#tükendik bi müddet
MERDÜMGİRİZ Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti... Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
Emekçiler;
Cemal Süreya’nın son günü. Muzaffer Buyrukçu ile Cemiyet’te ‘’Ölüm? / Bir gölün dibinde durgun uykudasın / Denizler? / Tanrı karıştırır durur denizleri’’ 8 Ocak 1990
/saat05.30 /dikinepanços /Samowski Stramedsky /KALEMDAR /MFK
merdumgirizfanzin@gmail.com twitter.com/merdumgirizfnzn instagram.com/merdumgirizfnzn * Kelimeler… Kimlerin bütün bu kelimeler? Hiçbir zaman bize ait kelimelerle konuşamadık. Şahsına ait kelimeler çiğneyeni de görmüş değiliz. Nadirdirler. Bir yerlerde onlar. Üretenler. Harikulade iğrençlikteki bir tüketim atmosferinin çemberinde yaşıyoruz. Kim miyiz biz? Biraz önce siz fark etmeden yanınızdan geçen insanlar. Yanınızdan geçerken gözlemliyoruz sizi ister istemez. Sizler yemeklerinizi yerken; acayip havalı ortamlarda oturmuş, orada bulunmaktan dolayı bayağı bir ruhani kokuya, gereksiz kıvrımlara bürünmüşken. Ya da önemli olanı, esas olanı, gerçek olanı unutmak için yaptığınız onca “olmadan da olan, olmazsa olmazlar”ı yaparken. Uçların tadına baktık, kendi dalgamızda kaybettik, fakat bir şekilde sizleri seyre koyulduk. Yeraltında olan biz “Merdümgirizler” değiliz. Siz kendinizi fazla yukarılarda sanmaktasınız. Fakat ne sizsiz var olabiliyoruz ne de sizinle. Belki de bunların hiçbiri... “Siz” diyerek kendimizi anlatıyoruz. Bir telaş, bir umursamazlık ve bütün zıtlıkların kaosunda size ya da kendimize sesleniyoruz: Tükendik bi müddet! Saygılarla…
19
2
Bize ulaşın;
KUMLARI BOYAMAK
Kendi olduğumuz gibi mi, yoksa içimizde oluşturduğumuz hayali karakterimiz gibi mi yaşıyoruz acaba diye düşünüyorum bazen. Ben kimim sorularıyla boğuşurken ‘bırakalım sabah olsun’ düşüncesiyle belli belirsiz planlar yapıp bu düşünceleri zihnimin arka raflarına kaldırıyorum. Sonra arkadan biri enseme vuruyo ‘sen ne anlatıyosun be aq’ Öyle ya saçma gelmiyo mu size de zamanında yaşadığınız kafalar. Yada benim gibi şuan bulunduğu kafanın da saçma olduğunu bilenleriniz. Kendi hayatlarımızı küçük şeylerle anlamlandırmaya çalışıyoruz ya bide hah işte bu olaya bitiyorum. Bi bok anlamıyoruz hayattan, belki de anlamıcaz her şey için çok geç olana kadar, yoksa ? son nefese kadar ? Ha bide son nefes deyincee ... şaka lan şaka daha fazla saçmalayamayacağım bunun üstüne. saat bilmem kaç 00; güneş doğacak , karanlık gecenin kurbanı ben olamam kaçmalıyım güneş doğmadan #farkederse /dikinepanços
Giden her kum tanesine yas mı tutmalıyız peki? Bu da seçenek dahilinde tabi ama yas tutmak yerine bu kum tanelerini hüzünlerimizle, gülüşlerimizle, sevdalarımızla boyayarak hatıra sandığımızda biriktirmek daha hoş geliyor sanki... Nasıl mı boyarız bu kum tanelerini? Hüzünlerimizden süreriz biraz hani şu kimi zaman gözlerimizi ıslatan, kimi zaman bizi şarkılara türkülere iten hüzünlerimizden. Sonra biraz mutluluk süreriz çocuklar gibi koştuğumuz, gözlerimizin içinin güldüğü ve en son bu iki boyanın muhteşem girdabı sevdalarımızı süreriz şu bazen öldürür gibi acıtan, bazen sokaklara atan, bazen uykuları haram eden sevdalardan. İşte bunlar boyalarıdır hayatın, ne kadar istersek o kadar olan bitmez tükenmez boyalar. Hüzün, mutluluk ve sevda boyaları köklerini yaşamdan alır dostlar iyisiyle de kötüsüyle de yaşamdan. İşte bu yüzden geçen saniyeleri, uzaklaşan kum tanelerini yaşayalım. Geçip giden zaman, renksiz kum tanesi olmasın Yaşadığımız zaman,
3
18
**
Zaman akıyor, hiç durmadan dörtnala koşarcasına. Onu durdurmak mı? İmkânsız. Durdurmak şöyle dursun onu doyasıya yaşayamıyoruz bile. Günlük planlar, kaygılar, telaşlar peşinde koşarken rüzgârda kalan yaprak gibi savruluyoruz. Güneşin bizim için her sabah farklı doğduğunu ve her akşam farklı battığını, geçen her saniyenin bizden zamanımızı çaldığını bu amansız savruluşta fark etmiyoruz Hâlbuki az olan zamanımız bu yazıyı okurken dahi azalmakta. Her kum tanesi bizden biraz daha uzaklaşmakta.
boyadığımız kum tanesi olsun. Lafın kısası bir ulu çınarın toprağı tuttuğu gibi tutalım yaşamı ve de hiç bırakmayalım bu bereketli toprağı…
Deneme
Hüzün, mutluluk ve sevda boyalarının hiç eksik olmadığı zamanlar dileğiyle kendinize iyi bakın dostlar…
Yatakta bir başıma kalmış şekilde yatarak başımdan geçen olayları düşünüyorum, belki de yarın yapacaklarımı. Geçmişle bir bağlantım yok denecek kadar azaldığı için artık ilgimi çekmiyor. Güzel günler tatlı günler falan hepsi söz olarak kalabilir. Tabii ki. Verilen sözler tutulmamış, gülünen yüzler unutulmuş sadece bir isim şeklinde geriye kalmış. Dışarıda ezan okunuyorken yankı yapan sokaklarda kendimi buluyorum. Gündüzleri o kadar dolu olan sokaklar gece çöktüğünde kimsenin uğramaz olduğu karanlık ve yalnızlığın kol gezdiği sokaklar haline dönüşüyorlar. Ara sıra böyle düşünürken ölüm bile mantıklı gelmeye başlıyor insana. Düşününce tabi daha kötüsü ne olabilir derken, pat! daha kötüsünü görüveriyorsun. Hayat yine bize sürprizleri yapmaktan çekinmiyor. Ama bunlara karşılık günümün çoğu vakti de güzel geçiyor. İnsanlar azaldıkça iç huzuruma daha da çok yaklaşıyor ve bir tık daha rahatlıyorum. Tabi ki bütün insanlar aynı etkiyi yapıyor değil. Kendime daha çok zaman ayırmaya başladım. Daha çok kitap okuyor daha çok ders çalışabiliyorum. Kafamı dinlendiriyorum. Ruhen yorgun olan bu bedeni rahatlatabiliyorum. Evet aslında mutluyuz. Tıpkı ilk yazdığım yazıda bahsettiğim gibi (2016 Şubat) mutluyuz ama farkında değiliz, belki de mutluluğa açızdır. Temmuz 2017
/MFK
17
4
/ KALEMDAR
Saat 4:54
16
Stefan Zweig’tan Satranç
Cadde bomboş Bir rüzgar esmekte, Öldürücü değil, serinletici. The doors çalmada kulakta. Upuzun caddede ben, tatmin ve jim morrison. Az ileride bir genç yatmakta çınar altında. Hava sıcağını hissettirmemek için uğraşmakta. Gökyüzü ve toprak çekmekte canım. O gidilmeyen görülmeyen yere Yine bir özlem var içimde. Eve yaklaşmakta ayaklarım, Ruhum göğe yükselmekte. Çınarlar, yollar, şarkılar ve doğa... Tutkumu hissetmekte. Ölmekte beynim ve dişlerim. Gökyüzüne bakmakta gözlerim, Uzanmaktayım bir çınar altında. Gencin daha ilerisinde. Anlamaktayız birbirimizi. Boş vermek ve uzanmakta huzur. Huzur, boşlukta ve rüzgarda. Ruhlar göğe yükselmekte...
İnsanın uğraşacak bir şeylere olan ihtiyaçlarını çarpıcı bir dille ortaya koymuş Zweig. Hiçliğin içinde kanat çırparken eline geçen en ufak fırsatı nasıl değerlendirdiğini gösteri- yor insanoğlunun. Böylesi mükemmel ötesi bir romanı nasıl olmuş da 80 sayfaya nasıl sığdırmış anlayamadım; ki anlamama fırsat kalmadan romanı bir solukta bitirdiğimi fark ettim. Ufak tefek bir kitap olduğu için okurken yeterince değeri vermediğimi fark edip kendime kızdım. Bu kitap bazı durumları daha farklı yorumlamamı sağladı. Kitaplığımı tekrar diz deseler en başta yerine yerleştireceğim kitaplardandır kendisi. Bazı kitaplar vardır, kitap bittikten sonra da okumaya devam edersiniz. Bu kitap sevgili okur entelektüel ölümün somut kanıtıdır. Zweig’in ölümünden hemen önce yazdığı eser, savaş zamanının psikolojik baskılarını sade ve akıcı bir dille üstü kapalı bir şekilde anlatıyor, kralların oyunuyla… 5
/saat05.30
Sayfa sayısı:71/Türkiye İş Bankası Yayınları
/MFK
5
Tanrı Düşüncelerle Meşgulken;
Ölecek adamın şiiri Ölecek adamın şiiridir bu. Bırakıp giderken her şeyi ardında. Neler olacağını bilmeden yolun sonunda Şiirdir işte anlamlı bir anlamsızlıkta
Ölecek adamın şiiridir bu. Hiç ölmemiş kadar heyecanlı ve sona gelmiş olmaktan korkulu. Bir ölü kadar konuşkan ve bir diri kadar soğuk. Gözleri kanlı kırmızı boğuk. Ölecek adamın şiiridir bu. Anları ve anlamları yaşayacak Alnında ay ışığı parıldayacak Yaşayacak gerçeği Uzaklaşacak
/ Samowski Stramedsky
Silahı doğrulttum Yanlış’a. Yüzümdeki soğuk ifade korkutmuş olacak ki soğuk bir ifadeye büründü. Ona Yalan’ı sevip sevmediğini sordum. Öfkeyle sevdiğini söyledi. Üç kere sordum. Üçünde de aynı cevabı aldım. Sol dizine sıktım, uyluk kemiğinin altına. Sağ diz sorunları bana özeldi istemiyordum onda bulunmasını. Kocaman böğürdü sonra. İnsan dışı bir ses ile. Sorumu tekrar sordum. Biraz mecburi tavırla Yalan’ı sevmediğini söyledi. Yalan çoktan ağlamaya başlamıştı bile. Yalan yanlışı sevdiğini sanırdı hep. İçinde buna benzer hisler vardı ama belirsiz bir huzursuzluk barındırıyordu bu hisler. Anlam veremiyordu ne yapacağını kestiremiyordu hisler hakkında. Olağanı yaşayıp gidiyordu. Ama yanlışın bu zoraki itiraf niteliğindeki sözleri onu yıkmış gibiydi bir yerlerde. Yalana inanmıyordum. Onu seviyordum. Bende olmayan bir şeydi. İnsan davranışının temeli budur. Sende olmayanı bul ve onun seni öldürmesine izin ver. Yalan’a onu çok sevdiğimi söyledim. Oda beni sevdiğini, hep seveceğini, farklı olduğumu ve bunun gibi her zaman söylediği sözcükleri söylerken namluyu ağzıma sokup tetiği çektim. Sıcak bir şey ölüm. Üşütmüyor inanın. Bir anda ruhum bedenimden ayrılıp göğe yükselmeye başladı. Zaman kavramı değişiyor aşağıda her şey bir anda olup bitiyordu. Benim anlık yükselişim aşağıda yıllara tekabül ediyordu. Yeryüzündeki şeyleri seçebileceğim son yükseklikten aşağı baktım. Yalan ve Yanlış yan yana. Tam hatırlamıyorum şimdi. Belki de üst üstedir.
/Samowski Stramedsky
15
6
Ölecek adamın şiiridir bu. Belki sevdiğine bir hediye bırakacak. Yanaklarından öpecek sımsıkı Ve beline sarılacak dudaklarıyla. Ağlayacak sonra. Gözlerinden umut akacak.
söyledim. Bir b*k anlamadı. Anlamasını beklemiyordum zaten. Yalanlar anlamayan düşünemeyen ve ifade gücü yüksek yanlışlara âşıktır yitesiye. Bu benim gerçeğim. Sahi, ben Gerçek’im. Korktum hep böyle yanlışlardan. Bana ‘’vahşi’’ oldukları söylenmişti. Doğruymuş. Küfürlerine devam ediyordu bir taraftan. Korkusuzdu.
Yalan’lar ve Yalanlar
Çok hızlı olabilirim bazen. Bazen de yavaşımdır. Arası yoktu. Zaten genelde her şey böle değil mi? Hızlıydım bu sefer. Bu sefil ikiliyi aldıkları nefesi veremeden yatağın demirlerine kelepçeledim, önce birbirlerine, sonra yatağa. Yalan ve Yanlış. Ben mi? Gerçek’im ben. Yanlış tanımıyordu beni. Yalan’ı çok severdim. Yalan da beni sevdiğini söylerdi. Tanışı-yorduk yani. Suratımı örten bezden tanıyamadı beni. İkisi de korkmuş, masum olduğunu ifade eden mimiklerle bakıyordu. Stresten havaya kaldırdıkları kaşları bile titriyordu. Belirsizi bekliyordu bu ikili. Benim yıllarımı almıştı belirsiz bekleyişler. Belirsizlik ölümden doğar dostlarım. Onlar o yatakta ölümün tadını alıyorlardı. Ben de aşçısıymışçasına bakıyordum yüzlerine. Tadını nasıl karşılayacaklarını merak ediyordum. Anlık şeyler hep. Suratımdakini çıkardım nihayet. Yalan, belirsiz bekleyişine anlam katılmasının acısını hissediyordu yüzüme bakarak. Kısa bir nefes verdim burnumdan. Durumdan ben de memnun değildim ama yapmalıydım bunu. Belki de yapmamalıydım. Bilemiyorum. Kemerimin arkasına sıkıştırdığım Glock21 tabancamı çıkardım. Sandalyeyi çekip oturdum üstüne. Sohbet etmek istediğimi söyledim. Yalan şaşırdı ve gayri ihtiyari yarım saniyelik bir gülüş attı. Yanlış küfürler savurmaya başladı yüzüme. Gitmemi emretti. Emrini gerçekleştireceğimi ama biraz farklı olacağını net ve resmi bir tavırla
**
Yeni Dünya düzenini reddetmeye zorunluymuş gibi hissediyosunuz. Çünkü reddetmeseniz ve düzende iyi bi’ yere gelemezseniz bahaneniz olmayacak. Starbucks’tan çıkmayıp profilleriniz de ‘’fck capitalism’’ yazmalı. Mackbooklarınızdan bilmem ne sosyal hesabınıza girip fakir edebiyatı yapmalısınız. Eğer her şey insanların dışa yansıttıkları gibi olsa belki de reddetmeye gerek bile kalmayacak. /birgüngelcekbugünlerbitcek #SS
/dikinepanços
7
14
Kapının önüne gittim. Bir anlığına durdum. Yaptığım şeyin uygunluğunu irdeledim içimde bir yerlerde. Karar vermiştim bir kere. Yapmasam çıldıracaktım. İşin raconu olduğu için kar maskem vardı yanımda. Yüzüme indirdim. Kayboldu benliğim. Eminim nefesimi de tutmuşumdur hatırlamıyorum şimdi. Odaya daldım. Tam da beklediğim şeyle karşılaştım. Bazen, bazı şeylerin beklediğimiz gibi olması ölümüne kötüdür. Ölümüne kötüydü beklediğim.
8
Alıntı
Hiçbir şey yapmadığım bir günün sonunda hiçbir şey yapmamaktan yor-gun düşmüştüm ve uykulu gözlerle sağa sola bakıyordum. Sıkılmıştım bu durumdan. Ve bildiğim bir şey vardı. Sıkıldığınız zaman uyumak iyi bir kurtarıcı durumundadır. Siyah kot pantolon, siyah t-shirt ve siyah hır-ka vardı üstümde, bir umutla geçirmiştim sabah üstüme bunları, belki evden çıkacak isteği kendimde bulabilirim diye düşünmüştüm. Ama tabii ki bu mümkün olmadı. Daha sonra üstümdekileri çıkarmakla uğraşmaya yetecek bir isteği de kaybettiğim için gecenin ikisinde hala üzerimdeydi bu standart toplum için dış ortam kıyafetleri. Umursamadan uzandım yatağıma, lambayı söndürecek halim bile kalmamıştı hiçbir şey yapmamaktan. Tam uyuyacaktım ki bir uyku ötede aynı günden bir tane daha olduğunu fark ettim. Uyumak mı akıllıca uyumamak mı, bunu dü-şündüm. Uyumamanın akıllıca olduğu apaçıktı uykuya direnerek. Çünkü sabah dinç olacağımı düşünmedim. Zaten dinç olsam dahi mutlu olma-yacaktım. Gündüzler bana göre olmadı hiçbir zaman. Ben geceleri sevi-yordum. Neden günün ve hayatımın en sevdiğim bu anlarını uyuyarak geçirecektim ki, oldukça mantıksızdı. Ama tabii ki referansı toplum ola-rak aldıktan sonra gerçekleştirdiğim her eylemde yaptığım gibi bunun da daha önce sorgulamamıştım nedenini. Oysa hastalıklı olan toplumdu. Hep bilir, görür, sağlamasını yapar, hissederdim bunu. Ve gecede var olmayı kısık gözlerle, ölmüş bir beyinle de olsa sevdiğimi bildiğimden hemen toplumun “bu ne yapıyor?” sorusuyla yaklaşacağı bir eylemde bulundum. İlk iş olarak mutfağa doğru yürüdüm. Mutfaktan bir sandalye buldum. Sağ elime oturttum. Tekrar odama yöneldim. Odama girdim, biraz daha yürüdüm, balkona çıktım. Sandalyeyi koydum balkona. Ağustos ayındaydık ama odam kuzeye bakıyordu ve akşamları, geceleri, sabahın erken saatleri beş-on dakika bile durulmayacak kadar soğuk olurdu. Kışın kapıyı açamazdınız zaten. Ardından sandalyeye oturdum. Sokakları seviyordum, sokaklara bakacaktım. Artık toplumun
“Eğiticiler, filler zincirlerini kıramayacaklarını öğrenene kadar ip kullanmazlar. Aslında o filleri orada tutan ipler değil, kendi akıllarındaki koşullama. İşte bu yüzden bilgi önemlidir. Eğer bir şey yapabileceğini düşünürsen, aslında bu mümkün olmasa bile yapabildiğini görürsün. Eğer yapamayacağını düşünürsen, o zaman da çoğunlukla yapamazsın, çünkü denemezsin bile.” / Adam Fawer-Olasılıksız "Yüzyıllardır oynanmasına rağmen hiçbir seyirci sahneye fırlayıp Romeo'nun zehirli iksiri içmesine engel olmamıştır. Sonunda geminin batacağı bilindiği halde Titanic defalarca izlenmiştir. Bitecektir korkusuyla aşktan kaçarsan hayattan hiçbir tat alamazsın. Çünkü Romeo ölmeli, Titanic batmalı, Ama aşk her şeye rağmen yaşanmalı." -Atilla Şanbay //
/MFK
13
Gece
Kitapta herkesin işleneceğini bildiği bir cinayet konu alınıyor. İkiz kardeşlerin namus davası olarak nitelendirdikleri bir olay karşısında tüm kasabaya duyurarak şehrin orta yerinde hatta kendi evinin önünde öldürdükleri bir kişinin etrafında daha doğrusu o gün ve yakın geçmişte yaşanan olaylar kaleme alınmış. Marquez’in yazdığı (bana göre) en güzel eser. Yalnız bu yorumu yaparken yüzyıllık yalnızlığı okumadığımı da belirteyim. Abartmadan söylüyorum kitap insan üzerinde etki bırakan cinsten. Öyle dakika başı etkisini görmüyorsunuz ama kitaplığınıza her defa bakınca tekrar hikâyeyi yaşıyormuşsunuz gibi geliyor. İnsanların nasıl bu kadar kayıtsız ve gamsız olabileceğine insan şaşırıyor açıkçası. Kitabın sonunda çokça üzüldüğümü belirterek kaçıyorum. “Beni öldürdüler, Wene hala.” demişti. Son basamakta tökezlemiş ama kendini hemen toparlamıştı.” Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkelemek titizliğini bile gösterdi.” dedi bana Wene halam. Sayfa Sayısı 111 / Can Yayınları
/MFK
benimseme durumu umurumda değildi yaptığım ve yapacağım eylemleri, bugün benim bireysel devrimim başlamıştı. Ne istiyorsam onu yapacaktım. Fakat sokağı görmüyordu balkonum artık. Binalar dikmişlerdi balkonumun çevresine. Ben de fazla bu isteğin peşinden gitmek istemedim. Sokaklar kadar çok sevdiğim siyah gökyüzüne çevirdim gözlerimi. Gökyüzünü pek gördüğü söylenemezdi balkonun. Ama gökyüzüne yakın, evlerin çatılarında gördüğü birkaç nesne vardı. Bilirsiniz, güneş enerjisiyle ilgili büyük pillere benzeyen, çamaşır suyu şişelerine benzeyen, tuvalet hortumlarına benzeyen birkaç nesne. Mutluydum. Gece odanızın bal-konunun karşısındaki evin çatısında güneş enerjisi ve sıcak su ile ilgili olan birtakım araç-gereç dahi şairane görünür çünkü. Evet, geceden başka bir olgu umurumda değildi, bugün de, bir sonraki gün de, daha sonraki gün de, ve ondan sonraki günler de. Sadece geceye, büyük pillere, küçücük gökyüzüne, balkona, soğuğa, odadan belli belirsiz kulağıma gelen Joan Baez sesine bırakmıştım kendimi. Hayat bir an için fena değildi. Bu saatleri severim. Umursamaz bir tavır getirir insanın ruhuna. Bir sonraki günden tatmin olmayacak olsanız da rahat uyuyacağınızı bildiğiniz için uyuma vaktini yaklaştırırsınız kendinize, bir yandan da gece-den kopamazsınız. Ama geceden ruhunuza giren yüce hisler hariç ne anladığınızı sorsalar cevap da veremezsiniz. Gecenin huzurunda ve kaosunda hayat hızlı akar. Kendinizi muhteşem gündoğumu sonrası çoğunlukla kahredici gündüzde bulursunuz. Sabah plan ve hareket devreye girer çoğu zaman. Gece hem sorunlar, hem de umursamazlıklar... Sonucunda eylemsizlikler. Bu bireysel devrimim ve geceyi net keşfim sonrası her akşam bir mutlu olma sebebim oldu yeraltımda. Şu sözleri mırıldanırdım gece yaklaşırken: “Yine gece geliyor; giz, hayat, siyah ve gerçek ile birlikte. Kişilikleri aydınlatmaya, sokaklarda dolaşmaya ve evlerde oturmaya avarelerle...”
/saat05.30
9
12
Marquez’den Kırmızı Pazartesi
Tahta Bankta Bırakılanlar
Düşünmemeli miydi acaba vaz mı geçmeliydi değerlerin-den? Ne olurdu şu günde 25 saat kahvede ömür çürütenlerden olsaydı? Ne olurdu gününü kafe yollarını arşınlamak-la bitirenlerden olsaydı? Ölür müydü? Hem rahat da olurdu tek yükü bedeni bir de omuz çantası olurdu hatta omuz çan-tasına bile gerek yoktu. Sonuçta çantasında bir kitap, bir kalem ve birde defteri vardı ne gerek vardı ki bunlara düşünmeyecekti artık nasıl olsa. Düşünmekten vazgeçmekle bu parmaklıkların kilidi olan sorgulamayı da kırmıştı. Özgürdü artık, kafası boş ve özgür. Onca şeyi düşünmüştü de bu-nu nasıl düşünememişti yıllardır. Son parmaklığı parmaklıkları kıran bir çekiç olmuştu onun için. O da artık kendi yönünü belirlemek yerine gösterilen yöne gidenlerdendi. Şu bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyen hodbin sürüsünün bir parçasıydı artık.
Adam ruhunu ve fikirlerini o bankta bıraktı diyerek bitirdi yazar öyküsünü. İlk defa bu kadar nefret etmişti kendi yarattığı adamdan. Okudu, tekrar okudu her okuyuşunda biraz daha iğrendi yarattığı adamdan. Kâğıdı aldı, buruşturdu ve çöpe attı…
/KALEMDAR
11
10
Dışarı çıktı adam omzunda çantası kafasında düşünceler. Yürüdü, kaldırımları ezercesine yürüdü. Ağır geliyordu düşünceleri, yorulmuştu bitmek tükenmek bilmeyen sorulardan, sorunlardan. Benliğini sarıyordu her bir düşünce parmaklığı. Bıkmıştı belki de tükenmek üzereydi. Dışarı çıkmıştı ama bilmiyordu pabuçlarının burnu hangi yönü gösteriyor. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Bir bank çıktı karşısına şu, belediyenin koyduğu tahta banklardan. Oturdu adam banka. Yeni bir parmaklıkla sardı benliğini ama bu farklıydı diğer parmaklıklardan. Düşüncelerini irdeleyen bir parmaklıktı bu.
Tahta Bankta Bırakılanlar
Düşünmemeli miydi acaba vaz mı geçmeliydi değerlerin-den? Ne olurdu şu günde 25 saat kahvede ömür çürütenlerden olsaydı? Ne olurdu gününü kafe yollarını arşınlamak-la bitirenlerden olsaydı? Ölür müydü? Hem rahat da olurdu tek yükü bedeni bir de omuz çantası olurdu hatta omuz çan-tasına bile gerek yoktu. Sonuçta çantasında bir kitap, bir kalem ve birde defteri vardı ne gerek vardı ki bunlara düşünmeyecekti artık nasıl olsa. Düşünmekten vazgeçmekle bu parmaklıkların kilidi olan sorgulamayı da kırmıştı. Özgürdü artık, kafası boş ve özgür. Onca şeyi düşünmüştü de bu-nu nasıl düşünememişti yıllardır. Son parmaklığı parmaklıkları kıran bir çekiç olmuştu onun için. O da artık kendi yönünü belirlemek yerine gösterilen yöne gidenlerdendi. Şu bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyen hodbin sürüsünün bir parçasıydı artık.
Adam ruhunu ve fikirlerini o bankta bıraktı diyerek bitirdi yazar öyküsünü. İlk defa bu kadar nefret etmişti kendi yarattığı adamdan. Okudu, tekrar okudu her okuyuşunda biraz daha iğrendi yarattığı adamdan. Kâğıdı aldı, buruşturdu ve çöpe attı…
/KALEMDAR
11
10
Dışarı çıktı adam omzunda çantası kafasında düşünceler. Yürüdü, kaldırımları ezercesine yürüdü. Ağır geliyordu düşünceleri, yorulmuştu bitmek tükenmek bilmeyen sorulardan, sorunlardan. Benliğini sarıyordu her bir düşünce parmaklığı. Bıkmıştı belki de tükenmek üzereydi. Dışarı çıkmıştı ama bilmiyordu pabuçlarının burnu hangi yönü gösteriyor. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Bir bank çıktı karşısına şu, belediyenin koyduğu tahta banklardan. Oturdu adam banka. Yeni bir parmaklıkla sardı benliğini ama bu farklıydı diğer parmaklıklardan. Düşüncelerini irdeleyen bir parmaklıktı bu.
Kitapta herkesin işleneceğini bildiği bir cinayet konu alınıyor. İkiz kardeşlerin namus davası olarak nitelendirdikleri bir olay karşısında tüm kasabaya duyurarak şehrin orta yerinde hatta kendi evinin önünde öldürdükleri bir kişinin etrafında daha doğrusu o gün ve yakın geçmişte yaşanan olaylar kaleme alınmış. Marquez’in yazdığı (bana göre) en güzel eser. Yalnız bu yorumu yaparken yüzyıllık yalnızlığı okumadığımı da belirteyim. Abartmadan söylüyorum kitap insan üzerinde etki bırakan cinsten. Öyle dakika başı etkisini görmüyorsunuz ama kitaplığınıza her defa bakınca tekrar hikâyeyi yaşıyormuşsunuz gibi geliyor. İnsanların nasıl bu kadar kayıtsız ve gamsız olabileceğine insan şaşırıyor açıkçası. Kitabın sonunda çokça üzüldüğümü belirterek kaçıyorum. “Beni öldürdüler, Wene hala.” demişti. Son basamakta tökezlemiş ama kendini hemen toparlamıştı.” Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkelemek titizliğini bile gösterdi.” dedi bana Wene halam. Sayfa Sayısı 111 / Can Yayınları
/MFK
benimseme durumu umurumda değildi yaptığım ve yapacağım eylemleri, bugün benim bireysel devrimim başlamıştı. Ne istiyorsam onu yapacaktım. Fakat sokağı görmüyordu balkonum artık. Binalar dikmişlerdi balkonumun çevresine. Ben de fazla bu isteğin peşinden gitmek istemedim. Sokaklar kadar çok sevdiğim siyah gökyüzüne çevirdim gözlerimi. Gökyüzünü pek gördüğü söylenemezdi balkonun. Ama gökyüzüne yakın, evlerin çatılarında gördüğü birkaç nesne vardı. Bilirsiniz, güneş enerjisiyle ilgili büyük pillere benzeyen, çamaşır suyu şişelerine benzeyen, tuvalet hortumlarına benzeyen birkaç nesne. Mutluydum. Gece odanızın bal-konunun karşısındaki evin çatısında güneş enerjisi ve sıcak su ile ilgili olan birtakım araç-gereç dahi şairane görünür çünkü. Evet, geceden başka bir olgu umurumda değildi, bugün de, bir sonraki gün de, daha sonraki gün de, ve ondan sonraki günler de. Sadece geceye, büyük pillere, küçücük gökyüzüne, balkona, soğuğa, odadan belli belirsiz kulağıma gelen Joan Baez sesine bırakmıştım kendimi. Hayat bir an için fena değildi. Bu saatleri severim. Umursamaz bir tavır getirir insanın ruhuna. Bir sonraki günden tatmin olmayacak olsanız da rahat uyuyacağınızı bildiğiniz için uyuma vaktini yaklaştırırsınız kendinize, bir yandan da gece-den kopamazsınız. Ama geceden ruhunuza giren yüce hisler hariç ne anladığınızı sorsalar cevap da veremezsiniz. Gecenin huzurunda ve kaosunda hayat hızlı akar. Kendinizi muhteşem gündoğumu sonrası çoğunlukla kahredici gündüzde bulursunuz. Sabah plan ve hareket devreye girer çoğu zaman. Gece hem sorunlar, hem de umursamazlıklar... Sonucunda eylemsizlikler. Bu bireysel devrimim ve geceyi net keşfim sonrası her akşam bir mutlu olma sebebim oldu yeraltımda. Şu sözleri mırıldanırdım gece yaklaşırken: “Yine gece geliyor; giz, hayat, siyah ve gerçek ile birlikte. Kişilikleri aydınlatmaya, sokaklarda dolaşmaya ve evlerde oturmaya avarelerle...”
/saat05.30
9
12
Marquez’den Kırmızı Pazartesi
8
Alıntı
Hiçbir şey yapmadığım bir günün sonunda hiçbir şey yapmamaktan yor-gun düşmüştüm ve uykulu gözlerle sağa sola bakıyordum. Sıkılmıştım bu durumdan. Ve bildiğim bir şey vardı. Sıkıldığınız zaman uyumak iyi bir kurtarıcı durumundadır. Siyah kot pantolon, siyah t-shirt ve siyah hır-ka vardı üstümde, bir umutla geçirmiştim sabah üstüme bunları, belki evden çıkacak isteği kendimde bulabilirim diye düşünmüştüm. Ama tabii ki bu mümkün olmadı. Daha sonra üstümdekileri çıkarmakla uğraşmaya yetecek bir isteği de kaybettiğim için gecenin ikisinde hala üzerimdeydi bu standart toplum için dış ortam kıyafetleri. Umursamadan uzandım yatağıma, lambayı söndürecek halim bile kalmamıştı hiçbir şey yapmamaktan. Tam uyuyacaktım ki bir uyku ötede aynı günden bir tane daha olduğunu fark ettim. Uyumak mı akıllıca uyumamak mı, bunu dü-şündüm. Uyumamanın akıllıca olduğu apaçıktı uykuya direnerek. Çünkü sabah dinç olacağımı düşünmedim. Zaten dinç olsam dahi mutlu olma-yacaktım. Gündüzler bana göre olmadı hiçbir zaman. Ben geceleri sevi-yordum. Neden günün ve hayatımın en sevdiğim bu anlarını uyuyarak geçirecektim ki, oldukça mantıksızdı. Ama tabii ki referansı toplum ola-rak aldıktan sonra gerçekleştirdiğim her eylemde yaptığım gibi bunun da daha önce sorgulamamıştım nedenini. Oysa hastalıklı olan toplumdu. Hep bilir, görür, sağlamasını yapar, hissederdim bunu. Ve gecede var olmayı kısık gözlerle, ölmüş bir beyinle de olsa sevdiğimi bildiğimden hemen toplumun “bu ne yapıyor?” sorusuyla yaklaşacağı bir eylemde bulundum. İlk iş olarak mutfağa doğru yürüdüm. Mutfaktan bir sandalye buldum. Sağ elime oturttum. Tekrar odama yöneldim. Odama girdim, biraz daha yürüdüm, balkona çıktım. Sandalyeyi koydum balkona. Ağustos ayındaydık ama odam kuzeye bakıyordu ve akşamları, geceleri, sabahın erken saatleri beş-on dakika bile durulmayacak kadar soğuk olurdu. Kışın kapıyı açamazdınız zaten. Ardından sandalyeye oturdum. Sokakları seviyordum, sokaklara bakacaktım. Artık toplumun
“Eğiticiler, filler zincirlerini kıramayacaklarını öğrenene kadar ip kullanmazlar. Aslında o filleri orada tutan ipler değil, kendi akıllarındaki koşullama. İşte bu yüzden bilgi önemlidir. Eğer bir şey yapabileceğini düşünürsen, aslında bu mümkün olmasa bile yapabildiğini görürsün. Eğer yapamayacağını düşünürsen, o zaman da çoğunlukla yapamazsın, çünkü denemezsin bile.” / Adam Fawer-Olasılıksız "Yüzyıllardır oynanmasına rağmen hiçbir seyirci sahneye fırlayıp Romeo'nun zehirli iksiri içmesine engel olmamıştır. Sonunda geminin batacağı bilindiği halde Titanic defalarca izlenmiştir. Bitecektir korkusuyla aşktan kaçarsan hayattan hiçbir tat alamazsın. Çünkü Romeo ölmeli, Titanic batmalı, Ama aşk her şeye rağmen yaşanmalı." -Atilla Şanbay //
/MFK
13
Gece
Yalan’lar ve Yalanlar
Çok hızlı olabilirim bazen. Bazen de yavaşımdır. Arası yoktu. Zaten genelde her şey böle değil mi? Hızlıydım bu sefer. Bu sefil ikiliyi aldıkları nefesi veremeden yatağın demirlerine kelepçeledim, önce birbirlerine, sonra yatağa. Yalan ve Yanlış. Ben mi? Gerçek’im ben. Yanlış tanımıyordu beni. Yalan’ı çok severdim. Yalan da beni sevdiğini söylerdi. Tanışı-yorduk yani. Suratımı örten bezden tanıyamadı beni. İkisi de korkmuş, masum olduğunu ifade eden mimiklerle bakıyordu. Stresten havaya kaldırdıkları kaşları bile titriyordu. Belirsizi bekliyordu bu ikili. Benim yıllarımı almıştı belirsiz bekleyişler. Belirsizlik ölümden doğar dostlarım. Onlar o yatakta ölümün tadını alıyorlardı. Ben de aşçısıymışçasına bakıyordum yüzlerine. Tadını nasıl karşılayacaklarını merak ediyordum. Anlık şeyler hep. Suratımdakini çıkardım nihayet. Yalan, belirsiz bekleyişine anlam katılmasının acısını hissediyordu yüzüme bakarak. Kısa bir nefes verdim burnumdan. Durumdan ben de memnun değildim ama yapmalıydım bunu. Belki de yapmamalıydım. Bilemiyorum. Kemerimin arkasına sıkıştırdığım Glock21 tabancamı çıkardım. Sandalyeyi çekip oturdum üstüne. Sohbet etmek istediğimi söyledim. Yalan şaşırdı ve gayri ihtiyari yarım saniyelik bir gülüş attı. Yanlış küfürler savurmaya başladı yüzüme. Gitmemi emretti. Emrini gerçekleştireceğimi ama biraz farklı olacağını net ve resmi bir tavırla
**
Yeni Dünya düzenini reddetmeye zorunluymuş gibi hissediyosunuz. Çünkü reddetmeseniz ve düzende iyi bi’ yere gelemezseniz bahaneniz olmayacak. Starbucks’tan çıkmayıp profilleriniz de ‘’fck capitalism’’ yazmalı. Mackbooklarınızdan bilmem ne sosyal hesabınıza girip fakir edebiyatı yapmalısınız. Eğer her şey insanların dışa yansıttıkları gibi olsa belki de reddetmeye gerek bile kalmayacak. /birgüngelcekbugünlerbitcek #SS
/dikinepanços
7
14
Kapının önüne gittim. Bir anlığına durdum. Yaptığım şeyin uygunluğunu irdeledim içimde bir yerlerde. Karar vermiştim bir kere. Yapmasam çıldıracaktım. İşin raconu olduğu için kar maskem vardı yanımda. Yüzüme indirdim. Kayboldu benliğim. Eminim nefesimi de tutmuşumdur hatırlamıyorum şimdi. Odaya daldım. Tam da beklediğim şeyle karşılaştım. Bazen, bazı şeylerin beklediğimiz gibi olması ölümüne kötüdür. Ölümüne kötüydü beklediğim.
Ölecek adamın şiiri Ölecek adamın şiiridir bu. Bırakıp giderken her şeyi ardında. Neler olacağını bilmeden yolun sonunda Şiirdir işte anlamlı bir anlamsızlıkta
Ölecek adamın şiiridir bu. Hiç ölmemiş kadar heyecanlı ve sona gelmiş olmaktan korkulu. Bir ölü kadar konuşkan ve bir diri kadar soğuk. Gözleri kanlı kırmızı boğuk. Ölecek adamın şiiridir bu. Anları ve anlamları yaşayacak Alnında ay ışığı parıldayacak Yaşayacak gerçeği Uzaklaşacak
/ Samowski Stramedsky
Silahı doğrulttum Yanlış’a. Yüzümdeki soğuk ifade korkutmuş olacak ki soğuk bir ifadeye büründü. Ona Yalan’ı sevip sevmediğini sordum. Öfkeyle sevdiğini söyledi. Üç kere sordum. Üçünde de aynı cevabı aldım. Sol dizine sıktım, uyluk kemiğinin altına. Sağ diz sorunları bana özeldi istemiyordum onda bulunmasını. Kocaman böğürdü sonra. İnsan dışı bir ses ile. Sorumu tekrar sordum. Biraz mecburi tavırla Yalan’ı sevmediğini söyledi. Yalan çoktan ağlamaya başlamıştı bile. Yalan yanlışı sevdiğini sanırdı hep. İçinde buna benzer hisler vardı ama belirsiz bir huzursuzluk barındırıyordu bu hisler. Anlam veremiyordu ne yapacağını kestiremiyordu hisler hakkında. Olağanı yaşayıp gidiyordu. Ama yanlışın bu zoraki itiraf niteliğindeki sözleri onu yıkmış gibiydi bir yerlerde. Yalana inanmıyordum. Onu seviyordum. Bende olmayan bir şeydi. İnsan davranışının temeli budur. Sende olmayanı bul ve onun seni öldürmesine izin ver. Yalan’a onu çok sevdiğimi söyledim. Oda beni sevdiğini, hep seveceğini, farklı olduğumu ve bunun gibi her zaman söylediği sözcükleri söylerken namluyu ağzıma sokup tetiği çektim. Sıcak bir şey ölüm. Üşütmüyor inanın. Bir anda ruhum bedenimden ayrılıp göğe yükselmeye başladı. Zaman kavramı değişiyor aşağıda her şey bir anda olup bitiyordu. Benim anlık yükselişim aşağıda yıllara tekabül ediyordu. Yeryüzündeki şeyleri seçebileceğim son yükseklikten aşağı baktım. Yalan ve Yanlış yan yana. Tam hatırlamıyorum şimdi. Belki de üst üstedir.
/Samowski Stramedsky
15
6
Ölecek adamın şiiridir bu. Belki sevdiğine bir hediye bırakacak. Yanaklarından öpecek sımsıkı Ve beline sarılacak dudaklarıyla. Ağlayacak sonra. Gözlerinden umut akacak.
söyledim. Bir b*k anlamadı. Anlamasını beklemiyordum zaten. Yalanlar anlamayan düşünemeyen ve ifade gücü yüksek yanlışlara âşıktır yitesiye. Bu benim gerçeğim. Sahi, ben Gerçek’im. Korktum hep böyle yanlışlardan. Bana ‘’vahşi’’ oldukları söylenmişti. Doğruymuş. Küfürlerine devam ediyordu bir taraftan. Korkusuzdu.
16
Stefan Zweig’tan Satranç
Cadde bomboş Bir rüzgar esmekte, Öldürücü değil, serinletici. The doors çalmada kulakta. Upuzun caddede ben, tatmin ve jim morrison. Az ileride bir genç yatmakta çınar altında. Hava sıcağını hissettirmemek için uğraşmakta. Gökyüzü ve toprak çekmekte canım. O gidilmeyen görülmeyen yere Yine bir özlem var içimde. Eve yaklaşmakta ayaklarım, Ruhum göğe yükselmekte. Çınarlar, yollar, şarkılar ve doğa... Tutkumu hissetmekte. Ölmekte beynim ve dişlerim. Gökyüzüne bakmakta gözlerim, Uzanmaktayım bir çınar altında. Gencin daha ilerisinde. Anlamaktayız birbirimizi. Boş vermek ve uzanmakta huzur. Huzur, boşlukta ve rüzgarda. Ruhlar göğe yükselmekte...
İnsanın uğraşacak bir şeylere olan ihtiyaçlarını çarpıcı bir dille ortaya koymuş Zweig. Hiçliğin içinde kanat çırparken eline geçen en ufak fırsatı nasıl değerlendirdiğini gösteri- yor insanoğlunun. Böylesi mükemmel ötesi bir romanı nasıl olmuş da 80 sayfaya nasıl sığdırmış anlayamadım; ki anlamama fırsat kalmadan romanı bir solukta bitirdiğimi fark ettim. Ufak tefek bir kitap olduğu için okurken yeterince değeri vermediğimi fark edip kendime kızdım. Bu kitap bazı durumları daha farklı yorumlamamı sağladı. Kitaplığımı tekrar diz deseler en başta yerine yerleştireceğim kitaplardandır kendisi. Bazı kitaplar vardır, kitap bittikten sonra da okumaya devam edersiniz. Bu kitap sevgili okur entelektüel ölümün somut kanıtıdır. Zweig’in ölümünden hemen önce yazdığı eser, savaş zamanının psikolojik baskılarını sade ve akıcı bir dille üstü kapalı bir şekilde anlatıyor, kralların oyunuyla… 5
/saat05.30
Sayfa sayısı:71/Türkiye İş Bankası Yayınları
/MFK
5
Tanrı Düşüncelerle Meşgulken;
boyadığımız kum tanesi olsun. Lafın kısası bir ulu çınarın toprağı tuttuğu gibi tutalım yaşamı ve de hiç bırakmayalım bu bereketli toprağı…
Deneme
Hüzün, mutluluk ve sevda boyalarının hiç eksik olmadığı zamanlar dileğiyle kendinize iyi bakın dostlar…
Yatakta bir başıma kalmış şekilde yatarak başımdan geçen olayları düşünüyorum, belki de yarın yapacaklarımı. Geçmişle bir bağlantım yok denecek kadar azaldığı için artık ilgimi çekmiyor. Güzel günler tatlı günler falan hepsi söz olarak kalabilir. Tabii ki. Verilen sözler tutulmamış, gülünen yüzler unutulmuş sadece bir isim şeklinde geriye kalmış. Dışarıda ezan okunuyorken yankı yapan sokaklarda kendimi buluyorum. Gündüzleri o kadar dolu olan sokaklar gece çöktüğünde kimsenin uğramaz olduğu karanlık ve yalnızlığın kol gezdiği sokaklar haline dönüşüyorlar. Ara sıra böyle düşünürken ölüm bile mantıklı gelmeye başlıyor insana. Düşününce tabi daha kötüsü ne olabilir derken, pat! daha kötüsünü görüveriyorsun. Hayat yine bize sürprizleri yapmaktan çekinmiyor. Ama bunlara karşılık günümün çoğu vakti de güzel geçiyor. İnsanlar azaldıkça iç huzuruma daha da çok yaklaşıyor ve bir tık daha rahatlıyorum. Tabi ki bütün insanlar aynı etkiyi yapıyor değil. Kendime daha çok zaman ayırmaya başladım. Daha çok kitap okuyor daha çok ders çalışabiliyorum. Kafamı dinlendiriyorum. Ruhen yorgun olan bu bedeni rahatlatabiliyorum. Evet aslında mutluyuz. Tıpkı ilk yazdığım yazıda bahsettiğim gibi (2016 Şubat) mutluyuz ama farkında değiliz, belki de mutluluğa açızdır. Temmuz 2017
/MFK
17
4
/ KALEMDAR
Saat 4:54
KUMLARI BOYAMAK
Kendi olduğumuz gibi mi, yoksa içimizde oluşturduğumuz hayali karakterimiz gibi mi yaşıyoruz acaba diye düşünüyorum bazen. Ben kimim sorularıyla boğuşurken ‘bırakalım sabah olsun’ düşüncesiyle belli belirsiz planlar yapıp bu düşünceleri zihnimin arka raflarına kaldırıyorum. Sonra arkadan biri enseme vuruyo ‘sen ne anlatıyosun be aq’ Öyle ya saçma gelmiyo mu size de zamanında yaşadığınız kafalar. Yada benim gibi şuan bulunduğu kafanın da saçma olduğunu bilenleriniz. Kendi hayatlarımızı küçük şeylerle anlamlandırmaya çalışıyoruz ya bide hah işte bu olaya bitiyorum. Bi bok anlamıyoruz hayattan, belki de anlamıcaz her şey için çok geç olana kadar, yoksa ? son nefese kadar ? Ha bide son nefes deyincee ... şaka lan şaka daha fazla saçmalayamayacağım bunun üstüne. saat bilmem kaç 00; güneş doğacak , karanlık gecenin kurbanı ben olamam kaçmalıyım güneş doğmadan #farkederse /dikinepanços
Giden her kum tanesine yas mı tutmalıyız peki? Bu da seçenek dahilinde tabi ama yas tutmak yerine bu kum tanelerini hüzünlerimizle, gülüşlerimizle, sevdalarımızla boyayarak hatıra sandığımızda biriktirmek daha hoş geliyor sanki... Nasıl mı boyarız bu kum tanelerini? Hüzünlerimizden süreriz biraz hani şu kimi zaman gözlerimizi ıslatan, kimi zaman bizi şarkılara türkülere iten hüzünlerimizden. Sonra biraz mutluluk süreriz çocuklar gibi koştuğumuz, gözlerimizin içinin güldüğü ve en son bu iki boyanın muhteşem girdabı sevdalarımızı süreriz şu bazen öldürür gibi acıtan, bazen sokaklara atan, bazen uykuları haram eden sevdalardan. İşte bunlar boyalarıdır hayatın, ne kadar istersek o kadar olan bitmez tükenmez boyalar. Hüzün, mutluluk ve sevda boyaları köklerini yaşamdan alır dostlar iyisiyle de kötüsüyle de yaşamdan. İşte bu yüzden geçen saniyeleri, uzaklaşan kum tanelerini yaşayalım. Geçip giden zaman, renksiz kum tanesi olmasın Yaşadığımız zaman,
3
18
**
Zaman akıyor, hiç durmadan dörtnala koşarcasına. Onu durdurmak mı? İmkânsız. Durdurmak şöyle dursun onu doyasıya yaşayamıyoruz bile. Günlük planlar, kaygılar, telaşlar peşinde koşarken rüzgârda kalan yaprak gibi savruluyoruz. Güneşin bizim için her sabah farklı doğduğunu ve her akşam farklı battığını, geçen her saniyenin bizden zamanımızı çaldığını bu amansız savruluşta fark etmiyoruz Hâlbuki az olan zamanımız bu yazıyı okurken dahi azalmakta. Her kum tanesi bizden biraz daha uzaklaşmakta.
Emekçiler;
Cemal Süreya’nın son günü. Muzaffer Buyrukçu ile Cemiyet’te ‘’Ölüm? / Bir gölün dibinde durgun uykudasın / Denizler? / Tanrı karıştırır durur denizleri’’ 8 Ocak 1990
/saat05.30 /dikinepanços /Samowski Stramedsky /KALEMDAR /MFK
merdumgirizfanzin@gmail.com twitter.com/merdumgirizfnzn instagram.com/merdumgirizfnzn * Kelimeler… Kimlerin bütün bu kelimeler? Hiçbir zaman bize ait kelimelerle konuşamadık. Şahsına ait kelimeler çiğneyeni de görmüş değiliz. Nadirdirler. Bir yerlerde onlar. Üretenler. Harikulade iğrençlikteki bir tüketim atmosferinin çemberinde yaşıyoruz. Kim miyiz biz? Biraz önce siz fark etmeden yanınızdan geçen insanlar. Yanınızdan geçerken gözlemliyoruz sizi ister istemez. Sizler yemeklerinizi yerken; acayip havalı ortamlarda oturmuş, orada bulunmaktan dolayı bayağı bir ruhani kokuya, gereksiz kıvrımlara bürünmüşken. Ya da önemli olanı, esas olanı, gerçek olanı unutmak için yaptığınız onca “olmadan da olan, olmazsa olmazlar”ı yaparken. Uçların tadına baktık, kendi dalgamızda kaybettik, fakat bir şekilde sizleri seyre koyulduk. Yeraltında olan biz “Merdümgirizler” değiliz. Siz kendinizi fazla yukarılarda sanmaktasınız. Fakat ne sizsiz var olabiliyoruz ne de sizinle. Belki de bunların hiçbiri... “Siz” diyerek kendimizi anlatıyoruz. Bir telaş, bir umursamazlık ve bütün zıtlıkların kaosunda size ya da kendimize sesleniyoruz: Tükendik bi müddet! Saygılarla…
19
2
Bize ulaşın;
#tükendik bi müddet
MERDÜMGİRİZ Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti... Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.