GİRİŞ
Yıl 1067 Kastilya - İspanya Zaragoza - Grau Köyü yakınları
Savaş alanı derin bir sessizliğe bürünmüş, çadır önlerinde nöbetçiler ve yanan ateş dışında hareketli varlık kalmamıştı. Uçsuz bucaksız alanda, çadırların içinde tavşan uykusuna yatmış binlerce askerin bu kadar sessiz olması inanılmazdı. Ordu iki gün önce gelip buraya yerleşmiş ve savaşmaya hazır konumuna geçmişti. Ortadaki büyük ve gösterişli çadır, ordu komutanı ünlü Karanlık Şövalye El Faris Kayran’a aitti. Asıl adı Rafael Leonidas De Fernandez olan genç adama, Endülüs dilinde verilmiş bir isimdi bu. Rafael gecenin geç saatlerinde yatağına uzanmış ve çıplak gövdesini postlarla örtmüştü. Şu an aklında sadece başlaması an meselesi olan savaşla ilgili taktikler ve oluşturması gereken düzen vardı. Zaragoza topraklarında yer alan Berberi Graus kasabasını Aragonlu I. Hernan kuşatmıştı. Kastilya birlikleri haberi alır almaz Rafael’in kumandanlığında harekete geçmiş ve iki gün önce kasaba surlarının çevresini sarmış olan Aragon birliklerinin arkasındaki tepenin eteklerine yerleşmişlerdi. Her iki krallığın birlikleri de, karşıdaki orduyu tartıyor ve savaş taktikleri geliştiriyordu. Genç adam saten yastıklar ve ipek atlasların üzerinde sıkıntıyla sırtüstü uzanmıştı. Ortadaki direğe asılı mum, çadıra loş bir aydınlık veriyor ve köşeleri gizemli bir karanlığa boğuyordu. Bir anda çadırın arka bölümünden öylesine hafif bir sürtünme sesi geldi ki, keskin bir kulağa sahip olmasa ya da uyuyor olsa asla fark edemezdi. Gözlerini kapayıp uyku pozisyonunu aldı ve kirpiklerinin arasından, çadırı keserek içeriye giren gölgeyi izlemeye başladı. Aptal nöbetçi uyuyor olmalı! diye düşündü ve tepki vermemek için dişlerini sıktı. Ufak tefek gölge öyle sessiz yürüyordu ki, onu duymakta zorlanıyordu. Başında miğfer ve üzerinde oldukça hafif görünen bir zırh vardı. Gölge, yatağına yaklaşıp elinde parlayan bir kılıçla başına dikildi. Genç adam kılıcın havaya kalkıp göğsüne doğru inmesine tepki olarak, karşısındakine doğru hızla hamle yaptı ve tekmesini onun karnına gömdü. Gölgeden sadece hafif bir inleme sesi geldi ve sırtüstü düşmek üzereyken çevik bir hareketle doğruldu. Cüsse farkı bariz olarak ortadaydı. Rafael için onun işini bitirmek çocuk oyuncağıydı. Ayrıca böyle ufak tefek birinin gece tüm orduyu ve nöbetçileri atlatıp çadırına gelmesi, ardından herkesin adını duyunca bile korkuyla ürperdiği, kaçmak için ölümü bile göze aldığı Karanlık Lordu öldürmeye kalkışması akıl sağlığının yerinde olmadığını net bir şekilde gösteriyordu. Karşılıklı ayakta duran iki düşman, birbirlerinin hamlelerini tahmin etmeye çalışarak, küçük adımlarla birbirlerinin çevresinde dönmeye başladılar.
Genç adam çırılçıplak olmaktan rahatsız değildi ve gayet rahat bir şekilde düşmanını istediği yere çektikten sonra öyle hızlı uzanıp direkte asılı duran kılıcını aldı ki, rakibi şaşkınlıkla duraksadı. Biraz önce silahsız olan düşmanının şimdi karşısında kılıçla dikiliyor olması, hamlesini iki defa düşünmesine neden olmuştu muhtemelen. Çadırda, sığ nefeslerin dışında sessizlik hâkimdi. Genç adamın elinde ünlü kılıcı Roya vardı. Suriyeli bir ustanın yaptığı bu kılıca, düşmanları yıldırım anlamına gelen Roya diyorlardı. Saldırganının gözleri de kılıçtaydı. Genç adamın sakin ve sessiz bir şekilde elindeki kılıcı sallayarak çevresinde dönmesi üzerine, tamamen siyahlar giyinmiş ve bir yılan kadar çevik hareket eden gölge, kılıcıyla saldırıya geçti. Ancak ne olduğunu bile anlayamadan, elindeki kılıç uçup yerdeki döşemeyi delerek toprağa saplandı. Bir an sonra kendisini sırtüstü yerde yatarken buldu. Göğsüne basmakta olan genç adamın kılıcı ise boğazındaydı. “Aragon askeri misin?” Konuşurken Kayran’ın nefesi bile değişmemişti. Ayağının altında yatan bedenden hiç ses çıkmadı, sadece göğsündeki ayağı her nefes aldığında onunla beraber inip kalkıyordu. “Sana bir soru sordum, asker. Cevap ver! Ya da ne olduğunu anlamadan işini burada bitireyim. Seni kim gönderdi, Hernan mı?” Cevap koca bir sessizlikti. Genç adam dişlerini gıcırdattı. Sesi ayaz kış gecelerini bile aratacak kadar soğuk ve sertti. “Konuşmayacaksın demek! Bakalım işkence karşısında da böyle susabilecek misin? Bu konuda işinin ehli adamlarım var, seni şafak sökmeden konuşturacaklarına eminim.” Gürlemesi ya da daha çok kükremesi dışarıdaki asker kadar ayağının altında yatan esirini de sıçrattı. “Nöbetçi!” Çadırın perdesi aralandı ve içeriye en az genç adam kadar iri yarı bir asker girdi. Komutanının ayağının altında yatan bedeni görünce renk değiştirdiği loş ışıkta bile belli oluyordu. “Al bu pisliği götür. Şafağa kadar kimdir, nedir konuşturun. Hernan’ın ordusuyla ilgili öğrenebileceğiniz ne varsa tek tek alın ağzından. Ayrıca asker, yaptığın bu hatanın cezasını da sabah vereceğim.” Asker suçlu bir yüzle gelip eğildi ve yerde yatan düşman askerini kolundan tutup çekti. Hareketsiz olan beden, birden atik bir tavırla kurtulmaya çalıştı ve askerle boğuşmaya başladı. Askerin iri yarılığı yanında bir çocuk kadar ufak tefek kalması Rafael’i kuşkuya düşürdü. Aptal Hernan, onu öldürmek için bir çocuk mu göndermişti yoksa? “Dur!” Asker verilen otoriter emir karşısında durdu, ama esiri bir türlü durmuyordu. Sonunda onun iki kolunu arkasında birleştirip hareket etmesini engelledi. Yavaşça çocuğa yaklaştı ve başındaki miğfere uzanırken bir taraftan da söyleniyordu.
“Bu kadar küçük bir beden ancak bir çocuğa ait olabilir. O şerefsiz, seni buraya göndererek ne halt ettiğini sanıyor?” Miğferi büyük bir hızla çekip aldı ve karşısında beliren yüze inanamayarak baktı. Miğferin altından dökülen alev alev kızıl uzun saçlar, mum ışığında parlayarak zırhın üzerine döküldüler. Kollarını kurtarmaya çalışan kız, uzun kirpiklerini kaldırdı ve yay gibi kaşlarının altından saçlarından bile daha fazla yanan yeşil gözlerindeki büyük nefretle genç adama baktı. Bu bakışlar eğer kılıç olsaydı, Rafael çoktan ölmüş olurdu. Kızda Çingene kanı olduğu öyle belliydi ki, hiçbir Aragonlu, Leonlu, Endülüslü veya Kastilyalı’da bu renk saçlar ve böylesine karşısındakini içine hapseden yeşil gözler olamazdı. İspanya, kara gözlü siyah saçlı ve esmer insanların ülkesiydi. Fakat karşısında bulduğu bu güzellik tamamen sıra dışıydı. “Bak sen şu işe, Hernan bir kadından medet umar hale gelmiş. Çok etkilendim doğrusu. Kimsin sen? Hernan’ın, etekleri arkasına saklandığı fahişesi mi?” Kız, küçük ama dolgun pembe dudaklarının arasından bir ağız dolusu tükürüğü aniden genç adamın suratına püskürttü. Askerin tokat için kalkan elini, genç adam bir hareketiyle durdurdu ve uzanıp direkte asılı olan bez parçasıyla yüzünü sildi. Sonra yatağa yönelip, aldığı bir örtüyü beline doladı. Tekrar yanına yaklaştığında kızın gerginliği o kadar barizdi ki, bunun korkudan kaynaklandığını düşünüp gülümsedi. Çenesindeki gamze iyice çukurlaştı ve kızın gözlerinin oraya takılmasına neden oldu. Sesi yemeğiyle oynayan tok bir aslanın mutlu hırlaması kadar kendinden emin ve sakindi. “Düşündüm de, onun ifadesini kendim almaya karar verdim. Çadır direğine bağla ve sonra dışarı çık.” Kızın gözlerinde ilk defa korku gördüğüne yemin edebilirdi. Asker kızı iterek, çadırı ayakta tutan ortadaki kalın direğe ellerinden bağladı ve selam vererek dışarı çıktı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş olan genç adama diktiği gözleriyle ölüm saçan Keira Destina, onun hükmedici gücünü iliklerine kadar hissetti. Böylesine genç olduğunu tahmin etmemiş, daha yaşlı bir adamla karşılaşacağını ummuştu. Ama bu adam onu iki parmağıyla bile öldürebilecek kadar güçlü görünüyordu. Kara gözlerinde hiçbir anlam yoktu. Bakışlarına maruz kalanları içine çekip, karanlığında boğacak iki kuyu kadar dipsiz görünüyorlardı. Uzun abanoz rengi saçları, yıldızlı bir gökyüzü gibi mum alevinde ışıldıyordu. İkisi de konuşmadan birbirini incelerken, nihayet ilk cümle genç adamdan geldi. “Belki de ben senin o güzel vücuduna sahip olmadan önce konuşmaya başlarsın, Raeesah1 .”
1
Prenses