Emile Zola _ Germinal EMİLE ZOLA Germinal Türkçesi Fuat Pehlivan Marchiennes'den kestirme olarak Montsou'ya varan on kilometre uzunluğundaki yolda, karanlık ve yıldızsız bir gecede, adamın biri tek başına ilerliyordu. Koyu karanlıktan dolayı önündeki toprağı bile göremiyor, ileride uzanan ovanın varlığını ancak dondurucu Mart rüzgârının esişinden farkediliyordu. Görünürde ağaç yoktu, sadece, yol boyunca uzanan kaldırım uzayıp gidiyordu. Gündüz saat ikiye doğru Marchiennes'den yola çıkan bu adam, incecik pamuk ceketinin ve kadife pantolonunun içinde titreyerek uzun adımlarla yol alıyordu. Mendilinin içindeki yiyecekleri bile onun için taşınması zor bir yüktü. Bu nedenle de mendili bazen bir koltuğunun, bazen diğer koltuğunun altına sıkıştınyor ve dondurucu rüzgârların morarttığı ellerini ceplerine sokmaya çalışıyordu. İşsiz güçsüz ve yuvasız kalmış olan bu adamın tek ümidi gün doğunca soğuğun kırılma-sıydı. Bir saat kadar sonra, sol tarafında, Montsou'dan iki kilometre kadar önce, yanan ateşleri gördü. Sanki bu ateşler ovanın ortasında yanıyor gibiydi. Bir an ne yapacağını düşündü, oraya yaklaşmaktan çekiniyor gibiydi, fakat duraklaması kısa sürdü, çünkü donmuş ellerini ısıtmaktan başka bir şey düşünemez olmuştu. Bir yokuşun başına geldiği sırada ateşleri göremez oldu. Sağ tarafında iri kalaslardan yapılmış bir tahta perde, sol tarafında ise hep aynı biçimde yapılmış evlerden oluşan köy gibi bir yer vardı. Adam iki yüz metre kadar ilerledikten sonra bir yolun dönemecinde az önce görmüş olduğu ateşlerle tekEmile Zola rar karşılaştı. Önce bu ateşin nasıl olup da bu derece uzaktan farkedilebileceğini anlayamadı, fakat dikkat edince karanlıklar içinde fabrikaya benzeyen bir binanın yükseldiğini gördü. Evet, pencerelerinden hafif ışıkların sızdığı bu büyük bina ve onun yanındaki baca, bir fabrikanın varlığının belirtisiydi. Adam buranın bir maden ocağı olduğunu anlamakta gecikmedi. Ümitsizlikle omuzlarını silkti, nasıl olsa burada da bir iş bulamayacaktı! Sol tarafındaki binalara ilerlemektense maden ocağına doğru gitmeyi tercih etti. İşçileri aydınlat» k ve ısıtmak için, demir kaplar içinde kömür ateşleri yakılmıştı. Bir tarafa da yığılmış olan topraklan boşaltmak için işçiler çalışmalanna devam ediyorlardı. Adam arabacılardan birinin yanına yaklaşarak: "Merhaba," dedi. Başında bir şapka, sırtında ise yün bir ceket olan ihtiyar arabacı hareketsiz duruyor ve arabasının yüklenmesini bekliyordu. Yanında ise genç bir işçi arabaya toprak dolduruyordu. İhtiyar arabacı adamın selamına "merhaba" ile karşılık verdikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Bunu üzerine yolcu: "İsmim Etienne Lantier'dir, makinistim, acaba burada bir iş bulabilir miyim?" diye sordu. Demir kaplann içinde harıl hani yanan alevler yüzünü aydınlatı-yodu. Yirmi, yirmi bir yaşlarında kadar vardı, esmerdi, ufak tefek olmasına karşın sağlam yapılı bir gençti. Bir hayli de yakışıklıydı. Arabacı kendisini şöylece bir süzdükten sonra: "Burada makiniste göre iş yok," dedi. Bir şeyler daha söyledi ama, esen şiddetli bir rüzgâr bu sözlerin anlaşılmasına engel oldu. Etienne ilerideki karaltıyı göstererek sordu: "Ocak, değil mi?" İhtiyar arabacı cevap veremedi, şiddetli bir öksürük kendisini iki büklüm etmişti. Sonunda bir iki kez tükürüp yutkunduktan sonra: "Evet, ocak, Voreux ocağı..." dedi. Germinal O sırada arabalar boşalmıştı. İhtiyar kamçısını kullanmadan arabaların arkasından yürüdü; iri san at ise, tüyleri yeni bir rüzgâr sağanağı ile havalanmış, arabalan rayların ortasından yalnız başına çekiyordu. Voreux artık seçilebilmeye başlamıştı. Ateşin önünde, kan içindeki ellerini ısıtan Etienne maden ocağını, hangarlan, kuyunun kulesini, makine dairesini, boşaltma tulumbasının iskelesini görebiliyordu. Bir çukurun dibine gömülmüş olan ocak, basık tuğla binalan, ve bacası ile, ona dünyayı yemek için oraya çökmüş