MERDÜMGİRİZ
#bekledik bi’ müddet
Fanzin
Bedeli: İnsanlık için kalan umudunuz kadar
Emekçiler; /dikinepanços
/Monad
/Kalemdâr
/Ersağ Menci
/Samowski Stramedsky
/İsmail Yusibov
/mfk
/Efdokuz
/Oğuzhan Kayacan
/Mertcan Gülsu
Bize ulaşın; merdumgirizfanzin@gmail.com twitter.com/merdumgirizfnzn instagram.com/merdumgirizfnzn issuu.com/merdumgirizfanzin * Kelimeler… Kimlerin bütün bu kelimeler? Hiçbir zaman bize ait kelimelerle konuşamadık. Şahsına ait kelimeler çiğneyeni de görmüş değiliz. Nadirdirler. Bir yerlerde onlar. Üretenler. Harikulade iğrençlikteki bir tüketim atmosferinin çemberinde yaşıyoruz. Kim miyiz biz? Biraz önce siz fark etmeden yanınızdan geçen insanlar. Yanınızdan geçerken gözlemliyoruz sizi ister istemez. Sizler yemeklerinizi yerken; acayip havalı ortamlarda oturmuş, orada bulunmaktan dolayı bayağı bir ruhani kokuya, gereksiz kıvrımlara bürünmüşken. Ya da önemli olanı, esas olanı, gerçek olanı unutmak için yaptığınız onca “olmadan da olan, olmazsa olmazlar”ı yaparken. Uçların tadına baktık, kendi dalgamızda kaybettik, fakat bir şekilde sizleri seyre koyulduk. Yeraltında olan biz “Merdümgirizler” değiliz. Siz kendinizi fazla yukarılarda sanmaktasınız. Fakat ne sizsiz var olabiliyoruz ne de sizinle. Belki de bunların hiçbiri... “Siz” diyerek kendimizi anlatıyoruz. Bir telaş, bir umursamazlık ve bütün zıtlıkların kaosunda size ya da kendimize sesleniyoruz: Bekledik bi’ müddet! Saygılarla…
Biçare Karanlık bir gecenin pençesinde, İsimsiz hırçın sokaklarda Seni arıyorum. Güzelliğinden midir bilmem. Sana gelemiyorum, Duy beni… /mfk
Sıra dışı Sıradan Notlar oturunca diz hizasına gelen bir masa "Ee Nuit, neden sustun?" dedim. vardı. Masanın üstü tarif En heyecanlı yeriydi konuşmanın. edilemeyecek şeylerle doluydu, En susulmaması gereken yerde; yiyecekler, bitmiş içecek şişeleri, boşu boşuna çalışan 51 ekran bozuk veya çalışan çakmaklar, televizyondaki haber anlatan herhangi bir şeyin boş ya da dolu lavuğun, hiçbir boktan memnun paketleri... değilmişçesine asık suratla Mutfakta kalkışa hazırlanan gezinden kedinin, mecburiyetten kettle’ın sesiyle karışık Nuit'in asılmış perdenin, çalınmayı uğuldayan ve giderek zihnimde bekleyen yük eşeklerine dönmüş berraklaşan sesini duydum. eski enstrümanlarımın bile kulak "Dinlemiyor musun?" dedi. kesilip mevzuya kilitlendiği rh "hayır’’ dedim. dakikada pat diye susmuştu. Önemsizdi, ilginçti Benim onu … Öne doğru eğilerek, dinlemememden pek de …… ama heyecanı ikinci el satıcısından mustarip ……… kalmamıştı, beraber aldığımız koldeğilmişçesine bana … perdeler bile tukta oturuyordu. Öbakıyordu. Hiçbir işe durmuştu, az yaramıyorduk, o da ……… ben ne doğru eğilmesinin de biliyorduk bunu. ……… önceki gibi değildi sebebi meselenin …… hiçbir şey. Nuit geri mühimliğindendi. Koltuk ‘’’’yaslanmış, battaniyeyi üstüne pembe, eski ve sıra dışı bir şekilde örtmüş, rahattı. Yetkili abilerin makam odalarında, arka planda bulunan düğmeli pofuduk panoya benzeyen saçma sapan şey gibi bir yüzü vardı koltuğun. Koltuğun, Nuit'in oturmadığı köşesinde; öğleden sonra uyanılmış ve geç yatılmış, acelesi olmayan bir uykunun nişanesi bir battaniye karışıklığı vardı. Aramızda deri kılıflı,
benim onu dinlemememden pek de mustarip değilmişçesine bana bakıyordu. Hiçbir işe yaramıyorduk, o da ben de biliyorduk bunu. Hatta o kadar ki, kötü bir şey bile yapmıyorduk. Saymaya dahi tenezzül etmediğimiz dakikalarca göz göze gelmeden sonra mutfağa gidip kaynayan suyla kahve yaptım. Odaya dönüp tekrar aynı yerime oturdum, sonra kahveleri mutfakta unuttuğumu hatırlayıp kahveleri almaya gittim ve gelip yeniden yerime oturdum. Battaniyeyi az önceki karışıklığına neredeyse eşdeğer bir vaziyette koltuğun kenarına fırlattı. Öne eğilip ona hazırladığım kahveyi aldı. Yağmur başladı. 51 ekranın mahkûmu artık bizi rahatsız edemiyor, karıncaya benzer şeyler ekranda dolaşıyordu. O karmakarışık masada kumandayı aradım ama bulamadım...
Sonra Nuit'e "az önce dinlemediğim şeyi anlatsana" dedim. "Bak şimdi" dedi. Her şeyle, her kelimeyle, anlattığı şeye en başından başladı. Oda, ev, perdeler bu olaya isyan edercesine gıcırdıyordu. Bir anda sustu sonra. Neden sustuğunu anlamadım. "Ee Nuit, neden sustun?" dedim. En heyecanlı yeriydi konuşmanın…
/Samowski Stramedsky
BAK ÖLMÜŞTÜ KELEBEK Bir kelebek ölmüştü, Bir gün Karaktersizliğim gök mavisinde dalgalandı Ölülere usul usul dokundum Yok olmuşlara garipsercesine baktım Herkes gibiydi Bir gün, Zamandan kopanları toplamaya çalıştım Desteler dolusu papatyalar Hepsi soldu Hepsi gitti, Ruhlarını aradım Hiçbirleri, hiçleri, hiçe dâhil olanları vardı. Bir kelebek ölmüştü Bir gün Zamanda gezinen rüzgarı aradım Sırtıma dokunan yıldızları Kaybolan konuşmaları Çaresizliği en diplerde gezdiren Anımsamaları Zamanda gezinenleri aradım Babamı Annemi, kardeşlerimi, gerçeği Zamanın kendisini, Hep bir gündü Cevapsız sorulardan bir gün Yalnızca Bir kelebek ölmüştü.
/Mertcan Gülsu
*** Gece vardiyamda joint sıramın dönmesini bekliyorum. 1 seneye kadar hayatımın bu şekilde yön değiştireceğini düşünmezdim. Hayır. Kes artık şunu. Tam da böyle olacaktı. Artık zorlaman gereken bir şey yok. Artık kendinsin. Kimseye bir şey anlatmana gerek yok. Bu sıradakiler senden biri. İçindekini zaten biliyordun. Siktiğimin idealistliği. Ait hissetmediğin yerlerde, saçma insanlar, saçma muhabbetler, kendini adapte etme çaban. Bir şeyleri anlıyormuş gibi yapman, ya da düşünüyormuş gibi. Hepsi saçmalıktan ibaretti. Aklıma geldikçe dişlerimi sıkıyorum. O zamanlar neyin derdindeymişim, hayata nasıl bu kadar bağlıymışım da katlanmışım anlam veremiyorum. Neyse sıradakii. Vardiya dönüşü bir tekel ziyareti gerçekleştirdim. Rutin olanlardan, hani şu dog kıller. Fakirlerle burjuvanın aynı noktada buluştuğu tek şey: Şarap. Etiketleri farklılık gösterse de. Ya da bizim içtiğimiz şarap diye geçiyorsa. Barış Parktaki kâğıt toplayan yaşlı
çocukların yanına oturdum. Kıçlarının altında birkaç Merdümgiriz Fanzin denen kâğıt parçaları. Ne lan bunlar dedim. Birilerinin yanlarına gelip bıraktığını söylediler. Böyle şeylerin buralara geldiğine anlam vermedim. Oysa sıcak bi kafenin rafında ‘‘Iıı şeyy, yeraltımsı bişey’’ diye tanıtılmasını bekliyor olmalıydı. Yeraltının bundan haberi yokken.(Yeraltı-Cılık sektöründe boy gösterenlere laf edemem. Onlar ‘‘ Bu ürün yeraltı ürünüdür. -yeraltı-’’ ibarelerini çoktan almış.(!)) İşe yaramayanları -kıçımızın altında olmayanlar- ortada yanan ateşe attık. Buradaki insanlara fayda sağlayabileceği tek özelliği ortadaki ateşi canlandırmasıydı. Kimseden ses çıkmamasına rağmen muhteşem bir muhabbet dönüyordu, dışarıdan seyredenlerin anlayamayacağı. Rasta Kazım geldi. Bu sefer kafa açacak hali yoktu. Ayrı bi anlamlı duruş sergiliyordu bu gün. ‘Hayatta her şey yolunda gitse, yaşayamayız demi ağbi’ dedi. ‘Her şey yolunda gitse neye isyan edeceğiz, nasıl
varoluşsal bi çizgi sergileyeceğiz? Yolunda gittiği gün belki de öldüğümüz gün olacak, içimizdeki isyanlarımız kadarız be ağbi’. Tam olarak ne dediğini kestiremedim. Söylediklerini kitaplardan duyduğu muhtemel. Ben anlamam kitaplarda yazılanlardan. Ya da anlamayı istemem. Çünkü beni realiteden uzaklaştırmasından korkarım. Şişemi yudumlayıp derin bir nefes çektikten sonra gökyüzüne baktım. Rasta Kazım da çocuklar da bana dikmişlerdi gözlerini. Dudaklarımdan Kazım’ın söylediklerinden daha anlamlı, hayatla ilgili birkaç not bekliyorlardı benden. Döküldü de. ‘ Neyin varoluşu lan sikik, neyin ha ? Aylık 980 lira alıp 20 liralık şarap içme mücadelesinde neyin isyanı? Yolunda gitmemek kavramı ne bana
bunu açıkla? Edebiyat ne oğlum psikoloji ne? Nerede bunlar? Hangi kıtada yaşarlar? Ne içerler? Kimlerle takılırlar lan ?’ Sönen ateşin közüne ayakkabımın ucuyla bir tekme savurdum. Umarım ayakkabı yanmamıştır diye içimden geçirip ayakkabıma bakmadan eve doğru sokağı çıktım. Eve adımlarken bir yerlere kaçma planlarımı kafamdan sildim. Gitmenin çare olmadığını anladım. Gittiğim yere bu boşluğu götürdükten sonra bulunduğum yer bir rezidansın 27.katı, yıkık bi gecekondunun kırık kanepesi, bir kasabada limon ağaçlarının altı, ya da şuan bulunduğum rutubetli yatak odam, hiçbir önemi yok. Gecenin sonunda kafamı hafifletmek için doldurduğum kadehlerin de bir önemi yok.
#FnckCulture
/dikinepanços
Kervansaray yahut Bir Yol Kesen Tarafından Bile Görülmeyen Bir Ask . Hikâyesi Kervanlar uzun ve alacalıdır rüyalarım yüzünde ikimizi birden akıtacak nehirler var biz bir acının iki ucunda duran biz bir acının A noktasından başlayıp da tanrıya koşan çocuklarız kervanlar uzun gündüzler bir bulantı gibi çöküyor üstüme geceler ateş böcekleriyle yüklü biraz insanı uykusundan eden birtakım incelikler sen bu inceliklerin en ortasındasın ve iplerinden sarkmış bir ayı gerisin geri çekiyorsun bu altın elmalarla dolu bir masaldır ve bir devenin yükü kadar ağır bir gözyaşı kadar birikmiş yol bitmiyor bak kervanlar uzun seni eşsiz yamaçlara anlatmak adını bile bilmeden rüzgârda salınan martılara ölüme serilen kervanlara haykırmak seni tanımadığım kadınlardan ayrılmak gibi yol bitti bitecek kervanlar durdu duracak yeni bir kadınla tanışıyorum alıyor koyuyor bizi yeni bir yola bu sefer yalnızım nehirler yok kervanlar öldü bir tüccarın iki dudağının arasında satıldık biz.
/İsmail Yusibov
İnzibati Duygular Mantık ve duygu. İnsanlığın primitif dönemlerinden bu yana süregelen —tabiri caizse— arafı. Apollon ile Dionysos arasındaki bitmek bilmeyen çekişme. Bir türlü dur diyemediğimiz statüko. Bu durum içerisinde duygular çoğunlukta olarak galip gelmiştir. Tarih boyunca birçok savaşa sebep olmuş, devletlerin kurulmasında ve yıkılmasında rol almış bir etkenden bahsediyoruz. Konuyu bireyselleştirirsek eğer bu ikilemde kalmadığımız, kendimizle çatışmadığımız gün sayısı bir elin parmaklarını geçmez denilebilir. Peki, işi biraz da toplum ve birey ilişkisi alanında düşünürsek, her gün bir yerlerde yeni bir şeyler düşünen ve deneyen birçok insan toplumsal normlar ve tabular etkisinde duyguların da eşliğinde sindiriliyor. Utanma, öfke, suçluluk, kendini aşağı hissetme, korku...
Peki duyguların varlığı inzibati nitelikte mi olmalı yoksa hayatın işleyişinde daha bireysel—spesifik nitelikte mi, tartışılır tabii. Mutluluk, sevgi, umut, kendine güven duyma, gurur... İlla ki ikisinden biri seçilecek diye bir kaide yok, —orta yolu bulmak genelde tavsiye edilir, daha sonra İkarus gibi çakılmamak için— her şeyin bir yeri ve bir zamanı vardır orası kesin. Bir diğer kesin olan şey de, bu normlar ve tabuların etkisiyle oluşan esintiler ile çabuk vazgeçilmemesi gerektiğidir. Neyi neden yaptığımızı bilmeli ve vazgeçmemeliyiz. Felix qui potuit rerum cognoscere causas... “Ey gökyüzüne uçmak için
yaratılan insan, Niçin düşüyorsun en ufak bir rüzgârda?” Dante Alighieri İlahi Komedya, Araf, On İkinci Kanto
/Monad
KEŞKİ ŞUÛRSUZ OLSA İDİK Leyle-i süveydâ vakt-i meydir; Ezgiler ve fehvâ-yi feyha sâki. Bize dert münâvele eyler, ahvâlimiz ser-azad sanki. Ya leyte ruhumuz bir a’şa amma bir muttaki. Lâkin bir fâciriz ve ilânihâye nâzaki.
/Oğuzhan Kayacan
Yalın Kasım ayına gelmiştik. Uyanmak istenilmeyen zamanlara kapıyı açtı. Hava serindi. Geceden kalan yağmur, sabaha bulanan toprak kokusu ile birleşince görülmeye değer bir manzara oluşmuştu arka bahçesinde. Yeni ve sakin günü kuvvetle ciğerlerine çekti, güneşe döndü. Sevmezdi aslında ışığı, aydınlığı, göz önünde bulunmayı… Dışarı çıkması gerekiyor gibi hissetmişti bir anlığına. Planı yoktu, işi yoktu, çalışmıyordu. Geçtiğimiz Mayıs kaybettiği babasından miras kalan bir ev ve satılan birkaç dükkânın parası ile geçiriyordu günlerini. Canı yürümek istemişti. Hava almaya ihtiyacı vardı. Ceketini
ve beresini yanına alarak dışarı çıktı. Gözleri etrafa sonsuz bir boşluk ifadesiyle bakmaktaydı fakat kafası düşünceleriyle bir o kadar doluydu. Sahilde dolaşıyordu. Deniz kıyısında durmuş havayı kokluyor, balık tutan adamları izliyordu. Yalnızdı, zaten hayatının her anında yalnız olmuştu, etrafında insanlar varken bile... Seviyordu yalnızlığını; sessizce tek başına oturmak, düşünmek, bir yerde oturup akıp giden zamanı izlemek insanlardan daha çok ilgisini çekiyordu. Birilerine muhtaçmış gibi yaşayan, yalnızlığından kaçan insanları hiç anlayamamıştı. İnsan herkesten kaçar da, kendisinden kaçabilir mi?
öne eğdi, güneşi tıpkı tabuttaki ölü ruh gibi sırtına aldı ve yürümeye devam etti. Her ne kadar karşısındaki, biten bir yaşamın saf kalıntısı olsa da insan hayatını anlayamamıştı hiçbir zaman. Sevememişti onları. Hayatın bu denli kısa olduğunu kabul etmek istemiyordu fakat kimsenin varlığı onun için hiçbir şey ifade etmiyorken çevresinde insan olmamasını seviyordu. Tek başınaydı yine, düşünceleri ve kendisi ile. Tek başına olmuştu yaşadığı her an boyunca. Kendisi büyümüş, kendisi uyumuş, kendisi yaşamıştı. Kendisi ölecekti. Yürüyordu, sadece düşünüyordu. Kafası hep dolu gibi hissediyordu. Yaşadığı hayatın ağırlığı, geçirdiği zamanın kıymetsizliği hep düşüncelerindeydi. Kafasını kaldırdığında gördüğü manzara karşısında nasıl hissetmesi gerektiğini kavrayamadı. Bir grup insan sırtlarında bir tabutu elleriyle ittirerek taşıyorlardı. Birisi ölmüştü. Karşısında onlarca canlı ruhun elleri arasında ölü bir beden olduğunu fark edince içini garip bir duygu kaplamıştı. İnsan ölümü her zaman etkilemişti onu. Kayıtsız kalamayacağını hissetti fakat elinden bir şey gelmeyeceğini de biliyordu. Başını
/Efdokuz
YÜZLER Bir palyaço uyandı, Saat gece üç. Tak tak! Sanki kapı kırılacak. Perdeden sızar Mavi kırmızı şavk. Kapı açıldı, Ev birbirine saçıldı. Lambayla halı karıştı. Arama zabtı çoktan imzalandı. Suç belli, Palyaçonun boyalı yüzleri. Bin bir yüz İşte ortada. Peki ya, hangisi aranmakta?
/Kalemdâr
PALYAÇONUN HANGİ YÜZÜNÜN ARANDIĞINI, HANGİ RENGİN SUÇLU OLDUĞUNU BOYAYARAK BELİRLEYİNİZ
GÜRUH VE UMUT Umut Kalan uykusuz günler geçirmedi hiçbir zaman. Ne ölümlerden sonra, ne de yapılan işkencelerden; ne sevdiğiyle tartışınca, ne de âşık olduğunu düşündüğünde… İçinde hep “acaba duygusuz muyum” sorgusu belirirdi benliğine karşı, lâkin belli etmediği duygularının kalbinde oluşturduğu sızıları yalnız kendisi bilirdi. Duygu yoksunu olan insanları anladığını düşünürdü, acaba onları bu kümeye sokan hareketlere kendisi de sahip miydi, bu fikre kemirilirdi bazı zamanlar. Fakat ne kadar belli etmese, donuk kalsa, pek ağlamasa da, ruhu ona duygu yoksunlarındaki gibi kahkahalar telkin etmezdi. Hayata, bile isteye olmasa da Camusvâri bakardı, lâkin acıları duyumsar, sevinçleri bilir, sevgiye inanırdı. Her şey de absürt denemezdi tabii, genellemelere karşı tereddüt barındırırdı, popüler olanın daima karşısında yer alması en büyük genellemesiydi ve sayılmaya değer önyargılarından. Kalbi iğne batmasının oluşturduğu hisler gibi can yakıcı tepkilere mazur kalırdı bazı vakitler. Duyguyu hissederdi, anlardı… Hayatta ne fazla ciddiye almaya değer durumlar olduğunu düşünürdü, ne de dalgaya almaya değer… Bu iki ayrı fikri sezdiren iki tip insana da ısınmada güçlük çekerdi, uzak kalırdı. Duygu önemliydi, gerçek kadar. Hayat gerçekten uzaktaydı, hülyâ kadar. Umut, hiçbir zaman duyguya yakın veya ırak değildi. Duygularla hemmekân yaşardı sualsiz, sedasız. Gözleriyle görmese de duyguları, hissettirmese de etrafına... Lâkin beyin kemirilmeye muhtaç iken, emin olmak neyi değiştirirdi bir düşünceden. Kalan, gönlünün ve beyninin ulaşabildiği ne varsa düşünürdü… İlgisini çekmeyene mesafeli, duygusunu çalana da pek yakın değildi. Yalnızlığı sevdiği kadar yalnızlıktan nefret eden bir dostu da severdi, hoş görülmeyen bir biçimde, sessizce, sakince, belki uzakça.
Fakat rahat olamıyordu duygusunu kendine sorgulatan toplum içinde. Bunu aşmak için uğraşıyordu, hayatta az sayıdaki gayelerinden biriydi toplum bünyesinde de olsa “gerçek ben”i muhafaza etmek ve çoğul olanın ebediyen karşısında durmak.
Asimilasyon tek tip ve örgütlü dolaşan kan emici güruhun besin kaynaklarındandı. Kendine benzetemediği bireylere “marjinal” derdi, “sapkın” derdi bu ekip. Oysa yanlış yoldan sapmak ve topluma karşı koymak onurlu bir davranıştı. Göremiyordu bunu güruh sakinleri. Yanlış yolun başındakine tapanlar ve yanlış yoldan çalılara sapan örgütsüz bireyler olarak yüzlerce fraksiyona ayrıldı sonra toplum. Tabii ki “güruh”un kelime anlamını tam olarak karşılayan beynini ve ruhunu satmış kemik kadro hayatına örgütlü olarak devam etti. Güruh lideri Alışılmış emretti ve güruh üyeleri yanlış yoldan sapanları bulup onların kanını emmek hedefinde buluştular. Güruh üyesi Hiç Kimse Elli Üç, diğer bir güruh üyesi Hiç Kimse On Dokuz ve birkaç başka güruh sakini Hiç Kimseler; anne, baba, sevgili, bankacı, tesadüfen tanışılan kişi, dost, çay ocağı sahibi, emekli sendikacı, siyasî parti lideri, yasa dışı sol örgüt sempatizanı gibi her tipten standardı ve yeri belli insan rollerine girerek yoldan sapanları tekrar yola çekmeye çalıştılar ve asimilasyon politikasına tâbi tuttular. Güruh lideri Alışılmış’a göre kimse özgür, bağımsız olmamalıydı. Ki hayatın her alanında oldukça sık karşılaşılan güruh üyeleri de bu görüşün üzerine pek düşmeseler de konuda anlaşmış, birleşmiş görünüyorlardı.
Hayatta anlaşılmazlık başta, siyasî görüş kenarda olmak üzere kabul görmemiş her türlü çeşitliliğe bir savaş başlatmışlardı. Hedeflerden birisi bittabii Umut Kalan’dı. Özgürlüğün ve soyutlanmışlığın vazettiği çalıların kızılında yara bere içinde kendi isteğine uygun bir yol açma uğraşıyla hayatta bir anlam belirlemiş olan Umut’u güruh üyeleri alıkoydular. Bağımlı hâle getirdiler ve yolun artık katlanılabilir ve hoşgörülü olduğunu şairane bir dille anlattılar Kalan’a. Umut direnemedi. Zaten umut direngen bir kavram değildi, bazı zamanlarda ortaya çıkar, sıkıştırılınca inat etmez, fark ettirmeden göğe karışırdı. Umut da gök kadar vurdumduymaz karakterli güruha katıldı. Çalılar artık canını yakmıyordu, fakat boyun eğmişti, ötesi yoktu, ruhuna vereceği hesabı da güruh lideri Alışılmış tarafından yırtılıp atılmıştı. Bundan sonra Umut’un yeni statüsü güruh üyesi; yeni ismi ise Hiç Kimse Seksen Milyon Sekiz Yüz On Bin Beş Yüz Yirmi Beş idi.
Üç Milyon mültecinin hemen önündeydi. Daha sonra Umut ölene kadar hayatında bir gelişme ve değişme olmadı. Fakat dünyada kölecilik bitmiş, efendicilik başlamıştı. Efendi alışılan her şeydi. Sözlüklerde ise “farklılık” kelimesi artık yer almıyordu. Dolayısıyla “aynı” olmak da insanlara bir anlam ifade etmiyordu. Umuttan bize birkaç sözcük eksilmiş bir dünya kaldı. Ve dünyadan bize birkaç kişi eklenmiş bir efendi zümresi. Duygu yasaktı ve Camus mutluydu. Herkes aynı şarkıları dinliyor, aynı dizileri izliyor ve aynı kitapları okumuyordu, kitap okumuyorlardı açıkça söylemek gerekirse… Bir amaçtan ve hevesten yoksun, kaçamayacakları ve alışılmamış olanı deneyemeyecekleri konusunda uzlaşmış iki tavla ve iki gazete haberi arasına sıkışmış maaş alma hevesinden ibaretti herkes. Bu atmosferde yaşanamayacağı garanti olan altmış beş yaşın emekliliğini beklerlerdi. Ve birer birer değişti kişiler… Alışılmış, birkaç ufak hafıza ürünü haricinde bir değişim göstermedi, Hiç Kimse’ler de öyle. Yalnızca dış görünüşler değişiyordu. Beyinlerin içi çürümüş düşüncelerle doluydu. Ve bu düşünceler Alışılmış’ın önderliğinde yürüyen güruh üyelerinin birbirini kollamalarından güç buluyordu. Ne olursa, nasıl olursa olsun, biliyorduk ki resmî nüfus sayımında görünmese de inkâr edilemez yeni “umut”lar vadeden bir kıvılcım vardı bir yerlerde. “Sapkın”ların ışığında hayat her şeye inat yeşerebiliyordu…
/Oğuzhan Kayacan
MERDÜMGİRİZ ”
”Ben hayatım boyunca hep bir şeyleri bekledim durdum, bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim. Bu zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti.” ANDREI TARKOVSKI