SONSUZLUĞA İLK ADIM ____________________________________________
Ruhşen Doğan Nar
YAZAR Ruhşen Doğan Nar
EDİTÖR Ozancan Demirışık
KAPAK TASARIMI Arif Kubaş
YAYIN TARİHİ Şubat 2010
Bu e-kitap, Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
İÇİNDEKİLER ÖLÜLER NEREDE RAHAT UYURLAR? Sayfa 8
GÜNLÜK TUTMALIYIM Sayfa 12
ALMA YA DA ELMA Sayfa 15
İKİ DOST: A VE B Sayfa 18
DOSTUM SİNEK Sayfa 22
KAFAMA BİR KURŞUN SIKAR MISINIZ? Sayfa 30
NAMAZ Sayfa 36
ÇÜKSÜZ ATLAR ÜLKESİ Sayfa 50
KIYAMET GELİYORUM DER Sayfa 55
KARA KAFES Sayfa 66
O Sayfa 72
SON GÜN: BIGBANG Sayfa 75
ÖNSÖZ Her şey Türk gençliğinin korkulu rüyası ÖSS sınavıyla başladı sanırım. Bin bir emekle hazırlandığım sınav bir anda gelip geçti ve sınavın ardından kendimi koca bir boşlukta buldum. Uzun zamandır hayalini kurduğum, bütün hayatımı ona bağladığım sınav bir günde bitmişti; gerçi yabancı dil bölümünde olduğum için bir hafta sonra YDS’ye de girdim. Ama sonuçta sınavlardan güzel bir sonuç aldım ve iyi bir bölüme kapak atacağımı garantiledim. Sınavdan bir gün sonra kendimi Hugo gibi şu cümleyi kurarken buldum: “Eee, şimdi ne olacak?” Önümde koca bir yaz vardı. Nasıl geçirecektim üç ayı? Bir yılını test çözmekle geçirmiş olan ben şimdi ne yapacaktım? İlk önce hacker olmaya karar verdim; lakin bende matematik zekası olmadığından başarılı olamadım. Tek büyük başarım bir Kıbrıs (Kuzey Kıbrıs) sitesinin ziyaretçi defterini hacklemek oldu. Buradan tekrar özür diliyorum. Pişmanım, eğitim şart. Cidden şart. (Ne yazık ki öğrencilere testlerin nasıl çözüleceğini anlatmakla bitmiyor her şey) Yine internette mal mal gezinirken şansıma edebiyat siteleriyle karşılaştım. İnsanların güzel güzel öyküler paylaştığını, birbirlerinin öykülerini yorumladıklarına şahit oldum. Hoşuma gitti, bir süre edebiyat
sitelerinde takıldım. Çok geçmeden ben de imrenerek, belki de kıskanarak kötü de olsa öyküler yazmaya ve paylaşmaya başladım. Ama küçüklüğümden beri sürekli kitap okuduğumu, ne ÖSS ne YDS’nin beni kitap okumaktan alıkoyamadığını, hatta lisede bir-iki öykü yazdığımı söylemek isterim. Onun dışında küçük kardeşimi uyumadan önce oyalamak için ona kendi ürettiğim öyküleri anlattığımı da ekleyeyim. Yani potansiyel vardı. Son olarak bir şey daha anlatayım: Daha ortaokuldayken evde babamın kütüphanesine dalmış; Dostoyevski, Gogol, Tolstoy okumaya başlamıştım. Hatta hiç unutmam, Dostoyevski’nin bir kitabını okuduktan sonra kendi kendime, “Ben de bir gün roman yazmak istiyorum,” demiştim. Ta dört yıl önce düzenli olarak öykü yazmaya başladım. Ve birazdan okuyacağınız öyküler de bu sürecin sonunda ortaya çıkan iyi-kötü ürünlerim. Genel olarak bu kitaptaki öyküleri geçen sene yazdım. Umarım okurken iyi vakit geçirirsiniz. Ve son olarak (cidden son) bu dört yılın ardından şu sıralar öykü yazma konusunda düğümlendiğimi açıklamak isterim. Bakalım… Belki de “Sonsuzluğa İlk Adım”dan sonra kendimize güvenir ve bir adım daha atarız ya da bu ilk adımla kalakalır, sonsuzlukta kayboluruz. Acaba zaman bize neler gösterecek?
Ruhşen Doğan Nar
ÖLÜLER NEREDE RAHAT UYURLAR? “Beni kimse anlamıyor.” Keyifsiz bir başlangıç oldu, değil mi? Bu dünyada mutluluğu arayanlar hem anlatacağım öyküden hem de bu hayattan medet ummasınlar. Bunu bilir bunu söylerim. Öykümü dinlemek istemeyenler şu anda gitmekte özgürdürler. Hayalperest arkadaşlarımız aramızdan ayrıldığına göre hikâyemize başlayabiliriz: Beni zor zamanlarımda dinleyen, dertlerime ortak olan dostuma (yoksa arkadaşıma mı demeliyim?) her zamanki gibi aynı lafları geveliyordum. İyi bir dinleyiciydi, ya da işitme kaybı vardı; emin değilim. Ben konuşurken beni anladığını belirtmek için durmadan kafasını sallardı. Zaten önemli olan anlaşılmak değil dinlenmektir. Haksız mıyım? Bilmem kaçıncı kez, son günlerde dilime dolanmış cümleyi arkadaşımın (yoksa dostumun mu demeliyim?) suratına vurdum: “Beni kimse anlamıyor.” Gözlerini yumdu ve kafasını salladı.
Ruhşen Doğan Nar
“Herkes sadece kendisini düşünüyor. Bencillik denen illet hepimizin kanında dolanıp duruyor. Her birimiz sırf kendimizi düşünürsek ve bencilliğe boyun eğersek diğerlerini nasıl anlayabiliriz? Yoksa bu dünyada dostluk ve arkadaşlık kalmadı mı? Haksız mıyım?” Üç kez kafasını salladı. Arabalardaki sallabaşlara o kadar çok benziyordu ki. İçimi dökmeye başlamışken kimse beni durduramazdı: “Bu dünyada ne dostluk ne de arkadaşlık var. Hepsi yalan, hepsi palavra… Haksız mıyım?” Dört kafa sallama ve bir göz kırpma… Konuşmaya kaldığım yerden son hızla devam ettim: “Bu dünyada, bu dünyada, bu dünyada…” Biraz duraksama. “…arkadaşlık yoksa niye yaşıyoruz ha? Hepimiz boğazdan atlayalım daha iyi. Haksız mıyım?” İki kafa sallama ve iki göz kırpma… Konuşmamızın başlangıcından beri on kez kafasını sallamış ve dört kez gözünü kırpmıştı. Bu kadarı yeter de artardı. Açtım ağzımı yumdum gözümü: (Hayır, yummadım gözümü) “Bir gün de ‘Haksızsın’ de be adam, ‘Hayır’ de, ‘Yalancısın’ de, ‘Şerefsizsin’ de, ‘Sen kimsin ki diğerlerinden dostluk bekliyorsun?’ de, ‘Sen sanki bencil değil misin?’ de, bir şey de!” Gözlerim yuvalarından çıkacakmış gibi oldu, o kadar çok sinirlendim. O ise hiç istifini bozmadan dört defa kafasını salladı. Sanırım tiki vardı.
9
Sonsuzluğa İlk Adım
“Allah belanı versin!” diye bağırdıktan sonra onun yanından uzaklaştım. Üzgündüm, tek dostumu kaybetmiştim. (Yoksa arkadaşımı mı demeliyim?) Hızlı adımlarla sallabaşın mahallesinden kaçmaktaydım ki çekici bir dişinin kokusu aklımı başımdan aldı. Havalar ısınmış, malum aya yaklaşmıştık. Tabii hormonlar boş durmamış, yılın en güzel ayını kutlamak için arttıkça artmışlardı. Sözün kısası ışığa yönelen bir pervane gibi karşı cinse doğru çekiliyordum. Aklım başımda olmadığından araç yoluna attım kendimi mal gibi; ne sağıma ne soluma baktım. Korna sesi ve dayanılmaz bir acı… Arabanın altına girdikten sonra şu anda gördüğünüz gibi asfalta yapıştım. Tahmin edebileceğiniz gibi ilk başta asfaltla böyle yekvücut değildim. Arabalar üstümden geçe geçe bir güzel kazıdılar beni yola. Şimdi asıl konuya gelelim: “Neden biz kedilere araba çarpınca insanlar bir el atıp bizi yoldan kaldırmazlar? Tamam, mezarı geçtim; ama en azından şöyle leşimizi boş bir arsaya atsanız biz de orada rahat rahat çürüsek. Asfalta mıhlanmaktan iyidir. Hem çocuklar bizi bu halde gördüklerinde çok korkuyorlar, akşamları uyuyamıyorlar. Bari yavrularınızı düşünün.” “Şimdi bir zahmet yardım edip beni daha sakin bir yere bıraksanız fena mı olur. Sevaba girersiniz valla…”
***
10
Ruhşen Doğan Nar
Kedinin başına toplanan kalabalık, araç trafiğini durdurmuştu. Hikâyenin bittiğini anladıklarında yolda kalmış şoförlerin gün yüzü göre göre bronzlaşmış küfürlerine kulaklarını tıkayarak işlerine güçlerine döndüler. Yol yeniden açıldı ve kedi üstünden geçen her araba ile asfaltla bir olma yolunda bir adım daha kat etti. Tabii insanlara küfür etmeyi unutmadı. Küfür etmekte haksız mıydı? (Sakın kafa sallamayın!)
11
GÜNLÜK TUTMALIYIM Bugüne en uzak gün, dün. Özdemir Asaf
Masanın başına geçti ve düşünmeye başladı. Gözlerinin önünden hızla insanlar, olaylar, mekânlar ve anılar geçti. Sanki hızlı çekimde bir film izliyordu. İnsanlar hızlı hızlı hareket ediyor, bir anda güneş doğuyor, sonra akşam oluyor. Bir bakıyor evde, bir bakıyor sokakta ya da kafede. Masanın üstündeki silgi tozlarını eliyle temizlerken sakince aklından geçenleri izledi. Bir hafta içinde yaşadığı önemli anlar, saatler, dakikalar, hatta saniyeler aklına geldi. Günlük tutmalıyım, diye düşündü ve dolabından boş bir defter çıkardı. Zamanında gitmeyi planladığı Fransızca kursu için almıştı, ama kursa gitmek nasip olmamıştı ve defter yıllarca dolapta kullanılmayı beklemişti. Defter dolaptan çıkarılıp masaya koyulduğunda sevinçten sayfalarını sallıyordu deli gibi. “Bugün günlerden ne?” diye sordu kendi kendine. Hiçbir zaman hangi günde yaşadığına önem vermemişti. Çoğu kez etrafındakilere sorardı günü, hatta bazen ayı. Yanında soru soracak kimse yoktu. Belki deftere
Ruhşen Doğan Nar
sorabilirdi, ama defter bırakın günü, hangi yılda olduklarından bile bihaberdi. Kaç yıldır o karanlık dolapta bugünü beklediğini unutmuştu. Takvime baktı. “Bir ay daha bitiyor demek,” diye fısıldadı. Bir ay, bir yıl, on yıl, elli yıl, bir ömür… Acaba daha kaç ayın sonunu görebileceğim? Kim bilir! “Günlük tutmalıyım,” diye tekrarladı. “Hafızam berbat ve daha beş dakika önce öğlen yemeğinde ne yediğimi hatırlayamıyorum. Günlük tutmalıyım,” diye bir kez daha yineledi. “Dün yaşadığım olaylar bir asır önce geçmiş gibi. O kadar soluk ve karanlıklar ki! Dalından kopup kaldırımlara düşmüş kupkuru, soluk yapraklar gibi yaşadıklarım zihnimde. Eğer günlük tutmazsam, elimde kalan bu kuru yaprakları da kaybedebilirim. Çünkü herkes çocukluğunu mükemmel hatırlarken ben daha beş dakika önce öğlen yemeğinde ne yediğimi hatırlayamıyorum. Günlük tutmalıyım,” dedi ve kalemi eline aldı. Kalem, deftere göz kırptı. “Nereden başlasam acaba? Çocukluğum hakkında hiçbir şey hatırlayamıyorum. Gençliğim hakkında ise zihnimde bir iki siyah-beyaz görüntüden fazla bir şey yok. Oysa arkadaşlarım bilgisayar gibi her şeyi hatırlıyor ve ikide bir geçmişte yaşadıklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Ben ise Fransız kalıyorum yanlarında.” Bu arada Fransızca kursuna katılacaktım, diye düşündü ve masadan kalktı. Dolabını açtı ve Fransızca kursu için aldığı defteri aradı dolabın içinde. Tabii ki bulamadı. Nereye bıraktım, diye düşündü bir süre. Bu arada kalem ile defter muhabbet ediyordu masanın üstünde. Masanın başına bir kez daha geçti. Kalemi eline aldı ve, “Günlük tutmalıyım,” dedi. Kalem öpücük attı deftere. “Günlük tutmak zorundayım,
13
Sonsuzluğa İlk Adım
çünkü hafızam berbat ve daha beş dakika önce öğlen yemeğinde ne yediğimi hatırlayamıyorum. Akşam yemeğinde ne yesem?” diye sordu kendine. Kalemi defterin arasına bıraktı ve ayağa kalktı. Kalemle defter sohbetlerine kaldığı yerden devam ederken mutfağa gitti ve buzdolabını açtı. Dolap tam takırdı. O zaman bugün Fransız restoranında akşam yemeği yiyeyim, diye düşündü. Bu arada Fransızca kursuna katılacaktım, dedi içinden. Ve çalışma odasına geçti, boşu boşuna Fransızca kursu için aldığı defteri bulmaya çalıştı dolapta. Tabii yine bulamadı. O sırada gözü masanın üstündeki deftere takıldı. “A, burada mısın?” diye sordu. Defter duymazlıktan geldi ve kalemle konuşmaya devam etti. Defteri masanın üstünden aldı ve dolaba koydu. “Nasıl geldin masanın üstüne?” diye sordu kaleme. Sonra, “Neden almıştım ki bu defteri?” diye sordu kendine. Ve en sonunda Fransızca kursu için aldığı o ünlü defteri bulmak için tekrar dolabın yanına gitti…
***
Balık çığlıklar atarak uyandı uykusundan. Akvaryumdaki diğer balıklar telaşla balığın yanına geldi ve ne olduğunu sordu. Balık, “Kâbus gördüm,” dedi. “Çok korktum. O kadar çok korktum ki az kala kalp krizinden ölecektim.” Meraklı balıklar, “Hadi anlat bize de rüyanı!” diye bağırdı. Balık birkaç saniye düşündükten sonra, “Unuttum!” dedi. Etrafındaki balıklar ise, “Neyi?” diye sordu ve akvaryumdaki hayat kaldığı yerden devam etti.
14
ALMA YA DA ELMA Şehrin kömür kokan bol karbondioksitli havası odamı doldururken, ben baygın bir halde, yıllarca kullanıla kullanıla eskimiş ucuz halının üstünde yatıyordum. Kendime geldiğimde dikkatimi çeken şey odanın buz gibi olması değil içerisinin leş gibi is kokmasaydı. Bu koku bana her zaman sigarayı hatırlatırdı ve şunu söylemeliyim: Hayatımda bir kez bile ağzıma sigara koymadım ve bununla her zaman, her yerde övünürüm. Kapıları ve pencereleri kapattıktan sonra, geçen gün süpermarketten almış olduğum oda spreyini buldum ve odamı vanilya kokusuyla doldurdum. Aslında şu oda spreyleri bir boka yaramıyor, tek yaptıkları bir süre burnuna güzel kokular yayarak koku alma duyularını yormak ve böylece odanın ortasına sıçsan bile bokun kokusunu alamamak. İşin sırrı burundaki koku alma duyularını işlemez hale getirmek. Sanırım insanın kendi ter kokusunu alamamasının nedeni de bu. Vanilya koktuğunu umduğum odam ısınsın diye klimayı açtım ve kanepeye uzanıp (aslında atladım, annem yanımda olsaydı çocuk musun diye bağırırdı) aptal kutusunu izlemeye başladım. Aptal kutusunu izleyenlerin aptal kutusuna aptal adını koyma aptallığını yapacak kadar aptal olmaları sizce de dünyadaki en aptalca şeylerden biri değil mi? Oda yeterince ısınınca (bacaklarımın titrememesi anlamına geliyor) klimayı kapattım, ne de olsa son zamlarda elektrik faturaları boru gibi
Sonsuzluğa İlk Adım
giriyordu. Acaba tekrar kömür sobasına mı geçsem? Klimanın rahatlığına alıştıktan sonra soba koymak, soba temizlemek insana zor geliyor. Gerçi sobanın yaydığı o doğal ısıyı klima kıçını yırtsa veremez. Bu arada aklıma sobanın kapağının üstüne tükürüp tükürüğümün kaynayıp buharlaşmasını izlediğim mutlu çocukluk günlerim geliyor. Tükürük ısıyla birlikte cız diye ses çıkararak kapağın üstünde zıplar parçalara ayrılır ve sonunda yok olurdu. Ben ise keyifle bu mucize ye şahit olurdum. Saatime bakıyorum: 12.50. Zaman ne kadar hızlı geçiyor şaşırıyorum ister
istemez.
Sanki
biz
saate
bakmadığımız
zamanlarda
zaman
olduğundan daha hızlı ilerliyor. Saate ikide bir baktığımızda ise zaman gıcığına yavaşlıyor ve ayak diriyor. Gözlerimi açtığımda kendimi tekrar yerde, dandik halının üstünde buluyorum. Hemen saate bakıyorum ve saatin 13.50’yi gösterdiğine şahit oluyorum. Aslında şu anda hâkimin biri odama girip, “Şahit misin?” diye sorsa hayatta şahit olmam ama evime bir hâkimin girme olasılığı sıfır olduğuna göre saate bu sefer gönül rahatlığıyla şahit olabilirim. Bir saattir şuurumu kaybetmiş bir şekilde yerde yatıyorum demek ki, diye söyleniyorum ve kıçımı uyuşturan beton zeminden kalkıyorum. Aniden kalkmamalıyım
çünkü
tekrar
bayılabilirim.
Neden
bayıldığımı
da
bilmiyorum, şu ana kadar doktora gitmeye tenezzül etmedim, o sahtekârlara para verecek kadar enayi değilim. Bayılmam gerekiyorsa bayılırım,
ölmem
gerekiyorsa
ölürüm.
Ama
asla
kandırıkçıların bu işe burunlarını sokmalarına izin vermem.
16
doktor
denilen
Ruhşen Doğan Nar
Odanın içinde bir ileri bir geri yürürken aklımdan ipe sapa gelmez düşünceler geçiyor. Şimdi anlatsam gülersiniz, ondan dolayı saçma fikirlerimi kendime saklıyorum. Deli dana gibi odayı arşınlamam sonucunda bacaklarım yoruluyor ve beynime artık yeter mesajı gönderiyor, beynim ise mesajı okuduğunu ayaklara bildirmek için ayakları çaldırıp kapatıyor.
***
Biraz hava almak için markete değil, tabii ki balkona gidiyorum, daha doğrusu çıkıyorum. İçine sıçtığımın şehrine bakarak bir cigara yakıyorum. Oppss! Herhalde pot kırdım. Nasıl açıklasam? Nereden başlasam? Aslında ben sigara içiyorum; hem de günde iki paket bitiren bir tiryakiyim. Başka başka? Aslında bayılmadım, sadece şekerleme yaptım. Bir de ben doktorum. Ha bir de unutmadan… Efendim? “Bu kadar yeter şerefsiz, öyküyü bitir!” mi diyorsunuz? Peki!
17
İKİ DOST: A VE B Ayağa kalktı hızla. Kafası sert taşlarla dolu toprağa çarptı ve kıç üstü yerine oturdu. Bağırmaya başladı: “Aklından çıkar at artık şu saçma düşünceyi! İyilik diye bir şey yoktur. Bir yazarın da dediği gibi ‘Sanıyordu ki, iyilik yapmakla iyilik elde edilir. Oysa böyle bir şey varsa bile, olsa olsa rastlantıdır…’.” Karşısındaki onu dinlemiyordu. Bir yerlere dalıp gitmişti. Tek yaptığı elindeki bira şişesine bakmaktı. A, tükürükler saçarak konuşmadan önce ekşi şarabından bir yudum daha aldı, sinirli yüzü buruştu: “Sadece kötülük vardır bu dünyada. Senin iyilik olarak tanımladığın her şey sadece kötülük seviyesi düşük kötülüklerdir. Yani onlar da kötülüktür sonunda.” B’nin
gözleri
hâlâ
bira
şişesindeydi.
Elindeki
bira
şişesini
karıştırdıkça biranın içindeki gözleri şişenin dibinde bir sağa bir sola yuvarlanıyordu. Sarı bira şişesinin içinde sapsarı gözüküyordu iki küçük gözü. A, B’nin onu dinlemediğini anladığında elindeki şarap şişesinden son bir yudum daha aldı ve şişeyi ona doğru fırlattı. Küfürler savurdu:
Ruhşen Doğan Nar
“Ağzına sıçtığım beni dinlesene. Burada duvarla mı konuşuyoruz! Yine daldın gittin.” B kafasına çarpan şarap şişesiyle hayallerinden sıyrıldı ve bira şişesindeki gözlerini alıp boş duran göz yuvalarına yerleştirdi. Ve isteksiz bir şekilde konuştu: “Artık düşünmek istemiyorum A. Anlamıyor musun, artık bıktım. Burada da mı zamanımızı aptal aptal düşünerek geçireceğiz? Boş ver iyiliği, kötülüğü… Hepsinin köküne kibrit suyu!” A, biraz önce arkadaşının kafasına attığı şişeyi yerden aldı ve içinde kalan son damlaları yaladı. Dili ekşi şarap tadıyla uyuşmuştu. Genzinde iğrenç bir posa tadı vardı. Şaraptan dolayı peltek peltek konuşuyordu: “Neden düşünmeyelim ki? Yaşamıyoruz diye düşünmememiz mi lazım? Sen yaşarken de hep böyle koftiydin. Aval aval gezerdin sokaklarda. Gözün kimseyi görmezdi. Sanki büyülenmiş gibi saf saf dolaşırdın insanların arasında. Etrafındaki mis gibi kızlara dönüp şöyle bir bakmazdın bile.” B,
arkadaşının
söylediklerinden
dolayı
kırılmıştı.
Ama
biraz
düşündükten sonra arkadaşına hak verdi. Ömrü boyunca hiçbir işe yaramadan, amaçsızca yaşamıştı. Kendini bildiğinden beri canı sıkkındı ve mutsuzdu. Daha doğarken yaşamaktan bıkmıştı belki de. İnsanların arasında bir hayalet gibiydi. Hep canı sıkılırdı ve hayaller kurardı. Ve burada da canı sıkılıyordu. Leş kokan mezarında biraz doğruldu ve konuştu: “Ya sen nasıldın? Çok mu akıllıydın? Aptal gibi kızların peşinde koşardın ve salak salak fikirler üretirdin. Ne boka yaradı onlar? Ne boka
19
Sonsuzluğa İlk Adım
yaradı düzdüğün kızlar ve saçma düşüncelerin? Seni ölümden kurtardı mı? Hayır. Bak sen de benim gibi mezarın altındasın ve çürüyorsun. Sonuçta ikimiz de aynı yere geldik. Bütün gün çürümüş yumurta kokan bu iğrenç yere…” A bir yandan kalan bir iki tutam etini kemiren kurtlardan kurtulmaya çalışırken bir yandan da can kulağıyla arkadaşını dinliyordu. Kurtları tek tek tırnaklarıyla etinden söküyordu. B konuşmayı bıraktığında, konuşmaya başladı bağırarak: “En azından günümü gün ettim lan. Senin gibi odama kapanmadım sabahtan akşama. Odanda bütün gün ne yaptığını Allah bilir. Daha milli olamadan öldün. Salak herif. O keyfi tatmadan çürüdün gittin burada. Hem senin yüzünden buradayız, unuttun herhalde. Arabayı adam gibi kullansaydın yine öyle dalıp gitmeseydin, uçuruma yuvarlanıp ölmeyecektik ve burada kurtlar götümüzü kemirmiyor olacaktı.” B, başını yere eğdi. O sırada yine gözleri yuvalarından çıkıp yere düştü ve eğimli arazide yuvarlanmaya başladı. İki küçük top gibi seke seke ilerliyordu gözler. Oradan geçen bir fare hemen koşup onları kaptı ve afiyetle midesine indirdi. B göz yuvalarından kurtlar fışkırırken konuşmaya çalıştı: “Özür dilerim A. Benim yüzümden buralardasın. Toprağın altı kat derinliğinde çile çekiyorsun boşu boşuna. Çok üzgünüm.” A sinirden köpürdü ve yerden aldığı ölü bir yılanı kamçı gibi kullanıp B’nin sırtına vurdu: “Kes lan, olan olmuş artık, ne desen boş. Üzülme enayi gibi. Asıl neden bizden başka kimse yok buralarda onu söyle. Bizden başka ölülerin
20
Ruhşen Doğan Nar
de burada olması gerekir. Şu dünyada bizden başka ölen yok mu? Neden yalnızız burada? Şöyle iki tane fıstık gibi iki ölü gelse de eğlensek, günümüzü gün etsek.” B korkmuştu. Aç kurtlar tarafından tertemiz edilmiş beyaz kemikleri titriyordu. Ya Tanrı yoksa ya kıyamete kadar yerin altında çürürsem diye düşünüyordu: “Ya Tanrı bizi unuttuysa burada? Cennet ve cehennem diye bir şey olmalıydı. Şu anda orada olmalıydık. Ya cennet ve cehennem yoksa? Sonsuza kadar yerin altında çürüyemeyiz. Buna dayanamam.” A sıkılmıştı yeraltının pis ve boğuk havasından; kurtlar, solucanlar ve fareler tarafından rahatsız edilmekten gına gelmişti. B’nin muhabbeti de gittikçe sıkmaya başlamıştı: “Takma kafaya kanka. Beni unutanı, asıl ben defterimden silerim. Boş ver! Burada da faaliyetler yaparız. Boş boş durmayız herhalde. Parti falan yapar eğleniriz. Sen meraklanma. Burayı kendi cennetimiz yaparız gerekirse. Hadi gel yeryüzüne çıkıp biraz hava alalım. Sıkıldım buradan.” İki dost yeryüzüne çıktılar ve mezarlığın ağaçlarla dolu yolunda dolaşmaya ve muhabbet etmeye başladılar…
21
DOSTUM SİNEK O gece dostum Sinek’in ısrarları sonucu dışarı çıktım. Eğer o olmasaydı dışarıyı bir kenara bırakın odamdan dahi dışarı çıkmazdım. Ama dost için çiğ tavuk bile yenirmiş. (Acaba vejetaryenler ne yapar bu durumda?) Sinek’le dostluğumuz birkaç hafta önceye dayanıyor. Kış gelip de dışarısı sinekler için yaşanmaz hale geldiğinde dostum Sinek ister istemez donmamak için bizim eve girmiş, özellikle benim odamı seçmiş; çünkü odam evin diğer bölümlerine göre daha iştah açıcıymış. Odamdaki pisliklerle beslenerek kış gelmesine rağmen yaşamayı başarmış ve hâlâ başarıyor. Şu anda ben bunları yazarken bilgisayar ekranının üst köşesinde yazdıklarımı okuyor. Bir nevi editörlük yapıyor. Nerede kalmıştık? Evet, kış gelip arkadaşları çoktan toprak olmasına rağmen, o gayet rahat bir şekilde odamda yaşamına devam ediyor. Arada sıkıldığı oluyor, çekip gidesi geliyor; ama ben pencereyi açar açmaz dışarıdan gelen soğuk rüzgâr onu caydırıyor. Bazen kapana kısılmış gibi hissediyor, depresyonlara girip dışarıyı özlese de hayata devam ediyor ilkbahara kadar yaşama umuduyla.
Ruhşen Doğan Nar
Eğer annem tarafından öldürülmezse veyahut hasta düşmezse bence ilkbahara kadar dayanır. Annemi uyardım dostumu öldürmemesi için, deli falan dedi; ama bence ikazıma uyar, ne de olsa beni çok sever. Benden Sinek’e zarar gelmez, o da biliyor. Gerçi ilk karşılaştığımızda az kalsın onu öldürüyordum. Ne yapıyım bir sinek gördüğünüzde siz de saldırıya geçmez misiniz? Ben genellikle sinekleri ilk önce elimle avucumun içinde yakalayıp sonra duvara vurarak öldürmeyi severim. Herkesin kendisine göre bir yoğurt yiyişi ya da sinek öldürüşü var, değil mi? Örneğin bazıları gazeteyi sıkı sıkı sarıp onunla sinekleri öldürmeyi sever. O zaman sineğin kanı oraya buraya bulaşabilir, kan görmeyi sevmeyen biri olarak bu yöntemi asla denemem. Benim yöntemim temizdir ve zordur; ilk önce çevik bir hareketle- ki bunu çoğu kişi beceremez- sineği avucumun içine hapseder, zar sallar gibi sineği avucumun içinde sallarım; böylece sinek iyice sersemler. Sinek avucunuzun içinde iyice sersemlemeli ki duvara fırlattığınızda bir taş gibi karşı koymaksızın duvara çarpsın. Eğer iyice sersemletmeden duvara fırlatırsanız- bunu genellikle acemiler yapar- sinek avucunuzdan çıkar çıkmaz kanatlarını sallayıp duvara çarpış hızını yavaşlatıp hayatını kurtarır. Ben de birkaç hafta önce-tarihi tam olarak hatırlayamıyorum- Sinek’i avucumun içine hapsettim; ama tam duvara vuracakken içimden bir ses yapma dedi ve onu serbest bıraktım. O günden beri dostuz. Odamda yaşamaya başladıktan sonra başka sinekleri de odama buyur etti; ama onları tek tek yakalayıp öldürdüm. Ne de olsa bir odaya bir sinek yeter.
23
Sonsuzluğa İlk Adım
Şu anda Sinek yazdığım satırlara tiksinerek bakıyor; ama bir şey söyleyemiyor. Herhalde sinirlenip onu odamdan kovacağımdan korkuyor. Ama korkma Sinek dostum taş atıyoruz da kolumuz mu yoruluyor! Sadece seni öldürmüyorum ve sana bir şans tanıyorum. Sen de bana dostluk sunuyor, şu küçücük odamda beni yapayalnız bırakmıyorsun. Güzel bir pazarlık değil mi? En iyisi o güne dönelim artık. Dediğim gibi Sinek’in ısrarları sonucunda dışarı çıkma kararı aldım. Mülö adında bir bayanla buluşmak için… Bu bayanla uzun zamandır internet üzerinden konuşuyordum; aramızda güzel bir elektrik vardı. (İnternet üzerinden elektrik nasıl oluyorsa artık?) Şaka maka derken epey yakınlaşmıştık. Hatta ona kamerasını bile açtırdım. (Aman ne büyük başarı!) Tahmin ettiğiniz gibi internette dolaşmaktan başka bir şey yapmayan kadınların çoğu gibi çirkindi. Tek kelimeyle çirkindi. Başka bir benzetme kullanamıyorum onun hakkında. Ama her çirkin kadın gibi seksiydi. (O senin abazanlığın olmasın insan kardeş?) Çirkinliği seksiliğini pekiştiriyor gibiydi. Onunla buluşmak arada sırada aklımdan geçiyordu; ama sonra boş ver deyip vazgeçiyordum. Sırf seks için bunu yapamam, diyerek kendimi engelliyordum. (Korkuyordum desene) Sonuçta aramızdaki ilişki (ilişkiye bak) sadece hoş beşlerle sınırlıydı. Ta ki o güne kadar… O gün yılbaşı gecesiydi, dışarıdaki insan sürüleri içerisinde olmak istemiyordum; bundan dolayı her zamanki gibi evde kaldım ve annemle minik bir eğlence düzenledikten sonra odama geçip Sinek’le ve bilgisayarımla baş başa kaldım. (Hangimiz daha önemli senin için acaba?)
24
Ruhşen Doğan Nar
Bir ara oturma odasına geçip annemle dansözleri mi izlesem diye düşündüm; ama yapmadım. (Onun yerine internette porno izledin) İşte bilgisayarımın başına geçer geçmez bahsi geçen bayanla mesajlaşmaya başladım. Yılbaşı gecesi olmasına rağmen onlarca kişi çevrimiçiydi. (İnsanlığın haline bak, kafeslerine tıkılmış bir sürü maymun) Ama sadece onunla konuştum. Bir yandan meyveli pastamı yerken bir yandan da klavyede parmaklarımı dans ettiriyordum. Sinek’e de bir peynir büyüklüğünde pasta ayırmıştım. Yılbaşı anına bir saat kala o bayandan (sanki onlarca bayanla ilişkin var da…) ilginç bir teklif aldım: Beni evine çağırıyor ve yılbaşı gecesini birlikte geçirmemizi öneriyordu. O anda aklımdan yüzlerce görüntü geçti. (Çoğu sapıkça) Anladığım kadarıyla yalnızlık canına tak etmişti. Binlerin arasında kendini yalnız hissetmek çok kötüymüş. Öyle dedi. Ben de ona katıldım. Hadi o zaman gel, geri sayımı birlikte yapalım, dedi. Acaba verir mi, diye aklımdan geçirdim. Çünkü vermezse boşu boşuna oralara gitmeyeyim, diye düşündüm. (Tam bir hayvansın. Sözde ben hayvanım; ama sen benden de hayvansın) Benim için kadından dost olmazdı,
iki
kelime
birbirine
çok
çok
uzaktı.
(Ondan
kadınlarla
geçinemiyorsun zaten!) Yok, bu vermez; verse de kanser edene kadar diretir, dedim. (Korkuyorum desene paşa paşa) Tam, üzgünüm gelemeyeceğim, diye yazacakken Sinek araya girdi ve saçmalama, diye bağırdı. Bu şansı bir daha bulamazsın. (İşte ben!) Birkaç saniye düşündükten sonra Sinek’in haklı olduğuna karar verdim ve hemen geliyorum diye yazdım. Adresini aldım ve yola çıktım. Evi
25
Sonsuzluğa İlk Adım
iyi ki yakınmış, kısa sürede ulaştım. Mülö, kamerada gözüktüğünden de çirkinmiş, yani sözün kısası epey çirkin. (Sen sanki mükemmelsin!) Ama kamerada gözükmeyen güzel yanları da varmış. Epey güzel yanları! O
geceyi
kısaca
anlatacağım:
Geri
sayıma
kadar
alıştırma
muhabbetleri yaptık. Esprileri hiç komik olmamasına rağmen bol bol güldüm. Manalı manalı gözlerine baktım. Elimden geleni yaptım yani. (Ne çok şey yapmışsın?) Zaten geri sayım yaklaştıkça biz de yakınlaştık. Aramızda harbiden bir elektrik oluştu. (Elektrik, elektrik, elektrik… Başka kelime bilmez misin?) O elektrik dakikalar geçtikçe gözle görülür şekilde bizi yaklaştırdı. (İçtiğiniz üç şişe şarap olmasın o sizi yakınlaştıran!) Geri sayımı sarmaş dolaş yaptık ve akabinde öpüşmeye başladık. (İğrenç!) Uzun bir öpüşmeden sonra yatak odasına gittik ve sonrası tahmin edilebilir. Ama söylemek istediğim birkaç şey var: Tasavvur ettiğim kadar iyi değildi; hatta hiç iyi değildi. Bir ara midem bulandı, az kalsın üstüne kusuyordum. (İlk seferde olur böyle şeyler, ilk kez gemiye binmek gibi…) Sabah apar topar kalktım ve gittim. Bir selam vermeden… Ne yapabilirim, sabahları çok daha çirkinmiş. Evime geri dönerken kendime defalarca sordum: Bu mudur? İnsanların durmadan peşinde koştuğu, bu uğurda canlarını bile tehlikeye attığı şey bu muydu? (Evet, buydu. Ne sandın?) İlk önce kendimi bok gibi hissettim; ama sonra şöyle düşündüm: Elma var elma var. Nicole için ben de canımı veririm. Herhalde çürük elma olduğundan kendimi kötü hissettim. Eve varır varmaz Sinek’e her şeyi ballandıra ballandıra anlattım. Mükemmel bir geceydi de, süper bir performans çıkardım da… (Yalancı!)
26
Ruhşen Doğan Nar
Aslında kornerden gol yemiş gibi bir hal içindeydim. (İlk defa duyuyorum bunu!) Tabii o geceden sonra kadına olan bütün ilgim toz olup uçtu. Muhabbetimiz, “Selam, nasılsın? Kendine iyi bak!”a döndü. Ta ki bana gelmeyi önerene kadar! (Amma da şaşırdım.) Demek ki o yaşadıklarımızdan daha fazla haz almıştı. Bir kez daha istiyordu. Ya benimle evlenmek istiyorsa, diye düşündüm ve kendimi orta sahadan gol yemiş gibi hissettim. (Benzetmelere bak!) “Yok be, ne evlenmesi, sadece seks için,” diyerek kendimi avuttum ve önerisini kabul ettim. Bugün bize gelecek. Hatta biraz sonra gelir. Umarım bu sefer daha çok keyif alırım yoksa küçük hasanı keserim. Valla keserim. Ama bu sefer hazırlıklıyım. İnternetten işin sırrını aldım. İşin sırrı bu işi yaparken gözlerini kapatıp başkalarını düşlemek… O zaman dayanılır; hatta zevkli hale geliyormuş. İnsanların çoğu böyle yapıyormuş, birileriyle yatarken başkalarını düşlüyormuş, sanal gerçeklik gibi. (Trajikomik!) Benim gibi gözlerini açıp çirkinlikler abidesini göreceğine Nicole’u gözlerinin önüne getir ve bulutların üzerinde dolaş. Herkes bunu öğrenirken ben neredeydim? Aha, kapı çaldı. Lütfen Tanrım, lütfen bu işten bu akşam keyif alıyım! (Ben de bari bir köşeye saklanayım; yoksa asıl ben kusacağım)
***
27
Sonsuzluğa İlk Adım
Kahramanımız kapıya koştu, kapıya koşarken çoktan erekte olmuştu. Kapıyı açtığında kadının ne kadar çirkin olduğunun bir kez daha farkına vardı; ama olsun, dedi ve onu içeri buyur etti. Kadının ilk söylediği, evde kimse yok değil mi, oldu. Annemi postaladım, bütün gece yalnızız, dedi kahramanımız ve kadını öpmeye başladı. Kadın da sevgi oyununa katılınca ilginç sesler senfonisi başladı. Odaya vardıklarında sinek hemen bir köşeye uçtu ve orada gözlerini ve kulaklarını kapatıp işlerinin bitmesini bekledi. Ama o kadar çok ses çıkarıyorlardı ki sinek kulaklarını sıkı sıkı kapatsa da duyuyordu. İçinden, asıl hayvanlık bu, diyordu. Sinek bir süre sonra sıkıldı; aslında meraklandı ve kenetlenmiş bedenlerin yakınına
uçup
olanları izledi. Şaşkınlığını
oha diyerek
seslendirdi. Vay anasını diyerek pekiştirdi. Yuh diyerek bitirdi. Hasan’ın bu haline ilk kez şahit oluyordu. Normalde sakin, kırılgan olan dostu yatakta resmen bir canavara dönüşmüştü. Sinek olanları daha iyi incelemek için olay mahalline yaklaştı. Yakından daha iğrençmiş, diye düşündü. Allah’ıma bin şükür insan olarak doğmamışım, dedi. Birkaç dakika sonra iki insan(!) böğürdü ve aniden her şey bitti. Bir anda! Hasan kendini yatağa attı. Nefessiz kalmıştı. Kadın da aynı durumdaydı. Gören iki dakika önce zabıtadan kaçmışlar zannederdi. Kadının nefesi düzene girdiğinde ayağa kalktı. Banyoya gidiyorum, dedi. Hasan hâlâ nefes nefeseydi. Aklından spor yapması gerektiği geçiyordu. Tamam, koridorun sonunda, dedi. Kadın sakin adımlarla banyoya gitti. Arkasından da sinek banyoya girdi ve kadının banyo kapısını kapatmasıyla sinek banyoda tıkılı kaldı. Kadın banyosunu yaparken sinek onu iştahlı gözlerle izliyordu. Onu ısırmamak için kendini zor tutuyordu.
28
Ruhşen Doğan Nar
Sonunda dayanamadı ve kadını göğsünden ısırmaya karar verip harekete geçti. Öyle yanlış zamanda saldırıya geçti ki, göğsüne konar konmaz kadının başından boca ettiği suyla kendisini banyonun ıslak zemininde buldu. Bir de şansına kadın onu fark etti ve iğrenç, diye bağırdıktan sonra ayağının altında ezdi. Kadının sesini duyan Hasan merakından banyoya gitti ve o acı tabloyla karşılaştı. Dostu Sinek kanlar içinde yerde yatıyordu. Ne yaptın sen, diye bağırdı. Sineği öldürdüm, diye cevap verdi kadın. Bunda büyütülecek ne var? Hasan gözyaşları içinde, o sadece bir sinek değildi aynı zamanda benim dostumdu, diye cevap verdi. Kadın, deli misin sen, dedikten sonra kurulanıp elbiselerini giydi ve sonsuza kadar onu terk etti. Deliler de hep beni buluyor, diye bağırdı kapıyı hızla çarpmadan önce. Hasan ise saatlerce dostunun ölüsüne bakarak ağladı ve onun için bahçede anıt mezar yaptı. Annesi ona deli gözüyle baksa da anıt mezarın taşına şöyle yazdı: Dostum Sinek!
29
KAFAMA BİR KURŞUN SIKAR MISINIZ? “Kafama bir kurşun sıkar mısınız beyefendi?” “Deli misin be adam!” “Lütfen efendim, bakın silahım burada. İçinde sadece bir kurşun var.” “Çekil önümden manyak herif!”
“Ne kadar da korkak bu insanlar! Benden bile korkaklar. Tek yapacakları tetiğe basmak, bu kadar basit...” “O kadar basitse kendin bassana tetiğe!” “Hayır, katiyen olmaz. Oyunu kurallarına göre oynamalıyım. Bu dünyaya kendim gelmedim, kendim gitmeyeceğim.” “Peki, seni öldürdükleri zaman katil olacaklar. Buna ne diyorsun?” “Zaten hepsi katil… Bir kurşun da bana sıksalar olmaz mı? Her gün birbirlerini öldürüyorlar, doğmamış çocuklarını öldürüyorlar, başkalarının hayatını emiyorlar, emeğini çalarak mutlu oluyorlar. Sadece kurşun kullanmıyorlar; ama başka yollarla birbirlerini kesip biçiyorlar. Ve katil olmuyorlar. Katillik sadece silahla mı olur? Kurşunla mı olur? Sorarım.”
Ruhşen Doğan Nar
“Hanımefendi, kafama bir kurşun sıkar mısınız?” “Ay, deli misin sen?” “Evet, herkes gibi deliyim. Sen çok mu akıllısın?” “Ay, hem deli hem terbiyesiz.” “Sensin terbiyesiz yandan yemiş.” “Polis, polis yok mu burada? Sapıklar, deliler dadandı başımıza. Dünyanın çivisi çıkmış ayol!” “Çıkan çivi sana mı girmiş?” “Çekil önümden terbiyesiz!”
“Koduğumun karısı seni, çok mu terbiyeli sanki?” “Nereden biliyorsun ki terbiyeli olup olmadığını?” “Anlamayacak ne var; yüzüne, gözlerine baksan yeter. Kaşar olduğu bir kilometre uzaktan belli oluyor. Çürümüş yerlerinin kokusu buradan duyuluyor.” “Ama cidden çok terbiyesiz biri oldun sen! Utan kendinden!” “Neden utanıyım? Asıl o kokuşmuşlar utansın. Ağızları temiz belki, ama başka yerleri günah kokuyor. Beyinleri ve kalpleri pislikle dolmuş taşmış. Benim ağzım kirli, kabul. Kalbim ve beynim de kirli, kabul; ama ben kirlettim onları. Başkasının beni kirletmesine izin vermedim. Ve ilk defa onlardan bir şey istiyorum: kafama bir kurşun sıkmalarını…” “Ya kimse sıkmazsa?” “Sıkacaklar, biliyorum. Bu işi yapabilecek birini mutlaka bulacağım.” “Bol şans o zaman sana.”
31
Sonsuzluğa İlk Adım
“Kafama bir kurşun sıkar mısın genç?” “Niye ki?” “Güzel soru, aferin.” “Sağ ol! Çok akıllıyımdır.” “Hadi ya. Ne güzel. O zaman hadi kafama bir kurşun sık!” “İki tane sıkabilir miyim?” “Hayır, sadece bir tane kurşunum var.” “Olmaz, ben iki tane sıkmak istiyorum.” “Tamam, ben bir kurşun daha bulurum senin için. Ne zaman bitirelim bu işi?” “Hâlâ konuşuyor ya. Manyak mısın be adam? Seninle dalga geçiyorum, anlamıyor musun?” “Dalga denizde olur, git ananla dalga geç şerefsiz. Senden bir şey rica ettik değil mi? Adam gibi ya hayır ya evet de! Beni uğraştırma orospu çocuğu!” “Küfür etme lan. Ağzına sıçarım senin!” “Gel sıç bakalım…” …
“Salağa bak ya, boşu boşuna vaktimi çaldı şerefsiz.” “Dayağı yemişsin.” “Evet, çok pis kavga ediyormuş çocuk, nereden bilebilirdim. Dışarıdan kofti birine benziyor; ama hakiki adammış. Hâlâ başım dönüyor.” “Sana ders olsun bu.”
32
Ruhşen Doğan Nar
“Ne dersi be, benden daha uzun ve kiloluydu. Kolaysa sen dövseydin. Adam makine gibi…” “Sen ders almazsın!” “Almam, kimseden alacak dersim yok benim. Tek isteğim buradan kurtulmak. Ama hâlâ başarı sağlayamadım. Bu kahrolası cehennemden kurtulmak amma da zormuş.” “Zordur. Yaşamak da zordur burada.” “Evet, haklısın valla.” “Bir daha düşün şu yaptıklarını ve ders al!” “Sen de takmışsın ders de ders. Hadi ben, yeni birini bulmaya gidiyorum.”
“Kafama bir kurşun sıkar mısın çocuk?” “Efendim abi, ne söyledin?” “Kurşun diyorum çocuğum. Kafama kurşun sıkar mısın?” “Nasıl, anlayamadım abi. Kafana kurşun mu sıkıyım?” “Evet, anlıyorsun işte. Kafama kurşun sık!” “Niye ki?” “Sana ne! Sık sadece!” “Hayır, o zaman ölürsün. Ben de katil olurum.” “Hadi ya, ciddi misin? Oğlum geri zekâlı mısın sen!” “Niye küfür ediyorsun ki abi?” “Hay Allah’ım ya, böyle aptalları da hep beni buluyor.” “Ben gidiyorum abi. Sen bana küfür ediyorsun.” “Ederim orospu çocuğu, ananı da silkelerim”
33
Sonsuzluğa İlk Adım
“Silkeler misin?” “Evet, halı gibi silkelerim.” “Anlayamadım.” “Defol git yoksa ben senin kafana sıkacağım. Deli ettin beni.”
“Salaklar da beni buluyor ya. Anlamadım gitti.” “Neden acaba?” “Neden ki?” “Bilmem.” “Neden acaba, diye sorarak bana salak mı demek istiyorsun?” “Hâşâ.” “Bak bir sen varsın benim için dünyada. Senle de kötü olmayalım.” “Biliyorum, benim için de sadece sen varsın. Ne de olsa ikimiz biriz.” “Evet, haklısın. Şimdi yeni birini bulayım.”
“Kafama bir kurşun sıkar mısınız efendim?” “What? I don’t understand.” “Şansa bak yabancı çıktı.” “What?” “What dedin bir yerlerimi yedin öküz.” “What are you talking about?” “Bay bay. Git babana …”
“Şansıma sıçayım. Yabancıyla karşılaştık.” “Sen de yabancı değil misin bu dünyada?”
34
Ruhşen Doğan Nar
“Evet, herkese yabancıyım; sana bile. Yabancılaşmaktan bu hale geldik zaten. Herkes gibi olamamaktan…” “Neden olmasın! Hiçbir şey için geç değil.” “Konuşma şöyle deli doktorları gibi!” “Tamam, konuşmam.” “Sana bir teklifim var.” “Söyle!” “Beni sen öldürsene!” “Olmaz, ben seni öldüremem.” “Neden olmasın? Bal gibi de olur. Hem yabancıya gitmem.” “Olmaz işte. Hayatta olmaz.” “Öf, tamam be! Senden de iş çıkmaz. Yeni birini aramaktan da bıktım. En iyisi kendi işimi kendim halledeyim her zamanki gibi. Başkalarına ihtiyacım yok. ” “Ama oyunun kuralları?” “Sıçarım kurallara! Bu dünyada kurallar olsaydı ben bu hale gelmezdim. Bu dünya kuralsızlıklar dünyası. Kuralsızca yaşayan kazanıyor.” “Ama…” “TAK.”
35
NAMAZ Bodruma giden mermer merdivenleri inmeden önce karısına seslendi Ahmet Efendi: “Hanım, Hasan’la bodruma iniyoruz. Bizi rahatsız etme, olur mu?” Karısı eve bir misafir gelmiş olmasının heyecanıyla eli ayağına dolaşmış bir halde cevap verdi: “Bey, çay yaptım; onu getireyim. Yanına kısır da yaparım, tatlı tatlı yersiniz. İstersen börek, poğaça da hazırlarım.” Ahmet Efendi kırk yıllık eşine on küsur yıldır hâlâ bodruma girmemesi gerektiğini anlatamamıştı. Defalarca ona bodruma inmesinin yasak olduğunu söylemesine rağmen karısı hemen her fırsatta oraya girmeye çalışıyordu ve Ahmet Efendi de bu yüzden bodrum kapısını sürekli kilitli tutuyordu. Kapının anahtarını ise boynunda kolye olarak taşıyordu. “Hayır, olmaz. İşimiz bitip bodrumdan çıktığımız zaman belki yeriz. Çay demleme şimdiden. İşimiz uzun sürebilir aşağıda. Hamur işine de gerek yok. Zahmet etme.” “Tamam, kolay gelsin.” Kırk yıllık eşinin kalbini kırdıktan sonra elli yıllık mahalle ve kahve arkadaşı Hasan’la bodrum kapısına yöneldi. Boynundaki kolyeyi çıkarıp ucundaki özel anahtarı kilide soktu. Bu arada bodrum kapısının çelikten olduğunu ve kilit sisteminin de epey özel ve bir o kadar da pahalı olduğunu söylemeden geçmeyelim. Kapı açılırken en küçük bir ses dahi
Ruhşen Doğan Nar
çıkarmadı. Çünkü Ahmet Efendi geceleri de sık sık oraya gittiğinden kapının gıcırdayıp eşini uyandırmaması için düzenli olarak kapıyı yağlardı. İçeri girerlerken Hasan ‘bismillah’ deyip girdi. Mahallede Ahmet’in emekli olduktan sonra yaptırdığı bu bodrum katında büyücülük yaptığı dedikoduları vardı. Söylentilere göre bazı geceler onun evinden habis çığlıklar geliyordu. Aslında duydukları Ahmet Efendi’nin eşi Pakize Hanım’ın iflah olmaz horultularıydı. Ama bilirsiniz mahalleli her zaman bire bin katar. Hasan korku ve merak içinde karanlık odada beklerken cadı filmlerinde gördüğü içlerinden devamlı buharlar çıkan farklı şekillerde şişeler, içinde ne olduğunu sadece sahibinin bildiği tozlu kutular ve odanın ortasında siyah, koskocaman bir kazan bekliyordu. Ama odanın sensörlü lambası yanar yanmaz gerçekle karşılaştı: Oda beklediğinden çok daha büyüktü, ilk başta onu bu şaşırttı. Bodrum katı dendiğinde hep küçük ve basık bir oda aklına gelmişti. Aklındakiyle karşısındaki arasında dağlar kadar fark vardı. İkinci olarak odanın sağ köşesinde bulunan yüzlerce kitaplık kütüphane gözüne takıldı. Kitaplar son derece düzenli bir şekilde raflarda sıralanmış kitap kurtlarını bekliyorlardı. Ve son olarak odanın ortasında duran ve üstünde dantelli bir örtü bulunan ne idüğü belirsiz makineyi gördü. Hasan ilk olarak kütüphaneye yöneldi: “Senin kitap okumayı sevdiğini bilirdim. Ama bu kadar çok kitap beklemezdim…” Eline bir kitap aldı ve parıltılı kapağına baktı, yüksek sesle okudu: “Zaman ve Bilim.” “Ee, ne yapalım! Böyle bir makineyi yapmak için epey bilgiye ihtiyacım vardı ve sağ olsunlar bu kitaplar çok işime yaradı. (İşaret parmağını
kütüphaneye
doğrulttu.)
37
Övünmek
gibi
olmasın,
kendi
Sonsuzluğa İlk Adım
yaratıcılığım olmasa sadece kitaplarla hiçbir sonuca varamazdım. Bu gördüğün kitaplar birçok insanda var; ama şu gördüğün makine benden başka kimse de yok.” Eline aldığı kitabı yerine bıraktıktan sonra makineye döndü. Henüz birkaç adım atmıştı ki Ahmet önüne geçip uyardı: “Sakın makineyi elleme birader. Makinedeki en küçük bir oynama bile işleri berbat edebilir.” Hasan makinedeki aletleri göz ucuyla incelerken karşısında duran alet yumağını bir şeye benzetmeye çalışıyor; ama başarılı olamıyordu. “Demek emekliliğinden beri bunun üzerinde çalışıyorsun?” “Evet.” “Kahvedekiler
senin
büyücü
olduğunu
düşünüyorlar,
biliyor
muydun?” “Tahmin ediyordum; ama ne yapabilirim, el âlemin ağzı torba değil ki büzeyim.” “Bense kitap yazdığını sanıyordum. Hayatının romanını…” Ahmet gülümsedi: “Eğer makine çalışır ve ömrüm yeterse makineyi nasıl yaptığımı anlatan bir kitap yazmayı planlıyorum.” “Senin edebiyatın özellikle kompozisyonun hep yüzdü zaten. Sen yazmayacaksın da ben mi yazacağım!” “Eyvallah, senin de kompozisyonun iyiydi hatırladığım kadarıyla.” “Eh işte, senin kadar olmasa da...” Ahmet makinenin üstündeki bembeyaz danteli kaldırıp özenle katladı. O sırada kapı çalındı:
38
Ruhşen Doğan Nar
“Bey, çayı hazırladım; soğumadan gelin için.” “Tamam. Şu anda Hasan’a ayet okuyorum. O biter bitmez yukarı çıkacağız.” Hasan meraklı gözlerle arkadaşına baktı; ne ayeti der gibiydi. “Karımı böyle kandırıyorum. Yukarı çıktığımızda ağzından bir şey kaçırma, olur mu?” “Peki.
Demek
karını
burada
dini
şeyler
yapıyorum
diye
kandırıyorsun. Çok çakalsın be birader.” İkisi de gülümsedi. Namazında niyazında olan karısını bodrumda rahatça namaz kıldığını ve Kuran okuduğunu söyleyerek kandırmıştı. Karısı gençliğinden beri dine kayıtsız olan kocasının sonunda gerçek bir Müslüman olacağını ve doğru yola döneceğini düşündüğünden bu bodrum işinden ziyadesiyle memnun olmuştu. Ama yıllar geçip de kocasında hiçbir değişiklik olmayınca şüphelenmeye başlamıştı. Kocası eskisi
gibi
camiye
adımını
atmıyor,
her
zamanki
gibi
kahvenin
müdavimlerinden biri olmaya devam ediyordu. Biraz geç de olsa Hasan’ın bodrumda başka şeyler yaptığını anlamıştı. Bir şekilde orada neler döndüğünü öğrenmeye kararlıydı. “Bizi de Saddam kimyasal füze atacak diye bodrumu kurduğunu söyleyerek kandırmıştın; ama savaş bitti, Saddam’da kimyasal füze olmadığı ortaya çıktı, hatta adam tahtalıköye uğurlandı. Sen yine de saatlerce bodrumda kalmaya devam ettin. Biz de kahve ahalisi olarak senin bodrumda büyücülük yaptığına oy birliğiyle karar verdik,” dedi Hasan. “Büyüyle uğraşıp yıllarımı boşa harcayacak kadar salak mıyım ben. Onun yerine bilimle uğraştım ve ortaya güzel bir alet çıkardım.”
39
Sonsuzluğa İlk Adım
Uzun süredir aklını kurcalayan soruyu nihayet sordu Hasan: “Peki, neden ben? Şimdiye kadar kimseyi, karını dahi buraya sokmadın ve bir anda beni buraya çağırdın. İster istemez insan şüpheleniyor bu işten. Neden ben Ahmet? Neden başkası değil de ben?” Ahmet en gizemli bakışıyla, “Seni kurban olarak seçtim,” dedi. “Benden başka bir kişiye daha ihtiyacım vardı ve en güvenilir arkadaşım olarak seni seçtim bu son derece özel görev için.” Kurban, özel görev; ne oluyor lan, diye düşündü Hasan. Yoksa bu manyak bizi kesip biçecek mi? Gizlice cebini yokladı ve yanında getirdiği bıçağın güven pompalayıcı sertliğini hissetti. İyi ki bıçağı getirmişim, diye düşünürken Ahmet konuşmaya başladı: “Aslında
kendini
şanslı
saymalısın.
Dünyada
bir
ilki
gerçekleştireceksin. Tabii benimle birlikte…” Can alıcı suallerden bir diğeri de soruldu: “Ne ilki? Bu makine ne işe yarıyor? Ne yapacağız…” “Yeter, ne çok soru soruyorsun be Hasanım. Dur açıklayacağım teker teker. Heyecanlanma, sonra kalp krizinden gideceksin. Bu yaşta bu heyecan, çok tehlikeli.” Oturmaları için iki tabure çekti ve ikisi de oturduktan sonra sakin bir ses tonuyla anlatmaya başladı makinenin ne işe yaradığını: “Karşında gördüğün alet bir zaman makinesi. Yanlış duymadın, gerçek bir zaman makinesi. Ama bu makine geleceğe ya da geçmişe gitmeni sağlamıyor, sadece zamanı durdurabiliyor. İlk deneyini biraz sonra birlikte yapacağız. İnşallah ne işe yaradığını kendi gözlerinle göreceksin.”
40
Ruhşen Doğan Nar
“Deneyi tek başına yapamaz mısın,” diye sordu Hasan suratını ekşiterek. “Hayır, deneyin başarılı olduğunu kanıtlamak için en az iki kişiye ihtiyaç var. Tek başıma ortaya çıkarsam beni deli zannedebilirler. Sen benim şahidim olacaksın.” “Ya ikimizi de deli zannedip tımarhaneye kapatırlarsa?” “O zaman daha fazla kişiye gösterir ve denetiriz aleti. Ve nihayetinde bütün dünya kabul eder bizi. Düşünsene ne kadar ünlü olacağız. Seni seçtiğim için bana teşekkür etmelisin. Aynı aya çıkan ilk insanlar gibi olacağız, zamanı durduran ilk iki Türk. İşte budur Türkün gücü.” “Ama ben Türk değilim,” dedi Hasan. Tartışmanın ilk kıvılcımları ortaya çıkmıştı. “Sen de Türksün ben de Türküm. Türkiye’de yaşayan herkes Türk benim gözümde.” “Sanırım senin biraz açılıma ihtiyacın var Ahmet. Çıkar at artık şu at gözlüklerini. ‘Herkes Türk’ söylemi geçmişte kaldı.” Sesini alçaltarak ve yumuşatarak saatlerce sürebilecek bir tartışmaya hazır olan Hasan’a: “Tamam kardeşim, bunları sonra rahat rahat konuşuruz. Şimdi önümüzdeki mevzuyla uğraşalım. Sonra bolca vaktimiz olacak bunları tartışmak için, sen merak etme.” dedi. Tartışmayı kazandığını düşünen Hasan burnu dik bir şekilde: “Öyle olsun; ama unutma bu konuyu etraflıca konuşalım. Senin artık Soğuk Savaş zamanından kalma basmakalıp fikirlerini değiştirmenin zamanı geldi,” dedi.
41
Sonsuzluğa İlk Adım
Arkadaşı sağlam kalan birkaç dişini sıkarak kafasını salladı ve kafa sallamasını daha inandırıcı hale getirmek için göz kırptı. Zaman makinesi, daha doğrusu zaman durdurma makinesi, bütün bu sıkıcı konuşmaya ne yazık ki kulak misafiri oldu. Elinden gelse kulaklarını kapatacaktı. Mucidi, makinenin fişini prize soktu. Makineden garip sesler gelmeye başladı. Sigara tiryakilerine özgü derinden acı acı öksürüyordu alet yığını. Hasan birisi sırtına vurup helal dese sesi kesilir mi, diye düşünürken; Ahmet makinenin kafasına birkaç sert yumruk attı ve sesler bir anda kesildi: “Arada böyle sorunlar oluyor, korkma. Makinenin içindeki tüm aletleri ben bulup buluşturdum. Kimini oradan kimini buradan topladım. Öyle arkamda üniversite laboratuarları olmadığından makinenin içine yerleştirdiğim aletler çok sağlam değil. Yanlış anlama, sağlam değil derken sabit değil demek istiyorum. Hepsi farklı yerlerden olduğundan boyutları farklı, tam oturamıyorlar birbirlerine. Bundan dolayı makine çalışır durumdayken titreşim oluyor ve bu biraz önce duyduğun seslere sebebiyet veriyor. Kafasına bir iki kez vurunca geçiyor gördüğün gibi.” “Bana biraz önce elleme demiştin, hatırlatırım.” “Yanlış yeri ellersen bozulur. Ben neresine vuracağımı iyi biliyorum. Makine de alışkın zaten darbelere.” “Aynı bizim gibi…”
***
42
Ruhşen Doğan Nar
Mucidimiz, oklava sapından yapılmış makine tetikleyicisini aşağıya doğru çektikten sonra Hasan’a bağırıp makinenin arkasından çıkan iki uzun örgü şişinden birini tuttu ve şöyle dedi: “Çabuk ol, diğer şişi tut, oradan nötr enerji geliyor ve tutanı makinenin etkisinden kurtarıyor.” “Önceden söyleseydin ya, niye aceleye getiriyorsun,” diye sorarken arkadaşının yanına koşup diğer tığı tuttu. Makineden eline ince ince elektrik çarptığını hissediyordu. “Bir defa tutup bıraksak olmuyor mu? Elektrik çarpıyor bana.” “Merak etme, o kadarcık cereyandan sana bir şey olmaz. Sakın bırakayım deme bu arada, dananın kuyruğu kopmak üzere…” Cümlesinin sonu makineden çıkan ve dana böğürtüsünü hayli anımsatan seslerden anlaşılamadı. İki kafadarlar korkudan gözlerini kapatıp bildikleri tüm duaları okumaya başladılar. Ancak o kadar az dua biliyorlardı ki iki dakika sonra gözlerini açmak zorunda kaldılar. Ahmet’in son model icadı, rezistansı bozulmuş çamaşır makinesi gibi yerinde durmayıp titreyerekten hareket ediyordu. Eğer bu olay on saniye daha sürseydi ikisi de aletin patlamasından korkup oradan sıvışacaklardı. Ama birkaç saniye sonra ortalığı gözleri kör eden yeşil bir ışık kapladı ve makine aniden durdu. Ahmet ve Hasan yüzlerine aynı anda onlarca flaş patlatılmış gibi afallamışlardı. Her ikisinin de gözlerinin önünden yıldızlar geçiyordu. Kendilerine gelir gelmez el yordamıyla vücutlarını yokladılar. Eksik yoktu bedenlerinde. “Öldük mü,” diye sordu Hasan. “Eşekler cennetinde miyiz?” “Görmüyor musun? Hâlâ bodrum katındayız.”
43
Sonsuzluğa İlk Adım
“Çizgi filmlerdeki gibi her yerde hareket eden noktalar görüyorum.” “Ben de görüyorum ama biraz sonra geçer.” “İnşallah.” “Gözlerini ov, daha çabuk geçer.” Hasan elinin tersiyle göz kapaklarını ovarken Ahmet icadının son halini kontrol etti. Makinede gözle görülür bir hasar yoktu. Daha ayrıntılı bir incelemeyi ise şu anda yapması anlamsızdı. İlk önce zamanın durup durmadığını anlamalıydı. İçgüdüsel olarak kol saatine baktı. Saat durmuştu. Hasan’ın şaşkın bakışları altında onun dede yadigârı köstekli saatini belinden çıkardı ve kapağını açtı. O da çalışmıyordu. “Başardım, başardım,” diye bağırmaya başladı Ahmet. Deli danalar gibi odada koştu, havaya zıpladı, duvarlara yumruk attı, kısacası ne yapacağını şaşırdı. Hasan ise bu sırada hâlâ gözleriyle uğraşmaktaydı. Ahmet, Hasan’ın ellerini gözlerinden çekip tuttu: “Başardım, başardım, sonunda başardım. Kaç gecedir bugünün hayalini kuruyorum bir bilsen. Taa küçüklüğümden beri bu anı bekledim ben,” Elinde silah olsa sevinçten tavanı kurşun yağmuruna tutardı, o kadar çok sevinmişti. “Görünmez adam olma hayaliyle büyüdüm ben Hasan. Görünmez adam olacaktım ve her yeri istediğim gibi dolaşacaktım. Yasaklar, sınırlar olmadan,” Hasan ellerini arkadaşının ıslak pençelerinden kurtardı ve son bir kez daha gözlerini ovdu. Artık nokta falan görmüyordu. “Ama büyüdükçe görünmezliğin imkânsız olduğunu anladım. Görünmezlik tutkusunu bıraktım ve zamanı durdurma hayalleri kurdum. Nihayetinde ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. Zaman durduğunda yine kafama göre her yeri dolaşacaktım. Özellikle kadınlar hamamını.”
44
Ruhşen Doğan Nar
“Kadınlar hamamını mı,” diye sordu Hasan. “Bütün bu çalışmaları sırf kadınlar hamamına girmek için mi yaptın?” “Hayır, sadece oraya girmek için değil tabii ki. Ama en çok istediğim, ilk yapmak istediğim şey bu.” “Tüh senin kalıbına be adam, gören de seni bilim adamı zannedecek. Allahın sapığı seni! Boyun kadar çocuklarından utanmıyorsan torunlarından utan.” “Sana ne, istediğim yere giderim. Keyfimin kâhyası mısın?” “Evet, kâhyasıyım.” Cevap arkalarından gelmişti. Uzun, siyah elbiseler içindeki bir adam odada peyda olmuştu. Zaten yaşlılıktan ötürü bağırsak problemi yaşayan Ahmet inceden altına kaçırdı: “Nereden çıktın sen?” “Herkesin çıktığı yerden…” “Nasıl bodruma girebildin?” “Duvardan geçtim.” “Sen kimsin, Azrail misin?” “Hayır.” “O zaman zebanisin?” “Bilemedin.” “Cin misin?” “Yine bilemedin.” Bu soru-cevap sırasında odadan kaçmaya çalışan Hasan’ı siyahlı adam bir el hareketiyle durdurdu: “Nereye gidiyorsun?”
45
Sonsuzluğa İlk Adım
“Elini ayağını öpeyim abi, benim bir suçum yok. Bırak da gideyim. Bütün bunlar bunun başının altından çıktı. Ben komploya geldim.” “Hayır, gidemezsin.” Sesi Balkanlardan gelen hava akımları kadar soğuktu. Arkadaşının put gibi kaldığını gören Ahmet son kez şansını denedi: “Amerikan ajanı mısın?” “Yine bilemedin.” İçinden, “Hay anasının…” diye geçirdikten sonra siyahlı adama tekme atmaya çalıştı mucitlerin mucidi. Belki otuz sene önce olsaydı tekmesi hedefine bulabilirdi; ama yaşlılıktan ve yerçekiminden dolayı attığı tekme siyahlıyı sıyırdı. (Gerçi değse bile acıtır mıydı tartışılır) “Bunu yapmayacaktın,” dedikten sonra elini sinek kovar gibi yavaşça salladı ve Ahmet kendini havada uçarken buldu. Makineye çarpıp kıç üstü düştü.
Hasan
yardım
etmek
istiyordu
ona;
ancak
yerinden
kıpırdayamıyordu, felç olmuş gibiydi. “Sanırım açıklama yapmanın vakti geldi,” dedi siyahlı adam ikisinin de
gözlerine
baktıktan
sonra.
“Ben
Evren
Yasalarını
Koruma
Enstitüsündenim. Amacımız sizin gibi geri zekâlı insanların evrenin kurallarını bozmasını önlemek. Haddini aşıp evrensel kuralları yok etmeye çalışan insanlara derslerini vermek. Sadece bu boku sizlerin yaptığını sanmayın. Her devirde sizin gibi sözde dahiler aynı gaflete düşüyorlar ve cezalarını çekiyorlar.” “Ne cezası,” diye sordu Ahmet. “Ölüm.”
46
Ruhşen Doğan Nar
“Ölüm mü? Ben o kadar emek verdim ama. O emeklerim boşa mı gidecek?” “Evet.” “Çoluğum çocuğum var. Onların hatırına affetseniz beni?” “Olmaz. Yanlış cezasız kalmaz.” “Ya benim cezam ne olacak,” diye sorarak araya girdi Hasan. “Ben sadece bu adamın oyununa geldim. Ben suçlu sayılmam.” “Haklısın, bu salak kadar suçlu değilsin. Sana ölüm cezası vermeyeceğim. Ama beni gördüğün için sana bir kıyak yapacağım.” “Çok sağ olun efendim. Kusura bakmazsanız kıyağı öğrenebilir miyim?” “Hayır, öğrenemezsin.” “Peki, efendim.” Eğer siyahlı adam tarafından dondurulmamış olsa zil takıp oynayacaktı Hasan. Dile kolay, ölümden dönmüştü. “Beni öldürmeye kararlısınız yani,” dedi Ahmet. “Evet.” “Son bir şey istesem sizden?” “Söyle!” “Yapar mısınız?” “Söyle!” “Zaman durmuşken kadınlar hamamına gidip gelsem. Hemen beş dakika uzakta buradan. Bir koşu gidip gelirim. Ne dersiniz?” “Olur.” Ahmet koşa koşa çıktı bodrumdan. Karısını kulağında bardakla bodrum kapısında durmuş şekilde gördü. Dışarı çıktığında zamanın
47
Sonsuzluğa İlk Adım
gerçekten durduğuna kendi gözleriyle şahit oldu. Her şey donmuş kalmıştı olduğu yerde. Zamanı olsa her şeyi izlerdi. Ama hamama gitmesi gerekiyordu. Dört dakika beş saniye sonra hamama ulaştı. Hamamın kapısındaki yazıyı gördüğünde başından aşağı kaynar sular döküldü: Tadilat nedeniyle kapalıyız. “Hayııırrr,” diye bağırırken kendini yine bodrumda buldu. Siyahlı adam, “Kader,” dedi ve parmaklarını ona doğru uzattı. Parmaklarından çıkan alev dalgaları Ahmet Bey’i diğer dünyaya yolladı. Akabinde parmaklarını Hasan’a doğrulttu ve ona da sarımsı bir buhar gönderdi. Hasan ne olduğunu anlamadan bayıldı. Siyahlı
adam,
“Görev
tamamdır,”
dedikten
sonra
ortalıktan
kayboldu. Zaman kaldığı yerden gürül gürül akmaya devam etti.
***
Pakize Hanım bodrumun kapısını açık görünce ne yapacağını şaşırdı. Bir süre girsem mi girmesem mi diye düşündükten sonra girmeye karar verdi. Bodruma giden merdivenleri inerken yanık kokusunu aldı. Heyecanla adımlarını hızlandırdı. Aşağıda kötü bir şeylerin olduğu içine doğmuştu. Ve odaya ulaştığında acı gerçekle karşılaştı: üzerinden duman tüten parçalanmış bir makine, onun bir metre önünde kavrulmuş kocası ve onun yanında yerde uzanan Hasan. Kadının bodrumdan gelen acı çığlığı bütün mahallenin tüylerini diken diken etti. Hamamın sahibi bile o çığlığı o kadar uzaktan duyabilmişti. Birkaç dakika sonra tüm mahalleli yıllarca merak ettikleri
48
Ruhşen Doğan Nar
bodruma doluşup felakete şahit olmuş polise haber vermişlerdi. Makine kullanılmaz hale gelmiş, Ahmet çoktan diğer dünyaya doğru yol almıştı. Hasan’a görünürde bir şey olmamış gibiydi. Ancak uyandırdıklarında hasarın beyninde olduğunu anladılar. O günden sonra ruhu huzura kavuşana dek her dakika köstekli saatine bakıp şunu tekrarladı: “Zaman, namaz; namaz, zaman; zaman, zaman; namaz, zaman…” Ve bu hadise uzun seneler boyunca mahallelin ağzından düşmedi.
49
ÇÜKSÜZ ATLAR ÜLKESİ Körfezin bir oraya bir buraya savrulmaktan bıkmış dalgalarını ikiye ayırıyordu vapur, arkasından mavi tahtaya çizilmiş tebeşir rengi köpükler bırakarak. Vapurdan, daha doğrusu vapurun yolcularından umudu kesen martılar suya konmuş dalgalarla beraber alçalıp yükseliyordu. Biri dışında… Martılar kendi aralarında ekonomik krizi ve krizin insanlar, dolayısıyla martılar üzerindeki etkisini tartışıyorlardı. Şu son kriz insanları öyle bir hale getirdi ki artık bir parça simit parçasını dahi bize fazla görüyorlar, diyordu aralarından biri. Bir diğeri ise ona hak veriyor ve yabancı şehirlerde türdeşlerinin çok daha rahat yaşadığından dem vuruyordu. Dediğine göre oradaki insanlar o kadar cömertmiş ki martılar açlık nedir bilmiyorlarmış; hatta bazıları o kadar şişmanmış ki zar zor uçuyorlarmış. Bir de bize bak, diye ekliyordu bir başkası etrafındakilere bakarak. Aramızda şişman bir martı görebilen var mı? Çünkü ben göremiyorum. Onlar sohbetlerine devam ederken Martı Za, kendini rüzgârın yumuşak kollarına bırakmış körfezi boydan boya kat ediyordu. Hiç kanat çırpmadan rüzgârla dans ederek gökte dolanmaya bayılıyordu. Hele bir de o anki gibi karnı toksa dünyanın en mutlu martısı sayıyordu kendini. Allaha şükür, bir önceki vapurda kız arkadaşına ne kadar hayvan sever olduğunu göstermek isteyen bir delikanlı sayesinde karnı tıka basa doymuştu. Tabii o
Ruhşen Doğan Nar
kadar martı arasında beş simit parçasını (özellikle sonuncu gayet büyüktü) kapması büyük bir başarıydı. Rüzgâr sağ olsun, yorulmadan kısa sürede arkadaşı, atın yanına varmıştı. Atın kafasının üstünden uçup önüne kondu: “Merhaba at kardeş, nasılsın? İyisin inşallah.” “İyi sayılırım Za. Sen nasılsın?” “Kötüyüm be at kardeş, bugün siftah atamadım, karnım aç. İnsanlar çok cimrileşti son zamanlarda. Simit bile almıyorlar doğru düzgün. Oysa reklâmlarda bile simit alın diye bas bas bağırıyorlar ileri gelenler. Alanlar ise bir parçasını dahi bizimle paylaşmaya tenezzül etmiyorlar.” Martının gagasının üstündeki susam tanelerini gören at gülümsedi: “Yeme bizi Za, gagandaki susamlara ne diyeceksin?” diye sordu. “Ha, onlar mı? Onlar dünden kalma,” diyerek işin içinden çıkmak istedi; ama beceremedi. Konuyu kapatmak için hemen başka bir sohbet açtı: “Bugün bana hikâyeni anlatacaksın, değil mi? Söz vermiştin.” “Şimdi anladım neden erkenden buraya geldiğini. Zaten sebepsiz bir adım dahi atmazsın sen.” “Valla ben anlamam kardeş. Geçen gün söz vermiştin anlatacağım diye. Sözünde duracaksın.” Attan bir süre ses soluk çıkmadı: “Anlatırım, anlatırım ama senden bir ricam var.” “Buyur!”
51
Sonsuzluğa İlk Adım
“Şu martı kardeşlerine söyle de üstüme sıçmasınlar. İkide bir gelip gelip tam kafama sıçıyorlar. Saygısızlık yapmanın lüzumu yok. Yaptıkları hayvan kardeşliğine hiç yakışmıyor, hatırlat onlara.” “Tamam, sen hiç meraklanma. Ben o şerefsizlerin kulağını çekerim. Sen öykünü anlat da gerisi kolay.” Oysa at nerden bilebilirdi, Za’nın martıları onun kafasına sıçması için her gün tembihlediğini. Ve onun martı pisliğiyle kaplanmış kafasını gördükçe içinden kahkahalar attığını. “Hadi, anlatmaya başla at kardeş. Daha işim gücüm var,” dedi ve ata biraz daha yaklaştı. “Başına gelenleri öğrenmek için sabırsızlanıyorum.” Ciddi bir ses tonuyla anlatmaya başladı at: “Başıma ne geldiyse beni yapan heykeltıraş yüzünden geldi. Avrupa’da yıllarca eğitim görmüş bu heykeltıraş, sanırım adı Hasan’dı, beni yaparken medeni ülkelerde gördüğü at heykellerine özenmiş ve bana normal boyutlarda bir cinsel organ bahşetmişti. Eğer beni yaptığı zaman o küçücük şey yüzünden olacakları tahmin edebilseydi, kesin beni cinsel organsız yapardı. Ama onda da suç yok, bu ülkede bir at heykelinin cinsel organından
bile
rahatsız
olabilecek
insanların
yaşadığını
aklına
getiremezdi.” “Demek ilk başta çükün vardı senin.” “Tabii ki vardı. Görmeliydin hem de çok hoştu. Sanki heykeltıraş bütün yeteneğini onun için kullanmıştı. O kadar mükemmeldi ki bir bakan bir daha bakıyordu.” “Eee, sonra ne oldu?” At, o güzel günleri anımsadı, gözleri doldu:
52
Ruhşen Doğan Nar
“Önümden geçen herkes en az birkaç dakikasını bana ayırır beni bir güzel incelerdi. Özellikle şeyimi…” “O kadar iyiydi yani?” “Of, keşke görseydin, sen de çok beğenirdin. Dünyanın en iyi at organıydı.” “Anlatmaya devam et, sonra ne oldu?” “Sonrası malum. Benimkini kıskanan bazı erkekler bir gece gizlice geldiler ve şeyimi kırmaya çalıştılar. Ama beceremedi salaklar. Sarhoş kafayla o karanlıkta balyozu istedikleri yere isabet ettiremediler. Yanlışlıkla gövdeme vurup karnımı parçaladılar. Sonra bağıra çağıra kaçtılar. Mahalleli toplandı ve polise haber verdi. Benim o kötü halimi gören bazıları gözyaşlarını tutamadı. Beni o kadar çok severlerdi. Daha sonra beni heykeltıraşa götürdüler ve orada onardılar. Karnımı yeniden yaptılar, tıpkısının aynısı oldu. Ama ardından heykeltıraş hiç beklemediğim bir şey yaptı: Bin bir emekle yaptığı cinsel organımı kökünden kesti. Keserken bana şunları söyledi: Kusura bakma, bunu yapmak zorundayım; yoksa seni kaldıracaklar o parktan. Belediye başkanı öyle dedi. Halkı kışkırtıyormuş, çoluğumuz çocuğumuz varmış. Ayıp olurmuş. Senin için en hayırlısı bu.” Bunları söylerken atın kara gözlerinden üç damla gözyaşı düştü: “O da istemezdi bunu yapmayı, ne yapsın böyle bir ülkede at heykeli olmak kadar sanatçı olmak da zor.” “Peki, senin çükün sonu ne oldu? Çöpe mi gitti?” “Hayır, heykeltıraş evine götürdü onu. Bir gün ülkemiz medeni bir yer olursa şeyimi yeniden takacakmış, söz verdi.”
53
Sonsuzluğa İlk Adım
“O iş biraz yaş at kardeş. Hiçbir zaman çüküne kavuşamayacaksın, boşu boşuna umutlanma sen. En iyisi unut onu, hep böyle çüksüz olduğunu hayal et. Böylece daha az acı çekersin. Bu arada heykeltıraş keşke onu kendine saklamasaydı...” “Neden?” “Anla işte, ihtiyacı olan birine verseydi sevaba girerdi en azından,” dedi ve kanatlandı Za. “Hadi kendine iyi bak çüksüz kardeş,” dedikten sonra geldiği gibi yine atın kafasının üstünden uçarak gitti. Tabii bu sefer atın kafasına sıçarak…
***
Bu olayların olduğu gece, birkaç belediye işçisi geldi ve dost kazığı yemiş gözü yaşlı at heykelini söküp belediyenin deposuna kaldırdı. Sabah, at heykelini yerinde göremeyen mahalleli belediyeye başvurdu ve şu yanıtı aldı: “Heykel çok eskimiş ve kirlenmişti. Ondan dolayı bakıma aldık. Meraklanmayın, işimiz biter bitmez yeniden eski yerine koyacağız.” Ancak dedikleri ne şaşırtıcıdır ki olmadı. At heykeli bir yıl depoda çürüdü ve sonra hurdacıyı boyladı.
54
KIYAMET GELİYORUM DER Sabahın altısında her günkü gibi istemeye istemeye
sıcak
yataklarından kalkıp sokaklara karıştı insan sürüleri. Hepsinin gözlerinden uyku akıyordu, anlamsız gözlerle otobüslere bakıyor; eğer balık istifi otobüslerde oturacak yer bulabilirse uyuyorlardı. Ne yazık ki doğan güneş şu bilmem kaç milyonluk kentte en küçük bir duygu kırıntısı dahi bulamıyordu. Bahsi geçen şehir, dünya gezegeninde bulunan birçok metropolden biri olabilir. Ne de olsa hepsinin ortak özelliği zombileşmiş insan sürüleri tarafından etkisi her geçen gün artan duygusuzluk zinciri. İşte birazdan anlatılacak olaylar bu zincirin herhangi bir noktasında başlamıştır ve bunun sonucunda bütün zinciri kaçınılmaz bir şekilde etkilemiştir. Olayların başladığı şehir, sıradanlık bekâretini o gün sokaklarda bağıra çağıra dolaşan ve kıyametin yakın olduğunu söyleyen saçı sakalı birbirine karışmış yaşlı bir adam sayesinde kaybetti. Onu ilk gören iki genç şöyle söylediler: “A, ne kadar ilginç, değil mi? Aynı Amerika’daki kıyamet çığırtkanları gibi.” “Evet, demek ki harbiden küçük Amerika olduk. Bir kıyamet çığırtkanımız eksikti…”
Sonsuzluğa İlk Adım
Gençler onun Amerikan özentisi bir deli olduğunu düşündüler. Ancak kıyamet çığırtkanının ne Amerika’dan ne de Amerikanlaşmadan haberi vardı. Sadece üstüne düşen görevi yapıp insanoğlunu ve kızını uyarmak istiyordu. “Kıyamet günü geliyor günahkârlar! Artık bırakın dünya işlerini, O’ndan Rabbinizden merhamet dilenin. Belki o zaman bu küçük mavi gezegeni yok etmekten vazgeçebilir. Ama bu küçük bir olasılık; gerçi denemeye değer…” Yolda karşılaştığı insanlara zorla öğütler veriyor, durakların önünde otobüs bekleyen kalabalıklara nutuklar atıyordu. İnsanlar ise gülüyor ve onunla çoğu zaman dalga geçiyorlardı: “Kıyamet mi geliyormuş! Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim.” “Yazık, ekonomik kriz insanları ne hale getirdi!” “Tanrı öldü canım, senin haberin yok mu?” “Hep cemaatçilerin işi bunlar. İlk önce insanların beynini yıkıyorlar; sonra ortalık meczup doluyor.” “Kamera şakası bu, kamera şakası… Kamera nerede?” Türdeşleri ona deli muamelesi yapsa da vazgeçmedi ve dilinde tüy bitene kadar her gördüğü insana dili döndüğünce kıyamet gününün çok yakın olduğunu anlattı. Onun görevi insanları uyarmaktı, ister inansınlar ister inanmasınlar, onlara kalmıştı. Ona kıyamet gününün geldiğini nereden bildiğini soran şüphecilere şu yanıtı verdi: “Ah sizi şüpheciler! Ne zaman gözlerinizle göremediğiniz, ellerinizle tutamadığınız
şeylere
inanma
cesaretini
56
ve
kararlığını
kendinizde
Ruhşen Doğan Nar
bulacaksınız? İnançsızlık denizi içinde boğulurken hâlâ bilim yılanına mı tutunacaksınız? Siz şimdi benden mantıklı bir cevap bekliyorsunuz; ama mantıklı bir cevap versem bile şüpheleriniz son bulmayacak. Yine şüphe hastalığınız ile kıvranıp duracaksınız yatağınızda. Ve bu işin içinde bir iş var diyeceksiniz. Ama ben cevabımı vereyim ki içim rahat olsun.” Biraz duraksadı ve kendisine yönelmiş şüpheci gözlere baktı. O gözlerdeki inanç özlemini yakaladı: “Geçen gece rüyamda gördüm kıyametin geleceğini. Bir melek bana bildirdi bu haberi ve bana insanları uyarmam gerektiğini söyledi. Artık sap ile samanı ayırmanın vakti gelmiş kardeşlerim. Kiminiz yanacaksınız ne yazık ki. Kiminiz ise cennete ulaşacaksınız en sonunda. Tabii sadece çok azınız…” Bu konuşma doğal olarak kalabalık arasında huzursuzluğa neden oldu. Sinirlerine hâkim olamayanlar kıyamet tellalına bağırmaya başladı: “Sen kimsin ki meleklerle konuşuyorsun! Sahte peygamberlik yapma bize.” “Sakin olun arkadaşlar, anlaşılan kafayı yemiş bu adam. Gördüğü sanrıları ciddiye almış hasta herif.” “Biz bunlardan çok gördük çocuklar, yıl 1982 yine böyle bir manyak çıkmıştı ortaya. Yok neymiş kıyamet yakınmış. Camileri doldurup sürekli dua etmeliymişiz. Gerçi gençler üzerinde tam tersi bir etki yaratmıştı; ama neyse…” “Müslüman mahallesinde salyangoz mu satıyorsun lan allahsız, gelirsem oraya ağzını yüzünü dağıtırım.”
57
Sonsuzluğa İlk Adım
Birkaç işsiz genç, adamın üzerine yürüdü ve onu tekme-tokat ikilisiyle hırpalamaya başladı. Allahtan esnaf araya girdi de kıyamet tellalı hastanelik olmadan oradan uzaklaştı. Linç edilmekten ucuz kurtulan tellal gülümseyerek olay mahallini terk etti. “Bunların olacağını biliyordum başından beri. Bana inanmayacaklarını, bana küfredeceklerini; hatta beni döveceklerini… Ama üzgün değilim, işin bana düşen kısmını tamamladım. Zaten kısa süre içinde gerçeği onlar da anlayacaklar; biraz geç olsa da…”
***
Güneş son kez dünyayı terk ettiğinde kıyamet tellalı evine girdi, odasında son duasını etti ve televizyonu açtı. Bir yandan patlamış mısır yerken bir yandan da biraz sonra çıkacak haberlerin heyecanını yaşıyordu. Öngördüğü gibi tam iki dakika yirmi üç saniye sonra dünyanın dört bir köşesinden flaş haberler akmaya başladı. Ne yazık ki o sırada milyonlarca insanın seyrettiği yüzlerce diziye ara verildi. İzleyiciler, yine nerede bomba patladı;
üçüncü
dünyada
olanlardan
bize
ne,
diye
düşünürken
televizyondaki devlet yetkilileri az çok aynı şeyi söyledi kendi dillerinde: “Sayın vatandaşlar, Dünya Uzay Enstitüsü’nün aktardığına göre dünyamızın çok yakınında bir kara delik peyda oldu. Gökbilimcilerin gözlemlediği kadarıyla kara delik her saniye büyüyor ve etrafındaki her şeyi yutuyor, şimdiden Ay’ı içine aldığı saptandı. Vatandaşlarımızdan sakin olmalarını rica ediyoruz. Bütün dünya kenetlenmiş durumda bu sorunu çözmeye çalışıyor ve eminim ki başarılı olacaklar.” Tellal, gülümsedi ve kol saatine baktı:
58
Ruhşen Doğan Nar
“Az kaldı, çok az… Bakalım gün boyu benimle dalga geçenler şimdi ne yapacaklar?” En sevdiği sandalyesini cam kenarına çekti ve oradan çekirdek çitleyerek sokağa çıkmaya başlayan kalabalıkları izledi. Bu sırada televizyon, internet, radyo; tüm medya organları kara haberle şaşkına dönmüştü. Kimi kanallara devlet başkanları çıkmış ve halktan umudunu kaybetmemesini istemişti; ancak gözlerinden değilse bile titreyen sesinden kendilerinin çoktan umutsuzluk girdabına kapıldığı anlaşılıyordu. Bazı kanallar ise din görevlilerini televizyona çıkarmış, toplu dua seansları düzenlemişti. Tahmin edilebileceği gibi insanoğlu ve kızı korkudan ve şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmıştı. Hüngür hüngür ağlayan mı dersin, avaz avaz bağıran mı? Sadece, deli olarak adlandırılmış olan insanlar normal halini koruyabilmiş, diğerlerinin neden birden delirdiğini anlamaya çalışmışlardı; ama nafile. İşin özü, insanlar insanlıktan çıkıp hayvanları korkuturken her bir kişi kendince korkusunu dile getirmeye ve rahatlamaya çalışmıştı. En iyisi o anda yaşanan durumun okurlarca daha iyi anlaşılabilmesi için bazı kişilerin o sırada neler yaptıklarına göz atalım: İlk önce üçüncü sınıf bir yazarın odasına konuk olalım. Aslında ona sorsanız yazarlıkla alakası yoktur, sadece okumayı ve bir şeyler karalamayı seven biridir. Ama kalbinin derinliklerinde tanınan ve sevilen bir yazar olma isteği vardır. O gün küçük odasına kapanmış bir haftadır üzerinde çalıştığı bir öyküyü yazıyordu. Yazmak onun için hava gibi su gibi bir zorunluluk haline
59
Sonsuzluğa İlk Adım
gelmişti. Ancak vergi ödemek gibi sıkıcı bir zorunluluk değil; tam aksine insana keyifli saatler yaşatan ve birkaç saatliğine de olsa başka bir düşünce boyutuna geçme fırsatı veren… Yazdığı öyküden umutluydu; yani okurlarının (az sayıda olsalar da) bu öyküyü beğeneceğini düşünüyordu. Aslında bu konuda da bir ikilem yaşıyordu: Hem onlar için yazıp çiziyor hem de onların eleştiri ve düşüncelerine çok aşırı değer vermemeye çalışıyordu. Gerçekte kendim için yazıyorum ama arkadaşlar falan merak edip okuyor, sonra bir bakıyorum herkese göndermişim yazılarımı, diye açıklıyordu çevresine eserlerini diğerleriyle paylaşma sürecini. Dışarıdan gelen seslerle dikkati dağıldığında iki saattir aynı öykü üzerinde uğraşıyordu. Yazı yazarken bir tür transa geçer ve dış dünyadan kopardı; ancak yüzlerce kişinin bağırışlarını duymayacak kadar değil. Çığlıkları duyduğunda bir süre öylece kaldı oturduğu sandalyede. Acaba yine bir yerlerde bomba mı patladı, diye düşündü. Dışarıda, her gün televizyonda gördüğü kanlı sahnelerle karşılaşmaktan korktu. Gerçi bombalama olsa o da duyardı. Her saniye artan merakı korkusunu yendi ve sonunda balkona çıktı. Birkaç kişinin kaldırımda oturup ağladığına şahit oldu. Bir nene ellerini göğe kaldırmış bir şeyler söylüyordu anlamadığı bir dilde. Kendini kaybetmiş iki mahalleli ise deliler gibi sokağı arşınlıyordu bağırarak. Onun gibi balkonlara pencerelere çıkan insanlara baktı. Hepsinin gözlerinden korku ve endişe akıyordu. Sokakta karşı apartmandan tanıdığı bir arkadaşını gören yazar adayı ona seslendi: “Birader, ne oluyor ya? Neden herkes bağırıyor?”
60
Ruhşen Doğan Nar
Arkadaşı cevap vermeden sokaktaki beyaz saçlı nene her şeyi açıklığa kavuşturdu: “Yavrum kıyamet geliyor. Allah’a dua et çocuğum. Son bir dua et günahlarını bağışlaması için.” Yazarımsı duyduklarına inanamadı: “Hadi be, cidden mi?” Bu sefer sorusu neneyeydi; ama arkadaşı cevap verdi. Böylece ikisi ödeşmiş oldu: “İnanmıyorsan televizyona bak. Herkes bangır bangır bağırıyor kıyamet günü geldi diye. Uyuyor muydun sen?” Hayır, öykü yazıyordum cevabının bu duruma uymayacağını düşündüğünden evet, uyuyordum dedi ve içeri girdi. İlk iş olarak televizyonu açtı ve her kanalda kıyametin geldiğini bildiren haberlerle karşılaştı. Sadece bir müzik kanalı müzik akışına devam ediyordu. Birkaç dakika ne yapsam, diye kafa yordu. Dua edemem hiçbir dua bilmiyorum. Bilsem bile bu dakikadan sonra dua etmek ikiyüzlülük olur. Ailemi arasam? Telefon hatları çoktan çökmüştür. Uyusam? Uykum yok; zaten bol bol uyuyacağım kara deliğin içinde. En iyisi yarım kalan öyküme devam edeyim, diyerek son kararını verdi ve öyküye kaldığı yerden devam etti. Aklından geçen son düşünce: Ya öyküyü bitiremeden kara delik dünyayı yutarsa sorusuydu. İkinci olarak intihar eden bir kardeşimizin son dakikalarına tanık olalım. Kıyamet gününden bir hafta önce kararını vermişti: Doğum gününde hayatına son verecekti (Bir hafta sonraydı).O güne kadar yaşadığı bütün sorunlar onunla beraber yok olacaktı. Sırtındaki ağır yükü Atlas’a
61
Sonsuzluğa İlk Adım
devredecekti. Omuzlarındaki ağırlığa bir de onunki eklenseydi, pek bir şey değişmezdi hamal kahraman için. Son bir haftası gayet eğlenceli ve güzel geçti. Kısa yolu seçeceği o gün gelip çattığında, keşke hayatımız sadece tatil havasında süren bir hafta olsaydı, dedi kendi kendisine. Bu dünyaya veda etme şekline çoktan karar vermişti: Apartmanın çatısından atlayacaktı. Kısa ve acısız bir ölüm için birebirdi bu yöntem ona göre. Ama sekizinci kattan düşüp ölmeyenlerin de olduğunu biliyordu. Onun arkasından, öldürmeyen Allah öldürmüyor, denilmesini istemezdi atladıktan sonra. Bu işi bir defada bitirmek istiyordu. Son kez sevdikleriyle telefonda konuştuktan sonra çatıya çıktı. Arkasından mektup veya not bırakmadı. Neden kısa yolu seçtiğini öğrenmek isteyen olursa hayatını inceleseydi. Armut piş ağzıma düş fikrini hiçbir zaman sevmemişti. Çatıdaki duvara çıkıp atlayacakken bir gürültüdür koptu. Bir o yandan bir bu yandan çığlık sesleri gelmeye başladı. Beni gördüler, diye düşündü; telaşa kapıldı. Bunu tahmin etmemişti, kimse görmeden atlayıp kurtulmayı planlamıştı. Gözlerini kapattı ve atlamaya çalıştı. Ama çığlıklar ve bağırışlar o kadar çok artmıştı ki kararlılığını kaybetti ve duvardan indi. Neler oluyor, diye merak etti. Onun için bu kadar çok insanın feryat figan ağlamayacağını biliyordu. Sokağa indi ve bu karmaşanın nedenini öğrendi: Bugün kıyamet günüydü. İlk başta inanmadı ve televizyon, internet, radyo her şeyi açıp güzel haberi duydu. Şansa bak, dedi. Kıyamet günü ile intihar günüm çakıştı. Hep birlikte, aynı anda öleceğimize göre tek başıma ölmeme gerek
62
Ruhşen Doğan Nar
yok. Hem böylesi daha keyifli! Dünyaca kara deliğe atlayıp hayatımıza son vereceğiz. Aklından geçen son düşünce: Amma da ballıyımdı. Son olarak iki sevgilinin yatak odasına izinsiz olarak girelim. Uzun zamandır bu özel anı bekleyen iki azgın gencimiz bütün dikkatlerini o dakikalarda yaşadıkları harikulade tensel zevklere vermişlerdi. Dışarıda savaş çıksa umurlarında olmazdı; ama bu seferki sorun çok daha büyük olduğu için üzerinde oldukları işi yarıda kesmek zorundalardı. Ama kesmediler. Hatta komşuları gelip kapılarını çaldığında dahi duymamazlıktan gelip işe devam ettiler. Komşuları onların uyuduğunu zannedip şöyle seslendi: “Uyanın gençler, uyanın kıyamet kopuyor. Son duanızı edin bari. Uyanın kime diyorum!” İkisinin de verdiği tepki aynıydı: “Hasiktir, ne kıyameti!” Anadan doğma bir şekilde televizyon odasına koşup televizyonu açtılar ve kara haberle tanıştılar. Birbirlerinin gözlerine baktılar şimdi ne yapacağız dercesine. Sokaktan çığlıklar gelirken kısa bir süre sessizlik oluştu aralarında. Birden aynı anda gülmeye başladılar ve yarım bıraktıkları işe devam ettiler: “Bu dünyayı biz mi kurtaracağız canım?” “Hayır.” “O zaman yarım kalan işimizi bitirelim değil mi? Sonra arkamızdan ağlamasınlar…” “Tabii ki aşkım. Bugünün işini yarına bırakmamalı.”
63
Sonsuzluğa İlk Adım
Bedenleri tekrar birbirine kenetlendi. Ama dışarıdan gelen sesler ilgilerini dağıtıyordu; bu sebepten bir türlü istedikleri performansı yakalayamıyorlardı: “Aşkım şu insanlar sussa da biz de işimizi daha rahat yapsak!” “Müziğin sesini açalım, böylece onları duymayız.” “Ne kadar zekisin canım.” “Sen de çok seksisin.” Akıllarından geçen son düşünce: Aynı anda zevkin doruğuna ulaşmaktı. Bütün dünya ile beraber… Önceden de söylediğimiz gibi dünyadaki her insan evladı kendi özelliklerine uygun olarak son dakikalarını geçiriyorlardı: Dua edenler, ölmeden önce adam öldürmek isteyenler, sokağa çıkıp önüne gelenle birlikte olanlar, son dakikalarını tuvalette geçirmek zorunda kalan kabızlar, ameliyat masasında can veren hastalar, silahlarını bırakan militanlar, cezaevlerinden salınan mahkûmlar…
***
Her saniye dünyaya yaklaşan kara delik tam atmosferimize ulaşmıştı ki duraksadı, son adımı atmadan önce düşünür gibi bir hali vardı. Ama bu düşünme beklenenden biraz uzun sürünce (on iki saat) insanlık kurtulduğuna kanaat getirdi. Tanrı’nın onları bağışladığını ve son kez uyardığını düşündüler. Eğlenceler ve dua seansları ortalığı kapladı. İntihardan son anda vazgeçen kardeşimiz çatıdan atlayıp canına kıydı. Hayat kaldığı yerden devam etti.
64
Ruhşen Doğan Nar
Ancak beklenmeyen bir şey oldu: Düşünmekten sıkılan kara delik bir saniyeden kısa bir süre içinde dünyayı yuttu. Kimse ne olduğunu anlayamadı bile. Ne ağlayacak ne de korkacak vakitleri oldu. Aslında onlara acısız ve hızlı bir ölüm bahşettiği için O’na şükran duymalıydılar. Öldükten sonra nereye gittiklerini ise kimse bilmiyor. Ben dahi bilmiyorum… İsterseniz ‘kayıp aranıyor’ ilanları asabilirsiniz evrenin dört bir köşesine, size kalmış.
65
KARA KAFES Kaç zamandır bu kafesteyim bilmiyorum. Belki de burada, beş adım genişliğindeki bu kara kafeste doğdum. Çünkü kendimi bildim bileli buradayım. Gözlerim kapalı bir halde bu küçük kafeste oturuyorum. Simsiyah bir dünyada yaşıyorum ve her şeyin kapkara olduğunu düşlüyorum. Bu kafesteki ilk günümden (belki bir ay belki de bir yıl önceydi)
beri
gözlerim
kapalı,
ince
ellerimi
gözlerimin
üzerinde
gezdirdiğimde bir şeylerin gözlerimi kapattığını fark ediyorum. Gözlerimi kapatan nesneyi çıkarmak istesem de başaramıyorum. Büyük ihtimal her gün kafesime gelip beni döven adamlar kapattılar gözlerimi. Ama neden? Bilmiyorum… Bundan dolayı benim için renkler sadece siyahtan ibaret. Siyah kafes, siyah kafes kapısı, siyah demir zemin, siyah işkenceci adamlar, siyah yumruklar, siyah tekmeler ve siyah bir dünya… Ama kör değilim ve bundan eminim. Bunu kanıtlayacak hiçbir şey yok elimde. Fakat içgüdülerim bana kör olmadığımı söylüyor. O adamların bir gün gözlerimi açacağını ve dünyaya yeni gelen bir çocuğun şaşkınlığıyla dünyayı izleyeceğimi umut ediyorum. Sadece umut ediyorum… Yeni doğmuş bir bebek gibi dünyayı yeniden öğreneceğim. Kırmızı, mavi,
beyaz…
Etrafımdakiler
bana
yeniden
Usanmadan, bıkmadan şöyle diyecekler iki de bir:
öğretecekler
renkleri.
Ruhşen Doğan Nar
“Bak mavi! Göğün ve denizin rengi... Neymiş, tekrarla bakıyım!” “Bak beyaz! Bulutların rengi. Neymiş, tekrarla bakıyım!” … Hâlâ aklımda sağ kalabilmiş bazı sözcükler var. Arada sırada aklımın karanlık köşelerinden gün yüzüne çıkıyorlar. Örneğin kan kırmızısı… Sadece bir sözcükten ibaret benim için. 12 harften oluşmuş bir sözcük… Çünkü kırmızının nasıl bir renk olduğunu unutalı çok oldu. Ha kırmızı ha siyah… Yine geliyorlar. Acaba yemek mi getirecekler? Gerçi en son ne zaman yemek yediğimi unuttum. Ama alışkanlık işte, insan bir şeyler çiğnemek istiyor. Bana ne verdiklerini bilmiyorum. Ne tat alabiliyorum ne de koku. Zaten bütün gün kan, iltihap ve sidik kokan (bir de bok) bir yerde yemek kokusu almak imkânsız. Her zamanki gibi koridorlarda yankılanan ayak sesleri… Bu seslere o kadar alışmışım ki sesleri duyar duymaz bir korkudur sarıyor bedenimi, kalbim hızlı hızlı atıyor göğsümden çıkmak istercesine. Cılız bedenim önceden kendini hazırlıyor dakikalarca sürecek işkencelere. Daha kabuk bağlamamış yaralarım daha bir fena sızlıyor ayak sesleri yaklaştıkça. Damarlarımda akan kan daha hızlı dolaşıyor bedenimi. Kafes kapısının kilidine anahtar giriyor ve tık sesi çıkıyor. Kapı gıcırdayarak yavaşça açılıyor. Hızlı hızlı nefes alış verişimin kestiği dayanılmaz sessizlik gıcırtıyla parçalanıyor. Sonsuz sessizliğe alışmış kulaklarım ağrıyor. Dişlerim kamaşıyor… Yavaş adımlarla önüme geliyorlar. Her zamanki gibi sağ tarafımda şişman, sol tarafımda zayıf olanı duruyor. Ve şişman olan alıştığım üzere kafese girer girmez kocaman, kemikli elleriyle bana yumruklar atıyor.
67
Sonsuzluğa İlk Adım
Kendimi savunmam boşuna. Ne kadar yüzümü saklamaya çalışsam da, uzun kirli saçlarımı çekiyor ve yüzümü ortaya çıkarıyor. Yüzümün ortasına ardı ardına yumruklar indiriyor. Daha kabuk bağlamaya bile zaman bulamamış yaralarım ilk önce sarı irin sonra kan boşaltıyor. Sımsıcak kanım yüzümden göğsüme doğru yavaş yavaş akıyor. Saçlarımı bıraktığında elinde bir tutam ince saç teli kalıyor. Her zamanki gibi şişman adam işini bitirdiğinde yüzüme tükürüyor. Balgamlı tükürüğü
alnıma
yapışıyor.
Elimle
balgamı
alıp
kafesin
zeminine
sürüyorum. Şişman adamın bugünlük görevi bitti: Beni dövdü ve bana tükürdü. Asıl işkence biraz sonra başlıyor. Zayıf adam yanıma geliyor, yüzünü yüzüme yaklaştırıyor. Sigara ve alkol kokan nefesi yüzüme çarpıyor. Ve aniden çığlık atıyor. Saatlerce belki de günlerce nefesimin hırıltısı ve kalbimin çarpması dışında bir ses duymayan kulaklarım sızlıyor. Çığlık etrafımdaki ve beynimdeki sessizliği yırtıyor. Kulaklarımı kapatmak istiyorum, ama benden önce şişman adam kollarımı tutuyor. Çığlık beynimin karanlık mahzenlerinde yankılanıyor ve birkaç sağlam kalmış hatıramı da kendisiyle birlikte götürüyor. Çığlığın ardından bağırmaya başlıyor. Sesi kalın ve duygusuz, nefretten başka hiçbir şey yok o kalın sesinde. “Sen kimsin? Adın ne?” Cevap vermiyorum, veremiyorum. En son ne zaman ‘Bilmiyorum’ dediğimi de hatırlamıyorum ve ne zaman konuşmayı bıraktığımı da. Ne de olsa konuşsam da konuşmasam da dövüyorlar beni. Cevap vermem durumumu değiştirmiyor.
68
Ruhşen Doğan Nar
Zayıf adam kafama bir tekme atıyor ve sorularına devam ediyor: “Cevap ver bana hayvan! Sen kimsin? Adın ne?” Cevap alamayınca bir kez daha kafama tekme atıyor. Kafam kafesin zeminine çarpıyor ve kafam yarılıyor. Yaralana yaralana saçların çıkmaz olduğu yerlerden kan sızıyor kafa derime. “Yine cevap vermiyorsun demek. Aklın sıra bize karşı direniyorsun. İyi bok ediyorsun hayvan oğlu hayvan. Direnmekle iyi bok ediyorsun…” Bir tekme daha… O kadar yorgun düşüyorum ki kafamı soğuk zeminden kaldıramıyorum. Açık yaralarım soğuk ve paslı demirin etkisiyle sızlıyor. Kafamı kaldıramadığımı gören şişman adam beni kaldırıyor ve bir kukla gibi beni dizlerimin üstüne dikiyor. Sallanıyorum, düşecek gibi oluyorum. “Şu haline bak! İnsanlıktan çıkmış bir haldesin. Her gün yediğin dayaktan ders alsan da buradan kurtulsan iyi olmaz mı? Tek yapman gereken o yazıları sana kim yazdırdığını söylemek. İşte o zaman bu sonu gelmez işkencelerden kurtulursun. İstemez misin? Son kez soruyorum: Neden o yazıları yazdın ve sana o yazıları kim yazdırdı? Daha doğrusu kimin emriyle, hangi örgüt için yazdın o yazıları?” Cevap yok. Bir tekme daha… “Senden adam olmayacak. Ölene kadar her gün benden dayak yiyeceksin boşu boşuna. Neden? Saçma sapan öyküler için… Hepsini okudum biliyor musun? Öykülerinin hepsini tek tek okudum. Bir bok anlamadım. Bu kadar yediğin dayağa değer mi o siktiri boktan öykülerin. Sana ne yararı oldu ki onların bu yediğin bir kamyon dolusu sopadan başka?”
69
Sonsuzluğa İlk Adım
Neden bahsettiğini anlamıyordum. Benim öykülerim mi vardı? Ben bir yazar mıydım? Burada olmamın nedeni öyküler miydi? Öykü nasıl bir şeydi… Daha adımı bile hatırlamıyordum. Hafızam silinmişti sanki. Geçmişim hakkında hiçbir şey hatırlayamıyordum. Tek hatırladığım ve bildiğim şey burada, bu kara kafesin içinde olduğumdu. “Neden yazdın bu öyküleri? İnsanların aklını karıştırmak için değil mi? İnsanları devlete karşı isyan ettirmek için devrim için değil mi? Öykülerinde bir de utanmadan Allah’la konuşuyorsun. Hâşâ! Sen kimsin ki Allah’la konuşuyorsun itoğlu it. Herkes senin gibi kafir mi olsun istiyorsun? Bir de her öykünün sonunda intihar var. Bizim temiz çocuklarımızı intihara mı özendiriyorsun şerefsiz?” Allah, intihar, öyküler… Hiçbir şey hatırlamıyorum. Her sorusunun sonunda bir tekme yiyordum ve şişman adam tarafından yerden kaldırılıyordum. “Neden yazıyorsun? Yaşasana be adam gibi. Devletin, Allah’ın yolunda ilerlesene! Neden yeni hayatlar, yeni dünyalar yaratıyorsun yazılarınla? Yaratmak Allah’a özgüdür. Senin gibi kâfirler yazılarında yeni dünyalar kurup çocuklarımızı kandırıyorlar, kanına giriyorlar. İzin verir miyiz size orospu çocukları? Hepinizi böyle hücrelerde öldürürüz gerekirse.” Son tekmesini de attıktan sonra şişman adamla kafesten dışarı çıktılar. Yavaş yavaş ayak sesleri uzaklaştı ve en sonunda yok oldu. Yine sessizlik, yine ölümcül sessizlik… Öylece yattım düştüğüm yerde. Her yerim, özellikle başım çok ağrıyordu. Bedenimden akan kanla birlikte yaşam enerjim de azalıyordu.
70
Ruhşen Doğan Nar
Yavaş yavaş, ağrılar içinde ölüyordum. Ölmekten korkmuyordum, ama bir daha dünyayı rengârenk görememekten dolayı üzülüyordum. Kanayan yaralarım paslı demirin soğuğuyla daha da fazla sızlıyordu. Sorular soruyordum kendime ölmeden önce: Ben kimim? Neden buradayım?... Cevap veremiyordum. Ve her saniye ölüme bir adım daha yaklaşıyordum. Bir dahaki işkenceye kadar yaşayamayacağımı biliyordum. Kör olmadığımı bildiğim gibi… Gözlerim kapanıyordu. Gözlerimin kapanmasını istemesem de kapanıyordu milim milim. Ve sonsuz karanlığa hapsolmaktan korkuyordum ve ağlıyordum. Belki de ilk kez ağlıyordum. Ya da son kez…
71
O Ölümün çağrısı sevginin çağrısıdır aynı zamanda. Hermann Hesse
O öldü… Nasıl öldüğü o kadar da önemli değil, belki yolda yürürken kafasına saksı düştü, beyin kanaması geçirdi belki de bir intihar saldırısında bin parçaya ayrıldı… Sonuçta her insanın (canlının) er ya da geç yaşayacağını O da yaşadı: Hayatını kaybetti.
***
Kara gözlerini açtığında kendisini harikulade bir bahçede buldu. Rengârenk çiçekler, yemyeşil ağaçlar, sakince akan nehirler, neşeyle öten kuşlar, kıpır kıpır bir telaşın içinde böcekler, narin kelebekler… Hepsi mükemmeldi. Bu
bahçeye
gelmeden
önce
hatırladığı
son
şey
sokakta
yürüdüğüydü. Hafiften yağmur başlamıştı. İnsanlar yağmurun hızlanacağını hissetmiş olmalılar ki adımlarını sıklaştırmışlardı. Sonra bir gürültü ve karanlık…
Ruhşen Doğan Nar
Bir süre etrafına bakındı, bahçeyi şaşkın gözlerle izledi. Neredeyim, diye kafa yorarken bahçeyi gezmeye koyuldu bir insan görürüm umuduyla. Saatlerce baştanbaşa dolaştı o muhteşem bahçeyi, her güzelliği zihnine kazıdı. Soru soracak bir insan evladı bulamamıştı, ama yine de kendini iyi hissediyordu. Zaten böyle hoş bir bahçede kendini kötü hissetmesi için deli olması gerekirdi. Keşke ressam olsaydım da şu bahçenin bir resmini çizebilseydim, diye iç geçirdi. Ardından aklına kimin bahçesinde olduğu sorusu takıldı. Kafasını kurcalayan bu soru kısa sürede beyninin derinliklerinde yok olup gitti.
***
Hâlâ aynı bahçedeydi. Bahçedeki her güzelliğin kaydını tutar gibi ayrıntıyla inceliyordu her dalı, her çiçeği. Bu bahçede kusurlu hiçbir şey yok muydu? Anlaşılan bahçenin kusurlu canlısı olma özelliği O’ndaydı. Kaç zamandır bahçede olduğunu hatırlamıyordu. Zamanın ipini kaçırmıştı nasırlı ellerinden. Elinden kaçırdığı balonun gökyüzünde küçülerek kayboluşunu izleyen bir çocuk gibiydi. Zaman (zamanla!) bir balon misali patlamış gitmişti. Bahçenin ne kadar büyük olduğunu öğrenmek istiyordu. Bu amaç için saatlerce, günlerce, yıllarca ya da asırlarca (ne de olsa zaman ölmüştü) bahçenin bittiği yeri aradı ve bulamadı. Ama düşündüğünüz gibi bu
73
Sonsuzluğa İlk Adım
başarısızlıktan dolayı ne üzüldü ne de hayal kırıklığına uğradı. Nedendir bilmiyordu, lakin bahçede gayet mutlu ve huzurluydu. Günlerden bir gün sonsuz bahçenin bir köşesinde, beş tane arı kovanına ev sahipliği yapan bir ağacın iki adım ilerisinde görünmez bir çukur belirdi. Çukur nasıl oluştu, kim yaptı bilinmiyor, bilinmeyecek, bilinmedi, bilinemez… Sık sık yaptığı bahçe gezintilerinden birinde yanlışlıkla (!) kimseye görünmeyen ve görünmediği için yalnız ve kimsesiz olan çukura düştü. Kuş cıvıltıları ve karanlık…
***
Aynı anda, dünyanın herhangi bir köşesinde herhangi bir annenin rahminden bir bebek dünyaya düştü ağlayarak. Kulağı olan işitsin!
74
SON GÜN (BIGBANG) Bölüm 1 Yalnızlık ve can sıkıntısı… İşte şu evren denilen kara kutuda milyonlarca yıldır olmuş, olan ve olacak her şeyin sebebi. (Biliyorum, sizin de canınız sıkılıyor. Hatta can sıkıntısından bu yazıyı okuyorsunuz. Niye? Çünkü bir anlık olsa bile, sizi her saniye sıkan kokuşmuş hayatınızdan kopup başka diyarlara gitmek istiyorsunuz bu yazı aracılığıyla. Bakalım başarılı olabilecek miyiz? Ama aklınızdan şunu çıkarmayın: Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez; ne bu yazı, ne hayatınız, ne de can sıkıntısı. Ondan dolayı şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Her şeyi kafanıza takmayın, bırakın gitsin! Her şey bir soluk alışından ibaret ne de olsa.) Size anlatacağım hikâye de can sıkıntısı ve yalnızlık ikilisiyle sıkı sıkıya örülü. Bu ayrılmaz ikilinin nelere sebebiyet verebileceğini göreceğiz:
***
Sonsuzluğa İlk Adım
Tarihin henüz doğmadığı (ya da doğrulmadığı) ve üzerimizde hüküm
sürmediği
zamanlarda(!)
bilinmeyen
bir
yerde
bir
adam
yaşar/dı/mış/yor/… Tabii tarih ve zaman olmadığı için belirli bir yerden veya mekândan da bahsedemeyiz. Bunlar olmadan nasıl yaşıyor, bilmiyorum. Ancak şu anda bizim olduğumuzdan daha rahat olduğu kesin. Ne zaman ne de mekân zincirine bağlı değil, düşünsenize ne kadar harika. Konuyu fazla uzatmayalım ve adamın son gününe (ya da ilk gününe) bakalım:
***
Za (bahsi geçen adam) sıkıntı içinde oflayarak evine girdi ve annesini öpmeden önce ayakkabılarını çıkarıp ayakkabılığa bıraktı. Onun kırışık yanaklarını öperken annesi kapının dahi duya duya ezberlediği soruyu bir kez daha sordu: “Günün nasıl geçti?” Hiç düşünmeden bir robot gibi cevap verdi: “İyi.” Belki de günü dediği gibi iyi geçmemişti; ama kendini bildi bileli “nasıl” sorusuna “iyi” cevabını verirdi. Konuyu ve muhabbeti uzatmamak istemesi olabilirdi bunun nedeni. Hiç bu konuyu düşünmemişti. O an ise bu alışkanlığın ne kadar rahatsız edici olduğunu fark etti. Za’nın aklından bunlar geçerken annesi kutsal mekânı mutfağa yol aldı ve kısa süre sonra tekrar sesi geldi: “Oğlum, yemek birazdan gelecek. Elini yüzünü yıka, sofraya geç!”
76
Ruhşen Doğan Nar
Annesi söylemese de kendiliğinden banyoya gidip elini yüzünü yıkayacağını biliyordu. Ama annesi bu soru cümlesini en az yirmi beş yıldır düzenli aralıklarla kullanıyordu. Onu bu alışkanlığından kurtarmak bir tiryakiye sigarayı bıraktırmaktan zordu. Bundan dolayı 6543. kez aynı cevap etki-tepki yasağı gereğince ağzından çıktı: “Tamam, geliyorum.” Acaba ağzını ve dilini o mu kullanmıştı; yoksa organları yılların alışkanlığıyla beyne ihtiyaç duymaksızın hareket mi etmişlerdi? Bunları o aklından geçirmedi; ama biz bir süre düşünelim bu soruyu… … (Cevabınızı kendinize saklayın!) Elini yüzünü yıkarken aynalar düzlemindeki görüntüsüne baktı. Günden güne değişen ve yaşlanan bir çehre… Ona bakarken sanki bir yabancıya bakıyordu. Elinden gelse çizgi filmlerdeki gibi onu aynalar dünyasından çekip alır ve bir güzel (kendisine) benzetirdi. Musluktan horultular çıkararak akan soğuk suyu yüzüne vurduğunda biraz olsun rahatladı. Dışarının pisliği yüzüne yeni bir maske eklemişti, somurtkan ve anlamsız bir maske, egzoz kokan. Su damlacıklarıyla beraber yok olup gitti sokak çehresi, kanalizasyon borularında. İşte o maskenin altından yeni bir maske çıktı yavaş yavaş: Ev hali maskesi, öncekinden biraz daha samimi ve anlamlı; ancak hâlâ binlerce maske altındaki gerçek yüzü bir nebze yansıtamayan. Salona geçmeden önce bir kez daha kontrol etti maskesini aynada. Evet, tam olması gerektiği gibiydi. Ne fazla mutlu ne de fazla mutsuz! Soru sormayı gerektirmeyecek kadar sıradan.
77
Sonsuzluğa İlk Adım
Odaya girmeden önce hemen kapının önünde, onu durdurup sorsanız “Şu anda odada ailen ne yapıyor, örneğin kim odanın neresinde oturuyor?” diye. Size eminim şu cevabı verirdi, çok basit bir soruya cevap veriyormuş havası takınarak: “Annem şu anda mutfak ile salon arasında mekik dokuyor. Kardeşim babamın ısrarına rağmen anneme yardım etmiyor ve televizyonun karşısında oturuyor. Babam da onunla birlikte haberleri izliyor. Hadi içeri girin de bakın doğruyu mu söylüyorum, kendi gözlerinizle görün inanmıyorsanız!” Eğer odaya girme cesaretini gösterirseniz Za’nın yüzde yüz haklı olduğuna şahit olursunuz. Bakın annesi bir karınca çalışkanlığıyla yemekleri taşıyor ve bu sırada babasıyla kardeşi televizyon izliyor. Biraz sonra arkanızdan o da odaya girecek ve annesine yardım etmek yerine aptal kutusunun önüne geçerek ailenin diğer iki akıllı üyesine katılacak. Hatta sen de çekinme, onlara katıl ve televizyon denilen büyücü tarafından büyülen. Siz bu öyküye dâhil olamayacağınıza göre, biz kaldığımız yerden devam edelim: Za adlı hayırlı evlat annesine bakmadan televizyonun önüne geçti. Babası gözlerini büyücü kutudan ayırmadan üstüne düşen görevi yaptı: “Nasılsın oğlum,” sorusunu sordu. “İyiyim.” Soru sorma sırası ona geçti: “Nasılsın kardeşim? Dersler nasıl?”
78
Ruhşen Doğan Nar
“İyi abi. Senin işler nasıl?” “İyi. Sağ ol.” Böylece bu günlük soru-cevap ritüeli bitmiş oldu. Sorular evin bir kenarına (muhtemelen halının altına) atıldıktan sonra yemek başladı. Yemekte çok konuşulmamalıydı; sadece arada sırada haberlere yorum yapmak hoş karşılanabilirdi. Aslında yemek vakti aile için çok değerli bir andı. Çünkü dört kişi aynı masada sadece yemek yerken gerçekten birlikte oluyordu. Onun dışında her zaman kendi işleriyle kendi sorunlarıyla uğraşıyordu zihinleri. Biri yemek yaparken biri televizyon izliyor, biri ders çalışırken diğeri uyuyordu. Sadece yemek masası dört farklı evreni aynı çemberde birleştirebiliyordu. Sanırım aynı şarkıyı söyleyen veya aynı duayı okuyan insanların hissettiği bir duyguyu yaşıyorlardı birlikte kaşık sallarlarken. Yemek bittiğinde ise her biri kendi iç evrenine çekildi. Anne kutsal mabedinde bulaşıkları yıkamaya başlarken baba yarı uykulu şekilde kanepeye uzandı. Kardeş ise ders çalışacağım diyerek odasına kapandı. Ama ikide bir duyulan cep telefonu sesinden aklının başka yerlerde olduğu anlaşılıyordu. Her gün saatlerce ders çalışmasına rağmen notlarının hep düşük olması çalışmadığının başka bir kanıtıydı; ama herkes alışmıştı bu duruma. Evde bunlar olurken Za ne yapıyordu? Doğrusunu söylemek gerekirse bilmiyorum. Bence balkona çıkıp şehri izliyordu aklında binlerce düşünceyle. Sokak lambalarına ve evlerden gelen rengârenk ışıklara dalıp gidiyordu. On binlerce fener yakılmış gibiydi şehrin her köşesinde. Her bir sokak, her bir ev orada olduğunu göstermek istiyordu ona. Buradayız,
79
Sonsuzluğa İlk Adım
diyorlardı. Buradayız ve yaşıyoruz. Senin gibi her gün acılar çekiyoruz ve mutluluklar yaşıyoruz. Biz de nefret ediyoruz ve biz de âşık oluyoruz. Ama en önemlisi biz de ölüyoruz. İşte onun için her gece bu ışıkları yakıyoruz. Kimse bizi unutsun istemiyoruz. İzlenmek, görülmek, değer verilmek istiyoruz. Bir süre sonra gecenin soğuk yeli ve şehrin ürpertici manzarası dayanılmaz hale geliyordu. Delilik ile dâhilik arasındaki o ince çizginin üstünde hissediyordu kendini. Yaşamın ta kendisi olan kutsal ırmağın her damlasını damarlarının içinde akarken hissediyordu; ama bu ona huzur vermiyordu. Hayatı, süregelen yaşam-ölüm zincirini kırmak istiyordu. Bunu yapmak
içinse
damarlarındaki
renksiz
kanla
beraber
akan
hayatı
durdurmak gerekiyordu; ki bu imkânsızdı. Şehre ve geceye veda ettikten sonra içeri girdi. Dört ince duvarın insanları karanlık geceden ve cüzamlı şehirden koruması size de ilginç gelmiyor mu? Ve küçük bir depremde yerle bir olacak kadar güçsüz duvarlar acaba geceye karşı güçlerini insanlardan, onların dışarıkorkusundan mı alıyorlar, hep düşünürüm. Salona girdiğinde annesi ve babası, bütün gece milletin beynini uyuşturan saçma sapan dizilerden birini izliyorlardı. Sevdikleri için bu saçmalıkları izlemiyorlardı, Za’ya göre. Onları izlemek zorundaydılar; çünkü başka seçenekleri yoktu. Televizyon ne yayınlasa izlerlerdi, nasıl geçmişte radyoda birçok program dinlemişlerse. Şimdi de onlarca dizi izliyorlardı; örneğin televizyon ve radyonun olmadığı zamanlardaysa teknolojinin şu anda üstlendiği görev annelerin ve nenelerindi. İster televizyon, ister radyo, isterse dişsiz bir nene olsun aynı amaca hizmet ediyorlar: Alıcı kitlenin
80
Ruhşen Doğan Nar
beynini aşırı yormadan, onları farklı diyarlara taşımak, bir süreliğine onları yaşadıkları dünyadan koparıp zaman ve mekândan muaf tutmak. Başta da söylediğim gibi bunun da nedeni can sıkıntısı ve yalnızlık. Eğer iyice bakarsanız hayata, bu ayrılmaz ikiliyi hayatın her karesinde gözlemleyebilirsiniz: Bazen sebepsiz bir kavgada, bazen anlamsız bir aşkta, bazense çoktan bitmesi gereken bir sohbette… Yine öykünün akışını bozduk sanırım. Özür diliyor ve devam ediyorum: İçeri girdiğinde önceden bahsettiğimiz gibi ailenin bütün üyeleri bulunmaları gerektiği yerlerdeydi. Televizyonun solundaki eski kanepeye geçti. Oturduğunda kanepenin bozuk yayları inledi onun ağırlığıyla. Televizyonda yine yabancı bir ürünün reklâmı yapılıyordu. Babası uyuya kalmıştı televizyonun tam karşısında olan kanepede. Anneyse mutfaktaki işleri bitince Za’nın oturduğu kanepenin karşısındaki tek kişilik koltuğa oturmuş örgü örüyordu. Her birine teker teker baktı iyice. Babasının horlamasını dinledi, annesinin elinde yorgun argın hareket eden şişlerin çıkardığı sesleri duydu ve kardeşinin kim bilir hangi arkadaşıyla kaçıncı kez tekrar yaptığı gereksiz dedikodulara kulak kabarttı. Sizce bundan sonra ne yaptı? Siz olsanız ne yapardınız? Hadi, birkaçınızın görüşlerini duymak istiyorum hikâyeye devam etmeden önce. Siz gözlüklü bayan ne yapardınız örneğin Za’nın yerinde olsanız? Demek evi terk ederdiniz hemen. Sonra zengin bir koca bulup onun kulu kölesi olurdunuz. Peki, ben söyleyeyim bundan sonra neler yapacağınızı: Evlendikten bir süre sonra çocuk yapardınız. Kocanız işte çalışırken siz de çocuğa bakardınız; sonraysa ikinci çocuk gelirdi; böylece
81
Sonsuzluğa İlk Adım
koca eve bağlanırdı güya. Kırklı yaşlara geldiğinizde her akşam ne yapardınız bir düşünün! Kocanız kanepede uyuklarken siz yemek yapar çocuklarınız ders çalışırdı. Bakınız, kaçtığınız durumu kendiniz yarattınız. Çocuklarınızın da sizin yıllar önce yaptığınız gibi evden kaçmasını ister miydiniz, bir yalnızlık ve can sıkıntısı evreni daha kurmak için? Ağlamayın lütfen, hayatın gerçekleri bunlar. Bunlardan kaçamayız. Lavaboya gidin yüzünüze su vurun kendinize gelirsiniz. Unutmadan söyleyeyim; makyajınızı yenileyin, şu anda palyaçoya benziyorsunuz. Bayım, sizi de dinleyelim öyküye dönmeden önce. Siz ne yapardınız? Ne! Hepsini öldürür müydünüz? Hem de yemeğe fare zehri katarak demek. Bayım, siz psikopat mısınız? Manyak mısınız? Niye ailenizi katlediyorsunuz? Güvenlik, lütfen şu deli dinleyicimizi odadan çıkaralım. Bu manyağın ne yapacağı belli olmaz; öyküyü falan beğenmeyip kıtır kıtır keser bizi valla. Gözlüklü bayan, siz de artık oturun. Öykü devam ediyor: Tahminleriniz doğru çıkmadı. Ne yazık ki, ya da Allaha şükür kahramanımız sizin kadar salak değil. Gayet sakin bir şekilde ne yapacağını düşündü. Bu döngüden nasıl kurtulabileceği hakkında kafa yordu. Sizin gibi aklına gelen ilk saçmalığa atlamadı. Aklından birçok şey geçti; büyük ihtimal sizin düşündükleriniz de geçti. Ama bu gereksiz düşüncelere prim vermedi. Sonunda akıllıca bir çıkar yolu bulamayınca ailesine danışmaya karar verdi: Söyleyeceklerini birkaç saniyede toparlamaya çalıştı zihninde; ama o kadar çok düşünce cirit atıyordu ki bilinçaltı ve üstünde, sonunda konuşmaya bir yerden başlamaya kanaat getirdi:
82
Ruhşen Doğan Nar
“Anne-baba, size bir şey söylemek, uzun süredir beni rahatsız eden bir konu hakkında sizin de öğütlerinizi almak istiyorum.” Anne ve babasına baktı cümlesini bitirdiğinde, babası uyku akan gözlerini ona çevirmiş annesi de bir yandan örgüsüne devam ederken yüzünü ona dönmüştü. Onu dinliyormuş gibiydiler. Bundan cesaret alan Za, kendine güvenerek konuşmasına devam etti: “Biliyorum, siz benden çok daha fazla şey yaşadınız ve gördünüz. Bana göre çok daha tecrübelisiniz. İşte bu yüzden size başvuruyorum. Lütfen, bana yardımcı olun!” Konuşurken yere bakıyor, kendini suçlu hissediyordu. “Doğduğumdan beri beni beslediniz, büyüttünüz. Acıktığımda yemek verdiniz, hasta olduğumda hastaneye götürdünüz. Bizi okutabilmek için didinip durdunuz. Size minnettarım. Ama şu yaşımda sizden son bir yardım daha istiyorum. Sanırım bundan sonra yardıma ihtiyacım olmayacak ve ben de sizin gibi gelecekte çocuklarımı büyüteceğim. Bu sorunu da atlatabilirsem eğer…” Gözlerinden eskimiş, toz kokan halıya üç damla gözyaşı düştü. “Canım sıkılıyor anne, canım sıkılıyor baba. Hem de nasıl sıkılıyor bir bilseniz. Hiçbir şeyden keyif alamıyorum. Hiçbir şeyden… Ne çalışmaktan ne de yaşamaktan. Üstüne üstlük bir de yalnızlık ruhumu sıkıyor bir o kadar. Beceremiyorum yalnızlığı alt etmeyi. Onu evrenin bilinmeyen köşelerine
gönderemiyorum.
Can
sıkıntısını
kalbimin
merkezinden
sökemiyorum. Surlarını tek tek yıkamıyorum. Kısacası ne yapacağımı bilmiyorum, elim kolum bağlı gibi. Ne yapacağım bilmiyorum.”
83
Sonsuzluğa İlk Adım
Kafasını kaldırıp onları kontrol etti. Aynı pozisyonlarını koruyorlardı. Aynı bakışlarını ve aynı eylemlerini de… Konuşmasına devam etmek amacıyla akciğerlerini oksijenle doldurdu: “Siz hayattan keyif alıyor olmalısınız. Çünkü hayata devam etme gücünü sizde görüyorum. Belki hep gülümsemiyorsunuz; ama hep somurttuğunuz
da
söylenemez.
En
azından
bir
şeylerle
kafanızı
rahatlatabiliyorsunuz. Örneğin anne, sen örgüdür bulaşıktır çamaşırdır derken gününü geçiriyorsun. Baba, senin gününün çoğu zaten işte geçiyor. Bunlar nasıl size yetiyor, anlayamıyorum. Sizi küçümsemiyorum, sakın beni yanlış anlamayın. Sadece sizi anlamak istiyorum: Hiç canınız sıkılmıyor mu aynı şeyleri yapmaktan? Hiç siz de kendinizi bu evin bu şehrin bu koca evrenin ortasında çöldeki bir bedevi kadar yalnız hissetmiyor musunuz?” Kendini bildi bileli salonun ortasında duran yaşlı halının soluk motiflerinden bakışlarını kurtardı ve biraz önce sorduğu soruların muhataplarını gözledi. Her şey ve herkes yerli yerindeydi, sanki zaman(!) da durmuş pür dikkat onu dinliyordu. “Bana yardım edin, lütfen yardım edin. Bana bilgece sözler söyleyin ya da nesillerin akıl süzgecinden geçmiş atasözleri... İçimi rahatlatın böylece, ruhumu sarmış alevleri söndürün. Doğduğum andakinden daha acizim anne. Daha yorgun ve şaşkınım. Anlayın beni, hor görmeyin. Gözlerinizi benden kaçırmayın!” Salonun ortasında, tam halının üç santim üzerinde bir sessizlik peyda oldu, üçünü birbirinden sonsuza dek ayıran. Za sessiz karanlığın arasından ailesini göremiyordu. Ayağa kalktı ve o zamansızlığın içine adımı attı onlara ulaşabilmek umuduyla. Ve her şey aydınlandı…
84
Ruhşen Doğan Nar
Bölüm 2 Sahneye düşen ışık bütün karanlığı alt etti ve her şeyi ifşa etti. Karanlık, her filmin sonunda yenilen kardeşi kötülük gibi boynu eğik bir şekilde sahne arkasından bilinmeyen diyarlara yol aldı. Aydınlık ise her zamanki gibi olayın sonunda ortaya çıktı ve bütün kaymağı götürdü. Tabii bütün izleyicilerin kalbini de çaldı aynı zamanda. (Karanlığı aydınlıktan daha çok seviyorum. Çünkü aydınlık insanı yorarken karanlık rahatlatır. Bu cümleyi hem somut hem soyut olarak ele alabilirsiniz. İki biçimde de doğrudur.) Za sahnede tek başına olduğunu hatırladı ışığın rahatsız edici ışınları altında. Ne izleyicisi vardı bu sahnenin ne de oyuncusu. Tabii Za ve üç cansız mankeni saymazsak… Aslında bir sahneden bahsetmek ne kadar doğru, ondan da emin değilim. Sahne dediğimde aklınızdan tiyatro sahnesi gibi somut bir sahne geçmesin sakın. Bu bölümde “sahne” kelimesi geçtiğinde aklınızdan hiçbir şey geçmesin bence. Aklınızdan silin bütün anlamlarını bu kelimenin. Sadece kutsal karanlık gelsin gözlerinizin önüne, var olmadan önceki halinizi düşünün örneğin. Eğer “sahne” sözcüğünü kelime dağarcığınızdan sildiyseniz öyküye devam edebiliriz. Eğer aranızda bunu bile beceremeyenler varsa biraz daha bekleyebiliriz. Peki, hepiniz hazırsınız demek!
85
Sonsuzluğa İlk Adım
Sahnede üç cansız mankene üç kez baktı ve aydınlığın tüylerini ürperten bir ses tonuyla şunları söyledi: “Olmuyor.
Hayır,
olmuyor.
Yine
beceremedim,
kendimi
kandıramadım. Kendimi üç mankenle aldatamadım. Beceremedim işte. Beceriksizin tekiyim. Evet, öyleyim. Bir yalana tutunamadım. Belki de yalanı kendim attığım için inanmam imkânsız oldu; ne de olsa başkalarının söyledikleri yalanlara inanmak her zaman daha kolaydır.” Ayağa kalktı; kafasında başörtüsü olan kadın mankeni sahnenin(!) bir köşesine fırlattı. Havada uçarken mankenin başörtüsü açıldı ve altından kel kafası gözüktü. Aydınlık dahi bu görüntüden rahatsız oldu. “Lanet
olsun
şu
yalnızlığa
ve
can
sıkıntısına.
Beni
dahi
yenebiliyorlarsa onların karşısına kim çıkabilir? Kim püskürtebilir onların can dostu olan bütün diğer günahları? Kim onların karşılarına çıkıp yarattıkları acıları dindirebilir?” Zamansız bir duraklama… “Ne olacak bu halim? Ne olacak? İşte başladığım yere tekrar geri döndüm; tekrar ezeli düşmanım yalnızlık ve can sıkıntısının altında ezildim. Ne yapmalıyım? Ne yapabilirim? Ne yapacağım?” Düşünce akışı… Düşünce bataklığında boğulurken ansızın bir şimşek çaktı kimsenin bilmediği ve görmediği (bundan dolayı belki de var olmayan) bir yerde. Tam o anda kararını verdi. Hepimizi etkileyen, gelmiş geçmiş en önemli kararı… “Buldum ne yapmam gerektiğini. Sonunda bu kahrolası ikiliden kurtulmasam da acımı dindirmenin bir yolunu buldum. Bir acıya tek başına
86
Ruhşen Doğan Nar
dayanmak mı; yoksa milyarlarca kişiyle birlikte aynı acıyı bölüşmek mi? Ben ikincisini seçiyorum.” Derin bir nefes aldı. O kadar derin bir nefesti ki bu, var olan her şeyi içinde, hacimsiz ve şekilsiz bir nefesin içinde topladı. Nefesini tuttu sonuna dek. Ta ki o nefesle bir olup patlayana dek… Büyük patlamaya dek… Patlayıp evrenin her milimetre karesine dağıldığında hem zaman hem de mekân oluştu. Şimdi Za nerede diye sorarsanız, şöyle cevap veririm: Hem her yerde hem de hiçbir yerde. Kulağı olan işitsin!
***
Hikâyemiz nihayet bitti. Umarım eğlenmişsinizdir ve böylece birkaç dakika bile olsa can sıkıntısı ve yalnızlıktan paçayı kurtarmışsınızdır. Bu iki kelimeyi çok tekrar ettiğimin farkındayım. Ama ne yapabilirim, onlar bizim var olma sebebimiz. Bir sonraki öyküde görüşmek üzere, hoşça kalın!
87
YAZAR HAKKINDA
Ruhşen Doğan Nar, dün doğdu (1988) bugün yaşıyor (…) yarın ölecek (?)