, cebinden çıkardığı mendile parmağını sardı ve içeri adımını attı. “Ben de seni bekliyordum.” Hangarın içinde pek fazla şey yoktu. Bir bodrum katı dairesini andırıyordu biraz. Tek bir odadan oluşuyordu, tuvalet bir bölmeyle ayrılmıştı. Odanın kenarında bir ranza, yerde süklüm püklüm bir kilim ve duvarda küçük bir dolap dışında hiçbir şey yoktu içeride. En azından Volkan ilk gözleminde öyle sanmıştı. Ranzada oturan adamın omzunun arkasında, siyah-beyaz bir kedi miskince kuyruğunu
78
Selamet – Kubaş – Şahin
sallıyordu. Karşısındakinin, dost edinmekte hiçbir güçlük çekmeyeceğini biliyordu. Bir hayvanlar eksikti zaten… Adam, Volkan’ın bakışlarının kedide asılı kaldığını anlayınca, “Hayvanları severim,” dedi. “Anlatacaklarım var,” diye yanıtladı Volkan. Bir an önce gidebilseydi keşke… Odanın diğer bölmesindeki helâdan şıp şıp sesleri eşliğinde damlayan bir musluk sesi atmosferi tamamlıyordu. “Tamirattan hiç anlamıyorum. Biliyor musun, benim işim daha çok komplolarla sanırım. Düzeltmekten değil, bozmaktan anlıyorum…” Ranzadaki
adam
Volkan’ı
inadına
takmıyor
gibiydi.
Volkan
sinirlenmek istiyor; ancak beceremiyordu. Adamın gri gözlerine baktı, kararlı bir ifadeydi bu. Ve sadece bir an sürdü. Kararlılık çatır çatır kırıldı, parçaları şıp şıp odanın dört bir yanına dağıldı. Volkan dizlerinin üzerindeydi, ne olmuştu ona öyle? “Anlat bakalım.” Görünen o ki sorgulamanın sırası değildi. Ve Volkan anlatmaya başladı. Yaratığın serbest kaldığından, Ali Yıldırım’ın bineceği uçağın ne zaman nerede düşeceğine dair her türlü bilgiyi kustu ağzından. Son damlalarını da döktükten sonra, ranzadaki adam musluğu iyice sıktı ve Volkan sustu. “Çok güzel… Çok güzel… Ali Yıldırım ölmeyecek,” dedi.
79
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Volkan sadece onayladı, aklı Pollyanna gibiydi. Ret cevabı en büyük günahtı. Ranzadaki adam, seviş benimle, dese yapardı. Ancak ranzadan bir öksürme sesi geldi, sanki tüm karizması yerle bir olmuş gibiydi. Adam insanoğlunun düşünce tarzına bir kez daha hayret etti. Tüm dizginler ellerinden alındığında bile, sevişmeyi düşünebiliyorlardı. Üstelik cinsiyet ayrımı olmadan… Yeniden konuşmaya başladığında, sesinde aynı sertlik vardı. “Ali Yıldırım’ı o uçaktan çekip çıkaracağız.” Kısa bir an durakladı, sesine farklı bir tonlama verip devam etti: “Ali, Korhan Güler gibi bir dostu olduğunun farkında değil.” Güldü. “Đşte yapman gerekenler…” Volkan gözlerini efendisine dikmiş, dinliyordu. Bir gecede kaç efendi olabilirdi? Şştt, sorgulamak yok!
18 Ekim 2008 – 14.53 YerYıldızı
Teknoloji dünyanın kaldırabileceğinden hızlı bir şekilde ilerliyordu. Zira tüm medyada birkaç gün önce, “Öldü!” diye bahsedilen bir kişiden şu anda on üç tane vardı. Hepsi ayrı ayrı makinelere bağlı, olası bir Frankenstein’ın yaratığı havasında; gözleri açık ileriye bakıyordu. Bir kıpırtı yoktu ve yaratıcıları isteyene kadar da öyle kalacaklardı.
80
Selamet – Kubaş – Şahin
Ali on üç klonuna bakıp yüzünü buluşturdu. “Bu kadar fazlasına gerek var mıydı baba?” Babası yanıt verdi: “En sağlıklı olanını seçmek için, önümüzde bol bol seçenek var.” Klon-robot fikrini ileri atan Ali dâhi, şu an ufaktan bundan pişman olmaya başlamış gibiydi. Aklında hâlâ bir soru dolanıp durmaktaydı. Ya anlarlarsa? Taylan
Bey,
uzaktaki
bir
laborantı;
işaretle
yanına
çağırdı.
Laboratuarın en huzursuz odasının, en huzursuz kişisiydi bu. Taylan Bey adamı baştan aşağı bir süzdü. “Korkuyorsun.” Laborant heyecanla dudaklarını ısırdı. Temiz bir yüzü vardı, yeni tıraş olduğu belliydi. Kara gözleri kısıldı, ince yay gibi kaşları bu durumda komik bir pozisyon almışlardı. Karga burun diye tabir edilebilecek bir buruna sahipti. Kahverengi saçları kıvırcıktı. Ayrıca korkuyordu. Yine de yanıtladı, ortada bir soru olmadığı halde: “Evet.” Üstelik devam da etti. “Siz korkmuyor musunuz?” Taylan Bey bu cüretkârlığa şaşırmış gibiydi. Başta cezalandırmayı düşündü, adamın bunu sorgulamaya yahut onu küçük düşürmeye hakkı yoktu. Yine de yapmadı, bir yandan da hak veriyordu çünkü. “Dünyada her gün korkulacak şeyler oluyor evlat… Korkuyorum… Dünyanın içine sürüklendiği duruma korkuyorum… Dünyayla birlikte, sürüklenen bizler için korkuyorum… Canımdan çok sevdiğim oğlum için korkuyorum.”
81
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Bakışları kısa bir süre Ali’nin üzerinde gezindi, devam etti. “Korkuyorum ama yapılması gereken; yapılmalıdır. Adım atmadan, gölgemizin bizi takip etmesini beklemek ahmaklık olur. Ve ilk adımı atmak bazen hayat kurtarabilir.” Bir cevap gelmedi, Taylan da beklemiyordu zaten. “On bir numarayı aktif edin.” Ali babasına bakarken, bir kez daha saygı duymuştu. On bir numara riski en büyük olan klon-robottu. Babası bir kez daha büyük oynayacaktı. Riskler göz ardı edilebilirdi. Ancak Ali’nin bildiği, bir başka söz daha vardı. En az adımlar ve gölgelerle ilgili olan kadar havalı bir söz: Kasa her zaman kazanır. Ya kasa kimdi? Kader mi?
***
On Bir sorunsuz çalışıyordu. Teknisyenler, şu anda görev listesini klon-robota yüklemekle meşguldü. On Bir kod adlı robot, Ali’nin tıpkısıydı. Terminatör filmlerindeki cyborg olayının kat be kat gelişmişiydi. Tabii o ölmezlik ve cephane On Bir’de yoktu ama, sibernetik organizma tam kıvamındaydı. Dışarıdan bakan birisi, yalnızca Ali’ye bakıyor olurdu. Bir robota değil. Bu robot, önce Ali’nin arabasını alacak, sonra da düşecekti yollara. Plan son derece basitti. Fakat içerisinde, çoğu basitlikten doğan birçok karmaşayı da barındırıyordu.
82
Selamet – Kubaş – Şahin
On Bir yola çıktığında, Dize’yi arayacak ve uçağın düştüğü olaydan bihabermiş gibi konuşacaktı. Dize’yi teskin ettikten sonra, kendi ayarladığı bir araba kazasına kurban gidecekti. Böylece Ali Yıldırım, uçakta değil de bir araba kazasında ölmüş olacaktı. “Biliyorsun,”
demişti
Taylan.
“Peşindekileri
atlatmak
için
eşi
bulunmaz bir fırsat bu.” Ali biliyordu. Uçakta olduğuna dair bütün izlerin, rahatlıkla silinebileceğini de biliyordu. “Ayrıca her türlü vergi, izin gibi durumlardan da yırtıyoruz. Maksimum güvenliğin yanı sıra, herhangi bir diplomatik kaygımız da olmayacak. Çünkü her şey bizim küçük sırrımızdan ibaret olacak.” Ali bunu da biliyordu. Ali’nin bildiği bir başka şey, sevdiği onca insanı kandıracak olmasıydı… Deney önemliydi, evet. Bu fırsat, eşi bir daha ele geçmeyecek kadar harikaydı, evet. Ama buna değecek miydi? Ali bu soruya yanıt veremiyordu… Dize’ye yalan söyleyecek olmayı kaldıramıyordu. On Bir’in gözlerine baktı. “Hıh,” dedi, sadece kendisinin duyabileceği bir sesle. Bir insan sarrafı bu klonun içinde can olmadığını rahatlıkla anlayabilirdi. Teknoloji, çok şükür henüz bir ruh yaratmaya yetecek kadar gelişmedi, diye düşündü. Ve kendisinden bir kez daha korktu. Đnsanlıktan bir kez daha korktu. “Allah’tan On Bir gömüldükten kısa bir süre sonra, toprağa karışacak,” dedi. “O neden?” diye sordu Taylan.
83
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Çünkü baba, bu kadar Ali dünyanın hiç de hayrına değil.” Taylan oğluna hak verdi. Yine de yapılması gereken yapılacaktı. Đlk adımı atmakta kararlıydı. Bilmediği şeyse; kartların çoktan karıldığıydı. Birileri çok da uzak olmayan bir yerlerde, ilk kartını açmıştı bile. Ali’nin bu kart sayesinde yaşıyor olduğundan habersizlerdi. Taylan Bey konuştu: “Kısa bir süre sonra YerYıldızı’ndayız.”
84
BEŞİNCİ BÖLÜM KARANLIKTAKİ IŞIK
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
18 Mart 2010 – 11.07 YerYıldızı
Günümüz
Ege, Volkan’ı boş bir odaya kapatıp kapının önüne birkaç nöbetçi diktikten sonra diğerlerini bulmak için yola çıktı. Engel olduğu şeyi aklı almıyordu, belki de bir dakika geç kalsa serum kesilecek ve Gizem Kızıl’ı kaybedeceklerdi. Buna izin vermediği için memnundu. Bir sonraki adım için Taylan Bey’e ihtiyacı vardı. Tekin olmayan şeyler dönüyordu. O adam içeri nasıl girmişti? YerYıldızı kendisinin eski günlerde bile tam olarak dâhil olmadığı bir mekândı. Đşleyişin bir kısmını biliyordu ancak birimden ayrıldıktan sonra bir daha oraya uğramayı düşünmemişti hiç. Taylan’ı ve diğerlerini bulduğunda, Ali’yi gördüğüne pek de şaşırmadı. Bazı şeyler aklında yerine oturuyordu, Dize gibi kabullenmekte güçlük çekmemişti. Hatta sorgulamayı bile düşünmüyordu, henüz değil... Elbet öğrenirdi işin aslını, hızlı bir selamla Taylan Bey’e yöneldi ve müjdeli haberi verdi. Kısa bir konuşma Taylan Bey’in buruşan yüzü ve anında çalmaya başlayan alarmlarla kesildi.
86
Selamet – Kubaş – Şahin
Ege’nin ardından koşarak gelen görevliye bakmayan tek kişi de, o buruşmuş yüzlü ihtiyardı. Görevlinin lafını ağzından alarak, “Bir kaçağımız var,” dedi. Haberi vermeye gelen adam ne diyeceğini bilemez bir şekilde başını salladı. Bir dakika sonra Ege’nin Volkan’ı kilitlediği odaya gelmişlerdi, ancak oda tahmin ettikleri gibi boştu. Hiçbir iz bırakmadan gitmişti giden, çoğu gidenin aksine. Sirenler sustu ve konuşma sırası Murat’ın küfürlerindeydi.
18 Mart 2010 – 13.39 Kızıl Oda
Çıtır çıtır yanan şöminenin ateşi huzur vermiyordu. Çünkü orası karanlık, tekinsiz ve boğuk bir yerdi. Ayrıca nereden geldiği belli olmayan kızıl bir ışıkla aydınlatılmaktaydı. Çok değil, sadece ‘yeteri kadar’. Ve bu kızıllığın nedeni şömine değildi. Volkan bunu düşünmeyi çok zaman önce bırakmıştı. Adı üstünde ‘Kızıl Oda’ydı orası. Karşısında kızıl cüppesiyle Sermet vardı. Planları sekteye uğramıştı, ama hayalet hâlâ kendisinden emin gözüküyordu. Volkan
gür
sesini
temizledikten
sonra,
“Bundan
sonra
ne
yapacağız?” diye sordu. Sesine endişe hâkim değildi. Karşısındaki adamı kısmen tanıyordu ve bu kısım onun endişelenmesini engelliyordu. Sermet bir göz kırpma süresi kadar bile duraksamamış, cevabını tekinsiz havanın kızıl atmosferine salmıştı: “Basit. Dünyayı kurtaracağız.”
87
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
O iki kelime, inanılmaz derecede basitti. Belki de Kızıl Oda’da o zamana kadar söylenmiş en basit iki kelimeydi. Volkan başıyla onayladı. Basitti.
18 Mart 2010 – 16.47 Kafe Sis / Taksim
Yeni haber kokusu, oltayla denize salınan yeme benzerdi gazeteciler için. Klasik bir gazeteci olmamanız, yeni bir haber olasılığını kaçıracağınız anlamına gelmezdi. Nehir Erbudak da o gün Kafe Sis’te davet edildiği kişiyi beklerken bunu düşünüyordu. Kişi sadece bir isim ile gelmişti, aynı zamanda büyük bir haber vaadiyle de tabii. Nehir başta biraz şüpheye düşse de kendi sahasında oynayacağı bir maçta kaybedecek bir şeyi olmayacağını düşünüyordu. Kafe Sis’te pek çok röportaj yapmıştı, ev sahibi avantajı ondaydı. ‘Đddaa’ Nehir için gönül rahatlığıyla 1.10 verirdi. Hiçbir haber çıkmasa bile sıcak bir kahve içmiş ve gazetenin yoğun öğle baskısından kurtulmuş olurdu, tüm yollar keyifli bir güne çıkıyordu. Buluşacağı kişi masasına yaklaştığında da bunu düşünüyordu. “Nehir Hanım?” Sarıya boyalı kısa saçlarını yana doğru taramış, makyaj nedeniyle pürüzsüz gözüken yüzü net bir şekilde ortaya çıkmıştı. Kadın güzel yüzünü
88
Selamet – Kubaş – Şahin
sese doğru kaldırarak, “Evet. Siz de Korhan Bey olmalısınız? Merhaba,” dedi. En sevimli gülücüklerinden birisini takınmıştı. Saha avantajı esaslı bir özgüven yüklüyordu vücuduna. Sanki her daim yaptığı röportajlardan birisindeydi, az sonra konuğuna içecek bir şeyler ısmarlayacak ve onu soru yağmuruyla bir güzel köpürtecekti. Ama roller değişmişti, sütlü-kremalı kahve ısmarlanan kişi Nehir’di. Korhan da kendisine şekersiz Türk kahvesi söylemişti. Nehir karşısındakini hızlı bir şekilde değerlendirmişti. Muhtemelen Taylan Bey ile akrandı Korhan, gri saç ve göz rengi onda eski bir koku yayıyordu. Yine de sıkı vücut, adamın kendisine iyi baktığını gösteriyordu. Konuşurken doğrudan Nehir’in gözlerinin içine bakıyordu. Kadın, Korhan’ın kendisinden hemen şuradaki garsonlardan birisiyle vals yapmasını istese bunu kabul edebileceğini düşündü. Ama bu gözlerini kaçırmasına değil, adamın gri uçurumlarına daha dikkatli bakmasına neden oldu. “Sadede gelmek gerekirse,” diye devam etti Korhan. O ana kadar sürekli havadan sudan bahsetmiş, karşısındaki kadını ölçüp biçmiş gibiydi. Nehir de hissetmişti bunu, fakat rahatsız olmak bir yana böyle değişik tarzda birisiyle karşılaşmaktan hoşnuttu bile. Nehir başıyla adamı devam etmesi için onayladı. Korhan yoktan var ettiği çantasının içinden bir şey çıkardı. Bir parşömen. “Đşte sana yüz yılın haberi küçük bayan. Bunu Birim Sıfır’a ulaştırmalısın...”
89
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
18 Mart 2010 – 17.12 YerYıldızı
Ali elindeki şırıngaya bakarken yüzünü ister istemez buruşturdu. Beyaz önlüğüyle birlikte tam bir bilim adamı gibi duruyordu. Gür kara saçları uzun zamandır makas görmemiş gibi dağınıktı. Ama bunun aksine yüzü henüz bu sabah tıraşlanmış gibi parlıyordu. Kalın, dolgun dudakları köfte gibiydi. Küçük burnu, siyah gözleri ve köşeli yüz hatlarıyla son derece çekici bir görünüm sergilemekteydi. Ancak bu çekici görünüm elindeki şırıngayla az sonra yapmak üzere olacağı şeyi kolaylaştırmıyordu. Aksine, yoldaşının kötü durumuna rağmen sürekli kendisine bakıp duran Dize işini son derece zorlaştırıyordu. Gizem Kızıl ölüm döşeğindeydi. Nabzı hissedilemeyecek kadar düşmüştü. Çok dikkatli bakılmadıkça göğsünün inip kalktığını görebilmek imkânsızdı, Kızıl’ın ağır nefes alış verişleri sonun habercisiydi. Ali Yıldırım durumun farkındaydı farkında olmasına ancak, elinden gelenin en iyisinin bile kadını kurtaracağından emin olamıyordu. Şırıngadaki karışım normal şartlar altında yataktakini bir şekilde kendisine getirmeliydi. Ali yine de karışımı seruma enjekte ederken, şartların anormalliği nedeniyle sıkıntı içerisindeydi. Yanında YerYıldızı’nın diğer iki doktoru, olacakları merakla izlemekteydi.
90
Selamet – Kubaş – Şahin
Murat, Ege ve Taylan Bey durumu değerlendirmek için odada bulunmuyordu. Dize de sözde Gizem’i yalnız bırakmak istememişti. Elbette buna kimsenin inandığı yoktu. “Hiçbir değişiklik yok,” dedi Dize. Gözleriyle Gizem’in soluklarıyla birlikte ağır ağır inip kalkan göğsüne bakıyordu. Ali şırıngayı seruma boşaltalı beş dakika kadar olmuştu. “Öyle. En azından hâlâ nefes alıyor.” Gizem’in bağlı olduğu makine, sanki bunu duymuş gibi kuvvetli bir şekilde ötmeye başladı. Bu, kalp atışlarının yavaşlığının riskli dereceye ulaştığını bildiren alarmdı. Gizem’in göğsü artık inip kalkmıyordu bile. Yaşadığının tek göstergesi makinedeki cılız hareketlilikti. Çok cılız. Ali en riskli hamlesine rağmen durumun kötüye gitmesini kabul edemiyordu. Gözlerini Dize’ye çevirdi. Gördüğü şey ‘umutsuzluk’tu. Kendi gözlerinden de aynı şeyin aktığının farkındaydı. Engel olamıyordu. Umutsuzluğun yanını bir de buz gibi bir hava almıştı. Ali, klimalarla mı oynuyorlar acaba? diye düşündü. Kaç vakittir buradaydı, asla böyle bir şey olmamıştı. “Sen de hissediyor musun Dize?” “Soğuk.” “Evet.” “Havada bana tanıdık gelen bir şeyler var. Ama ne, bir türlü çözemiyorum. Bu soğukluğu daha önce yaşamıştım.” Dize sinirli bir şekilde sağa sola bakınıyordu. Soğuğu sevmezdi, hele de aniden ortaya çıkıyorlarsa eğer...
91
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
18 Mart 2010 – 17.12 Bir Düş
Zifiri karanlıkla örülmüş düşlerde, ışık çöldeki vaha gibidir. Ancak çöldeki vaha insanı doyururken, karanlıktaki ışık aynı etkiyi yaratmayabilir. Đki zıtlığın aynı anda bulunması, insana korkutucu olandan güvenliye doğru hareket etme isteği uyandırır. Đnsan çoğu zaman bu isteğe uyar. Ve sonunda gördüğü şey de çoğu zaman hüsran olur. Çünkü karanlık ve aydınlık, oldukları gibi olmak zorunda değillerdir. Aydınlıktan kaçıp karanlığa sığınmak, karanlıktan kaçıp aydınlığa sığınmaktan daha güvenli olabilir. Onca yıllık hayat tecrübesine rağmen, Gizem Kızıl bunu hâlâ öğrenebilmiş
değildi.
Işığı
gördüğü
anda
koşmaya
başladı.
Yere
basmıyordu, yer yoktu. Havada süzülüyor da değildi. Çünkü hava da yoktu. Sadece Kızıl, kara ve ak vardı. Kızıl, karadan aka koşuyordu. Đnsansı bir içgüdüydü bu. Koşuyordu. Nihayetinde aydınlığa vardı. Şeffaf bir kapının eşiğinden atlayıp ışığa ulaştı. Đçindeki delicesine korku dinmişti. Gözleri aydınlığa alıştıktan sonra nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Anladığındaysa dehşetle arkasını dönmek istedi. Geldiği yere geri dönmek istedi. O kara hiçliği istedi. Ama hiçlik gitmiş, yerini somut gerçekliğe bırakmıştı.
92
Selamet – Kubaş – Şahin
Ayakları yere değiyordu. Gizem’in değmemesi için defalarca katil olabileceği
bir
yere.
Burası
bir
zindandı.
Karanlık
gitmiş,
yerini
mahkûmiyete bırakmıştı. Ve Gizem hapsedilmekten hiç hoşlanmazdı.
***
Parmakları rutubetli duvarlarda geziniyordu kadının. Đçeri girmeden önce görünen aydınlık, şimdi neredeydi merak ediyordu. Anlaşılan burada bile her şey ‘köprüyü geçene kadar’dı. Bu zindanda ne arıyordu? Ya da o karanlığa nasıl düşmüştü? Buradan nasıl çıkacaktı? Önünü kesen paslı parmaklıklar ve arkasındaki nemli duvara rağmen bunu başarabilir miydi? Karanlığı terk eden aklıma tüküreyim, diye düşündü. Kendisinden utanmasa, can havliyle bağırıp yardım dilenecekti. Ya kim yardım edecekti ona? Hiçlik geri gelir miydi acaba? Kızıl sırf bunun için denemeyi göze alabilirmiş gibi hissediyordu, yapmadı yine de. Bu zamana kadar yapmamıştı, şimdi de yapacak değildi. Ağlayıp zırlamak, yardım dilenmek Gizem Kızıl’a yakışmazdı. Bu yüzden duvarları yoklamaya devam etti. Tıpkı filmlerdeki gibi, tık tık tık. Her taşa yumruğuyla ‘tıklıyordu’. Belki yerinden oynatabileceği, bir taş, ipucu bulabileceği herhangi bir şey yakalardı. Tıklaması gereken yüzlerce taşa bakıp yutkundu. Bitap düşmüştü. Kendisini yeniden demir parmaklıklara attı, çıkış burada değildi. Duvarları tıklamaya dönerken küfrediyordu. Murat’ın bile dudağını uçuklatacak yaratıcılıkta üstelik...
93
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
***
Boşluk hissi veren sesi duyduğunda, ne kadar taşa, ne kadar süre yumruk attığını anımsayamıyordu Gizem. En nihayetinde farklı bir taşa ulaşmıştı. Parmakları heyecan ve yorgunluğun verdiği telaşla taşın diğer taşlarla birleştiği kıvrımlarda gezinmeye başladı. Bir farklılık vardı, hissediyordu. Tırnaklarının da yardımıyla taşı önce hareket ettirmeyi, sonra da yerinden çıkartmayı başardı. Nemli taş gürültüyle yere düştü. Gizem başını taşın düşüşüyle açılan gediğe uzattı. Bir şey vardı. Parmakları o şeye kapanırken korkuyla çığlık attı. Sanki elektrik çarpmış gibiydi, saçları diken diken olmuştu. Kuvvetli bir elektriklenme değildi, ama yine de paniklemesine sebep olmuştu. Dikkatsizliğine yeni küfürler dizerken daha dikkatli bir şekilde uzattı parmaklarını, bu sefer hiçbir şey olmadı. Olası anahtarı kavradı ve yerinden çıkarttı. Elindeki anahtar değildi, büyük sürpriz! Bu bir parşömendi. Gizem belki de çıkışı gösteriyordur umuduyla hızlıca göz attı. Parşömen yarımdı. Ancak dikkatini çeken bir şeyler vardı. Bir his ona bu eksik kâğıt parçasını yalayıp yutmasını emrediyordu. Her ne kadar anlamsız gelse de, hissinin emrine uydu. Bakışları parşömene sabitlendi ve üzerindeki her çizgiyi hafızasının derinliklerine kazıdı.
94
Selamet – Kubaş – Şahin
Üşüdüğünü hissettiğinde, gözü kapalı yarım parşömeni temize geçirecek
kadar
iyi
bir
ezber
yaptığını
düşünüyordu.
Donmaya
başladığında, artık ikinci bir parşömen tamamen zihnindeydi. Sağ omzunu bir el kavradığında, buradan nasıl çıkacağını düşünmeye başlamıştı bile. Düşüncesi kuvvetli bir ışımayla yarıda kesildi...
95
ALTINCI BÖLÜM İLM-İ HAKİKAT
Selamet – Kubaş – Şahin
1858
Ebu Turab çıraklığının ilk zamanlarında ustasının evinin taş mahzeninden hiç ayrılmadı. Ustasının verdiği bütün kitapları büyük bir açlıkla okudu. Deneyler, büyüler, havas ilmi akla gelebilecek her şeyi yapmak, öğrenmek istemişti. Yemeğini, suyunu ve diğer ihtiyaçlarını evin hizmetçisi Elçi Hanım getirirdi. O da usta gibi hiç konuşmazdı. Ebu Turab zamanının çoğu yalnız geçirdi. Dört yıl boyunca güneş yüzü görmedi. Ustası dört yıllık bu temel eğitimden sonra kendisine çok büyük bir bilgi vereceğini söyledi. Beklenen gün gelmişti. Elçi Hanım evin üst katındaki salonu bu büyük gün için hazırladı. Ebu Turab dört yıl boyunca ustasının isminin ne olduğunu sormadı. Ustası ona zamanı gelen bilginin açığa çıkacağını söyleyerek bunu sormasını engellemişti. Mahzende geçen dört yıl. Elçi Hanım mahzenin kapısını açtı. Sonra yavaş yavaş geldiği gibi tekrar yukarı doğru çıkmaya başladı. Ebu Turab da arkasından
onu
takip
etti.
Merdivenlerden
yukarı
çıkarken
tahta
basamaklardan gıcırtılar geliyordu. Duvarlarda Kapalıçarşı’nın en ünlü hattatlarının hatları asılıydı. Durup bunları incelemek istedi. Ama Elçi Hanım yukarı çıkmaya devam ediyordu. Ustasının bulunduğu odanın kapısına geldiler. Elçi Hanım kapının önünden çekildi ve Ebu Turab’a yol verdi. Ebu Turab destur çekerek eşikten içeri adımını attı. Ustası cumbadan dışarı bakıyordu. Ebu Turab odanın ortasını geldi ve başını öne eğip elini önüne bağladı. Ustasının o yumuşak kadife gibi sesi zihninde yankılanmaya başladı.
97
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Ya Ebu Turab! Kaldır başını. Göreceklerin ve hissedeceklerin bütün beşeriyete, yani bize bir yol gösterecek.” Ustasının sesi zihninde kalıcı izler bırakıyordu. Sanki her kelime, her harf dimağına işleniyordu. Ustası eliyle cumbayı kaldırdı. Đçeri mis gibi boğaz havası dolmaya başladı. Ustası ve kendisini etrafında rüzgâr belli bir şekilde dönmeye başladı. “Göreceklerin geçmişle ilgilidir lâkin gelecekle de alakalıdır.” Odanın içine dolan rüzgâr havada haleler çizmeye başladı. Ustası ile Ebu Turab’ın etrafını sarmaya başladılar. Hafifçe havalandılar ve odanın penceresinden yedi tepeli şehrin mehtap semasına doğru süzüldüler. Bir süre gökyüzünde süzüldükten sonra Galata semalarına geldiler. Ustası bir şeyler mırıldanıyordu ve hemen etraflarındaki cisimler uzayıp kısalmaya başladı. Ebu Turab midesinin burkulduğunu hissetti. Başı dönüyordu.
Kendine geldiğinde Topkapı sarayında padişah huzurunda olduklarını gördü. Đçerdeki hiç kimse kendilerini göremiyordu. Mecliste bulunanlar arasında hararetli bir tartışma sürüp gitmekteydi. Padişah oturumu hiç sesini çıkarmadan izliyordu. Ebu Turab odadakilerin yüzlerine bakmaya başladı. Birçoğu çember sakallı, koca kavuklu, önemli mevkilere gelmiş kimselerdi. Yalnız biri bu güruhun dışında bir köşede durmuş. Havadan yere düşmekte olan bir kuş tüyüne bakmaktaydı. Biraz daha dikkatli bakınca bu avare gencin ustası olduğunu anladı. Kalbi hızlı hızlı çarpmaktaydı. Ustası onu başka bir evrene getirmişti. Padişah, tüyü izlemekte olan genci gördü. Sert sesi ile mecliste konuşanların sözünü kesti. “Kâtip Çelebi sen ne düşünürsün bu konuda?”
98
Selamet – Kubaş – Şahin
Kâtip Çelebi ne cevap vereceğini bilemedi. Đki gündür süren bu bitmez tükenmez konuşmalardan sıkılmıştı. Eğer şimdi padişaha, “Hangi konuda efendimiz?” derse kellesi Cellât Kara Ali’ye teslim edilecekti. Nice kimselerin çok küçük bir şey için bile kafasının uçtuğunu görmüştü. Eli gayri ihtiyari boynuna gitti. Đçerdekiler kendisine ölmüş bir insan gibi bakıyorlardı. Padişah şimdi, “Cellât!” diye bağırsa şu fani hayatın hiçbir anlamı kalmayacaktı kendisi için. Cevap vermesi gerekiyordu. “Tüyün havada süzüldüğü gibi konuştuklarımız da aklımdan süzülüp gitti efendim.” Bu sözlerin kendisinden çıktığına inanamıyordu. Kelleyi hepten cellâda teslim etmişti. Đçeride gergin bir bekleyiş vardı. Sessizliği padişahın gür sesi bozdu. “Kâtip Çelebi doğru söyler efendiler. Bunca zaman konuştunuz, bunca âdemin vaktini aldınız. Neye karar kıldınız?” Kâtip Çelebi derin bir nefes aldı. Şimdi diğerleri ecel terleri dökmeye başladılar. Sessizlik uzun sürmedi. “Cellât!” Cellât Kara Ali önde ve yamakları arkada boyun bükerek huzura gelip el etek öptüler. Kavukluların yüzü bembeyaz oldu. Padişah kocaman başparmağı ile defterdarı gösterdi. Diğerleri derin bir nefes aldı. Ama defterdar yüzü iyice beyaza büründü. Bildiği bütün duaları mırıldanıyordu. “Tiz
uçurun
yapmaktadır.”
şunun
Defterdarı
kellesini.
yaka
paça
Omuzlarının huzurdan
üstünde
çıkardılar.
ağırlık Padişah
hiddetinden kıpkırmızı oldu. Eliyle divana dağılmalarını söyledi. Kâtip Çelebi ilerde bu defterdarın hesabının kendisinden sorulacağını biliyordu. Kâtip Çelebi geri geri çıkarken padişah ona seslendi.
99
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Sen dur Kâtip Çelebi! Birazcık sohbet edelim.” Kâtip Çelebi neye uğradığını şaşırdı. Kıskanç bakışlar altında odada kaldı. Bugünkü olanlardan sonra çok düşman edinmişti.
Đki Gün Sonra
Kâtip Çelebi saraydaki görevlerinden arta kalan zamanlarını evde alşimi ile ilgileniyordu. Kendinden önceki ilim adamlarının, feylesofların kitaplarını okuyor. Evinin kilerinde kurduğu çalışma alanında deneyler yapıyor. Bilgilerini geliştiriyordu. Boş bir vaktinde Mısır Çarşısı’nın o baharat kokulu tezgâhlarının arasında dolaşırken köşede daha önce hiç dikkat etmediği bir sahaf gördü. Oraya doğru yöneldi. Sahaftan içeri girdiğinde kitapların, el yazmalarının ve daha bir sürü risalelerin tavana kadar istiflendiğini gördü. Đçerisi buram buram mürekkep ve tozlu kâğıt sayfaları kokuyordu. Đçerideki yaşlı adam kendisini görünce gülümsedi. Çember sakalı göbeğine kadar iniyordu. Gözleri göz çukurlarında minicik kalmıştı. Başındaki beyaz sarığının etrafına kırmızı bir kuşak sarmıştı. “Neye bakmıştınız efendim?” Kâtip Çelebi yaşlı adamın okumakta olduğu parşömene baktı. Üzerinde şekiller ona hiç yabancı gelmiyordu. Gözleri parıldadı. Yıllar önce saraydan çalınan dilsizlerin zamanda yolculuğu ilgili bir parşömen olduğunu anladı. Parşömeni satın akmak istedi. “Efendi okuduğun şey kaç akçedir?” “Bu satılık değildir. Çelebii!” Son sözü ağzından sanki bir küfür gibi çıkmıştı. Kâtip Çelebi bozuntuya vermedi.
100
Selamet – Kubaş – Şahin
“Lâkin senin bu uğraşın hem yasak ilimdir hem de çalıntı maldır. Cellât Kara Ali’nin yamaklarının buraya bir uğraması gerek.” Kara Ali’nin adını işiten yaşlı adamın göz bebekleri büyüdü. Bu sırada kapıdan çarşı asesleri geçmekteydi. Parşömeni Kâtip Çelebi’ye uzattı. Çelebi bir kese altını masanın üzerine bıraktı. Yaşlı adamın gözlerinde çok büyük bir nefret ışıltısı birikmişti. Kâtip Çelebi sahaftan çıkar çıkmaz, eve kapattı kendini. Sadece padişah tarafından çağrıldığında saraya gidiyordu. Bir süre sonrada eve gelirken yanında bir sürü tüy, ip, tahta getirmeye başladı. Komşuları bu ilginç malzemelerle ne yaptığını merak ediyorlardı. Günlerce evden çıkmadı. Gece evden çekiç sesleri geliyordu. Asesler padişahın mahdumu olduğu için kendisine ses çıkaramıyorlardı. Bir sabah evden elinde garip kanatlı bir nesne ile çıktığını görenler neye uğradığını şaşırdı. Kâtip Çelebi sırtında koca kanatlarla Galata’ya doğru gidiyordu. Arkasında da meraklı bir kalabalık onu takip ediyordu. Asesler ne yapacaklarını şaşırdılar. Aralarındaki akıllılarından biri hemen asesbaşıya haber vermeleri gerektiğini söyledi. Asesbaşı ise durumu hemen saray kethüdasına, o da hiç beklemeden padişaha haber verdi. Padişah hemen Topkapı sarayının balkonundan Galataya’ya doğru gitmekte olan kalabalığı seyretmeye başladı. Kâtip Çelebi çok heyecanlıydı. Kulenin merdivenleri çıkmaya başladı. Kulede görevli erler kanatları yukarı çıkarmasına yardım ettiler. Çelebi cebinden kese çıkardı. Bir şeyler mırıldanarak askerlerin üzerine serpti. Askerler ne yapacaklarını bilemediler. Boş gözlerle kendisine bakıyorlardı. Sonra başka bir keseden kırmızı bir toz alıp kendi üzerine serpti. Bembeyaz
101
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
bir ışık parladı ve kendisinden ikinci bir çelebi yarattı. Đkinci Kâtip Çelebi kanatları aldı ve kulenin balkonuna çıktı. Kendisi üstündeki keselerden başka bir toz alıp tekrar üzerine serpti. Sırtında kocaman kanatlar peyda oluvermişti. O da balkona çıktı. Đkinci Kâtip Çelebi, Üsküdar semalarına doğru süzülürken kendisi Eyüp yönünde uçmaya başladı. Kâtip Çelebi bir şeyler mırıldanıyordu ve hemen etraflarındaki cisimler uzayıp kısalmaya başladı.
Ebu Turab ustasının okuduğu o çok meşhur Hezarfen Ahmet Çelebi olduğunu anlayınca çok heyecanlandı. Ustası elindeki parşömeni ona uzattı. Ve hemen ardından başka bir görüntü belirdi. Kendisini gördü. Elinde bir bıçakla ustasının kalbine bıçağı sokuyordu. “Vakit az Ebu Turab. Kaderde ne varsa o gelir başa. Herkes kendi kaderini yaşar. Benim kaderim de bu. Bu parşömen kötü insanların eline geçmemeli. Seni o kışlada bayıltan, beni bulmanı sağlayan bendim. Đlm-i Hakikat Cemiyeti seni çok yakından takip ediyor. Benden sonra parşömeni senden almaya çalışacaklar. Bu parşömende yazılanlar sadece boyutlar arasında gezinmeyle ilgili bilgiler içermiyor. Cennet ve cehennem hakkında çok ilginç ve önemli bilgiler de var. Şimdi şu bıçağı alıp beni öldürmelisin.” Ebu Turab çok şaşkındı. Ama ustası ona bir emir vermişti. Ve vücudu bu emri uygulamaya zorluyordu. Elinde işlemeli bir hançer belirdi. Ustasının yüzüne baktı. Ustası ölüme gülerek gidiyordu. Kollarını iki yana açtı. Ebu Turab yıllardır eline silah almamıştı. Eskiden eline çok yakışan silahlar şimdi elinde iğreti duruyordu. Elem gözyaşı yanağından süzülerek yere damladı.
102
Selamet – Kubaş – Şahin
Bulundukları görüntüler dalgalanmaya başladı. Bağırarak bıçağı ustasının kalbine soktu. Ustası bıçağın kalbine girmesiyle yere çöktü. Son nefesini vermek üzereydi. Ebu Turab’ın yüzüne baktı. Çırağının yüzünde hafif bir o kadar da alaycı bir tebessüm vardı. Elindeki hançer ile parmağına ufak bir kesik attı. Şahadet parmağında biriken kan damlacığını yerde yatmakta olan ustasının kulağına akıttı. Yerde ona bakmakta olan ustasının göz rengi değişmeye başladı. Kulağına akıtılan kan vücudunda dışarı akmakta olan kanın yerini alıyordu. Zihninde kendisine ait olmayan anılar belirmekteydi. Padişahın huzurunda cellât ve yamakları huzurdan defterdarı çıkartırlarken perde arkasından genç bir çuhadarın kendisini nefretle izlediğini gördü. Aynı çuhadarı hayatının her evresinde görmeye başladı. Sütçü, kasap, terzi, hattat… Anılar değişmeye başladı. Bu kez Mısır Çarşısı’ndaydı. Yaşlı sahafla konuşuyordu. Bunun da aynı çuhadar olacağını düşündü. Ama yanıldı. Çuhadar kapıdan geçmekte olan aseslerin arkasından içeri bakıyordu. Tekrar baktığında çuhadar orada değildi. Galata Kulesi’ne tırmanıyordu. Kanatları yukarı çıkarmasına yardım edenlerden biri yine aynı kişiydi. Gördükleri karşısında büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığına uğrayan usta eliyle kan akan yeri tutmaya çalıştı. Davranışlarının mantıksızlığı kendisini hayrete düşürüyordu. Çok büyük bir vicdan azabı duyuyordu. Yüzyıllarca yaptığı onca şeyin aslında hiçbir şey olmadığını görmek onu kahrediyordu. Bu sırada isyan sırasında hayatını kurtardığı çırağını gördü. Ya da çırağı olduğu adamı gördü. Kalbi iyice daraldı aldığı yaradan değil bu üzüntüden ölecekti. Onca yıl kendisini takip eden adamı çırağı yapmıştı. Ya da yapmaya zorlanmıştı. Ama aklı karma karışıktı. Onca şeye muktedir olan bu
103
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
kişilerin parşömendekileri neden onlar değil de kendisine keşfettirmişlerdi. Tepeden kendisine bakmakta olan çırağı sandığı adamın yüzüne baktı. Adam dudakları hâlâ alay edermişçesine kıvrık duruyordu. Suratı aniden ciddi bir ifadeye büründü. Yerde yatmakta olan adamın yüzüne doğru iyice eğildi. Göz bebekleri büyüyüp küçülüyordu. Değişik şekilde ışıklar gözlerinden ustasına doğru parladı. Yaşlı adam gözlerini kıstı. Vaktiyle ona söylemiş olduğu cümleyi hatırladı: “Zamanı gelen bilgi açığa çıkacak.” Harfler gözlerinin önünde dizilmişti. Birbirine o kadar yabancı bir o kadarda yakın duruyorlardı. Harflerin yeri ve şekli değişmeye başladı. “Zamanı gelen bilgi doğru kişiye açılacak.” Yaşlı adamın yarasından bir anda daha fazla kan akmaya başladı. Ebu Turab cepkenindeki keseden çıkardığı rengi madeni yeşil olan ve pul kadife gibi yumuşacık olan tozu yerde cansız yatan yaşlı adamın üzerine serpti. Yeşil toz yaşlı adamın bütün vücudunu kaplamaya başladı. Az sonra yaşlı adam kozaya dönüşmüş bir tırtıl gibi yerde durmaktaydı. Ebu Turab tespihini çıkardı ve imamesini yere doğrultarak bir şeyler mırıldadı. Yaşlı adamı ebediyete uğurladı. Yerdeki parşömeni aldı. Kendi boyutuna doğru harekete geçti. Bir şeyler mırıldandı ve hemen etraflarındaki cisimler uzayıp kısalmaya başladı. Eve geldiğinde Elçi Hanım kendisini bekliyordu. Yüzünde hiç değişmeyen ifade ile Ebu Turab’ın yüzüne baktı. Ebu Turab hiçbir söylemeden evden ayrıldı. Elçi Hanım arkasından şaşkınlıkla bakakaldı. Dışarısının çok değişmiş olduğunu gördü. Sanki yüzyıllarca buralara uğramamış
gibiydi.
Hemen
örgüt
karargâhına
gitmeliydi.
Đnsanlar
yüzyıllarca önce nasılsa şimdi de aynıydılar. Yenilgiler, kul olma düşüncesi,
104
Selamet – Kubaş – Şahin
ekonomik buhranlar, din adı altında yapılanlar… Düşündükçe insanlara göğsünde saklamış olduğu bilgilerin fazla gelip gelmeyeceğini düşündü. Vaktiyle
eğlence
olsun
diye
doğudaki
insanlara
barutu
nasıl
kullanacaklarını gösterdikleri zamanı hatırladı. Bu insanlar yüzyıllarca sadece eğlenmek için kullanmışlardı. Şimdi ise âdemoğulları birbirlerini yok etmek için kullanıyorlardı. Göğsünde taşıdığı parşömenini kendisini yaktığını hissetti. Kendisine bu kadar acı veren bir bilgi kim bilir başkasına neler ederdi. Bu düşüncelerle Çemberlitaş’ı geçmiş Bayezit’a gelmişti. Vefa’ya doğru yöneldi. Düşüncelere dalarak yolunu uzatmıştı. Sen Valens Kemeri’ne geldiğinde etrafta kimse olup olmadığına baktı. Ortalık tenha gözüküyordu. Kemerinin 42. girişinde elini duvara soktu, sert metal bir cismi aşağıya doğru indirdi. Göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürede ortadan yok oldu. Kendisini yıllardır toplantılar yaptıkları, tartıştıkları o meskûn odada buldu. Sadece koltuklar vardı. Đstedikleri şeyleri hemen oluşturabiliyorlardı. Odanın içinde biraz bekledi. Cemiyetin üyeleri gelmeye başladılar. Diller farklı, dinler farklı, renkler farklı ama amaç ortaktı… Odanın içinde toplandılar. Hepsi tarih boyunca bu anı beklemiş, şimdiyse nihai sonuca varmanın tadını çıkarıyorlardı. Cennet, cehennem ve daha nice şeyi öğreneceklerdi. Ebu Turab hepsinin yüzünü teker teker süzdü. Göğsünden çıkardığı parşömeni etrafını sarmış olan kırmızı kurdeleyi hafifçe açtı. Zaman durmuş, sessizlik çökmüş odadakiler meraklı bakışlarla parşömene bakıyorlardı. Sağ eliyle parşömeni açtı. Bir göz attı. Diğer üyelere gösterdi. Son üye parşömene göz attıktan sonra parşömeni aldı ve ikiye böldü.
105
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Çıkan ses odadakilerin içini gıcıklamıştı. Sonra yavaşça ama sözcüklerin üstüne basarak konuşmaya başladı. “Sosyal ve teknolojik ortam yeterli olgunluğa ulaşana dek, yeterince bilinçli ama bir o kadar da tutkulu bir insan gelene dek, daima yerlerini değiştirerek bu parşömenleri canımız pahasına koruyacağız,” dedi. Cemiyet üyelerinin hepsi bu sözleri onayladılar. Zaman insanlık için akmaya devam etti.
106
YEDİNCİ BÖLÜM KANA BULANAN KÜL
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
18 Mart 2010 – 19.31 YerYıldızı
Murat, Gizem’in solgun elini avuçlarının arasında tutarken, odadaki herkes sessiz gözlerle birbirlerine bakıyordu. Durumun aciliyetinden dolayı Taylan ve diğerleri de odaya gelmiş, Gizem’in nihai sona ulaşmasını engelleyecek bir şeyler düşünmeye çalışıyorlardı. Ali sinirli adımlarla odada volta atıyor, dudakları kendisine çok yabancı gelen küfürlerle sarsılıyordu. Ve hava hâlâ soğuktu. Genç polis sinirden titreyen elini kadından çekip öfkeyle ayağının kenarında duran çöp tenekesini tekmeledi. Teneke Ege ve Dize’nin arasından geçip şampanya rengi duvarda patladı. Murat kontrolünü kaybetmiş gibi görünüyordu, ancak yine de tenekenin çarptığı yerdeki ışımaya; öfkesinin sebep olabileceğine inanamadı. Şimdi diğerleri de aynı noktaya bakıyordu. Odadaki soğuk tam o noktada yoğunlaşmaya başlamıştı. Kontrol sahibi olan tek kişi olan Ege Kandemir silahına sarılırken, nihayet parlaklık sona erdi ve görünmesi gereken göründü. Ya da kısmen göründü. Soğukluk maddeleşmişti. Şeffaf görüntüsüyle Arslan odada belirmiş, durumdan memnun bir şekilde gülümsüyordu. Gözleri bir an için Murat’a kilitlendi. Ardından odadakilere topluca bir baş selamı çaktı ve geldiği hızla silinip gitti.
108
Selamet – Kubaş – Şahin
Fakat günün şaşırtıcı olayı Arslan’ın ortaya çıkıp kaybolması değil, Gizem’in delicesine kuvvetli bir soluk alarak doğrulması olmuştu. Ani soluğun şiddetini şimdi öksürerek ödüyor olması da, bu şaşırtıcılığın dozunu azaltmıyordu. Murat kadın yanında biterken, “Şükürler olsun!” diye fısıldıyordu. Hemen ardında Ege ve Dize vardı. Gizem solgun gözlerini yorgunca aralayıp öksürüğünü dindirmesi için uzatılan suyu içtikten sonra, “Kalem...” dedi. Çatlak bir sesti bu, “Ve bir kâğıt.” “Đyi misin Gizem?” diyen Dize’yi aldırmayan Kızıl, az önce dudaklarından dökülenleri yineledi. Kimse anlam veremese de kadının isteği yerine getirildi. Murat mutluluktan parlayan gözlerle Gizem Kızıl’a bakıyordu. Ve kadın, korkudan bayılacak kadar şiddetli bir titremeyle aldığı kâğıda bir şeyler çizmeye başladı. Zindanda her kıvrımını aklına kazıdığı şey şimdi parmaklarından yeniden ait olduğu yere; boş bir sayfaya akıyordu. Titremesi buna mani değildi, etrafındaki merak dolu gözler de öyle. Đşi bittiğinde uyandığı gibi derin bir soluk verdi ve huzurla arkasına yaslandı. Yorgundu. Ortada yarım bir şifre vardı, Murat bunu tanımıştı. Artık Gizem’le
yankı
keşfetme
seansları
sırasında
keşfettikleri
yarım
parşömenden bahsetme zamanı gelmiş olmalıydı. Ali, Gizem’in çizdiği şifrelere kısık gözlerle baktıktan sonra, “Bunu çözdüreceğim!” dedi. Aklından tek bir şey geçiyordu, şifrelerle karıştırılmış çizelgenin ne olabileceğini az çok tahmin edebiliyor gibiydi.
109
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Ali bir şey yapmak istediğinde, aradan yıllar geçse de bunu yapardı. Taylan Bey, oğlu ile bir kez daha gurur duydu.
***
“Yardımcı olacağını biliyordum, teşekkürler.” Taylan bu sözlerle sonlandırmıştı Nehir ile olan telefon görüşmesini. Şimdi de genç gazetecinin yapacağı araştırma için gerekli fotoğrafı ve bilgileri mail atıyordu. Murat Gizem’le yaptıkları seansta ulaştıkları sonuçtan bahsedince, parçalar yavaş yavaş yerine oturmaya başlamıştı. Ellerinde yarım bir parşömen vardı. Ali’nin tahminleri ‘tam bir parşömenin’ boyutlar arası yolculuğu mümkün kılacak yöntemleri çözmelerinde kilit rol oynayacağı yönündeydi. Đşte bu yüzden Taylan Bey, az önce Nehir’le görüşmüş ve ondan konu hakkında daha fazla bilgiye ulaşmasını istemişti. Kadın yardımcı olacaktı, her zamanki gibi. “Toparlanma vakti,” diye mırıldandı Taylan. Ekibi alıp Đstanbul’a doğru yola çıkmanın zamanı gelmişti. Gerekli ayarlamaları yapıp komutları verdikten beş dakika sonra Sıfır yeniden yollara düşmüştü. Ali ve Gizem parşömen üzerine çalışmak için laboratuarda kalacak, her türlü gelişmede diğerlerini haberdar edecekti. Murat sürücü koltuğuna geçerken düşünceleri parşömendeydi. Boyutlar arası yolculuk... Bu mümkün olabilir miydi? Bekleyip göreceklerdi.
110
Selamet – Kubaş – Şahin
19 Mart 2010 – 06.45 Ege’nin Evi/Đstanbul
Ege evine varıp uzunca bir duş keyfine hazırlanırken telefonun çalmasından hiç memnun kalmamıştı. Đstemediği şeyler, hep en can alıcı vakitlerde ortaya çıkardı. Telefonu eline aldığında, arayanın Nehir olduğunu görüp düşüncelerini bir kenara itti. Bu kesinlikle istemediği bir şey değildi. Telefonu açmadan önce sesini öksürerek canlandırdı, “Alo.” “Ege, parşömeni bulduğumu düşünüyorum!” Heyecanlı kadın sesi kulaklarına vardığında, “Ben de iyiyim Nehir, sorduğun için teşekkürler.” diye düşünmekten kendisini alamadı. Yine de bozuntuya vermek onun kitabında yoktu. “Öyle mi! Nerdesin, hemen geliyorum.” “Taksim’deyim, şu bizim sahaf var ya hani...” “Tamamdır, görüşürüz.” “...” Bip sesi. “Sen de kendine iyi bak Nehir.” Ege yeniden kapıya yönelirken Nehir’i uzun zamandır bu kadar heyecanlı görmediğini düşündü. Oysa bu kadının ilk yardımı olmuyordu. Alışık olmalıydı. “Akışına bırak aslanım, elbet çıkar kokusu,” dedi ve dairesinden çıktı.
111
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
19 Mart 2010 – 07.55 Tılsım Sahaf/Beyoğlu
Nehir, Ege’yi gördüğünde sırıtarak adama yaklaştı. Adam başıyla selam verdikten sonra, “Đpucu bulmakta gittikçe hızlanıyorsun ha,” dedi. “Bu seferlik öyle oldu, gerçi bu defa turnayı tam gözünden vurduk galiba ama... Seni beklemek istedim. Nedim bizim aradığımıza benzer bir şeyler hatırladığından bahsetti. Onu bilirsin...” Ege suratını buruşturarak, “Bilirim,” dedi. Nedim’i iyi bilirdi. “Beni bekleyerek iyi etmişsin.” Taksim’de pek kimselerce bilinmeyen bir sahaftı, ‘Tılsım’. Gideni geleni az olur, ancak müşterileri kelimenin tam manasıyla öz olurdu. Đnanılmaz kitap arşivinde Osmanlı döneminden kalma el yazması eserlere bile rastlamak mümkündü. Kısacası her kitap son derece kıymetliydi. Ege’yle Nehir daha önceden burada birkaç kitabı argo tabirle okuttukları için, mekânı iyi bilirlerdi. Tılsım Sahaf, kitaba hak ettiği parayı son kuruşuna kadar verirdi. Ve ikili, şans eseri buldukları el yazmasını elden çıkarıp ceplerini parayla doldurmak için Tılsım’dan iyisini bulamamışlardı. Nehir’in “bizim sahaf var ya”sı, işte buradan geliyordu. Kapının açıldığını belirten çan sesi eşliğinde içeri girdiler. Ege dükkânın tek çalışanı ve sahibi olan Nedim’e hararetle selam verdi. “Vealeykümselam Ege, hoş geldin Nehir. Sizleri burada görmek ne büyük mutluluk.”
112
Selamet – Kubaş – Şahin
Anlaşılan adam, şu malum yazmayı hayli yüklü bir miktarda satmıştı birilerine. Büyük ihtimalle aldığının katlarca fiyatına hem de. Yine böyle bir şey umut ediyor olacak ki, farkında olmadan sağ avcunu kaşımaktaydı. Saçlarının ön ve yan tarafları dökülmüş olmasına rağmen, arka kısmındakilerle ilginç bir atkuyruğu yapmıştı Nedim. Siyah, kare çerçeveli bir gözlüğü vardı, burnundan aşağı düşecekmiş gibi duruyordu. Temiz yüzü, çenesindeki top sakalla entelce kirleniyordu. Burnundaki kemer, gözündeki zift karası derinlik, kaşlarındaki ak tonlamalar başka dikkat çeken özellikleriydi. Tezgâh başında beklemekten oluşmuş göbeğini saymazsak, sağlam bir vücudu vardı. Ve kaşınan avuçları. Adam ikiliye selam verdikten sonra arayışına devam etti. Anlaşılan kaşınan avuçlarını bir an önce dindirmek istiyordu. “Hayırdır Nedim, bulamadın mı hâlâ?” diye sordu Ege. Bir yandan da sahafı izliyordu. “Az önce şuraya koyduğumdan eminim hâlbuki.” Bu ses tonu, mırın kırın eden bir çocuğa ait gibiydi. “Bir an önce bulsan da işimize baksak,” dedi Nehir. “Bunlar anahtar sözcükler değil galiba, yardımcı olamıyorum.” “Yine mi şu anahtarlar!” Ege’nin sıcak selamından sonra birden bu şekilde aksileşmesinin bir nedeni vardı. Nehir iç çekerek elini cüzdanına götürdü, “Dur Ege dur.” Tezgâha bir yüzlük bırakırken fena halde somurtuyordu. “Hatırlayabildin mi artık?” Nedim paranın tezgâhla temasından bir saniye sonra kâğıdın güzergâhını cebine doğru değiştirip alnını kırıştırdı. “Sert bir Türk Kahvesi içmiş gibiyim, zihnim açıldı birden...”
113
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Genç gazetecinin tezgâha bir yüzlük daha koymasıyla birlikte iyice hareketlenen Nedim, “Tabii ya, nasıl da unutmuşum!” diyerek dükkânı arka odayla ayıran perdenin ötesinde kayboldu. Sahafın alışveriş yapılan kısmı kare şeklinde bir oda ile sınırlıydı. Dört duvar da tavanlara kadar raflarla örülüydü, havaya ağır bir cilt kokusu hâkimdi. Yerler asla toz tutmazdı, Nedim bu konuda özellikle titiz davranırdı. Toz kitaplara zarar verirdi, uzun vaadede tabii ki. Her sahafta bulunabilecek göz boyayan kitapların aksine, eşi benzeri olmayan kitapların hiçbirisi bu ön odada bulunmamaktaydı. O kitaplara ulaşmak için ‘anahtar kelimelere’ ihtiyacınız olurdu ve anahtarlar her zaman kilidi açmazdı. Sonuçta daha bonkör bir anahtar her an ortaya çıkabilirdi. Nedim geri döndüğünde elinde sararmış bir parşömen tutuyordu. “Aradığınız bu olsa gerek?” dedi, sesinde gözle görülür bir gurur salınmaktaydı. ‘Sahaf Tılsım’dan aradığını bulmadan çıkan çok az kişi olurdu, onlar da yalnızca nakitsizlikten. Nehir Taylan Bey’den aldığı verilerle tezgâhta duran parşömeni karşılaştırdıktan sonra, “Evet, bu olsa gerek,” dedi. “Sevindim o zaman,” diyen Nedim parşömeni yeniden güvenli parmakları arasına aldı. Nehir acı acı iç çektikten sonra bir yüzlük daha bıraktı. Hâlâ yanaşmamış gibi gözüken Nedim Ege’nin bakışlarını fark edince istemeye istemeye de olsa kıymetlisini kadına doğru uzattı. Kısa günün kârı için çok da şımarmak doğru olmazdı. Nehir küfredermiş gibi bir teşekkürden sonra, Ege’nin ardından dükkândan ayrıldı. Nedim’i sevmelerine rağmen bu çakallıklarından haz etmiyorlardı. Ege kadına parşömenin bu olduğundan neden bu kadar emin
114
Selamet – Kubaş – Şahin
olduğunu sormak için ağzını açacakken Nehir, “Sence Taylan Bey bunun için bana ödeme yapar mı?” diye sordu. Ayaküstü soyulmak hoşuna gitmemişti anlaşılan. Sorusunu yutan Ege, bir an ciddi ciddi düşünüyormuş gibi yaptı. “Fatura kestirdin değil mi?” Nehir’in gözlerini devirmesini izleyen adam, sormak üzere olduğu sorunun aklından uçup gittiğini fark etmemişti bile.
***
Bir Gün Öncesi
Korhan’ın Nehir’e sunduğu şartlar açıktı. Kadın bunlara anlam veremese de, uymasından bir zarar gelmeyeceğini düşünüyordu. Adamın dediğine göre parşömeni onun verdiğini söylemeyecek, bir sahafta tesadüf eseri bulmuş numarası yapacaktı. Neden diye sormamıştı. Adamın dediğine göre bu oldukça önemliydi. Korhan’ca önemli olan; bir anda Nehir’ce de önemli olmaya başlamıştı. Ve adamın dediğine göre sonrasındaki gelişmelerden Korhan’ı haberdar edecekti. Neden diye sormamıştı, Tanrım o grilik ne kadar da derin... Neden diye sormamıştı, neden sorsundu ki?
19 Mart 2010 - 13:30 Yıldırım Holding Binası
115
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Taylan Bey, Dize ve Murat öğle yemeklerini beraber yedikten sonra Taylan Bey’in odasında toplanmışlardı. Az önce çaycının bıraktığı tavşankanı çaylar, büyük kupalarda buharlarını havaya salıyorlardı. “Birim Sıfır’ın yoluna taş koyanlar kim Taylan Bey? Bize garezi olanları bilmek istiyorum,” dedi Dize. “Haklısın Muhafızları
kızım,
diyorlar,”
öğrenmeye dedi
hakkın
Taylan.
var.
“Tabiatın
Kendilerine dengesini
Tabiat
koruyorlar
kendilerince. Doğaüstü olaylara bulaşmamamızı istiyorlar. Belli ki Sıfır’ın yeniden kurulmasıyla Muhafızlar da tekrar aktif hale gelmişler.” “Neden peki?” dedi Dize. “Daha önceden de bir şeyler yaşanmış belli ki… ” “Doğru, yaşandı, çok kötü şeyler yaşandı,” dedi Taylan. “Anlatacağım hepsini. Zaten bütün bunları açığa kavuşturmayı ben de istiyorum. Anlaşılan bu adamlardan kurtuluşumuz yok. Sermet her zamanki gibi delicesine saldırıyor üstümüze.” “Sermet mi?” “Birim Sıfır’ı kuran üç ortaktan biriydi Sermet. Sonra ihanet etti.” “Kişisel bir garezi mi var? Neyin nesi bu adam?” “Sermet tuhaf bir adamdı Dize. Ta gençliğinden tanırım onu. Her zaman tuhaf olagelmişti. Sıradan bir durumda veya sorunda bile kimsenin aklına gelmeyecek işlere kalkışırdı. Zihni sanki herkese göre tersten çalışıyordu. Hani aklın yolu bir derler ya, Sermet için her zaman doğru olan ikinci yoldu.”
116
Selamet – Kubaş – Şahin
Taylan çayından bir yudum aldı. Murat sessizdi ama dikkatle dinlemekteydi patronunu. “Birim’i kurarken Sermet’ten yana biraz tereddütlerim vardı itiraf etmek gerekirse. Normal olaylara bile tuhaf yaklaşan bu adamın sıra dışı olaylara nasıl yaklaşacağını bilemiyordum. Eğer yeterli maddi gücüm olsaydı onu çıkarabilirdik ortaklıktan. Korhan da benimle aynı fikirdeydi çünkü.
Hani
eline
bir
güç
geçse
dünyayı
ele
geçirmek
isteyip
istemeyeceğini bilemiyorduk. “Yanlış anlamayın, kötü adam değildi. Aksine gayet namusluydu. Korhan’ın bile bir zamanlar yasadışı işlere bulaştığını biliyorum ama Sermet’in asla öyle taraklarda bezi olmazdı. Zaten biraz da bu iyi niyetine güvendik. Tabii orta çaplı bir medya patronu olmasının maddi getirisi daha önemliydi.” “Demek medya patronuydu.” “Tabii tabii. Bir televizyon kanalı, bir radyosu, bir gazetesi, iki tane de dergisi vardı. Reklam ajansı da vardı yanılmıyorsam. Hepimizden zengindi yani. Annesi babası küçük yaşta ölmüş, dayısının yanında büyümüştü. Dayısı da o zamanlar yeni yeni gelişen bir süpermarketler zincirinin patronuydu. Önce Sermet’i yanına almak istememiş, ama sonra o zamana kadar bir çocuk sahibi olamayan karısının da baskısıyla almış. Dayısının yanında kazandığı tecrübeyle, daha ona bir şey miras kalmadan bir radyo kanalı patronu olmuştu Sermet. Sonra da işleri büyüttü işte.” “Korhan’la Birim Sıfır’ı kurmak için anlaştığımızda üçüncü bir ortağa gereksinimimiz olduğunu gördük. Đlk teklifi Sermet’e götürdük ve hiç düşünmeden kabul etti. Ama Birim kurulduktan ve yurt genelinde organize
117
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
hale geldikten bir süre sonra durup dururken muhalif tavırlar sergilemeye başladı. Her çözdüğümüz gizemde, her yaptığımız araştırmada dengeleri bozacağımızdan söz ediyordu. “Bir anda Birim Sıfır destekçisi olmaktan çıkıp köstek haline geldi. Payının tamamını çekti, birçok deneyimli elemanı yüksek bedeller ödeyerek işten çıkmaya zorladı. Bir kısmını da kendi yardımcısı olarak işe aldı. Murat’ın babası Volkan’ı da uzun süre yanına almak istedi ama Volkan gitmedi, zaten bunu düşünmek için de fazla zamanı olmadı.” Murat, bir an babasının ölümünü düşünüp duygulanacak gibi oldu, ama kendini toparlaması uzun sürmedi. Taylan da sanki son söylediklerinin etkisini görmek istiyormuşçasına çayından uzun bir yudum çekerek Murat’ı süzdü. “Sonra Sermet çok daha kötü bir şey yaptı. Birim Sıfır zaten zayıflamış, çalışanlar arasında büyük huzursuzluklar baş göstermişken çok büyük bir darbe vurdu bize.”
13 Aralık 1999 – 22.15 YerYıldızı
Biri erkek, biri kadın iki beyaz önlüklü, YerYıldızı’nın şampanya renkli koridorlarında yürüyorlardı. Kadın bezgindi: “Off, bu gece yine ayaktayım. Şu yeni yakalanan yaratık, Goid midir her ne haltsa, onun üzerinde acil deneyler yapılacakmış.”
118
Selamet – Kubaş – Şahin
“Burada gece gündüz fark etmiyor, takma kafana,” dedi adam. Âşık olduğu kızla -kendisinden on üç yaş küçük bir kızla- yürüyordu ve on beş saattir
aralıksız
çalışıp
yazdığı
YerYıldızı
aylık
faaliyet
raporunun
yorgunluğunu hiç hissetmiyordu. Keşke farkında olsan… Adı Özge Çetinler’di. Altı ay kadar önce ‘düşmüştü’ laboratuara. Ayhan, Özge’yi gördüğü ilk anda yüreğindeki kıvılcımı hissetmişti. Farklı departmanlarda da olsalar ona ulaşmak için elinden geleni yapmış, sonunda arkadaş olmayı başarmıştı. Bu günlerde ilan-ı aşk etmek için fırsat kolluyordu ama Özge neredeyse her gördüğünde çok yorgun ve bitkin oluyordu. Doğru zamanı bulmalıydı, doğru zamanı… “Sen yatmaya gidiyorsun tabii, ben şimdi saatlerce canavarla uğraşacağım,” dedi Özge. Gamzelerini göstererek bezgince gülümsemişti. “Duydum o yaratığın ününü. Bugün çok sorun çıkarmış size,” dedi Ayhan. “Ya, getirenler doğru dürüst bilgi vermiyor, böyle oluyor. Güvenli odalardan birine kapatmıştık, aniden ortadan kayboldu. Alarm bile verdik, biliyorsun. Meğer odadaki dolaba sızmış.” “Duydum duydum, eşyalara sinebiliyormuş.” “Daha kötüsü sindiği eşyayı hareket ettirebiliyor. Bir baktık dolap yerde, kara bir bulut çıkıyor üzerinden. Sonra insan şeklini aldı gene. Etrafta dolaşıp durdu, dolaba geri döndü. Psikolojisi de tuhaf. Ne düşündüğünü kolay kolay anlayamıyorsun. Kaçmak için bir çaba göstermiyor şimdilik.” Beyaz renkli bir kapının önünde durdu Özge. Okutmak için kartını çıkardı. “Hadi iyi geceler sana,” dedi adama.
119
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Sana
da
iyi
çalışmalar
canım,”
diye
karşılık
verdi
Ayhan
gülümseyerek. Genç kadın kartını okutmadan hemen önce nereden geldiği anlaşılamayan bir gürültü koptu. Đkisinin de birbirinden habersiz olarak akıllarına gelen ilk düşünce depremdi. Ancak, YerYıldızı’nın asansörünün inmesi ve kapısının yine gürültüyle açılması bu tezi saniyeler içinde çürüttü. Birileri yukarıdaki kulübenin içine gizlenmiş olan dış kapıyı kırmış, asansöre elini kolunu sallayarak binmiş ve aşağı inmişti. Şimdi tekinsiz ayak sesleri, YerYıldızı’nın çalmaya başlayan o korkunç alarmıyla birleşmişti. “Bir bu eksikti,” dedi Özge. “Davetsiz misafirler.” Asansör onların bulunduğu yerden görünmüyordu ama sert ayak sesleri hızla yaklaşmaktaydı. Ayrıca birkaç kısa çığlık da duyulmuştu. “Boşaltın bu binayı! Hemen!” diye gürledi biri. “Boşaltmak mı?” dedi Ayhan. Adrenalin salgısı kanına hızla karışmış, o malum etkisini gösterip kalp atışlarına hız rekoru kırdırtıyordu. “Kim bunlar ya?” dedi Özge. Aklına hırsızlar, haydutlar, hatta ihbar üzerine operasyon yapan polisler geldi. Aklına, şimdi karşısına çıkacak olan adamın asker, jandarma hatta Goid’i kurtarmaya gelen arkadaşı olabileceği geldi. Ama kırk yıl düşünse, elinde pompalı tüfekle gelen adamın Sermet Altınok olacağı gelmezdi. Öfkeliydi
Sermet.
Gözünü
kan
bürümüştü.
Arkasındaki
adamlarından önce davranıyor, bağırıp çağırarak herkesin burayı terk etmesini istiyordu. “Biz Tabiat Muhafızları’yız,” diyordu. “Burada olanlara müsaade etmeyeceğiz. Kendini bilim yuvası sanan bu binayı yok etmeden buradan
120
Selamet – Kubaş – Şahin
çıkmayacağız. Öldürmemiz gerekirse öldürürüz, ölmemiz gerekirse ölürüz, ama Birim Sıfır yok olmadan biz yok olmayacağız.” Özge’nin bir anda öne atılması Ayhan’ı fena halde şaşırttı. “Ne diyorsunuz siz ya? Buranın kurucularından değil misiniz? Tamam, ayrıldınız, daha ne istiyorsunuz? Böyle kanun tanımaz bir şekilde saldırmak da ne anlama geliyor?” Sermet umursamazca başını salladı. “Dışarı çıkmanızı tavsiye ederim. Birazdan burada taş taş üzerinde kalmayacak.” “Hayır efendim! Çıkmıyorum. Siz kim oluyorsunuz da, evim bellediğim yeri yıkmaya kalkıyorsunuz!” Ayhan bir kez daha şaşırdı. Özge genellikle çok çalıştığından falan şikâyet eder, memnun değilmiş gibi görünmeyi severdi. Oysa şu an vatanı gibi korumaya kalkışıyordu. Üstelik eli silahlı ve delirdiği her halinden belli olan bir adama karşı. Ayhan atılıp Özge’nin koluna girdi. “Gidelim,” diye fısıldadı kulağına. Özge şiddetle itti Ayhan’ı. “Hayır gitmiyoruz,” diye bağırdı. Bu arada binanın diğer yerlerinden haykırışlar, koşturma ve hatta silah sesleri geliyordu. Asansör sürekli yukarı çıkıp geri iniyordu. Herkes tahliye ediliyordu belli ki. Karşı koyanlar da silahla korkutuluyordu. Ayhan de herkes gibi bir an önce burayı terk etmek istese de Özge’yi tek başına bırakmanın büyük bir kalleşlik olacağını düşünüyordu. O yüzden Özge’nin arkasından kıpırdamadı. Sermet pompalı tüfeğini tavana doğru ateşledi. Gürültü kulaklarını sağır etti. “Def olun gidin şimdi,” dedi ve yanlarındaki Goid’in olduğu odaya yanaştı.
121
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Özge öfkeden, Ayhan korkudan titriyordu. Sermet odanın camından şöyle bir baktıktan sonra adamlarından birine kapıyı kırmasını emretti. Kapı kırıldı, Sermet korkusuzca içeri girdi. Etrafa göz atıp geri döndü. Özge’yi yakasından yakaladı. “Burada ne var?” diye sordu. “Boş,” dedi Özge. “Hadi ordan,” dedi Sermet. “Prosedürü biliyorum, bu kapının kilitli olması ve kırmızı ışık yanması içeride bir şeyin olduğunu gösterir.” “Bir şey varsa ne yapacaksın!” dedi Özge terslercesine. “Kendine
güvenine
hayran
kaldım,
ama şimdi söylemezsen
öleceksin.” “Söylemiyorum!” Sermet kızın yakasını bıraktı. Diğer odalara doğru ilerlerken arkasındaki adama “öldürün,” dedi. “Hayır,” diye atıldı Ayhan Sermet’in üstüne. “Bunu da temizleyin,” oldu Sermet’in tek sözü. Ayhan, bunu duyunca artık ikisinin de ölümden kaçamayacaklarını anladı. Belli ki Sermet en az bir düzine silahlı adam getirmişti. Amacı herkesi dışarı çıkardıktan sonra burayı yok etmekti. Gözü öyle kararmıştı ki önüne çıkan her engeli ezmekte tereddüt etmiyordu. Ayhan bir ölünün cesaretiyle Sermet’ten sıyrılıp Özge’nin yanında belirdi. Özge’ye silahını doğrultmuş olan adamın hayalarına sert bir tekme savurup kızın kolundan çekti. Sermet ikinci emri veremeden laboratuarın içlerine doğru koştular. Daha doğrusu yıldızın uçlarından birine doğru… Orası çıkmaz sokaktı ama bir umut vardı.
122
Selamet – Kubaş – Şahin
“Kara Siluet’i salacağız,” dedi Ayhan nefes nefese. “Ne?” “Bunları durdurmanın başka çaresi kalmadı. Dinsizin hakkından imansız gelir. Kara Silueti serbest bırakacağız.” “Böyle bir şey nasıl teklif edersin? Kara Siluet’in ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyor musun? Üstelik en az bir maymununki kadar düşünme kabiliyetine sahip. Serbest kalırsa tekrar yakalamamız…” “Ya, bırak şimdi serbest kalmasını falan. Sermetleri ancak o durdurur, sonrasını hallederiz bir şekilde.” “Tabii önce biz ölmezsek,” diye fısıldadı Özge. Bu arada YerYıldızı’nın en yüksek güvenlikli odasına gelmişlerdi. Ayhan, odanın kurşungeçirmez özel penceresinden içeri baktı. Kara Siluet adını verdikleri insansı yaratık içerideki sandalyede oturuyordu. Kara Siluet, soyutla somut, var ile yok, gerçek ile gerçekdışı arası bir varlıktı. Ne çamurdandı, ne ateşten, ne nurdandı, ne maddeden. Kütlesi yoktu, ama sabit bir şekli ve cisimlere etki edebilme özelliği vardı. Hiçbir organı yoktu ama görünüşü bir insan siluetinden farksızdı. Saydam değildi ama gölgeye benziyordu. Ayhan zaman kaybetmeden kartını çıkardı ve kapıya okuttu. Ayrıca bir şifre girerek kapının açılmasını sağladı. Kara Siluet’e bakmayı bile göze alamadan Özge’nin kolunu tutup depolardan birine girdi. Her şey olup bitene kadar burada saklanacaklardı.
***
123
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Bursa’da, YerYıldızı’nın girişini gizlemekle görevli kulübenin önüne büyük siyah bir cip yanaştı. Taylan Yıldırım, şoförün gelip kapıyı açmasını ya da arabanın toprak yolda çıkardığı tozun dinmesini beklemeden atladı aşağı. Aynı anda kulübeden dışarı bir düzine beyaz gömlekli insan çıktı. Aralarında YerYıldızı’nın müdürü Aydemir Bey de vardı. Cipi ve Taylan’ı görünce hemen yanına yanaştı. “Sermet…” dedi nefes nefese. “Laboratuarı bastı efendim. On - on beş silahlı adam var yanında. Herkesin dışarı çıkmasını istedi.” Taylan aylık olarak YerYıldızı’nı ziyaret eder, bu ay Ayhan’ın yazdığı faaliyet raporunu bizzat müdürden alırdı. Bugün de o amaçla yola koyulmuştu. Ama beş dakika kadar önce, Laboratuarda acil bir durum olduğunu bildiren haber Taylan’a ulaşmıştı. Şimdi acil durumun ne olduğunu öğreniyordu ama bunun anlamını çözemiyordu. Sermet’in derdi neydi? “Güvenlik görevlileri nerde?” “Etkisiz hale getirmişler.” “Ölü falan var mı?” “Yok sanırım, ama çıkmak istemeyenlere zor kullanıyorlardı. Israr edenleri öldürebilirler.” Taylan çenesini kaşıdı. Sermet bu kadar vahşileşmiş olabilir miydi? Bu arada asansör bir kez daha inip çıkmış ve bir düzine daha insan getirmişti. Bu kez bazılarında darp izleri görünüyordu. Ciddi yaralanan yoksa da herkes panik içindeydi. “Ben aşağı gidiyorum Aydemir,” dedi Taylan.
124
Selamet – Kubaş – Şahin
“Ama efendim…” “Belli ki Sermet’in amacı benle hesaplaşmak. Hesabının ne olduğunu bilmiyorum ama öyle. Benim geleceğim günü ve saati seçmiş olmasının sebebi de bu olmalı. Korkutma politikası olabilir.” “Yanınızda kimse olmadan mı ineceksiniz?” “Evet, öyle,” dedi Taylan. Takım elbisesini şöyle bir silkeledi ve kulübeye hızlı adımlarla yürüdü. Asansörün başında iki silahlı adam bekliyordu. Yükselince insanları ite kaka çıkarıyor, sonra tekrar aşağı gönderiyorlardı asansörü. “Aşağı gönder beni,” dedi Taylan. Adamlardan biri önce kaşını çattı, Taylan’ı tanımaya çalışır gibiydi. Sonra silah olmayan eliyle boş asansörü işaret etti. On saniye sonra kapı açıldı, alarm seslerine karışan insan sesleri korkunç bir ortam sunuyordu. Çıkmayı reddeden bilim adamları adeta dövülerek asansöre sıkıştırılıyordu. Silahlı adamlardan biri Taylan’ı fark edip yanına gitti. “Patron şu tarafta,” diyerek YerYıldızı’nın beş ucundan birini gösterdi. “Taylan o yana yönelince adam da peşinden geldi. “Size eşlik etmemiz istendi,” dedi Taylan’ın tuhaf bakışlarına karşılık olarak. Taylan Sermet’i uçabilen bir kedinin beynini dağıtırken buldu. Evrimdeki
bazı
dengesizlikleri
ve
bazı
mutasyonları
açıklamalarını
sağlayabilirdi o kedi. Araştırma devam ediyordu, ama artık etmeyecekti. Sermet Taylan’ı görünce adamına odadan çıkmasını işaret etti. Adam hafif bir baş sallamayla kapıyı çekerek çıktı. “Sermet ne yapıyorsun sen?” oldu ilk cümle.
125
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Dünyayı kurtarıyorum ortak,” dedi Sermet psikopat bir sırıtışla. “Bunca emek verip yaptırdığımız -dikkatini çekerim sadece ben değil, sen de içindesin- bir laboratuarı işlemez hale getirerek mi kurtarıyorsun dünyayı?” “Taylan, sana burada yirmi dört saat anlatsam anlamayacağını bildiğim bir gerçek var.” “Neymiş o gerçek?” “Uğraşmaman gereken şeylerle uğraşıyorsun. Tabiatın dengelerini bozuyorsun.” “Bir şeyi bozduğumuz yok. Nereden uyduruyorsun bunu?” “Boyutlar arası yolculuğu araştırıyorsun, zamanda yolculuk yapmak, ışınlanmak, görünmez olmak istiyorsun. Tabiatın bize verdiği şeylerin dışına çıkmaya çalışıyorsun. Cinler aleminden bir cin yakalıyorsun mesela ve bunu doğal bir şey olarak görüyorsun.” “Yapma Sermet, bunlar çocukça düşünceler.” “Çocukça mı? Güldürme beni. Asıl senin yaptığın çocukluk hayallerini gerçekleştirmek değil mi? Bor minerallerin yok oluşunu araştırmak için, ülkeye fayda sağlamak için, bir kötülüğü engellemek için kurduğun daha doğrusu kurduğumuz oluşumu ne hale getirdiğinin farkında mısın?” “Biz paranormal suçları da inceliyoruz Sermet, başka insanların ölmesini engelliyoruz, bu kötülük mü yani?” “Büyük kötülüğün içindeki ufak iyilikler!” “Ya neymiş büyük kötülük, açıkça söyler misin?”
126
Selamet – Kubaş – Şahin
“Dünyanın dengesini bozacaksın! Doğa yasalarına tabii olan şeylerle olmayan şeyleri bir araya getiriyorsun. Madde ile karşımaddeyi bir araya getirmek gibi bir şey bu. Đkisi karşı karşıya gelirse ne olur? Büyük bir patlamayla yok olurlar!” “Bir psikologa gitmeni tavsiye ediyorum Sermet. Birkaç çapulcuyu toplamış onca emeği yok etmişsin, hâlâ ediyorsun. Buna hemen son ver ve def ol git.” Eliyle kapıyı gösterdi Taylan. Odanın dağılmış halini gördükçe öfkeleniyordu. Sermet ise öfke belirtisi göstermemişti henüz. “Demiştim, yirmi dört saat anlatsam nafile. Seni durdurmanın tek yolu, her şeyi yok etmek.” Sırıtan suratı aniden ciddileşti. Elindeki tüfeği kaldırıp Taylan’a doğrulttu. “Đyi uykular eski ortak. Bir gün beni anlayacaksın, umarım çok geç olmaz.” Tüfekten çıkan uyuşturucu fişeği Taylan’ın omzuna isabet etti. Birim Sıfır’ın patronu saniyeler içinde uykuya daldı.
***
Goid acıkmıştı. Buraya getirilmeden önce karnını doyurmak üzereydi, ama onu engellemiş, Goidleri bir mıknatıs gibi içine çeken bir taş parçasıyla yakalayıp buraya getirmişlerdi. Şimdi taşın içinde değildi ama dışarı da çıkamıyordu. Duvarlar nasıl olmuşsa onun içine giremeyeceği şekilde yapılmıştı. Yiyecek de yoktu şimdilik. Duyuları insan kokusu alıyordu ama hepsi dışarıdaydılar.
127
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Öfkeli bir adam gelip kapıyı açtığında Goid dolaba sinmiş durumdaydı. Hevesle adamın dolaba yaklaşmasını bekledi. Bir insanı öldürmesinin tek yolu ona herhangi bir nesneyle zarar vermesiydi. Herhangi bir canlının içine giremiyordu da. Eğer Sermet Altınok birkaç adım daha atıp dolaba yaklaşsaydı. Goid tam güç kullanarak dolabı üzerine düşürecek, adam canlılığını yitirdikten sonra tüm hücrelerindeki enerjiyi kendine çekecekti. Ama olmadı, adam son anda geri döndü ve başka bir insana bağırıp çağırmaya başladı. Đnsanlar kapıyı kapatmadan gittiler. Goid yalnız kaldı. Tüm zerreciklerini dolabın molekül boşluklarından çıkarıp hava ortamına çıktı. Đnsan şeklinde kara bir bulut haline geldi ve ağır ağır kapıya doğru yürüdü. Đnsanlar sol tarafa doğru gitmişlerdi, o da onları takip edecekti. Yürürken duvardaki tabloları inceledi. Elbette resimlerin sanatsal değerini değil, av aracı olarak kullanıp kullanamayacağını. Çoğu ufak olsa da bazıları yeterince büyük ve ağırdı. Sadece yerçekiminin etkisiyle düşseler bir zarar vermeyecek olanlar dahi Goid’in gücüyle epey tehlikeli bir araç haline gelebilirdi. Đnsanlara doğru yürüdü. Algıları ava yaklaştığını söylüyordu. Birkaç adam her odaya girip bir şeyleri parçalıyor, bazen ateş ediyor, bazen yeryüzünün
bilmediği
maddelerden
yaratıkları yok ediyorlardı.
128
yapılmış
silahlarla
olağanüstü
Selamet – Kubaş – Şahin
Goid yok edilenlerden bazılarının insandan daha güçlü, yani daha besleyici olduğunu fark edip üzüldü. Ama belki ileride daha büyük yemler de vardı. Yürümeliydi. Yürüyordu.
***
“Kara Siluet!” diye tısladı Sermet karşısındaki siyah gölgeye bakarak, “seni kontrol altına alabilseydim önümde kimse duramazdı biliyor musun? Tabiat Muhafızları’na karşı kimse kalmazdı. Sadece sen yanımda olsaydın…” Elindeki pompalı tüfeği kaldırdı. Önceden yapılmış deneyler ona neyin zarar verdiğini çoktan çözmüştü. Sermet de hazırlıklıydı elbette. Tüfeğe doğru mermiyi koydu ve karşısında kıpırdamadan bekleyen yaratığa doğrulttu. “Seni yakalayıp getiren bendim, hatırlıyorsun değil mi?” dedi nişan alırken. “Hayaletli inşaat diye ihbar edilen yerde… Masum masum oturuyordun. Birini mi bekliyordun acaba? Bir yerden mi kovuldun? Neydi derdin anlayamadım ama yakaladım ve getirdim seni. Neden karşı koymadın bilmiyorum, belki de zayıftın o sırada. Şimdi Birim Sıfır’ın ele geçirdiği en tehlikeli şey olduğun aşikâr.” Đşaret parmağı silahın tetiğine dokundu. “Şimdi seni öldürmek zorundayım. Biliyor musun, bir tek sana üzüleceğim. Burayı ateşe verip dışarı çıktığımda, sadece senin hatıran…” Bir patlama kesti sözünü. Onun silahından çıkmayan bir patlama.
129
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Kocaman açılmış gözlerle arkasını döndü Sermet. Sırtından girip karnından çıkmış olan merminin deliğinden akan kandan önce onu kimin vurduğunu görmek istedi. “Ertan?”
dedi
şaşkınlıkla.
Kendi
adamıydı.
En
güvendiği
adamlarından biri. Bir tuhaflık vardı ama. Ertan ona bakmıyordu. Çünkü gözleri boş bakmaktaydı. Ağzının kenarından kan sızmıştı, boynu tuhaf bir şekilde bükülmüştü. Ayakta duruyordu ama dengede duramıyormuş gibi iki yana sallanıp duruyordu. Sermet gözleri kararırken neler olduğunu anlamaktan başka bir şey istemiyordu. Ertan’ın her bir hücresine sızmış olan Goid’in istediği ise Sermet’in bir an önce ölmesiydi. Ertan lezzetliydi ama doyurmamıştı onu. Goid Ertan’ın bedeninden kara bir ruh gibi çıktı. Ertan boş çuval misali yere düşerken, Goid Sermet’in karşısına dikildi. Öl, dedi tüm zerreleriyle, öl ve bana yemek ol. Ve Sermet’in ölümü o gün YerYıldızı’nda bir Goid’in elinden oldu.
19 Mart 2010 – 14.30 Yıldırım Holding Binası
“Demek ortağınız böyle öldü,” dedi Dize. Şimdi her şeyi anlıyordu. “Evet, Sermet beni öldürmedi ama kendi canından oldu.” “Ve şimdi bir hayalet olarak bizi durdurmaya çalışıyor.” “Aynen düşünmüştük.
öyle.
O
gün
Laboratuarı
orada
tekrar
Tabiat
topladık
130
Muhafızları’nın ama
çalışmalara
bittiğini tekrar
Selamet – Kubaş – Şahin
başlayamadan Birim Sıfır’ı kapatmak zorunda kaldık. Sermet’in yanındaki adamlar da intikam almaya çalışmadı. Örgüt kendi kendini fesih etti diyebiliriz.” “Peki bütün bunları nasıl öğrendiniz?” “Kameralar ve ses kayıt sistemleri hâlâ çalışıyordu. Onları kapatmayı düşünmemişler. Sonradan büyük bir patlama ya da yangın ile tamamen yok etmeyi düşünüyorlardı sanırım. Ama Sermet ölünce, Kara Siluet ve Goid de serbest kalınca herkes can havliyle kaçıp gitmiş. Ha, tabii Ayhan ile Özge de yardımcı oldu bu konuda. Oradan çıktıklarında ne Goid ortadaymış, ne de Siluet. Daha sonra Goid’in kendi odasındaki dolapta olduğunu tespit ettik. Üniversite öğrencisini kaçıran Hydra-Goid’e karşı kullandığımız Goidlerden biriydi o.” “Demek bize yaptığı ilk iyilik değilmiş,” dedi Dize o sanal boyuttaki korkunç macerayı düşünmemeye çalışarak.
13 Aralık 1999 – 22.50 YerYıldızı
Sermet ölümün bu kadar kolay olduğunu düşünmemişti. Ruhu, yere kapaklanan bedeninden yukarı süzülürken üzerinden müthiş bir ağırlık kalkmıştı. Beden adeta ruhu yere indiren bir ağırlıktı. Başka hiçbir şey değil. Yukarıda yükelecek koca bir gökyüzü vardı. Şu sınırlı, hatta iki boyutlu yeryüzünde tıkılıp kalmasına gerek yoktu. Ruhlar diyarına göçebilir, bütün duygularını, bütün sorumluluklarını dünyada bırakıp gidebilirdi.
131
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Sonra başka bir bedene mi gönderilirdi, cennete veya cehenneme mi yollanırdı bilmiyordu ama şu an onu bir mıknatıs misali yukarı doğru çeken bir kuvvet vardı. Bir anlığına aşağı baktı. Sırtında gömleğine yayılmış kanı gördü. Pek bir şey hissetmedi. Sadece bir araçtı o beden. Kan da onun benziniydi, yağıydı, suyuydu. Adamları yetişmişti şimdi. Goid’i, cesedi ve Kara Siluet’i görünce düşünmeden topuklamışlardı ama. Şu an bu kadar hafif olmasa, onların zayıflıklarına öfkelenebilirdi. Goid onun bedenine doğru süzülüyordu havada. Ağır hareket ediyordu ama kesin bir açlıkla geliyordu. Diğer taraftaki Kara Siluet’e baktı Sermet. Ölümünden sonraki ilk şaşkınlığı o an yaşadı. Kara Siluet şu an hiç de eskisi gibi görünmüyordu. Sadece siluet değildi şimdi. Bir yüzü vardı, organları belirgindi, sürekli değişen renklerdeki gözleriyle anlamlı anlamlı Sermet’i süzüyordu. Yerdeki ölü Sermet’i değil, ruh olan Sermet’i. Birden zihninde bir düşünce oluştu. Burada kalmak ister misin? Diye soruyordu. Bu oydu, emindi. Kara Siluet onunla konuşuyordu. “Đsterim,” dedi Sermet. Diğer tarafın acelesi yoktu nasıl olsa. Bir gün gideceği kesindi. Durup dururken bu müthiş huzuru ve rahatlığı bırakmak istediğine inanamıyordu ama ağzından daha doğrusu zihninden “Kalırım” düşüncesi geçiyordu. “Bizimle beraber kalabilirsin o halde,” dedi siluet ve elini uzattı. Elinden Sermet’e doğru bir ışık süzüldü. Sermet’in bedenini dolaştı ve ağzından içeri girdi.
132
Selamet – Kubaş – Şahin
Sermet ağırlaştığını hissetti. Yeniden bedenlenmiş gibi değildi ama yukarıdan çeken bir kuvvet de yoktu artık. Goid’e baktı sonra. Sermet’in bedenine girmek üzereydi. Đnsan şekli bozulmuş, bulut haline gelmişti. Kara Siluet yürüdü ve Goid bulutunun tam ortasına elini soktu. Goid çığlık atarcasına kıpırdandı. Kara Siluet elini kaldırdı, bulut da onunla birlikte havalandı. Siluet eliyle taş fırlatıyormuş gibi bir hareket yaptı ve Goid’in tüm zerreleri aynı anda koridorun diğer tarafına doğru uçtu. “Şimdilik kurtulduk ondan,” dedi Siluet. “Bedenin burada kalsın, biz dışarı çıkalım.” “Duvardan geçerek mi?” “Hayır, bu duvarlardan hayaletler bile geçemiyor. Asansörden gideceğiz. Sonra da yeni sahibimiz olacaksın.” Asansöre
doğru
yürümeye
ve
havada
süzülerek
ilerlemeye
başlamışlardı. “Sahibiniz mi?” “Eskiden bir sahibimiz vardı. Senin gibi. Adı Şeyh Arzuman’dı. Bin yıla yakındır emrindeydik. Sonra gitti, başıboş kaldık. Şimdi yeni sahip bulma zamanı. Biz sahipsiz yaşayamayız.” “Çoğul konuşuyorsun,” dedi asansöre binerken. “Biz yeterince çoğuzdur.” Dışarı çıktıklarında Sermet gözlerine inanamadı. Etrafta gözlerini ona dikmiş en az yirmi tane Kara Siluet vardı. “Şeyh Arzuman’ın bir Kızıl Oda’sı vardır,” dedi yanındaki. “Bizim mekânımız orasıdır. Seni oraya götüreceğiz.”
133
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Ve Sermet yolunu çizdi. Kızıl Oda, yeni sahibine selam edercesine o anda ışığını yaktı. Kaynağı olmayan kızıl ışığını.
19 Mart 2010 – 18.25 YerYıldızı
“Artık bitişe çok az adım kaldı,” dedi Ali, Ege’nin uzattığı parşömene bakarken. Đki kâğıt parçasını da yan yana koymuş, kısık gözlerle bunca yıllık birikimini konuşturuyordu. Kendisine ‘ölü süsü’ verdiği vakitlerde yaptıkları çalışmalar nihayet bir sonuca kavuşmuştu. Bu ‘tam’ parşömen, diğer boyutlara uzanışın anahtarı olacaktı. Dünyada bir ilk gerçekleşecek, bilimde klasik tabirle çığır açılacaktı. Ali’yi içinde bulunduğu sarhoşluktan kurtaran, odadaki bir diğer kişi olan Nehir oldu. “Yani?” “Yanisi şu, Birim Sıfır’ın toplanması gerek. Bunu konuşmalıyız.”
***
YerYıldızı bir kez daha çok önemli konuklara ev sahipliği yapıyordu. Tüm Sıfır, tam teşekküllü bir şekilde oradaydı. Yıldız’ın kuzeybatı ucundaki laboratuardaydılar.
134
Selamet – Kubaş – Şahin
Burası kısaca ‘metafizik laboratuarı’ olarak tanımlanabilen köşeydi. Ali ölü geçirdiği ömrünün büyük kısmında, daha çok bu odada çalışmalarda bulunmuştu. Odanın merkezindeki masada oturan arkadaşlarına bakarken gülümsüyordu. Parşömende malum yolculuk için gerekli olan her şeyi aşağı yukarı çözmüştü. Gözleri, hülyalı bir edayla Murat’ı izleyen Gizem’e yöneldi. “Gizem, yorgun olduğunu biliyorum. Ancak yardımına ihtiyacım var.” “Dinliyorum ve hayır, sandığın kadar yorgun değilim. Yani eğer...” Ali ukalaca dudak büktü, “Hayır, öyle bir şey değil.” Bel altı imadan odadaki herkes rahatsız olmuştu, fakat Kızıl’ın bunu umursadığı yoktu. Dudakları arasından muzırca çıkan dili de bunun göstergesiydi. Adam sözlerine devam etmesi gerektiğini düşündü. “Arslan’ı çağırman lazım. Bu önemli.” Gizem bir an boyunca somurttuktan sonra, “Sanırım bunu halledebilirim,” dedi. Cümleleri sonlanırken, gözbebeği yavaşça yukarı doğru yönelmeye başlamıştı bile. Bir an sonra göz akından başka hiçbir şey yoktu o kışkırtıcı çukurlarda. “Neden Arslan?” diye sordu Murat. Kontrolün bu defa kendisinde olmamasından rahatsız gibi görünmüyordu. “Diğer âleme bir ziyaret yapmak zorunda kalacak.” Murat, acaba sormasa mıydım? diye düşünürken, ensesindeki tüylerin ayaklanmaya başladığını hissederek iç geçirdi.
135
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Zamandan Azade Bir Âlem’de
Soğuk değildi, sıcak da değildi. Ruh gıdıklayan hafif bir meltem hâkimdi. Bulutlar yalnızca gölgelemek için vardı. Güneş yalnızca parlamak için. Yeşil çimenler yeni kesilmiş gibi taze bir koku salıyordu, altındaki toprak dingindi. Çeşit çeşit ağaç vardı, boy boy. Đnsanların henüz isimlendirmediği türlerde... Gölgeler ne çok karanlık, ne çok aydınlıktı. Tam bir siyahlık yoktu orada. Her şey capcanlı, parlak ve huzurluydu. Đşte en önemli kelime, huzurluydu. Huzura kamufle olmuş bir adam, sakin adımlarla ağaçların arasından nehir kenarına doğru yürüyordu. Uçsuz bucaksız topraklar arasında, yalnız gibiydi. Belki de o an yalnız olmak istediği için yalnızdı. Belki de o an kimse Kevser’e yanaşmak istemediği için. Arslan’ın umrunda değildi. O yeniden insan formunda olmanın keyfini yaşıyordu. Hayalet olmak bir yere kadardı. Öyle duvarlardan geçip oraya buraya cisimlenmek falan; bir yaştan sonra yoruyordu adamı. Yahu ölüyüz, ruhuz. Ne yaşı, ne yorgunluğu be adam?! diye düşündü sırıtarak. Yine de burada olmayı, dünyada olmaktan daha çok seviyordu. Kim sevmezdi ki? Yüzlerce yıl, cehennemde yandıktan sonra yeniden güneş ışığını görmek... Kim buna burun kıvırabilirdi ki? Belki şeytan, eh o da insan değildi zaten. Arslan ağır ağır akan nehre bakarken, nihayet beklediği sesi işitti. Hafif bir şıpırtıydı, ancak bu duymasına yetmişti.
136
Selamet – Kubaş – Şahin
Başını kaldırdığında, tanıdık bir yüz görmenin verdiği mutluluğunu yaşıyordu. “Nihayet dostum, uzun zaman oldu!” dedi, karşısındakinin konuşma yetisinin olmadığını biliyordu. Buna rağmen O’nunla her karşılaştığında en sıkı dostuyla birlikteymişçesine muhabbet ederdi. Kendi sorar, kendi cevaplardı. Đki taraf da memnundu bundan, kime ne? Nehrin diğer yakasından suya girmiş ve kendisine doğru yürüyen bir ruh vardı. Bu Cennet’in bir üst âleminden, sıkı arkadaşı Car idi. Bir kanguruyu andırıyordu pek çok yönüyle. Kahverengi teni, bir buçuk metreye yakın bir boyu vardı. Ayakları zıplamaya uygundu, elleriyse bir kangurunun ellerinden daha kullanışlıydı. Kara gözleri akılla parlıyordu, herhangi bir hayvanda olamayacak kadar üstelik. Sırtında iki adet kanat vardı, uçmak için değil belki ama; süzülmek için fena halde elverişliydi. Kanatlarını da açtığında epey heybetli bir görünüm sergiliyordu. Şimdiyse gayet durgun bir çocuk gibiydi. Atmosferden olsa gerek. Ayrıca tıpkı kangurulardaki gibi bir kesesi vardı ki, akıllara zarar. Ölesiye dar gözükmesine rağmen, içine dünyaları doldurabiliyordunuz. Suların arasından, nehrin ortasına kadar geldi ve akıllı bakışlarını Arslan’a yöneltti. “Ah şu formaliteler,” diye mırıldandı Arslan. Anlaşıldığı üzere, dostu nehrin ortasından daha ileriye geçemiyordu. Bu sadece Cennet ve Cehennem’e özgü bir özellikti, belli bir yerden sonrasına geçemiyordunuz. Mahremiyet mi demeliydi?
137
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Arslan da beline kadar suya girip arkadaşının olduğu noktaya ulaştı. Arslan dünyada nasılsa, Car da burada o şekildeydi. Yaklaştıkça silikleşen görüntüyü fark edebiliyordu adam. “Hepsini getirdin mi?” Dostu başıyla onayladı, kesesini işaret ediyordu. “Güzeeeeel.” Car yüzüne bir gülücük kondurdu, ellerini kesesine uzatıp içindekileri çıkarttı. Dört farklı nesne vardı, dört farklı boyuttan alınmış. Birisi cam tüpün içerisindeki kül grisi bir sıvı, diğeri erikten biraz daha iri, mor bir meyve, öteki sararmış bir tutam kâğıt, sonuncusuysa tek bir kibrite benziyordu. Sıradan olanlardan değil, o nesnelerden hiçbirisi sıradan değildi. Arslan dostundan bunları alırken minnettar bir şekilde başını salladı. Car kanatlarını tüm heybetiyle açıp yükselirken, Arslan da nehirden çıkmış nesnelere bakıyordu. Sıkı bir parti olacaktı. Şimdi dünyaya dönmenin vakti gelmişti. Cennet’ten silinmeye başlarken, olacakların kendisini bile heyecanlandırdığını fark ederek şaşırdı. Merakın ölü mölü dinlemediği açıktı, her ne kadar kediyi öldürse de... Ölüyü de diriltebilesi vardı anlaşılan.
Birkaç Saat Öncesi YerYıldızı
“Ah... Dünyanın beni bu kadar özlemesi... Ben buna alışık değilim dostlar, hayırdır?”
138
Selamet – Kubaş – Şahin
Odaya bu sözlerle giriş yapan Arslan, birçok kişinin merak ettiği bir soruyu da dile getirmişti. ‘Hayır’ mıydı? “Kimine hayır, kimine şer. Ancak insanlık için tarihi bir ana şahitlik etmek üzereyiz, senin de yardımına ihtiyacımız var.” Ali de iddialı sözlerle karşılamıştı, YerYıldızı’nın son misafirini. “Öyleyse dinliyorum,” dedi Arslan. Tüm merak bulutu, Ali’nin ağzından çıkanlara kulak kesilmişti şimdi. ‘Nasıl olacaktı?’ Ali ilgiden memnundu. “Bu kadim parşömen, boyutlar arası yolculuğun anahtarını gizliyor. Boyutlar arası yolculuğa çıkacak olan kişilerin de, bu kapıdan geçebilmeleri için bazı şeylere gereksinimleri var: Parşömendeki formüle göre hazırlanmış bir ‘şeyin’ katılımcıların kanlarıyla buluşması gerekiyor. Sözün kısası, bu formülün sonucunda ortaya çıkan karışımı; yolculuğa çıkacak olanların kanına enjekte etmeliyiz.” Dize
parmaklarının
arasındaki
kalemle
akrobatik
hareketler
yaparken, “Ya bu formül?” diye sordu. “Şimdi oraya geliyordum. Ama öncesinde kısaca değinmem gereken bir nokta var. Biliyorsunuz, hayaletler dünyamızı ziyaret edebiliyorlar. Her şey gibi bunda da, iyi ve kötü kavramı var. Arslan gibileri, Cennet’ten istedikleri vakit bizim boyutumuza geçebilirken; kötülerin nerelerden kopup da dünyamıza geldiğini ancak Allah bilir. Her boyutun ‘sakinleri’ bir alttakine geçebiliyor. Bu durumda Arslan’a kilit bir rol düşüyor. “Sınavlarda arkadan öne doğru uzatılan kâğıtlar misali, Arslan gerekli olan boyutlar arasındaki irtibatı sağlayacak. Kendi boyutuna çıkıp bir üst boyuttan arkadaşıyla buluşacak. Bu ‘arkadaş’ bize gerekli olan
139
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
malzemeleri getirmek üzere kendi boyutuna dönecek, orada bir üst boyuttan ‘arkadaşıyla’ buluşup onun da üstündeki boyuttan gerekli olanları getirmesini sağlayacak... Bu böyle devam edecek, ta ki bize gerekli olan her şey sağlanana kadar. “Formül için gerekli olan her şeyin, diğer boyutlarda olması sebebi; hepsinin bir araya gelme ihtimalinin imkânsızlığı. Arslan ile, imkânsızı başaracağız. Sıfır ile tarihi baştan yazacağız.” Son cümle odadaki herkesin zihninde yankılanmaya devam ediyordu. “Đmkânsızlık için, bizimle misin Arslan?” dedi Ali. “Sizinleyim.” “O zaman işte bize getirmen gerekenler...”
19 Mart 2010 – 19.10 YerYıldızı
Şu An
“Daha sıcak bir giriş yapamıyor musun sen?” Arslan soruyu yönelten Murat’a yapay bir şaşkınlıkla baktı. “Havai fişeklerim yeni bitti, bu seferlik idare edin bayım.” Bir yandan da kucağındakileri masanın üzerine bırakıyordu. Pek de memnun olmamış gibi görünen Ege, “Hepsi bu mu?” diye sordu.
140
Selamet – Kubaş – Şahin
“Ne söylediyseniz, onlar.” Hayaletin mırıltısından rahatsız olduğu anlaşılabiliyordu. “Benimle işiniz bitti mi?” Sorusu sabırsızlık tüttürüyordu. “Hayır, son adım için yine sana ihtiyacımız var.” Ali Yıldırım gözlerini masadakilerden ayıramıyordu. Yüzyıllardır gizli kalmış parşömenden, bir avuç nesnenin adı, adresi ve her şeyi değiştirecek bir karışımın formülü mü çıkmıştı bir tek? Define haritası beklemiyordu. Đşe koyulmanın vakti gelmişti.
***
Sonrası Birim Sıfır’ın gözünde tarif edilemez bir ‘işlemler zinciri’ydi. YerYıldızı’nın en üst kademesini oluşturan sekiz bilim adamı, bu karışımı hazırlamakta Ali Yıldırım’a yardımcı oluyordu. Odada zaman zaman çeşitli ışıklar çakıyor, zaman zaman kulakları yırtacak sesler yankılanıyor, bazen de yer ayakta durmakta ısrarcı olan herkesle dalga geçercesine sallanıyordu. Farklı boyutların birbirine dokunuşu, tahmin edildiği gibi ‘tepkili’ oluyordu. Sonuç olarak tüm bu gürültü patırtı sonlandığında, ortada iki dal sigara duruyordu. “Bu mudur?” dedi Ege. Ali başıyla onayladı, alnı boncuk boncuk terle dolmuştu: “Budur.” “Kimler gidiyor, kimler kalıyor?” diye sordu Taylan. Bir sonuca varmaktan memnundu. “Đzninizle ilk gönüllü olanın, ben olmasını isterim,” dedi Ali. Sesinde gözle görülür bir heyecan vardı. Odadaki kimse buna itiraz etmedi.
141
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Đkinci koltuk için önerimse Gizem Kızıl olacak.” Đtirazsızlık da bir yere kadardı. Murat yerinden doğrularak, “Nedenmiş?” dedi. Ani sorgusuna kendisi de anlam verememişti. Buna karşın Dize’nin de huzursuzca kıpırdandığını görebiliyordu. “Gizem’in malum yetenekleri, diğer boyutlarda hayli işe yarayabilir. Açıkçası yanımda işi bilir bir kimsenin olmasını tercih ederdim.” Genç polis bir kavganın arifesinde olduğunu seziyordu, tek taraflı bir kavga. Đğneleme son derece gücüne gitmişti çünkü, her an gidip şu herifin ağzını burnunu dağıtma ihtimali vardı. Tam o sırada Taylan Bey masaya bir kez daha ağırlığını koydu. “Bence de Gizem’in gitmesi daha iyi olur, ayrıca Murat, sana burada ihtiyacımız olabilir.” “Nasıl bir ihtiyaç?” “Bu, tüm dünyayı ilgilendiren bir deney. Bütün güvenlik önemlerine rağmen, arkamızı dayayacak sağlam bir taşa ihtiyacımız var. Bu da Birim Sıfır’ın kahraman hafiyesi Murat Arıkan’dan başkası olamaz.” “Öyle olsun bakalım.” Öyle oldu.
***
“Her şeyi anlaşıldı mı?” Ali aynı soruyu belki de yirmici kez yineliyordu. Bir aksilik çıkmamasını istediği açıktı.
142
Selamet – Kubaş – Şahin
“Kesinlikle,” dedi Ege. “Bizim göremeyeceğimiz bir kapıdan, bizim göremeyeceğimiz bir diyara geçiş yapacaksınız. Biz de bu göremediğimiz şeyleri gözümüz gibi kollayıp dünyevi sorunlardan uzak tutacağız. Geri döneceksiniz ve tarih baştan yazılmaya başlayacak.” “Tebrikler Ege, daha iyi anlatılamazdı.” “Bana hâlâ neden ihtiyaç duyduğunuzu söylemediniz?” diyen Arslan, soğuk bakışlarla Ali Yıldırım’ı süzüyordu. Ali sigaralardan birisini Gizem’e uzattı, diğerini de kendisi aldı. “Yak bakalım yakışıklı,” dedi. “Pardon?” “Yerine getirilmesi gereken son madde: Bir Cennet sakininin, kokteyl kaosun sigaralarını yakması.” Havalı isimler bulmasa olmuyor, düşüncesi eşliğinde gönderdiği keskin bakışlara rağmen, Arslan öte diyarlardan gelen kibritlerden birisini tutuşturdu. “Önce bayanlar,” diyerek gri renkli ateşle kadının sigarasını ateşledi. Kimsenin havaya uçmadığını gördüğünde, aynı işlemi Ali’ye de uyguladı. Ateşin rengini sorgulayan yoktu, kırmızıyı bekleyen de yoktu zaten. Sigaralar ardında bir duman bırakmadan yanmaya başladı. Nefesler çekildi, başlar döndü. Nikotin gibi kana karıştı Kaos. Bu, ezelden beri insanoğlunun kanında dolaşan kaos tomurcuklarından değildi belki ama; en az onun kadar kâbusvari etkilere sahip olduğu su götürmez bir gerçekti. Nefesler çekildi, başlar döndü.
143
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Kızıl küle, kan griye döndü. Tarafsızlığın rengi taraf tutmuş, tek bir amaca hizmet ediyordu. Amaç meyvesini verdi, meyve iki çift gözün önüne aheste aheste serildi. Kapı açılmıştı. Kül kana bulanmış, bulamaç kapının dört bir yanına sıvanmıştı.
19 Mart 2010 – 21.20 Kızıl Oda
Adam yeterince beklediğine kanaat getirdikten sonra, Kızıl kapıyı iki defa tıklattı. Kızıllık ardına dek uzanarak onu içeri davet ettiğinde, girmek için hiç tereddüt etmedi. Adımlar onu tek bir yere götürüyordu; şöminenin kenarında ayakta duran, varlığıyla yokluğu bir olan adama... Yeterince yaklaşınca durdu. Sermet’in arkası dönüktü, konuğunu karşılamaya gerek görmemişti. Konuğu da karşılanmayı beklemiyordu zaten, konuştu: “Kapı açılıyor.” “Erkenden haberdar ettiğin için sana minnettarım Volkan.” Volkan iğnelemeye aldırmadı, pek çok şeye aldırmazdı zaten. Güldü.
144
SEKİZİNCİ BÖLÜM ÖLÜM SENFONİSİ
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Öte Boyut
“Beklediğimiz böyle bir şey miydi?” “Evet.” “E bu sis?” “Evet.” “Her şey bunun için miydi?” “Hayır.” “Hah! Nihayet profesör çocuğumuzun ağzından başka kelimeler de duyabildik.” Gizem dört bir yanını kuşatmış sisi incelerken, Ali’yi soru bombardımanına tutmakla meşguldü. Yapış yapış, sanki katı bir madde gibiydi sis. Dünya’dakinden hayli katı üstelik. Dili varsa meniye benzetecekti Gizem bunu. Dilinin varamamasının sebebi de, ileri derecedeki ahlâkı değil; içinde bulundukları duruma karşı duyduğu şaşkınlıktı. “Bu bir ara boyut Gizem,” diye karşılık verdi Ali. Zil çaldı, Evren Bilimi dersine hoş geldiniz. Gizem başıyla onayladı. Adamın bunu göremeyeceğini unutmuş gibiydi. Sevimli burnunun ucunu bile göremiyordu ki... “Bunu hareket halindeki bir bulut gibi düşün, az sonra bir alt boyuta iniş yapacağız. Her şey ağır bir akışın parçası.” “Şu an hareket mi ediyoruz yani? Ben neden hissedemiyorum bunu?”
146
Selamet – Kubaş – Şahin
“Çünkü bütün hücrelerimizle, bu evrene yabancıyız. Burada fizik, biyoloji ya da kimya; bizim sandığımızdan çok daha farklı şekillerde işleyebilir. Bekleyip göreceğiz.” Kızıl burnunu çekti. Açıklama onu hiç tatmin etmemişti. Bir an bu yolculuğa atılmayı gerçekten isteyip istemediğini düşündü. Aldığı serum onu hayli bitkin düşürmüştü zaten. Yine de bu tecrübe, daha kaç kişinin başına gelebilirdi ki? Katlanmalıydı. Ama böyle değil... Çünkü sis perdesi bir anda gevşemiş, üzerinde annesinin elbiselerini katladığı gibi bir katlama hissi peyda etmişti. Birileri bacaklarından tutup, onu kafasına doğru katlamaya çalışıyor gibiydi. Dengesini kaybetti ve yere kapaklandı. Yanı başında, Ali’nin de düştüğünü hissetti. Sis eteklerini toplayıp nazlı nazlı ayrılırken; Gizem ve Ali bedenlerinin hâlâ aynı olup olmadığını kontrol etmekle meşguldüler. Bir problem yok gibiydi. “Bu da neydi?” “Ara evrenin sonu, alt diyarın başlangıcı. Tarihe tanıklık etmeye hazır olun Gizem Hanım!” “Ne tarih ama...” Gizem üstünü başını silkeleyerek ayağa kalktı. Cebini yokladı ve bir sigara yaktı. “Bu evrende sigara içen ilk insan olabilirim öyleyse.” “Bu evrendeki ilk insan olabilirsin.”
147
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Ali kısık gözlerle etrafına bakınıyordu. Bir patikanın ortasına düşmüşlerdi. Üç insanın yan yana yürüyebileceği genişlikteydi. Bir gökyüzü vardı, artı bir puan. Ancak gökteki iki ‘güneş’ artıları silip süpürüyordu. Đkisi de birbirinden hayli uzaktı. Birisi Doğu’daysa, öbürü Batı’daydı. Tabii buradaki yönler de bir garip olmalıydı. Ama yönlerin garipliği, bir güneşin kızılken öbürünün mavi bir alevle yanmasına açıklama getirmiyordu. Yanmak demişken, terlemeye de başlamışlardı. “Evet, hepsi bu mu?” Gizem de etrafı gözlemlemiş, ama pek de kayda değer bir şeyler bulamamıştı. Đki güneş, bilimkurgu filmlerinden aşina olduğu bir şeydi zaten. Patika da gayet olağandı. Ancak evren, her olağana karşı bir olağanüstülük sergilemeyi düstur edinmiş olmalıydı. Çünkü bir anda ciğerleri yanmaya başlamıştı. “Anlaşılan hepsi bu kadar değil,” dedi Ali. Yüzü asılmıştı.
Kapıdan geçerken, Ali onları neler bekleyeceğini bilmiyordu. Bazı tahminler, yıllarca yaptığı çalışmalar sonucu ulaştığı ufak tefek veriler vardı elbet; ama hiçbirisi pratiğin yerini tutamayacaktı. Adrenalin kulaklarından ve burnundan görünmez buharlar tüttürüyordu. Belki bunda içtiği kaos kokteylin de etkisi vardı. Her şey kapı görünene kadar var oldu ve bitti. Hormonlar sustu, düşünceler dindi, zaman kendisini rölantiye aldı.
148
Selamet – Kubaş – Şahin
Kapı için söylenebilecek şeyler çok azdı. Malum bir yarısı bu diyara aitken; diğer yarısı bambaşka evrenlere gebeydi. Bu diyardan kelimelerle şekillendirmek, asla tam bir tanım yaratamazdı. Gerçekliğin yırtılmasından meydana gelmiş bir hayal gibiydi. Ali’nin gözleri bir an için Dize’ye bakarken, öbür an salt bulanıklıkla buluşmuştu arsızca. Son gördüğünün Dize olmasından memnundu. Yırtık genişledi, bulanıklık arttı. Sınırları belirgin bile değildi. Geçebilmeleri için yanması gereken yeşil ışık yerine, bir kızıllık demlenmeye başladı yırtıkta. Odanın yarısına bir perde gerilmiş gibiydi, göz alıcı olduğu kadar, iticiydi de. Ali, Gizem’e elini uzattı. Kadın Kızıl’a giden her yolda varım mantalitesiyle adamın elini tuttu. Adımlar atıldı.
Bulutsuzluk bulutlara bulandı. Açık gök, iki güneşe rağmen yeryüzüne gölgeler püskürtmekten geri kalmadı. Yanan ciğerler beyine tek bir emir veriyordu: Hava almalısın! Beyninse yanıtı basitti: Nasıl? Gizem başını kaldırdı. Üstlerindeki şeyi gördüğünde, az önce dediğine bin pişman olmuştu. “Koşmalıyız.” Kadın ikiletmedi. Az sonra bir balon gibi sönmesi muhtemel ciğerler mevcutken, ikiletmek ahmaklık olurdu. Peşlerinde bir alien gemisi varmış gibi koşmaya başladılar.
***
149
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Ali Gizem’in peşi sıra koşarken üç şeyden emin falan değildi. Böyle anlarda, neden üç şeyden emin olunduğundan da emin değildi. Ali Yıldırım’ın emin olduğu tek şey, ciğerlerine göndermeleri gereken havanın büyük çoğunluğunu emen canlının hayatlarına kast ettiği gerçeğiydi. Başka boyut, başka boyut diye tutturmanın cezasını çekiyorlardı belki de şu an. Patikadan başka gidebilecekleri hiçbir yer yoktu. Yolun sağı ya da solu boştu. Ya da onların görüş kabiliyetlerinin üzerinde bir coğrafyaydı. Üstlerindeki canlı devasa bir buluta benziyordu. Vantuzlu bir bulut. Uçan daireleri andıran şekle sahip bir bulut. Misafirlerine sevecen bir tavırla, hoş geldiniz dostlarım, diyen bir bulut. Đkili iflasın eşiğine geldiklerinin farkındaydılar. Vantuzlu bir bulut hayatlarını hacze vermişti. Haciz memuru da işlemi gerçekleştirmekte hayli istekli gözüküyordu. Gizem bir adım gerisinde şaklayan havayı hissettiği sırada, bütün algılarıyla tek bir gerçeğe yoğunlaşmıştı. Yakınlarda yardım bulabilecekleri bir cin var mıydı? Çok hızlı düşünmeli, çok hızlı taramalıydı. Tökezlediğinde, Ali kadının elinden tutup devam etmesi için haykırdığında dahi bir çeşit trans halindeydi. Evren farkı, sorun yaratır mıydı? Bir şeylere ulaşmak üzere olduğunu hissediyordu. Gerek koşmaktan, gerekse az miktardaki oksijen nedeniyle hızlı hızlı nefes almakta olan Kızıl; en sonunda ona dokundu.
150
Selamet – Kubaş – Şahin
Onu uyandırmak, bulmasından kolay olmuştu. Yirmi adım sonra yer sarsılıyor, evren ilk yapay göçüğüyle tanışıyordu. Bir çukur açıldı, Ali ve Gizem’i acımasız bir şekilde yutmak için. Dev vantuzlar, açıldığı gibi kapanan çukurun dışını döverken Dünyalılar yaratığın etki alanından çoktan kurtulmuşlardı.
***
“Bunu nasıl başardın!” diyordu Ali, ayağa kalkmak için uğraş verirken. Kendisini çok daha önce toparlamayı başarmış olan Gizem, “Cinler,” dedi. Genç bilim adamı böyle bir cevabı beklemiyor olmalıydı. “Bu imkânsız.” Gizem iki kolunu birden açarak havaya kaldırdı. Çevresine bakmasını istermiş gibi, “Öyle mi dersin?” dedi. Đçine düştükleri çukur dev bir mağaralar zincirine açılmış gibi görünüyordu. Sayısız tünel, dehliz ve sarkıtlar fısıltılarla konuşmaktaydı. Ali birden anlamış gibi başını salladı. “Ateş.” “Ne ateşi?” “Dünyada olsaydık eğer, bir cini aramak istediğinde bulurdun. Ateş, ona hükmetmeni sağlardı. Ya da en azından kısa bir süreliğine sesini dinletebilmeni. Ama burada işler bambaşka. Güneşler bile başka. Ciddi manada ateşin olabildiğini düşünmüyorum. Olmayan bir şeye hükmetmeye
151
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
çalışışın, olan bir şeyle cevap verdi: Toprak. Bir cin çağıramadın, ama yeri yerinden oynatmayı başardın. Anlaşılan burada her şey zıttına gidiyor.” Kızıl
bu
makul
açıklamayı
sindirmeye
çalıştı.
Toprağa
mı
hükmetmişti? Belki de bu göçük tamamen tesadüf eseri meydana gelmişti? Yine de adamın gözündeki saygı pırıltılarını gördüğünde, bu ihtimalden bahsetmeyi es geçmeye karar verdi. Hükmettiyse, etmişti işte. Sevimli iyi saatte olsunları, bu diyara uğramadı diye ağlayacak değildi. Yeniden nefes almak güzeldi, ikili bir süre yalnızca soludu.
***
“Başka bir evrendeyiz ve senin yaptığın tek şey not tutmak öyle mi?” Adam başıyla onayladı. Hâlâ düştükleri çukurdaydılar. Hatta Ali düştüğü noktadan yalnızca beş metre uzaklaşmıştı. Deli gibi not tutuyor, sanki az önce Bay Vantuz Bulut başka birisini kovalamış gibi davranıyordu. Yeniden nefes almakta zorlanırsa, hiç şaşırmam, diye düşündü Gizem. Bir sigara yakmıştı. Hava boldu, istediği kadar kirletebilirdi. Işık da sorun değildi, bir yerlerde yüzlerce mum yanıkmış gibi aydınlıktı mağara. “Defterden hıncını çıkardıktan sonra, ne yapacağız?” Gizem eski haline dönmüştü. Kızıl saçlarını şöyle bir savurduktan sonra, Ali’nin yanına çöktü.
152
Selamet – Kubaş – Şahin
“Sonra
başka
bir
boyuta
geçeceğiz.
Yeteri
kadar
gözlem
yaptığımızdaysa, ev bizi bekliyor olacak. Her şeyin değişeceği bir dünya, bizi kucaklayacak. Buna hazır ol.” Kadın başıyla onayladı. Gizem Kızıl her zaman hazırdı. Özellikle bir kucağa...
Yirmi dakika sonra Ali tuttuğu notu sonlandırıp ayağa kalkmıştı. Hareketleri gitme vaktinin geldiğini işaret ediyordu. Kızıl o sırada bir şeyi fark etti, başka bir evrene nasıl gideceklerdi? Daha önemlisi eve nasıl gideceklerdi? Bu soruları dillendirdiğinde, Ali yalnızca gülümsedi. “Böyle bir şeyi unutabileceğimi düşünmedin değil mi?” “O zaman?” Genç bilim adamı iç geçirdi. “Kokteyl kaos hâlâ kanımızda. Başka bir evren için, kanlarımızın birbirine karışması gerekiyor.” Sıra dışı cevaba şaşırmamış gibi görünen Gizem, “Ancak başka bir yolu daha var, öyle değil mi?” diye sordu. Adamın rahatsız halinden, bunu çıkartabilmişti kolaylıkla. “Evet, başka bir yolu daha var. Nefeslerimiz birbirine yeterince iyi karışırsa, aynı tesir yaratılabilir. Bu bir yerlerimizi kesmekten daha az can yakacağı kesin.” “Öyleyse buraya gel kovboy, ne kadar can yakacağını görelim...” Dudaklar bastırıldı, diller birbirine dolandı... Nefesler hiç olmadığı kadar hiddetli esti, bu fırtınanın alevine layık olacak bir şekilde. Sis her tarafı kapladı.
153
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Deneyin Başlamasından Birkaç Dakika Sonra Dünya
Odadakiler sessizliği yırtan alarm sesleriyle irkildiler. YerYıldızı, beklenmeyen misafirlerin ırzına geçtiğini duyurmak ister gibi çılgınca salıyordu çığlıklarını. Taylan Bey, Murat, Ege ve Dize anında silahlarına sarıldılar. “N’oluyor!” “Birileri deneye sabote etmeye geliyor!” Taylan Bey, yanında duran bilim adamına verdiği hırlarcasına cevaptan sonra laboratuarın kapısına doğru yönlendi. Omzuna konan el onu geri çektiğinde çılgına dönmüştü. Ege’ydi. “Siz burada durun, biz hallederiz.” Önce itiraz edecek gibi olan Taylan Bey, sonra iç geçirerek başıyla olumladı. “Gidin.” Sıfır bir an sonra koridorlardaydı. Hemen ötelerinden geçen karaltıyı fark eden Murat, “Đşte orada!” diye bağırdı. Bir koşuşturmaca, havada asılı kalan cümle bulutunu mermi gibi dağıtarak geçti. Adam artık görüş alanlarının içindeydi. Koridorun sonuna kadar koştu ve dönebileceği bir köşe aradı. Yoktu. YerYıldızı çıkmaz koridorlarla doluydu. Adam girebileceği tek odanın kapısına yüklendi, şansı yaverine hiç benzemiyordu. Kapı kilitliydi.
154
Selamet – Kubaş – Şahin
En önde Murat olmak üzere, Sıfır kaçağı köşeye kıstırmıştı. Her daim yapmayı becerdikleri gibi, av avuçlarının içindeydi. “Yüzünü göster!” dedi Murat. Adam başını kaldırırken gülümsüyordu. Murat, misafire doğru tuttuğu silahın parmaklarının arasından kayıp düştüğünü anlamadı bile. Bu, yaşadığı, her şeye aykırıydı...
Öte Boyut
Bir vardılar, bir yok oldular. Pastel boyayla boyanmış bir tabloda, üç boyutlu vasat bir filmin konuklarıydılar. Gök, çimenler, toprak, dağ, tepe... Hepsi bir ilkokul çocuğunun resim dersinde çöp adamlarını barındırmak istediği gerçekliğin fonunu oluşturabilecek basitlikte unsurlardı. “Burada hava bile başka kokuyor, bana küçüklüğümü anımsattı,” dedi Gizem. Hayret etmemesi gerektiğini bildiği halde şaşkınlığını gizleyemiyordu. “Burası hakkında yazılanları okumuştum,” diye karşılık verdi Ali. Düşünceli gözüküyordu. “Benimle paylaşmayacak mısın kovboy?” Aklı hâlâ o sıcak öpücükte olduğu belli olan Kızıl, şehvetli bir hareketle göz kırptı Ali’ye. Genç adam utanarak başını çevirdi, yapabileceği daha iyi bir şey yoktu. “Yaşayarak öğrenmeni tercih ederim.”
155
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Adam yine bir şeyler yazmaya başlamıştı. Gizem öyle olsun dermişçesine başını salladı ve yürümeye başladı. Bu girdikleri dördüncü evrendi, Ali yeteri kadar gördükleri fikrindeydi. Not tuttuğu defterler dolup taşmıştı fazlasıyla. Kızıl, bir ömür boyu göremeyeceği şeyi, belki de birkaç saat içerisinde görmüştü. En azından saat olduğunu zannediyordu. Belki de günlerdi, kim bilir? Bay Vantuz Bulut’tan sonra gördükleri onlarca yaratık, ona zamanın buralarda çok da önemli bir olgu olmadığını kavratmıştı. Hayatta kaldıktan sonra, gerisi geliyordu zaten. Evvel zaman içinde, ya da kalbur saman, pek de fark etmiyordu. Gizem bu kalıbın nereden aklına geldiğini bilmiyordu; ancak pastel dünyaya pek de uyduğu kanaatindeydi. Sanki her şey mazmunlardan oluşuyor, kopmaz bir zincir bütün evreni birbirine bağlıyordu. En ufak bir aksaklık, unutulmuş tek bir söz her şeyi berbat edebilirdi. “Tıpkı masallardaki gibi,” diyiverdi Kızıl. Sesli düşünmek istememişti, istemsizce ağzından kaçırdığı çocuksu cümle için kendisini sessizce azarladı. “Aynen öyle,” dedi Ali. Gizem’in çarkları, bir anda yağ gibi kayarak dönmeye başladı. Bir masalın içindeydiler! Ya da binlerce masalın! Burası anlatılan masalların kanlı ve canlı bir şekilde var oldukları ‘o’ evrendi. Coğrafyadaki kısmi yapmacıklık da buradan kaynaklanıyor olmalıydı. “Yani şimdi önümüzden bir adet Kırmızı Başlıklı Kız geçebilir mi diyorsun?” “Kesinlikle.” “Peki, Yedi Cüceler’in grup fantezisine de şahit olabilir miyiz?”
156
Selamet – Kubaş – Şahin
“Böyle bir fantezileri varsa şayet...” “Bu... Bu harika!” Kadın neden küçüklüğünü anımsadığını şimdi anlamıştı. Bol masallı bir çocukluk yaşamıştı, her daim bir anlatıcısı olmuştu. Her daim iç ısıtan hatıralar olarak görüyordu, geçmişindeki o günleri. Kara günlerin arasında, kumların altında parıldayan inci misali bir hatıra yumağıydı o günler. Gizem düşünceler eşliğinde, garip bir şekilde akan zamanın sıra dışılığını fark etmekte zorlanmıştı. Aklı kontrolde daha idmanlı olan Ali’yse değişen gök kubbeyi fark edebiliyordu. Az önce parlak bir renkle parlayan güneş, şımarıkça dil çıkararak yerini terk etmeye başlamış; bulutlar yoktan peyda olarak açıklığı doldurmuştu. Kara bulutlar. “Fırtına geliyor, bir sığınak bulsak iyi olacak.”
***
“Bildiğin çikolata yahu bu!” “Ve karamel!” Đkili pek çok masal kahramanına şahit olmuşlardı. Daha bu evrendeki ilk dakikalarında, masalların hiç durmadan dönüp durduğunu anlamış; müdahale etmek gibi bir akılsızlıkta da bulunmamışlardı. Anlatılanların çıkış noktasının bu evren mi olduğunu, yoksa anlatılanların bu evreni mi yarattığını hiç mi hiç bilmiyorlardı. Her iki durumda da çok fantastik bir durumla karşı karşıya olduklarının farkındaydılar. Gizem hayalin gücüne ister istemez bir kez daha hayran kaldı.
157
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Bir kar tanesi kızıl saçlarının arasına düştüğünde, başını göğe kaldırdı ve dilini uzattı. Baştan çıkacak kimsenin olmadığını bilerek -Ali’yi saymıyordu-
diline
düşen
karların
keyfine
varmak,
her
daim
yaşayamayacağı bir zevkti. Düşünceler aynı anda yeniden ‘çikolatadan eve’ yöneldi. “Hansel ve Gretel’e düştük, iyi mi?” diye mırıldandı Ali. “Daha ne isterim.” Ali sağı solu kolaçan ettikten sonra eve giden çakıl taşlı yolu adımlamaya başladı. Bir ‘kötü cadı’ arıyordu gözleri. Bu lezzet tadılmalıydı; elbette bilim için! Uzaklarda bir kız çocuğu ekmek kırıntıları bırakıyordu ıssız yola ve yakınlarda bir çift göz parlıyordu; masallara ait o katıksız kötülükle. Kötü sadece masallarda gerçekten kötüydü ve iyi, sadece masallarda gerçekten iyiydi... Bu çizginin farkına çok geç varacaklardı.
19 Mart 2010 – 22.30 YerYıldızı
Av köşeye sıkıştığı halde alarmlar susmamıştı, daha gelenler vardı. Daha gelecek olanlar vardı. Bütün laboratuara kargaşa hâkimdi. Dünyadan soyutlanmak buraya kadardı, kargaşa bir iğne deliği bulmuş ve tüm spermlerini içeriye boşaltmıştı. Alarm sesleri gittikçe yükseldi. Ve daha gelecek olanlar vardı.
158
Selamet – Kubaş – Şahin
***
Tabancanın yere düşerken çıkardığı ses, alarm seslerini bastırmaya yetmedi. Ancak Murat Arıkan’ın, Volkan Arıkan’ı gördüğü anda duyabildiği tek ses içinde yükselen o garip lav tabakasının fokurtusuydu. Pimi çekilmiş bir bombaydı, fırlatılmak bir yana avcunu açamıyordu şaşkınlıktan. “Baba?!” “Büyük işler başarmışsın, ha evlat?” Dize ve Ege az önce söylenen kelimelere anlam vermeye çalışıyorlardı. Murat az önce baba mı demişti? “Başladı mı?” Ege adamın dediğini kaile almayarak Murat’ın koluna girdi, bir yandan da Dize’ye gözüyle tetikte ol işareti yapıyordu. “Baba...” Dize soracak mantıklı bir soru aradı. Düşünce balonlarının hepsi patlak gibi geliyordu. Aralarından en temizini çekip çıkartmaya çalıştı: “Kim oluyorsunuz?!” Hiç de temiz bir balon seçememişti. Volkan güldü. “Üzgünüm, kendimi tanıtmadım. Bendeniz Volkan Arıkan. Tabiat Muhafızları için çalışıyorum. Tekliflere açığım, belki de çalışmıyorumdur. Ya da belki tüm dünya benim için çalışıyordur. Her neyse. Kafanızı karıştırmak istemem. Murat, iyi misin oğul? Betin bezin attı.”
159
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Murat’ın yirmi yıl sonraki haline epey benzeyen adam, üzerindeki beyaz tişört ve altına geçirdiği klasik kotla köşeye sıkışmış bir kaçak yerine; konken partisindeki bir dedikoducu gibi rahat davranıyordu. “Ama siz...” “Evet, evet. Ama biz ölmüştük. Ali de ölmüştü. Herkes ölmüştü zaten anasını satayım. Gördüğünüze, duyduğunuza inanmamanız gereken bir devirdesiniz. Ama bunlar önemli değil... Şimdi söyleyin bana, deney başladı mı dedim?” Dize sözünün kesilmesine rağmen, duyduğu şaşkınlıktan ötürü adamı başıyla onayladı. Murat hâlâ kendisinde gözükmüyordu. “Sermet çok üzülecek... Acaba şu alarmları susturmanın bir yolu var mı? Ben yaşlı bir adamım.”
Eskilerden Bugüne Kısa Bir Hikâye
Siyah bir geceyeydi Korhan’ın doğumu, göğün yıldızlara belki de hiç olmadığı kadar ırak olduğu bir vakitte… Takvim yaprakları 1948 yılını gösteriyordu. Babası Adana’nın ve Türkiye’nin sayılı zenginlerindendi. Đş adamı görüntüsünün altında, Irak ve Suriye’den silah ve uyuşturucu kaçırıyordu. Kendisi babasının karanlık işlerini fark ettiğinde henüz on beş yaşını yeni adımlamıştı. Önce durumu yadırgadı, hatta evden kaçmaya kalktı. Ergenlik isyan demekti… Ama bu isyan babasının adamları tarafından kolayca bastırıldı. Tıpkı preslenen bir çöp yığını gibi.
160
Selamet – Kubaş – Şahin
O günden sonra çoğu zaman odasına kapatıldı ve yavaş yavaş babası tarafından zehirlendi ya da babasının tabiriyle ‘eğitildi’. Önce babası Korhan’ı bu işlerin o kadar da kötü olmadığına, eğer kendisi yapmasa başkalarının yapacağına ve ailesi için bu işlere kalkıştığına inandırdı. Yalanlar musluk suyu kadar ucuzdu. Sonraki birkaç yıl içinde işin tüm inceliğini yavaş yavaş ama tüm ayrıntılarıyla anlattı. Korhan görünürde babasının izinden gitmekteydi ama içten içe bir gün babasını öldüreceğine ve bu işlere son vereceğine dair yeminler etti. Đçindeki ateş sönmemişti. O gün yirmi iki yaşındayken geldi. Bir gün inanılmaz bir ikna kabiliyeti olduğunu ve insanları sözleriyle adeta hipnotize edebildiğini fark etti. O ana kadar içine kapanmış, vahşi, kimseyle gerekmediğinde tek laf etmeyen bir gençken aniden kabuğunu parçaladı ve dünyayı selamladı. Artık insanlara istediğini yaptırabiliyor ve hiç zorlanmıyordu. Bir gün genç bir bahçıvanı babasının kötü birisi olduğuna inandırdı ve onu öldürmesini istedi. Bunu bakkaldan ‘iki ekmek, bir süt’ ister gibi rahatça yaptı üstelik. Bahçıvan, babasını bir tırmık darbesiyle göğsünden yaraladı ve ardından yere indirip kürekle kafasını ezdi. Korhan
artık
dünyayı
bir
kötülükten
kurtardığına
inanıyor,
babasından gelen gücü iyilik için kullanmayı düşünüyordu. Ama bu o kadar da kolay değildi. Babasının mafya-devlet-istihbarat-yurtdışı gibi bağlantıları Korhan’ı aynı işi yapmaya zorluyordu. Her yerde babası gibi yılanlar vardı ve bu yılan tarlasından asilik yaparak kurtulması imkânsızdı. Ateşini dizginlemeliydi.
161
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Sonunda kendisi babasının sadece gerçek ticari işlerine bakmaya ve karanlık kısmı başkasına devretmeye karar verdi. Bunun için en uygun aday, uzun süre babasının yardımcılığını yapmış ve aslen iyi bir adam olan Beyaz Yılmaz’dı. Beyaz Yılmaz, yılanlara karşı onlar fark etmeden ağır ağır savaşabilir ve kendisi gibi zayıf olmadığından ve bu konuda oldukça istekli olduğundan vazgeçmeden yıllarca çabalayabilirdi. Bu iş için biçilmiş kaftandı. Korhan bu hamleyle birlikte şirketi Ankara’ya taşıdı ve iş dünyasından Taylan Yıldırım ve Sermet Altınok gibi insanlarla tanıştı. Đlerleyen ilişkileri, daha sonra kurulan Birim Sıfır ile bir ortaklığa dönüştü. Đş dünyasının olağanüstülüğü, varlığını yeni yeni fark ettiği paranormalliklerle buluşunca Korhan kendisini kaybolmuş gibi hissetti. Babasından kalma sinsilik huyu ve aldığı eğitim, işte bu sıkıcı süreçte açığa çıktı. Kendine bir amaç edinmeliydi ve bu amaç tam zamanında geldi. Đlm-i Hakikat Cemiyeti denen bir tarikat, Korhan’a önce cezp edici mesajlar yollamaya, sonra önemli bir görev için seçildiğini söylemeye başladı. Korhan, uzun hazırlıklar ve flörtler sonucu bu gizli tarikata göründü ve boyutlar arası kapıyı açacak eski parşömenin öyküsünü öğrendi. Birim
Sıfır’ın kaybolduğunu
sandığı Korhan, aslında
kabaca
topuklamıştı. Çünkü Đlm-i Hakikat Cemiyeti, Korhan’a bir üyesiyle haber göndermişti. O üye, “Parşömenin bir parçası Türkiye’de. Onu hak edecek kadar sabırlı ve tutkuluysan, bulana dek vazgeçmezsin,” demiş ve gitmişti. Bu teklif Korhan’ın hayatını değiştirecekti. Dünya’daki karmaşaya, kötülüklere, karanlık olan her şeye ne kadar karşı koymaya kalkışsa da özellikle Birim Sıfır’da yaşadığı olaylar, Beyaz Yılmaz’ın iyileşme yönünde
162
Selamet – Kubaş – Şahin
pek bir şey yapamamış olması ve her geçen gün insanların ruhundaki karanlık tarafı daha iyi görüyor olması Korhan’ı eşiğin iyilik tarafından kötülük tarafına adım atmasına sebep oldu. Madem karmaşaya engel olmak, kötülüğü durdurmak mümkün değildi, bunu kullanarak her şeye son verecekti. Madem öyle, kaos her şeyi yok etmek için insanoğlunun üzerine bir karabulut gibi çökecekti. Tek yapması gereken Đlm-i Hakikat’ın ona sunduğu fırsatı kaos adına kullanmaktı. Korhan kendini bu hedefe adamaya karar verdi. Yıllar boyunca parşömenin Türkiye’deki parçasını aradı. Fiziksel veya doğaüstü bir gücü yoktu ama insanları manipüle etmek, onlara kendi fikirlerini empoze etmek hususundaki yeteneği giderek artıyordu. Tabiri caizse, insanları parmağında kukla edebiliyordu. Uzun süre yanında tuttuğu, ‘sağ kolum’ diyebileceği tek bir adamı vardı: Volkan Arıkan. Birim Sıfır için yaptığı bir görev sonucu, bir trafik kazasında neredeyse ölen bu adamı, Korhan iyileştirmiş ve onun güvenini kazanmıştı. Volkan’ı, onun öldüğünü sanan Tabiat Muhafızları’na yolladı. Volkan onların güvenini kazandı ve bir Tabiat Muhafızı olmayı başardı. Çünkü, “Birim Sıfır beni düşüncesizce tehlikeli bir göreve yolladı; neredeyse ölüyordum,” diye öfke dolu bir konuşma yapmış, rolünü de Tanrı vergisi bir şekilde iyi oynamıştı. 2008’e gelindiğinde, Ali Yıldırım’ın yaptığı buluşu öğrenmek Korhan Güler’in yüzünü güldürdü. Çünkü kendisi yıllardır bütün çalışmalarını parşömeni aramaya yönlendirmiş, bilimsel hazırlıkları elinde olmadan göz ardı etmişti. Ali Yıldırım’ın yaptığı ve eğer gerekli formül bulunursa sorunsuzca işleyecek buluş, Korhan için biçilmiş kaftandı.
163
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Tabiat
Muhafızları’nın
Ali’nin
bindiği
uçağı
düşüreceğini
öğrendiğinde, Volkan’ı da kullanarak özel bir gaz sayesinde Ali’yi uçaktan evine ışınladı. Öldü süsü verme fikri akıllarına gelsin diye de, klon-robot diye anılan o ilginç maddeyi laboratuarlarına yerleştirdi gizlice. Böylece her şey onun istediği kıvama geldi: Öldüğü zannedilen Ali Yıldırım, yaptığı buluşu geliştirmek ve son eksikliklerini gidermek için laboratuarda çalışmaya koyuldu. Korhan’ın tek bir sorunu kalmıştı, o da Birim Sıfır hakkında yeterli bilgiyi edinememekti. Volkan’ın gözetlemeleri yetersiz kalıyordu. Bunun üzerine Korhan, üstün ikna kabiliyeti sayesinde, parşömeni Sıfır’a iletmek için Nehir’i kullandı; böylece yeri geldiğinde ondan Birim hakkında bilgi de alabilecekti. Ve nihayet başarmıştı. Boyutlar arası yolculuk gerçekleştirilmişti!
19 Mart 2010 – 22.40 YerYıldızı
Ege kontrolü ele almış, Volkan’ı şu an için en güvenli yer gibi görünen laboratuara doğru sürmeye çalışıyordu. Murat kısmen kendisine gelmiş gibi gözükse de, henüz olayı kavrayabilmiş değildi. Dize dört gözle çevreyi süzüyor, bir gelen olup olmadığına dair tetikte kalmaya çalışıyordu. Diğer yanı da Murat’laydı, adamın içinde bulunduğu durumu en iyi anlayabilecek olan yine kendisiydi... Önce Ali Yıldırım, sonra Volkan Arıkan... Her şey o kadar aniydi ki...
164
Selamet – Kubaş – Şahin
Laboratuara girdiklerinde Taylan Bey’in şok olmuş gözleriyle karşılaşmaktan kaçamadılar. “Volkan?!” “Adım buydu. Ama görünen o ki bensiz işler epey karışmış Taylan Bey.” Ege adamın ensesine, silahının kabzasını indirmek istese de; şaşkınlığını yeni yeni üzerinden atabilmiş olan Murat’ı görünce vazgeçti. Laboratuarda kameraları gösteren bütün bilgisayarlar kararmış, dışarısıyla bağlantı net bir şekilde kesilmişti. Taylan Bey, çalışanlardan toplayabildiği kadarını toplamış ve içeri çekilmişti. Sıfır’ın kalanı içeri girdiğinde, laboratuarın kapısını çekti ve sürgüledi. Teknolojiyi falan bir kenara atmıştı. Zaten her şey onca teknolojiklikten gelmiyor muydu? Otomatik kilitler durdurabilecek miydi gelenleri? Taylan, düşüncelerini gelenlere yönelttiğinde odada bir ışık patladı ve kimsenin göremediği boyut kapısı yine kimse göremeden açıldı; iki yabancı varlığı fırlattıktan sonra aynı hızda da kapanmasını bildi. Dize çok uzaklardan bir kahkaha duyduğunu hisseder gibi oldu, kâbusları süsleyecek türdendi. Yemin edebilirdi. Bütün oda yeni gelenlere irkilerek bakarken, Volkan burun kıvırırcasına söylendi. O bile huzursuz olmuştu. Deneyin gerçekleşiyor olduğunu bilmesine rağmen, ‘sonucun başlangıcını’ gözleriyle görmek onu huzursuz etmeye yetmişti. Bu bir ilk olmalıydı. Volkan Arıkan yıllar sonra huzursuzdu. Yeni
gelenlerle
kucaklaşma,
koklaşma
gibi
eylemler
henüz
başlayamadan oda soğumaya başladı. YerYıldızı bir günde şahit olduğu
165
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
bunca ışıma, soğuma, alarmlama ve misafirlenmeden sonra asla eskisi gibi olamayacağını anlamış gibi ürkek ürkek titredi. Ta temellerinden. Soğukluk maddeleşti ve laboratuarda onlarca ‘kişi’ belirdi. Yüzleri gözükmüyordu. Dışarıda gök gürledi. Maddeleşmişlerden birisi: “Başlıyor,” dedi. “Ne yaptığınızın farkında mısınız?” “Se... Sermet!” diyebildi Taylan. Yaşlı kalbine bunca sürpriz fazla gelmişti. Tabiat Muhafızları oradaydılar. Yetişememişlerdi. Tabiatı bir kez daha koruyabilmek için davranmış; ancak bu kez geç kalmışlardı.
***
YerYıldızı boşalmıştı. Boşalmak zorundaydı. Çalışanları can havliyle dışarı koşuşturmuş, Birim Sıfır bütün şaşkınlığına rağmen bir arada kalmayı başararak kademeli olarak geri çekilmişti. YerYıldızı yerle yeksan olurken, ellerinden hiçbir şey gelmemişti. Sermet Altınok haklıydı, başlamıştı. “ARTIK GERĐ DÖNÜŞ YOK! AHMAKLAR! GERĐ DÖNÜŞ YOK! DENGE BOZULDU!” Kıyamet yeryüzüne iniş yapmıştı. Gök ve yer sıra mıra dinlemeden titriyor, her şeyi hiç çekinmeden yeksan ediyorlardı. Sermet’in haykırışı bunu durdurmaya yetmezdi. Haklıydı, geri dönüş yoktu. Ve haklıydı, denge bozulmuştu. Gökyüzü daha önce hiç görülmemiş tonlarda bulutlara bulanırken, çakan şimşeklerin arasından ilk ses duyuldu. Ölüm ilk senfonisine başlamıştı işte. Geliyorlardı.
166
Selamet – Kubaş – Şahin
Diğer boyutlardan akın akın geliyorlardı. Açılan gedikler, kanayan bir yara gibiydi. Dünya kanıyordu. Ve yarayı tamir edecek alyuvarlar yerine, istilacı bakteriler hücum ediyordu gediklerden. Bulutların arasından devasa bir yarasa fırladı. Mosmor kanatlarını her türlü ejderle yarışabilirim, diyecek şekilde açmıştı. Süzülüyordu. Peşinden geliyorlardı. Süzülerek. Süzerek. Yarılan toprağın arasından bir el fırladı. Yalnızca eldi, bir gövdesi yoktu. Toprak rengi, sıyrık derili bir el. Başka bir yerde, şaklayan vantuz sesleri yankılanıyordu. Bir kahkaha duyuldu uzaklarda. Tabiat Muhafızları başarısız olmuştu. Birim Sıfır dünyanın sonunu getiren bir deneye imza atmış, girdiği her boyutta açtığı gediklerle dünyayı yara bere içerisinde bırakmıştı. Acımasız yöntemlerine rağmen onları durdurmayı başaramamış olan Sermet sessizce iç geçirdi. En azından denedik, diye düşünüyordu. Mani olmaları gereken Korhan Güler’di, Birim Sıfır sadece bir maşa olmuştu. Bunun farkına neden bu kadar geç vardıklarını merak etti Sermet. Yarı maddeleşmiş omzunu kavrayan tırnaklı bir eli fark edince düşüncelerden sıyrıldı. Dünya için artık geri dönüş yoktu. Misafirini insan üstü güçlerini kullanarak fırlatıp attı. Tüm dengeler paçalarından tavana asılmıştı. Birim Sıfır; istemeden de olsa dünyanın ipini çekmişti. Şimdi dünya için boğulma vaktiydi. Yer tekrar sarsıldı. Binlerce yaratık belki de hayatları boyunca bugünü beklemişti. Onlar mutluydu. Eh, en azından birileri mutluydu.
167
DOKUZUNCU BÖLÜM ŞAH MAT
Selamet – Kubaş – Şahin
Geri Dönüş’ten 0,367 saniye sonra…
Yeryüzünde sadece dokuz kişinin bildiği bir yerde, Agarta’dan da, Şambala’dan da, Atlantis’ten de, Mu’dan da, Hiperbore’dan da, adı geçmiş ya da geçmemiş tüm gizli yapılanmalardan daha gizli, hepsinden daha az kulaklara çalınmış, hepsinden daha özenle saklanmış bir mekânda nadiren olan bir şey oluyordu. Bir açıdan bakıldığında yuvarlak, bir açıdan bakıldığında sekizgen, üstten bakınca kare, alttan bakınca üçgen; bakan kişi mutluysa mavi, üzgünse mor, sinirliyse siyah, tedirginse gri olan bir masanın etrafındaki sekiz adam, ayakta duran bir adamın düşüncelerini dinliyorlardı. Daha doğrusu onun zihnindeki izin verilen bilgileri kendi zihinlerine aktarıyor, kendi düşünceleri haline sokuyorlardı. Bu işlem zaman boyutunda pek bir alan kaplamadı, sekiz adamdan geri dönen cevap da öyle. Ayaktaki adam uzun boylu, zayıf bir yapıya sahipti. Kemikli suratı, siyah bir melon şapka tarafından gölgeleniyordu. Üzerindeki siyah gömlek biraz bol duruyor, ama yine siyah kadife pantolonu bacaklarına tam oturuyordu. Çok uzun zamandır bu meclise uğramamıştı ve yaklaşık iki yüz yıldır herhangi bir istekte bulunmamıştı. Ama bu kez durum çok özeldi. Onların yüz binlerce yıldır korumaya çalıştıkları bir bilginin erken açığa çıkması yüzünden Dünya’daki fiziksel sistem sona erebilirdi. Ve o, Flemis Permosi denen tuhaf adam, bunu durdurmak için kendisinin de dâhil olduğu ‘Gizli Dokuzlar’ olarak bilinen ama aslında kendilerine hiçbir isim vermemiş ve vermeyecek olan kadim örgütten izin almak için buradaydı.
169
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Flemis Permosi’nin zihinsel olarak verdiği mesaj, Đlm-i Hakikat Cemiyeti adıyla Gizli Dokuzlar’ın biraz daha somut bir alt kolu halinde çalışan -tabii hiçbir zaman bunun farkında olmayan- örgütün büyük bir hata yaparak Korhan Güler’e vermemesi gereken bir bilgiyi vermesiyle başlıyordu. Korhan, Đlm-i Hakikat’ın kendisini bir çeşit ‘varis’ olarak seçmesini
kötüye
kullanmış,
içinde
bulunduğumuz
evrenin
diğer
katmanlarına geçişin yolunu olması gerekenden çok önce açmıştı. Birim Sıfır’ı kullanarak gerçekleştirdiği deneyin sonucunda boyutlar arasında delikler açılacak ve muhtemelen büyük miktarlarda ve kontrolü imkânsız bir şekilde madde transferi yaşanacaktı. Flemis Permosi’nin aktardığı bilgi paketinin içinde YerYıldızı’nda yapılan deneyin tüm ayrıntıları ve Ali ile Gizem’in geri dönüşüyle başlayacak olan (ki yaklaşık yarım saniye önce dönmüşlerdi bile) ‘yapay kıyamet’in olası sonuçları da vardı. Gizli Dokuzlar’ın sekiz üyesi Flemis’in iddialarını ışık hızında değerlendirdiler ve yapması gereken şeyi yapmasını salık verdiler. Bu seferlik…
Geri Dönüş’ten 12,4 saniye sonra…
Korhan Güler, beklediği kadar mutlu hissetmiyordu kendini. Belki de fitilini çektiği olayların başlayacağı noktada olmamaktı bunun sebebi. Onu Bursa’da temsil eden Volkan Arıkan olacaktı. Büyük ihtimalle de orada ölüp gidecekti. Kendisi ise sebebini de hedefini de bilmediği bir yolculuğa
170
Selamet – Kubaş – Şahin
çıkmıştı arabasıyla. Đstanbul’dan çıkmak üzereydi şimdi. Altındaki yol Tekirdağ’a doğru uzanıyordu. Belki de içindeki bir şey, her şeyin başladığı yeri tekrar görmek istemişti. Tekirdağ’da düşen Đsviçre uçağının ikiye bölündüğü ayçiçeği tarlalarını. Belki de sadece birazdan kopacak kıyameti daha sakin, daha ıssız bir yerlerden izlemek istemişti. Kim bilir, belki bir tepeye çıkar, hem deniz manzarasını hem de dünyayı saracak kargaşayı büyük bir keyifle seyrederdi. Sonuç olarak arabası asfaltta tam gaz gidiyor, onu bilinmezliğe sürüklemeye devam ediyordu. Aklında dönüp duran ve biraz olsun haz duymasını sağlayan tek düşünce, boyutların birleşmesiyle oluşacak kaostu. Nasıl bir dünya olacaktı bundan sonra? Hayatta kalan insanlar nasıl bir yaşam sürecekti? Birileri her şeyi başlattığı için Korhan’a bir ödül sunacak mıydı? Belki de Şeytan bizzat gelip teşekkür ederdi ha? Eğer son hızla giden arabasının karşısına aniden ‘o şey’ çıkmasaydı histerik bir şekilde gülmeye başlayacaktı bu haz dolu düşüncelerle. “Bu ne lan?” dedi kendi kendine. “Đstila başladı mı yoksa?” Gördüğü şey devasa bir köpeğe benziyordu. Kurt da olabilirdi. Bildiği tek şey, bu irilikte bir kurdu ne gördüğü, ne de duyduğuydu. Grisiyah postu, sapsarı tehditkâr gözleri, bir otobüs büyüklüğüne ulaşan bedeniyle bir cehennem kaçkınından başka bir şey olamazdı. Korhan ne yapacağını düşünürken ağzından çıkan çeşit çeşit küfürlerin farkına bile varmadı. Flemis Permosi bunları duysa yüzlerce yıllık yoldaşlarına edilmiş bu lafların altında kalmazdı ama kendisi ‘kaosun merkezi’ne gitmekle meşguldü. Buradaki işi, geçen sene elinden kaçan ama Dize Demirsoy
171
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
sayesinde tekrar bulduğu ve geçen sürede diğer ayköpeklerinden bile daha iyi eğittiği Sahra Dikeni adlı ayköpeği halledecekti. Korhan ayköpeğini görür görmez önce frene basmayı düşünmüş, ama yeterli mesafede duramayacağını anlayınca tam tersi gaza yüklenmişti. Đki seçenek var gibi görünüyordu: Ya bir şekilde köpekten sıyrılıp kurtulacaktı, ya da çarpışacaklar ve büyük ihtimalle ikisi de ölecekti. Dişlerini sıkarak gaza bastı. “Üçüncü seçeneği seçiyorum,” dedi. Sonra gözlerini hayvanın sarı gözlerine odakladı. Araba hızla üstüne gelirken ayköpeği kükredi ve pençelerini asfalta sürterek kendini sabitledi. Kurbanının gözlerine olabilecek en korkutucu şekilde baktı. Kısa bir an dikkati dağıldı ve hangi arabaya saldıracağını unutur gibi oldu, ama hemen kendini toparladı. Đşte sol şeritten biraz yalpalayarak geliyordu siyah araba. Arabanın fren sesi kulaklarını acıtıyordu hayvanın. Sağ şeritten gelen araba ayköpeğinin bacağını sıyırıp geçerken soldaki araba köpeğe şiddetle çarptı. Sahra Dikeni acıyla bir çığlık attı ve iki şeridi de kaplayacak şekilde yığıldı. Ama sonra denize girmiş bir köpek gibi çırpınıp ayaklandı ve ön tarafı ezilmiş, motorundan dumanlar salan arabanın kapısından dışarı çıkmaya çalışan adamı pençeleriyle parçaladı. Uzaklarda bir yerde ayköpeğinin gözünden olayı gören Flemis Permosi “bu birinci pislikti,” diye fısıldadı.
Geri Dönüş’ten 13,1 saniye sonra…
Gizem Kızıl, tehlikeli ve bir o kadar da eğlenceli yolculuğun sonunda dünyaya döndüğünde orgazm olmuş gibi hissediyordu kendini. Bunca
172
Selamet – Kubaş – Şahin
yıldır sıradan insanların farkında bile olmadıkları diyarlardan yaratıklarla iletişim kurmuş, pek çok ‘kendince mantıklı’ insan tarafından inkâr edilen olağanüstü şeylerle uğraşmış ve bütün bunlardan olabildiğince keyif almış biri olarak bu yaşadığı macera tam bir orgazmdı. Fırlatıldığı
yerden
Ali’nin
yardımıyla
kalkarken
YerYıldızı’nın
koridorlarında yankılanan alarm dikkatini çekmişti. Hemen sonra Sermet Altınok ve kara siluetler odayı doldurmuş, Hayalet Sermet, hepsine birden ‘ne yaptığınızın farkında mısınız?’ gibi bir şeyler söylemişti. Gizem, “Neler oluyor yahu?” derken zemin titredi, YerYıldızı’nın aydınlanma sistemi bir anlığına sönüp tekrar yandı, koridorlardaki birkaç vazo şangırtıyla düştü. “Dışarı!” diye bağırdı Taylan ve çalışanların yardımıyla yukarı çıkan tüm geçişler açıldı. Hemen hemen herkesin dışarı çıkması birkaç saniyeden fazla sürmezken, YerYıldızı büyük bir gürültüyle yanına birkaç bilim adamını da alarak çöktü. Durum herkes tarafından gayet iyi anlaşılmıştı: CERN’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı dünyayı yok etmeden önce Bursa’daki bir boyutlar arası yolculuk denemesi kıyameti getiriyordu. Ve bu, bilimselden ziyade fantastik bir yok oluştu. Gizem diğer boyutlardan minik ışık çakmaları ve açılıp kapanan geçici deliklerden sızan her türlü tuhaf maddeye karşı bilimin bir şey yapabileceğinden emin değildi. Nitekim burada bilimi temsil eden Ali Yıldırım da Dize Demirsoy da, onlarca beyaz önlüklü YerYıldızı çalışanı da garip bulutlara ve çakan ışıklara çaresizce bakmaktan başka bir şey yapmıyorlardı.
173
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Gizem bir ihtimal kendisinin buna bir son verebileceğini düşündü. Mor kanatlı devasa bir yarasa bulutlardan birinin arasında yoktan var olurken Gizem’in gözleri kızıl kızıl parladı. Daha önce iletişim kurduğu, yardımını aldığı veya yardım ettiği tüm cinleri, hayaletleri, hepsini çağırdı. Bütün gücüyle, elinden geldiğince, kendi hayatını tehlikeye attığını bilerek tüm psişik gücünü aynı anda kullandı. Bu enerjinin dışarı taşmasından mıdır, yeni boyutlardan gelen bir tür rüzgârdan mıdır bilinmez, Gizem’in kızıl giysileri ve yine kızıl saçları, iki yana açılan ellerinin etrafında dalgalanmaya başladı. “Gelin dünyamızın tüm kadim yaratıkları!” diyordu, “bu sizin de savaşınız!”
Geri Dönüş’ten 199,5 saniye sonra…
Taylan Yıldırım, yıllardır üzerine giymiş olduğu karizmatiklik giysisini bir kenara atarcasına dizlerinin üstüne çökmüş, uçuşan kravatının üzerine gözyaşlarını damlatıyordu. Đki eliyle başını tutmuştu. Etraftaki kargaşa, gürültü, Gizem Kızıl’ın tuhaf yaratıklarının çığlığımsı sesleri, diğer boyutlardan gelen tuhaf tuhaf şeylerin yarattığı cümbüş ona vız geliyor, kendi düşüncesiyle apayrı bir işkence çekiyordu. Öne arkaya ağır ağır sallanırken kimsenin duymadığı sesi şöyle diyordu: “Kullanıldım. Her şeyi elime yüzüme bulaştırdım. Birim Sıfır’ı bir oyuncak gibi kullandılar ve engel olamadım! Benim suçum! Hepsi benim suçum! Öldürün beni! Ne olur öldürün!”
174
Selamet – Kubaş – Şahin
Geri Dönüş’ten 231,9 saniye sonra…
Nehir
Erbudak,
belki
de
Türkiye’nin
en
mükemmeliyetçi
gazetecisiydi. Birim Sıfır’ın tuhaf işlerine bulaşmasına da bu sebep olmamış mıydı? Goid denen yaratığın araştırılmasına katkıda bulunduğu günden beri bir tür halatla bağlanmıştı sanki Birim’e. Bunda tabii Ege’ye karşı hissettiği aşk da etkiliydi, ama şu kargaşanın içinde bunu umursamıyordu bile. Bu kargaşanın içinde olmamak için, bu kıyamette pay sahibi olmamak için Ege’yi kendi elleriyle öldürmeye bile razıydı. Bu düşünceler Nehir’in son düşünceleri oldu. Bir ağaca yaslanmış, çöken laboratuarın etrafındaki boş arazide yaşanan savaşı izlemekten başka bir şey yapmıyor olsa da aralarındaki ilk kurban o oldu. Kim bilir hangi cehennemî boyuttan gelen bir ‘sıcaklık topu’ tam Nehir’in olduğu yerde belirdi. Nehir önce arkasındaki ağacın tutuştuğunu ve onu da yaktığını sandı. Çığlık atarak ağaçtan uzaklaştı. Onu duyan Ege koşarak yanına gelirken, sıcaklığın ağaçtan değil, bizzat havadan kaynaklandığını anladı. Đnsanın aklını başından alabilecek kadar güçlü bir acı dalgasıyla yere çöktü. Ege daha ona ulaşamadan Nehir’in tüm vücudu önce kabardı, sonra elbiseleriyle birlikte küle dönüştü. Ege ağzı açık bir şekilde geri geri birkaç adım attı. Isı dalgasını gördü o an. Üç metre çapında bir küre şeklindeydi önce, sonra uzadı ve şekil değiştirdi. Ege’yi görmüş gibi ona doğru ilerledi. Kıpırdayan bir hava dalgasından başka bir şey değildi görünüşte. Ama geçtiği yerdeki otlar anında kararıyordu. Ege birkaç adım daha gidip
175
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Murat’la çarpıştı. Isıdan oluşan yaratık Ege’yi kaybetmiş gibi önce yerinde kaldı, sonra diğer yöne doğru amaçsızca ilerledi. “Murat! Nehir öldü Murat!” dedi Ege çaresizce. Aklına diyecek başka bir şey gelmemişti.
Geri Dönüş’ten 540,3 saniye sonra…
Ege, Murat Arıkan’a Nehir’in ölümünü bildirirken Murat’ın aklında babasına karşı olan öfkeden başka bir şey yoktu. Tüm zihnini dolduran bu tek düşünce nedeniyle Ege’nin ona ne dediğini bile anlamamıştı. Belki de çarptığı için özür dilemişti sadece. Volkan, Murat’ı da başkalarını da hiç umursamadan karşısındaki manzaraya film izler gibi dalmıştı. Gerçekten de manzara müthiş bir savaş filmini andırıyordu. Sermet, kendi âlemi olmamasına rağmen kara-siluetlerine dünyayı korumak için ellerinden geleni yapmaları emrini vermişti. Kara-siluetler karşılarına çıkan tüm fiziki yaratıkları gerek kalplerini sıkarak, gerek iç organlarını çıkartarak öldürme kabiliyetine sahiptiler. Gizem ise yerden bir karış havada, hâlâ kızıl gözlerle hipnotize olmuş gibi duruyordu. Kız hiçbir dayanak noktası olmadan havada duruyordu ama bunun farkında değildi. Đki kolunu iki yana uzatmıştı ve kırmızı ojeli uzun tırnaklarıyla görünmez ipleri oynatır gibiydi. Arada sırada etrafında yarı-
176
Selamet – Kubaş – Şahin
görünür cisimler beliriyor, yine yarı-görünür veya görünmez ‘öte-boyut yaratıkları’yla mücadeleye girişiyorlardı. Dize Demirsoy, Ali Yıldırım’ın yanındaydı ve hızlı hızlı bir şeyler anlatırken aynı zamanda etrafında fink atan yaratıklara karşı kendini korumaya çalışıyordu. Lâkin Ali, Dize’nin söylediklerinin işe yaramayacağını belirtecek şekilde başını iki yana sallamaktaydı. Bu keşmekeşi durdurmaya hiçbir bilimsel formül yetmezdi. Beyaz önlüklüler ise Birim Sıfır’dan neredeyse tamamen soyutlanmış biçimde ya kaçmış, ya da kendilerince korunmaya çalışıyorlardı. Ama Volkan bizzat aralarından dördünün ısı-yaratık tarafından yakıldığını, birinin yarasa-canavar tarafından parça pinçik edildiğini, ikisinin bulutlardan birer şimşek gibi inen vantuzlara yakalanarak öldüğünü görmüştü ve her birinden müthiş zevk almıştı. Murat’ın yumruğu öyle ani geldi ki, yaratıklardan birinin saldırısına uğradığını sandı Volkan Arıkan. “Sen ne şerefsiz adammışsın be! Ortalığı karıştırdığın yetmiyormuş gibi bir de pişkin pişkin sırıtıp eserini seyrediyorsun!” Bir yumruk daha. Bu kez karnına. “Biliyor musun, aslında ölüm sana daha çok yakışırmış be! O sevgiyle andığım babam değilsin sen. Hayvan mezarlığından çıkmış gibi, toprağın kötülüğü sinmiş üstüne!” Dizine sert bir tekme. Hareket etmesini imkânsız kılacak şiddette. Volkan
yediği
darbelere
cevap
vermedi,
yüzündeki
tuhaf
gülümseme bir anlığına bile solmadı. Karnına yediği yumruk da, dizine inen
177
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
tekme de etki etmemiş gibiydi. Ve bu umarsızlığı Murat’ı daha da delirtiyordu. “Amacın ne senin orospu çocuğu, hedefin ne?” dedi Murat. “Yıllarca Birim Sıfır’a çalışırken yakaladığın canavarlara benzemişsin. Onların karakterini almışsın. Đki yüzlü, şerefsizin teki olmuşsun. Sinsi bir köpek gibi önce Birim Sıfır’a, sonra Sermet’e, arkaplanda da Korhan’a hizmet etmişsin. Nedir senin derdin, nedir?” Volkan dizinin üzerinde çöküyor olsa da başını dik tutuyor, gözlerini oğlunun şimşek gibi çakan gözlerinden ayırmıyordu. Murat’ın onun aciz bedenine, çökmüş haline aldanıp gözlerini bir an ayırmasıyla hamlesini yaptı. Kemerinden bıçağı çıkardı, sağlam dizinin üzerine ayağa kalktı, yüz ifadesini değiştirmeye gerek görmeden, oğlunun boğazını tüm gücüyle kesti. Murat’ın son anda babasının ayaklandığını görmesi ve şaşkınlıkla açılmış gözleri Volkan’ı öyle bir tatmin etti ki, sıkılmış dişlerinin arasından bir zevk tıslaması çıktı. Tek kalan buydu. Kötülüğün son sınırına ulaşmak için yapması gereken bir tek oğlunu öldürme işi kalmıştı. Zaten birkaç dakika sonra tüm dünyayla beraber yok olacaklarına göre, bu cinayet çok da anlam ifade etmezdi kimse için. Volkan şah damarı kesilmiş, can havliyle boğazındaki fışkıran kanı durdurmaya çalışan Murat’a bir kez daha baktı ve arkasını döndü. Sendeleyerek birkaç adım uzaklaştı ve tüm hızıyla süren meydan savaşına tekrar odaklandı. Elindeki bıçağın ucundan hâlâ Murat’ın kanı damlıyordu.
178
Selamet – Kubaş – Şahin
Geri Dönüş’ten 607,8 saniye sonra…
Volkan Arıkan’ın bıçağındaki Murat’ın kanı az sonra babasının kanıyla karışacaktı. Ege Kandemir, Volkan’a arkadan yaklaştı, elindeki bıçağı kaptı ve boğazına dayadı: “Öldürdüğüm ilk şerefsiz olmayacaksın!” dedi ve sadece Murat’ın değil Nehir’in de intikamını alırcasına âdemelmasının hemen altından bıçağın sivri tarafını geçirdi. Volkan’ın üzerine sıçrayan kanından kaçmadı.
Geri Dönüş’ten 611,2 saniye sonra…
Gizli Dokuzlar denen adamlar, geçmişin ve geleceğin, varlığın ve yokluğun, ulaşılan, ulaşılacak olan veya asla keşfedilmemesi gereken, evrenin, hatta tüm evrenlerin bilgisini ellerinde tutuyorlardı. Kendilerine biçtikleri vazife, bu bilgilerin insanoğlunun gelişme sürecinde doğru yerde ve doğru zamanda açığa çıkarılmasıydı. Yüzde yüz başarı sağlayamasalar da yüz binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca büyük sapmalar olmadan görevlerini yerine getirmişlerdi. Şimdi iki binli yılların başında, talihsiz bir tehlike daha belirmişti ama iki yüzyıldır onlardan biri olan, doğuştan itibaren takip edilmiş, yönlendirilmiş ve zamanı gelince Saint Germain Kontu olarak bilinen adamdan görevi devralmıştı. Saint Germain Kontu, Dokuzlar arasında gelmiş geçmiş en dışadönük, kendini dışarıda en çok belli eden, bazen de her şeyi tehlikeye atma pahasına kendi özel
179
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
yeteneklerini dış dünyaya gösteren bir adamdı. Kısmen bu sebeple, kısmen yaşlanmaya başladığı için görevini Dokuzlar’ın ortak kararıyla Flemis’e devretmişti. Ve şimdi Flemis, ilk defa büyük bir sorumluluk alarak, yıllardır özenle eğittiği ayköpekleriyle beraber boyutların çakıştığı mekâna doğru yol alıyordu. Yolculuğu Ali ile Gizem’in öte boyutlardan dönüşünden tam 611,2034 saniye sonra başladı ve 611,2035 saniye sonra bitti. Geleceğin bilgilerinden biri olan ‘ışık hızında hareket’i kullanmak zorundaydı ve Dokuzlar’ın da izniyle kullanmıştı. Tabii yanında bir ‘yama’yı da getirmişti. Flemis Permosi, YerYıldızı’nın toprağa gömülü yıkıntısının hemen arkasında, etrafındaki onlarca devasa köpekle beraber aniden belirdi. Siyah melon şapkasının altından korkunç manzaraya baktı. Hızlı bir taramayla etraftaki tüm insanların zihnindeki düşünceleri kendine aktardı. Hepsinin geçmişini, kimliğini, amaçlarını aynı anda öğrendi. Birim Sıfır’ın kurucusu ve bazen gerçekleri gözden kaçırsa da iyi niyetli patronu Taylan Yıldırım, zihinsel sağlığını kaybetmiş, karmakarışık, takibi imkânsız düşüncelere boğulmuştu. Birim’in kurt elemanı Ege Kandemir öyle öfkeliydi ki, diğer tüm düşüncelerinin üstü bu öfke battaniyesiyle sarılmıştı. Volkan’ı henüz an önce öldürmüş ama hiçbir suçluluk duymuyor, aksine öldürecek daha binlerce Volkan olmasını arzuluyordu. Gizem Kızıl, müthiş bir konsantrasyon yeteneği sergileyerek hiçbir düşünceye mahal vermeden sadece diğer alemlerin yaratıklarına bir kapı görevi görüyordu. Zihninde belirecek tek bir düşünce kırıntısı onun bu kapı özelliğini yitirmesine sebep olacaktı. Flemis’in iyi bildiği bir durumdu bu, Gizem’i bu kudreti ve kararlılığı sebebiyle içten içe takdir etti. Kendisi
180
Selamet – Kubaş – Şahin
için şu an en çok önem arz eden iki kişiden biri olan Ali Yıldırım, zihninde hâlâ bir şekilde bu yıkımı durdurup durduramayacağı konusunda çelişkiler yaşamaktaydı. Diğerlerine göre fazla gelişmiş beyninin nöronları aşırı bir efor sarf ediyor olsa da henüz bir çözüm bulamamışlardı ve Flemis biliyordu ki şu anki bilimle tek çare kendi elindeydi, Ali’nin değil. Ve Dize Demirsoy. Flemis ister istemez onun zihnine daha çok odaklandı. Şu uzun ömründeki son hoşlandığı kadın Dize Demirsoy olmuştu ve bunu kendine çoktan itiraf etmişti. Đç Anadolu’nun kuş uçmaz kervan göçmez bir yerinde yalnız başına yaşarken, köpeklerinden birinin Gebze tarafına kaçması ve birkaç kişiyi öldürmesiyle Dize olayı araştırmış, Flemis’in Sahra Dikeni adlı köpeğini tekrar bulmasına yardımcı olmuştu. Flemis, orada Dize’yi görür görmez, daha doğrusu zihnine dokunur dokunmaz o malum elektriklenmeyi hissetmişti. Daha sonra Dize’yi takip ettiği de olmuştu. Fiziki olmasa bile zihinsel olarak. Bazen gerçekten çok yaklaşmıştı Dize’ye ama asla karşısına çıkmamıştı. Normal bir insan değildi Flemis, Dize’nin onunla birlikte olma gibi bir şansı yoktu. Zaten Dize’nin Murat’a karşı hoşlanma şeklinde bir duygu hissettiğini ve Murat’tan her an bir işaret bekliyor olduğunu biliyordu. Murat da ilk zamanlarda Dize’nin güzelliğine kayıtsız kalmamıştı ama zamanla onun kendisine göre biraz fazla ‘bilgili’ ve ‘mantıklı’ olduğunu düşünerek gönül rotasını değiştirmişti. Gizem Kızıl’la tekrar yolları kesiştiğinde de pusula ‘kırmızı’ya kayıvermişti. Flemis tüm bu durumlara hâkimse de hiçbir zaman en ufak bir etkide bulunmadı, insanların doğal bir şekilde devam eden zihinsel süreçlerine asla müdahale etmedi. Duygularını içinde yaşadı ve sevgisini köpeklerine verdi. Ama bu kadar iradesine hâkim olmuş olması, aşkını
181
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
kalbine gömmesi ve insanlığın iyiliğini kendi duygularının üzerinde tutması, şu an zihninin Dize’nin düşüncelerinin üzerinde herkesten daha çok durmasına, onun şu anki yıkılmış ruh halinin Flemis’i de yıkmasına engel olmuyordu. Flemis, köpek ordusuyla beraber boyut moyut gözetmeden herkesin ve her şeyin ilgisini çeken bir görkemle savaş alanına geldi. Gören tüm gözler, yeni gelenlere baktı. Düşünen tüm beyinler, onların kim olduğunu düşündü. Aralarında bir tek Dize’nin düşünceleri tanıdığı birine rastladığını bildiriyordu. Onu tanıyorum. Köpekleri de. Gebze’den. Neydi adı? Flemen gibi… “Adım Flemis Permosi,” dedi, “boyutlar arası deliği yamamaya geldim.” Sözleri her şeyi bitirmiş gibiydi. Ellerini ileri uzattı. O ana kadar ellerinde olmayan ışıltılı bir toz havalandı ve gökyüzünün her noktasına dağıldı. Gökyüzündeki koyu bulutlar sihirli bir el değmiş gibi hemen yok oldular. Bazı yaratıklar, özellikle bu evrenle alakalı olamayacak kadar soyut olanlar da derhal yok olurken, fiziki âleme uyum sağlayabilmiş cisimsel yaratıklar hiç etkilenmemişti. Bir düzine yarasa tipli yaratık etrafta çılgıncasına dönüp duruyorlardı, yılansı, solucansı, böceğimsi ne varsa terör estirmeye kararlı gibiydiler. Flemis zihinsel bir emirle köpeklerini tüm bu yaratıkları yok etmeye gönderdi. Sermet Altınok’un hâlâ sağ olan birkaç Kara Siluet’i ve Gizem’in fiziksel etkide de bulunma gücüne sahip olan cinlerinin de yardımıyla tüm yaratıklar birkaç dakikada temizlendi.
182
Selamet – Kubaş – Şahin
Geri Dönüş’ten 997,2 saniye sonra…
Flemis Permosi, Korhan’ı öldürme görevini başarıyla yerine getirerek yanına dönmüş olan Sahra Dikeni’nin üzerinden, sessizliğe bürünmüş savaş alanını hüzünle süzüyordu. Sağ kalan birkaç kişi -Dize, Ege, Gizem, Ali, Taylan ve birkaç beyaz önlüklü YerYıldızı çalışanı- etrafa dağılmışlardı. Ölüler kanlar içinde toprağın üzerinde huzursuzca yatıyorlardı. Yaratıklar artık nefes almıyor, kendilerine ait olmayan bu dünyayı terk etmiş görünüyorlardı. Sermet Altınok’un yarı görünür bedeni Kara Siluetlerini göndermiş, Taylan Yıldırım’a doğru ağır ağır yürüyordu. Flemis, ayköpeğinin üzerinden indi. Aksayarak kendisine doğru gelen Dize’ye yöneldi. Dize’nin bir an ayağı takılınca Flemis yardım etmek için hızlandı. Dize’nin hafif bir şekilde yaralanmış kolunu nazikçe tuttu. Bir şeyler söyleyecekti ama önce kızın zihnini okumaya karar verdi. Ölüm, karanlık, hiçlik! Flemis şaşkınlıkla Dize’nin düşüncelerinin bir insanın sıradan düşünceleri değil, bu üç kavramın bir bulut şeklindeki hali olduğunu fark etti. Kaşlarını çattı, Dize’nin yere bakan yüzünü kendisine çevirdi. Ve o anda istemsizce geriye doğru bir adım attı. Bu güzel yüz şimdi bembeyaz ve çatlak çatlaktı. En kötüsü göz yuvarlarının içi tamamen boştu. Kız aniden kendini dikleştirdi ve ellerini pençe gibi kullanarak melon şapkalı adama doğru savurdu. Flemis onun kendisini şaşırtmasına izin vermeden, her zaman kemerinde tuttuğu eski -yaklaşık sekiz bin yıllıkhançerini çıkardı ve kızın tam kalbine sapladı.
183
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Dize hırıltılı bir nefesle yere yığıldı ve çırpınmaya başladı. Kalbindeki delikten kan yerine ağaç köküne benzer bir şey çıktı. Flemis bu kökü tuttuğu gibi tüm gücüyle çekip Sahra Dikeni’ne doğru fırlattı. Ayköpeği beyzbol topu fırlatılmış gibi sevinçle bu iğrenç yaratığı ağzına alıp çiğnedi. Sonra da öksürerek tükürdü. Dize’nin bedeni az önceki şeytanilikten kurtulmuş, ölü bir şekilde uzanıyordu artık. Ortamdaki herkes olanları görmüş, tüm bu olanlar yetmiyormuş gibi bu son kurban için de üzülmüşlerdi. Birim Sıfır’ın iki as elemanı da ölüydü şimdi. Kurucuları ise akıl sağlığını yitirmişti. Dünya kurtarılmıştı, kötü adam yok edilmişti, her şey bir şekilde rayına oturacaktı ama peki hikâye mutlu sonla mı bitiyordu? Buna mutlu son denebilir miydi? Bundan sonra ne mi olacaktı? Ali, babasının akıl sağlığını yitirdiği anlaşılınca tek varis olarak Yıldırım Holding’in başına geçecekti. Sermet Altınok, bu dünyadaki görevini bitirmiş her hayalet gibi kendi diyarlarına geri dönecekti, üstelik bıraktığı son izlenim tüm yaptıklarına, Birim Sıfır’ı yok etmek için elinden geleni ardına koymamasına rağmen olumlu olacaktı. Gizem Kızıl, uzun süre Murat’ın yasını tutacak, ama arada sırada onun ruhunu çağırmaktan geri kalmayacaktı. Ege Kandemir ise kesin bir şekilde emekli olup Đzmir’de bir eve yerleşecek, belki Nehir’in ölümünü ona unutturacak bir kadınla tanışıp geç de olsa bir yuva kuracaktı. Flemis Permosi’ye gelirsek… Onun işi biraz daha karışık. Aralarında en güçlü duran o olmasına rağmen Dize’nin ölümüyle en çok yıkılan o oldu. Gizli Dokuzlar’daki önemli görevini bu iş için doğmuş, kadın-erkek
184
Selamet – Kubaş – Şahin
münasebetinden değil, gizli bir bilimin yarattığı buluttan dünyaya gelmiş bir adama devrederek uzun bir seyahate çıktı. Sıradan bir insanın hayal dahi edemeyeceği bir seyahat... Kim bilir, belki bir yerlerde Dize’yle tekrar karşılaşırdı.
185
KAPANIŞ MUTLAK KAOS
Selamet – Kubaş – Şahin
Đstanbul’un, Marmara Denizi’ni gören sakin ve şık çay bahçelerinden birinde, çoğu insanın aksine sırtını denize dönerek tek başına oturmuş bir adam vardı. Masasının üzerinde on beş dakikadır içilmeyi bekleyen ve havanın sıcaklığından mıdır bilinmez, hâlâ dumanı tüten bir bardak çay ve az önce bitirilmiş iki adet tosttan kalan kırıntılar duruyordu. Adamın masasına göz atacak herhangi birinin ilk fark edeceği şeyler bunlar değildi tabii. Ekranında bir Word belgesinin açık olduğu ufak bir dizüstü bilgisayarı,
masanın
tam
ortasına
konulmuştu.
Bilgisayarın
hemen
yanındaysa biraz buruşmuş, üzerine defalarca karman çorman notlar alınmış üç beş tane A4 kâğıt kıpırdanıyordu. Orta yaşlı adam, Word belgesini olanca hızıyla doldururken neşeli görünüyordu. Bir romanın daha bitmek üzere olduğunu biliyor, o anın hazzını deniz kenarındaki bu nezih çay bahçesinde alacak olmak onu bir kez daha heyecanlandırıyordu. “Đlk defa evimin karanlık odasının dışında bir romana nokta koyuyorum,” diye fısıldadı. Romanın son olduğunu tahmin ettiği -hiçbir zaman emin olamazdı- paragrafına geçmeden önce çayını alıp bir dikişte bitirdi ve derin bir nefes aldı. “Eveeet, Flemis Bey, seninle romanı bitiriyoruz,” dedi. Bir anda romana başladığı günden itibaren tüm yazım süreci gözünün önüne geldi. Hayatının en uzun romanıydı “SIFIR” ve uzun zaman sonra ilk kez iddialı bir şey yazmakta olduğunu hissediyordu. Neredeyse iki yüz bin kelime, diye düşündü. Mükemmel bir uzunluk! Bir Türk X-Files’ı olacaktı bu roman ve özellikle gençler arasında yayılmayı başarırsa Türk fantastik ve bilimkurgu edebiyatına damgasını vuracaktı.
187
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Paragraf başı yaptı ve “Flemis Permosi’ye gelirsek,” yazıp üç nokta koydu. Derin bir nefes aldı. Az önce neredeyse bir buçuk yıldır uğraştığı bu romanının en önemli karakterlerini öldürmüştü ve bu duruma epey duygulanmıştı. Kendine kalsa hayatta tutardı ama öldürmek zorundaydı. Şu beyaz kâğıtlarda öyle olması gerektiği yazıyordu. Dize ve Murat ölecek, Gizem ve Ege sağ kalacaktı. “Belki bir devam romanı da yazarım,” diye düşündü. “Sırf Ege ve Gizem’den oluşan yeni bir Birim Sıfır. Taylan akıl hastanesinde belki ama… Hımm Sermet gelir başlarına. Hayalet mayalet, geri döner, hatta amacı tekrar dünyada bir şekilde bedenlenmek olur. Ona yönelik araştırmalar yaptırır falan… Bunda da ismimi birkaç kere geçirdim ama o romanda biraz daha önemli bir karakter yaparım kendimi. Belki, sihirli bir kalemim falan olur, Birim Sıfır’a yazarak yardımcı olurum… Neyse neyse, ben önce şu romanı bitireyim.”
***
Ve Gökhan Kartal -yıllar önce çok sevilen ama son zamanlarda büyük bir düşüş yaşamış, hayatını yazarak kazanamamaya başlamış, hatta para karşılığı sipariş romanlar yazmayı bile göze almış korku ve gerilim yazarı Gökhan Kartal- SIFIR adlı devasa romanının son paragrafını kaleme aldı. “Kim bilir bir yerlerde Dize’yle tekrar karşılaşırdı,” diyerek son noktayı koydu. Ardından sayfanın sağına yanaştırdığı ufak bir yazı stiliyle tarihi ve yeri not etti: 22 Ağustos 2020 / Đstanbul.
188
Selamet – Kubaş – Şahin
Ctrl + S ile değişiklikleri kaydederken içinde bir buçuk yıldır beklediği o tuhaf his peyda oldu. Gözlerini kapadı, o hissin tüm bedenine yayılmasına izin verdi. Müthiş bir tatmin duygusunun yavaş yavaş yükselen boşluk hissiyle birleşmesiydi bu. Biraz alkol gibi sarhoş ediyor, biraz esrar gibi kafa bulandırıyordu ama bildiği kadarıyla bedene hiçbir zararı yoktu. Belki insan ölürken de bunu hissediyor, diye düşündü. Bir hayata son noktayı koyarken Azrail, bu uyuşturucuyu zerk ediyor bedenine. Gözlerini açmadan hemen önce bu yaz gününe yakışmayan serin bir esinti hissetti Gökhan. Gözlerini açtığındaysa, bilgisayarının yanındaki not kâğıtları rüzgârdan uçuşmaktaydı. Başını kaldırdı merakla, aniden çıkmış kara kara bulutlar gördü. Doğudan geliyorlardı ve fazla hızlı hareket ediyorlarmış gibiydi. Çay bahçesindeki insanlar önce merakla, sonra getirdiği serinlik için memnuniyetle karşıladılar bulutları. Gökhan’ın aklına birden romandaki kıyamet geldi. “Aha, bir daha geldi kıyamet,” diye düşündü gayriciddî. Sonra düşünceleri yön değiştirdi. “2012’de kıyamet olacak diyorlardı lan, iyi ki ben kullanmamışım romanlarımda o söylentiyi. Neyse, sert bir Türk kahvesi isteyeyim de kutlayayım şu romanı.” Bilgisayarını kapattı ve ekranını indirdi. Hâlâ masaya tutunmayı başarmış not kâğıtlarını toplayıp buruşturdu. Bir çöp bulduğunda atardı hepsini… Đhtiyacı kalmamıştı onlara. Kahve istemek için garsonu çağıracağı sırada, yetmiş yaşlarında gri saçlı, gri gözlü, gri takım elbiseli bir adam Gökhan Kartal’ın masasına oturdu. Gülümseyerek elini uzattı.
189
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Gökhan Bey, değil mi?” diye sordu. Sesi yaşına göre dinçti. Gökhan da elini uzattı: “Evet, Gökhan Kartal ben. Tanışıyor muyuz?” “Sizi sonunda bulduğuma çok sevindim. Tanışıyor sayılırız. Adım Korhan. Korhan Güler.”
3 Eylül 2018 Gökhan Kartal’ın Evi
Uzun kızıl saçlı, kırmızı elbiseli kadın, Gökhan Kartal’ın en sevdiği koltuğunda bacak bacak üstüne atmış oturuyor, Gökhan’ın ikram ettiği kahveyi yudumluyordu. Đki yıl kadar önce karısından boşandıktan sonra hiç kadın girmemişti bu eve. Gökhan, sebebini bilmese de bu meçhul ziyaretçisini iyi karşılaması gerektiğini biliyor, ona göre davranıyordu. Gerçi epey uzamış ve yer yer aklaşmış sakalı, uzun zamandır kendine bakmıyor olmasıyla kötü bir görünüm sergilediğini biliyordu ama bunu çok da dert etmedi. “Beni kabul ettiğiniz için tekrar teşekkürler,” dedi kadın. Sesi şirin değildi, aksine hafif asi bir ton vardı. “Yazarlıkla ilgili bir iş olduğunu söylediğinizde akan sular durdu…” dedi Gökhan. Yazarlık konusunda batık durumdaydı aslında. Altı senedir hiç roman yazmamıştı. Ondan önceki son romanları da çok büyük eleştiriler almış, yabancı büyük yazarların kötü birer taklidi olduğu söylenmişti. Yıllardır kitaplarını çıkaran yayınevi de onunla sözleşme yenilemeyince iyice yıkılmıştı. Daha sonra karısından da boşanmış, her şeyden vazgeçip evine
190
Selamet – Kubaş – Şahin
kapanmıştı. Eski bir romanından uyarlanan bir filmden gelen parayı emlâka yatırmış, şimdi oradan gelen düzenli parayla zar zor geçiniyordu. “Eskiden kaliteli bir romancı olduğunuzu biliyorum. Yıllarca sizin kitaplarınızı zevkle okudum.” “Teşekkürler ama son romanlarımla fikriniz değişmiştir sanırım.” “Çok da değişmedi. Đnsanların adeta linç ettiği o kitaplar, birçok yabancı yazarın kitabından iyiydi bence. Her neyse, bu muhabbeti kapatalım. Size bir teklifim var.” “Hay hay, buyurun.” “Tekrar roman yazmanız için bir…” “Sözünüzü kestim ama ben bıraktım o işi. Artık elime kalem bile alamam. Yıllardır bırakın romanı, bir öykü için bile kayda değer fikir bulamadım. Tükendim yani. ” “Fikir bulmanıza gerek yok. Aslında istediğim şey benim için bir roman yazmanız. Konusu, kurgusu, her türlü ayrıntıyı size ben vereceğim. Siz sadece o akıcı ve profesyonel üslubunuzla roman olarak kaleme alacaksınız.” “Böyle bir şey… Yoo hayır, kendime güvenemem böyle bir şey için. Daha önce denemeyi bile düşünmediğim bir tarz bu.” “Yapmayın Gökhan Bey. Ben sizden mükemmel bir sanat şaheseri çıkarmanızı beklemiyorum. Size her türlü ayrıntısını vereceğim büyük bir öyküyü sadece kaleme almanızı istiyorum. Ve tek bir romandan asla kazanamayacağınız bir meblağ alacaksınız benden.” “Bilemiyorum, çok zor geliyor böyle…”
191
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Hikâye tam sizin tarzınız. Biraz bilimkurgu da var işin içinde. Ama araştırma yapmanıza gerek yok. Her türlü gerekli bilgiyi ben temin edeceğim. Sürekli iletişim halinde kalacağız ve en ufak bir sorununuzda dahi her türlü yardımı göstereceğim. Sizin için kesinlikle zor bir iş değil. Öyle olsa size gelmezdim zaten.” “Peki bana gelmenizin sebebi nedir?” “Öncelikle çok kaliteli işler çıkarma potansiyeliniz olduğunu biliyorum. Bir söyleşinizde roman yazarken adeta öykünün içine girdiğinizi söylemiştiniz. Karakterlerin çözmek zorunda kaldığı sorunları bizzat siz çözüyormuş
gibi
hissettiğinizi
belirtmiştiniz.
Bizim…
Yani
benim
yazdıracağım romanın içine sizin kadar girebilecek bir yazar tanımıyorum. Ayrıca şimdiki yazarlar başkalarının fikirlerine hiç saygı duymuyorlar. Kendilerinin olmayan tek kelimeyi bile eserlerine almayı reddediyorlar. Oysa sizin birkaç ortak projeniz de vardı. Kısaca benim için en ideal yazarsınız. Teklifimi kabul etmeniz beni çok ama çok memnun edecek.” “Peki, düşünmem için biraz süre verirseniz…” “Elbette, telefon numaramı vereyim size.” “Bu arada isminiz neydi?” “Gizem Kızıl.”
***
Gökhan, ertesi gün öğlen saat 11.30’da Gizem’i arayarak teklifi kabul ettiğini söyledi. Altı aylık bir hazırlık sürecinden sonra başladığı roman yaklaşık bir buçuk yılda, 22 Ağustos 2010’da bir çay bahçesinde bitti.
192
Selamet – Kubaş – Şahin
***
Çay bahçesinin üzerini hatta görünüşe göre doğudan batıya, kuzeyden güneye tüm gökyüzünü kapatan bulutların arasında elektriksel homurdanmalar geliyordu. Đnsanlar, son zamanlarda yüzde yüze yakın bir doğrulukta tahminler yapan meteorolojinin bu kez neden yanıldığını merak ederek ıslanmamak için bir an önce evlerine veya işlerine koşturmaya başladılar. Büyük bir fırtınanın geldiği belliydi ama pırıl pırıl bir gökyüzüyle bu koca kara bulutlar arasında sadece birkaç dakikalık bir sürenin olması tuhaftı. Gökhan’ın misafiri bulutlarla hiç ilgilenmiyormuş gibiydi. “Bildiğim kadarıyla roman yazarısınız,” dedi. “Evet,” dedi Gökhan merakla. Romandaki kötü karakterin isminin de Korhan Güler olması şaşırtıcıydı ama imkânsız bir durum değildi. Gökhan karşısındaki adamın ne istediğini bir an önce öğrenmek ve dizüstü bilgisayarı sırılsıklam olmadan eve gitmek istiyordu açıkçası. Neyse ki şu an yağan bir şey yoktu. “Şu yazdığınız son romanı merak ettim doğrusu,” dedi adam elini dizüstü bilgisayarın üzerine kabaca koyarak. Gökhan ayaklandı. “Beyefendi, birazdan yağmur yağacak gibi. Eve gitsem iyi olacak, bence siz de dışarıda durmayın.” Korhan gri gözlerini Gökhan’ın gözlerine dikti. “Oturun canım, bir şey olmaz,” dedi.
193
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
“Peki,” diyebildi Gökhan. Nedense birden fikrini değiştirmişti. Yağmur yağsa ne olurdu ki? Bilgisayarın su geçirmez çantası yok muydu sanki? En kötü biraz yaz yağmuru altında ıslanırdı. “Size romanınızın aslında pek de hayal ürünü olmadığını söylesem şaşırır mıydınız?” “Nasıl yani?” “Đki yıl önce sizi romanı yazmaya ikna eden kadının kendisini bir karakter olarak romanda görmek istemesinin basit bir ego tatmini olduğunu mu sandınız? O kadın gerçekten kendisiydi.” Gökhan’ın gözleri iri iri açıldı. Gökyüzüne bir kez daha baktı. Bulutlar yere yaklaşmışlardı ve az öncekine göre daha kötücül görünüyorlardı. Sanki tek amacı yağmur yağdırmak değil de insanlara zarar vermekmiş gibi. “Övünmek
gibi
olmasın
ama,
Birim
Sıfır’ın
üçüncü
ortağı,
romanınızın kötü adamı Korhan Güler de ben oluyorum.” “Ama Korhan Güler romanda ölüyor, yani ya roman yanlış, ya da siz yarım yamalak bir bilgiyle saçma sapan iddialarda bulunuyorsunuz.” Korhan gülümsedi. Gri gözlerini Gökhan’a yaklaştırdı. “O
Korhan
benim
Gökhan
Bey…
Ve
gördüğünüz
üzere
sapasağlamım.” “Ama nasıl olur?” “Romandaki Korhan’ın bir özel gücü falan var mıydı?” “Eee. Đkna kabiliyeti yüksekti işte.” “Sadece yüksek değil, karşı konulamaz derecede yüksek. Bir ayköpeğine bile kimi öldürdüğünü şaşırtacak kadar yüksek.”
194
Selamet – Kubaş – Şahin
Gökhan hafif uyuşmuş bir sesle: “O zaman siz herkesi kandırıp hayatınıza devam ettiniz…” “Aynen öyle.” “Bunlar gerçekse, Gizem’in bu romanı bana yazdırmadaki amacı neydi ki?” Korhan sağ eliyle umursamazca bir hareket yaptı. “Güya şu tepemizdeki kıyameti durdurabilecektiniz.” Gökhan bulutlara bir kez daha baktı. Bulutlar artık bulut değil, yeryüzüne iplikçiklerini sarkıtmış tuhaf yaratıklardı. “Ben mi?” “Eh, mantıklı sayılabilecek bir hamleydi onlar için. Flemis Permosi, bu evreni terk etmişti, Gizli Dokuzlar’ı bulup onlardan kıyametin çözümünü isteyecek birilerine ihtiyaçları vardı.” Güldü. “Haha. Kıyametin çözümü. Ne tuhaf bir ifade oldu.” Gökhan, Korhan’ın kendisini etkisi altına alan ikna gücünü kırmaya çalışarak sandalyesini ittirdi ve ayağa kalktı. “Aa, nereye gidiyorsun?” dedi Korhan istifini bozmadan. “Sence ben izin verir miyim bu cümbüşü durdurmana? Vermem tabii.” Gökhan oturdu. “Bak, çay bahçesi boşalıyor. Herkes gitmeden önce onlara güzel bir gösteri sunmak istiyorum.” Korhan Gökhan’a doğru eğilip birkaç cümle daha söyledi ve hiç acele etmeden ayaklandı. Gökhan kıpırdamadan adamın arkasından bakmakla yetindi. Korhan on metre kadar uzaklaştıktan sonra sağ elini kaldırıp şıklattı.
195
SIFIR: “Tabiat Muhafızları”
Gökhan içinde kalan son irade parçacığıyla yutkundu. Romanla ilgili bazı notlar almak için kullandığı kurşunkalemi dizüstü bilgisayarının yanından aldı. Hemen ardından ayağa kalkıp masayı tekmeledi. Çay bahçesindeki herkes bu gürültünün kaynağını görmek için ona döndüğü sırada kurşunkalemi yüzüne yaklaştırdı. Eli titriyordu ama yapacağı hiçbir şey yoktu. Kalem yüzüne doğru yaklaştı, bir an gözünün önünde durdu ve ucu burnunun sağ deliğine girdi. Gözünden akan birkaç damla yaşın eşliğinde, Gökhan kalemi burnunun içinden beynine doğru tüm gücüyle ittirdi. Kalem köküne kadar içeri girdikten sonra Gökhan önce sendeledi, sonra yere yığıldı. Bulutlar vantuzlarını insanlara doğru salarken, Đsrafil sûru üflüyordu.
-SONNisan 2009 – Eylül 2010
196
YAZARLAR YAZARLAR HAKKINDA Onur Selamet,
1993 yılında
Kadıköy’de doğdu. Aklının ermeye başladığı andan itibaren annesinin onun için uydurduğu masallar
ve
okuduğu
kitaplar
ile
büyüdü.
‘Anneden kitap dinleme aşkı’nı zamanla o kadar abarttı ki; “Denizler Altında 20.000 Fersah” gibi eserleri bile bu yolla dinledi, sindirdi. Ve daha sonra bu görevi kendisi üstlendi. Yazmaya ise biraz daha geç başladı. Yine de ilkokul sıralarından beri çat pat bir şeyler karaladığı söylenebilir. Lisenin başlangıcıyla ‘yazma’ işinin ciddiyetini anladı. 2009 yılında yazdığı “Uykusuzluk Kulesi” adlı öyküsü, kendisi için milat oldu. Devam öyküsü olan “Kuzgun Damarı”yla, her ay Xasiork’ta düzenlenen öykü yarışmalarından birini kazandı. O, hayatın yazarak daha çekilebilir olduğunu düşünenlerden…
Arif Kubaş,
18 Ağustos 1990
Eskişehir doğumlu. Maddi sebeplerden dolayı
ailesiyle
beraber
1992
yılında
Đstanbul’a geldi. Đlk ve orta öğrenimini Đstanbul’da
tamamladı.
Đstanbul
Üniversitesi, bilgisayar öğretmenliği, birinci sınıfta okuyor
Daha önce bol bol tarihsel romanlar, araştırmalar okuyordu. Bilimkurgu ve fantastik edebiyatla tanışması 2007 yılında Xasiork Ölümsüz Kulübü sayesinde olmuştur. Đlk hikâye, şiir çalışmalarını da Xasiork’ta yaptı. Birbirinden değerli birçok arkadaşı, yazar adaylığı hayatında olumlu veya olumsuz eleştirileri ile ona destek olmuşlardır. Hepsine ne kadar teşekkür etse azdır.
Gökcan Şahin,
3 Eylül 1988’de
Sivas’ta doğdu. Đlköğrenim ve liseyi Đstanbul’da tamamladı. 2006 yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi
Elektronik
ve
Haberleşme
Mühendisliği'ne devam ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal bölümlerde öğrenim görse de edebiyat, tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi duydu. Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü'nün internet sitesinde, Xasiork Dergi’de ve Gölge e-dergi'de yayınlandı. Lord Engord adlı öyküsüyle 2009 Xasiork Kısa Öykü Yarışması’nın birinci olan Şahin, şu sıralar Dördüncü Dereceden Hayatlar isimli bilimkurgu/macera romanı üzerine çalışıyor.