1
Alex Loria son atış için hazırdı. Sarı-mavi forması terden sırılsıklam olmuştu. Sarı saçları alnına düşüyordu. Yüzünde sayı yapacağından emin birinin bakışları vardı. Takımın kaptanı oydu. Maçın son dakikasında iki serbest atış hakkı kazanmıştı. İlk atış, hedefini bulmuştu. Çember-pota-çember-basket. Sıra son atıştaydı. Kaçırmamalıydı. Alex ellerini şortuna kuruladı ve topu kendisine veren hakeme gözlerini dikti. Ona faul yapan ve karşılarındaki okulda öğrenci olan çocuğa buz gibi bir bakış attıktan sonra son atışa yoğunlaştı. Kendi kendisini cesaretlendirmek için, “Bu sayıyı da atalım ve maçı kazanalım, haydi Alex,” diye mırıldanırken bir yandan da başını önüne eğmiş, topu sektiriyordu. Takım arkadaşları sessiz ve gergin bir şekilde, zıplamaya hazır bekliyorlardı. Şans için yapılan geleneksel üç sektirmenin sesi okulun spor salonunda yankılandı. Yalnızca dostluk maçıydı, ortalıkta ne flamalar sallayan anne babalar ne de sahanın kenarında patlamış mısır atıştıran çocuklar vardı. Ancak kimse kaybetmekten hoşlanmazdı. Özellikle kaptanlar. Aniden o boşluk hissi belirdi. Bacakları gevşedi. Sırtında bir ürperti dolaştı. Görüşü bulanıklaştı. Takım arkadaşlarının ve rakiplerinin şaşkın bakışları altında Alex dizlerinin üzerine çöktü. Elini sahanın sentetik zeminine uzattı. Nefes nefese kalmıştı. Hissediyordu. Tekrar olmak üzereydi.
“Sofraya gelmeyi düşünüyor musun?” “Bir dakika, anne!” “Yirmi dakikadır ‘bir dakika’ diyorsun, kıpırda!” Jenny Graver öfleye püfleye kafasını sallarken bir yandan da MacBook Pro’sundaki açık programları kapıyordu. Kafasını kaldırıp duvardaki saate baktı. Sekizi çeyrek geçiyordu. Annesinin ses tonu başka bir gecikmeyi kaldıracak gibi değildi. Jenny ayağa kalkıp çalışma masasının üzerinde asılı duran aynaya göz attı. Kestane rengi, dalgalı saçları profesyonel yüzücülere has geniş omuzlarının üzerine düşüyordu. Henüz on altı yaşında olmasına rağmen Jenny’nin zengin madalya koleksiyonu vardı ve bu madalyalar Graver’ların villasının alt katındaki koridorun duvarlarını süslüyordu. Galibiyetleri babası Roger’ın gururuydu. Roger’da Melbourne’de kendi döneminin oldukça tanınmış yüzücüsü, eski bir şampiyondu. Jenny odasından çıkıp ellerini yıkamak için banyoya doğru ilerledi. Rostonun cazip kokusu merdivenleri aşıp yukarıya ulaşmıştı. Ve birden yine o his belirdi. Artık bu hissi çok iyi biliyordu.
Görüşü bulanıklaştı, ayakta kalabilmek için lavabonun kenarına tutunup iki adım atmaya çalıştı. Vücudu birdenbire boş bir çuvala dönüşmüştü, sanki kollarının dışındaki tüm kaslar beyninden gelen emirlere cevap verme yeteneğini kaybetmiş gibiydi. Tekrar olmak üzereydi.
“Neredesin?” Ses gürleyerek beyin zarını deldi. Sessizlik. Uzaktan gelen bir inilti duydu, uçurumun dibinden gelen bir çığlık gibi korkutucu ve endişe vericiydi. “Nerede yaşadığını söyle bana?” “Mel…” Jenny yanıt vermeye çalıştı ancak kelime yarım kaldı. “Seni duyabiliyorum… Nerede yaşadığını öğrenmeliyim.” Alex’in ağzından çıkan her hece beynine saplanan bir iğne gibiydi. Acı dayanılmaz bir hal almıştı. Cevaba çocukça kahkahalar ve çığlıklar eşlik ediyordu. Her şey kafasının içinde bir girdap gibi dönüyordu, duyguları karmakarışıktı. Ancak o kelime bütün karışıklığı aşarak hedefine ulaştı. “Melbourne.” Her şey karanlığa bürünmeden önce son duyduğu bir erkek sesi oldu. “Seni bulacağım.”
Melis ÜNLÜ: http://kordugumhayaller.blogspot.com/