Yıkılan Krallıklar by Morgan Rhodes

Page 1


Yıkılan Krallıklar Özgün adı: Falling Kingdoms © 2012 Penguin Group (USA) Inc. Yazan: Morgan Rhodes Çeviri: Taylan Taftaf Yayına hazırlayan: Senem Kale Grafik uygulama: Havva Alp Türkiye yayın hakları: Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın hiçbir bölümü yayıncının izni olmadan kullanılamaz. Telif hakları Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır. Bu kitap Penguin Group (USA) Inc.'ın bir bölümü olan Penguin Young Readers Group'a ait Razorbill'in izniyle yayınlanmıştır. 1. Baskı / İstanbul 2013 ISBN: 978-605-09-1721-5 Sertifika no: 11940 Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. 19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 Kat:10 Şişli 34360 İSTANBUL Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66 www.dexkitap.com / satis@dogankitap.com.tr Basım yeri: Yıkılmazlar Basın Yayın Prom. ve Kağıt San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Yalçın Koreş Cad. Basın Sanayi Sit. No:13-14 Yenibosna-İstanbul Tel: (0212) 515 49 47 Sertifika no: 11965



Karakterler

uranos Güney Krallığı Cleiona (Cleo) Bellos: Auranos’un küçük prensesi Emilia Bellos: Auranos’un büyük prensesi Theon Ranus: Cleo’nun koruması Simon Ranus: Theon’un babası Aron Lagaris: Saray soylusu; Cleo’nun talibi Corvin Bellos: Auranos kralı Elena Bellos: Merhum Auranos kraliçesi Nicolo (Nic) Cassian: Kralın uşağı Mira Cassian: Nic’in kız kardeşi; Emilia’nın nedimesi Rogerus Cassian: Nic ve Mira’nın merhum babası Cleiona: Ateş ve hava tanrıçası

5


MORGAN RHODES

aelsia Orta Krallık Jonas Agallon: Şarap satıcısının küçük oğlu Tomas Agallon: Jonas’ın ağabeyi Silas Agallon: Şarap satıcısı; Jonas, Tomas ve Felicia’nın babası Felicia Agallon: Jonas’ın ablası Paulo: Felicia’nın kocası Brion Radenos: Jonas’ın en yakın dostu Eirene: Köy kadını Sera: Eirene’nin torunu Hugo Basilius: Paelsia lideri, kabile reisi Lealie Basilius: Basilius’un kızı Eva: Esas büyücü; Gözcü

6


YIKILAN KRALLIKLAR

imeros Kuzey Krallığı Magnus Damora: Limeros prensi Lucia Damora: Limeros prensesi Gaius Damora: Limeros kralı Althea Damora: Limeros kraliçesi Sabina Mallius: Kralın metresi Jana: Sabina’nın kız kardeşi Michol Trichas: Lucia’nın mahcup talibi Tobias Argynos: Gaius’un piç oğlu Andreas Psellos: Lucia’nın talibi; Magnus’un rakibi Amia: Mutfak hizmetçisi Valoria: Toprak ve su tanrıçası

Gözcüler Alexius: Genç Gözcü Timotheus: Yaşlı Gözcü Phaedra: Genç Gözcü Danaus: Yaşlı Gözcü

7


Giriş

B

u gecenin öncesinde kimseyi öldürmemişti. “Geride dur,” dedi kız kardeşi, tıslar gibi bir sesle. Jana, yazlık köşkün taş duvarına sırtını dayadı. Etraflarını sarmış olan gölgeleri tararken, gözleri kısa bir an için kapkara gökyüzünde asılı elmaslar gibi parıldayan yıldızlara kaydı. Gözlerini kısıp, kadim büyücü kadına dua etti. Yalvarırım Eva, bu gece onu bulmak için ihtiyacım olan büyü gücünü ver bana. Gözlerini geri açtığında, korkuyla kaskatı kesildi. Birkaç metre ilerisindeki ağacın dalında, altından bir şahin bekliyordu. “Bizi izliyorlar,” diye fısıldadı. “Ne yaptığımızı biliyorlar.” Sabina şahine bir bakış attı. “Gitmemiz gerekiyor. Hemen. Harcayacak zamanımız yok.” Jana, şahine bakmamaya çalışarak, kendini biraz olsun güvende hissettiği duvardan ayrılıp, kız kardeşinin peşinden köşkün meşe ağacı ve demirden yapılmış ağır kapısına yöneldi. Sabina, gecenin öncesinde döktükleri kanla daha da güçlenmiş olan büyüsünü, ellerini koyduğu kapıya yönlendirdi. Jana, Sabina’nın tırnaklarının çevresinde halen kırmızılık olduğunu fark ettiğinde, olanları hatırlayarak ürperdi. Kardeşinin elle9


MORGAN RHODES

ri amber rengi bir ışık saçmaya başlarken, Jana’nın gözlerinin önünde, ağır kapı talaş yığınına dönüşmüştü. Tahtanın toprak büyüsüne karşı dayanma şansı yoktu. Sabina omzunun üzerinden zafer dolu bir gülümsemeyle kız kardeşine baktı. Burnundan kan damlıyordu. Kız kardeşinin donakaldığını gören Sabina’nın gülümsemesi silindi. Burnundaki kanı elinin tersiyle silip, köşke girdi. “Yok bir şey.” Bir şey yok değildi. Geçici olarak güçlenen bu büyüyü çok fazla kullanmak kendilerine zarar verebilirdi. Dikkatli olmadıkları takdirde, bu onları öldürebilirdi. Fakat Sabina Mallius, çevresinde ihtiyatlı biri olarak tanınmazdı. Birkaç saat öncesinde, kendilerinden zerre kuşkulanmayan adamı tavernadan dışarı çıkarıp, korkunç kaderine doğru çekmek için güzelliğini kullanırken, bir an olsun tereddüt etmemişti. Diğer taraftan, Jana keskin bıçağını adamın kalbine sokmadan önce uzun süre kararsızlık yaşamıştı. Sabina güçlü, tutkulu, tam anlamıyla korkusuzdu. Jana, yüreği ağzına gelmiş bir halde takip ettiği ablası gibi olabilmeyi isterdi. Oysa Jana her zaman temkinli kardeş olmuştu. Her şeyi planlayan kardeş. Hayatı boyunca geceleri gökyüzünü incelediğinden, bekledikleri işareti yıldızlarda bulan da Jana’ydı. Dünyaya geleceği kehanet edilen çocuk doğmuştu ve yakındaki köyün saman ve çamurdan yapılmış küçük, sefil kulübelerinin aksine, sağlam taşlarla kaliteli ağaçlardan inşa edilmiş bu büyük, görkemli köşkteydi. Jana, burasının doğru yer olduğuna emindi. Jana bilgiydi. Sabina, eylem. Bir araya geldiklerinde, durdurulamaz bir güç oluşturuyorlardı. Sabina, ilerledikleri koridorda bir köşeyi döndüğü anda haykırdı. Kalbi deliler gibi atmaya başlayan Jana hızlı adımlarla

10


YIKILAN KRALLIKLAR

kardeşinin peşinden gitti. Duvarlardaki zayıf alevli meşalelerle aydınlanan loş koridorda, bir nöbetçi, kız kardeşini boğazından yakalamıştı. Jana hiçbir şey düşünmeden harekete geçti. Ellerini iki yana açıp, hava büyüsünü çağırdığı anda, Sabina’nın boğazına sarılı elleri açılan nöbetçi, arkasındaki duvara kemiklerini kıracak kadar hızla savruldu. Duvara çarpan adam hareketsiz bir kütle olarak yere yığıldı. Jana’nın başına, inlemesine neden olacak kadar keskin bir ağrı saplanmıştı. Burnundan akan sıcak, yoğun kanı silen bu defa kendisiydi. Elleri titriyordu. Sabina, dikkatli bir halde, hırpalanmış boğazına dokundu. “Sağ ol kardeşim.” Dökülen yeni kan, adımlarının hızlanmasını ve tanımadıkları, taş duvarlı, dar koridorların karanlığında önlerini daha iyi görmelerini sağlamıştı. Ama bu çok uzun sürmeyecekti. “Nerede?” diye sordu Sabina. “Yakında.” “Sana güveniyorum.” “Çocuk burada. Burada olduğunu biliyorum.” Karanlık koridorda birkaç adım daha attılar. “Burada.” Jana, kilitli olmayan bir kapının önünde durmuştu. Jana kapıyı açtı. İki kız kardeş odanın ortasındaki, oymalı ahşap beşiğe yaklaşıp, yumuşak tavşan postundan örtüye sarılmış bebeğe baktılar. Bebeğin teni mat bir beyazlık taşırken, dolgun yanaklarından sağlıklı, pembemsi bir ışıltı yayılıyordu. Jana, gördüğü anda bebeğe vurulmuştu. Günlerdir ilk kez yüzünde gülümseme belirdi. “Güzel bir kız,” diye fısıldadı, yeni doğmuş bebeği nazikçe almak için beşiğin içine uzanırken. “O olduğuna emin misin?” “Evet.” Jana, on yedi yıllık hayatında hiç olmadığı kadar

11


MORGAN RHODES

emindi. Kollarına aldığı, gök mavisi gözleri ve bir gün kuzgun kanadı gibi simsiyah olacak bir tutam saçı olan dünyalar güzeli bebeğin, Kindred’i bulmak için gerekli olan büyü gücüne sahip olacağı kehanet edilmişti. Kindred’i, yani bütün elementia’nın –toprak ve su, ateş ve hava olmak üzere dört elementin– kaynağını içeren dört kristali. Çocuğun taşıyacağı büyü gücü, Jana ve kız kardeşi gibi sıradan cadıların değil, gerçek bir büyücünün sahip olacağı türden olacaktı. Bin yıldır, Eva’nın yaşadığı, nefes aldığı zamanlardan bu yana ilk kez olacaktı. Bu çocuğun büyüsünün işlemesi için kan dökmeye de, ölüme de gerek yoktu. Jana, bebeğin doğumunu yıldızlarda görmüştü. Onu bulmak kaderine yazılmıştı. “Kızımı bırak!” Ses gölgelerin içinden gelmişti. “Sakın ona zarar vereyim deme.” Jana, göğsüne bastırdığı bebekle arkasına döndüğü anda, gözleri kadının kendilerine doğru tuttuğu hançere takıldı. Hançerin keskin ucu mum ışığında parıldıyordu. Jana’nın kalbi teklemişti. Bu, korktuğu, yaşanmaması için dualar ettiği andı. Sabina’nın gözleri kocaman açılmıştı. “Ona zarar vermek mi? Aklımızda hiç de böyle bir şey yok. Onun kim olduğundan bile haberin yok, değil mi?” Kafası karışan kadın kaşlarını kaldırsa da, bakışlarındaki öfke olduğu gibi duruyordu. “Onu bu odadan çıkarmaya kalkarsanız sizi gebertirim.” “Hayır.” Sabina ellerini havaya kaldırmıştı. “Bu olmayacak.” Annenin gözleri kocaman olmuş; nefes almakta zorlandığından ağzı açık kalmıştı. Nefes alamıyordu çünkü Sabina kadının ciğerlerine giden havayı kesmişti. Jana, kederli bir ifadeyle, bu manzaraya arkasını döndü. Her şey kısacık bir anda olup bitmişti. Kadın yere devrildi; vücudu halen kıpırdasa da

12


YIKILAN KRALLIKLAR

içindeki hayat çekilmişti. İki kız kardeş hızla odadan çıktılar. Köşkten ayrılıp ormanın içlerine koşarlarken, Jana bebeği pelerininin içine saklamıştı. Yıkıcı büyüyü çok fazla kullanmaktan Sabina’nın burnundan fışkıran kan, ayaklarının altındaki kara karışıyordu. “Çok fazla,” diye fısıldadı Jana, yavaşlamış olan son adımlarında. “Bir gecede çok fazla ölüm. Bundan nefret ediyorum.” “Başka türlü onu almamıza izin vermezdi. Ver de bakayım bir şuna.” Tuhaf bir şekilde tereddüt etse de, Jana bebeği kız kardeşine uzattı. Sabina, bebeği alarak karanlıkta yüzünü inceledi. Bir süre sonra başını kaldırıp, şeytani bir sırıtmayla Jana’ya baktı. “Başardık.” Jana, karşılaştıkları onca güçlüğe rağmen, içinde ani bir heyecan dalgası hissetti. “Başardık.” “İnanılmazdın. Ben de senin gibi görülere sahip olmak isterdim.” “Ancak büyük çabalar ve fedakârlıklarla o görüleri elde edebiliyorum.” “Her zaman çaba ve fedakârlık gerekir zaten.” Sabina’nın sesi bir an için horgörü hissettiren bir ton kazanmıştı. “Hem de çok. Ama bu çocuk için, bir gün büyü yapmak çok kolay olacak. Onu kıskanıyorum.” “Onu birlikte büyüteceğiz. Onu eğitecek, her an yanında olacak ve kaderini yaşaması gereken zaman geldiğinde, gitmesi gereken yolun her adımında onunla olacağız.” Sabina başını iki yana salladı. “Bu olmayacak. Burada onu senden alacağım.” Jana kaşlarını çatmıştı. “Ne? Sabina, bütün kararları birlikte alacağımız konusunda anlaştığımızı sanıyordum.”

13


MORGAN RHODES

“Bunda değil. Bu çocuk için başka planlarım var.” Sabina’nın ifadesi sertleşmişti. “Çok üzgünüm kardeşim. Ama bu planlarda sen yoksun.” Sabina’nın birdenbire soğuyan gözlerine bakarken, Jana göğsüne giren hançerin keskin ucunu ilk başta hissetmedi. Acı vücuduna yayılırken, nefessiz kalmıştı. Bütün günlerini, bütün rüyalarını... bütün sırlarını paylaşmışlardı. Ama belli ki, bütün sırları değil. Bu, Jana’nın önceden sezebileceği türden bir şey değildi. “Neden bana ihanet ediyorsun?” demeyi başardı zorlukla. “Sen benim kardeşimsin.” Sabina, halen burnundan süzülmekte olan kanı sildi. “Aşk için.” Kardeşinin hançeri çıkarmasıyla, Jana donmuş toprakta dizlerinin üzerine düştü. Sabina, bir kez olsun arkasına bakmadan, çocukla birlikte karanlık ormanın içlerinde kayboldu. Jana’nın gözleri karardı, kalp atışları yavaşladı. Oracıkta bir başına can verirken, az önce gördüğü şahinin kanatlanarak uzaklaşmasını izledi.

14


1

paelsıa On Altı Yıl Sonra

ve güzelliğin olmadığı bir hayat yaşanmaya değ“Şarabın mez, doğrusu. Sizce de öyle değil mi prenses?” Dört kişi-

lik grup tozlu, taşlık taşra patikasında ilerlerken, Aron kolunu Cleo’nun omzuna attı. Limana yanaşmalarının üzerinden henüz iki saat geçmemişken, Aron çoktan sarhoş olmuştu bile. Aron söz konusu olduğunda bu durum şaşırtıcı sayılmazdı. Cleo’nun bakışları kendilerine eşlik eden saray muhafızına kaydı. Aron’un Auranos prensesine bu kadar yakın durması, muhafızın memnuniyetsiz bir ifadeyle bakmasına neden olmuştu. Fakat muhafızın endişesi boşunaydı. Her zaman kemerindeki kında taşıdığı, mücevher kaplı şık hançerine rağmen, Aron bir kelebekten –hem de sarhoş bir kelebekten– daha tehlikeli değildi. “Kesinlikle katılıyorum,” dedi Cleo, birazcık yalan söyleyerek. “Geldik mi?” diye sordu Mira. Upuzun, kızılımsı kara saç-

15


MORGAN RHODES

ları ve pürüzsüz, harikulade bir teni olan bu güzel kız, hem Cleo’nun arkadaşı hem de Cleo’nun ablasının nedimesiydi. Emilia, birdenbire başına saplanan ağrı yüzünden evde kalmaya karar verdiğinde, bu seyahatte Cleo’ya Mira’nın eşlik etmesinde diretmişti. Gemileri limana yanaştığında, Cleo ve Mira, Aron’un yakınlardaki bir köyde “mükemmel” şarabı bulmak için çıktığı geziye katılırken, kendileriyle birlikte gelen diğer arkadaşları geminin güvertesindeki rahat ortamda kalmayı tercih etmişlerdi. Sarayın mahzenleri hem Auranos hem de Paelsia’da üretilen binlerce şişe şarapla dolu olmasına rağmen, Aron bu köyde benzersiz şarapların üretildiği özel bir üzüm bağının bulunduğunu duymuştu. Aron’un isteği doğrultusunda, Cleo babasının gemilerinden birini almış ve Aron’un Paelsia’daki en iyi şarap arayışında kendilerine katılmaları için çok sayıda arkadaşını da davet etmişti. “Bu soruyu cevaplaması gereken Aron. Bu geziye çıkmamıza neden olan kişi kendisi.” Cleo, serin havadan kendini korumak için kenarları kürklü kadife pelerinine daha sıkı sarındı. Yol açık olsa da, yürüdükleri taşlık patikaya tek tük kar taneleri düşüyordu. Paelsia, Auranos’un oldukça kuzeyinde kalmasına rağmen, havanın soğukluğu gene de Cleo’yu şaşırtmıştı. Auranos, yemyeşil tepeleri, verimli zeytin ağaçları ve dönümlerce bereketli tarlalarıyla, sıcak, hatta en kasvetli kış günlerinde bile ılıman bir bölgeydi. Paelsia ise, aksine, gözün görebildiği kadarıyla tozlu, gri bir yerdi. “Geldik mi?” diye sordu Mira bir kez daha. Aron kızın sorusunu yineledi. “Neredeyse geldik mi? Mira, benim şeftalim, iyi şeyler yalnızca bekleme sabrını gösterenlerin başına gelir. Bunu unutma.” “Lordum, tanıdığım en sabırlı insan benim. Ama ayaklarım ağrıdı.” Kız, yakınmasını bir gülümsemeyle yumuşattı.

16


YIKILAN KRALLIKLAR

“Güzel bir gün ve iki harikulade kızın refakatinde olacak kadar talihliyim. Burada karşımıza çıkan ihtişam münasebetiyle tanrıçaya şükranlarımızı sunmalıyız.” Muhafızı izlemeye devam eden Cleo, delikanlının gözlerini devirdiğini fark etti. Muhafız, kızın bu yaptığını gördüğünü anladığında, herhangi bir muhafızın yapacağı gibi hemen bakışlarını kaçırmadı. Aksine, karşı koyar bir ifadeyle gözlerini Cleo’nun üzerinde tuttu; bu davranışı kızın oldukça ilgisini çekmişti. Daha önce bu muhafızı hiç görmediğini –en azından, fark etmediğini– anladı. “Adın ne senin?” diye sordu muhafıza. “Theon Ranus, majesteleri.” “Theon, bu öğleden sonra ne kadar yürüyeceğimize yönelik tartışmamıza eklemek istediğin bir şey var mı acaba?” Aron kıkırdayarak, matarasından bir yudum aldı. “Hayır, prensesim.” “Şarap kasalarını gemiye senin taşıyacağını düşünecek olursak, buna şaşırdım.” “Size hizmet etmek benim için vazife ve onurdur.” Cleo bir süre muhafızı inceledi. Saçları koyu bronz rengindeydi; pürüzsüz, yanık bir teni vardı. Babasının bu yolculukta kendileriyle gelmesi için ısrar ettiği zırhlı bir muhafızdan ziyade, Cleo’yu gemide bekleyen zengin arkadaşlarından biri gibi görünüyordu. Aron da tam olarak aynı şeyi düşünüyormuş gibiydi. “Bir saray muhafızı için oldukça genç görünüyorsun.” Kısık gözlerle Theon’u incelerken, alkolün etkisiyle kelimeleri gevelemişti. “Benden daha büyük olamazsın.” “On sekiz yaşındayım lordum.” Aron homurdandı. “Yanıldığımı kabul ediyorum. Benden büyükmüşsün. Hem de çok.”

17


MORGAN RHODES

“Yalnızca bir yıl,” dedi Cleo. “Bir yıl çok keyifli bir sonsuzluğa dönüşebilir,” dedi Aron sırıtarak. “Son bir yılımda, sorumluluk taşımadığım şu gençliğime sarılmayı düşünüyorum.” Cleo, Aron’un dediklerini duymazdan geldi; muhafızın adı aklında bir şeyleri canlandırmıştı. Gizlice dinlediği, Ranus ailesinin akıbetinin tartışıldığı kısa konsey toplantısında, babasının söylediklerini anımsıyordu. Theon’un babası bu toplantıdan bir hafta önce ölmüştü. Bindiği at, adamı sırtından atmış, yere düştüğü anda boynu kırılmıştı. “Baban için taziyelerimi kabul et lütfen,” dedi içtenlik dolu bir sesle. “Simon Ranus babamın kişisel muhafızı olarak saygı duyulan bir adamdı.” Theon sert bir ifadeyle başını salladı. “Bu onun gururla yerine getirdiği bir vazifeydi. Kral Corvin, babamın yerine geçecek muhafızı seçtiğinde, adaylar arasında olma gururunu taşımayı umut ediyorum.” Cleo’nun, babasının ölümünden haberdar olmasını hiç beklemiyormuş gibi, kaşlarını çatmıştı. Koyu gözlerinin ardında kederin perdesi çekiliydi. “Nazik sözleriniz için teşekkür ederim majesteleri.” Aron bir kez daha herkesin duyacağı şekilde homurdandığında, Cleo ona soğuk bir bakış attı. “O iyi bir baba mıydı?” diye sordu Cleo. “Hem de en iyisi. Elime kılıç aldığım ilk andan itibaren bildiğim her şeyi o öğretti.” Cleo anlayışlı bir şekilde başını salladı. “O halde, taşıdığı bilgelik sana geçmiş ve sende devam edecek demektir.” Genç muhafızın koyu gözlerindeki yumuşayan bakış kendisini iyice içine çektiğinde, Cleo gözlerini, dal gibi vücudu ve solgun teni iç mekânlarda geçmiş bir hayatı işaret eden Aron’a çevirmekte aşırı ölçüde zorlandığını hissetti. Theon’un omuzları

18


YIKILAN KRALLIKLAR

geniş, kollarıyla göğsü kaslıydı. Koyu mavi saray muhafızı üniformasını, Cleo’nun hayal bile edemeyeceği kadar iyi taşıyordu. Cleo, kendini suçlu hissederek, zorla dikkatini yeniden arkadaşlarına verdi. “Aron, gemiye dönmeden önce yarım saatin daha var. Diğerlerini bekletiyoruz.” Auranoslular iyi partilerden hoşlansa da, sonsuz sabırlarıyla tanınan insanlar değildi. Diğer taraftan, Paelsia limanına babasının gemisiyle geldiklerinden, Cleo buradan ayrılmak isteyene dek beklemek zorundaydılar. “Gideceğimiz pazar şurada,” dedi Aron, parmağıyla ileriyi göstererek. Cleo’yla Mira, Aron’un işaret ettiği yöne baktıklarında, muhtemelen on dakikalık yürüyüş mesafesindeki ahşap tezgâhları ve yıpranmış, renkli çadırları gördüler. Bir saat kadar öncesinde önlerinden geçtikleri, bir ateşin etrafında toplanmış yırtık pırtık giysili bir grup çocuktan sonra gördükleri ilk insan işaretiydi bu. “Az sonra, teptiğimiz yola değdiğini göreceksiniz.” Paelsia şarabının, tanrıçalara yaraşır bir içki olduğu söylenirdi. Başka hiçbir yerde benzeri olmayan bu lezzetli, yumuşak içimli şarap, ne kadar tüketilirse tüketilsin, ertesi gün rahatsızlıklara ya da baş ağrısına da neden olmazdı. Bazıları, sayısız kusur taşıyan bir bölgede şarapların bu kadar mükemmel olmasını, Paelsia topraklarında ve üzüm bağlarında etki gösteren çok güçlü bir toprak büyüsüne bağlıyordu. Cleo, şaraptan tatmayı düşünmüyordu. Artık şarap içmiyordu; ağzına sürmeyeli aylar olmuştu. Daha öncesinde, tadı sirkeden daha iyi olmayan Auranos şaraplarından fazlasıyla içmişliği vardı. Oysa insanlar –en azından, Cleo– Auranos şarabını tadı için içmiyordu; bu lezzetsiz içkiyi içmelerinin nedeni sarhoş edici özelliği ve içeni, dünyayı umursamaz hale getirmesiydi. İnsanı, kıyıya yakın kalmak için bir çapadan bile yoksun

19


MORGAN RHODES

bırakan bu his, şaraptan çok içenlerin tehlikeli yerlere sürüklenmesine neden olurdu. Cleo, yakın gelecekte su ya da şeftali suyundan daha güçlü bir şey içmeye niyetli değildi. Cleo, Aron’un matarasını boşaltmasını izledi. Aron, hem kendi hem de Cleo’nun payını içmekten asla geri durmadığı gibi, alkolün etkisi altında yaptıkları yüzünden özür dilediği de görülmemişti. Ancak bütün noksanlarına rağmen, saraydaki birçok kişi babasının Cleo’nun gelecekteki kocası olarak Aron’u seçeceğini düşünüyordu. Bunun düşüncesi bile ürpermesine neden olsa da, Cleo halen Aron’u yakınında tutuyordu. Çünkü Aron, Cleo hakkında bir sırra sahipti. Aylardır bundan hiç bahsetmemiş olsa da, Aron’un bunu kesinlikle unutmadığını biliyordu. Asla unutmayacağını da. Bu sırrın ortaya çıkması Cleo’yu mahvederdi. Bu yüzden, dudaklarında bir gülümsemeyle Aron’un davranışlarına hoşgörüyle yaklaştı. Cleo’nun Aron’dan tiksinidiğini kimse tahmin edemezdi. “İşte geldik,” dedi sonunda Aron, köy pazarının girişinden geçerlerken. Cleo tezgâhların ilerisinde, sağ tarafta, birkaç küçük çiftlik eviyle kulübeler olduğunu gördü. Auranos’un taşra kesimlerindeki zengin görünümlü çiftliklere hiç benzemiyorlardı ama Cleo, şaşkınlık içinde, saman çatılı, küçük pencereli, kilden yapılmış bu yapıların, Paelsia’ya yönelik fikirlerine ters düşecek şekilde, oldukça bakımlı olduklarını fark etti. Paelsia yoksul köylülerin yaşadığı, kral yerine, bazılarının çok güçlü bir büyücü olduğunu söylediği bir kabile reisi tarafından yönetilen bir bölgeydi. Paelsia, Auranos’a çok yakın olsa da, Cleo, çok daha “vahşi” Paelsialıların eğlenceli hikâyelerine arada bir kulak kabartmanın dışında, kuzeydeki komşuları hakkında çok fazla düşünmemişti. Aron, üzerindeki koyu mor örtünün tozlu zemine değdiği bir tezgâhın önünde durdu.

20


YIKILAN KRALLIKLAR

Mira rahatlayarak içini çekti. “Nihayet.” Cleo soluna döndüğünde, kırışıklıklar taşıyan, yanık bir ten ve ışıl ışıl iki siyah gözle karşılaştı. İçgüdüsel bir hamleyle geriye adım attığında, arkasında sağlam bir şekilde, kendisini rahatlatacak ölçüde yakında duran Theon’u hissetti. Tezgâhın başındaki adamın sert, hatta tehlikeli sayılabilecek bir görünümü vardı; bu açıdan, Paelsia’ya vardıklarından beri yollarına çıkan birkaç kişiden pek farkı yoktu. Şarap satıcısı adamın kırık ön dişleri, parlak gün ışığında insanın dikkatini çekecek ölçüde beyazdı. Üzerinde keten ve koyun postundan dikilmiş basit kıyafetler vardı; kendisini sıcak tutmak için kalın, yün bir ceket giymişti. Bir anda içine kapanan Cleo, soluk mavi renkli, altın işlemeli ipek elbisesinin üzerindeki samur kürkünden pelerinine sarıldı. Aron, adama ilgiyle bakıyordu. “Sen Silas Agallon musun?” “Benim.” “Güzel. Bu senin talihli günün Silas. Şarabının Paelsia’nın en iyisi olduğunu duydum.” “Doğru duymuşsunuz.” Tezgâhın arkasından, koyu saçlı, şirin bir kız çıkıverdi. “Babam yetenekli bir şarap üreticisidir.” “Bu Felicia, kızım.” Silas, kızdan tarafa başını salladı. “Artık düğününe hazırlanması gerekiyor.” Kız kahkaha attı. “Bütün gün şarap kasalarını tek başına taşıyasın diye mi? Ben de bugün tezgâhını erken kapatmanı söylemek için gelmiştim.” “Olabilir.” Şarap satıcısının koyu gözlerindeki memnuniyetini gösteren parıltı, Aron’un şık kıyafetlerine dikkatini vermesiyle horgörüye döndü. “Ve siz kimsiniz?” “Sen ve sevgili kızın, Auranos prensesi, majesteleri Cleiona Bellos’un tezgâhınıza teşrif etmesinin ayrıcalığını yaşıyorsu-

21


MORGAN RHODES

nuz.” Aron, önce Cleo, ardından Mira’ya doğru başını salladı. “Bu da Leydi Mira Cassian. Bendeniz ise Aron Lagaris. Babam, Auranos’un güney kıyısındaki Elder’s Pitch’in lordudur.” Şarap satıcısının kızı şaşkınlık içinde Cleo’ya bakarak, saygıyla başını eğdi. “Onur duydum, majesteleri.” Silas da, “Evet, onur duyduk,” dediğinde, Cleo adamın sesindeki iğneleyici tonu fark edemedi. “Auranos ya da Limeroslu soyluların mütevazı köyümüzü ziyaret ettiği sık görülmez. Bunun en son ne zaman olduğunu bile hatırlayamıyorum. Satış üzerine konuşmaya geçmeden önce, size şarabımdan tattırma onurunu bağışlayın, majesteleri.” Cleo, gülümseyerek başını iki yana salladı. “Mallarınızla ilgilenen Aron. Ben yalnızca kendisine eşlik ediyorum.” Şarap satıcısının yüzünde hayal kırıklığı, hatta incinmiş gibi bir ifade belirdi. “Gene de, şarabımdan tatma onurunu bana bağışlamanızı rica edeceğim. Kızımın düğünü şerefine. Olmaz mı?” Böylesine bir ricayı nasıl geri çevirebilirdi? Gönülsüzlüğünü gizlemeye çalışarak, başını salladı. “Elbette. Zevkle.” Cleo, bu işi ne kadar erken tamamlarlarsa, pazardan o kadar erken ayrılacaklarını düşündü. Rengârenk, insanlarla kaynayan bir yer olmasına rağmen, pazar yeri hiç de hoş kokmuyordu. Sanki çok yakınlarda, hiçbir mis kokulu otun ya da çiçeğin berbat kokusunu kapatamadığı bir lağım çukuru vardı. Felicia’nın yaklaşan düğününe yönelik aşikâr heyecanı bir kenara, bölgenin yoksulluğu ve bu insanlar ıstırap vericiydi. Belki de, Aron arkadaşlarına sunacağı şarabı ararken, Cleo da gemide diğerleriyle kalıp beklemeliydi. Küçük, sefil Paelsia hakkında bildiği yegâne şey, iki yanındaki krallıkların sahip olamadığı bir tür zenginlik taşıdığıydı. Denize çok yakın olan Paelsia toprakları, diğer bütün bölge-

22


YIKILAN KRALLIKLAR

leri utandıracak düzeyde üzüm bağlarına sahipti. Birçokları, bunun asıl nedeninin toprak büyüsü olduğunu düşünüyordu. Cleo, buradaki topraklardan sökülüp götürülen asmaların, sınır geçildiği anda kuruyup öldüğüne dair hikâyeler duymuştu. “Siz benim bugünlük son müşterilerim olacaksınız,” dedi Silas. “Sonrasında, kızımın dediğini yapıp, günbatımındaki düğüne hazırlanmak için tezgâhımı kapatacağım.” “İkinizi de tebrik ederim,” dedi Aron, ilgisiz bir havada. Dikkatini, dudaklarını büzerek incelediği şarap şişelerine vermişti. “Denememiz için uygun kadehleriniz var mı peki?” “Elbette.” Silas, tezgâh vazifesi gören yük arabasının arkasından çıkarak, ellerini çürümüş, ahşaptan bir kutunun içine daldırdı. Kutudan, gün ışığının yansıdığı üç kadeh çıkardıktan sonra, şişelerden birinin mantarını açtı. Soluk, amber rengi sıvıyla yavaşça doldurduğu kadehlerden ilkini Cleo’ya uzattı. Birden bire atılarak Cleo’nun yanında biten Theon, kız daha dokunamadan kadehi kaptı. Muhafızın yüzünde artık nasıl bir sert ifade oluştuysa, Silas ürkerek geriye sendeledi. Kızıyla birbirlerine bakakalmışlardı. Cleo şaşkınlığa düşmüştü. “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” “Başkasının düşüncesini almadan, bir yabancının ikramını mı tadacak mısınız?” diye sordu Theon, sertçe. “Bu zehirli değil.” Genç muhafız kadehin içine bakıyordu. “Bundan emin misiniz?” Cleo, sabırsızlık taşıyan bir ifadeyle gözlerini muhafıza dikti. Birinin çıkıp kendisini zehirlemeye kalkacağını mı düşünüyordu yani? Krallıklar arasında barışın hüküm sürdüğü süre yüz yılı aşmıştı. Burada tehdit olamazdı. Bu gezide kendisine bir saray muhafızının eşlik etmesinin yegâne nedeni, gerçek bir gereklilikten ziyade, aşırı koruyucu babasının teskin edilmesiydi.

23


MORGAN RHODES

“Pekâlâ.” Eliyle hafifçe muhafıza bir fiske attı. “Çeşnicibaşım ol bakalım. İçtikten sonra ölüp kalacak olursan, ben de içmem.” “Ah, ne saçma,” diye araya girdi Aron. Peşi sıra, başına diktiği kadehteki şarabı son damlasına dek içti. Cleo, bir an için Aron’a baktı. “Yani? Ölüyor musun?” Aron gözleri kapalı bir halde, şarabın tadını çıkarıyormuş gibi göründü. “Susamaktan ölecekmişim asıl.” Cleo, dikkatini yeniden Theon’a vererek, hafif alaycı bir ifadeyle muhafıza gülümsedi. “Kadehimi geri alabilir miyim? Yoksa bu şarap üreticisinin her bir kadehi ayrı ayrı zehirleyecek kadar zamanı olduğunu mu düşünüyorsun?” “Elbette hayır. Afiyet olsun.” Theon, kadehi uzattı. Artık Silas’ın koyu gözlerinde, prensesin muhafızının neden olduğu sahne yüzünden, kızgınlıktan çok mahcubiyet vardı. Cleo, eline alır almaz temizliğinden şüpheye düştüğü kadehe yönelik ifadesini saklamaya çalıştı. “Lezzetli olduğuna şüphem yok.” Şarap üreticisi minnettar görünüyordu. Theon gerileyerek yük arabasının sağ tarafında durdu. Daha rahattı ama hâlâ tetikte görünüyordu. Cleo da babasının aşırı koruyucu olduğunu düşünüyordu. Cleo gözünün ucuyla baktığı Aron’un, diktiği ilk kadehin ardından, şarap satıcısının kızının doldurduğu ikinci kadehe geçtiğini gördü. “Muazzam. Gerçekten muazzam, tam da duyduğum gibi.” Hanımefendilere yaraşır bir şekilde kadehini yudumlayan Mira’nın kaşları yukarı kalkmıştı. “Bu harikulade.” Pekâlâ. Kendi sırası gelmişti. Cleo sırf tatmış olmak için sıvıdan bir yudum aldı. Şarap diline değdiği anda, şaşkına döndü. Bunun nedeni, şarabın tadının kötü ya da acı değil, aksine

24


YIKILAN KRALLIKLAR

inanılmaz ölçüde lezzetli olmasıydı. Bu tatlı, yumuşak içimli şarap, Cleo’nun hayatında tattığı hiçbir şeye benzemiyordu. Daha fazlasını tatmak için istek uyanmıştı içinde. Kalbi daha hızlı atıyordu artık. Aldığı birkaç yudum kadehin dibini görmesine yetmişti; arkadaşlarına baktı. Dünya birdenbire, arkadaşlarının etrafını sararak, onları olduklarından çok daha güzel gösteren, altın ışık halkalarıyla ışıldamaya başlamış gibiydi. Aron bile kendisine çok daha az tiksinti verici görünmüştü. Theon ise, cüretkâr davranışına rağmen, inanılmaz ölçüde yakışıklı görünüyordu. Bu şarap tehlikeliydi; bu tarafı şüphe götürmezdi. Satıcının talep edeceği her türlü miktara değeceği de kesindi. Hem şimdi hem de gelecekte, bu şaraptan uzak durmak için çok dikkatli olmalıydı. “Şarabınız çok güzelmiş doğrusu,” dedi, şevke gelmiş gibi görünmemeye çalışarak. Bir kadeh daha istemek üzere olduğunu anladığı anda, bu sözcükleri yuttu. Silas sevinçle kendine geldi. “Bunu duyduğuma çok sevindim.” Felicia da başını salladı. “Dediğim gibi, babam bir dahidir.” “Evet, şarabınızı almaya değer buldum,” dedi Aron, sözcükleri geveleyerek. Yolda, her zaman yanında taşıdığı altın işlemeli matarasından durmadan içmişti zaten. Bu anda, kimsenin yardımı olmadan ayakta durabilmesi bile şaşırtıcıydı aslında. “Bugün dört kasa istiyorum; bir düzine kasa da malikâneme yollansın.” Silas’ın gözleri parladı. “Bunun ayarlanabileceğinden şüpheniz olmasın.” “Sana kasa başına on beş Auranos santimi vereceğim.” Şarap satıcısının rengi atmıştı. “Ama en azından kasası kırk eder. Daha önce elli santime kadar çıkan bile oldu.”

25


MORGAN RHODES

Aron dudaklarını gerdi. “Ne zaman? Beş yıl önce mi? Bugünlerde hayatını kazanmanı sağlayacak kadar alıcı yok etrafta. Limeros son yıllarda iyi bir müşteri olmadı, değil mi? Yaşadıkları mali sıkıntıların içinde, pahalı şarap ithalatı öncelikler listesinin son sıralarında kalmış olmalı. Bu durumda geriye Auranos kalır. Çünkü tanrıçanın terk ettiği köylülerinizin iki kuruşu bir araya getiremediği herkes tarafından biliniyor. Kasasına on beş santim son teklifim. On altı kasa alacağımı hesap edecek olursak –kaldı ki gelecek günlerde çok daha fazlasını almam da muhtemeldir– bunun senin için iyi bir iş günü olduğunu düşünüyorum. Düğününde kızına verebileceğin iyi bir armağan olmaz mı sence, bu kadar para? Felicia? Tezgâhını erken kapatıp hiç para kazanmamaktansa, bu daha iyi olmaz mı?” Felicia alt dudağını ısırdı; kaşları havaya kalkmıştı. “Hiç yoktan iyidir. Zaten düğün halihazırda epey paraya maloldu. Ama... bilemiyorum. Baba?” Silas bir şey söylemek üzereyken duraksadı. Cleo çok da dikkatini veriyor değildi konuşulanlara; Silas’ın çoktan doldurduğu kadehinden yeni bir yudum almamak için kendini zaptetmekle meşguldü. Aron pazarlık etmeye bayılırdı. Neyin peşinde olursa olsun, mümkün olan en iyi fiyata ulaşmak onun için hobi gibiydi. “Saygısızlık etmek istemem, elbette,” dedi Silas, ellerini ovuşturarak. “Kasasına yirmi beş santime çıkmaya gönlünüz razı olur mu?” “Hayır, olmaz.” Aron, tırnaklarını incelerken konuşmaya devam etti. “Şarabın ne kadar iyi olursa olsun, hem bu yoğun pazar yerinde hem de gemiye geri dönüş yolumuzda, teklifimi güle oynaya kabul edecek birçok şarap satıcısı olduğunu biliyorum. Bu satıştan olmak istiyorsan, onlara gidebilirim. İstediğin bu mu?”

26


YIKILAN KRALLIKLAR

“Hayır, ben...” Silas yutkundu; alnı kırışmıştı. “Şarabımı satmak istiyorum. Burada olmamın nedeni bu. Ama on beş santim için...” “Daha iyi bir fikrim var. Şunu neden kasası on dört santim yapmıyoruz?” Aron’un yeşil gözlerinden merhametsiz bir ışıltı geçmişti. “Teklifimi kabul etmen için ona kadar sayacağım ve ardından fiyatım bir santim daha düşecek.” Mira, duyduklarından utanmış bir halde başını başka bir tarafa çevirdi. Cleo araya girmek için ağzını açsa da, Aron’un taşıdığı sırrı düşünerek ona zıt gitmemenin daha iyi olduğuna karar verdi. Aron bu şarabı mümkün olan en az fiyata almayı kafaya koymuştu bir kere. Pazarlığın nedeni, daha yüksek bir tutar ödeyemeyecek olması değildi; Cleo, Aron’un üzerinde en yüksek fiyattan çok sayıda kasa almasına yetecek kadar para olduğunu biliyordu. “Pekâlâ,” dedi Silas en nihayetinde, dişlerini sıkarak. Ama bu durum ona acı veriyormuş gibiydi. Dikkatini yeniden Aron’a vermeden önce Felicia’ya bir bakış attı. “Kasası on dört santimden, on altı kasa. Kızıma hak ettiği düğünü yapacağım.” “Mükemmel. Biz Auranoslular sizi her zaman temin ettiğimiz gibi...” Dudaklarında ince bir zafer gülümsemesiyle, Aron cebinden bir deste para çıkarıp, adamın uzattığı avcuna miktarı bıraktı. Toplam tutarın, Aron’un üzerindeki paranın ancak küçük bir yüzdesi olduğu ortaya çıkmıştı. Gözlerindeki hiddetten, Silas’ın bu hakaretin farkında olduğu belliydi. “Üzümleriniz her zaman karnınızı doyuracaktır.” Cleo’nun sol tarafından, tezgâha iki kişi yaklaştı. “Felicia,” dedi derinden gelen bir ses. “Burada ne yapıyorsun? Senin arkadaşlarınla olman, giyinmen gerekmiyor mu?” “Birazdan, Tomas,” diye fısıldadı genç kız. “Burada işimiz bitmek üzere.”

27


MORGAN RHODES

Cleo soluna baktı. Tezgâha yaklaşan iki delikanlının da simsiyah saçları, bakırımsı kahverengi gözlerinin üzerinde koyu kaşları vardı. Uzun boylu, geniş omuzlu, yanık tenlilerdi. İki delikanlıdan daha büyük olan Tomas –yirmilerinin başında görünüyordu– babasıyla kız kardeşini inceledi. “Sorun mu var?” “Sorun mu?” dedi Silas, sıktığı dişlerinin arasından. “Hayır, tabii ki. Burada iş yapmaya çalışıyorum, o kadar.” “Yalan söylüyorsun. Memnuniyetsizsin. Bunu görebiliyorum.” “Değilim.” Diğer çocuk önce Aron, peşi sıra Cleo’yla Mira’ya sert bir bakış attı. “Bu insanlar seni aldatmaya mı çalışıyor, baba?” “Jonas,” dedi Silas, usanç dolu bir sesle. “Bu seni ilgilendirmez.” “İlgilendirir, baba. Bu çocuk...” Jonas, saklamaya lüzum görmediği bir tiksintiyle Aron’u tepeden tırnağa şöyle bir inceledi. “Bu çocuk sana ödeme yapmayı kabul etti mi?” “Kasasına on dört santim,” dedi Aron, lakayıt bir havada. “Babanın memnuniyetle kabul edeceği, adil bir rakam.” “On dört mü?” dedi Jonas hiddetle. “Ona bu şekilde hakaret etmeye nasıl cüret edersin?” Tomas, gömleğinden yakaladığı Jonas’ı geri çekti. “Sakin ol.” Jonas’ın koyu gözleri parıldıyordu. “İpeklere bürünmüş, gülünç bir piç babamızdan faydalanmaya kalktığında, bu ağırıma gider.” “Piç mi?” Aron’un sesi buz gibiydi. “Sen kime piç dediğini sanıyorsun, elin köylüsü?” Yavaşça Aron’a dönen Tomas’ın gözlerinde öfke vardı. “Kardeşim sana piç diyor. Piç.” Cleo, can sıkıcı bir hisle, bunun Aron’a söylenebilecek en kötü şey olduğunu düşündü. Bu herkesin bildiği bir şey olmasa da, Aron bir piçti. Babasının zamanında gönül eğlendirdiği

28


YIKILAN KRALLIKLAR

güzel bir sarışın hizmetçinin oğluydu. Sebastien Lagaris’in karısı kısır olduğundan, kadın doğduğu andan itibaren bu bebeği kendi çocuğu gibi kabul etmişti. Aron’un asıl annesi olan hizmetçi, ne o zaman ne de şimdi kimsenin sorgulama cesaretini gösteremediği esrarengiz şartlarda, kısa bir süre sonra ölmüştü. Ama halen konuşulan bir konuydu bu. Ve duyduklarının ne anlama geldiğini anlayabilecek yaşa geldiğinden itibaren, Aron’un kulaklarına defalarca çalınmıştı. “Prenses?” diyerek araya girdi Theon, müdahele etmek için Cleo’nun komutunu bekliyormuş gibi. Cleo, muhafızı durdurmak için elini kolunun üzerine koydu. Bu durumun, hâlihazırda olduğundan daha büyük bir rezalete dönüşmesine hiç gerek yoktu. “Gidelim Aron.” Cleo ile elindeki kadehi gergin bir halde tezgâha koyan Mira, endişeli ifadelerle birbirlerine baktılar. Aron, gözlerini Tomas’tan çekmemişti. “Bana hakaret etmeye nasıl cüret edersin?” “Küçük kız arkadaşının sözünü dinle ve git buradan,” dedi Tomas. “Bunu ne kadar erken yaparsan, senin için o kadar iyi olacak.” “Baban istediğim şarap kasalarını hazır ettiği anda, bunu yapmaktan memnuniyet duyacağım.” “Şarabı unut. Yürü git yoluna. Babama ettiğin hakaret yüzünden çok daha fazlasını yapmadığım için kendini talihli saymalısın. O size güvenip, malını olduğundan daha ucuza satıyor olabilir. Ama ben buna müsaade etmiyorum.” Aron olduğu yerde sırtını dikleştirdi. Az önceki sakin hali, bu saldırı ve sarhoşluğunun etkisiyle ortadan kalkmıştı; karşısına çıkan bu iki uzun boylu, kaslı Paelsialı’ya karşı normalde olacağından çok daha cesur bir tavır içine girmişti. “Benim kim olduğuma dair hiç fikrin var mı?”

29


MORGAN RHODES

“Umrumuzdaydı sanki.” Jonas’la kardeşi birbirlerine baktılar. “Ben, Aron Lagaris’im, Elder’s Pitch’in lordu Sebastien Lagaris’in oğlu. Burada, pazar yerinizde, bana eşlik eden kişi Auranos prensesi Cleiona Bellos’tan başkası değil. İkimize de saygı göstermelisin.” “Bu çok saçma Aron,” dedi Cleo, nefesini dişlerinin arasından vererek. Aron’un böylesine bir duruma girmemiş olmasını dilerdi. Mira, Cleo’nun koluna girip elini sıktı. Gidelim artık, der gibiydi. “Ah, majesteleri.” Jonas alaylı bir şekilde eğilirken, sesindeki iğneleyici ton aşikârdı. “Majesteleri. Parıltılı varlığınızla, huzurunuzda olmak bizim için onurdur.” “Bu saygısızlığın yüzünden kelleni uçurabilirim,” diye patladı Aron. “Hem ikinizin, hem de babanızın kellesini. Kız kardeşinizin de.” “Kız kardeşimi karıştırma,” diye hırladı Tomas. “Dur da tahmin edeyim. Bugün düğünü varsa, çoktan kucağında bir bebek de vardır bunun, değil mi? Paelsialı kızların, yeterince parası olan herkese bacaklarını açmak için evliliği beklemediğini duymuştum.” Aron, incinmiş ve kızgın görünen Felicia’ya bakış attı. “Biraz param var. Belki de günbatımından önce bana bir yarım saat ayırırsın canım.” “Aron!” diye haykırdı Cleo, duyduklarıyla dehşete düşmüş bir halde. Aron’un Cleo’yu zerre dikkate almaması şaşırtıcı değildi. Jonas öfkeyle alev alev yanan gözlerini Cleo’ya dikmişti. Cleo oracıkta mıhlandığını hissetti. İki erkek kardeş arasında biraz daha az fevri görünen Tomas, Cleo’nun hayatında gördüğü en karanlık, en kindar bakışla gözlerini Aron’a dikti. “Kız kardeşime böyle bir şey söylediğin için seni buracıkta öldürebilirim.”

30


YIKILAN KRALLIKLAR

Aron, dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle delikanlıya baktı. “Dene bakalım.” Cleo, omzunun üzerinden oldukça sinirli görünen Theon’a baktı; bir kez daha muhafıza bu işe karışmamasını işaret etmişti. Olan biten üzerinde artık hiçbir kontrolünün olmadığını açık bir şekilde anlamıştı. Tek istediği gemiye geri dönmek ve bütün bu rezilliği ardında bırakmaktı. Ama artık bunun için çok geçti. Kız kardeşine edilen hakaretle yerinden fırlayan Tomas, sıktığı yumruklarıyla Aron’a doğru atıldı. Mira nefesini tutup, elleriyle gözlerini kapadı. Tomas’ın bu dövüşü kazanacağına, kendisine göre çok daha cılız olan Aron’un ağzından kan getireceğine şüphe yoktu. Ama Aron’un da silahı vardı. Belindeki şık, mücevher işlemeli hançeri. Aron hançerini tutmuştu bile. Tomas, hançeri fark etmedi. Dibine sokulup Aron’un gömleğini kavradığı anda, Aron hançeri Tomas’ın boğazına soktu. Delikanlının elleri kan fışkıran boğazına gitti; şok ve acıyla gözleri kocaman açılmıştı. Birkaç saniye içinde, önce dizlerinin üzerine devrildi, ardından yere serildi. Elleri, hançerin sapına kadar sokulmuş olduğu boğazını kavramıştı. Çocuğun başının etrafında küçük bir kan gölü oluşmuştu. Her şey çok hızlı gerçekleşmişti. Cleo, çığlığını bastırmak için eliyle ağzını kapadı. Ama bir başkasının çığlığı çınladı kulaklarında. Felicia’nın dehşet içinde attığı çığlık Cleo’nun kanını dondurmuştu. Ve o anda, pazar yerindeki herkes ne olduğunu gördü. Pazarda insanlar bağrışmaya başlamıştı. Bir anda Cleo’nun etrafını saran vücutlar, kızı itip kakmaya başladı. Cleo haykırdı. Theon kolunu beline sardığı kızı sertçe geriye çekti. Aron’la Cleo’nun üzerine gelen Jonas’ın yüzü keder ve hiddetle

31


MORGAN RHODES

çarpılmıştı. Theon, Mira’yı önüne çekip, koluyla Cleo’yu korudu; Aron da hemen yanındaydı. Pazar yerinden kaçarlarken, Jonas’ın öfke dolu sözleri peşlerini bırakmamıştı. “Siz öldünüz! Bunun için sizi öldüreceğim! İkinizi de!” “Hak etmişti,” diye bağırdı Aron, omzunun üzerinden. “Beni öldürmeye kalktı. Kendimi savundum.” “Koşmaya devam edin, lordum,” diye homurdandı Theon, bezmiş bir sesle. Kalabalık içinde kendilerine güçlükle yol açarak, gemiye doğru ilerlemeye koyuldular. Tomas, kız kardeşinin evlendiğini göremeyecekti. Felicia, düğün gününde erkek kardeşinin öldürülmesine tanıklık etmişti. Cleo’nun içtiği şarap midesinde köpürüyor, ekşiyordu. Birden bire Theon’un elinden kurtulup, patikaya kustu. Her şey kontrol çıkmadan önce Theon’un bu işe bir son vermesini sağlayabilirdi. Ama bunu yapmamıştı. Kimse peşlerinden geliyormuş gibi görünmüyordu. Bir süre sonra, Paelsialıların gitmelerine göz yumdukları ortaya çıktı. Koşmayı keserek, hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Cleo başını eğmiş, destek almak için Mira’ya tutunuyordu. Dört kişilik grup tozlu yolda ses çıkarmadan ilerlediler. Cleo, acı dolu bakışıyla delikanlının görüntüsünü asla zihninden atamayacağını düşünüyordu.

32


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.