Gözlerinin Esareti by Jennifer Royce

Page 1


BÖLÜM 1

1055 Kastilya- İspanya Vivar - Burgos yakınları

“Hey, Rafael! Peder Lucio bizi çağırıyor.” On beş yaşındaki iri yapılı, kaslı, uzun boylu ve esmer delikanlı elindeki kılıcı samandan yaptığı korkuluğun tasvirlediği hayali düşmana sapladı ve dönüp kuzeni Anton’a baktı. “Ne istiyormuş, bir şey söyledi mi?” Anton ona ‘bilmiyorum’ bakışı atıp geri döndü. “Gidince göreceğiz.” Rafael kılıcı çıkarıp beline taktı ve yürüyerek uzaklaşan Anton’a yetişti. “Peder gizemli işlere bayılıyor. Güya din adamı ama davranışları hiç de kendini tanrıya adayan bir adamın davranışları gibi değil.” Anton onun bu söylediklerine karşılık kızgın ve kınayan bir bakış attı. “Peder Lucio tanıdığım en iyi din adamı, durup dururken böyle konuşmanı anlamıyorum.” Rafael onu umursamadan, yürümesine devam etti. “Ondan neden hoşlanmadığını bilmiyorum. Her zaman bize karşı koruyucu davranmıştır,” diye ekledi Anton cevap vermesini beklemeden. Rafael ona hak veriyordu. Lucio vaftiz babasıydı ve büyürken hep yanlarında olmuştu. Babasının bitmek tükenmek bilmeyen işleri arasında saraydan ayrılamadığı zamanlarda, en büyük desteği ondan almışlardı. Kılıç kullanmayı ve dövüşmeyi, kendini savunmayı ondan öğrenirken, Lucio da bu çocuğun kara öfkesini, acımasızlığını ve hırsını fark etmişti. Sürekli kendisini törpülemeye çalışan pedere karşı içinde oluşan isyanı bastıramıyordu. Bütün bunlardan haberi olmayan Anton ise hâlâ ona karşı pederi savunuyordu. Pederin kasabanın girişinde olan evine geldiklerinde, Rafael sabırsızca çevresine bakındı. Lucio görünürde yoktu ve yapması gereken birçok iş varken burada oyalanmak istemiyordu. Peder evin arkasından çıkıp yanlarına gelirken, aslında onun daha çok bir savaşçıya benzediğini düşündü. Bir doksan boyu, kır düşmüş sakalı ve saçları, devasa cüssesiyle eski zaman şövalyelerine benziyordu. Lucio onlara yaklaşıp, kendisini takip etmelerini işaret ederek duraksamadan yanlarından geçti. Anton ve Rafael şaşkınlıkla birbirlerine bakıp, pederin peşinden yürümeye başladılar. Rafael yolu geçip çayırlığa geldiklerinde, çitle çevrilmiş alan içinde otlayan atları görünce hayranlıkla derin bir soluk aldı. Koşarak çitlere yaklaşıp onların muhteşem güzelliklerini gözleriyle içti.


Tanrım, bunlar o atlardı; geçen ay yabani at sürüsünü kovalamışlar ama birini bile yakalayamamışlardı. Beş at çimenlik alanda otluyor ve sanki asaletlerini sergiler gibi koşturarak şaha kalkıyordu. Başını çevirip Anton’a baktı. O da kendisi gibi hayranlıkla atlara bakıyordu. Lucio, iki delikanlının kendinden geçmiş görüntüleri karşısında gülümsedi. “Eee, ne düşünüyorsunuz?” Rafael bir hayranlık ıslığıyla tepkisini verdi. “Peder, bunlar harika! Nasıl yakaladınız?” Lucio kollarını yaslayıp çitlere dayandı. “Biraz uğraştırdılar ama yakalamayı başardık. Artık ikinizin de bir at sahibi olması gerekiyor. Hadi, birer tane seçin.” Çocuklardan ses gelmeyince başını çevirip baktı. Her ikisinin de, ağızları açık ve gözleri iri iri olmuş bir halde kendisine baktıklarını gördü. Gülmesini saklamaya çalıştı. “Bize… at mı… veriyorsun?” Anton’un kesik kesik sorduğu soruyu desteklermiş gibi, Rafael de delice bu cevabı duymayı bekliyordu. Lucio, sonunda bütün dişlerini gösteren bir sırıtışla başını salladı. “Evet. Hadi, bundan sonra en büyük yoldaşınız olacak atı seçin.” “Hangisini istersek mi?” Bu soru hâlâ inanamayan Rafael’den gelmişti. Peder başını salladı. “Hangisini isterseniz seçebilirsiniz. Yalnız baştan anlaşalım, atları ehlileştirmek tamamen sizin sorumluluğunuzda, ben asla karışmam.” Delikanlılar o anda, ne dese veya istese kabul edecek durumdaydılar ve heyecanla başlarını sallayıp gözlerini atlara çevirdiler. Rafael gözleriyle çayırlık alanda dolaşan atları taradı ve nihayet aradığını buldu. Parmağıyla işaret ettiği atın muhteşem görüntüsünden bir an bile gözlerini ayırmadan “İşte o! Onu istiyorum. Siyah olanı,” dedi. Lucio, onun gösterdiği atı görünce kaşlarını çattı. “Emin misin? O at sürünün lideri, üzerine binmene izin vermeyebilir.” Sesi sertti. Rafael inatla omuzlarını dikleştirdi.


“Olsun, ben onu istiyorum.” Lucio onun kararlılığı karşısında homurdandı. “Daha sonra bana ağlayarak gelip değiştirmek istemeyeceksin ya da düşüp bir yerini kırdığında mızmızlanmayacaksın,” derken sesindeki memnuniyeti saklamıştı. Rafael öfkeli gözlerini pedere dikti. Sesi genç bir adam kadar tok ve sertti. “Ben asla mızmızlanmam, bunu biliyor olman gerek.” Lucio sadece başını çevirip seçilen vahşi ata baktı. At, simsiyah bir gece gibiydi. Güneş altında pırıldayan uzun yelesi ve kuyruğuyla, zarif bacakları üzerinde asil bir şekilde koşuyordu.

“Göreceğiz evlât. İyi bir seçim mi yaptın, yoksa aptalca bir gurura mı kapıldın, bunu yakında göreceğiz.” **** Rafael eve dönerken içinin heyecanla dolduğunu hissediyordu. Gelecek yıl bir asker olmak için saraya gönderilecekti. Oraya giderken altında kendi atının olması kesinlikle gurur verici olacaktı. Ormandan geçerken, yolunu değiştirip gölde yıkandıktan sonra eve gitmeye karar verdi. Göle yaklaştığında, birinin yüzmekte olduğunu görerek ağaçların gölgesinde durdu ve izlemeye başladı. Bu bir kızdı. Uzun kulaçlarla yüzerken, sarı saçları suyla birleşip güneşin altında altın pırıltılar saçıyordu. Kız tekrar suya dalınca, onun çıplak olduğunu fark eden Rafael derin bir soluk aldı. Kasıklarında oluşan ağrı onu rahatsız etti, bu zamana kadar hiçbir kadınla yatmamıştı. Kız, kıyıya doğru yüzmeye başlayınca onu görme beklentisiyle daha da arzuyla doldu. Bu kimdi? Sudan çıkan kız, saçlarını sıkarak suyunu attı. Bu arada bembeyaz bedeni, delikanlının gözleri önüne serilmişti. İzlendiğini hissederek, başını kaldırıp gözleriyle çevreyi taradı ve ağacın altında duran Rafael’i gördü. Herhangi bir utanma belirtisi göstermeden ve gözlerini delikanlıdan ayırmadan uzanıp giysilerini aldı. Rafael kanının hızlı akışından rahatsız, kızın verdiği cesaretle ona doğru yürümeye başladı. Arzu tüm bedenine yayılmıştı. Kız kıyafetini giyemeden, gelip önünde durdu ve gözleriyle hiçbir ayrıntıyı atlamadan tüm bedenini inceledi. Yirmili yaşlarda ve oldukça güzeldi. Rafael hayranlıkla yutkundu. Genç kız, karşısında duran yakışıklı delikanlının kim olduğunu biliyordu. Baron Diego De Fernandez’in biricik oğlu. Delikanlı, yanında devasa duruyordu ve gözleriyle onu yiyordu. Rafael elini uzatıp, kızın boynundan göğüslerine doğru süzülen bir damlayı parmağıyla takip etti. Parmakları göğüslerine geldiğinde, bir süre orada oyalandı. Kızın ağzından kaçan bir inleme Rafael’i ateşledi ve uzanıp onu kendine çekti. Gözleri onun da isteyip istemediğini anlamak için gözlerine dikildi. Cevabı kızın açılan dudakları verdi ve bu işaret ona fazlasıyla yeterdi. Dudaklarına kapanarak, tüketircesine talan etti. Kızın bedeni duyduğu arzuyla titrerken, kendilerini yeşil çimenlerin üzerine bıraktılar. Rafael soluk soluğa üzerindeki tuniği çıkarıp, fazlalıklarından kurtuldu ve kızın üzerine kapandı. Bütün vücudunu keşfederken, kendini kızın içine itti ve arzudan durmak üzere olan kalbini dinlendirmek için bir an bekledi.


Daha sonra ormanda derin inlemeler ve haykırışlardan başka hiçbir şey duyulmaz oldu. *** Kaleye doğru yürürken hâlâ kendine gelememişti. Bugün hayatının ilklerini yaşamış ve artık bir erkek olmuştu. Uzaktan kale burçları görününce, fazlasıyla geç kaldığını batan güneş altında parlayan taşların görüntüsünden anladı. Çok güzel, ulaşılmaz ve sağlam görünüyordu. Kastilya zaten kale ve şatoların ülkesiydi. O kadar çok kale vardı ki, adını da bu sonsuz muhteşem kalelerden almıştı. Adımlarını hızlandırdı ve yiyeceği fırçaya kendini hazırlamaya çalıştı. Kale kapısından geçtiğinde gördükleriyle adımları yavaşladı. Annesinin kızgın bir şekilde kapıda beklediğini görünce duruşunu bozmadan ona doğru ilerledi. Çok güzel bir kadındı. Simsiyah saçları ve ceylan gibi bakan iri siyah gözleri ile karşı konulmaz görünüyordu. Babası, bu kadar güzel bir kadını burada bırakıp, günlerce nasıl sarayda kalabiliyordu, anlamıyordu. Ablası Maya annesine benziyordu. Kadının bütün güzelliği adeta ona geçmişti. Rafael’in görünüşü ise daha çok babasına benziyordu. Karakter olarak da Maya ailesi gibi sessiz, sakin bir yapıya sahipken, Rafael’in hırçınlığını ve kara öfkesini kimden aldığı bilinmiyordu. Arella, ince narin bedeninden beklenmeyen bir öfkeyle delikanlıyı azarladı. “Saatlerdir ortada yoksun! Bana söz verdiğin hiçbir işi yapmadın, Manuel’in odunları kıracak kadar genç olmadığını biliyorsun. Akşam neyle yemek pişecek diye hiç düşünmeden serserilik ediyorsun. Baban yokken, evin erkeği olarak bizimle böyle mi ilgileneceksin?” Annesinin haklı olduğunu biliyordu, ama olanları ona anlatıp af dileyemezdi. Böyle zamanlarda öfkesini içine gömüp sessizce söylenen işi yapması gerektiğini daha önceki tecrübelerinden öğrenmişti. Duvara dayalı baltayı aldı ve dönüp ahırların arkasındaki odun yığınına yaklaştı. Kaldırıp indirdiği her darbeyle dağılan odunlar küçük bir tepe oluşturunca baltayı bıraktı. Odunları büyük bir sepete yükleyip omuzladı ve eve doğru yürüdü. Mutfağa girdiğinde aşçının söylenmesine aldırış etmeden, sepeti ocağın yanına bıraktı. Aşçı Juana onun bu ifadesiz tavrına öfkeyle söylendi. “Genç efendi dışarıda serserilik yapıyor, evdeki herkes yemek bekliyor, sonra da kabak Juana’nın başına patlıyor.” Rafael, bu konuda yeterince azar işittiğini düşünerek mutfaktan çıktı. Evlerinde neden hep yaşlı insanların çalıştığını anlamıyordu. Bütün işleri o yapacaksa, hizmetçiye ne gerek vardı ki? Dışarıya çıkıp kuyudan su çekmek için kovaları aldı ve mutfağa kovalarca su taşıdı. Juana’nın “Yemek hazır,” diyerek seslendiğini duyunca yemek salonuna girdi. İçeride Lucio, Anton, annesi ve ablası Maya masaya oturmuş, onu bekliyorlardı. Sessizce başıyla selam verip yanlarına oturdu. Edilen duadan sonra yemeğe başladılar.


“Diego bu hafta gelecek mi, Arella?” diye sordu peder. Annesi, ekmek sepetini uzatırken bilmiyorum anlamında omuz silkti. “Fransa’da görüşmelere katılacağını biliyorum, ama dönüş tarihiyle ilgili herhangi bir şey söylemedi.” Lucio, kadının yalnız başına mücadele etmesine kızıyordu, ama bunu sesine yansıtmadı. “Yeni bir krallık, sürekli hareket gerektirir. Kral Armando’nun Diego gibi kıymetli, çevresinde güvenebileceği adamlara ihtiyacı var.” “Biliyorum Lucio ama artık çocuklar büyüdü, bazı ihtiyaçları var. Benim karşılayamayacağım ihtiyaçlar.” “Ben ne güne duruyorum, söyler misin? Ne ihtiyacınız varsa ben halledebilirim.” “Biliyorum, peder. Sen her zaman yanımızdaydın. Ailem adına sana minnettarım.” “Bana teşekkür et diye söylemedim tüm bunları.” Rafael annesi ile pederin konuşmalarını dinlerken, Maya ve Anton sessizce yemeklerini yiyorlardı. Anton, Rafael’e pek benzemezdi. Tamam, dış görünüş olarak o da esmer, siyah saçlı ve siyah gözlüydü ama karakter olarak kesinlikle çok zıtlardı. O uysal, bağışlayıcı, arabulucu ve hoşgörülüydü. Yani Rafael’de olmayan bütün iyi meziyetler Anton’da mevcuttu. Bir nevi birbirlerini tamamlıyorlardı. Rafael, yemek biter bitmez masadan kalktı ve herkese iyi geceler dileyerek odasına çıktı. Arkasından endişeyle bakan annesi, Lucio’ya döndü ve “Nesi var bu çocuğun?” diye sordu. Lucio kadını teselli eder bir sesle eline dokundu. “Büyüyor, bir yetişkin oluyor, hepsi bu.” Kadın kahırlı bir şekilde “Her şeyi çok ciddiye alıyor ve bu durum beni endişelendiriyor. Babasının burada olmadığı zamanlarda, ona yetemediğimi hissediyorum,” derken sesi de hislerini yansıtıyordu. Lucio, ne dese onun bu endişeden kurtulamayacağını biliyordu. “Sen de her şeye endişeleniyorsun. Onu, kendi haline bırak.” Kadın, içini çekerek kabullendi. Asil ve sarayla içli dışlı olmalarına rağmen, köyde herkes Fernandez ailesini kendilerinden görüp, saygıyla davranırlardı. Bu nedenle Rafael, saray ve köy arasında büyümüştü. Sarayda Prens Rodolfo’ya arkadaşlık edip saray kurallarını öğreniyor, köyde ise yaşıtı çocuklarla oynayıp çocukluğunun tadını çıkartıyordu. Tüm bu imkânlara rağmen, delikanlı asi bir mizaca sahipti. Rafael bugün yaşadıklarından sonra bedenen ve ruhen değiştiğinin farkında değildi. Odaya girer girmez kendini yatağa attı. Yattığı yerden, pencereden görünen gökyüzüne bakarken, bir gün yıldızların kaybolduğu sınıra kadar gideceğine yeminler etti. Kontrolü altına alamadığı özgürlük duygusunun hırçınlığını dindirinceye kadar durmayacaktı.


Aragon Krallığı - La Ribagorza yakınları Küçük kız, köpeğin peşinden koşarak ormana girdi. Babasının haberi olmadan, onu bir an önce yakalayıp geri dönmesi gerekiyordu. Ağaçların arasında kaybolan köpeği merak ederek oraya yöneldi. Köpek odadan kaçtığından bu yana yakalamak için uğraşıyordu. Babası bir daha ortada görürse öldüreceğini söylemişti ve ona bir şey olmasını asla istemiyordu. “Rex! Geri dön lütfen, başımızı belaya sokacaksın.” Nefes nefese çalıları aralayıp, aralarından geçti. Bu arada elleri ve bacakları çizilmişti. Rex’ten eser yoktu, seslenmelerine de cevap vermiyordu. Ağaçların arasında küçük bir alandaydı ve köpek her yere girmiş olabilirdi. Alev rengi saçının bağı kaybolmuş ve bukleleri dağılmıştı, yeşil gözleri korkuyla doldu. Sesi titreyerek yalvardı. “Rex, lütfen! Sen benim tek dostumsun, beni bırakma!” Yere çöküp ağlamaya başladı. Babası onu öldürecekti, aptal köpek bunu neden anlamıyordu? Tabii Leya da buna çok sevinecekti. Hepsinden nefret ediyordu; zavallı annesini üzen babasından, babasının yeni karısı Rea’dan ve üvey kız kardeşi Leya’dan. “Hepinizden nefret ediyorum!” Çığlık çığlığa bağırırken, sesi ormanda yankılandı ve sonra yavaşça kayboldu. Hava kararmaya başlamıştı. Eğer Rex dönmezse ne yapacaktı? Belki de onu burada bırakmalıydı. Babasının onu öldürmesini bekleyerek kalede yaşamasındansa, ormanda kalması en iyisiydi. En azından burada kimse ona zarar veremezdi. Kalktı ve eve doğru yürümeye başladı, ama gelirken nereden geçtiğini hatırlamıyordu. Her yer birbirine benziyordu. Dönüp dururken hava iyice karardı ve gittiği yeri bile göremez hale geldi. Annesi onu mutlaka merak etmişti. Ağlarken, her duyduğu sesle korkusu biraz daha artarak saklanabileceği bir yer aradı ve bulduğu bir ağaç kovuğuna girdi. Dizlerine sarıldı ve geceyi dinlemeye başladı. Gözleri kapanırken, Rex’in gelmesi ve annesinin onu bulması için Tanrı’ya dualar etti. Yanında duyduğu havlamayla ve yaklaşan seslerle gözünü açtı. Karanlık, meşale ışığıyla delinince gözlerini kırpıştırdı ve aydınlığın içinde babasının kızgın suratını gördü. Rex, yanına gelip yüzünü yaladı. Keira da ona sarılıp ağacın kovuğundan çıktı. Babası, yanında duran seyis Santos’a onu alması için işaret etti. Santos gelip kızı kucakladı ve kaleye doğru yürümeye başladı. Keira, babasının kızgın yüzünü görmemek için, başını Santos’un boynuna gömüp, gözlerini kapadı. Rex’in sesi arkalarından onları takip ettiğini gösteriyordu. Kızı o bulmuştu. Keira eğer bulunamasaydı, sabaha kadar ya donarak, ya da hayvanlar tarafından parçalanarak ölecekti. Kale kapısından girdiklerinde, annesi ağlayarak onlara doğru koştu. Santos’un kucağından kızını alıp, ona sarıldı. Zavallı kadın perişan görünüyordu. Kızının kaybolmasının yanında, bir de baronun öfkeyle köpürerek çevresine zarar vermesinden endişelendiği açıktı


“Özür dilerim, anne, çok özür dilerim. Ama Rex kaçınca onu bulmak zorundaydım. Daha sonra kayboldum ve o beni buldu.” Babasının sert ve haşin sesi, kalenin avlusunda gürlediğinde korkuyla yerinden sıçradı. “O lanet olası köpeğin peşinden mi gittin? Sana kaç defa, Onu kalede dolaşırken görmeyeceğim! demedim mi? Santos, git ve bana kılıcımı getir.” Keira, dehşetle açtığı gözlerini babasına dikip baktı. Yeşil gözlerindeki yalvaran ifade, çocuk masumiyetinin içinde parlıyordu. Zalim bir yetişkinin bu saflığı görebilmesi mümkün değildi. “Hayır baba, hayır!” Santos’un getirdiği kılıcı alan Salvador, çevrelerinde dönmekte olan Rex’i yanına çağırdı. Köpek sevgi dolu bir coşkuyla dilini çıkararak adama yaklaştı. Keira’nın çığlıkları avluyu doldururken, hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı Rex, göğsüne giren kılıçla şaşkın şaşkın baktı ve yere düştü. Keira çılgınlar gibi kendini kurtarmaya çalışıyor, ağlıyor, çığlıklar atıyordu ancak annesi sıkı sıkı sarılıp onu bırakmadı. Salvador, Santos’a dönüp, köpeğin leşini alıp kaleden uzaklaştırmasını söyledi. Ağlamaktan ve çırpınmaktan baygın düşen kızını kucaklayıp, kalenin üçüncü katında bulunan odalarına götüren Felisa, gözlerinden birbiri ardına dökülen yaşlarla onu yatağa yatırdı. Zavallı kızı, böyle bir gaddarlığı hak etmiyordu. Onu böyle sevgisiz bir ortamda büyütmeyi hiç istememişti, ama hem gidecek yeri yoktu, hem de Salvador asla gitmesine izin vermezdi. Kızının üzerini örtüp, şöminenin önüne oturdu. Daha otuz beş yaşındaydı ama kendisini ihtiyarlamış gibi hissediyordu. Keira’nın doğumundan sonra bir daha çocuk sahibi olamayacağı anlaşılınca, kocası onu boşamış ve Rea ile evlenmişti. Bir varis istiyordu. Rea’nın da bir kızı olmuştu, fakat henüz gençti ve pek çok çocuğu olabilirdi. Felisa’yı asıl kahreden şey, Salvador’un artık Keira’yı görmezden gelmesi, itip kakması ve sevgisini esirgemesiydi. Sevgi duygusundan mahrum bir adamın, kızından sevgiyi esirgemesi düşüncesi bile komikti. Adam karısını bırakırken, kızını da bir çırpıda silip atmıştı. Gitmek için çok yalvarmıştı ama Salvador onun hiçbir yere gidemeyeceğini, buna cüret ederse de onu ve Keira’yı öldüreceğini söylemişti. Şimdi burada, küçük kızını boğan ve çocukluğunu yaşamasına izin verilmeyen bu kalede, her gün biraz daha onu kaybettiğini bilerek yaşamak çok zordu. Dönüp, yüzü gözyaşlarıyla ıslanmış ve hâlâ ara ara hıçkıran kızına baktı. “Özür dilerim, bir tanem. Seni böylesi bir yaşama mahkûm ettiğim için, özür dilerim...” Sonra oturduğu postun üzerinde, dizlerine sarılarak kızı gibi hıçkırıklarla ağladı.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.