Tabağımdaki son lokmayı yerken Tinker’ın yavaşça adımı söylediğini duydum. “Mutfaktayım.” Mutfağa geldiğinde rahatladığı yüzünden belli oluyordu. “Demek buradasın.” “Buraday ı m.” Kendini bir sandalyeye bıraktı. Saçı düzgün taranmıştı ve kravatında düzgün bir Windsor düğümü vardı, ama giysileri yorgunluğunu gizleyemiyordu. Şiş gözleri, tükenmiş enerjisiyle tıpkı ikizlerin doğumundan sonra fazla mesai yapmak zorunda kalan yeni bir babayı andırıyordu. “Nasıl geçti?” diye sordu çekingen bir tavırla. “İyiydi Tinker, Evey senin düşündüğünden daha güçlü. Düzelecek.” Biraz rahatlamasını, Eve’i rahat bırakmasını, olayları akışına bırakmasını söyleyecektim, ama kaza sırasında arabayı süren ben değildim ki. “Palm Beach’te bir büromuz var,” dedi kısa bir sessizlikten sonra. “Eve’i birkaç haftalığına oraya götürmeyi düşünüyorum. Sıcak hava, farklı bir çevre... Sence nasıl olur?” “İyi bir fikre benziyor.” “Biraz değişiklik Eve’e iyi gelir diye düşündüm.” “Bence sana da iyi gelir.” Yorgun bir gülümsemeyle karşılık verdi. Ortalığı temizlemek için ayağa kalktığımda boş tabağa terbiyeli bir köpeğin gözleriyle bakıyordu. Ona da yumurta yaptım. Çırptım, kızarttım, tabağa koydum, servis yaptım. Dolaplardan birinde açılmamış bir şişe şeri görmüştüm. Mantarını açıp ikimize de birer kadeh koydum. Şerilerimizi yudumlarken boşuna alçalttığımız seslerle konudan konuya atlayarak sohbet ettik. Florida’dan bahsederken konu oradaki Keys Adaları’na geldi. Tinker çocukken Hazine Adası’nı okuyup ağabeyiyle arka bahçeyi kazarak İspanyol altını aradığı günleri hatırladı. Bu da bize Robinson Crusoe okuyup gemimizin karaya oturması hayalleri kuruşumuzu anımsattı. Oradan konu, ıssız adaya düşerken cebimizde olmasını isteyeceğimiz iki nesneye geldi. Tinker mantıklı bir düşünceyle çakı ve çakmaktaşı istiyordu. Ben ise mantıksız bir düşünceyle bir deste kart ve Thoreau’nun Doğal Yaşam ve Başkaldırı kitabını istiyordum, her sayfasında sonsuzluğun bulunabileceği tek kitaptı. Bir an Max’in küçük lokantasında olduğumuzu, masanın altında dizlerimizin birbirine değdiğini, Trinity Kilisesi’nin çan kulesi etrafında martıların dönüp durduğunu, yeni yılın vaat ettiği bütün parlak ihtimallerin ulaşabileceğimiz mesafede olduğunu hayal ettik. Eski günler, derdi babam, öyle bir canına okur ki, bağırsakları sökülmüş balığa dönersin.
Tinker antrede yine iki elimi birden tuttu. “Seni görmek güzeldi Katey.” “Seni görmek de öyle.” Geriye doğru adım attığımda beni hemen bırakmadı. Bir şey söylemeye çalışır gibiydi. Ama konuşmak yerine, koridorun diğer ucunda Eve uyurken beni öptü. Zorlayıcı bir öpüş değildi bu, daha çok soru sorar gibiydi. Tek yapmam gereken ona birazcık yaklaşmaktı, yaklaşırsam bana sarılıvereceğini biliyordum. Ama bu durumda böyle bir hareket bizi nereye götürürdü ki? Ellerimi çekip bir avucumu pürüzsüz yanağına dayadım. Her şeye dayanabilen, her şeye inanan, her şeyi umut eden ve en önemlisi hepsine, çektiği acılara rağmen tahammül eden bir sabırla teselli buldum. “Tatlı bir adamsın Tinker Grey.” Asansör yaklaşırken kabloları vınlıyordu. Hamilton asansörün kapısını açmadan elimi indirdim. Tinker onaylar gibi başını sallayıp ellerini ceplerine soktu. “Yumurta için teşekkürler.” “Önemli değil. Pişirebildiğim tek şey yumurta zaten.” Tinker gülümsediğinde eski halinden izler gördüm. Asansöre bindim. “Yeni evinden bahsedemedik hiç,” dedi. “Gelip görebilir miyim? Haftaya mesela?” “Çok iyi olur.” Hamilton saygılı bir tavırla konuşmamızın bitmesini bekliyordu. “Tamam Hamilton,” dedim. Kapıyı kapatıp kolu çekince aşağı inmeye başladık. Katların geçişini izlerken ıslıkla bir melodi çalmaya koyuldu. İç Savaş’tan sonra zenci çocuklarına Washington, Jefferson gibi ülkenin kurucularının isimlerinin verilmesi moda olmuştu. Ama ilk kez merkez bankası yanlısı, düello sonucunda ölen bir kurucunun adının bir zenciye verildiğini görüyordum. Lobiye vardığımızda asansörden indim ve adının sebebini sormak için ona döndüm. Ama bir zil çaldı ve Hamilton omzunu silkti. Asansörün heybetli pirinç kapıları kapandı. Kapılara ejderha başlı bir arma kabartması işlenmiş, Beresford’un düsturu yazılmıştı: FRONTA NULLA FIDES. Görünüşe Aldanma. Doğru söze ne denir? Kış New York’u esir etmeyi üç hafta daha sürdürdü. Central Park’ta çiğdemler dondu. Ötücü kuşlar mantıklı bir kararla Brezilya’ya geri döndüler. Bay Tinker ise ertesi pazartesi, tek kelime bile etmeden Bayan Evelyn’i Palm Beach’e götürdü.
“Araba kullanmayı biliyor musun ki?” “Araba kullanmayı biliyor muyum?” Güneyli dilberler gibi konuşuyordu. “Dokuz yaşımdan beri babamın traktörünü kullanırım ben.” Anahtarı Tinker’ın elinden alıp arabanın etrafını dolaştı. Tinker yüzünde tereddütlü bir ifadeyle yolcu koltuğuna otururken Eve de sürücü koltuğuna yerleşti. Anahtarı kontağa takarken “Ne tarafa gidiyoruz?” diye sordu. “Elli İkinci Cadde.” Eve motoru çalıştırıp aracı geri vitese taktı. Otuz kilometre hızla kaldırımın kenarından uzaklaşıp arabaya çığlık attırarak durdu. “Eve!” dedi Tinker. Eve ona tatlı, sevimli bir gülümsemeyle baktı. Arabayı ileri vitese alıp On Yedinci Cadde’de hızla ilerlemeye koyuldu. Eve’in kendini kaybettiği, birkaç saniye içinde ortaya çıktı. Altıncı Cadde’ye saparken Tinker neredeyse direksiyonu tutacaktı. Ama trafikte zikzaklar çizerek ilerlerken akıcı, kesintisiz hareketler yapıyor, suyu yaran bir köpekbalığı gibi hızını belli belirsiz artırıp azaltıyor, her trafik ışığının zamanlamasını saniyesi saniyesine ayarlıyordu. İkimiz de, kendini daha büyük bir gücün ellerine bırakan herkesin yapacağı gibi, arkamıza yaslanıp sesimizi çıkarmadan, fal taşı gibi açılmış gözlerimizle oturduk. Kulüp 21’e gitmekte olduğumuzu ancak Elli İkinci Cadde’ye saparken anladım. Bu konuda Eve’in Tinker’ı köşeye sıkıştırdığı söylenebilirdi. Şık bir yer mi, daha şık bir yer mi, yoksa en şık yerlerden birine mi? Tinker ne diyebilirdi ki? Tıpkı Eve’in Tinker’a zaman zaman girdiğimiz yarı Rus bohem ortamla hava atmaya çalıştığı gibi, Tinker da muhtemelen bizi kendi New York’unu göstererek etkilemek istemişti ve Eve’in ruh hali nasıl olursa olsun başarılı olma ihtimali yüksekti. Restoranın önünde oyalanan limuzinlerin egzoz gazları, şişeden çıkan cinler gibi spiraller çiziyorlardı. Silindir şapkalı, paltolu bir vale arabanın kapısını açarken bir diğeri restoranın kapısını açıp dip dibe bekleyen Manhattanlılarla dolu lobiyi gözlerimizin önüne serdi. Kulüp 21 ilk bakışta çok şık bir yere benzemiyordu. Koyu renk duvarlar, resimli dergilerden koparılıp çerçevelenmişe benzeyen çizimlerle süslenmişti. Masaların üstü yıpranmıştı, çatal bıçak takımları ise ucuz bir lokanta veya üniversite yemekhanesininkiler kadar hantaldı. Ama müşterilerin seçkinliğini fark etmemek imkânsızdı. Erkekler ısmarlama takım elbiseler giymiş, göğüs ceplerine hiç kullanılmamış mendiller koymuşlardı. Kadınların üzerinde ise ağırbaşlı renklerde ipek elbiseler, boyunlarında inci gerdanlıklar vardı. Vestiyerdeki kızın önüne geldiğimizde Eve omuzlarını hafifçe Tinker’a doğru çevirdi. Bu fırsatı kaçırmayan Tinker onun mantosunu sırtından, pelerinini savuran bir matador gibi aldı.
Eve, elinde tepsiyle gezenler dışında restorandaki en genç kişiydi ve bunun tadını çıkarmaya kararlıydı. Son dakikada giydiği kıyafet yakası açık, kırmızı ipek bir elbiseydi. Göğüslerini en iy destekleyen sutyenin üzerinde olduğu belliydi, göğüslerinin üst kısmı siste bile on metreden görülebilirdi. Bu görünümü mücevherlerle bozmamaya karar vermişti. Eve, küçük, kırmızı lake bir kutuda mezuniyetinde alınan elmas küpeleri saklardı. O taşlar kulaklarında hoş bir şekilde ışıldar, gülümsediğinde gamzelerini tamamlardı. Ama böyle bir yere gelirken o küpeleri takmayacak kadar akıllıydı. Burada resmiyetle bir şey kazanamaz, her mukayeseyi kaybederdi kaybederdiniz. Hayatından bezmek için her türlü sebebi olan, ama hiç bezgin görünmeyen Avusturyalı şef garson yanımıza gelip Tinker’ı adıyla selamladı. “Bay Grey. Biz de sizi bekliyorduk. Lütfen. Bu taraftan buyurun.” Lütfen kelimesini ayrı bir cümle gibi söylemişti. Bizi ana salondaki masalardan birine götürdü. Salondaki tek boş masaydı ve üç kişi için hazırlanmıştı. Şef garson, insanların zihnini okuyabiliyormuş gibi, ortadaki sandalyeyi çekti ve Eve’e oturmasını işaret etti. “Lütfen,” dedi bir kez daha. Biz yerlerimize oturur oturmaz elini havaya kaldırdı ve üç menü, bir sihirbazın tuttuğu devasa oyun kâğıtları gibi elinde beliriverdi. Menüleri merasimle bize verdi. “Afiyet olsun.” Hayatımda bu kadar büyük menü görmemiştim. Boyu aşağı yukarı kırk beş santimdi. Kapağını açarken bir sürü seçenek görmeyi bekliyordum, ama sadece on yemeğin adı vardı. Istakoz kuyruğu. Bonfile Wellington. Pirzola. Yemeklerin adı düğün davetiyelerindeki gibi süslü bir el yazısıyla yazılmıştı. Fiyatlar, en azından benim menümde yazmıyordu. Eve’e baktım, ama karşılık vermedi. Sakin bir tavırla menüsünü inceleyip kenara koydu. “Birer martini alalım,” dedi. “Çok iyi bir fikir,” dedi Tinker.