1-
u _J LJ_
z 0 u
Derleyen I Editor: Olgu Ca11$kan
METU
mf
©2018 Middle East Technical University Faculty of Architecture, Dumlupınar Bulvarı, 06800, Ankara/Türkiye tel: +90 312 210 2202, faks: +90 312 210 2297
Type of Publication: Faculty Press Board Resolution: Faculty Press Board: Graphic Design:
Edited Book 11.01.2018 Müge Akkar Ercan, Adnan Barlas, Ela Alanyalı Aral Harun Kaygan, Haluk Zelef, Gülşen Töre Yargın, Olgu Çalışkan Güliz Korkmaz Tirkeş
Pelin Ofset, Ankara, January 2018 ISBN: 978-975-429-375-3 All rights of the photographs and other visual material used in this book belong to the writer unless stated otherwise. All publication rights of this book are reserved. No part can be reprinted, reproduced, stored in a retrieval system or transmitted, in any form or by any means, electronic, mechanical, photocopying, recording or otherwise, without the advance written consent of the copyright holder.
III CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Dresden 1945, Richard Peter
İÇİNDEKİLER | CONTENTS Sunum | Preface Olgu Çalışkan
VII
I. Çatışma ve Yıkım Karşısında Tasarım ve Planlamayı Konumlandırmak: Kuram, Söylem, Kılgı Positioning Design and Planning in The Face of Conflict and Destruction: Theory, Discourse, Practice
1
İcraatın İçinden: Kapitalizmin Eril Rejiminden Devrimin Özgürleştirici Makinasına [ya da yıkarak inşa etmenin “alaturka” tecellisi üzerine notlar] As We Said: From the Masculine Regime of Capitalism to Emancipatory Machine of Revolution [or, the notes on alla turca reflections of creative destruction] Güven Arif Sargın
2
Kitle İnşa Silahı Olarak Şehircilik Urbanism as Weapon of Mass Construction Bülent Batuman
20
Nusaybin’i Konuşmaya Başlamak: Yıkım, İnşa ve Bellek Getting One’s Tongue Round Nusaybin: Destruction, Construction and Memory Emre Özyetiş
32
V CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Çatışma Öncesi ve Sonrası Diyarbakır Suriçi Suriçi, Diyarbakır: Before and After the Conflict Nevin Soyukaya
52
Zorunlu Göç ve Yerinden Edilenlerin Kentleşmesi: Diyarbakır Suriçi Örneğinde Kentsel Yoksulluk Forced Migration and Urbanisation of the Replaced Ones: Urban Poverty in The Case of Suriçi, Diyarbakır Serdar M. A. Nizamoğlu
78
II. ‘İyileştirici Şehircilik’: Çatışma Sonrası Kentte Yaralı Dokuyu Yeniden Canlandırma ‘Recovery Urbanism’: Post-Conflict Regeneration of the Torn Urban Fabric
99
ODTÜ Kentsel Tasarım Yüksek Lisans Programı 2016-2017 Akademik Yılı Stüdyo Çalışmaları Seçkisi The Selected Works of METU Master of Urban Design Studio in 2016-2017 Academic Term
100
Sonuç yerine | In lieu of conclusion Olgu Çalışkan
179
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM VI
SUNUM Şehirleri Yıkılırken Şehirciliğin Sözü Var mı? Olgu Çalışkan1 Tarihin her dönemi kentler savaş olgusu ile yapım ve yıkım diyalektiği içerisinde, kimi dönem kayıp ve kayboluş, kimi dönem utku ve yeniden var oluş duygu durumlarının kolektif deneyimi ile ilişki kuragelmiştir. Yıkanın bambaşka bir gelecek kurgusu ile yeniden inşa etmeye niyetlendiği, yıkılanın ise kimi zaman öncesini yeniden diriltmeye; kimi durumda yıkımı unutmak istercesine eskinin yok oluşunu kabul edip onu bütünüyle ‘yeni’ ile ikame etmeyi tercih ettiği kentler, savaş karşısında her daim özgün süreksizliklere konu olmuştur. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısına dek egemen olan topyekun savaş ve ‘cephe’ paradigması ile geniş açık alanlar ve hatlar üzerinde kendini gösteren nizami savaş operasyonları, zaman içerisinde savaşların lojistik, yönetim ve siyaset merkezi niteliğindeki kentleri de etki alanı içerisine alarak askeri çatışmanın hedefi ve hatta yeri haline getirmiştir. Bu noktada özünde yapı(m)cı bir eylem düşüncesi olan şehircilik alanı savaş, çatışma ve yıkımı çok daha fazla konu edinir hale gelmiştir2. Ortaya çıkan alan gündemi büyük oranda, kentli ve kentliyi savaşın yıkıcı etkisinden koruyan ve kollayan savunmacı/önleyici stratejiler kadar kaçınılmaz olan yıkım karşısında kenti yeniden inşa etme ve canlandırmaya yönelik planlama ve tasarım siyasalarına da yöneliktir.
VII CONFLICT PLANNING AND DESIGN
2001’in Eylül ayında dünyanın en büyük metropolünde yaşanan 9/11 saldırıları bu bağlamda yeni ve farklı bir çatışma paradigmasını küresel ölçekte geçerli duruma getirmiştir. Soğuk Savaş döneminde ulus-devletlerin istikrarını sağlayan ve görece dengeli dünya siyaseti, birçok bölgede düzenli orduların sistemli müdahaleleri ile çatışma koşullarını karakterize ederken (Vietnam’da Amerika Birlesik Devletleri, Afganistan’da Sovyet Rusya, Arjantin’de Birleşik Krallık, ya da Kıbrıs’ta Türkiye vb.) 9/11 sonrası birçok askeri çatışma, düzenli orduların doğrudan müdahil olmadığı, birçok paramiliter grubun aktif unsur olarak cephede yer aldığı bir döneme işaret etmektedir3. Bu yeni dönem, savaşların aktörü kadar uygulama zeminini de büyük oranda dönüşüme uğratmıştır. Küresel ölçekte yeni askeri stratejiler İkinci Dünya Savaşı ile gündeme gelen kent savaşı kavramını çatışmaların yoğun olduğu bölgelerde ön plana çıkarmıştır. Özellikle yoğun ‘vesayet savaşları’nın yaşandığı Ortadoğu’da birçok askeri çatışmada nüfusun barındığı kentler, savaşın kaçınılmaz bağlamı haline gelmiştir. Kentselleşen savaş, bölgesel ölçekte de daha önce deneyimlenmemiş boyutta nüfus hareketinin önünü açmış; temel barınma ve hizmet olanaklarından yoksun bırakılan geniş kitleleri içeriği hukuken belirsiz bir uluslararası ‘mülteci’ kimliği ile birlikte yeniden iskân sorunsalıyla karşı karşıya bırakmıştır. Geniş bölgesel bağlamda Türkiye’nin konumu ise kendi içerisinde oldukça özgün bir karaktere sahiptir. 1980’lerin başından bu yana doğu ve güneydoğu bölgesinde (dönemsel olarak şiddeti azalsa da) süregelen ‘düşük yoğunluklu çatışma’ ortamındaki Türkiye, söz konusu ‘yeni’ koşul ve paradigma karşısında farklı nitelikte bir süreci deneyimlemek durumunda kalmıştır. Dönem dönem kent merkezlerinde gerçekleştirilmiş olan noktasal bombalama eylemlerini saymazsak, çoğunlukla kırsal alanda düşük yoğunlukta, çeperde ve yaygın karakterdeki çatışma durumu, geçtiğimiz senelerde (söz konusu küresel eğilime koşut olarak) kentsel yerleşimlerde yoğunlaştırılmış bir yapıya evrilmiştir. 2015 yılında uzun süren çatışmasızlık ortamı yerini farklı bir siyaset anlayışına bırakırken sonbahar ayları ile birlikte bölgedeki çok sayıda yerleşim merkezinde uzun süreli ve şiddetli bir çatışma durumuna girilmiştir. Kentin belli mahallelerinin kontrol altına alınması karşısında devletin silahlı güçlerinin askeri müdahalesi, yaşam alanlarını oluşturan yoğun kentsel doku içerisinde ‘meskûn mahal muharebesi’ olarak adlandırabileceğimiz şiddetli çatışmaların yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’ne bağlı bir komisyonun yapmış olduğu araştırmaya göre otuzdan fazla yerleşim yerini kapsayan operasyonlar süresince bin iki yüzü sivil iki bin kişi yaşamını yitirmiş, 335 bin ile 500 bin arası yurttaş yaşam alanlarını geÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM VIII
çici ya da kalıcı olarak terk etmek zorunda kalmıştır4. Çatışmaların bilançosunun toplumsal boyutu kadar mekansal boyutu da çarpıcı boyuttadır. İlk aşamasında hafif silahlı güçlerce yürütülmüş olan operasyonların beklenen başarımı ortaya koyamaması sonucu çatışmalar bir sure sonra ağır silahlı güçlerin devreye girmesi ile başka bir aşamaya geçmiştir. Bu noktada çatışmaların yaşandığı yoğun kentsel dokudaki tahribatın düzeyi ciddi biçimde artmıştır. Bugün gelinen noktada yaşanan yıkımın etkilerinin ortadan kaldırılmasına yönelik planlama ve uygulama süreci merkezi otoritenin yönetim ve denetiminde sürmekte olup konuyla ilgili tartışmalar planlama disiplini içerisinden ve dışından ortaya kona gelen birbirinden bağımsız haber ve değerlendirmelerle belirsizliğini korumaktadır5. Eylül 2015’te başlayan ve Güneydoğu Anadolu’daki yedi ilde toplam yirmi iki yerleşim yerinde büyük yıkıma neden olan bu uzun süreli çatışma süreci sonrasında kentlerin yeniden inşası ve toplumsal rehabilitasyonuna yönelik planlama ve tasarım stratejisi kadar şehircilik bağlamında yıkımın sonurguları üzerine de yeniden düşünme gereği ortaya çıkmıştır. Nitekim Türkiye mekansal planlama ve tasarım okullarının bu süreçte siyaseten doğru ve mesleki açıdan pek de başarılı bir sınav vermiş olduğunu savlamak olanaklı değildir. Toplum ve mekan bağlamında bu denli büyük ve dramatik nitelikteki kentsel gündemi mekansal tasarım ve planlama araştırmalarına yeterince konu edilememiş; toplumun, siyaset ve devlet kurumlarının önüne yapıcı, uzgörürülü ve stratejik gelecek perspektifi ortaya konulamamıştır. Savaşı yaşamış kentlerimize yönelik gereken alternatif yeniden gelişim, dönüşüm ve can vermeye yönelik eleştirel, eleştirel olduğu kadar çözümsel ve etken (proaktif) tasarımcı fikir önerileri geliştiril(e)memiştir. Türkiye planlama tarihi açısından gelecekte yapılacak özdeğerlendirmeler, söz konusu durumu büyük olasılıkla meslek disiplininin konuya yönelik teknik bilgi yetersizliğinden çok; yaşanan süreçte büyük zarar gören yerel halkın gönencine yönelik toplumcu ve savunmacı bir siyasal uzgörüyü üretmekteki çekingen tavrı ile açıklayacaktır. Tüm bu genel güncel bağlam içerisinde Diyarbakır Suriçi, özgün tarihsel ve sosyo-ekonomik yapısı ile ve bölgedeki en uzun süren (yaklaşık yüz gün) kentsel çatışmayla karşı karşıya kalmış olması nedeniyle farklı bir konuma sahiptir. Özellikle 1990’lardan bu yana yaşanan yoğun içgöç baskısı sonucu yaygın kaçak yapılaşmayla dönüşmüş olmasına karşın sahip olduğu geleneksel sivil mimarlık örneği çok sayıda tescilli yapı ile Suriçi, Diyarbakır kentinin tarihi merkezi niteliğindedir. Uzun ve yıkıcı çatışma süreci, kentin özellikle sön dönem göç almış (direnişçi grupların egemenlik alanı yaratmaya çalıştığı) görece yoksul mahallelerinde yoğunlaşmış olup, ağır silahlarla yürütülen çatışmalar sonucunda toplam yapı stokunun cidIX CONFLICT PLANNING AND DESIGN
di bir bölümü geri dönüşü olanaksız bir yıkıma uğramıştır. Bu noktada bir dizi ciddi planlama ve tasarım sorunsalı ile karşı karşıya kalınmıştır: Bu denli yıkıma uğramış bir fiziki dokuda savaşın yaşamsal, psikolojik ve toplumsal etkilerini ortadan kaldıracak ve toplumu rehabilite edecek sosyo-mekansal onarım, yenileme ve güçlendirme süreci hangi araçlarla nasıl ve ne biçimde yasama geçirilecektir? Kadim bir kentin tarihsel odağında yıkıma uğramış kentsel alanda doku, yapı ve mekana yönelik işler süreklilik tasarımla ve bir üst şehircilik kurgusu ile nasıl sağlanacaktır? Çatışma öncesinde de büyük oranda yoksulluk ve yoksunluk sarmalında biyo-fiziksel ve toplumsal açıdan yetersiz (temel fiziki ve toplumsal hizmet altyapısından yoksun) bir kentsel mekanda yasamakta olan yerel halkı çatışma sonrasında ‘yerinde’ tutacak ve ona üretken ve açık bir ortak yaşam bağlamında insanlık ve yurttaşlık onurunu kazandıracak kalkınmacı programın mekansal bileşenleri neler olabilir? Bu çerçeve içerisinde, yukarıda maddelenen dizinde belki de en önemli, öncelikli ve kritik olanı sonuncusudur. Nitekim alanda çatışmaların sona ermesinden sonra başlatılan yeniden inşa süreci hemen sonrasında konuya yönelik ciddi soru işaretlerini beraberinde getirmiştir. Devletli en yetkili ağzından “Sur’u Toledo gibi yapacağız” açıklamaması ile Suriçi’nin yerel yasam dokusunu yitirmiş bir ‘müze kent’ haline getirme niyeti toplumsal açıdan kaygı verici bir sürecin başlangıcı olmuştur. Nitekim 28 Aralık 2016 tarihinde askıya çıkartılarak onanan ‘Suriçi Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı Değişikliği’, alanda yoğunluğu ciddi oranda düşürmeyi öngörmekle birlikte yerleşik toplumsal dokuyu korumacı kaygılarla yeniden üretmeyi amaçlayan 2012 tarihli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı’nda ciddi bir tahribata neden olmuştur6. Planda önerilen altı ayrı karakol ve onları birbirine bağlama amacıyla önerilen genişletilmiş taşıt yolları, alandaki geleneksel dokuya zarar verdiği gibi yerleşimin yeniden inşasında etkin bir sosyo-mekansal program önerisinden yoksundur. Yerin sosyolojisi açısından ciddi sorunlar içeren bu plan, toplumsal ve iktisadi bir bakışı olmayan egemen güvenlikçi siyasetin şehircilik yorumudur. Söz konusu durum salt Suriçi’ne özgü değildir. Yoğun çatışma ve mekansal yıkımın yaşandığı birçok yerleşim yeri için merkezi yönetimin ortaya koyduğu planlama yaklaşımı, kentlerin geleceğine yönelik mekansal değer yaratma gizilgücü taşımadığı gibi yakın gelecekte ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM X
yaşanabilecek yeni toplumsal kırılmaların da altyapısını hazırlayacak niteliksizliktedir. (bkz. Resim 1) Bu noktada yukarıda vurguladığımız üzere serbest eleştirel ve yaratıcı düşüncenin yuvası olması gereken üniversitede mekansal tasarım ve planlama okullarına düşen öncelikli görev, savaşın yoğun yıkıcılığını yaşamış kentsel yerleşimlere yönelik özgül (spesifik) proje önerileri getirmenin ötesinde benzer nitelikte yıkıma uğramış kentleri de kapsayabilecek stratejik tasarım çerçeveleri ve planlama modellerini üretmektir. Bu noktada, kuruluşundan bu yana çok sayıda ve türde mekansal tasarım çalışması yürütmüş olan ODTÜ Kentsel Tasarım Yüksek Lisans Programı, 2016-2017 Akademik Yılı içerisinde Diyarbakır, Suriçi bağlamında ‘çatışma sonrası kent’ konusunu ele almış ve ‘iyileşti-
Resim 1. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca 16.11.2016 tarihinde onaylanan Şırnak İli, İdil İlçesi içerisinde yapılmış olan riskli alan revizyon imar planı7: Öneri sosyal donatı ve yeşil alanlar ‘sistemi’ ve standart konut adalarıyla uzun süren çatışma koşulları ile karşı karsıya kalmış halka ne düzeyde bir ortak yaşam kalitesi sağlayacağı sorgu konusu. XI CONFLICT PLANNING AND DESIGN
rici şehircilik’ (recovery urbanism) başlığı altında bir dizi tasarım araştırması geliştirmiştir. Prof. Dr. Adnan Barlas, Doç. Dr. Müge Akkar Ercan. Yrd. Doç. Dr. Cansu Canaran ve Yrd. Doç. Dr. Olgu Çalışkan yürütücülüğünde gerçekleştirilen çalışmalarda üç temel tasarım sorunsalı bir yıllık stüdyo sürecinin öncelikli gündem maddeleri olarak belirlenmiştir: • Karmaşık mülkiyet deseni temelinde tarihi kent dokusunun gündelik yaşam edimini zenginleştiren karmaşıklığına uyumlu yeni ve yenilikçi bir kent morfolojisinin tanımı, • Yerel halkın üretken gizilgücünü açığa çıkartacak alternatif programlara ev sahipliği yapabilir nitelikte fiziksel yapı ve mekanın tasarımı, • Çatışma ve yıkım sonrası eski ile yeni, modern ile geleneksel arasındaki arzulanır süreklilik ve süreksizlik koşullarının imgelemi ve yenilikçi kurgusu. Stüdyo içerisinde dönem boyunca yoğunlaştırılmış kent, kentsel mekan, savaş ve çatışmaya yönelik temsil ve tasarım temelli kuramsal çalışmalara ek olarak alana yönelik stratejik dönüşüm ve canlandırma modelleri jenerik bir düzlemde (tipolojik bir çerçeve içerisinde) Suriçi’ne benzer nitelikte çatışma görmüş tüm tarihsel yerleşim dokuları için yeniden üretilebilir nitelikte ortaya konmuştur. Bir yıl boyunca fikir alıştırmaları şeklinde üretilmiş olan tasarım araştırmaları her şeyden önce çatışma ve kentsel savaş gibi yıkımı öncülleyen bir konunun tasarımcı bir bakış açısıyla şehircilik alanı içerisinden ele alınabileceğini ortaya koymuştur. Bu farkındalık, konuyu bu eksende daha geniş bir katılımla kamusal olarak tartışmaya açma istemini ortaya çıkarmıştır. Bu amaçla Kentsel Tasarım Yüksek Lisans Stüdyosu’nun 2016-2017 Akademik Yılı içerisinde Diyarbakır, Suriçi üzerine yapmış olduğu tasarım araştırmalarının çıktıları 12 Mayıs 2017 tarihinde ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde açılan bir sergi ile kamuoyuyla paylaşılmış ve buna paralel ‘YIKIM / PLANLAMA / TASARIM’ başlıklı yine fakülte bünyesinde düzenlenmiş bir panelle konu daha geniş bir zeminde irdelenmiştir. Panele yönelik yoğun ilgi ve yüksek katılım, konunun akademik düzlemde tartışılmasına yönelik artan gereksinimin açık göstergesi olmuştur. Panel sonrasında da süregelen ilgi, tartışmaları kalıcı bir yayın halinde derlemeye yönelik düşünceyi açığa çıkarmıştır. Bu kitap, panel sunuşlarının katılımcılarca yeniden ele alınması ve hakem süreci ile derlenmesi sonrasında ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede kitapta yer alan yazılar, panelin kurgusuna uyumlu biçimde iki temel altbölümde okuyucuya sunulmaktadır. İlk bölümde savaş ve çatışma olgularını kentsel bağlamda anlamı ve güncelliğinin irdeleyen ilk üç makale, tartışmaya kuramsal ve söylemsel bir altlık sunarken; devamında yer alan iki yazı, konuyu Diyarbakır
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM XII
ve Suriçi’nin özel bağlamında yeniden ele almakta ve mekansal planlama temelinde somutlamaktadır. Bu çerçevede ‘İcraatın İçinden: Kapitalizmin Eril Rejiminden Devrimin Özgürleştirici Makinasına’ başlıklı yazısıyla Güven Arif Sargın, egemen ideolojinin baskın kültürel söyleminde içkin olan bir dizi önkabulü ve sahip olduğu hegemonik, çatışmacı ve yıkıcı karakteri bir tür söylem analizi ile kod açımına uğratırken yaşanan çatışma sürecinin mekan-politik arka planını da görünür kılmakta. Yazar, ardından mimar-özne ve mimari pratik bağlamında tasarım ediminin kapitalist tahakküm ilişkileri içerisindeki yerini eleştirel okumaya tabi tutmakta ve iktidar mekanizmalarının söylemsel hegemonyasına karşı yazma edimi ile akademik düşün alanı içerisinden entelektüel bir direncin gerekliliğine işaret etmekte. Benzer bir bakış açısı ile, Bülent Batuman çağdaş şehirciliğin militarist üst-siyaset çerçevesindeki araçsallığını dünyadan farklı örneklerle tartışmaya açmakta ve güncel şehircilik
Resim 2. ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde 12 Mayıs 2017 Tarihinde düzenlenmiş olan ‘Yıkım / Planlama / Tasarım’ Paneli: Türkiye’de son dönem çatışma ile yıkıma uğramış kentlerimiz üzerine şehircilik bağlamında yapılmış ilk etkinlikte konu çok boyutlu yapısı ile ele alınmıştır. XIII CONFLICT PLANNING AND DESIGN
pratiğini bu bağlamda üç tipte yeniden kavramsallaştırmaktadır: ‘şiddeti araçsallaştıran (askeri) şehircilik’, ‘şiddet aracı olarak şehircilik’ ve ‘şiddet biçimi olarak şehircilik’. Bu tipolojik inceleme ile yazar, Suriçi ve diğer yıkıma uğramış kentlerimiz karşısında egemen planlama ve tasarım anlayışının geniş politik bağlamda incelerken söz konusu yaklaşımın ‘kitlesel’ bir dönüşümü ikame etmeye yönelik pratikte barındırdığı risklere vurgu yapmakta ve nihayetinde toplumsal bağlamda özgürleştirici bir şehircilik yaklaşımının tanımına yönelik araştırma çağrısında bulunmaktadır. Geniş kuramsal bakış, tematik ve bağlamsal karşılığını ise Emre Özyetiş’in makalesinde bulmakta. ‘Nusaybin›i Konuşmaya Başlamak’ başlıklı yazı ile E. Özyetiş, yıkımın ontolojisini toplumsal bellek ve belleğin inşası temelinde Nusaybin’de yaşanan çatışma ve mekânın yeniden imarı üzerinden eleştirel okumaya tabi tutmakta. Yazar, yaşanan yıkım ve yeniden inşa sürecinin salt iktidarın neo-liberal iktisadi tercihleri ile açıklanamayacağını, sürecin toplumsal belleğin yeniden inşası yönünde bir anlamda gizil gündemi barındırdığını savlamakta. Hakkında çok fazla araştırma yapılmamış çatışma alanlarından biri olan Nusaybin’den sonra üzerine çok tartışılan ama bilgiye dayalı bir değerlendirmede hala ciddi eksiğimiz olan, yıkımın en geniş şekliyle yaşandığı Diyarbakır’a yönelik yazı dizisinin ilkinde Diyarbakır Suriçi Alan Yönetimi eski başkanı olarak çatışma öncesinde, süresince ve sonrasında süreci yakından takip etme ve belgeleme şansına -ya da şansızlığına(!)- sahip olan Nevin Soyukaya, alanın bir anlamda arkeolojisini ortaya koymakta ve kaybın boyutunu gözler önüne sermekte. Bu anlamda yazı, gayrinizami savaşın ve ve çatışma sonrası yapılan yıkım faaliyetlerinin tarihi bir kentteki tahribatının ne düzeyde olabileceğini belgeleyen bir çalışma niteliğinde. Son olarak Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı Alan Yönetim Planı müellifi olan Serdar M. A. Nizamoğlu bölge ve Diyarbakır üzerine yürütmüş olduğu sosyo-ekonomik araştırma çalışmaları ışığında bölgenin içsel dinamiğini ve çatışmanın altyapısını oluşturan toplumsal koşulları zorunlu göç ve kentsel yoksulluk bağlamında açımlıyor. Bu anlamda yazı, söz konusu çatışma ortamının temel etmeninin etnik ayrışma olduğuna yönelik kültürcü (ve hatta etnisist) bakış açısına alternatif olarak toplumsal yarılma ve çatışmanın öncelikli unsurunun iktisadi (alt)yapı olduğu yönündeki argümanı güçlendirmekte; geleceğe yönelik yine benzer bakış açısıyla üretilebilir stratejik perspektifin işlevselliğine dair ipuçları vermekte.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM XIV
Kitapta yer alan yazılar okuyucunun aklında “mekansal planlama ve tasarım disiplinleri (kentsel) savaş gibi oldukça makro-politik bir sorunsala kendi otonom alanı içerisinde özgün yorumunu ve bakış açısını üretebilir mi?” sorusunu gündeme getirebilir. Bu noktada derleyenin verdiği yanıt, bunun salt söylemsel ve kavramsal irdeleme ile olumlananamayacak (ya da yanlışlanamayacak!) kadar kılgısal (pratik) karakterde bir sorunsal olduğu yönündedir. Konuya yönelik savın (ya da karşı savın) test edilebileceği tek zemin, tasarım ve planlama ediminin kendisidir. Bu bağlam içerisinde ODTÜ Kentsel Tasarım Stüdyosu’nun ‘İyileştirici Şehircilik: Çatışma Sonrası Kentte Yaralı Dokuyu Yeniden Canlandırma’ başlıklı tasarım araştırması çalışmaları tartışmaya ciddi bir girdi sağlamakta. Sergi ile aynı başlık altında kitabın ikinci bölümünde yer verdiğimiz stüdyo çalışmaları seçkisi bu anlamda, bir tasarım stüdyosunun proje kataloğu olmasının ötesinde yıkım olgusunun yenilikçi ve gelecekçi bir bakış açısıyla, tasarım ve planlamanın yapıcı diliyle yeniden yorumlanması olarak ele alınmaktadır. Bağlamın yadsınamaz kısıtları ve yıkımın ‘yeni’ olana açık çağrısı ile ortaya konan tüm tasarım önerileri ile birlikte geleceğe yönelik olabilirlikleri sınamak ve bu noktadan başka yeni fikirlerin önünü açacak yaratıcı entelektüel zemini ortaya koymak amaçlanmaktadır. Bu amaç, salt bir seneye yayılmış bir kolektif düşünce üretimi çabasını değil; elinizdeki kitabın da derlenmesi yönündeki istenci de koşullamıştır. NOTLAR 1. Yrd. Doç. Dr., ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü 2. Bkz. S. Graham, Kuşatılan Şehirler – Yeni Askeri Kentçilik, 2013, Nota Bene Yayınları: Ankara; E. Weizman, Oyuk Topraklar, Açılım Kitap: İstanbul, 2016; G.J. Ashworth, War and the City, Routledge: Londra ve New York, 1991. 3. Bu noktada 1999 yılında NATO’nun Sırbistan’da, Israil ordusunun 2004-2014 yılları arasında Gazze’de ve en son Rusya Federasyonu’nun 2014 yılında Ukrayna topraklarında yürütmüş olduğu askeri müdahaleler bu yeni donemde düzenli ordulara dayalı merkezi ve planlı savaş ve askeri operasyonlara örnek gösterilebilir. Genel eğilim içerisinde küresel ölçekte, yaşanan savaşlarda aktörlerden en az biri devlet dişidir artık. Güncel savaş paradigmasının ana hatları üzerine, bkz. H. Yalçınkaya, ‘Savaşın Değişimi ve Savaş Çalmalarında Farklı Disiplinler’ (der. H. Yalçınkaya) Savaş: Farklı Disiplinlerde Yaklaşımlar, Siyasal Kitabevi: Ankara, 2010. 4. UN Human Rights Office of the Higher Commisioner (2017), Report on the human rights situation in South-East Turkey, http://www.ohchr.org/Documents/Countries/TR/OHCHR_South-East_ TurkeyReport_10March2017.pdf, erişim Nisan 2017
XV CONFLICT PLANNING AND DESIGN
5. Çatışma ve yıkım öncesi ve sonrası ile yaşanan sürecin ayrıntıları ve eleştirel değerlendirilmesi için bkz.: H. T. Şengül, ‘Bir Planlama Etkinliği Olarak Savaş: Diyarbakır Suriçi’nden Notlar, MIMARLIK (388), 2016, sf. 8; K. Sami, ‘Diyarbakır Suriçi ve Çatışmalı Ortam: Gözü Mühürlü Mekânlar ve Yıkıma Direnen Kültürel Miras’ MIMARLIK (392), 2016, sf. 66-70; E. Özyetiş, ‘War in The Cross Section of the Sacred and The Eminent Domain’ (der. O. Çalışkan, E. Efeoğlu) Designing Urban Design: Towards A Holistic Perspective, METU Faculty of Architecture: Ankara, 2017, sf. 2-7 6. TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi, Sur’un Yeniden İnşaa Projesi’ne İlişkin Odamız Açıklaması, 06.01.2017, http://www.spo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=7810#.WZ6F4pMjG7o, erişim Ocak 2017; TMMOB Mimarlar Odası Diyarbakır Şubesi, ‘Sur’daki Yeni Yapılara İlişkin Basın Açıklaması’ 29.06.2017, http://www.dimod.org.tr/mimarlarodasi/haber_detay.asp?id=328, erişim Ağustos 2017. 7. T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (2017) ‘Şırnak İli, İdil İlçesi Riskli Alan Revizyon İmar Planı’, 24.11.2016, https://twitter.com/kent_planlama, erişim Şubat 2017
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM XVI
PREFACE Does Urbanism Have Something to Say When Its Cities Are Being Destroyed? Olgu Çalışkan1 In every age of human history, the phenomenon of war exists in the dialectics of construction and destruction through the collective sentiments of loss and deprivation, and victory and rebirth. Cities have always been subject to the unique discontinuities as the winners of the wars tend to build up a brand new future while the losers wish for rebuilding what is destroyed or sometimes call for a complete substitution of the old with the new one in need of forgetting everything about the bloody past. In the second half of the last century when the enduring paradigm of ‘battlefront’ entailing total war occurring on open fields and frontiers lost its validity and the operations of war involved cities, which were used to be the centres of politics, administration and logistics, into the area of direct influence and made the major target even the very place of conflict. Under this condition, the domain of urbanism which is essentially a constructive field of thought and action has turned out to be one of the main aspects of warfare. The emerging agenda of urbanism, in this regard, calls for defensive strategies and tactics against the destructive effects of war as well as the reconstructive and regenerative policies after the total destruction of war.
XVII CONFLICT PLANNING AND DESIGN
The 9/11 attacks that occurred in the Sates in 2001 essentially signifies a turn in the perception of war and methods of military actions around the World. After the so-called ‘Cold War’ period in which a relative political stability and balanced condition in peace was established, the new period has been characterized by the involvement of many para-military groups as the active actors of many local conflicts in many problematic regions in the World. The transformation in the type of actor had a big impact on the context of war as well. ‘Urban warfare’ which came to the forefront especially with the World War-II has been quite a widespread type of involvement especially in the regions where many minority groups are in an intensive confrontation. The urban warfare, in this context, has triggered so many forced social mobilities by which a large number of people had to be replaced in severe conditions of survival as refugees. Within this broad context, Turkey as a Eurasian country represents a peculiar condition. While it has to deal with systematic terror in the form of ‘low-intensity conflict’ since the early-1980s, the country is by no means an exception as regards the changing paradigm in warfare. In the new socio-political context, the military conflict, which used to be ‘low’ and ‘peripheral’, tends to be more intensified and urban with respect to its emerging locations, methods and actors involved. While the actual military conflict used to take place in the rural areas of the country, during the last few years the paradigmatic shift in terror has made the cities the central location of organized military involvement. In this context, especially in the last year, some urban settlements in Eastern Turkey were exposed to very intensive, longstanding and heavy conditions of armed clashes. Having started in September 2015 and lasting about three months, the military conflicts occurred in seven cities, covering twenty two settlements. While the oppositional groups aimed to take the control of some parts of the cities, the state forces intervened first by mobilized infantry and then by the heavy-armoured vehicles. Therefore, the level of damage in the fabric of living environment has been very high. Doubtlessly, those conflicts have ended up with severe and traumatic effects on the social fabric of the cities as well. According to the UN Human Rights Office of the Higher Commissioner’s report on the human rights situation in South-East Turkey, about two thousand people died and three hundred to five hundred people have to leave their home during the conflicts. After the conflicts stopped, the central government took the responsibility to rebuild the devastated cities in the region. That prompted new questions since the planning process was not pursued with full-transparency and public participation. The first implementations especially in the historical settlements like Suriçi in Diyarbakır has
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM XVIII
been subject to criticism since they did not suggest a responsive approach in consideration of the existing social and physical formation of the settlement. Under those conditions, it would not be wrong to claim that the spatial planning and design community in Turkey failed to develop an alternative stance with new, innovative, operational and strategic perspectives to propose both for the government and the civil society. While the current plan typologies in Turkey lack a morphological spatial perspective in the way of reproducing the original spatial peculiarities within post-conflict cities, they also fall short to suggest any economic and cultural programme to ensure social development by design. The current political condition of Turkey and the practical limitations against free thought, in that regard, could not be stated as an excuse not to design alternative strategic perspectives on the issue. In that context, at 2016-2017 academic term, METU Master of Urban Design Program took the issue into consideration of design within its graduate studio. Under the main title of ‘Recovery Urbanism’, the studio developed a series of strategies for the regeneration of the war-torn urban fabric in the context of Suriçi, Diyarbakır, during a year long design research. The main design questions guiding the overall research process can be given as follows: • Generating a new morphology which is to reproduce the rich life-pattern within the complexity of traditional urban fabric as responsive to the existing property pattern. • Designing a new physical form and spatial structure enabling alternative programs that would reveal and improve productive capacity of the local people. • Imagining the desired alternative conditions of (dis)continuities between the new and the old, the modern and the traditional. All the design strategies have been developed generically in order to be able to apply them in similar contexts. The outcomes of the design research studies conducted at METU MUD Studio shared with the public with an exhibition made in May 12th, 2017 at METU Faculty of Architecture. In parallel to the exhibition, the issue was reconsidered with a panel discussion open to the public. With a very high interest of the participants from different backgrounds, the panel was conducted in two sessions including six presentations. The book in the hands of the reader is actually the by-product of that panel discussion entitled ‘Yıkım / Planlama / Tasarım’ –Destruction / Planning / Design- While the first session of the panel was devoted to the theoretical discussions on warfare and the conflict in space, the second
XIX CONFLICT PLANNING AND DESIGN
session was about the practical connotations and real (social and economic) background of the phenomenon. The reviewed papers in the book have been organised accordingly. In this framework, with an introductory discussion, Güven Arif Sargın questions the hegemonic socio-cultural discourse of the ruling conservative ideology in Turkey by decoding its implicit suppositions which reveal a certain kind of antagonising and exclusionist character. By doing that, he also tends to revisit the active role of architectural practice in the actual formation of that hegemonic discourse in space while eventually addressing the power of ‘text’ to develop a vivid line of resistance within intellectual domain. From a similar perspective, Bülent Batuman discusses the instrumental role of urbanism in the context of globalised militarist policies. With reference to some selected exemplar cases, Batuman conceptualises and classifies the actual practice of urbanism in three: ‘urbanism instrumentalising the violence’, ‘urbanism as a means of violence’ and ‘urbanism as a form of violence’. While emphasising the risks embedded in those spatial strategies in furtherance of the ‘massive ’military control and conflict in space he basically calls for deploying an alternative urbanism to pursue the emancipatory role of planning and design. As the third and the last theoretical discussion within the selected papers, Emre Özyetiş’s article tends to open up an alternative viewpoint on the phenomenon of urban warfare. In the context of Nusaybin, the city where one of the most severe damage has been realised, Özyetiş suggests a critical reading on re-development of the destructed space with regards to the idea of construction of collective memory. The author argues that the transformation put in practice after the conflict should be thought beyond the mainstream critical reading on neo-liberal politics. We should rather consider the implicit political agenda of (re)construction of collective memory in space. In the second genre of the papers which discuss the real condition with reference to the actual policies, Nevin Soyukaya suggests a very informative framework by presenting the destructive effects of the conflict realised in Suriçi. In this regard, Soyukaya does not only depict the devastating effects of an urban warfare within a historical settlement, but also documents the damaging results of the post-conflict planning and design policies applied in the site. Therefore, the paper provides a concrete basis for planners and designers to learn from the actual worst-case condition.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM XX
Finally, Serdar M. A. Nizamoğlu presents the up-to-date database of the two recent strategic projects conducted by himself to clarify the socio-economic structure of the region under conflict. By means of the research findings, it is anticipated that the reader will be able to figure out the underlying socio-economic condition of the reality of war and conflict rather than falling into the trap of the very common and simplistic tendency to discuss the issue with reference to cultural discrepancies and micro- ethnicists ideologies. After all, the possible question that would emerge in the mind of the reader would be as follows: “Could the domains of spatial planning and design develop their autonomous interpretation and perspective on the very macro phenomenon of military conflict and warfare?” The initial response of the editor to that question is principally a sceptical one. The only way to test the validity of any positive answer is to conduct a series of design researches and look for relevant strategies as response to the given problem. To that aim, the selected studio works of METU MUD Program presented in the second part of the book is believed to provide a robust basis for the reader to guide further discussions on the issue from a designerly perspective. That aim did not only motivate the one-year collective work of the young designers, but also initiated the idea of publicizing this book.
1. Assistant Professor Dr., METU Faculty of Architecture, Department of City and Regional Planning
XXI CONFLICT PLANNING AND DESIGN
ÇATIŞMA VE YIKIM KARŞISINDA TASARIM VE PLANLAMAYI KONUMLANDIRMAK: KURAM, SÖYLEM, KILGI POSITIONING DESIGN AND PLANNING IN THE FACE OF CONFLICT AND DESTRUCTION: THEORY, DISCOURSE, PRACTICE 1 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
As We Said: From the Masculine Regime of Capitalism to Emancipatory Machine of Revolution [or, the notes on ‘alla turca’ reflections of creative destruction] Güven Arif Sargın1 This brief article has a three-fold aim; in the first part, the primary intention is to draw out some of the qualities of current political climate in Turkey. And yet, rather than making a deeper understanding of the state’s policies, it argues that it is imperative to fully comprehend how and to what extent the biblical notion of Fetih plays a pivotal role not only in devising some spatial instruments at urban scale but also in creating a vacuum of popular culture, which carefully inherits historically relevant materials in expanding a political narrative for the sole purpose of legitimization for further creative destruction by the state. In this respect, by addressing some notions that of işgal [occupy], fetih [conquest] and direniş [resistance], the text intends to trace back their ideologically rooted etymologies as it renders how those words were best utilized in the hands of power-holdings parties into destructive policies, which have long been reflected on Turkey’s urban environments, materially and socially. In the second part, the text revolves around some primary questions that call for the architect as a political subject and the architecture as a political praxis at last. Within the contours of professional domain, the article’s intention is not to give a full historical account of what an architect is and/or what her/his practice means for; on the contrary, by referring to industrial capitalism as the prime denominator in Modern times it de-territorializes the architect and the said architectural practice from mere understanding that of creative architect/architecture to the architect as a laborer and the architecture is a labor. The text, in this respect, aims at fully grasping of how the capitalist regime re-territorializes the architect and her/his practice for the fullest possible exploitation of all sources. Here, what possible architectural domain could best be utilized even under such critical circumstances is of paramount importance: The architect must turn into a political subject (for the sole purpose of emancipation) and her/his practice must open ways out in order to challenge mainstream architectural practice that is corporate in nature and coupled with the instruments of creative destruction as mechanized by the capitalist urbanization. In line with the second part and addressing some of the proposed reflections of Alla Turca urbanization mode of Turkey, the third and the final part is to remind us how resistance intellectually must be at the fullest stake in and around the academia. By cultivating the vivid nature of the text itself and the act of writing, it argues that the text, the discourse in general, should be regarded not as passive narrative formation bur rather as a full-force practice with all the worldly qualities. It is therefore; we believe that resistance finds an ample room in streets, clearly exemplified even in close history as well as amid academic landscape – and obviously, the said symposium and then the book is no exception at all. 1. Professor Dr., METU Faculty of Architecture, Department of Architecture
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 2
İcraatın İçinden: Kapitalizmin Eril Rejiminden Devrimin Özgürleştirici Makinasına [ya da yıkarak inşa etmenin ‘alaturka’ tecellisi üzerine notlar] Güven Arif Sargın1 Mesele 1: Savaş/Yıkım/Mekân | Fetih ve Katli Vacip Öteki Özellikle son bir yıldır maruz bırakıldığımız savaş ortamı ve bunun şehirlerde tezahür eden toplumsal [mekânsal ve sosyal] karşılığını doğrudan örneklemek yerine, ki bunun kitaba katkı koyan diğer yazarlar tarafından çok iyi daha iyi yapılacağından eminim, savaş makinası dediğimiz mefhumun kolektif beden üzerinde oluşturduğu travmayı, Suriçi mevzusunu, kendi meşrebimce teorik bir çerçeveye hapsederek okumayı tercih ediyorum. Tercihimin ikinci bir gerekçesinin daha olduğunu söyleyebilirim. Bu noktada, tarafıma yönlendirilen, “yıkıma karşı mimarın nerede dur demesi ve mimarlık pratiğinin ise, bu minvalde ne olması gerektiğine” ilişkin soruyla başlayayım. Mevcut durumu siyaseten tahlil ederken ısrarla sözümüzü söylemek ve fakat söylerken de, mesleğimize dair muhayyilemizi/düşünce sistematiğimizi her seferinde yeniden tazelemekle yükümlüyüz, diye inanıyorum [bu konuya üçüncü bölümde ayrıntıda değineceğim]. Aslında bu ikinci gerekçe, “mimarlık pratiği, özgürleştirici bir ‘siyasi praksise’ dönüşebilir mi?” sorusunu da içeriyor. Hiç şüphesiz ki, bu konuya ilişkin saptama ve tahliller, mimar-öznenin kimi nitelikleri ve mimarlık pratiğine içkin temel çelişkilerimize de ayna tutacak cinsten iddia ve zenginlikleri barındırıyor. Tam da bu noktada bir sırrımı paylaşmak isterim: Birinci gerekçeye dair argümanımı, kapitalist ekonomi-politiğin retoriği ile açıklamayı öncelikli görmüştüm; ancak, yayına temel oluşturan ‘Yıkım, Planlama, Tasarım’ başlıklı panelin hemen öncesinde rastlantısal bir biçimde elime geçen bir dergi nedeniyle konuşmamın [metnimin] girizgahını hızlıca değiştirmeye karar verdim; çünkü, birazdan kısaca değineceğim süreli yayının, ‘siyaset’, ‘yıkım’, ‘iktidar’ ile planlama ve/veya tasarım arasındaki bağa ilişkin konuları, dağarcığımızda her ne varsa, üst-üste getirmiş olduğunu gördüm – entelektüel bir mecrada tartıştığımız meseleleri, neredeyse gözümüze sokan bir ‘muhteviyat’ ve eril ve eril olduğu kadar kibirli bir dili içermiş olması nedeniyle de tahlile mazhar bir biçimde. Sözünü ettiğim dergi, İstanbul Esenler Belediyesi’nin dört ayda bir yayımladığı Şehir ve Düşünce dergisi; derginin içeriğinden hakemli bir yayın ortamı olduğunu, ‘aktüel’ bir yayın politikası benimsediğini de öğreniyoruz. Bütün bunlara ilave olarak bizi daha da meşgul eden şey, derginin 10. sayısının teması:
3 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
‘Şehir ve Müdâfaa...’ Derginin tamamına değinerek, muhteviyatına ilişkin ayrıntıda bir değerlendirme yapmayı düşünmüyorum; öte yandan, kapak sayfasında da yer alan başlıklar, herkesi ziyadesiyle heyecanlandıracak kadar coşkulu ve biraz olsun değinmeyi hak ediyor: örnek vermek gerekirse, “Unutmaya Direnen Şehirli, Kapısı Meşgul Şehirler, Meydanlar ve Şehir, Şehrin Savunmasında Sivil Cephe Olarak Tekkeler, Ferman Cuntanın ise Şehirler Bizimdir, Milli Mücadele: Milletin İşgale Direnişi...”2 Dergiye hızlıca göz gezdirdiğinizde, hissiyatınızın sizi yanıltmadığına tanıklık ediyorsunuz; deneme mahiyetindeki hemen hemen bütün metinler, epik anlatısı ve dili ile mevcut siyasî iktidarın neredeyse bir tür kültürel veçhesi niteliğinde ve kurgusu itibariyle de, 15 Temmuz darbe teşebbüsüne karşı, bir tür ‘milli irade’ manzumesi. Bu baptan bakıldığında, öncelikle dilbilim çalışan, semiyotik/semantik mevzuları seven herkese şiddetle tavsiye ederim. Bütün bunların üstüne, ideoloji ve iktidar inşası sorunsalını için için kurması nedeniyle de, söylem analizi yaparak siyaset ve mekân bağını tartışmak isteyen akademik öznelere de bolca malzeme sunuyor. Ben de dilim döndüğünce, bu manzumeyi siyaseten okuyarak yıkma ve yapma edimine bağıl planlama ve tasarım pratiği üzerine iki çift kelam edeceğim. Bunu yaparken de, dergide dikkatimi çeken bir yazı üzerinden argümanımı somutlaştırmayı deneyeceğim – yazının akademik bir özne tarafından kaleme alındığını özellikle not düşerek. Sözünü edeceğim metnin başlığı, ‘İşgal ve Fetih Ayrımı Üzerinden Şehir’3; girizgâhta, tarihsel kategoriler vasıtasıyla argümanın inşa edileceği, dolayısıyla işgal ve fetih sözcüklerinin [farklı tarihsel ve sosyolojik anlamlar barındırdığı iddiası ile] sağlamasının yapılacağı aktarılıyor – ancak, sorunlu alanın tam da bu noktada kendisini ifşa ettiğini belirtmekle yükümlüyüm. Şöyle diyor yazar; “...bir şehri ele almak ya işgaldir ya da fetihtir ve ikisi bambaşka dünyalara tekabül etmektedir; ayrıca fethe direnişle, işgale direniş farklı anlamlar barındırmaktadır.”4 Metni kaleme alan Taşçı’ya göre, işgal ve fetih tartışması karşılaştırmalı tahlil edilmeli ve fakat her iki sözcüğe dair ki ortak paydanın, “direnç” olduğu kabul görmelidir. O’na göre, işgal güzel ahlâkı yok etmektir; bir diğer deyişle, merhameti, saygıyı, muhabbeti ilga etmeye denk düşer. Aynı zamanda işgal, bilgiyi ve ilmi birikimleri ters-yüz etmeyi zorunlu kılar ve özetle, aklı, fikri düşünceyi, tefekkürü yerle yeksan eyleyen bir tür içkin şiddeti barındırır. Son olarak işgalin, güzellikleri yok sayan, yani sanatı, kültürü, estetiği ortadan kaldıran örtülü bir kapasiteye haiz olduğu da eklenmelidir. Dolayısıyla, bu tür bir savaş makinasına karşı direniş illaki şarttır ve güzel ahlâkın nuru direnen öznede mutlaka tecelli edecektir. Tam da bu noktada, güzel ahlâkın kimde, nasıl tecelli edeceği ve daha da önemlisi, içinin nasıl dol-
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 4
durulacağına dair, yazar tarafından ihsas-ı rey söz konusudur: Örneğin, güzel ahlâkın nuruna vakıf olmuş er kişi, faydalı ilme sahip olandır; faydalı ilmin nuru direnişi tahkim edecek, emeği daha da anlamlı kılacaktır. Salih [yetkisi olan] amel [dinen yapılan faydalı iş] üzere iş tutmalıdır – bu noktada, ‘dinen yetkisi olanın direnmesi haktır’ mealinde bir alt-metnin yazar tarafından paylaşıldığının da belirtilmesinde yarar bulunmaktadır. Direnmenin hak olduğunu dair ki kabulün, “işgalci ifsat edendir” yönündeki bir başka kabulden kaynaklandığını da görürüz: ifsat düzen bozmak, ifsat eden ise düzene başkaldıran demektir ki, malı da, canı da, namusu da teleftir. Tam da bu noktada, Foucault’nun bize öğrettiği yöntemle devam edelim: söylem analizinin güzelliğindendir; dillendirilen kadar, ayan beyan söylenmeyenin de kıymet-i harbîyesi söz konusudur: ‘telef’ olunması hak olan işgalci öznenin, aslında, zararlı addedildiği, ‘öteki’ kılındığı ve ‘muzır’ olması hasebiyle de, ‘katlinin vacip olduğu’ anlaşılmaktadır. Bu varsayıma ilişkin görüşlerimi, ilk bölümün sonunda sıralamaya çalışacağım, ancak bir tür ön-tartışma olsun diye şu soruyu düşerek, sözümü noktalayayım: Bu akademik etkinliğin de içeriğini oluşturan yıkım/planlama/tasarım tartışmalarının ışığında, devlet marifetiyle Diyarbakır Suriçi yıkımı sürecini [işgal ya da fetih] nasıl konumlandıracağız.5 Bu sorumuza yanıt vermeden önce, bir diğer sosyolojik kategoriye dair okuduklarımızı sıralayalım: Taşçı’ya göre, ‘fetih’ ontolojik bir ayrışmanın pratiğidir ve ‘kötü’ ahlâkın olduğu yere [mekâna] ‘iyi’ ahlâkın götürülmesine denk düşer; bu noktada, kötü ve iyinin içi nasıl dolacaktır sorusu, afaki kalacaktır; çünkü, yukarıda özetlendiği gibi, zaten iyi ahlâk salih amel üzerine iş yapanın doğasında yerleşiktir ve gittiği yere [mekâna] bu edimi de beraberinde taşıyacaktır. Yazara göre, iyi ahlâklı özneye içkin niteliklerin ne olduğu ve kısacası kimlerin bu kategoriye uygun düştüğünü yanıtlamak çok da zor değildir: önce erenler [ermiş kişiler, evliyalar] sonra alpler/alperenler [yiğit, bahadır, er kişiler] sözü edilen üstün niteliklerle donanmış özneler olarak sıralanır. Dolayısıyla fetih ancak böyle üstün ahlâklı bir topluluk/halk [hadi adına koyalım millet] ile mümkündür ve bu üstün ahlâk fethedilen yere/mekâna süreç içinde mutlaka kalıcı olarak izini bırakacaktır – ne de olsa sözü edilen, ‘doğal’ bir sosyolojik süreçtir. Özetlediğimiz bu tür bir dışsal pratiğe, yani fetih girişimine karşı ‘direniş’in kaçınılmaz olduğu da eklenmelidir. Ancak yazara göre, direniş sadece iktidarını yitirecek yönetici sınıfın pratiği olarak kalacaktır; işgale karşı direnme güzel ahlâklı öznenin asli yükümlülüğü iken, fethe karşı direnme, kötücül, bir diğer deyişle, ahlâktan yoksun siyasî iradenin pratiğinden öte bir şey değildir. Ancak halkın [milletin] çoğunluğunun fethe karşı direnişi değil rızaya bağlı bir kabulü/teslimiyeti söz konusudur – kötücül iktidarın zulmüne mazhar millet, güzel
5 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
ahlâklı erenleri ve alpleri kaçınılmaz olarak bağrına basacaktır. Sol siyaset ve entelektüel çevrelerin dile pelesenk olmuş ideoloji tartışmalarını bir tarafa bırakalım, Gramsci’nin rızaya bağlı hegemonya tartışmasına bile rahmet okutan bu iddianın, akademik literatür içinde ciddiye alınacak bir tarafı olmadığı aşikardır. Bununla birlikte, kendi söylemsel pratiği ile güçlenen, kıymeti kendinden menkul bu tür bir ideolojinin ne tür tehditler/tehlikeler içerdiği de hepimizin malumu.6 Yukarıda özetlenen işgal ve fetih metaforlarının biz mekânı [şehri, mimarlığı] dert eden akademik özneler için bir başka anlamı [sorunu] daha vardır: Eninde sonunda, sonuçta mekân/ şehir fethedilir. Kökenbilim perspektifinden ‘fatih’, ‘fetih’ten gelir ve sözcük anlamıyla da ihya edendir; fetheden, dolayısıyla, fethettiği mekânı/şehri canlandırır, diriltir, dirlik düzenlik verir – bunu hangi aygıtlarla işlevsel kılacağı ise, bir başka mecrada tartışmayı beklemektedir [devletin ideolojik ve baskıcı aygıtları diye şimdilik değinelim].7 Fetih pratiğinin ihya edici kimi içkin niteliklerini ön plana taşıyan Taşçı (2017) için tarih, bize yukarıda dertlendiğimiz konulara başat veriler sunmaktadır: O’na göre, örneğin, İstanbul fetihten hemen önce şehirleşme açısından son derece sorunlu, toplumsal açıdan bir tür hezeyan içinde, harabe bir şehir iken; fetihten sonra, Fatih tarafından yeniden inşa ve iskân edilen bir imparatorluk merkezi olmuştur: “öyle ki, fetihten evvel sadece 50.000 nüfuslu ve bir çok açıdan sorunlu olan şehir, fetihten sonra 330.000-350.000, bir asır sonra da 550.000 nüfuslu müreffeh bir şehir haline gelmiştir.”8 Historiyografik açıdan son derece marazi olan bu tür bir tarih yazımının bariz hatalarının üzerine gitmek gibi bir derdim yok; öte yandan, içerikten çok efsaneye dönüşen bu pratiğin, gerçekte, nelere kadir olduğunun da altını çizmek gerekir – amacım, ‘post-truth’ benzeri tartışmalarla canınızı sıkmak değil; öte yandan, son dönem içinde, “efsanevi” anlatıların sistemli bir biçimde baskıcı ideolojik araçlara dönüştüğünü belirtmek isterim-.9 Özetle, fetheden siyasi özne, şehrin kötü ahlâkının kokuşmuşluğundan güzel ahlâkın misk-ü amberlerini açan; faydasız bilimden faydalı ilime şehri taşıyan; çirkin işlerden hayırlı işlere şehirliyi yönlendiren kişi sıfatıyla, tarihsel bir kategoriye denk düşmektedir – lakin, siyaset bilimi açısından fetihçi öznenin elbette ki marazi bir tanımı olacaktır. Denilebilir ki, ihya etmenin materyal bir karşılığı, hiç şüphesiz ki vardır; bununla birlikte, güzel ahlâkı ihya eden [toplumsal norm koyucu irade], faydalı ilmi ihya eden [bilginin üretimi ve erişimini denetleyen iktidar] ve salih ameli ihya eden [dinen yetkisi olan yönetici] sınıfsal formasyonun, eninde sonunda, özgürleştirici bir projeyi hayata geçirmeyeceği de ortadadır. Kısacası, yukarıda
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 6
zikredilen ve işgale kötücül ve fakat fetih pratiğine ise kurtarıcılığı yaftalayan bu ideolojik tercihin, özellikle sol literatür, eleştirel teori açısından bir karşılığı olması gerekir.10 Burada uzun uzadıya, Hannah Arendt’in şiddetin kökenlerine dair yürüttüğü argümana ya da totaliter rejimlerin kökenine ilişkin tartışmalarına girmek gibi bir derdimin olmadığını söylemeliyim.11 Ancak nereden bakarsak bakalım, fetihçi özneye duyulan eleştiri yoksunu duygusal açlığın, Althuser’in klasik tanımlamasıyla, devlet marifetiyle yürütülen şiddetin meşruiyet kazanmasına yardımcı olacağına ve/veya Gramsci’nin ‘rıza’ kavramına denk bir biçimde, kitlesel biat/teslimiyeti işlevsel kılıcı aygıtları harekete geçireceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Benzer biçimde, Deleuze ve Guattari’nin sözcükleriyle,12 devletin savaş makinalarının çarklarını yağlayarak şiddete ve totaliter siyasi iradeye teşne olacağına dair bir yorumda da bulunabiliriz. Birinci bölüme ilişkin son sözlerimi, fetih tartışmasını güncel sorun alanlarına taşıyarak bağlamak isterim: Bu çerçevede, panelin içeriğini de yapan Diyarbakır Suriçi’ne kısaca değinelim. Bırakınız işgal ya da fetihin ontolojisini, salt iyi ya da kötü ahlâk tartışmasının bile biz akademik özneler için bir zül olması gerektiğini görmemiz gerekiyor – kimin iyi ahlâka kimin kötü ahlâka mazhar olduğuna dair ki inancımız ciddi anlamda sorunlara gebe. Dolayısıyla, bu ikiyüzlü, riyakâr söylemin ve onu taşıyan nobran, üstten bakan dilin hesabını yapmadan, planlama ve/veya mimari tasarıma ilişkin tartışmanın, akıl yürütmenin kadri kıymeti olmayacaktır. Fetih adına binlerce yıllık kadim bir medeniyeti/halkları kötü/kötücül addederek, yıkıma uğratanlardan, mekânları, insanları yerle yeksan eden ve dahi yerinden yurdundan edenlerden hesap sormadan, planlama ve/veya mimari tasarımda atılacak iyi niyetli ama yetersiz adımların bizleri nereye kadar taşıyacağına dair bir endişemizin olması gerekir. Emek, toplumsal mutabakat ve barışa dair taleplerimizi görmezden gelen, ideolojik anlamda ise devletin tüm reflekslerine yerleşik hezeyanlardan kurtulmadan, Suriçi’nde, öykünüldüğü üzere ‘dirlik/düzenin’ gelmeyeceğin de biliyoruz. Kısacası, fetih adına siyaset üretenleri, iktidarın görünür, görünmez tüm aygıtlarını kullanarak, akıl-yürütme biçimlerini, hakikat algılarıyla gündelik hayatımızın kılcal damarlarına dahi dikte eden/biçimlendiren siyasî iktidarı, onların yapıları ve ajanları/aktörlerini tahlil etmeden, planlamanın ve/veya tasarımın kıymeti kendinden menkul ‘epistemik’ kodlarıyla, Suriçi’ne, Silopi’ye, Cizre’ye, Nusaybin’e, Şırnak’a (ya da İstanbul Balat’a, Taksim’e, Tarlabaşı’na, Ankara AOÇ’ye, Devlet Mahallesi’ne, Tuzluçayır’a, Altındağ Önder Mahallesi’ne ya da İzmir Ege Mahallesi’ne) dair haklı sözümüzü nasıl söyleyeceğiz?
7 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Uğur Tanyeli, her zaman ki gibi benden önce davranarak, özellikle ikinci ve üçüncü bölümde kısmen de olsa değineceğim meselelere, ‘Yıkarak Yapmak: Anarşist bir Mimarlık Kuramı için Altlık’ başlıklı yeni kitabında yer veriyor; dolayısıyla bu bölümü, Tanyeli’den alıntıladığım bir paragrafla tamamlamak isterim: “Mimarlık düşüncesinin çoğu metninde dünyanın mimarın kişisel becerisiyle cennet kılınabileceği gibi totalitaryen bir beklentiden söz edilir ve çoğu zaman bundan hiç rahatsızlık duyulmaz. Böyle bir inanç aslında, tasarlayan öznenin vehmedilmiş iktidarından çok, siyasal otoritenin denetimsiz gerçek iktidarına uzanan kanala su taşıyor, diktatoryel iddiaların meşrulaştırılmasına yarıyor. Söyle de diyebilirim: Mimarın tasarımsal iktidarı ile siyasal yöneticinin toplum mühendisliği yapma iktidarı arasındaki mesafe çok kısa. Her ikisi de toplumsallık üzerinde kurulması amaçlanan bir diktaya özlem duyuyor.”13 Mesele 2: Kolektif Beden ve İrade | Devrimci Mimar Özne/Devrimci Mimari Praksis14 Uzunca bir süredir üzerine kafa yorduğum bir meseleyi yineleyerek ikinci bölüme başlamak isterim: 1950’ler sonrası şekillenmeye başlayan ve fakat gerçek anlamda kırılma noktasını 1980’lerde yaşayan yeni iktisadi düzen, post-endüstriyel üretim rejimi sürecinde, “mimar-özne” hangi güdüler ve yöntemlerle biçimlendi; daha da ötesi, mimar-özne ile işvereni – devlet ya da burjuva sermayedar patronaj – arasındaki bağ nasıl kuruldu/örüldü? Bu noktada, tartışmayı ikinci bir soruyla zenginleştirmek iyi olabilir: süreç içinde mimar-özne, yeni kimlikler ve kapasiteler ihtiva edecek yapısal bir değişikliğe maruz kalmış olabilir; eğer öyleyse, mimar ne tür bir siyasi özneye dönüştü/dönüştürüldü.15 Sorularımın kolaycılığa kaçan bir yol içermediği aşikar; Deleuze’ün sözleriyle, homo-politicus sıfatına haiz bireyin, bir diğer beşeri varlıkla diyaloğa girdiği sürece siyasi bir üretimin de etkin bir bileşeni olacağını; kısacası, siyasi bir özneye dönüşeceğini biliyoruz. Bütün bunlara karşın, son kertede amaçladığım şeyin, “nasıl bir siyasi özne” tahayyülü olduğunu belirtmeliyim; bir diğer deyişle, ‘ne olduğu’ sorusundan çok, ‘ne olması gerektiğine’ ilişkin beklentilerin sorularımı biçimlendirdiğini ekleyerek, meselenin özüne dönmek isterim– bu sorunsala ilerleyen satırlarda bir kez daha değinmek kaydıyla. Yakın dönem mimarlık kuramını zenginleştiren Peggy Deamer, ‘The Architect as a Worker’ [Bir İşçi/emekçi olarak Mimar] başlıklı kitabında, ‘immaterial labor’ [‘cismani olmayan emek’ olarak da çevrilebilir] kavramı aracılığıyla, mimar dediğimiz şahsiyeti tarihsel bir ke-
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 8
sit içinde, özellikle Aydınlanma dönemi sonrası ve endüstriyel devrim sürecinde okumaya, anlamlandırmaya çalışır. Bulguları ve tabii ki iddiası, sol gelenekten kopmayan düşünür ve emekçi kitle için ziyadesiyle memnuniyet vericidir. O’na göre mimar bir işçidir.16 Ancak bunu, Ortodoks Marksist bir yorumun ötesine taşıma arzusuyla da, salt iş/ürün/emek kavramı üzerinden değil, hepimizin aşına olduğu lakin arka planını sorgulamaktan imtina ettiğimiz “yaratıcı” iş/ürün/emek üzerinden yapar ve nihayetinde tartışmasını özgün bir noktada renklendirmeyi becerir. Eninde sonunda, mimar dediğimiz şahsiyetin “yaratıcı” bir birey olduğuna dair ki kabulümüz sonsuzdur ve genlerimize kadar işleyen yaratıcı mimar, yaratan özne şiarıyla pratiğimizi ve söylemimizi kurmaktan geri durmayız. Bütün bu kodlara karşın Deamer (2015), ezber bozan bir biçimde yaratıcı iş/ürün/emek kavramının kapitalist kökenini çözmeye ve görünür kılmaya çalışarak, gerçekte bu kabulün tarihsel koşullarla oluşmuş bir tür sosyal konstrüksiyon olduğunu yüzümüze vurur ve günümüze değin süregelen kültürel kodları, bu kodları meşru bir zemine taşıyan pratik ve söylemleri başarıyla aktarır. Gerçekte yaratıcı iş/ürün/emek tarihselliği olan bir kavramdır; bir zanaatkar addedilen ve pratikleri o tür bir arz-talep dengesi, toplumsal mutabakat içinde kabul gören mimar-özne, özellikle endüstriyel devrim sürecinde, kapitalist aklın ve örüntünün talep ettiği, arzuladığı bir biçimde, yeniden kendisini tanımlamaya ve fakat bunu yaparken de sınıfsal anlamda zanaatkardan ayrıştırmaya başlar -bu ayrışmanın geri planında işin/iş-gücü bölüşümünün [division of labor] olduğunun ayırdında olmak gerekir-. Mimar-özne artık salt yapan, üreten değil, yaratıcı zihinsel bir faaliyeti sürdürme, imgelemlerini temsil edebilme yetkinliği ve becerisine haiz, neredeyse kıymeti kendinden menkul bir özneye evrilir. Alametifarikası yaratma, yani yoktan var etme; kısacası diğerlerinde/ötekilerde olgunlaşmayan bir tahayyül edebilme yetkinliğidir. Bu süreçte ayrışmanın mimarı burjuva özneye dönüştürdüğünü; sonuçta ise, bir tür beyaz yakalı sınıfsal aidiyetin kurulduğunu görmek gerekir. Bu vesileyle, yeni imtiyazların önü açılmakta, hatırı sayılır bir sınıfsal formasyonun öznesi konumuna yükseltilmektedir – öte yandan bunun, sınıfsal tahkim süreci olduğunu, sınıfsal ayrışma ve nihayetinde çatışmanın meşru bir zemine kaydırılmasını içerdiğini de eklemek isterim. Tüm bu bulguların ışığında, dolayısıyla bizim için geçerli olan soruların – mimar-özne kimdir ve gerçekte siyasi bir özne midir? – başka bir mecraya evirildiğini belirtmeliyim: kısacası mimar-özne kendisine atfedilen, hadi adını koyalım, kapitalist örüntü ile bahşedilen kimi sıfatlardan azade bir pratiği örgütleyebilecek kapasiteye haiz midir; yoksa hapsedildiği sınıfsal formasyonun kodları ile hareket edip, pratiğini bu minvalde mi örgütleyecektir?
9 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Hepimizin malumudur; entelektüel emeğin günümüzde kaçınılmaz olarak bir karşılığı vardır ve kullanım değerinin talep ettiği takas sisteminin değil de, değişim değerine yaslanan pazar ekonomisinin bağlayıcı kodlarıyla hareket edildiği için, sözü edilen karşılık nihayetinde bir ‘ücrete’ denk düşer – bu noktada bizlerin, istesek de istemesek de, ücretli bir işçi [wage-laborer] olduğumuz aşikar. Dile pelesenk olduğunu kabul etmekle birlikte, mimarın, endüstriyel kapitalizmle artizanal üretimden görece koptuğu ve adeta montaj hattında çalışan mavi yakalı bir işçi gibi/kadar emek gücünü sattığını iddia edebiliriz – ancak burada öncelikli sorunun, emek gücünün kime satıldığı üzerine olduğunu belirtmekle yükümlüyüz. Eğer emek gücü zamana bağıl bir biçimde ücretlendiriliyor ve satılabiliyorsa, zihinsel faaliyetin, tahayyül edilen her ne ise, eninde sonunda pazar ekonomisinde değişime sokulduğu, ücretlendirildiği, satın alındığı ve nihayetinde fikrin, bir mal/mülke dönüştüğü rahatlıkla görülecektir [commodity]. Bu basit akıl yürütme bile bize, zihinsel üretimin gerçekte ‘özgür’ olmadığını, kapitalist sistemin örüntüsel mantığı içinde adeta bir mal/mülk addedildiğini; dolayısıyla, yaratıcı zihinsel faaliyetle onurlandırılan mimar-öznenin siyasi bir özneye dönüşüm sürecinin burjuva sınıfsallığı ile açıklanabileceğini göstermektedir. Kıssadan hisse, tam da bu noktada sorulması gereken sorunun emeği nasıl özgürleştirebileceğimiz üzerine yoğunlaşarak, siyaset alanımızı daraltan değil, tam tersine açan bir biçimde yapılandırılmasında yarar bulunmaktadır. Batı merkezli eleştirel teorinin bize öğrettiği biçimiyle, örneğin pazar ekonomisinin temel aldığı değişim değerini değil de, kullanım değerini öncelikli gören bir pratiği tartışmaya açabilir miyiz? Ya da Marks’ın ısrarla söylediği biçimiyle, “üretim ilişkileri ve gücünün” özünü teşkil eden özel mülkiyet ve kapitalist mülkiyet ilişkilerini yerle yeksan edecek yeni mülkiyet ilişkilerinin pratikleri mevcut mudur? Eğer söylediklerimizi daha da özelleştirerek mesleğimize odaklarsak; zihni faaliyetin sürecini ve nihayetinde son ürünü metalaşmaktan kurtaracak mimari pratikleri nasıl örgütleyebilir/yapabiliriz? Kapitalist toplumsal örgütlenmeye teşne olan bir siyasanın, ne denli özgürleştirici pratikleri işlevsel kılacağı burada sorgulanmalıdır. Örneğin, mekân aracılığıyla soyut bir düzleme taşınan ‘değer’ meselesini, tasarlanan mülkiyet ilişkileri aracılığıyla meşru kılan bütün pratiklerin, eninde sonunda, kapitalizmin sürekliliğini sağlayan girişimler olduğunun bilinmesi gerekir. Dolayısıyla, pratiklerimiz başka bir siyasî mecraya yöneltilmelidir. Bir diğer deyişle, hem iktidarın hem de kapitalist üretim biçiminin hegemonyasını kırıcı ütopyalara ve bu ütopyaları gündelik hayata indirgeyecek stratejilere gereksinim var. Bunun köktenci ve biraz da cesur bir beklenti olduğunu burada belirtelim. Burada birincil ödev, mülkiyet ilişkilerinin ka-
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 10
pitalist üretim rejiminin sürdürülebilirliğindeki etkin rolünün kavranması ve gündelik hayatın, toplumsal dönüşümle doğrudan ilintili olduğunun teyit edilmesidir. İşte tam bu noktada pratiklerimizin, merkeze ve/veya yerele yerleşik iktidardan koparılarak, denetim altına alınması gerekir – ancak bu, öncelikle mülkiyet ilişkilerinin denetimini zorunlu kılar. Öte yandan, burada talep edilen şey salt mevcut durumun betimlenmesinden öte, neyin olanaklı olduğunun ortaya konulması ve ileriye yönelik tasarılar aracılığıyla, mülkiyet ilişkilerinin, bir anlamda, ters yüz edilmesi üzerinedir. Buna ek olarak, kapitalist iktisadın temel ilke ve kanunlarını nirengi noktası kabul eden yönetimsel yapıların ve yönetim anlayışlarının da sorgulanması iyi olacaktır. Kapitalist iktisat, ‘iktidar seviciliğini’ koşulsuz kabul eden yönetici sınıfına da meşruiyet kazandıran bir niteliği barındırır– sanırım bu noktada, mimar-özne ve patronaj [burjuvazi ya da devlet ricali] ilişkisine dair kelam etmiş oluyoruz. Yukarıda zikrettiklerimin bir anlamda retorik meseleler ihtiva ettiğinin farkındalığı ile ilerlemekte yarar var; öte yandan, yakın dönem tarihimiz yukarıda arzuladığım pratiklerin kısmen de olsa mümkün olduğunu, en azından kısıtlı koşullar altında bile denendiğini söylüyor:17 Sovyet deneyimi, özellikle 1924’e kadar süregelen kısa ama üretken Lenin dönemi, bir tür özgürleşme hareketi olarak görülebilir – bununla birlikte, Marksçı bir historiyografik tartışma başlatarak, amacımın Venedik Okulu’nun ünlü kuramcısı Tafuri’ye göz kırpmak olmadığını da belirtmek isterim.18 Özellikle Marks’ın idealist sosyalist toplum tahayyüllerini sonuna kadar farklı eksenlerde arayan, öncü isimlerden -örneğin, Robert Owen, Charles Fouirer, Edward Bellamy, William Morris- hareket eden kimi ütopyacı, bireysel ya da kolektif girişimleri, hareketleri anmak yerinde olacaktır; mimarlık tarih yazımında sıklıkla zikredilen tekil örnekleri ve avant-garde isimleri sıralamıyorum bile [Uğur Tanyeli’ye nazire yaparak...].19 Gerçekte Tafuri’nin de uzun uzadıya tartışmaktan geri kalmadığı bu döneme ilişkin ciddi bir külliyatın olduğunu, bu dönemsel hareketin sadece Sovyet coğrafyasını değil Kıta Avrupa’sını da etkilediğini ve özetle eleştirel tarih yazımında yerini aldığını biliyoruz.20 Dolayısıyla, bu noktada ayrıntıya girmeye gerek görmüyorum; ancak zihni faaliyeti metalaşmaktan kurtaracak girişimin, öncelikle pazar ilişkilerinin bize direttiği pratiklerden ve kültürel kodlardan kurtulmasıyla mümkün olabileceğini yinelemeliyim. Üretimi saat başı ücretlendirerek, cismani olmayan emeği değişim değeriyle denkleştirmeye çalışan örüntüden arınmak, olmazsa olmaz bir koşul olarak karşımızda duruyor. Belki de Marks’ın sözleriyle, devrim vasıtasıyla dünyayı değiştirecek eylemin, felsefi olduğu kadar ideolojik bir programı da içermesi ve özgür öznelerin sınıfsal bilinçle hareket etmesi ön-şart. Kapitalist sistemin, kendi içsel
11 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
çelişkilerine rağmen biteviye talep ettiği ‘yabancılaşmış emek gücünü’ bir tür farkındalık ile ters-yüz etmemiz bekleniyor. Ama nasıl? 1970’li yılların sonunda, Manfredo Tafuri mimarlığın kendi epistemik çerçevesinden hareketle mevcut kapitalist düzen ve siyasa içinde alternatif pratikler üretemeyeceğini söyleyerek, yukarıda değindiğim türden özgürleştirici hareketlerin boşa düşürüldüğünü iddia eder – Tafuri’nin mimarlık pratiğine dair çizdiği bu negatif perspektifin, Althusser tarafından yine aynı dönemde dile getirilen ‘görece-özerk’ [relative and/or semi-autonomy] tartışmasına da mimarlık cephesinden son noktayı koyan önemli bir girişim olduğu rahatlıkla eklenebilir. Öte yandan, amacımız Tafuri’yi tamamen reddetmek olmasa da, yapı-ajan [structure and agency] ikililiğine farklı bir teoriyle katkıda bulunan Althusser’i yeniden ve fakat bu kez dikkatle okumak,21 özellikle yakın dönem mimarlık kuramcılarının izinde, ki bunlara Hays (2000),22 Aurelli (2008)23 ve nihayetinde Deamer’ı (2014)24 da koyabiliriz, Üretim güçleri ve ilişkisini ihtiva eden ekonomik yapı [mülkiyet ve mülkiyet ilişkileri, sınıfsal formasyon ve çelişkisi…] ile üretimin sosyal ilişkilerini içeren üst-yapı [devlet, kültür, kurumlar, siyasi güç ve yapılar, roller, ritüeller, ideoloji…] arasındaki ilişkiyi determinist, doğrusal ve tek yönlü okuyan Ortodoks Marksist yorumlardan azade; ekonomik yapı ve üst-yapı arasında bahsi geçen ilişkiyi diyalektik bir okumaya eviren bir Althusserci teorinin, yukarıda zikrettiğim türden özgürleştirici bir nüveyi içermesi olası. Bu yöntemle, alt-sistemlerin kendi arzu ve beklentilerini karşılayacak enstrümanlar geliştirebileceğini iddia edebiliriz. Bu tür enstrümanların ise büyük sistemik yapıyı bozacak ya da en azından kısmen ve zamansal bir biçimde rahatsız edecek bir tür kapasiteyi ihtiva edebilmesi mümkün duruyor. Mimarlık pratiği açısından da ana-akım mimarlık üretim rejimine yeri geldiğinde kafa tutacak yeni yollar, arayışların olabileceğine dair umutlarımızın yeşermesi, dolayısıyla her daim mümkün. Deamer’in (2014) sözleriyle son sözümüzü söylememiz gerekirse; “özgürleştirici bir mimarlığın teorisi yapılabilir mi?” Temel sorun, mimari pratiğin ne anlama geldiğini gereğinden fazla sorgulamadan -ki bunlar, tasarım, yapım, entelektüel emek, örgütlenme olabilir- yol almak ve özgürleştirici bir siyasetle izlek oluşturmak gibi görünüyor. Ancak tam da bu noktada, önemli bir sorunsalı içselleştirerek ilerlemeliyiz; mimar-öznenin sonuçta bir ‘işçi’ olduğunun farkındalığı önemli bir adım ve eninde sonunda, sınıfsal bir durumla baş başa kaldığımızı idrak etmek zorundayız -son kertede, el ve entelektüel emek arasında fark olmadığını kabul etmekle yükümlüyüz-. Nihayetinde mimar-özne mevcut bir üretim ilişkisinin parçası; dolayısıyla, salt tüketim kodları, kültürü ve pratikleri üzerinden mimari pratiği anlamlandıra-
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 12
bilmemiz olası durmuyor. Aydınlanma akıl yoluyla yukarıda bahsi geçen yarı-özerk alanların yaratılmasındaki itici güç oldu; ancak biliyoruz ki, hem özgürleşmenin hem de kapitalist üretim sürecinin ekmeğine yağ süren de aynı akıldı. Öyleyse, bizi araçsal akıldan eleştirel akla yönelten, bir başka söylemle akıl yürütmenin de eleştirisini yapan farklı yollara, yordamlara gereksinimimiz olabilir. Direnme ve dolayısıyla mevzi kazanabilmenin de habercisi olabilecek eleştirel akla, belki de her zamankinden daha fazla gereksinim duyuyoruz. Bu tür bir akıl yürütmenin mimar-özneyi arzuladığımız türden siyasi bir özneye dönüştürebilmesi ise çok uzak değil. Tam da bu noktada, en başta kaleme aldığım girizgahı bir kez daha ancak başka sözcüklerle yineleyerek, mimar-öznenin velinimetine, yani devlete, işverene, patrona, karşı duyduğu içsel ve fakat çelişkisel ‘sahip-köle’ çelişkisine dair son sözümü söylemek isterim – Zizek’in (2009) bildik kitabına, The Sublime Object of Ideology [İdeolojinin Yüce Nesnesi] göz kırparak.25 İktidar, bir yapı, kurum ya da siyasi öznenin doğrudan temsiliyeti olarak tezahür etmez; mimar-özne ve iktidar arasında süregelen ilişki, gerçekte farklı vasıtaları kullanır. Her tür ilişki toplumsal mutabakatla oluşmuş genel normlara karşılık gelir. Ancak, normların ne olduğunun ötesinde, normları üreten mutabakatın süreç ve yöntemlerinin sorgulanması, öncelikli olarak soy kütüğün yazımı açısından önemlidir. Hiç şüphesiz ki bu, siyasi bir okumadır ve böylesi bir okuma tekil erk sahiplerini değil, ilişki biçimlerini toplumsal bir uzlaşıymışçasına kodlayan, tarihselliği olan üretim biçimlerini sorumlu tutar. Mimar-özne ve iktidar arasındaki ilişki, farklı soruları da beraberinde getirecektir; ancak bunların içinde belki de en dikkat çekeni, ilişkiyi kuran ‘şeylerin’ nesnelliğiyle ilgilidir. Yukarıda zikredilen tanımlara uygun düşecek özgürleştirici bir mimari pratik nasıl tasarlanmalıdır? Öncelikle, tasarımcının aşırı öznel, ‘benci’ dünyasından sıyrılmasını talep eden, bakma biçimleri örgütlenmelidir: mimar-özne, yaratıcı olandan üretici olana, tekil ve öznel olandan etkileşime açık bir sosyal aktöre dönüşmeli, mimari nesne ise sanat eserinden ziyade üretim süreci ve ilişkilerine taşınmalıdır. Bütün kesin yargılara karşın son kertede, “hala sosyal ve siyasi angajmanı olan mimari bir pratik günümüzde olası mıdır?”, diye ikinci sorumuzu yöneltebiliriz; ancak sorunun yanıtı her ne olursa olsun, geçerli olan ilksel konu, mimar-özne, kullanıcı, üretici, karar verici, sermayedar, siyasal ya da mesleki örgüt, kurumsal yapı, devlet, vb. farklı kimlik formlarının niteliksel, dönüşümü ve temsiliyetleridir. Daha da ötesi, sosyal aktörler arasındaki, gizil veya değil, iktidara paydaş olabilmek adına yürütülen ilişkiler ile iktidarın yeniden-üretimi amacıyla etkin kılınan algı ve ideolojik tercihlerin
13 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
ne olduğu da tartışılmalıdır. Bütün bu sorulara ek olarak, özlem duyulan özgürleştirici pratiklerin mimari üretimin ahlaki bir boyut içerdiğine dair kabulleri es geçmemesi ve bireysel varsıllığı değil toplumcu bir gönenci merkezine yerleştirmesi gerekmektedir. Bu kapsamda, mimarlığın nasıl işlerlik kazanacağı, toplumsal mutabakat ve teamüllere nasıl icazet vereceği beklentisi ise, yanıt beklemektedir: Bir tür ‘kahinliği’ de göreve çağıran ‘nasıl’ sorusu, gelecek yıllarda sayısız mimarlıkları ve dahi yıldız-mimarları, bir nebze olsun meşru kılabilir. Öte yandan, kimi ütopyacı fikirlerin bu tür öneri ve bu önerilerle özdeşleşmiş kahinleri de her daim sınamaya devam ettiği bilinmelidir. Üstelik egemene karşı durmayı bayrak edinen, sözü edilen özgürleştirici pratiklerin, mimarlığı ve sonuçta mimarı başka mecralara sevk eden toplumsal angajmanları hala hafızalarımızdayken.26 Mesele 3: Yazmanın Erdemi | Yasal İktidara Başat Entelektüel Direnç Son olarak, akademyanın görevlerini anımsatarak kendimize de bu süreç içinde küçük bir rol biçmek isterim; lakin, bu son bölümde amacım, uzun uzadıya söylemsel pratiklerin kıymet-i harbîyesi üzerine ahkâm kesmek değil, tam tersine yazma ediminin nelere kadir olduğunu kısmen de olsa paylaşabilmek.27 Bu çerçevede, söze gireyim: Bilginin arkeolojisini kurarken, sözü edilen söylemsel pratiklerin, salt iktidarı pekiştiren değil aynı ölçüde iktidara başat yeni pratiklerin ihsası süreci olduğunu kabul etmeliyiz. Dolayısıyla, bu ikircikli durumun bize yeni şeyler aşılayacağı aşikâr. Bilgi ve iktidar arasında sözü edilen genetik ilişki, bir diğer deyişle iktidar ve karşı-iktidar çatışması, belki de yukarıda zikrettiğim yazma eylemi-siyasi praksis sorunsalına doğru cenahtan yaklaşabilmek adına çok önemli. Biz meslek erbabının öncelikle söylemsel-olmayan pratikler [non-discursive practice] üzerinden bir tür meşruiyet arayışı içerisinde olduğunu kabul ederek işe başlayabiliriz; öte yandan, söylemsel pratiklerin yeri ve önemi de ortada ve artık hatırı sayılır bir kabul görüyor. Eğer, Foucault’nun kendi sözcükleriyle, söylem bir tür hakikat algısı üretimiyle doğrudan ilgiliyse, nihayetinde yapılandırılmış bilginin hakikati yapan ‘töz’ olduğunu kabul etmek gerekecek – bir diğer ifadeyle hakikat, gücü/iktidarı kuran ve sürekliliğini sağlayan stratejik bir normatif model olarak değer kazanıyor. Tam da bu noktada, benzer bir hakikat arayışı içerisinde olmak, müesses nizamla temasa zorlayacak kapasiteler üretebilmek açısından da önem arz edebilir. Üstadın 1975-1976 ders notları, İngilizce baskısıyla, ‘Society Must be Defended’ [Toplumu Savunmak Gerekir], yukarıda özetlemeye çalıştığım türden, çözümleyici bir bilgi üretiminin olasılıklarını anlamaya çalışır. Örneğin, faşizmin köklerini doğru okuyabilme becerisi, bir tür savaş aygıtına dönüşen hakikat algısının, söylemsel olmayan pratikler
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 14
kadar söylemsel pratikler vasıtasıyla nasıl ve hangi koşullarda üretildiğini sorgulamamızı talep eder.28 Kısacası, faşizmin yıkıp ve fakat her seferinde yeniden kuran aygıtlarına karşı duracak öteki doğruların arayışı, bilgi üretimi ile ilgili meselemizi yeniden konumlandırmamızı zorunlu kılıyor. Benzer bir okumayla, 1978-1979 yıllarında verilen ders notlarından türetilmiş, hepimizi malumu eser, İngilizce baskısıyla, ‘The Birth of Biopolitics’ [Biyopolitiğin Doğuşu] ise, bu kapsamda, 20. yüzyılın temel sorunsalına dönerek, Alman faşizmi, Fransız sömürgeciliği ve/veya neo-liberal Chicago Okulu hezeyanlarını ustalıkla tahlil eder.29 Özetle, hakikat algısını üreten devlet ya da benzeri iktidar odaklarını deşifre ederek, karşıiktidarı örecek arayışların her iki eserin tam da merkezine yerleştiğini görüyoruz; işin özü şu ki, hakikat, bilgi ve iktidar edimi süreçlerine ilişkin tahlillerde, mevut egemen iktidara başat pratikleri artık görmezden gelemiyoruz. Öyleyse, yazma ediminin bu tür bir karşı-iktidar mecrası, hadi sözümüzü biraz daha öteye taşıyalım, bir tür siyasi praksis olduğunu iddia edebilir miyiz? Bu noktada, bilginin arkeolojisini yöntembilimsel bir araç olarak önermekle işe başlayabiliriz. Ancak asıl amacımızın, farklı tarihsel sorunsallar için türetilen kavramsal araçlarla nesnelerin ilişkisel dünyasını soyut düzlemde tartışmaya açmak olduğundan dem vurarak; daha da önemlisi, nihai hedefimizin, ‘bilgi ve güç’ ve dolayısıyla ‘hakikat ile iktidar’ arasında süregelen tarihsel ilişkiler ağını çözümlemek olduğunu kabul ederek ilerlemek zorundayız. Gerçekte, bilginin sözcük anlamıyla hakikate denk düştüğü varsayılır ve bu, tam da iktidarın özlem duyduğu, bir tür ‘fantazmagorik’ duruma işaret eder. Bu nedenle, bizim için öncelikli olan, bilginin nasıl üretildiği kadar, hangi tür bilginin ne tür saiklerle sorgulanamaz bir gerçeklikmiş gibi sunulduğunun tespiti olmalıdır – öyleyse, hakikat ve iktidar arasındaki gizil veya değil ilişki ağlarını katman-katman ayrıştırarak, bir anlamda arkeolojik bir uğraşının gerekliliği öngörülmelidir. Özetle, bilginin üretimi sürecinde farklı hakikatler de üretilir ve bu üretimin ne yöntemi ne de süreci, iktidar ve iktidarın araçlarından bağımsızdır; iktidarın araçları, hakikat üretimlerini olanaklı kılarken, kitle ile iktidar sahipleri arasındaki ilişki formlarını meşru bir zemine taşıyan sosyal ilişkileri de örgütler. Hiç şüphesiz ki, bu tür bir toplumsal oluşumun çok-katmanlı niteliği, nesneler ile nesneler arasındaki karmaşık ilişkilerin doğru çözümünü zora sokar. İktidar, bir yapı, kurum ya da siyasi öznenin doğrudan tezahürü değildir; bilgi/güç/hakikat ve siyasi iktidar arasında süregelen ilişki ağları, gerçekte farklı vasıtaları kullanır. Dolayısıyla, yapılması gereken bu ilişkiler ağının soy kütüğünü yazmak olmalıdır. Ancak burada altı çizilmesi gereken şey, hakikatin tanımı üzerinedir; hakikat, bir dizi önerme ve toplumsal
15 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
mutabakatla oluşmuş genel normlara karşılık gelir. Ancak bu yeterli olmamalıdır. Normların ne olduğunun ötesinde, normları üreten mutabakatın süreç ve yöntemlerinin sorgulanması, öncelikli olarak soykütüğün yazımı açısından önem arz etmelidir. Hiç şüphesiz ki bu, siyasi bir okumadır ve böylesi karmaşık, çok-katmanlı yapının çözümü sonrası, hakikatin kaynağı olarak tekil erk sahiplerini değil, hakikati toplumsal bir uzlaşı biçimiyle kodlayan ve tarihselliği olan yerleşik üretim biçimlerini sorumlu tutar. Bir diğer deyişle, iktidarın tekil bir sahibi olduğundan çok, kurumsallaşmış üretimin olası tüm aktörleri ‘muktedir’ olarak addedilir. Hakikat ve iktidar arasındaki ilişki, farklı soruları da beraberinde getirecektir; ancak bunların içinde belki de en önemlisi, hakikate dayanak olan bilginin nesnelliğiyle ilgilidir. Bu soru, bilginin ideolojik bağlamına işaret eder ve özellikle bilimsel olduğu savlanan bilgi ve ideoloji arasındaki ardışık ilişkiyi tartışmaya açması nedeniyle de her daim önemlidir. Bilgi ve ideoloji sarmalına yanıt, farklı mecralarda farklı içerikler kazanmıştır; hiç şüphesiz ki, her ideoloji bir ‘norm’ demektir ve daha da ötesi, norm, düzen koyucu bir niteliği içermesi nedeniyle, toplumsal ve bireysel ölçekte her tür özneyi disipline eden kurallar silsilesidir de. İşte tam da bu noktada, bilginin ve hakikatin nesnelliği üzerine bir söz geliştirmek, afaki bir çıkarsamadan öteye geçemeyecektir; yaşamın tüm yetkisini, kıymeti kendinden menkul meşruiyet araçlarıyla hak gören bu tür bir iktidarın, nasıl bir nesnel bilgi ve hakikat üzerinden hareket edeceği önceden kestirilemeyecektir. Eğer, siyasi iktidarca normalleştirilmiş öznenin/bedenin izdüşümünü, mekân dahil her tür mecrada okuyabilmek olasıdır diye iddia ediyorsak; hakikat ve iktidar ilişkisini mekâna [şehre ve mimarlığa] göndermeyle tartışmakla yükümlüyüz – örneğin, “siyasi iktidar kadar meczupların, sapkınların, muhaliflerin panoptik kapama aygıtları, ıslah ve gözetim odaları ve/ veya direnç mekânları nerede kümelenmektedir”, diye sormak yerinde olacaktır. Söz edilen mekânsal arketipler, iktidarın kurumsal yüzleri ve normalleştirme sürecinin uç vasıtaları olarak kabul görebilirler – mekânın bilgisinin genel geçer bir hakikate dönüşmesi ve bir iktidar aracı olarak bedeni ve aklı ıslah edici bir sorumluluğu içselleştirmesi dikkat çekicidir. Öte yandan, karşı-iktidara dair okumanın da, tarihsel ya da güncel, başka izler sürmesinde yarar bulunmaktadır. Bu farkındalıkla, yazma edimi, hakikat, iktidar ve mekân üçlemesini her seferinde yeniden yorumlamakta, yukarıda zikrettiğim türden karşı-iktidarın mecrasını siyaseten örmektedir. Her türlü ‘kötü niyetten arındırılmış’ bir söylemle yaklaşıldığında, yazma pratiği de mesleki olduğu kadar siyasi bir zihinsel haritalar bütünüdür. Dolayısıyla, akademyanın üretimi [söylemsel pratikleri], bize bahşedilen ‘varlıksal endişelerimizi’ bir kenara
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 16
koyup, hala eleştirel akılla mücadele edebilmenin yolunu-yordamını göstermesi açısından önemli bir entelektüel alana karşılık gelir – yukarıda zikrettiğim ana referanslarımda ortaklaştırdığım temel bir sorunsaldan hareket eden ve gerçekte bizi ‘köleleştiren’ bir sürecin yapı-taşlarının çözülmesi bağlamında. Sonuç olarak köleleşme sürecinde, iktidarın ideolojik ve kültürel kodlarını sökecek pratiğin salt bedensel bir mücadele olmadığını, gerektiğinde entelektüel emeği de ihtiva ettiğini belirtmek isterim. Eleştirel akılla sorgulayıp, olayları ve olguları belgeleyip-metinleştirecek eylemlere ve kısacası yeni siyasal alanlara ihtiyaç duyduğumuzu teyit ederek, Yıkım, Planlama, Tasarım paneli sunum ve sonrasında elde edilen metinleri kendimce kıymetlendirmiş olayım. NOTLAR 1. Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü 2. Şehir ve Düşünce, Aktüel Hakemli Dergi, Sayı: 10, İstanbul Esenler Belediyesi Yayını: İstanbul, 2017. 3. Faruk Taşçı, “İşgal ve Fetih Ayrımı Üzerinden Şehir”, Şehir ve Düşünce Dergisi, Esenler Belediyesi Yayını: İstanbul, 2017, s. 32-25. 4. a.g.e., s.33. 5. M. Foucault, The Archeology of Knowledge & The Discourse on Language, The Pantheon Books: New York, 1972; Michel Foucault, Discipline and Punish; The Birth of the Prison, Vintage Books: New York, 1979. 6. A. Gramsci, Selections from Political Writings, 1910-1920, The University of Minnesota Press: Minneapolis, 1977. 7. L. Althusser, On The Reproduction Of Capitalism: Ideology And Ideological State Apparatuses, Verso: New York and London, 2014. 8. F. Taşçı, a.g.e., s. 35. 9. E. Davis, Post-Truth: Why We Have Reached Peak Bullshit and What We Can Do About It, Little, Brown: New York, 2017. 10. İşgal pratiğinin olumlayıcı eksende tartışıldığı yakın dönem bir çalışma için: Noam Chomsky, Occupy, Penguin Books: New York and London, 2012. 11. H. Arendt, On Violence, A Harvest Book: New York and London, 1970; Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism, A Harvest Book: New York and London, 1976.
17 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
12. G. Deleuze, F. Guattari, A Thousand Plateaus; Capitalism and Schizophrenia, University of Minnesota Press, Minneapolis and London, 1987. 13. U. Tanyeli, Yıkarak Yapmak; Anarşist bir Mimarlık Kuramı için Altlık, Metis Yayınları: İstanbul, 2017. 14. İkinci bölüm, Arredamento Mimarlık Dergisi’nin, “Mimar ve Müşterisi: İşvereni, Velinimeti” başlıklı dosya teması için hazırlanan yazının güncellenerek, gözden geçirilmiş halidir: G. A. Sargın, “İktidarın Mimar-Öznesinden Devrimci Siyasi-Özneye: Yaratıcılık Miti, Burjuva İdeolojisi ve Devlet Aygıtları – Kısa Değinmeler”, Arredamento Mimarlık, Sayı No: 13, Boyut Yayıncılık: İstanbul, Mart 2017, sf. 78-80. 15. Doğrusunu söylemek gerekirse, yaklaşık 2000’den bu yana düzenli olarak ODTÜ Mimarlık Bölümü’nde verdiğim ‘siyaset ve mekan’ derslerimin tortusundan bahsediyorum: 2016-2017 güz döneminde de aynı minvalde ilerleyen ve fakat temelde 5 ayrı soruya yanıt vermeye çalışan bir tartışma ortamı kuruldu: sorulardan bir tanesinin de, “mimar-özne siyasi bir özne midir?” içeriği ile biçimlendirildiğini burada özellikle belirtmeliyim – bu süre zarfında üreyen tartışmaları izlemek için: https://gasmekan.wordpress.com 16. P. Deamer, The Architect as a Worker; Immaterial Labor, the Creative Class, and the Politics of Design, Bloomsbury Academic: New York and London, 2015. 17. S. O. Khan Magomedov, Pioneers of Soviet Architecture; the Search for New Solutions in the 1920s and 1930s, Rizzoli: New York, 1983. 18. M. Tafuri, Architecture and Utopia; Design and Capitalist Development, The MIT Press: Massachusetts, 1988. 19. K. Frampton, Modern Architecture: A Critical History, Thames and Hudson: New York and London, 2007. 20. M. Tafuri, The Syphere and the Labyrinth; Avant-Gardes and Architecture from Piranesi to the 1970s, The MIT Press: Massachusetts, 1990. 21. L. Althusser, On the Reproduction of Capitalism: Ideology and Ideological State Apparatuses, Verso: London and New York, 2014. 22. M. Hays, Architecture, Theory since 1968, The MIT Press: Massachusetts, 2000. 23. P. V. Aurelli, The Project of Autonomy: Politics and Architecture Within and Against Capitalism, Columbia University: New York, 2008. 24. P. Deamer, Architecture and Capitalism; 1845 to the Present, Routledge: London and New York, 2014. 25. S. Zizek, The Sublime Object of Ideology, Verso: London and New York, 2009. 26. bkz.: https://gasmekan.wordpress.com/2016/05/08/mutemadi-sorular-bildik-yanitlar-bugunun-turkiyesinde-mimarlik/
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 18
27. Son bölüm, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin hazırladığı Dosya için kaleme alınmış kısa bir denemeden türetilmiştir: bkz.: https://gasmekan.wordpress.com/2016/12/04/mimarligi-israrla-siyasetenokumak-mimarlar-odasi-ankara-subesine-atfen/ 28. M. Foucault, Society Must be Defended: Lectures at the College de France, 1975-1976, Picador: New York, 2003. 29. M. Foucault, The Birth of Biopolitics: Lectures at the College de France, 1978-1979, Picador: New York, 2010.
19 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Urbanism as Weapon of Mass Construction Bülent Batuman1 This article discusses the relation between political violence and urban space. In doing so, it deploys the concept of ‘urbanism’ as an umbrella term to cover related disciplines of space. I discuss three major ways in which urbanism is related to political violence in the service of the reproduction of power relations. The first of these focuses on urbanism’s instrumentalisation of violence”, which concerns the penetration of means of violence into the urban realm and the militarization of cities. The second one dwells on ‘urbanism as a means of violence’. Here, what is at stake is the ways in which political violence is exerted through urban means and forms. Finally, the third one discusses ‘urbanism as a form of violence’. This theme refers to the title of the article where ‘mass construction’ is understood simultaneously as construction in large quantities (mass production) and construction of a (social) mass. Discussing cases of urban renewal in the Middle East and relating them to the contemporary operations of Turkey’s TOKI, this section defines housing as a process in which a new social identity is constructed along with the houses as commodities. The article is closed by arguing that urbanism as a set of (conceptual and professional) tools is deployed for the reproduction of power relations; yet it could also be deployed in defiance of these relations and in the service of social justice.
1. Associate Professor Dr., Bilkent University, Faculty of Art, Design and Architecture, Department of Urban Design and Landscape Architecture
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 20
Kitle İnşa Silahı Olarak Şehircilik Bülent Batuman1 Bu kısa yazı, içinde yaşadığımız dönem ve ortamda giderek yoğunlaşan siyasal şiddeti mekânla ve mekân disiplinleriyle nasıl ilişkilendirebilireceğimizi, bir başka ifadeyle söylenirse şiddet ve şehircilik arasındaki ilişkiyi tartışmayı amaçlıyor. Burada ‘şehircilik’ kavramının (urbanism karşılığı olarak) kullanımı bilinçli bir tercihi yansıtmakta. Bu kullanım bir yandan disipliner sınırları ilga eden pragmatik bir boyut barındırırken, bir yandan da ideolojik bir tercih olarak düşünülmeli. Zira aşağıda yapacağım tartışma açısından bakıldığında, sadece mimarlıktan ya da sadece şehir planlamadan bahsetmek ve bu disiplinler arasında kalın çizgiler çizmek çok anlamlı değil. Tam tersine, ideal (adil, eşitlikçi, hatta ütopyacı) mekânsal durumların üretimini esas alan bir bakış açısı için, bu disiplinlerin sunduğu araçların disiplin ayrımı yapmadan –hatta belki bu ayrımların farkında bile olmadan– kullanılması elzemdir. Ve tabii bunun tersi de geçerli: iktidarın yeniden üretimi için bu mekânsal araçlar hizmete koşulurken kimse bunların hangi disiplinin araç ve yöntemleri olduğuyla ilgilenmeyecektir. Yani toplumsal pratikler açısından mekâna ilişkin araçlar birbirinin içine geçmiş olarak kullanılmaya devam edilmekte. Ve bu yüzden, “şehircilik” kavramının disipliner açıdan barındırdığı muğlaklık, kapsamlı bir tartışma yapmak için elverişli bir işlevsellik barındırıyor. Aşağıda, şehircilik ve şiddet arasındaki ilişkiyi temel olarak üç başlıkta tartışacağım. Bunlardan ilki ‘şiddeti araçsallaştıran şehircilik’. Burada kastedilen şehirciliğin askerileşmesidir. İkinci başlık, ‘bir şiddet aracı olarak şehircilik’, şiddetin şehirciliği araçsallaştırmasını ifade ederken, üçüncü başlık ise ‘bir şiddet biçimi olarak şehircilik’ olgusunu ele alacak. Şiddeti Araçsallaştıran Şehircilik: Askerileşme Şiddeti araçsallaştıran şehircilikle başlayacak olursak; söz konusu olan, şiddetin şehirciliğe –hem kent yaşantısına, hem kentin örgütlenişine– sirayet edişi, şiddetin şehirciliğin içine giderek artan ölçeklerde enjekte edilmesidir. Buna açıkça kentleşmenin askerileşmesi demek mümkün. Bu konuyu daha önce tartışmış bulunan Stephen Graham’ın kavramsallaştırdığı şekilde söylersek, söz konusu olan ‘yeni askeri şehircilik’tir (new military urbanism).2 Graham’ın yaptığı detaylı tartışmayı burada tekrar etmeye gerek yoksa da, tarihin çeşitli dönemlerinde askeri müdahalelerin konusu olmuş şehirlerin ya da askeri gerekçelerle biçimlenmiş şehirlerin varlığını bilmemize rağmen, içinde yaşadığımız 21. yüzyıl koşullarında
21 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
bunların daha farklı bir biçim aldığını, o yüzden de yeni askeri kentleşme tarifinin anlamlı olduğunu vurgulamak gerek. Burada, tartışmamız açısından önemli iki nokta bulunmakta. Bunlardan biri, kentin bir çatışma alanı olarak kavranması, bir diğeri ise, bununla çok yakından ilişkili olan ‘terörizm’ kavramıdır. Şehri bir çatışma alanı olarak kavramak, temel olarak yukarıdan aşağı işleyen ve iktidar perspektifiyle şekillenen bir durum. Bir başka ifadeyle söylersek, şiddet tekelini elinde bulunduran aygıtın, yani devletin bakış açısıyla kurulabilecek bir söylem ve eylem çerçevesi. Buna karşılık, terörizm dediğimiz şey çatışmanın ve şiddet tekelinin yönünü ve ölçeklerini geçersiz kılar. Çünkü artık intihar bombacısı dediğimiz bir figür söz konusudur ve o, hem kim olduğu, hem ne zaman vuracağı belirsiz niteliğiyle durmadan kaygı üreten bir figürdür. Bu haliyle de, gerçekte var olmasa bile hayatlarımızı –kentsel gündelik yaşamı– belirlemeye başlar. Bu duruma verilebilecek en basit örnek uçakların kullanımıdır. Yirmi-otuz yıl önce Fransa’da gençler arasında yaygın bir eğlence olan havaalanlarında park halinde bulunan uçakların içinde vakit geçirmek, bugün akıl dışı görünecektir. O zaman uçakları temizleyen görevlilerin bile normal karşılayarak, artmış bulunan yemek vb. malzemeleri gelenlere dağıttıkları koşullara karşılık, bugün arındırılmış bir güvenlik alanı olarak kavradığımız uçak kabinleri söz konusu. Öyle ki, dizüstü bilgisayarlar ve akıllı telefonlar gibi teknolojik aletlerin potansiyel güvenlik tehditleri bir yana, ayakkabıların soyunulduğu, kemerlerin çıkarıldığı kontrollerden geçiyoruz. Çok kısa süre önce mahremiyet kavrayışımızla bağdaşmayacak bu görüntüler –ayakkabıları ellerinde, çorapları ile yürüyen, kemerlerini çözüp bağlayan insanlar– artık çok normal; dahası, gönüllü biçimde katıldığımız uygulamalar. Bu koşullarda, herkesin karşılaşmış olabileceği sahnelerden birisi şudur: alışveriş merkezinin otoparkına girerken arabası detaylı biçimde aranmadığı için (“ya bomba olsaydı!”) güvenlik görevlisine kızan müşteri. Çünkü endişe içselleştirilmiştir ve uygulanan denetimin aslında fiilen bizim kendi bedenimiz ve toplumsal varoluşumuz üzerinde değil de hayali bir tehdit –terörist– üzerinde uygulandığı düşünülür. Örneğin on yıl önce gelişmiş ülkeler arasında sadece İsrail’de göreceğimiz, şehrin içinde, kamusal mekânlarda sırtında tüfeğiyle dolaşan asker görüntüsü bugün sıradanlaşmış durumda. Avrupa kentlerinin havaalanlarında sık rastladığımız bir görüntü bu artık; makineli tüfekleri ve teçhizatlarıyla askerler gördüğümüzde yadırgamıyoruz. Bugün Türkiye’nin büyük kentlerinde alışveriş merkezlerinde de artık polisler sürekli devriye gezmekte. Henüz üniformalı değiller; yine de üzerinde ‘polis’ yazan yelekleriyle belirgin biçimde fark edilmekteler. Bu askerileşme hali,
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 22
‘terörizm’ kavramı sayesinde artık gönüllü olarak içselleştirdiğimiz bir durum. Askeri araçların yaygınlaşması ve kamusal mekânlarda olağanlaşması bir noktadan sonra terörizm kaygısının söz konusu olmadığı koşullarda da geçerli hale gelir. Mimarlık fakültelerinde gözetleme (surveillance) ve mekân ilişkisi uzun zamandır tartışılır. Bu teknolojilerin ithal edildiği ilk zamanlarda, yani bundan on- on beş yıl kadar önce üniversite binalarının içinde kamera bulunması öğrencilerin isyanıyla karşılaşırken, bugün öğrencilerden bu yönde talepler gelmekte, yaşanan en küçük suç (hırsızlık, vb.) gözetleme eksikliğinin özendirdiği bir durum olarak görülmekte. Bu içselleştirme ve olağanlaşma hali, askerileşmenin meşrulaştırılmasına ciddi biçimde hizmet etmektedir. Burada dikkat çekilmesi gereken iki önemli nokta bulunmakta. Bunlardan bir tanesi, askeri kontrol araç ve süreçlerinin sivilleşmeye başlaması. Yani ilk aşamada devletin bize, bizim güvenliğimizi sağlamak için elzem olduğu iddiasıyla dayattığı ve bizim de, çocuğumuzun ya da kendimizin bir bombayla kamusal mekânda zarar görmesinden duyduğumuz endişeyle gönüllü olarak kabullendiğimiz durum, bir noktadan sonra kamusal mekâna dair kavrayışımızı da dönüştürerek sivil hayatın içine girmeye başlıyor. İkinci nokta ise, bu mekanizmaya içkin olan örtük oryantalizm. Zira askerileşme düşmanlaştırmayı gerekli kılar. Bir çatışma alanından bahsediyorsak, askerileştirmeden konuşuyorsak, sürekli olarak yeniden üretilmesi gereken bir düşman imgesi gereklidir. Bu imge de daima birtakım kültürel kodlar üzerinden üretilecektir. Bu iki noktayı örneklerle somutlamak mümkün. İlk noktaya tipik bir örnek portatif bariyer teknolojisidir. Ankara’da bir on yıl kadar önce miting ve benzeri kitlesel toplantılara katılmış olanların hatırlayacağı gibi, o dönemde emniyet birimlerince kullanılan bariyerler, L biçiminde bükülerek ayakları yatayda uzatılmış metal çerçeveler içinde düşey parmaklıklardan oluşmaktaydı. Oldukça hantal olan bu elemanlar yan yana dizilerek birbirlerine kancalanır ve böylece sürekli bir bariyer oluşturulurdu. Son yıllarda ise akordeon biçiminde genişleyen, alüminyum gibi hafif malzemelerle üretilen –hatta uzaktan kumandalı modelleri olan– bariyerler kullanılmakta. Hem taşınabilirliği hem mukavemeti çok daha yüksek bu bariyerleri Ankara’nın çeşitli yerlerinde emniyet birimlerince kullanılırken görmek mümkün. Örneğin Yüksel Caddesi’nde yer alan İnsan Hakları Anıtı bu bariyerlerin ardında tecritteyken, aynı bariyerler Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi içinde farklı erişim sınırlarıyla tanımlanmış (cami, kongre merkezi, idari bloklar gibi) mahaller arasında dolaşımı kontrol etmek için kullanılıyor. Ama bundan daha da ilginç olan şey, bu bariyerlerin kullanımının emniyet güçleriyle sınırlı
23 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
olmaması. Özellikle son bir yıl içinde üniversite kampüslerine yönelik terör saldırısı istihbaratları üniversite yönetimlerini de önlemler almaya zorluyor. Bu çerçevede bir üniversite kampüsünde şenlik alanının –şimdiye dek yalnızca emniyet güçlerince kullanılan bir araç olan– bariyerlerle çevrilmesi ve şenlik alanına giriş çıkışların sıkı biçimde denetlenir hale gelmesi hiçbirimizi şaşırtmıyor. Yaşadığımız dönüşüm, askeri şehircilik teknolojilerinin sivil alana yaygınlaşmasının tipik bir örneğidir. İkinci noktaya dönecek olursak, yukarıda söylendiği gibi, askerileşmenin bir koşulu düşmanlaştırmadır ve bu durum kentsel ortamda ancak bir “iç düşman” imgesinin durmadan yeniden üretilmesiyle mümkündür. Bu üretimin mekanizması ise oryantalizmdir. Bazen belli bir dil (örneğin Kürtçe ya da Arapça), bazen sadece aksan, çoğunlukla da kılık kıyafet kodları (örneğin uzun sakal, özensiz kıyafet, ya da kültürel kimlikleri yansıtan yerel giysiler) terörizmle özdeşleştirilen kimliklerle bağlantılı olarak algılandıklarında dehşet, kaygı, düşmanlık ve son aşamada da (kişiye bu tehditlerden koruyacağı kabullenilen iktidara) biat üretir. Böylelikle oryantalizm, kentsel yaşantının askerileşmesinin işleyiş mekanizmalarından biri haline gelir. Askerileşme, kuşkusuz, bir disipline etme sürecidir aynı zamanda. Yani, askeri teçhizat olarak aklımıza ilk gelen ateşli silahlar ve benzerleri olsa da, bu süreç zorunlu olarak böylesi araçları gerektirmez. Yukarıda değindiğim bariyer örneğinde gördüğümüz gibi, aslında kentsel yaşantının askerileşmesi temelde hareketin nasıl örgütlendiğiyle ilgilidir. Yani savaş dediğimiz olgu aslında harekete dair bir pratiktir. Bunun da bir boyutunu dolaşım oluşturuyor. Kim ne kadar alanda, hangi bölgelere erişim sahibi olarak hareket edebilir? Asıl soru budur. Siz bir askeri taraf olarak kendi hareket kabiliyetinizi maksimize etmeye çalışıyorken, karşı tarafınkini de minimize etmeye çalışırsınız; tıpkı ‘Go’ oyunundaki gibi. Temel amaç düşmanı kuşatmak ve onun hareket kabiliyetini sıfırlamaktır. Askerileşmenin mekânsal boyutlarından bir diğerini ise işgal oluşturuyor: Bir yeri işgal edebiliyor musunuz? Siz mi işgal ediyorsunuz, diğeri mi işgal ediyor? Güvenpark örneğin; bir kamusal alan olarak sizin işgal ettiğiniz bir alan mı, yoksa polisin işgal ettiği bir alan mı? Buna bağlı olarak hem mekânın, hem de kamusal mekân algısının niteliği dönüşüyor. Şiddet Aracı Olarak Şehircilik İkinci başlığım, şiddet aracı olarak şehircilik. Burada söz konusu olan, aslen politik nitelikteki şiddetin şehircilik araçlarını kullanmaya başlaması. Buna dair son dönemin en ilginç
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 24
çalışmalarını üreten isim İsrail asıllı bir mimar/ araştırmacı olan Eyal Weizman. Weizman’ın, ilk dönem çalışmalarını bir araya getirdiği Hollow Land adlı kitabı, dünya üzerindeki en kronik politik anlaşmazlıklardan bir tanesi olan İsrail-Filistin çatışmasının mekânsallığını araştırıyor.3 Oslo barış görüşmeleri sürecinde yapılan müzakerelerin mekânsal boyutu ve özellikle müzakerelerin düğümlendiği yerleşimler meselesi, siyasetin şehirciliği nasıl işlevselleştirebildiğini çarpıcı biçimde örnekler. İsrail tarafından özendirilen ve desteklenen yerleşimler, kendi güvenliklerini sağlama iddiasıyla, doğrudan işgal ettikleri fiziksel alanlardan daha geniş bölgeleri kontrol etmeye başlıyorlar. Yani harita üzerinde uzlaşılan yerleşim yeri ve işgal yüzeyi metrekare cinsinden belli bir büyüklüğe tekabül ederken, fiili durumda yerleşimlerin güvenliğini sağlama gerekçesiyle dikilen gözetleme kuleleri, çekilen tel örgüler, inşa edilen duvarlar, açılan yollar bugün gördüğümüz parçalanmış Batı Şeria’yı ortaya çıkarıyor. Dahası, inşa edilen her eleman yeni bir güvenlik sorunu tarif ediyor ve bu kez bu inşa edilen güvenlik elemanlarının güvenliği için önlemler inşa edilmeye başlanıyor: güvenlik kulesinin güvenli bölgesi, inşa edilen yolda kontrol noktaları, vb. Ortaya çıkan sonuç, ulus-devlet yapılarında görmeye alışkın olduğumuz gibi geniş bölgelerin egemenliği yerine iç içe geçmiş dolaşım ağlarının kontrolüdür. Filistinlilerin gündelik hayatlarına bariyerler ve engeller olarak, İsraillilerin gündelik hayatlarına ise yollar, geçitler ve erişim araçları olarak müdahil olan bir şehircilik ağıdır söz konusu olan. Oslo görüşmelerinde yapılan mekânsal müzakerelerin en ilginç boyutlarından birini ise Kudüs üzerine yapılan tartışma oluşturuyor. Çünkü Kudüs her iki taraf için (hatta Hıristiyanlar için de) kutsal. Tapınak Tepesi, Yahudiler için tarihi Kudüs Tapınağı’nın bulunduğu yer. Ama şu anda aynı yer Müslümanlar için de Harem-i Şerif, tepesinde Mescid-i Aksa bulunmakta. Yahudiler tapınağı kazıp ortaya çıkarmak istiyor; Müslümanlarsa buna şiddetle karşı çıkıyor çünkü böyle bir müdahalenin yukarıdaki Kubbet-ül Sahra ve Mescid-i Aksa’ya zarar vermesi söz konusu. Kudüs üzerine Oslo’da yürütülen tartışmalara bakıldığında, burada üç boyutlu bir ulus-devlet sınırı tartışıldığını görüyoruz. Normal koşullarda alışkın olduğumuz, sınırların iki boyutlu olmasıdır; yer yüzeyinde uzlaşılarak çizilen bir sınır-çizgi mevcuttur ve bu çizginin üçüncü boyutta yükseldiği varsayılır. Ama Kudüs’te böyle bir çizgi üzerinde uzlaşmak, tam da şehrin kutsal odağının katmanlı yapısı yüzünden mümkün değildir. Böylece yalnızca iki tarafı ile değil, aynı zamanda altı ve üstüyle de düşünülmesi gereken bir çizgi söz konusu olur: tarafların biri çizginin altını, diğeri üstünü sahiplenecektir.
25 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Şehrin içinden geçirilen bir sınır aynı zamanda bir şehircilik problemi haline gelirken, şehirciliğin araçsallaşması bundan ibaret değildir. İsraillilerle Filistinlilerin aynı toprakları orantısız güç ilişkileri çerçevesinde kullanıyor olmaları, siyasal şiddetin yeni mekânsal araçlar üretmesi sonucunu doğurmakta. Özellikle ikinci intifada döneminde, 2001-2002’den başlayarak şiddetin yoğunlaştığı bir dönem yaşandı. Cenin ve Nablus’ta İsrail ordusu tarafından gerçekleştirilen yıkımlar dünya kamuoyundan tepki gördü. Bu kentlerde İsrail silahlı kuvvetlerinin kullandığı askeri stratejiler temelde şehircilik stratejileriydi. Weizman’ın aktardığı gibi, İsrailli subaylar bu durumu gururla anlatıyorlar: “Sadece mekâna farklı bir mimari açıdan bakmak istedik... Burada kritik nokta şu: sokağı nasıl yorumluyorsunuz? Sokağı, her mimar ve plancının düşündüğü gibi içinde yürünen bir mekân olarak mı kavrıyorsunuz, yoksa aksine yürümenin yasak olduğu bir mekân olarak mı? Bu tamamen yoruma dayalıdır. Ve biz sokağı yürünülmeyecek, kapıyı geçilmeyecek ve pencereyi içinden bakılmayacak elemanlar olarak tanımladık; zira bizi her sokakta bir silah, her kapıda bir bubi tuzağı bekliyor. Çünkü düşman mekânı geleneksel biçimde yorumlamaktadır... Böylece duvarların içinden ilerleyecek bir metot geliştirdik. Evlerin iç mekânları arasında dolaşıp ani şekilde dış mekana çıkıyor ve düşmanı gafil avlıyorduk..”4 Ve İsrail ordusunun yaptığı tam da bu olmuştur; duvarların içinden delikler açarak evden eve geçerek sürekli iç mekânlarda hareket etmek. Tabii bu stratejiyi öteki tarafından deneylemek dehşet vericidir: “Düşünün bir, oturma odanızda, o çok iyi bildiğiniz mekânda, akşam yemeklerinden sonra ailecek televizyon izlediğiniz odada oturuyorsunuz... Ve birden bire duvar korkunç bir gürültüyle yok oluyor, oda toz ve molozla doluyor ve duvarın içinden ardı ardına askerler beliriyor, emirler yağdırmaya başlıyorlar.” Artık iç ve dış mekân tanımları değişmiştir: “İçeri gir” diye bağırdı histerik ve kırık bir İngilizceyle. İçeri? Ben zaten içerdeyim! Bu genç askerin ‘içerisini’ yeniden tanımladığını fark etmem birkaç saniyemi aldı: Onun kastettiği görüş alanının dışıydı. Kendi evimin ‘içinde’, ‘dışarıda’ oluşum onu rahatsız ediyordu. Kendi mahrem alanımda bana ‘sokağa çıkma yasağı’ uygulamakla kalmıyor, bu alanın içinde ‘içerinin’ ve ‘dışarının’ ne olduğunu yeniden tanımlıyordu.” Burada söz konusu olan bir ‘buldozer savaşı’dır.5 Bundan sonra İsrail ordusu özel buldozerler geliştirecektir. Geleneksel olarak askeri istihkâm sınıfı yol açmak, köprü yapmak gibi
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 26
inşa faaliyetlerinden sorumludur. Ancak burada söz konusu olan yıkım araçlarıdır; üstelik askeri nitelikli yıkım araçları. Buna uygun olarak tasarlanmış, silah yuvalarıyla ve kalkanlarla teçhiz edilmiş özel tipte dozerler bugün İsrail ordusu tarafından en çok kullanılan araçlar arasındadır. Weizman’ın çalışmalarının ilerleyen aşamalarda ulaştığı problematik, buradaki tartışma açısından önem taşıyor: Eğer mimarlık ve şehircilik bilgisi böylesi bir şekilde askerileştirilebiliyor, yıkım için araçsallaştırılabiliyorsa, acaba bunun karşıtı için de kullanılması mümkün olabilir mi? Çok yakın zamanda kitaplaştırılan çalışmalarında Weizman ve ekibi ‘adli’ mimarlık” diye çevrilebilecek ‘forensic architecture’ kavramını öne sürüyorlar.6 Bu yeni çalışma alanı ile şehircilik bilgisinin, insanlığa karşı işlenen suçlar ve her türden mekânsal adaletsizliğe ilişkin hukuki kanıt üretimi yönünde kullanımı amaçlanmakta. Özellikle şiddetin suç boyutunda icra edildiği durumlarda, uygulanan hukuksuzluk ve adaletsizlik ancak gelecek zamanda ve geriye doğru işleyen bir tespit ve teşhir aracı olarak şehircilik bilgisiyle gündeme taşınabilir. Çünkü hukuk dediğimiz şey, bugün değilse bile yarın, suçun ve haksızlığın bir şekilde kanıtlanarak ele alınabilmesini gerektirir. Bu açıdan, mimarlık ve şehircilik bilgisinin adalet arayışının bir aracı haline gelebildiğini görmek, gerek tartışmamız, gerekse içinde bulunduğumuz tarihsel durum açısından oldukça önemli. Şiddet Biçimi Olarak Şehircilik Son tema olan ‘şiddet biçimi olarak şehircilik’i tartışabilmek için metnin başlığına dönmem gerekli. Başlıktaki ‘kitle inşa silahı’ ifadesini hatırlayacak olursak, burada ikili bir anlam söz konusu. Bir taraftan kitle inşa (veya kitle imha) dediğimiz zaman kitleselliği sayısal çokluk anlamında, bir büyüklük ifade etmek için kullanıyoruz. Öte yandan kitle, sosyal bir çokluk anlamına da geliyor. İşte başlıkta bu iki anlamı bir arada gözeterek kullandım. Yani ‘kitle inşa’ derken, bir taraftan kitlesel (ölçekli) inşadan, bir taraftan da (sosyal) kitlenin inşasından söz ediyorum. Zira şiddet biçimi olarak şehirciliği ele aldığımızda bu iki anlamı da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Burada tartışmayı TOKİ üzerinden yürütmek olanaklı. Zira TOKİ’nin bugünkü pratiği bu iki boyutu birden içeriyor. Şimdiye kadar TOKİ üzerine oluşan (çoğunlukla eleştirel) kentleşme yazınımızda konunun daha çok burada ele aldığım anlamların ilki bağlamında, yani konut üretiminin sayısal büyüklüğü çerçevesinde değerlendirildiğini görmek mümkün. Kuşkusuz doğru bir tespit bu; zira toplu konut dediğimiz şey aslında kitlesel olarak üretilen bir meta ve
27 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
TOKİ tam da bunu gerçekleştiriyor. Ancak bu tespit eksik; zira burada, pek dikkat edilmeyen bir nokta daha bulunduğunu öne süreceğim: TOKİ’nin faaliyeti aynı zamanda bir (sosyal) kitle inşası faaliyetidir, yani (yeni bir) kitleyi inşa eden bir faaliyettir. Bu noktada, TOKİ’yi bir bağlam içine yerleştirmemiz gerekiyor. Türkiye ölçeği içinde baktığımızda, 12 Eylül sonrasında toplu konut üretimi için kurulan, ancak bu açıdan performansı sınırlı kalan, buna karşılık AKP döneminde eşi görülmemiş bir sayısal patlama yapan, kendisine verilen yeni yetkilerle giderek etkinliği artan bir yapı bu. Ancak, bu yapının son dönemde öne çıkışı ve içinden geçtiği yapısal dönüşüm aslında dünyadaki -ve özellikle bölgemizdeki- eğilimlerle çok ilişkili. Bu eğilimleri anlamak için önemli bir örnek, 90’lı yıllarda Beyrut kent merkezinin yeniden inşasıdır. Lübnan’da yaşanan iç savaş sırasında harap olan Beyrut’un merkezinin yenilenerek canlandırılması projesinin faili, hükümet eliyle kurulan özel bir şirket olan Solidere idi. Vergiden muaf tutulan ve çeşitli yatırım imtiyazlarına sahip olan şirket öncelikle bütün kent merkezini kamulaştırıp, sonra da bunu hisseler halinde satarak, sermayesini kendisi oluşturdu. Nötr gözlüklerle bakıldığında, elde edilen, hızla üretilmiş nezih mekânlar oldu. Ama bu mekânlar ve bunların elde ediliş süreci Ortadoğu’da kent merkezini soylulaştırmanın (gentrification) da en etkin örneği oldu: bir yandan eleştirilere maruz kaldı, bir yandan da çok hızlı ve çok kârlı bir faaliyet olarak örnek alındı.7 Böylelikle Soldiere Ortadoğu’da neoliberal kentleşmenin önemli bir modeli olarak ortaya çıktı ve bir sürü başka yerde de taklit edildi: Manama’da Bahreyn Finans Limanı, Kahire’de Greenland Projesi gibi. Benzer biri duruma sahne olan Amman’da, kent merkezindeki askeri alanların dönüşümünü hedef alan projede ise ilginç bir boyut daha söz konusu oldu; burada, yine Solidere’i model alan bir şirket (Abdali) kurulmuşsa da, bu şirket güçlendirilmiş bir kamu kurumu olan Mawared’in iştiraki olarak hayata geçirildi.8 Mawared’in konumu ve donandırıldığı yetkiler TOKİ’yle önemli paralellikler taşımakta. TOKİ’nin AKP döneminde aldığı biçim bu yapılarla benzerlikler taşısa da, ayrıştığı önemli bir nokta var. Ortadoğu kentlerinde aktif bu yapılar mega projeleri önde tutarken, TOKİ mega projeler açısından geride kaldı ve mekân üretimi açısından en üretken, en hızlı üretim yapılan alan olan konut sektöründe yoğunlaştı. Geçmeden, bu farklılığın politik veya stratejik bir tercih olmayıp, Türkiye’de mega projelerin, özellikle meslek örgütlerinin mücadeleleri ile belli oranda engellenebilmiş olmasının sonucu olduğunu belirtmekte fayda var.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 28
Ancak TOKİ’nin konut alanında yoğunlaşmasının bir başka sonucu oldu. Ve bu sonuç bizi, yukarıda değindiğim sosyal kitlenin inşası boyutuna getiriyor. Bu açıdan da TOKİ’yi karşılaştırabileceğimiz bir başka örnek mevcut. Ve bu örnek sayesinde neoliberal kentleşmenin salt ekonomik bir kârlılık mekanizması olmayıp, aynı zamanda bir sosyal yeniden üretim süreci olduğunu görmek mümkün olacak. Söz konusu örnek yine Beyrut’tan. 2006’da, İsrail Lübnan’ı, özellikle de Hizbullah’ın çok güçlü olduğu Güney Beyrut’taki Şii varoşları (El Dahiye) bombaladı. Çatışma sonrasında El Dahiye’nin yeniden inşasını örgütleyen yine Hizbullah oldu. Lübnan’da mevcut bulunan görece zayıf devlet yapısı, çok etnisiteli, çok dinli (ve bu yüzden çatışma potansiyeli çok yüksek) ortamıyla farklı siyasi aktörlerin devlete rağmen faaliyet sürdürebilmesine olanak tanıyor. Hizbullah da böyle bir aktör ve çok etkin. Bu süreçte Hizbullah hem devletin olanaklarını kullandı, hem de devleti çok fazla işin içine dahil etmedi. İran’dan sağladığı geniş kaynaklarla hareket eden Hizbullah’ın kurguladığı süreç yine bir özel şirket (Waad) eliyle yürüdüyse de, burada ilginç olan, katılımcı bir mekanizmanın işletilmesiydi. Hem mahalle sakinlerinin, hem de meslek insanlarının yer aldığı katılımcı bir süreçle tasarım prensipleri geliştirildi ve burada da çok hızlı bir üretim faaliyeti oldu. İlginç olan şey şuydu: yenilenme sırasında yapı tipolojisi, yapı yükseklikleri ve büyüklükleri çok büyük oranda korundu.9 Bir taraftan bu modeli, katılımcı bir süreç yönettiği ve yapı yoğunluğunu koruduğu için soylulaştırmaya direndiği iddiasıyla övenler, hatta neoliberalizme karşı bir model olarak gösterenler oldu. Öte yandan, yenilenme sürecinde mülkiyet ilişkilerine hiç dokunulmadığına dikkat çeken ve bu sayede aslında bölgede hüküm süren sosyal kontrolün yeniden üretildiğine dikkat çeken eleştiriler yapıldı.10 Mevcut fiziksel doku, o bölgede var olan sosyo-mekânsal yapının ve buna içkin iktidar ilişkilerinin de korunarak yeniden üretilmesinin aracı oldu. Bu eleştirilere göre, mülkiyet ilişkilerine zaten dokunulmadığı için de kent mekânı aslında yine kadastral bir meta olarak varlığını sürdürmüş oldu. Buna ek olarak hatırlanması gereken, burada toplumsal yapının yeniden üretiminde dinin ve İslami kimliğin önemli bir rol oynadığı ve bu kimliğe ortak olmayanların (El Dahiye örneğinde Hıristiyanların) zaten dışlanmış olmalarıdır. Bu durum, aslında yakından bakıldığında TOKİ’nin uygulamalarında da sıkça görülebilen bir durumu arz ediyor. TOKİ’nin ürettiği yeni konut alanlarına sadece ekonomik ürünler olarak değil aynı zamanda yaşam çevreleri gözüyle de bakacak olursak, bu alanlarda da benzer kontrol mekanizmalarının geliştirildiğini görürüz. Bu mekanizmaların bir kısmı piya-
29 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
sa araçları, bir kısmı da özellikle din üzerinden örgütlenen kültürel ağlar aracılığıyla çeşitli disiplin pratiklerini üretmekte. Beyrut’un El Dahiye’sinde Hıristiyanlar 90’lardan başlayarak, Hizbullah’ın bölgede güçlenmesine paralel olarak bölgeden uzaklaştırılmıştı. Benzer şekilde, bugün üretilen kentsel çevrelerde, bazı yerlerde eski gecekondu sakinleri (örneğin Kuzey Ankara Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında yer alan Karacaören konutları),11 bazı yerlerde ise yeni İslami kentsel dokunun içinde kalan eski mahallelerin yerleşik nüfusu (örneğin Başakşehir’de)12 içinde azınlık olarak görülen kimlikler (örneğin Aleviler) benzer dışlanma ve sindirilme uygulamalarına maruz kalıyorlar. TOKİ’nin başlıca fail olduğu bu süreçte İslami bir çevrenin üretimi ve İslami kimlikle tariflenmiş bir kitlenin inşası söz konusu. Sonuç Yerine Yukarıda şehircilik bilgi ve pratiklerinin iktidar ve şiddet ile ilişkili olarak üretilme ve araçsallaştırılma durumlarını tartıştım. Bitirirken şu soruyu sormak ve yanıtlamak gerekiyor: söz konusu şehircilik bilgi ve pratikleri özgürleşim hedefli projelerin de parçası olabilir mi? Benim bu soruya cevabım olumlu; bu konunun bir araştırma alanı olarak önümüzde durduğunu düşünüyorum. Bu araştırma alanını derinleştirmek üzere sorulabilecek sorulardan bazıları şunlar olabilir: itaatsizliğin şehirciliğini üretmek mümkün müdür? İtaatsizliğin mekânlarını, mimarisini üretmek mümkün müdür? Araçsal akılcılığın başat aygıtlarından planlamanın karşısında bir arzu şehirciliğini koymak mümkün müdür? Kuşkusuz bu soruları çoğaltmak mümkün. Son olarak, bu metnin üretildiği tarihsel bağlamı da kaydedecek bir örnekle, iktidara araçsal bir rasyonalitenin karşısında başka bir şehirciliğin, umudun ve arzunun yoldaşlığında nasıl mümkün hale geldiğini gösteren bir örnekle bitirmek yerinde olacaktır. İktidarın hizmetine koşulmuş rasyonalitenin mekâna nakşettiği en derin izler, ulus-devletleri tarif eden sınırlar. Ve enteresan bir biçimde, geçtiğimiz dört-beş yıllık süreçte, Suriye İç Savaşı sonucunda, Türkiye’nin güney sınırının çeşitli dinamikler etkisiyle gevşediğini gördük. Ve bu gevşeklik, kısa bir süre için, Kobanê’nin IŞİD barbarlığınca yıkımının ardından girişilen yeniden inşa sürecinde, daha önce (ve daha sonra) tahayyül edilmesi zor bir durumu ortaya çıkardı. Başka bir kentsel yaşamı inşa etmeye gönüllü onlarca beden bu sınırları ilga etti. Ve Türkiye’nin 2015’ten başlayarak içine yuvarlanacağı şiddet sarmalının en önemli adımlarından biri, tam da bu başka türlü bir şehircilik pratiğine soyunmuş genç insanlara karşı gerçekleştirilen Suruç Katliamı oldu. Siyaset alanına ait gördüğümüz bu katliamın şehircilik ile ilgisini hatırlamak, şehirciliğin özgürleşimle olası ilişkisi üzerine düşünmeye başlamak için verimli bir çıkış noktası olabilir. ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 30
NOTLAR 1. Doç. Dr., Bilkent Üniversitesi, Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi, Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarisi Bölümü. 2. S. Graham, Cities Under Siege: The New Military Urbanism, London: Verso, 2010. 3. E. Weizman, Hollow Land: Israel’s Architecture of Occupation, Verso: London, 2007. 4. Bu ve sonraki alıntılar için bkz. E. Weizman, “Walking through walls: Soldiers as architects in the Israeli-Palestinian conflict,” Radical Philosophy 136, March/April 2006: 8-22. 5. C. Salmon, ‘Palestine from near and far: The bulldozer war’, Le Monde Diplomatique, May 2002, http://mondediplo.com/2002/05/08bulldozer 6. E. Weizman, Forensic Architecture: Violence at the Threshold of Detectability, Zone Books: London, 2017. 7. A. Sawalha, Reconstructing Beirut: Memory and Space in a Postwar Arab City, Austin: University of Texas Press, 2010; M. Carmona,“Urban Challenges Forum: Planning, Beirut-Style,” The Journal of Space Syntax 4/1 (2013), 123–129. 8. R. F. Daher, ‘Amman: Disguised Genealogy and Recent Urban Restructuring and Neoliberal Threats’, in Y. Elsheshtawy ed. The Evolving Arab City: Tradition, Modernity and Urban Development, 37–68, Routledge: London, 2008. 9. H. Alamuddin, ‘Wa’d: The Reconstruction Project of the Southern Suburb of Beirut’, in A. Al-Harithy ed. Lessons in Post-War Reconstruction: Case Studies From Lebanon in the Aftermath of the 2006 War, 46–70, Routledge: London, 2010. 10. M. Fawaz, ‘The Politics of Property in Planning: Hezbollah’s Reconstruction of Haret Hreik (Beirut, Lebanon) as Case Study’, International Journal of Urban and Regional Research 38/3 (2014): 922– 934. 11. T. Erman, ‘Mış Gibi Site’: Ankara’da Bir TOKİ-Gecekondu Dönüşüm Sitesi, İletişim: İstanbul, 2016, s. 283-89. 12. N. Şahin-Malkoç, ‘Homeland in Dreamland?’ Space and Identity in Göçmen Konutları’, in Kamp, K., A. Kaya, E. F. Keyman and O. Onursal Besgul eds. Contemporary Turkey at a Glance: Interdisciplinary Perspectives on Local and Translocal Dynamics, 173–189, Cham: Springer, 2014.
31 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Getting One’s Tongue Round Nusaybin: Destruction, Construction and Memory Emre Özyetiş1
This paper inquires into destruction as a manifold that cannot be exhausted when a given spatial configuration is demolished or removed. In relation to Nusaybin, a border town between Turkey and Syria, destruction is elaborated on as one of the functions that are used to administer the relationship between varieties of structures found within the built environment. Instead of threading to a discourse where destruction is understood as a tool to establish a controllable ground for neoliberal policies to advance, it is going to be understood as a function of subtraction that is appropriated by the sovereign to traumatize and cause a spatial dysfunction in memory and speech as in the case of Nusaybin’s city center in the aftermath of security operations conducted in the region between 2015 and 2017. Since the earliest canonic texts on architecture and built environment, the urban and nature are postulated in the form of a rivalry dichotomy. However, this dichotomy has become neutralized starting with the discourse on architecture and city in the 17th century. Into this discussion, this paper introduces the example of the popular TV series Planet Earth II and its final episode that focuses on the cities. Through this articulation on the dichotomy between nature and the city, how destruction has become a subtractive yet creative function for economic, social and political administration is questioned in relation to the advance of the urban context as a natural habitat in which not only humans, but species other than humans are also found. I argue that, however, the case of Nusaybin exemplifies another instance of appropriation of the function of destruction in reference to Giorgio Agamben’s set of concepts expanded in his work which postulates the difference between polis and oikos in order to explain how changing domains require new forms of administration. It is suggested that destruction can be used in this purpose to remove the capacity to talk, apprehend or produce language, causing a case of aphasia as Maurice Halbwachs elaborates on his seminal work on collective memory. While administration of the built environment through destruction is argued to be a historically lingering tool for the sovereign to govern, this study draws a correlation between Agamben’s conceptual toolset on governance and Halbwachs’ inquiry into the notion of collective memory, and tries to comprehend and expose the logic behind the destruction of the city of Nusaybin, in order to pass beyond critical studies on neoliberal ideology where an epidemic of subtraction and destruction of the urban space with the changed, altered and transformed social, political and economic context is depicted. I conclude this effort by suggesting that the final scene of Ken Russell’s The Devils provide a setting to locate and apprehend the destruction exemplified in the case of Nusaybin. 1. Research Assistant, Mardin Artuklu University, Faculty of Architecture, Department of Architecture
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 32
Nusaybin’i Konuşmaya Başlamak: Yıkım, İnşa ve Bellek Emre Özyetiş1 “Dünya üzerindeki en yeni habitat. Hayvanlar burada gezegenin çehresini bu derece değiştiren büyük dönüşümle baş etmek zorundalar. İçinde bulunduğumuz on yılda kentsel çevrenin yüzde otuz artacağı tahmin ediliyor. Hayvan hayatına düşmanmış gibi gözükmesine rağmen, becerebilenler için sürpriz fırsatlar yaratan bir dünya.” Planet Earth II (2016) belgesel serisinin sezon finalinin girişi
Yıkım Mekan tartışmalarında birbirinden farklı ağların, donatıların, alt ve üst yapı elemanlarının bir arada -veya birbirlerine rağmen- çalışan sistemler olarak kurgulandığı alanın ‘yapılı çevre’ olduğunu ve yapılı çevrenin evrensel mekan kümesine dahil, içinde kenti de barındıran geniş bir altkümeyi teşkil ettiğini önerebiliriz. Bu tariften hareketle soralım: bahsi geçen evrensel küme içindeki mekan kurgularından herhangi biri yıkılabilir mi? Yoksa aslında yıkmaktan kastımız, bozmak, dönüştürmek, değiştirmek, farklılaştırmak mı? Örneğin, bir şehir yıkılabilir mi? Yıkımı konuşmaya başlamak istememin sebebi, şehir denilen mevhumun fiziksel olarak yıkılabilir olmasının o kentin yitirildiği anlamına gelmediğini önermek. Bunu tartışmaktaki amacım ise varken yok olmaya dair bir durumun mekansal karşılığının kepçe, dozer, iş makinaları gibi araçlar ve bozulma, değişme gibi gözlemlenebilir olma halini ima eden süreçler üzerinden değil, dil ve hafıza gibi temsiller üzerinden gerçekleşeceğini vurgulamak. Zira bir şehri yok etmeye, veya bir mekanın yıkılabilir olduğuna dair sahip olduğumuz örnekler yapılı çevrenin yıkılabilir olduğunu göstermekte. Örneğin Tevrat, Yeni Ahit, Kuran gibi semavi dinlerin kutsal kitapları ve Marquis de Sade, Marcel Proust, Pier Paolo Pasolini gibi düşünürlerin ilgisi üzerinden kendine has bir tartışma alanı olan Sodom ve Gomorra –komşu Admah ve Tseboim şehirleri ile birlikte-, ortadan kalkmaya, yok edilmeye, yıkılmaya dair en bilindik hikaye.2 Kutsal kitaplardaki anlatılara göre o güne kadar işlenen günah ve uyulmayan yasaklara karşı bağışlayıcı olabilen Tanrı’nın bu kentleri yok edici derece şiddetle cezalandırması teolojik tartışmalar kadar sosyal bilimlerin de konusu olabilmelidir. Dünya üzerinde eşi benzeri henüz görülmemiş bir yıkıma uğramış olmasına rağmen, Sodom ve
33 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Gomorra’nın temsil ettiği, günah, suç ve yasaklanan eylemlerin günümüzde de karşılıklarının olduğuna dair halen etkisini yitirmeyen söylemler, yıkım denilen olayın ne kadar şiddetli olursa olsun yok edici bir gücü olmadığını önermemize izin vermez mi? O halde yıkmaktaki amaç nedir? İster ilahi, ister insan eliyle olsun, rahatsız olunan şey mekanın kendisi değilse, bir topluluğu veya bir yaşam biçimini yok etmek için, içinde bulundukları ‘yapılı çevrenin’ yıkımı zorunlu bir detay mıdır? Ya da şöyle soralım: savaşlarda amaçlanan insanların içinde bulundukları yapılı çevrenin yıkılması mıdır; yoksa toplulukların yok olması için içinde var oldukları yapılı çevrenin yıkılması mı öngörülür? Birbirine benzer bu soruları sormaktaki amaç askeri-endüstriyel kompleksin ahlaki ve/veya askeri açıklarına dikkat çekmek değil. Amacım yıkımı yapılı çevre üzerinden tartışmak, beraberinde ‘yerine yenisini yapmak’ eylemini de gündeme getirmekle birlikte, aslında yerine yenisini yapmanın da, yıkmanın da, idare etme ve edilmeye dair meseleler olduğunu önermek. Dolayısıyla koşulsuz olarak daima fiziksel veya toplumsal ‘yerine yenisinin gelmesi-inşası’ öngörüsü ile pragmatik bir liberalizm çerçevesinde yıkma eyleminin olumlanmasından ziyade, yıkımın bir idare etme aracı olması bakımından ifşa edilmesini önemsiyorum. Bu durumda, yıkım, salt mekansal çevrenin zarar görmesini kapsamayan, yok edici gücünü dil ve hafıza üzerinden yerine gelecek olanı kurabiliyor olmaktan alan, ve bununla yüzleşilmesi durumundaysa sahip olduğu yok etme ve/veya dönüştürme iddiasını yitiren bir iktidar aracı olduğunu önerebiliriz. Hem mimari hem sosyal bilimler üzerinden yaklaşan bazı araştırmacıların önerdiği gibi, Sodom ve Gomorra’da yaşanan yıkım ve yıkımın şiddetine dair anlatılar nihayetinde bir edimin yasaklı olmasına rağmen eylenmesiyle alakalı olmak zorunda değil. Bu anlatılar, mevcut veya egemen olan tarafından tahayyül edilen toplumsal bir aradalığa tehdit teşkil edene karşı –bu tehdit kent fikrinin ta kendisi de olabilir- müdahale olarak da görülebilir.3 Sodom ve Gomorra’da neyin Tanrı’nın görülmemiş gazabına mazhar olduğuna dair -muhafazakarlık derecelerine göre- farklı yorumların olması gibi, kent mekanına dair farklı dönemlerde duyulan tepki ve mesafelenmeler de, bizlere çeşitlenen toplumsal yapı kurgularının beslendiği kural dizgelerine dair fikir verebilir. Bir kural dizgesinin bir diğerinin yerine geçmesi için her seferinde Sodom ve Gomorra’da olduğu gibi yapılı çevrenin topyekün ortadan kalkması şart olmasa gerek. Ancak mevcut tarihsel kurgularda bir kopuş iddiası veya iması olan her döneme ait bir mekansal yıkım söylencesi bulabiliyoruz. Zira Mark Cousins’ın yıkım üzerine yürüttüğü Distructure başlıklı bir dizi seminerinde de bahsettiği gibi, hikaye, mit, anlatılar, özellikle önemli mekanların ve hatta şehirlerin yıkılması söz konusu olduğunda çok daha
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 34
etkileyici araçlar olabiliyor.4 Sodom ve Gomorra’nın dışında, İskenderiye kütüphanesi yangınları ve bir değil birden fazla kez yerle bir edilme hikayeleri, Roma’nın düşüşü, Kurtuba Camiisinin tahribatı, Lizbon depremi, Bastille Hapishanesinin yıkımı, önemli tarihsel düğüm noktalarında bulunan anlatılar. Bu örneklerde yıkımların gerçekten gerçekleşip gerçekleşmemesinden ziyade, içinde bulundukları dönemlerde bahsi geçen türden bir yıkılış, dolayısıyla toplumsal bir kopuşa ihtiyacın olup olmadığı, cevap verilmesi daha anlamlı olan soru. Zira daha önce liberalizmin pragmatik bir konumu ile ilişkilendirdiğim yaklaşıma göre: anlatılar ne kadar trajik olursa olsun, sonuçları bakımından açtıkları alan yeni bir toplumsal yapıyı mümkün kılanın inşası olabiliyor. Yıkma eyleminin beraberinde inşayı da getirdiğine dair bugüne kadar söylenmiş olanlara eklemlenecek sözler üretmek yerine, mevcut literatürde kent ile ilişkilendirilen ‘tekinsizlik’ halinin dönüşümü ve değişiminin arayışları için yıkılabilir/yıkabilir olmanın yaygın bir araç olarak kullanıldığı önerisini hatırlayabiliriz. Kentsel mekanın ihyası için başvurulmuş erken 20. yüzyıl mimari araştırmalarının inşa ettikleri de, günümüz egemen ekonomik, politik ve toplumsal koşulların dayattıkları da, dolaylı veya dolaysız olarak yıkımı bir araç olarak kullanmakta. Bunun için günümüz Türkiye’sinde gerçekleşen herhangi bir kentsel dönüşüm projesine bakabileceğimiz gibi, daha kapsamlı küresel bir okumayı Keller Easterling’in 2000’lerden beri yaptığı araştırmalarda küresel bir çerçeveye oturmuş olarak buluyoruz.5 ABD’nin St. Louis kentinde konut stoğunun iyileştirilmesini henüz o tarihte tedavülden kalkmamış olan Keynesyen ekonomik model ile mümkün kılan Minoru Yamasaki’nin temelleri atıldığı 1954 yılında Pruitt-Igoe Toplu Konut Projesine dair sahip olduğu tahayyülü, konutların yıkımının 1972’de ulusal kanallar aracılığı ile ABD’nin tamamında canlı yayınlanması ile sonlandırılıyor. Böylece, yüzyılın ortasında modern olanın kent hayatına sağladığı katkılar dolayısıyla Pruitt-Igoe ile öngörülen kentleşme, yirmi yıl içinde, yozlaşma, ayrışma/ayrıştırma ve tekinsizlik mekanı olarak kodlanarak temsil ettiği mimarlık ve ekonomik modelin de yıkımı olarak kayıt altına alınıyor. Pruitt-Igoe’dan tek geride kalan ise 1972-76 arasında yıkımı gerçekleştiren şirketin günümüze küresel çapta yıkım ve hafriyat üzerine uzmanlaşması ve bizlere milyarlarca dolarlık bir ekonominin varlığını işaret etmesi değil. Bu yıkım hikayesinde Easterling’in vurguladığı daha ilginç olan nokta: Pruitt-Igoe’nun yıkımıyla aynı tarihlerde inşasının başladığı ve gene Yamasaki’nin projesi olan Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin 2001’deki saldırılar sonucu yıkımının da televizyonlardan yayınlanarak, bu sefer milyarlarca seyirci tarafından izlenmesinin rahatsız edici tesadüfü.6 Bu iki yıkımın,
35 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Cousins’ın bahsettiği ve yukarıda sıraladığım yıkımlardan farklılaştığı nokta, bazılarımızın her iki yıkıma da dair deneyim üzerinden oluşturduğumuz anılara sahip olma ihtimalimiz. Bugün hala Pruitt-Igoe’da yaşamış olanların deneyimlerini kendi ağızlarından dinleyebiliyoruz.7 Onların kurdukları anlatılar ve Dünya Ticaret Merkezinin yıkımını bilfiil yaşamamış olsak da, yıkım yaşanırken eş zamanlı eylemi izlemiş bizlerin anıları üzerinden kolektif bir hafıza sahibi olabileceğimizi düşünüyor, yıkılanların yerine inşa edilen veya edilecek olanı kavrayışımızı güçlendirmeye çalışabiliyoruz. Buradan hareketle, başta sorulan sorular üzerinden tartışmanın Türkiye-Suriye sınırında bulunan 2014 nüfus sayımına göre 90 bini kent merkezinde yaşayan toplam 113 bin civarı nüfusa sahip bir sınır yerleşimi olan Nusaybin’e yaklaşık 45 dakikalık bir araç yolculuğu mesafesinden yapıldığını hatırlatmak anlamlı olacak. Nusaybin, kent merkezinde 1 Ekim 2015 ve 26 Temmuz 2016 arasında yedi defa sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, Mardin’e bağlı bir yer. En sonuncusu aralıksız 134 günden sonra 26 Temmuz 2016 tarihinde kalkan sokağa çıkma yasağına rağmen, kentte Eylül 2017 itibari ile hâlâ erişimi tellerle engellenmiş altı mahalle bulunuyor. Yaklaşık 30 bin ila 40 bin kişinin yaşadığı bu mahallelerdeki 6 bin ila 9 bin yapı, çatışmalar sonrası iş makinaları ile dümdüz edilmiş ve yaklaşık 1.25 km2 alan şantiyeye çevrilmiş durumda. 5 Eylül 2016 tarihinde Mardin-Şırnak karayolu ile Türkiye-Suriye sınır arasında kalan, neredeyse Nusaybin’in kentsel merkezinin tamamını oluşturan üçgen alan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun doğrultusunda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından riskli alan ilan edildi. 9 Eylül 2016 tarihinde ise Mardin-Şırnak karayolunun kuzeyinde kalan boş araziler ‘rezerv alan’ olarak ilan edildi.8 4734 Sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamında erişilebilir olan veriler doğrultusunda, çatışmaların sona ermesiyle birlikte sadece alanın inşaata hazırlanması için İçişleri Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOKİ, tarafından: ‘tahrip olmuş parken taşı, yol, asfalt ve yaya kaldırımlarının geçici mahiyette onarılarak’ yerlerine ağır iş makinelerinin hareketine izin veren zemin uygulaması, ‘fens teli yapılması’, ‘hasar tespit çalışmaları, yıkım işleri’, ‘hak sahipliği tespiti ve gayrimenkul değerleme, kentsel tasarım ön projesi, teknik rapor, uzlaşma süreci’ hazırlama, ‘imar uygulama’, ‘beton blok duvar yapım işi’, ‘acil sınır fiziki güvenlik sistemi yapım inşaatı’, ‘sınır aydınlatma’, ‘80 metre kafes tipi anten direği alma ve kurulumu’, ‘koğuş binası bakım ve onarımı’ gibi hizmet başlıkları altında bugüne kadar en az 95 milyon
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 36
TL’lik alım yapıldığı anlaşılmakta.9 Toplamda bölgede yeniden inşa faaliyetlerine dayalı yatırımın 2 milyar TL’yi bulacağı yetkililer tarafından söylendi. Nusaybin’in yeniden inşasına dair plan 6 Haziran 2016’da kenti ziyaret eden dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki tarafından ilan edildi. Hazırlanan plan doğrultusunda, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesine 2014’te giren Zeynel Abidin Camii ve halihazırda kalıntılarının büyük kısmı Suriye ve Türkiye arasındaki mayınlı arazide bulunan ve MS 300’lerde Nusaybin akademisine ev sahipliği yapmış olan Mor Yakup Kilisesi’nin bulunduğu Zeynel Abidin Mahallesi’nin sınırda güvenlik koridoru olarak kullanılacağı ifade edildi. Dolayısıyla burada yıkılan yapılar yerine yerleşimin öngörülmediği, rezerv alan ve diğer yıkıma uğramış mahallelerde önerilen yerleşimin ise kentin sahip olduğu dar sokaklar ve alçak katlı avlulu evlerin oluşturduğu dokuyu güvenlik gerekçeleriyle tekrar etmeyerek tasarlandığı bilgileriyle beraber yıkımların yaşandığı alanlarda bulunan hak sahiplerine ödenecek tazminat, kira yardımı ve verilecek yeni yapılara dair detaylar kamuoyuyla paylaşıldı. Nisan 2017 itibari ile, yıl sonunda tamamlanması planlanan 4500 konut için 183 hak sahibinin anlaşma yoluna gittiği kayıtlara geçti.10 2015 Temmuz ayından beri Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda bulunan illerde yaşanan kentsel yıkımı gözlemlemek, kentsel mekan denilen çevrenin dışarıdan bir müdahale ile ne kadar kolay yıkılabilir ve tekrar inşa edilebileceğini mekan hakkında çalışanlara hatırlatmış olsa gerek. Türkiye’nin herhangi bir yerindeki kentsel dönüşüme dayalı, neoliberal politikaların nüfuz etmesi dolayısıyla kentlerde gerçekleşen yıkım ve nüfus dönüştürme, değiştirme girişimleri şüphesiz 2015’ten beri süregelen çatışmalar sonucu yıkılan kentler için de geçerli. Ancak özellikle Kürt hareketinin politik tabanının yoğunlaştığı kentlerdeki yıkımları 2005 ile birlikte ivme kazanmış, 2002-2015 yılları arasında TOKİ gibi herhangi başka bir kurumun sahip olmadığı yetki ve ayrıcalıklara sahip aktörler üzerinden Başbakanlık ve Yerel İdareler destekli kentsel dönüşüm politikaları ile açıklamaya çalışmak, bizleri önümüzde cereyan eden yıkımla yüzleşmeye ve sonrasında hareket alanı kazanmaya engel teşkil edecek genellemeyi barındırmakta. Bunu düşünmemin temelinde, yaşanan yıkımların, resmi olarak ilan edilmesinden bile uzun süre imtina edilmiş olağan üstü hal koşullarında temel hak ve özgürlüklerle beraber insan hayatlarının da kitlesel olarak yitimini barındırması,11 uygulanan şiddetin görsel, yazılı sosyal medya kullanılarak üretilen ve kurgulanan imgeler aracılığı ile gösteriye dönüştürülmesi,12 nüfusu toplamda yüzbinleri bulan, Sur, Nusaybin, Cizre, İdil gibi kentsel alanlardan geriye milyonlarca metreküp hafriyat ve dümdüz edilmiş, yeni inşaatlara hazır bekleyen şantiye alanlarının kalmış olması, ve bütün bunların bilgisinin kamuoyunun
37 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
erişimine açık bir şekilde gerçekleşmiş olmasının kentlerde yaşanan dönüşümlere dair söyleyeceklerimizi nihayet temelinden sarsabilecek gözlemler olduğuna inancımı korumam. İnşa Mekanın fiziksel yıkımının da, inşasının da beraberinde getirdiği tozun toprağın dışında ekonomik, politik ve toplumsal bir dumanın da, sezgisel dahi olsa, Vitruvius’tan günümüz mimarlık tarihi ve eleştirisine dair çalışmalarda barındırdığında ortaklaşıldığını varsayarak ilerlemek istiyorum. Bundaki amacım, insanın gezegeni tüketilebilir görmesi ve bu yaklaşımın kentleşmeyle olan ilişkisine dair soruşturulmaya muhtaç tarihsel bir birikimin bulunduğu zemine işaret etmek. Bu zemini, İtalyan Rönesansı’nın açtığı kırılmayı modernizm ile ilişkilendirme çabası olarak görebilen bir çerçeveden doğru okunabilecek yapılı çevrenin kurgusuna dair batı mimarlık tarihinde kaynak olarak kabul ettiğimiz en erken metinlerden itibaren, insanın doğa ile girdiği mücadele teşkil edebilir.13 Zira yüzyıllar boyunca sebep olduğu felaketler ve yıkımın kontrol edilemediği varsayılan doğa ile mücadele eden insanın, doğayı akıl tarafından kavranabilir, kontrol edilebilir, hatta kopya edilebilir süreçler olarak kurgulayabilmeye başlaması pozitif bilimlerin sahiplendiği; ama mimarlık, planlama ve tasarıma da ait olan temeli mümkün kıldı. Öte yandan, kitabi metinlerde mimarlığa, planlamaya ve tasarıma dair üretilen söylemlerin sadece barınma ve korunma ihtiyaçlarının dayattığı sorumluluklara cevap aramanın ötesinde, doğayla girişilen mücadeleyle eş zamanlı, bir arada yaşama veya yaşamama iradesinin idaresi ile doğrudan ilişkili inşa edildiğini düşünmek mümkün. Örneğin Leon Battista Alberti’nin (1404-1472) insanın içinde bulunduğu çevreyi kavrayışını hesaplanabilir çizim araçlarıyla temsil etmeyi vaat eden perspektif araştırmalarını sadece tekniğe dair bir araştırma olarak görmek; veya Vitruvius (MÖ 80-MS 15) tarafından ‘kutsal’ olarak atfedilen ve illa Tanrısal olana dair olmasa da, kaynağı yapılı olanın dışında bulunduğu varsayılan bir düzen kurgusunun gene Alberti tarafından harmoni olarak kodlanarak mimarlık, ve tasarıma dair ve müdahale edilebilir bir alana çekmek sadece mimari temsil ve tasarımı etkileyen, aklın potansiyellerine dair keşifler olarak değil, değişen toplumsallığın talepleriyle ilişkili olarak da okunmalı. Tasarım ve üretime dair en erken algoritmaların modellenmesine ve dolayısıyla gerek tasarım, gerek temsil, gerekse üretimde standardizasyonun imkanını mümkün kılarak, mimar tarafından önerilen formların inşası için ihtiyaç duyulan yetkinliğin dönüşümüne olanak sağlayan bu türden araştırmaların Avrupa’da herhangi bir locaya bağlı olmayan ve bundan dolayı çalışamayan zanaatkarların 1378 senesinde başlattığı Ciompi
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 38
isyanından bir yüzyıl kadar sonra, isyanların bastırıldığı şehir olan Floransa’da yapılması tesadüf olmasa gerek. 14 Ve gene, bundan dört yüzyıl sonra Laugier (1713-1769) tarafından kent planlaması için bir tasarımcının temel referansını doğrudan doğadan almak yerine, insanın dizgesinden geçmiş bir şekilde üretilmiş doğa temsili olan parkın tasarımından alması gerektiğini iddia etmesi de birbirini rastlantısal takip eden süreçler olmamalı. İtalyan tarihçi Manfredo Tafuri (1935-1994) Laugier’in “Kent bir ormandır” cümlesinden hareketle on sekizinci yüzyıl itibariyle kente dair üretilen söylemin aydınlanmacı mimarlığın başlangıcı olarak görülmesi gerektiğini iddia ediyor. Laugier’in park tasarımına dair yaklaşımları on yedinci yüzyıldan itibaren şekillenen didaktik ve retorik bir doğalcılığın ötesinde, kentsel bir donatı olarak bir dizi kural aracılığı ile tarif edilebilir bir tasarım elemanının kendine has karmaşaları da barındıran bir kurgu olarak bahsi, maniyerist bir çerçevenin kentsel mekan olarak karşılığının arayışından çok, kentsel yapılı çevreye dair bir kuramın üretimine imkan sağlıyor. Her ne kadar kent belli kurallara göre üretilmiş cephelerle tarif edilmiş sokak ve caddelerden oluşsa da, içinde barındırdığı yaşamın beraberinde getirdiği, karmaşa, kaos, kendiliğindenlik hissi Laugier için tıpkı bir park veya peyzaj resminde olması gerektiği gibi kent için de önemli bir girdi.15 Buradan hareketle, Tafuri’ye göre Laugier’in önerdiği doğalcılık ve kente dair söylem, iki işi birden yapmakta: yapılı çevrenin tasarım ve kurgulama süreçleri sonucu oluşan kentsel dokunun her ne kadar ‘insan üretimi’ araçlarla oluştuğunu kabul etse de, öbür yandan kentsel çevrenin park fikrinden hareketle tasarlanmışlığı bir insan etkinliği olan kentleşmenin aslında bir ormanın barındırdığı doğallık kadar ‘normal’ bir süreç olabileceğini ifade ediyor. Tafuri için bu biraz da, birkaç yüzyıldır radikal bir şekilde değişen yaşama ve çalışma koşullarını içeren on sekizinci yüzyıl kenti içinde veya etrafında var olmaya çalışan, insan ve doğa, akıl ve Tanrı karşılaşmaları ile o güne değin bocalayan düşünürler için nihayet kendilerini yaşar buldukları hayatları barındırabilmesi mümkün bir mekan olarak kentin inşası anlamına da gelmekte.16 En azından Avrupa içinde dönüşen ve değişen egemenin şekli, araçları ve idare yöntemleri ile birlikte doğa ve aklın karşılaşmasında aklın doğayı anlama ve baş etme çabasının Avrupalı düşünürü için çözülmüş olması, dünyanın diğer coğrafyalarında Avrupalıların karşılaştıkları toplumlarla kurdukları sömürüye dayalı ilişkilerle birlikte kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin hakimiyet alanlarının Avrupa kentleri ölçeğinde de genişlemesine, nihayetinde ise insan üretimi olanın doğaya karşı tahakküm kurabilir olma fikrine neredeyse günümüze kadar olanak sağladı.
39 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Üstünkörü de olsa, ulaşmaya çalıştığım iddia: doğa ile kendini karşı karşıya koyan insanlığın özellikle son yüzyılda gezegenin dengesini bozacak derecede kaynakları tüketebilmesi, ekolojik dengelerin onarılması tahayyül edilemez derecede bozulmasına sebep veren alışkanlıkları devam ettiren egemen toplumsal yapıların kurulmasına dair elimizde rehber olarak kullanabileceğimiz, çok katmanlı olsa da neticesinde ilk kentleşme olgusundan antroposene kadar çizebileceğimiz bir izlek olduğu. Bu iddia ile maruz kaldığı doğaya karşı elinde aracı olmayan insanın kuramsal araçlar sayesinde kurguladığı doğa imgesi karşısında sağladığı üstünlüğü istismar etmesinin eleştirisini yapabiliriz. Doğa-insan karşılaşmasını görünürde insan lehine çeviren bu süreci, gezegen üzerindeki kentsel çevrenin gün geçtikçe artmasından endişe duymamızı öneren, dünya saati, dünya limit aşım günü gibi etkinliklerle de kendimize hatırlatmaya çalıştığımız küresel çapta bir kaygıya kadar taşımak mümkün. David Attenborough, tam da insanlığın doğayı harcamaktan beis görmeyen alışkanlıklarının yeni toplumsal hareketlerce dikkat çekmeye başladığı bir dönemde, 1970’lerden itibaren, Life on Earth serisi ile gezegende yaşayan insan dışı türlerin ilgi çekici dünyalarını meraklı izleyicilere İngiliz yayın kuruluşu BBC aracılığı ile ulaştıran önemli karakterlerden bir tanesi. Peşi sıra gelen benzer konulu onlarca projenin uzun yıllar sonra ses getirenlerinden bir tanesi 2006 senesinde gene BBC tarafından sipariş edilen Planet Earth oldu. 21. yüzyılın sunduğu ileri teknoloji ses ve görüntü kayıt araçları kullanılarak, insanlığın o güne kadar şahit olma fırsatını bulamadığı insan dışı hayatların çok daha gerçekçi ve göz alıcı temsillerinin başarısı üzerine 2016 senesinde Planet Earth II adı altında ikinci bir sezon çekildi. Bu seri bugün televizyon tarihinin en ilgi gören programı olarak anılmakta.17 Hayvan türlerinin insan dünyasına yabancı ve gizemli hayatlarını seyirciyle buluşturarak yüz milyonlarca televizyon ve internet kullanıcısına ulaşan seri, ‘Çöl’, ‘Dağ’, ‘Çayır’, ‘Ada’ ve ‘Orman’ alanlarında bulunan yaban hayatları konu alan beş bölümün ardından ‘Kent’e odaklandığı son bölüm ile sezon finalini yaptı. Bu son bölümün açılışında da ifade edildiği gibi, o güne kadar insanlara insanlığın elinin değmediği dünyalardan görüntüler vaat eden doğa belgeselcisi Attenborough, örneğin bir çöl faresinin habitatı olarak nasıl çölden bahsedilebiliyorsa, kenti de insanı barındıran habitat olarak ifade ederek, bu habitata yabancı türlerin hayatlarını konu aldı. Kanımca bu vesileyle ve televizyon aracılığı ile, 18. yüzyılda Laguier etrafında yoğunlaşan, ancak öncesinde ve sonrasında mekan ve tasarım üzerine tartışma yürütenlerin defalarca vurguladığı ‘doğa’ ve ‘kent’ ikileminin nihayet geçerliliğini yitirdiği tarihe not düşülmüş oldu. Şüphesiz kentlerin kendine has ekosistemler olarak okunması gerektiğini ifade eden akademik çalışmalar mevcut.18 Ancak bir televizyon yayıncısı olan ve insanların beyaz ekranların-
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 40
dan izlemeleri amacıyla doğa belgeselleri çeken Attenborough’un kenti konu alması bizleri Laugier’in sebep olduğu kırılmadan daha fazla etkileyen bir noktaya işaret etse gerek. Her ne kadar sezon finali boyunca kentleşmenin açık bir olumlaması yapılmasa da, hatta yer yer doğal hayata karşı barındırdığı tehditler, kentsel alanların büyümesi ve yaygınlaşması hakkında uyarı niteliğinde cümleler kullanılsa da, nihayetinde kentleşmenin yok ettiği doğal alanlar yerine kentsel çevrede farklı imkan ve hayatlar keşfeden hayvan türlerine odaklanan belgeselci aracılığı ile kentleşme bir ‘ekolojik felaket’ veya ‘doğayı yok ediş’ olarak değil, kendine has özellikleri dolayısıyla dünya üzerindeki eko sistem çeşitliliğinin bir diğeri olarak insanlığın içinde var olduğu ve olacağı habitata karşılık gelebildi. Doğa ve akıl karşıtlığının akıl lehine döndüğü bir dönemde, Laugier’in 1855’te yazdığı satırlar boyunca ormandan parka, parktan da kente doğru ilerlettiği akıl yürütme, bu belgesel bölümünde tekrar karşımıza çıkıyor; ancak tersine bir yol izliyor. Bu sefer izleyiciler Singapur’un yoğun kentsel çevresinin barındırdığı kalabalık karmaşık ve keşmekeşli yığın görüntülerinden, önce Singapur içinde yaratılmış ve 18. yüzyıl parklarıyla ilişkisi araştırılmaya değer eko-teknolojik 21. yüzyıl botanik parklarına, daha sonra ise Singapur adasını kaplayan ormanın görüntüsüne doğru bir yol izliyoruz. Bellek Temelinde kapitalist ilerlemenin mekanı olarak okunabilecek kentsel çevrenin, yayılma ve büyüme biçiminin gerek toplumsal gerekse ekolojik anlamda yıkımları da beraberinde getirmesi tartışmasının ikinci plana itilmesi iki anlama gelebilir. Birincisi, bu yıkımın boyutlarının geri dönüşü olmadığının kabul edilmesi ve/veya bir takım çıkar gruplarının sistematik manipülasyonu sonucu artık göz ardı edilmesi. İkinci ve bence üzerinde konuşmaya daha değer olan ihtimal ise, Tafuri’nin 18. yüzyıl kentine dair üretilen söylemlere dair okumasının bugün de geçerliliğini koruması. Günümüz kentleşme pratiği de, bütün çekincelerimizle birlikte, içinde bulunduğumuz bir arada yaşama ve idare etmek/edilmek için teknik ve kuramsal donanıma sahip olduğumuz hem yıkabilen ve hem de inşa edebilen bir sürecin mekansal karşılığı olmaya devam etmesi. Atina demokrasisinde, doğruyu söyleme yükümlülüğü; özgür konuşma hakkı, polis, yani şehrin, yönetilmesini mümkün kılan politik sistemin temel parçalarından biriydi.19 Şehirde beraber var olan çıkar gruplarının birlikteliğinin sürekliliğine imkan tanıması dolayısıyla, ne kadar muhalif, eleştirel olursa olsun, şehrin vatandaşlarının düşündüklerini söyleyebilmele-
41 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
ri, politikacıların kamu vicdanı, veya halkın ne düşündüğü konusunda fikir sahibi olup ayaklarını yere basabilmelerine -veya denk almalarına- imkan tanıdığından demokrasinin temelini oluşturan bir araçtı. Foucault, bu tarz bir demokrasi ihtiyacının gündeme gelmesinin izlerini tragedyalarda buluyor. Örneğin Sophokles’in (MÖ 497-405) Tiran Oidipus’u, Antik Yunan’ın monarşiden demokrasiye geçişine tanıklık ettiğimiz anlardan biri.20 Tiran Oidipus tragedyasında kahinlerin Oidipus’un yazgısını doğumundan önce hem babası Laios ve annesi İokaste’ye; hem de kendisine Thebai’ye gelmeden önce -Thebai şehrini vuran vebaya sebep olan kişi olduğu- söylenmesine rağmen ne İokaste’nin, ne de Oidipus’un kendisinin, kısmen koro ile beraber kehanetlere kulak asmaması bu geçişin bir başlangıcı. Kahinlerin sözlerinin hakikat olabilmesi için kölelerin tanıklığına ihtiyaç duyulması, henüz görünürlüğünü tam anlamıyla yitirmemiş olan Tanrıların sahip olduğu hakikatin, ciddiye alınıp hatırlanabilmesi için hakikatın taşıyıcıları olan kahinlerden daha fazla aracıya ihtiyaç duyulmaya başlanması, aletheia, yani hakikat alanında bir krize delalet. Foucault’ya göre, Tiran Oidipus’ta Sophokles doğruyu söyleme görevini fanilerle Tanrılar arasında paylaştırarak Delfi’yi henüz tam anlamıyla saf dışı bırakmaz. ‘Doğruyu söyleyen’lerin Delfi’den Atina’ya, yani yeryüzüne kayması, Euripides’in tragedyalarında, örneğin tecavüzcü Apollo’nun doğruyu söyleyemez haldeki acizliğine karşı çizilen güçlü Ion imgesiyle tamamlanıyor.21 Yunan Edebiyatında parrhesia sözcüğü de, hakikati söylemek, doğruyu söylemek, özgürce konuşmak anlamında ilk kez Euripides’in yazdığı tragedyalarda (M.Ö. 484 - 407) karşımıza çıkıyor. 22Parrhesiastes bir edime, yani doğru söyleyebilmeye örnek olarak Diyojen’in İskender karşısında radikal, politik bir özne olarak, korkmadan, doğru bildiğini özgürce ve açıkça söyleyebilmesi ve İskender’in, “İskender olmasam Diyojen olurdum” önermesi, Diyojen’in, ve dolayısıyla parrhesiastes’in devlet [ve şehir] yönetmekte elbette bir yararı olduğunu düşündürtebilir. Foucault, parrhesia sözcüğünün anlamının Yunan ve Roma kültüründeki gelişimini açıkladığı seminerinde parrhesia’nın doğru bildiğini -hakikat olduğunu düşündüğünü- (yani kafasındaki her şeyi değil) söylemek olmasından yola çıkarak, açık konuşmayı bir takım şartlara bağlıyor ki parrhesiastes’tan; doğru söyleyen, özgürce konuşan kişilerden bahsetmek mümkün olsun. Örneğin, hakikati konuştuğunu düşünen bir kimsenin bir hükümdara, onu rahatsız edici bir şeyler söylerse alacağı risk büyüktür. Konuşmacının dinleyiciyi incitmesinin, öfkelendirmesinin ihtimal dahilinde olduğu ve buna rağmen söylendiği ‘aslında doğru olan’ şey, parrhesia edimine olanak sağlar. Bu cesaret, aldığı riskin kendisi söylenenin doğruluğuna delalettir ki; Foucault’ya göre kimse buna zorlanamaz. Tam da bu yüzden,
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 42
parrhesia’da bulunmak bir ödev olur. Bir hükümdara, yöneticiye ve elindeki güce rağmen ses çıkarabilmek, eleştirebilmek kişinin, daha doğrusu polis’te -agora’da- varolma hakkı olanın, ahlaki görevidir. Özgür konuşma hakkına sahip yurttaşlar, kamusal alanda olması gerekenlerdir. Kamu vicdanını temsil etme, dillendirme görevi taşıyan bu özgür erkekler topluluğu Atina demokrasisini temsil ederler. Nitekim, aslında şehrin tamamını temsil etmeyen bu topluluk, Ion tragedyasında susan Tanrıların aksine konuşmaya başlar. Tanrıların doğruyu söyleyemedikleri, kamusal hayattan kaybolmaları üzerine ‘hakikat’i hatırlamak ve söylemek, belki de bilmek, birlikte yaşayan, sosyal yapıyı teşkil eden politik öznelerin her birine ödev olarak dağıtılır.23 Hem vatandaş tarifi hem de bunların idarede sahip oldukları yetkiler bakımından demokrasiden ziyade en fazla ileri monarşinin bir anı olarak yorumlamanın mümkün olduğu bu geçiş anının devamını Aristoteles’in Plato’nun Devlet’inde (MÖ 380) polis ile oikos idaresi arasındaki farkın yeterince belirginleştirilmemiş olmasındaki sakıncaya yaptığı vurgu üzerinden Agamben gündeme getiriyor. Agamben, Oikonomia’nın temelde ‘evin idaresine’ dair olduğunu, dolayısıyla technē oikonomikē, yani ekonominin, politikadan farkının, oikia, yani evin, polis’ten farkı ile açıklanabileceğini ifade ediyor.24 Polis ve oikos arasındaki idare edilme biçimlerine dair fark idare edilenlerle ve bu alanlarda konumlanan özneler, veya ‘şeyler’le alakalı. Zira politiká politikacılar ve kralın ait olduğu bir alanı polis olarak açarken, ekonomi, yani evin ve ailenin idaresine dair olan, oikonomos -evi idare eden- ve despotēs –reis- tarafından işgal edilen bir alanı ifade ediyor. Polis’te ihtiyaç duyulan özgür konuşma eyleminin yerini, oikos’ta evin reisine hesap verebilir olan bir idarecinin, kendini reisin mallarının koruyucusu olarak görebilmek, diğer kadınlar, çocuklar, köleler de dahil, bu malları muhafaza ve korumakla ilgili sorumlulukları yerine getirebilmesi almaya başlıyor. Agamben’in kamp, olağanüstü hal, çıplak hayat gibi tarifleri de içeren kavramsal kümesinin temellerinde bulunan Antik Yunan kökenli polis /oikos ikiliğine simetrik bir diğer alan daha kurgulanabilir: aneu logou. Şiddetin limitini sorguladığı 1970 tarihli makalesinde bahsettiği bu kavram, Yunan’ların şiddeti dışlayan bir alan olarak kurdukları dil ile mümkün olan politika alanının dışında kalan, dolayısıyla polis’in dışına düşen alanda köle veya barbarlarla olan karşılaşma anlarını ifade ediyor.25 Kelimenin manası ile ‘dilden arındırılmış’ bir alandan ziyade, burada kelimesiz kalınmasının sebebi, karşılaşılan öznelerin sözün bir anlam ifade ettiği tek alan olan polis’ten ve şehir hayatından yoksun olması.
43 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Burada amacım, Agamben’in kavramlar kümesinin Türkiye’nin içinde bulunduğu politik ve toplumsal durumla gösterdiği rahatsızlık derecesine varabilen benzerlik üzerine detaylı bir değerlendirme yapmak değil. Ancak polis’in ve oikos’un idaresi dışında, dilin hükmünün geçmediği üçüncü bir ‘dilden arındırılmış’ alanın bahsi, başından beri yıkıma ve yıkılabilir olup olmamaya dair soruları, yitirilen şeyin sadece fiziksel yapılı çevre değil, en şiddetli yıkımların konuşabilir olma veya olmamanın idaresi ile birlikte mümkün olacağını düşündürtüyor. Maurice Halbwachs ‘Toplumsal Bellek Hakkında’ adlı kitabının dil ve bellek üzerine olan bölümünde, bellek sahibi olabilmek için toplumsal bir çerçevenin ihtiyacını rüyalar ve afazi -konuşabilme ve/veya konuşulanı anlayabilme yetisini yitirme- hakkında yapılan çalışmalar üzerinden savunuyor.26 Erken 20. yüzyıl ve öncesine denk gelen bu çalışmalara referansla Halbwachs’a göre dil kullanımının yitimi, kişinin kurguladığı anıların, dolayısıyla hafızanın ulaşılabilir olmamasına neden olduğundan kişinin toplumum bir üyesi olduğunu unutmasına sebep olabiliyor. Kurulu ve edinilmiş anıları geri çağırabileceği bir dil imkanının olmaması, rüyalarda yaşanan olayların her ne kadar akılda kalacağı varsayılan ve tasvir edilebilir imgelerden oluşsa dahi, toplumsal bir alanın varlığından yoksun bir çerçeve içinde gerçekleşmelerinden dolayı, bellekte biriktirilerek tekrar ulaşılması mümkün olmayan, anlık deneyimler olarak kalmasına benziyor.27 Yunanca aphatos yani ‘sözsüz’, ‘söz sahibi olmayan’dan gelen ve nörolojik bir işlevin yitimine dair olan afazi halinin bellek sahibi olmamakla ilişkilendirilmesi, mevcut koşullar dahilinde bellek denilen mevhumun herhangi bir şekilde yitiminin veya yok edilişinin imkanının olmayışını ifade etmek için Halbwachs’ın kullandığı bir araç aslında. Zira bellek için sahip olunması gereken imgelerin geri çağrılabilmesi için ihtiyacımız olan o imgelerin kaynağı, tekrar edilebilir olması veya deneyimlenebilir olması değil; erişimi mümkün kılan bir çerçevenin kişide mevcut olması. Bu çerçeve, toplumsal bir inşa olan dil ile halihazırda verilidir ve afazi gibi bir işlev yitimi söz konusu olmadığı sürece, sahip olunan hafızanın yok edilmesine imkan vermez. Hakkında bahsedilebilmesi için daima toplumsal, kişiden de bağımsız var olabilmesi gereken bu çerçeve, imler ve hatıralar en kolay ve etkili olarak mekanlar aracılığıyla üretilir.28 Durağan kalmayan, sürekli değişim, dönüşüm ve hatta yıkıma dahi açık olması bakımından mekansallık, örneğin taş bir yapının kalıcılığı sebebiyle değil, anıları geri çağırmak için kurgulanan kolektif çerçevenin inşasını mümkün kılan bir araç olduğu için önem arz ediyor. Eğer verili bir çevrede yeterli zaman geçirip, oraya dair imgeler üretmeye imkan olursa, hafızanın ihtiyaç duyduğu toplumsal çerçeve, imler, imge-
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 44
ler, bir başkasıyla karşılaşılan ve ortaklaşılan o mekanda varoluş bakımından üretilebilir oluyor ve kişinin fiziksel bağları mekan ile kopsa da, mekansallık içinde üretimi toplumsal olarak mümkün olan bellek dolayısıyla üretilen, ilişkiler, ağlar, dönüşse, değişse dahi, tam da hafızanın özü itibariyle toplumsal bir edinim olmasından dolayı bu bağlar geri çağrılamayacak boyutta hiçbir zaman yok olamıyor. Mark Cousins’in daha önce bahsi geçen ‘Yapı bozmak/Yıkmak’ konulu seminerlerinde de benzer bir şekilde, ‘yer’e karşılık gelen Yunanca topos’un sadece topografik bir yüzey, mekan, bölge, alana denk gelmediğini, ‘hakkında konuşulabilir’ olanla -topic- ilişkili olduğunu ifade ediliyor. Buradan hareketle Cousins’in iddiasına göre, örneğin birinin evini kaybetmesine dair anıya sahip olabilmesi için acının aktarılabilir, bir başkası tarafından deneyimlenebilir olması girişimi sonuç vermez. Yitirilen şeyin gerçekten tasfiye edilmiş, yok olmuş olması, o kişinin evine dair sahip olduğu anıyı yaşatabilmesinin gerçek imkanını sağlar. Bu, Halbwachs’ın olağanüstü olayların mekansal çerçevenin bir parçası olup, toplumsal bellek için daha da güçlü bir anı ifade etmesiyle de örtüşüyor: “[olağanüstü olaylar] grubun geçmiş ve şimdisinin daha yoğun bir şekilde farkında olmasını sağlar ve grubu fiziksel konuma bağlayan bağlar tam da imha edildikleri anda daha fazla açıklık kazanırlar.”29 (253) Ancak bu tarz bir kopuş, mekansal karşılığını da afazide olduğu gibi, varsayılan ‘nörolojik’ işleyişe müdahale ile de olamaz mı? Toplumsal belleğin imkanı için ihtiyaç duyulan mekansallığın yitimi, basit bir ilişkileri koparış olarak değil, mekanını yitiren topluluğu ‘sözsüz’, ‘kelimesiz’, ‘dil kullanamaz’ bir hale sokmak amacı güderek yapılamaz mı? Eyal Weizman’ın İsrail Silahlı Kuvvetlerince Nablus kentine 2002’de yapılan saldırıda Deleuze ve Guattari’nin savaş makinesi kuramını kullanışını ortaya koymasına benzer bir şekilde,30 Nusaybin ve bölgedeki diğer yerleşim alanlarında yaşanan yıkımı neoliberal politikaların kent mekanına sermaye ile alakalı giriştikleri müdahalenin ötesinde, şehir ve bir arada yaşam pratiklerine karşı girişilen bir mücadelede Agamben’in kavramsal kümesinden ödünç alınan, hem yasa koyucunun belirlediği sınırlar doğrultusunda müdahale etme hakkını hem de o sınırlar içinde değilmişcesine davranma imkanının üretildiği aneu logou’da yaşanan şiddet içeren anlar olarak görmek gerekmekte. Bu tarz bir kent yıkımının sadece tank, top, tüfek, dozer veya iş makinalarıyla yapılmadığını düşünüyorum. Zira bu araçlarla yapılan yıkım fikri, tıpkı Easterling’in de küresel kentleşme pratiğinin mevcut kapitalist çerçeve içinde kullandığı gibi en az inşa etmek kadar hem sistemin içselleştirdiği, hem de bizlerin gündelik hayatlarında kentleşmenin bir parçası olarak kodladığımız bir edinim olarak görmek mümkün. Ancak bu-
45 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
nun bir diğer boyutunu, kentin ve kent(sel)leşme pratiğinin barındırdığı yıkıcılığın içselleştirilmesinin ötesini, ‘idare edebilme’ aracı olarak yıkımın kullanımını Agamben’in Yunanlar ile günümüz dünyasında yaşayan bizlerin politik deneyimlerinin farklılığına yaptığı vurgu üzerinden ifade etmek istiyorum. Atina demokrasisinden farklı olarak bugün bizler ‘ikna’ denilen eylemi iki özgür yurttaşın birbiriyle konuşabilmesi üzerinden değil, propaganda araçları olarak ifade edebileceğimiz, yazılı ve konuşulan dilin güncel aygıtlar kullanılarak baştan üretilmesi, hakikate alternatif bir gerçekliğin dolaşıma sokulması üzerinden deneyimliyoruz. Sözün, dilin ve hatta imgelerin yerini, yitirilmiş söz, yasaklı dil, temsil ettiği ortadan kalkmış olan imgenin dolaşımda olduğu bir ekonomik modelde, mimar, tasarımcı, plancı ve plana düşen rolü yitirilen şehirler dolayımıyla değil, toplu açılış törenleri için hazırlanan sahneler üzerinden tartışmak daha yerinde olacaktır. Şeytanlar Sonuç yerine, 17. yüzyılda XIII. Louis ve Kardinal Richelieu Fransa’sında, tek millet, tek din ve tek millet söyleminin pratik karşılığının henüz kanlı yüzyıl savaşları ile tesis edilemediği, Katolik kilisesinin devlet içinde yitirdiği gücü Protestanlık karşısında tekrar ele geçiremediği; ancak buna dair çabaların sürdüğü 1634 senesinde Loudun kentinde yaşandığı anlatı gelen hikayenin 1971 yapımı, Ken Russell’ın Şeytanlar filmindeki temsilinin son sahnesine dikkat çekmek istiyorum.31 Metinde detaylı olmasa dahi belli dönüm noktalarına denk gelmesi bakımından 16. ve 17. yüzyıllarının akıl ve doğa karşılaşması ve teolojik zeminin güncellenmesi ile alakalı kritik anlar barındırmasına işaret edebildiğimi umuyorum. Roma İmparatorluğu’nun ekümenilik iddiası ve sonrasında kilisenin, feodal yasa ile birlikte orta çağ boyunca Avrupa’da kurulan egemen idare biçiminin aydınlanma, Rönesans, devamında da Fransız Devrimi ile neredeyse topyekun şekil değiştirme okuması mevcut. Özellikle Hristiyanlığın dogmatik yasalarına kaynak gösterilen metinlere dair yorumların çeşitlenmesi ile birlikte akıl ve insanın tartışmalardaki yerlerini doğa ve Tanrı karşısında güncellenmesinin sancısız bir geçiş olmadığı da ortada. Entelektüel yaşam, süregelen radikal dönüşümle baş ederken Manyerizm gibi dönemi etkileyen bir sanatsal ve fikirsel üretim yaklaşımını gündemine alırken, devletler ölçeğinde yüzyılları bulan din savaşları, toplulukların kendi içinde de ‘cadı av’, ‘şeytanın etkisi altına girme’ ve ‘şeytan çıkarma’ gibi travmaları konuşmak mümkün.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 46
Filmin son sahneleri, Katolikler ve Protestanlar arasında uzunca süre devam eden savaşın sona erdiği, önemli Protestan kalelerinden olan Loudun’da, doğru bildiğini ifade etmek adına hem dini hem de toplumsal otoriteleri karşısına alabilmesi ile Loudun’lular tarafından sevilen ve Protestan ve Katolik halklarının bir arada yaşamaya devam etmesinin koşullarını mümkün kılan karizmatik rahip Urbain Grandier’in idam edilişi hakkında. Savaş sonrası hem Protestan hem de Katolik halklarının beraber yaşadığı şehrin diğer kentler ve merkezden ayrı bir idare birimi olarak barındırabilmesi için kral tarafından korunması özellikle garanti altına alınan Loudun kenti surları da, Grandier’in yakılarak öldürülmesiyle eş zamanlı yıkılıyor. Film boyunca Grandier’in temsil ettiklerinden çok Grandier’in karşısında yer alan Kardinal Richelieu’nun süreci bu noktaya nasıl taşıdığından bahsetmek şu aşamada daha anlamlı. Russell tarafından gücün törensel bir gösteri olarak kurgulanışının film boyunca vurgulandığına dikkat çeken Diken’in de ifade ettiği gibi, Kardinal Richelieu, feodal yasanın gücünü yitirdiği bir anda devletle tekrar bir olmaya çalışan dini temsil eden bir figür.32 Kardinal için Fransa’da birliğin sağlanmasının aracı, Protestanların Fransa topraklarından sürülmesi ve tek bir devlet ve milletin Katolik Fransa’da tesis edilmesi için hem fiziksel hem sembolik bir engel olan Loudun’un surlarının yıkımı. Filmin sonlarına kadar kentin merkezi idareden uzakta, özerk olarak surlarının içinde bulunması, tiyatro oyunlarında rol almak, veya suçlulara hayvan postları giydirerek sarayın bahçesine salıp avlayan XIII. Louis için egemenliğini tehdit eden bir mesele değilken, sürece dahil olan diğer aktörlerin de etkisiyle durum filmin sonunda tersine dönebiliyor. Bu aktörler, aşklarına karşılık bulamama, aşağılandığını hissetme, otoritelerinin tanınmaması veya çıkarlarına göre hareket etmeyi reddetmesi dolayısıyla Grandier’e farklı sebeplerden kin besleyen taraflardan oluşuyor. Kendini içine kapattığı manastırdan sokağı gözetlerken Grandier’i gören Rahibe Jeanne, aşık olduğu Grandier’in kendisine ilgi duyması için yollar aramasıyla süreç başlıyor. Grandier’in Rahibe Jeanne’nin manastırına katılmak isteyen ama reddettiği Madeleine aşık olup, rahip olması dolayısıyla gizlice evlendiklerini öğrenince Grandier’in şeytana dönüşerek kendisini ele geçirip ona tecavüz ettiği suçlamasında bulunuyor. Bu sırada merkezi idarenin kentlerin surlarının yıkılması için görevlendirdiği ve Loudun’un özel koşulundan haberdar olmayan Baron Laubardemont’a Grandier’in engel olması ve halkın Grandier’i desteklemesi sonucu geri çekilmek zorunda kalan Laubardemont, Rahibe Jeanne’nin iddialarının üzerine kentte Grandier’e aykırı yaşam tarzı ve bunu saklamadan yaşaması dolayısıyla hısımlık besleyen diğer figürlerle birlikte XIII. Louis’nin Grandier’e tanıdığı imtiyazları ortadan kaldırmaya yö-
47 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
nelik bir şeytan çıkarma ayini başlatıyor ve hep beraber Loudun’u bir tiyatronun içine çekiyorlar. XIII. Louis ile görüşmeden dönen Grandier şehre döndüğünde onun bir cadı olduğu ve şeytana dönüşerek kentteki rahibelerin içine girip onları haz amaçlı kullandığına dair hüküm çoktan verilmiş oluyor. Bu kararın doğruluğu veya yanlışlığının kanıtından ziyade hükmün gereğinin nasıl yerine getirileceği, Grandier’in ısrarla doğru bildiğini savunması ve en nihayetinde kiliseyi de reddetmesi ile birlikte şekilleniyor. Grandier’in idamı, Russell tarafından bir Dionysos şenliği sırasında sergilenen Antik Yunan tiyatrosunun pornografik bir versiyonu olarak sunuluyor. Kendinden geçmiş rahibeler, halk, idamı locadan izleyen aristokratlar ve kentin önde gelenleri sarhoş olup birbirleriyle sevişirken, kahkahalar eşliğinde Grandier’in yakılmasını izliyor, tezahürat ediyorlar. Grandier ateşe verilirken eş zamanlı kentin Surları Laubardemont tarafından patlatılıyor. Ölümünden önce Grandier şu şekilde bağırıyor: “Bana değil, kentinize bakın! Eğer şehriniz yıkılırsa, özgürlüğünüz de yıkılır! Eğer özgür kalmak istiyorsanız, savaşın! Onlarla savaşın veya köleleri olursunuz!” Filmin en son sahnesinde ise olanları diğerleri gibi izlemeyen belki de tek kişi olan Grandier’in sevgilisi Madeleine’in yıkılmış surlar arasından Loudoun’u terk ederek, şehrin dışına, yeşil bir ova içinde açılmış ve ağaçlar yerine uzun tel direklerle çevrelenmiş yolda kentten uzaklaşırken, surların dışına doğru yürürken görüyoruz. Russell’ın Loudun’un surlarının dışında kalan alana dair oluşturduğu imgeyi Laugier’in kentin tasarımına dair referans almak için kullandığı park ve Attenborough’da hayranlık uyandıran Singapur’un eko-teknolojik parklarının melezlenmiş hali olarak görüyorum. Eğer Sur, Cizre veya Nusaybin yerine öngörülen TOKİ projelerinin temellerinin atıldığı açılış törenlerinin hangi mekanları konu edindiğini bilmeseydim, bu açılışların ve törenlerin ve inşaların Russell’ın Loudun surlarının yıkıntıları arasından gösterdiği peyzajda gerçekleştiğini rahatlıkla düşünebilirdim.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 48
NOTLAR 1. Araştırma görevlisi, Mardin Artuklu Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü 2. Doğrudan kutsal metinlerin yorumlanması ve aktarımı olmasa da bu kentlere dair yıkım üzerinden yapılan üretim için örneğin Marquis de Sade’ın Bastille Hapishanesinde yazdığı söylenegelen Sodom’un 120 Günü ve Passolini’nin Sade’ın eserinden sinemaya uyarladığı Salò o le 120 giornate di Sodoma veya bkz. Proust, M. (2016) Sodom ve Gomorra, Yapı Kredi Yayınları: İstanbul. 3. R. Aldrich, ‘Homosexuality and the City: An Historical Overview’ Urban Studies (41) 9, 2004, sf. 1719-1737; G. Ruggiero The Boundaries of Eros, Oxford University Press: New York, 1985, sf. 109110 4. Cousins, M (2008) Distructure [Seminer videosu] http://www.aaschool.ac.uk//VIDEO/lecture. php?ID=3133, erişim Eylül 2017. 5. K. Easterling Subtraction, Sternberg Press: Berlin; Easterling, K. (2017) Devletdışı Güç, Ayrıntı Yayınları: İstanbul, 2014 6. Easterling, Subtraction, 23. 7. C. Freidrichs (Yönetmen), The Pruitt-Igoe Myth [Belgesel] ABD: Kanopy, 2015 8. Güneydoğu Anadolu Bölgesi Belediyeler Birliği (2016) Nusaybin Sokağa Çıkma ve Sonrası Durum ile İlgili Bilgilendirme Notu http://hakikatadalethafiza.org/kaynak/nusaybin-sokaga-cikma-yasagi-vesonrasi-durum-ile-ilgili-bilgilendirme-notu, erişim Eylül 2017; International Crisis Group (2017) Türkiye’deki PKK Çatışmasını Yönetmek: Nusaybin Örneği https://d2071andvip0wj.cloudfront.net/243managing-turkeys-pkk-conflict-turkish.pdf, erişim Eylül 2017. 9. İlgili belgeler Elektronik Kamu Alımları Platformu’nun ekap.kik.gov.tr internet adresi üzerinden sağladığı arama motoru aracılığıyla erişime açıktır 10. International Crisis Group, 22. 11. Venedik Komisyonu (2016) Sokağa Çıkma Yasaklarının Yasal Çerçevesi Hakkında Görüş Raporu, http://www.venice.coe.int/webforms/documents/default.aspx?pdffile=CDL-AD(2016)010-e ve Venedik Komisyonu’nun raporu sonrası Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin insan hakları ihlallerine dair memorandumu ve Türk Makamlarının cevabı için bkz http://hakikatadalethafiza.org/turkiyeninguneydogusundaki-terorle-mucadele-operasyonlari-genis-capli-insan-haklari-ihlallerine-yol-acmistir, erişim Eylül 2017. 12. Temmuz 2015’ten beri sokağa çıkma yasağının uygulandığı kentlerden görüntüler servis ettiğini iddia eden sosyal medya hesaplarında paylaşılan görseller bölgede yaşanan çatışmalara dair kamuoyunun hatırında kalan pek çok imgenin dolaşıma ilk kez sokulduğu kaynaklar oldu, konuyla ilgili 12
49 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Aralık 2016 tarihinde Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan TBMM Başkanlığına soru önergesi verdi, bkz. http://www2.tbmm.gov.tr/d26/7/7-2909s.pdf, erişim Eylül 2017. 13. Rönesans ve modernizm arasındaki ilişkiyi kuran çerçeve için bkz. Tafuri, M. (2005) Interpreting the Renaissance, Yale University Press: New Haven. 14. Pier Vittorio Aureli’nin AA’de 2012 senesinde mimarlığın kitabi metinlerinin üretildikleri tarihsel, politik ve ekonomik bağlamı tartıştığı altı adet seminer dersleri için, bkz. http://www.aaschool.ac.uk// VIDEO/lecture.php?ID=1948, erişim Eylül 2017. 15. M. Tafuri, Architecture and Utopia, MIT Press: Cambridge, 1976, s. 3 16. M. Tafuri, ‘Discordant Harmony From Alberti to Zuccari’ Architectural Design (5-6), 1979, sf. 36-44. 17. IMDb veritabanında en yüksek puan almış televizyon programı listesinde Planet Earth II birinci sırada, bkz. http://www.imdb.com/chart/toptv/?ref_=nv_tvv_250_3, erişim Eylül 2017. 18. Konuyla alakalı bir değerlendirme için bkz. D. Wachsmuth,‘Three Ecologies: Urban Metabolism and the Society-Nature Opposition’ The Sociological Quarterly (53) 4, 2012, sf. 506-523. 19. L. Pearson, ‘Party politics and free speech in democratic Athens’, Greece & Rome (7) 19, 1937, s. 41-50, 41. 20. A. Cutrofello, ‘Foucault on Tragedy’, Philosophy Social Criticism (31) 5-6, 2005, sf. 573-584, 574. 21. Cutofello, 575. 22. M. Foucault, Doğruyu Söylemek, Ayrıntı Yayınları: İstanbul, 2010, s. 9. 23. Foucault, 16. 24. G. Agamben, The Kingdom and the glory, Stanford University Press, 2011, s. 17. 25. G. Agamben, ‘On the Limits of Violence’ (der. B. Moran ve C. Salzani) Towards the Critique of Violence, Bloomsbury Academic: Londra, 1970. 26. M. Halbwachs, On Collective Memory, University of Chicago Press, 1992, s. 43. 27. M. Halbwachs, ‘Zamanın Nehir Yatağında Yüzen Tahtalar’ (der. U. Fleckner) Mnemosyne’in Hazine Sandıkları, Umur Yayınları: İstanbul, 2017, s. 210-223, 217. 28. A.g.e. 29. M. Halbwachs, M. ‘Mekan ve Kolektif Bellek’ Mnemosyne’in Hazine Sandıkları, 2017, sf. 250-264, 253.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 50
30. E. Weizman, ‘The Art of War’, 2006, Mute http://www.metamute.org/editorial/articles/art-wardeleuze-guattari-debord-and-israeli-defence-force, erişim Eylül 2017. 31. K. Russell (Yönetmen), The Devils, ABD: Russo Productions, 1971. 32. Diken, B. (2015) God, Politics, Economy, Routledge: Londra, 57.
51 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Suriçi, Diyarbakır: Before and After the Conflict Nevin Soyukaya1 Suriçi, where urban life has continued uninterruptedly through ages, is used to be the centre of the well-spring of the collective memory of the city. As the vital historical centre of Diyarbakır, Suriçi allocates various economic activities including coppersmith, ironworking, silk weaving and traditional handcrafts. Following the problematic period of the 1990s, when compulsory migration happened within the process of intensive military conflict in the region; municipalities, state departments, NGOs and private investors initiated a series of rehabilitation and restoration projects in Suriçi through the early 2000s. In that period, the conservation development plan enacted in 2012 tended to return the fabric of Suriçi back into its original condition traced in its cadastral maps. As a result of those endeavours, the city’s fortification walls and Hevsel Gardens was officially registered as ‘world heritage site’. Nevertheless, the conflict that started in September 2015 and lasted for three months has signified the beginning of enduring destruction occurred even after the period of the military conflict. In addition to the destruction realized during the intensive military conflict within the core urban fabric, the so-called re-construction period has damaged the historical tissue along with the very original building and landscape elements, severely. A series of interventions put into practice under security concerns (i.e. opening up wide streets within the dense fabric or installing some watchtowers on the historical walls) caused irremediable damages within the originally evolved traditional fabric. The plan revision made by the Ministry of Urbanism and Environment without a participatory process enabled did actually legitimise such a destructive process threatening the collective memory of the city. The main intention of the paper, in this context, is to document the pattern of destruction occurred at the level of fabric, street and building during the periods before and after the conflict. To that aim, the major plan interventions and their spatial effects are discussed critically with reference to their predicted social and cultural results accordingly.
1. Archaeologist, ex-director of Diyarbakır Suriçi Area Management Board, ex-coordinator of the World Heritage Site Management.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 52
Çatışma Öncesi ve Sonrası Diyarbakır Suriçi Nevin Soyukaya1 Çatışma Öncesi Durum Diyarbakır, Karacadağ’dan Dicle’ye uzanan geniş bazalt platonun doğu kenarında, Amida Höyük’te M.Ö. 5000’de kurulmuştur. Kurulduğu yerde gelişip büyüyerek aralıksız bir yaşam sürmüştür (Ökse, 2015: 20). M.Ö. 3000’de ilk olarak Hurriler tarafından yapıldığı düşünülen kale, M.S. 349 yılında yeni baştan onarılıp güçlendirilerek şehrin etrafı surlarla çevrilmiştir. İhtiyaca göre güçlendirilip, büyütülerek günümüze bütün olarak ulaşabilmiştir (Parla, 2012: 22). 6 bin yıldır farklı kültürleri, dinleri, dilleri bünyesinde barındırarak kesintisiz yaşam süren, kentsel tarihin gelişimini ve geçmiş birikimini tüm evreleriyle ve günümüze ulaşan kültürel değerleri ile izleme olanağını sunan Diyarbakır, derinlikli tarihi, kesintisiz yaşamı, çokkültürlü yapısıyla günümüze ulaşan ender kentlerden biridir. Kentin çekirdek alanını oluşturan Suriçi, on beş mahalleden oluşmaktadır. Türkiye Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdürlüğü ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi verilerine göre 2015 yılı toplam nüfusu yaklaşık 50 bini aşmaktadır. Abluka altındaki altı mahallenin nüfusu ise 22.323 olarak belirlenmiştir. (bkz. Tablo 1) Tablo 1. Abluka altındaki yasaklı altı mahallenin 2015 yılı itibariyle nüfus dağılımı. Camal Yılmaz
2,104
Cevat Paşa
3,256
Dabanoğlu
3,705
Fatihpaşa
5,153
Hasırlı
5,696
Savaş
2,409
Toplam
23,323
Suriçi’nin tescilli kültür varlıkları, Diyarbakır Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu kayıtlarına göre; 147’si anıtsal yapı (birinci grup yapı) ve 452’si sivil mimarlık örneği (ikinci grup yapı) olmak üzere toplam 599 adet tescilli taşınmaz kültür varlığı bulunmaktadır (bkz. Tablo 2)
53 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Tablo 2. Suriçi bölgesinde mahallelere göre tescilli yapı sayısı dağılımı. Mahalle
Anıtsal yapı sayısı
Sivil yapı sayısı
Abdalzade
1
19
Alipaşa
11
32
Cami Kebir
10
22
Cemal Yılmaz
6
20
Cevatpaşa
28
44
Dabanoğlu
12
59
Hasırlı
11
29
İnönü
7
14
İskenderpaşa
7
11
Lalebey
8
32
Malikahmet
13
3
Özdemir
14
70
Savaş
10
42
Süleyman Nafiz
4
10
Ziya Gökalp
9
63
151
470
Toplam
Suriçinde Kültür Varlıklarının Korunması 1980 ve 1990’lı yıllarda bölgede yaşanan kaotik ortam ve köy boşaltmaları sonucu oluşan yoğun zorunlu göç, Suriçi’ni de etkilemiş ve kent dokusunda tahribatlara neden olmuştur. Özellikle yüksek katlı yapılarla kentte yer yer bozulmalar oluşmuştur. Ancak kentin ada-parsel, düzeninin ve çok sayıda sokak dokusunun korunmuş olması ile tescilli yapılar dışında sokağa ve kente kimlik veren yapı elemanlarıyla (örn. avlu duvarı, kapı pencere, şahnişin) günümüze taşınabilmiştir. 2012 KAİP’e işlenerek korunmasına karar verilen yapılar, Diyarbakır Kültür Varlıklarını Koruma Kurulunca tespit edilmiş ve korunması konusu karara bağlanmıştır. Suriçi, tüm bozulmalara rağmen bütünlüklü olarak korunabilmiştir (KAİP Plan Raporu, 2012).
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 54
2000’li yılların başından itibaren kısmen de olsa gelişen barış ve huzur ortamı ile Suriçi’nde özellikle kent dinamiklerinin ve yerel yönetimlerin girişimleri ile kültürel değerlerin korunması yönünde önemli projeler hayata geçirilmiştir. Belediyeler, kamu kurumları, STK’lar ile özel girişimciler tarafından yapılan restorasyon ve işlevlendirme çalışmaları ile sosyo ekonomik ve kültürel hayatın yeniden canlandığı bir kent haline gelmiştir. Bu süreçte tarihi alanlarda koruma-kullanma dengesi yönünde ciddi gelişme kaydedilmiştir. 1. Diyarbakır Surları ve İçkale Projesi ve Diğer Koruma Uygulamaları 1999 ve 2002 yılları arasında ‘Sur koruma kuşağı’nda yer alan yapılar Büyükşehir Belediyesi tarafından temizlenerek çevre düzenlemesi çalışmaları yapılmıştır. Suriçi’nin bütününü peyzaj açısından değiştirip etkileyen bu proje ile surlar uzun yıllardan sonra ilk kez algılanır kılınmış, kentte kültürel değerlerin korunmasında önemli bir farkındalık yaratmış ve diğer çalışmaları da tetiklemiştir. (bkz. Resim 1) Sur çevresindeki niteliksiz ve izinsiz çoğunluğu işyeri olan yapılar kaldırılırken, diğer yandan da Büyükşehir Belediyesi, Çekül Vakfı ve İl Valiliği iş birliği ile surların ve iç kalenin belgelenmesine yönelik rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin hazırlanması çalışmaları yürütülmüştür (Alper ve Alper, 2015). Yine Gazi Caddesi ve Yenikapı Sokak Düzenlemesi, Cemilpaşa Konağı Kent Müzesi Projesi, Hasanpaşa Hanı restorasyonu ve turizm işlevli yeniden kullanımı, Anzele su kaynağının düzenlenmesi, İçkale Projesi, Surp Gregos Ermeni Kilisesi, Dengbej Evi, Sülüklü Han, Diyarbakır evlerinin restore edilerek bazılarının turistik
Resim 1. Sur çevresindeki kaçak yapıların ortadan kaldırılması ile dönüştürülen ‘Sur koruma kuşağı’: Projenin başladığı 1999 yılı öncesi (sol) ve 2002yılı sonrası durum (sağ).
55 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Resim 2. Çatışma öncesi süreçte Diyarbakır, Suriçi’nde gerçekleştirilmiş olan yenileme ve restorasyon projeleri: Cemilpaşa Konağı Kent Müzesi (1), Anzele su kaynağı park düzenlemesi (2), Surp Greos Kilisesi restorasyonu (3), Dengbej Evi (4), Sülüklü Han (5), İçkale (6). ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 56
amaçlı kullanılması gibi kentin özgün dokusunu canlandıran, koruyan ve sosyo-ekonomik yapısını olumlu etkileyen birçok proje hayata geçirilmiştir. (bkz. Resim 2) 2. Koruma Amaçlı Revize İmar Planı Suriçi’ni korumaya ve geliştirmeye yönelik tüm bu çalışmalar devam ederken 2012 yılında Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından katılımcılık esas alınarak Koruma Amaçlı İmar Planı da revize edilmişir. Yeni plan çerçevesinde kentin 1952 yılı kadastral paftaları dayanak alınmış, özgün kent dokusuna ulaşılması hedeflenmiştir. 3. Dünya Mirası Olarak Tescillenmesi Kent dinamikleri ile yürütülen tüm bu çalışmalar sonrasında, tarihi ve kültürel birikimiyle insanlık mirası olan bu kentin dünya mirası olarak tescillenmesi için 2012 -2015 yılları arasında, kentin tüm bileşenlerinin de katılımı ve katkıları ile Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı nın dünya mirası adaylığı çalışmaları yürütülmüş ve yoğun bir çalışma sonrasında; 28 Haziran - 8 Temmuz 2015 tarihleri arasında Almanya’nın Bonn kentinde yapılan Dünya Miras Komitesi’nin 39. toplantısında Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri, ‘Kültürel Peyzajı Dünya Mirası’ olarak tescillenmiştir. Tarihi Suriçi bölgesi Dünya Miras Alanının tampon bölge sınırları içerisinde kalmaktadır. Dolayısıyla Suriçi bölgesi ulusal ve uluslararası yasalar ile koruma altına alınmıştır. Çatışmalı Süreç ve Sonrası Miras alanı olarak tescillenen Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzaj Alanının tampon bölgesi olan Sur ilçesinin Suriçi bölgesinde, ‘dünya mirası’ olarak tescillendikten iki ay sonra Cevat Paşa, Dabanoğlu, Fatih Paşa, Hasırlı, Cemal Yılmaz ve Savaş Mahallesi olmak üzere altı mahallede; 06.09.2015-11.12.2015 tarihleri arasında toplam altı defa sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, çatışmalar yaşanmış ve güvenlik güçlerince Suriçi ablukaya alınmıştır. En son ilan edilen sokağa çıkma yasağı sonrasında yürütülen abluka bugün itibariyle beş mahallede halen devam etmektedir. 10 Mart 2016’da alanda operasyonların tamamlandığı ilgili makamlarca kamuoyuna duyurulmuştur2. Ancak operasyonlar tamamlanmadan önce Şubat 2016 dan itibaren Devlet kurumlarına ait ağır iş makinalarıyla yıkım ve hafriyat atım çalışmaları başlatılmıştır. Hafriyatlar Üniversite sahasında bir alana atılmakta ve üzeri toprakla kapatılmaktadır. Bu durum Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma Daire Başkanlığı tarafından 29.02.2016 tarihinde tespit edilerek tutanak altına alınmıştır.
57 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Kentsel Sit Alanı ve Dünya Mirası Tampon Bölgesi olan alanda durum tespit çalışması yapılmadan, Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan gerekli onay alınmadan, yıkım ve hafriyat atım çalışmaları başlatılmıştır. Hafriyatların kaldırılması konusunda gerekli izinler yaklaşık bir ay sonra alınmıştır. Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun 23.03.2016 tarih ve 3873 sayılı kararında; “kapanmış olan yollardaki bina enkazlarına ait molozların müze müdürlüğü uzmanları denetiminde kaldırılmasının uygun olduğuna, kısmen veya tamamen yıkılmış tescilli yapılara ait molozlara rastlanılması durumunda, bu yapılara ait nitelikli yapı elemanlarının daha sonra değerlendirmek üzere Müze Müdürlüğü uzmanları denetiminde ait olduğu alanda, uygun bir şekilde muhafaza edilmesi gerektiğine karar verilmiştir”, denilmektedir. Bu karar ile sadece kapanmış yollardaki enkazların kaldırılmasına izin verilmiş olmasına rağmen; karardan sonra 04.04.2016 tarihinde rastlantısal olarak uçaktan çekilmiş görüntülerde, 10.05.2016 tarihli Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından alınan uydu görüntülerinde karara hiçbir şekilde uyulmadığı, yüzlerce yapının yıkıldığı, geniş yolların ve meydanların açıldığı, okulların karakollara dönüştürüldüğü ve açılan geniş yolların karakollar arası ulaşımı kolaylaştırmak için yapıldığı belirlenmiştir. Yıkım faaliyetleri Kültür ve Turizm Bakanlığının yereldeki il müdürlüklerinde görev yapan personelin gözetiminde gerçekleştirilerek meşru bir durum yaratılmaya çalışılmıştır. Koruma Amaçlı İmar Planı ve Alan Yönetim Planı’na aykırı yıkım faaliyetleri yapılırken planı uygulamakla yükümlü olan ilgili belediyeden herhangi bir izin alınmamış, Alan Yönetimi Başkanlığı bilgilendirilmemiştir. Suriçi kentsel sit olmasından kaynaklı 2863 sayılı Kültür Varlıklarını Koruma Kanunu ve Dünya Miras Alanı tampon bölgesi olması nedeniyle de uluslararası yasalarla koruma altındadır. Söz konusu tescilli yapıların yıkımında; • Koruma Bölge Kurulundan her yapı için ayrı ayrı olmak üzere maili inhidam (yıkım tehlikesi) durumunun arz edildiğine dair kararın alınması, • Belediyenin yapı kontrol şube müdürlüğü teknik elemanlarının da alanda, can ve mal güvenliği açısından tehlikeli olan yıkılacak durumdaki yapılarla ilgili 3194 sayılı İmar Kanununun 39. Maddesi gereğince yıkıma dair her bir yapı için teknik rapor düzenlemesi, • Yıkım tehlikesi olduğuna dair belgeleme çalışmalarından sonra ilgili belediyesince de encümen kararının alınması gerekmektedir.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 58
Resim 3. Çatışmalar sonrasındaki süreçte bütünüyle yıkılan Hasırlı Camii konumunu gösteren uydu fotoğrafı.
Ancak yasaklı mahallelerde yıkımı yapılan tescilli yapılar için yukarıda belirtildiği şekilde Koruma Kurulu ve ilgili belediyesi tarafından alanda çalışmalar yapılmamış ve gerekli izinler alınmamıştır. Bugün itibariyle alanın tahribatına neden olan ulusal ve uluslararası mevzuata aykırı iş ve işlemlere devam edilmektedir. Tescilli yapılara yönelik gerekli belgeleme çalışmaları yapılmadan, rölöve, restorasyon ve restitüsyon projeleri de çizilmeden yapıya ait nitelikli yapı elemanları dahi ayıklanmadan konuyla ilgili hiçbir uzmanlığı ve çalışması olmayan kişiler tarafından sur dışına atılmıştır ve bu durum uydu fotoğraflarından ve tek tek yapılara bakıldığında net bir şekilde görülmektedir. Durumun vahametini yıkılan bazı önemli yapılarda izlemek mümkündür. Hasırlı Cami: Çatışmalar sürecinde ağır hasar gören Hasırlı Cami, çatışma sonrasında iz bırakılmayacak şekilde yıkılmıştır. (bkz. Resim 3) Ermeni Katolik Kilisesi: Ermeni Katolik Kilisesi’nin de çan kulesi ve güney avlu duvarı, avluda bulunan havuz, tamamen yıkılmış, ana giriş kapısı ile kilisenin batısında yer alan kilise müştemilatı kısmen yıkılmış ve bu alandan geniş bir yol açılmıştır. (bkz. Resim 4)
59 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Resim 4. Yıkım öncesi (üst) ve sonrasında (alt) Ermeni Katolik Kilisesi
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 60
Resim 5. Yıkım süreci öncesinde Yazar Mehmet Uzun Evi avludan güney cephe (sol) ve yıkım sonrası güney cephe dışardan görünüşü (sağ).
Yazar Mehmet Uzun Evi: Çatışmalı süreç öncesinde restorasyonuna başlanan ve Mehmet Uzun Müzesi olarak işlevlendirilmesi planlanan tescilli sivil mimarlık örneği olan yapıya ait ‘örtme’nin (sokak üzerini kapatan yapıya ait bölüm) ve güney kısmının tamamen yıkıldığı tespit edilmiştir. (bkz. Resim 5) Yenikapı Sokak ve Ticaret ve Sanayi Odası Evi: Yenikapı Sokak’ta yer alan Ticaret ve Sanayi Odası Evi, yolu genişletme amacıyla yıkılmış yapılardan biridir ve evin sokağa cephe veren güney bölümü Mayıs 2016 tarihi itibariyle tamamen yıkılmıştır. Yıkım öncesi 8 metre genişliğinde orijinal sınırlarını korumuş olan Yenikapı Sokak, yıkım sonrasında 15 metre genişliğinde bir sokağa dönüştürülmüştür. (bkz. Resim 6) Kapsamlı Yıkım Süreci Suriçi’ndeki tahribatı, çatışma süreci ve sonrasındaki yıkım olarak ikiye ayırmak gerekmektedir. Çatışma sürecinde alanda büyük tahribatların oluştuğu bir gerçek. Ancak bu tahribatın ne boyutta olduğu ne yazık ki tam olarak anlaşılamamıştır. Zira çatışma sonrasında alanda gerekli bilimsel ve teknik tespit ve belgeleme çalışmaları yapılmamıştır. Gerekli tespit çalışmalarının yapılabilmesi için ilgili diğer kurumlarla birlikte çalışma talebiyle Alan Yönetim Başkanlığı ve Büyükşehir Belediyesi’nce birçok kez valilik makamına başvuruda bulunulmuştur. Ancak her defasında alanın güvenli olmadığı gerekçesi ile izin verilmemiştir. Buna
61 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Resim 6. Güney cephesi yıkıma uğramış olan Yenikapı Sokak. karşın alanda yıkım faaliyetlerinin başlamasından birkaç ay sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı elemanlarından oluşturulan ekiplerce alanda sadece gözleme dayalı tespitler yapılmıştır. Şubat 2016 da başlayan ve 16 Haziran 2017 itibariyle halen devam eden yıkım çalışmaları sonucunda; Kentsel Sit Alanı olan ve Dünya Miras Alanının tampon bölgesi olarak korumaya alınan Suriçi, düz bir araziye dönüştürülmüştür. Temmuz 2016 ya kadar alanda 76 adet tescilli yapının da yıkıldığı tespit edilmiştir. Yine 2012 yılında revize edilen Koruma Amaçlı İmar Planı’na işlenen ve kentsel dokuyu tamamladığı için koruma altına alınan ‘çevresel değerde yapılar’ olarak tespit edilen 89 adet yapının tamamen yıkıldığı, yine kentsel bütünlüğü sağlayan sokaklar, ada, parsel sınırlarının tamamen yok edildiği saptanmıştır. 17 Ekim-21 Kasım l972 tarihleri arasında Paris›te gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü Genel Konferansı’nın on yedinci oturumunda, kültürel mirasın ve doğal mirasın sadece geleneksel bozulma nedenleriyle değil, fakat sosyal ve ekonomik şartların değişmesiyle bu durumu vahimleştiren daha da tehlikeli çürüme ve tahrip olgusuyla gittikçe artan bir şekilde yok olma tehdidi altında olduğunu not edip, bunun için taraf devletin kaynaklarını sonuna kadar kullanarak ve uygun olduğunda özellikle mali, sanatsal, bilimsel ve teknik alanlarda her türlü uluslararası yardım ve işbirliği sağlayarak elinden gele-
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 62
ni yapmalıdır, kararı alınmıştır. Fakat Suriçi’nde resmi kurumlar tarafından, çatışma sonrası alanın durumuna ilişkin, teknik ve bilimsel ölçekte gerekli tespit çalışmaları yapılmadan, iş makineleri ile yapıların yıkımı ve hafriyatların alandan atılması gerçekleştirilerek alanın tarihi ve kültürel dokusunun bütünlüğü, otantikliği ve özgünlüğü bozulmuştur. Güvenlik kaygısı, tespit yapılmadan gerçekleştirilen bu yıkımlara yönelik temel gerekçe olarak gösterilmiştir. Ne var ki çatışma sonrasında güvenlik sağlanıncaya dek tespitlerin yapılabilmesi için fiilen uzmanların alana girmesine de gerek kalmadan veri elde edilebilmesi mümkündür. ‘drone’ türü araçlarla video çekimi ya da yine benzer insansız hava araçları ile lazer tarama yöntemi kullanılarak ve uydu fotoğrafları alınarak alanın ve yapılardaki hasarın boyutu tespit edilebilirdi. Böylelikle tescilli yapıların özgün yapı elemanları alan dışına çıkarılmadan yapılara ilişkin sağlıklı bilgi edinilmesi mümkün olacaktı. Bu sayede kimi yapıların tamamen yıkılmadan korunmasının mümkün olup olmayacağı da belirlenmiş olacak ve izleri tamamen silinmeden bu yapılara gerekli koruma müdahalesi yapılabilecek iken, kentsel sit alanı içerisinde kepçeler ve iş makinaları kullanılarak tescilli ve tescilli olmayan yapıların yıkıldığı, koruma amaçlı imar planına ve var olan özgün duruma uygun olmayan yolların açıldığı, mevcut sokakların genişletildiği, kentin özgün plan dokusunun tahrip edildiği görülmüştür. Yapı izlerinin dahi silinerek yapılan hafriyat atım çalışmalarıyla; abluka altındaki beş mahallenin tamamına yakını düz bir araziye dönüştürülmüş; tarihi kentin özgün dokusu ve bütünlüğü yok edilmiştir. Bu durum, Suriçi’nde geri dönüşü olanaksız tahribatlar yaratmıştır. Farklı tarihlerde çekilen uydu fotoğrafları ve uçaktan çekilmiş fotoğraflar alanda yaratılan tahribatı gözler önüne sermektedir. Toplam alanı 148 hektar olan Suriçi’nin, yasaklı altı mahallesinin toplam alanı 75 hektardır. Operasyonlar sonrası öncelikle ‘güvenlik öncelikli’ yıkımlar yapılmıştır. Alanda karakolları birbirine bağlayan yeni yollar açılmıştır. (bkz. Resim 7). Yaşanan çatışmalar ve sonrasındaki yıkım ve hafriyat atımları nedeniyle yıkılan tescilli ve tescilsiz yapıların yer aldığı parseller, uydu fotoğrafıyla kadastro haritalarının çakıştırılması sonucu belgelenmiştir. Mayıs 2016 tarihli uydu fotoğrafından 10 hektarlık alanın yıkıldığı, Ağustos 2016 tarihli uydu fotoğrafında ise yıkımın 20 hektarlık bir alana yayıldığı tespit edilmiştir. Daha sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atanması sonucu uydu fotoğrafı elde edilememesine karşın ancak yolcu uçaklarının iniş ve kalkışları sırasında
63 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Resim 7. Çatışma sonrası süreçte yıkıma uğramış alanda açılan karakollar ve onları bağlayacak yeni açılan yollar.
çekilebilen fotoğraflarda yıkımın, alanın neredeyse tamamına yayıldığı görülmektedir. (bkz. Resim 8) 10 Mayıs 2016 uydu fotoğrafına göre Suriçinde 832 yapının tamamen yıkıldığı ve 257 yapının hasar gördüğü tespit edilmiştir. Yıkılan yapılar arasında tescilli sivil ve anıtsal özellikte mimarlık örnekleri de bulunmaktadır. 36 adet tescilli, 50 adedi ‘çevresel değerli yapı’ (Koruma Amaçlı İmar Planı’nda geleneksel ve tarihi ögelere sahip olan ve kentin tarihi ve kültürel dokusunu tamamlamaları nedeniyle korunması gerekli görülen yapılar) olmak üzere toplam 86 yapının yıkıldığı; 36 adet yapının kısmen yıkıldığı; 48 yapının zarar gördüğü
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 64
Resim 8. 2014 tarihli çatışma öncesi (1), Mayıs 2016 tarihli çatışma sonrası (2), Ağustos 2016 tarihli yıkım sonrası (3) ve alanın son durumunu gösterir Ocak 2017 tarihli (4) hava fotoğrafları.
65 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Resim 9. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından 10 Mayıs 2016 (sol) ve 16 Ağustos 2016 tarihli (sağ) uydu fotoğrafları üzerinden yapılan tespitle elde edilmiş yıkım haritaları.
saptanmıştır. Alandaki yapıların 76 sı tescilli sivil, 13 adeti anıtsal ve 81 adeti ise çevresel değerli yapıdır. Ağustos 2016 tarihinde çekilen en son uydu görüntüsünden 1519 yapının tamamen yıkıldığı tespit edilmiştir. Halen devam eden yıkımla bu sayı her geçen gün artarak devam etmektedir. (bkz. Resim 9) Tarihi Suriçinin tahrip ve yok ediliş sürecini ikiye ayırmak gerekiyor. 9 Eylül 2015-10 Mart 2016 tarihleri arasında süren çatışmalı süreç ve operasyonların tamamlandığı 10 Mart 2016’dan itibaren halen devam eden yıkım ve yok ediş sürecidir. Çatışmaların yaşandığı sürede ağır silahlar, paletli tanklar, toplar, patlayıcılar kullanılmış ve alanda özellikle belli bölgelerde yapılara ağır tahribatlar verilmiştir. Ancak sonrasında ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 66
Resim 10. Yıkımın tamamlanmış olduğu alanın Nisan 2017 tarihi itibariyle görünümü.
alanda başlatılan temel izlerinin dahi bırakılmayacak şekilde yapılan yıkım ve hafriyatların atımı ile geri dönüşü imkansız tahribatlar yaratılmıştır. Tescilli, çevresel değerde yapılar ve tescilli olmayan binlerce yapının yıkımı sonucu alan düz bir araziye dönüştürülerek, sokak, ada, parsel sınırları silinmiş; dünya mirası Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri kültürel peyzajının varlık nedeni olan tarihi kent büyük oranda yok edilmiştir (bkz. Resim 10) Dünya mirası surlara müdahale Yapılan bazı müdahaleler nedeniyle dünya mirası olan Diyarbakır Surları’nın da zarar gördüğü basına yansıyan fotoğraflardan gözlemlenmiştir. Surlardaki küçük açıklıklar ve kapılar, beton bloklarla kapatılmış ve bu bloklar beton harçla sur duvarlarına tutturularak mirasın özgünlüğü bozulmuş ve tahribat yaratmıştır. Yine çatışmalar sonrası burçların ve ana kapılardan biri olan Yenikapı’nın üzerine devasa bayrak direği, kapı duvarında derin bir oyuk açılarak beton harçla monte edilmiştir. Oysa ki tahribata neden olan bu tür uygulamalar ulusal ve uluslar arası mevzuatta yasaklanmış olmasına rağmen bu uygulama gerçekleştirilmiştir.
67 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Resim 11. Sur üzerine derin oyuk ve beton harçla monte edilmiş bayrak direği ile portatif tuvalet (üst) ve beton harçla Sur duvarlarına tutturulmuş bloklar (alt).
Keçi Burcu’nun üzerine yerleştirilmiş olan portatif bir tuvalet ile gideri de burcun çörtenine bağlanmış olduğu için, kirli su burcun duvarlarına akıtılarak yüzey kirletilmiştir. (bkz. Resim 11) Tepkiler üzerine tuvalet kaldırılmıştır. Zorunlu göç Suriçi’nde çatışmaların başladığı 9 Eylül 2015’den itibaren aralıklarla altı kez sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve bu süre içerisinde güvenlik güçlerince halkın zorla evlerini boşaltmaları sağlanmıştır. En son 10 Aralık 2015 tarihinde birkaç saatlik bir süre içerisinde sokağa çıkma yasağına ara verilerek alan tamamen boşaltılmıştır. Göç ettirilen binlerce insan, barınaksız ve diğer yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma düşmüştür. Suriçinin nüfusu, 2015 sayımına göre 50.341’dir. Çatışmaların yaşandığı ve zorla göçe tabi tutulan 6 mahallenin nüfusu ise 22.323’tür ve tamamına yakın nüfus göç ettirilmiştir. Mayıs 2016
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 68
da Cevatpaşa Mahallesinin tamamı ile Abdaldede Mahallesi’nin bir kısmından abluka kaldırılmış ve bu mahallelerde yaşayan halk evlerine geri dönmüş; ancak diğer dört mahalle ile bir mahallenin büyük bölümünde abluka devam ederken yıkım sonucunda alanın tamamına yakın bir kısmı düz bir araziye dönüştürülmüştür. Yaşanan bu süreç, kültürel, mimari ve kentsel dokuya verdiği zararların dışında yaşamın da sürekliliğini kesintiye uğratmıştır. (bkz. Resim 12) Kamulaştırma kararı Yaşanan çatışmalı süreçten sonra, Bakanlar Kurulu’nca 21 Mart 2016 tarihinde Suriçi’nde bulunan 7714 parselden 6292 parsel için, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27’nci maddesine göre kamulaştırma kararı alınmıştır. Bu kararla Suriçi’nde bulunan parsellerin %82’si kamulaştırılmış olacaktır. Geriye kalan %18’lik kısmın büyük bölümü ise, Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ile Maliye Hazinesi mülkiyetinde bulunan parsellerdir. Bu sayede Suriçi’nin tamamı kamu mülkiyetine geçmiş olacaktır. Gerek kamulaştırma kararı ve uygulama sürecinin başlatılması gerek alanda yer alan yapıların tamamen yıkılması ile bu alanda yaşayanların geri dönüşü tamamen engellenmiş olmaktadır.
Resim 12. Yaşanan yıkım sonrasında göç etmek zorunda kalan aileler. 69 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Koruma amaçlı imar planı revizyonu 1988 yılında Suriçi Kentsel Sit Alanı olarak tescillenmiştir. Ulusal ve uluslararası mevzuat gereğince de 1990 yılında ilk koruma amaçlı imar planı yapılmıştır. Görülen ihtiyaç üzerine 2012 yılında koruma amaçlı imar planı revize edilmiştir. Bu planda; 1952 kadastral paftaları dayanak olarak kullanılmıştır, yüzlerce yıldır korunagelen sokak ve ada-parsel düzeni aynen korunmuş ve Suriçi’nin özgün yapısına yeniden dönüştürülmesi hedeflenmiştir. Bunun yanı sıra tarihi kentsel dokuya katkı sunan ögelerinden dolayı yüzlerce yapı da ‘çevresel değerde yapılar’ olarak tespit edilmiş ve planda korunması gerekli yapılar olarak işlenmiştir. Plan, UNESCO sürecinde de alanın korunması için önemli bir belge olmuştur. Ancak, Suriçinde yaşanan çatışmalar, sonrasında aralıksız devam eden yıkım, tarihi Suriçinde uygulanmak istenen kentsel dönüşüm projesinin yeniden hayata geçirilmesi için bir fırsat olarak kullanılmıştır. Yapılan yıkımlar büyük oranda tamamlanıp tarihi şehir düz bir araziye dönüştürüldükten sonra koruma amaçlı imar planı yeniden revize edilerek, yolların genişletildiği, karakola dönüştürülen okulların yeni işlevlerinin de işlendiği, güvenlik öncelikli yeni revize koruma amaçlı imar planı Aralık 2016 da onaylanarak uygulamaya sokulmuştur. Plan, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından Belediyelerin görüşü dahi alınmadan, merkezi bir kararla revize edilmiştir. Söz konusu planla; yıkım sürecinde uygulanan işlev değişiklikleri, yol genişletmeleri gibi kentin özgünlüğünü ve kültürel dokusunu yok eden uygulamalara meşruluk kazandırılmaya çalışılmıştır. Buna göre; okul alanları karakola dönüştürülmüş ancak bu alanlara karşılık gelecek eğitim alanları belirlenmemiştir. Bu karakolların çevresi ve birbirine bağlayan yollar gerektiğinde askeri araçların geçişini sağlayacak oranda genişletilmiş; tescilli yapıların yoğun olarak bulunduğu yaklaşık 7-8 metre genişliğindeki Yenikapı Sokak’ın 15 metre genişliğinde açılmasına olanak sağlanmıştır. (bkz. Resim 13) Söz konusu plan değişikliği, Diyarbakır TMMOB Diyarbakır Şubeleri tarafından incelenmiş ve rapor edilmiştir. Raporla saptanan aykırılıkların bazıları şunlardır: • Söz konusu KAİPD ( Koruma Amaçlı İmar Planı Değişikliği ) ile getirilen kararların tamamının sadece güvenlik odaklı gerekçelendirildiği ve bu gerekçelerle Suriçinin savunma odaklı geliştirildiği ve bu yaklaşım ile de planlama bir savunma aracına dönüştürülmektedir. Söz konusu savunma odaklı yaklaşım diğer tüm değerleri de göz ardı etmekte ve genel şehircilik ilkelerine, disiplinler arası planlama esaslarına ve kamu yararına aykırılık teşkil etmektedir.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 70
Resim 13. 2012 tarihli Diyarbakır Suriçi Koruma Amaçlı İmar Planı Revizyonu (üst) ve 2016 tarihli Sur (Diyarbakır) Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı Değişikliği (alt)
71 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
• Plan değişikliği açıklama raporu incelendiğinde söz konusu değişikliğin gerekçesinin güvenlik amacıyla yapıldığı açıkça belirtilmiş olup Sur İçinin Dünyaya mal olmuş bir miras alanı olduğu ve kentsel dokuda yapılacak her bir müdahalenin geri dönüşü olmayacak kayıplar yaratacağı tamamen göz ardı edilmiştir. Plan raporu bu özelliği nedeniyle kendi içinde de son derece tutarsızlık göstermektedir. Raporun giriş kısmında kentin değerlerinden söz edilmekte iken, bu değerleri var eden kentliye karşı savunma odaklı işlevler önerilmekte, bu işlevleri yerine getirecek yapıların inşası için kentin özgün değerlerine zarar verilmekte, aynı zamanda da Dünya Miras Listesi’ne kabul edilmiş bir alanın evrensel niteliklerine aykırı bir yaklaşım gösterilmektedir. • KAİPD Plan Uygulama Hükümlerinin 3.15 Maddesinde geçen ve Uygulama İmar Planları için tanımlanan“… planlama alanında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından belirlenen alanlarda hazırlanacak kentsel tasarım projeleri bu planın ekidir. Bu plan ve hükümlerinde yer almayan uygulamaya dönük esaslar Kentsel Tasarım veya Mimari Projelerde belirlenir” hükmü, 3.31.1. Maddesinde geçen “Koruma amaçlı uygulama imar planı ile mimari proje arasında konunun gerektirdiği detaya bağlı olarak; 1/500 ve 1/200 veya 1/100 ölçeklerde hazırlanan uygulama ve yapım süreçlerinin belirlendiği projedir. Bu projede tescilli parseller dışında, plan değişikliğine konu olmaksızın yapı formlarının büyüklük, konum ve işlevleri belirlenir” hükmü ile 3.31.2. Maddesinde geçen “Planlama alanında Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca belirlenen tüm kapalı ve açık kullanım alanlarının uygulama süreci, planın eki olan Kentsel Tasarım Projesi doğrultusunda gerçekleştirilir” hükümleri mevcutta onaylı olmayan projeleri de bu planın eki olarak saymakta ve kentsel tasarım veya mimari projeleri herhangi bir onay durumu gerektirmeden çizen mimar/plancıların inisiyatifine bırakarak Suriçinde gerçekleştirilecek projelerin denetimsiz bir şekilde onaylı sayılmasına neden olmaktadır. Bu durum açıkça planlama ilke ve esaslarına aykırıdır. • Kentsel Tasarım Projeleri ile ilgili KAİPD’de üst ölçekte bütüncül hiçbir kararın alınmaması plan bütünlüğünün bozulmasına ayrıca KAİP’e bağlı kalmadan geleneksel kent dokusuna müdahale edilmesine sebep olmaktadır. • KAİPD Plan açıklama raporunda yol değişiklikleri ve genişletmelerinin gerekçesi olarak “güvenlik, servis hizmetleri, yangına karşı itfaiye araçlarının, sağlık hizmetleri için ambulans araçlarının geçişini kolaylaştıracak yollar bulunmamaktadır” denilmektedir. Söz konusu KAİPD’de açılan yolların sadece plan değişikliği ile planlanan “Emniyet Hizmet Alanları”na hizmet ettiği görülmektedir. Ayrıca Suriçi gibi kadim bir
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 72
kent dokusuna sahip olan yerleşmelerin itfaiye, ambulans gibi kamusal ihtiyaçları modern teknolojik çözümler üretilerek karşılanabilecekken bu ihtiyaçlar gerekçe gösterilerek kentsel dokuya zarar verecek yıkımlar plan kararları ile meşrulaştırılmaktadır. (TMMOB Diyarbakır İl Koordinasyon Kurulu, 2017) Yeniden Başlatılan Tahrip Edici Projeler Kentsel Dönüşüm ve Dicle Vadi Projesi: 2012 yılında Suriçi, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun kapsamında Bakanlar Kurulu’nun 22.10.2012 tarih ve 3900 sayılı kararı ile ‘afet riskli alan’ ilan edilmiştir. Suriçi bu kapsamda kentsel dönüşüm uygulamasına alınmıştır: Buna bağlı olarak bu alanda yapılacak dönüşüm kapsamında yıkılacak binalarda bulunan vatandaşların tahliyesi sonucunda konut ihtiyacı doğmaktadır. Bu ihtiyacın giderilebilmesi için rezerv yapı alanlarının üretilmesi için çalışmalar başlatılmış; bu kapsamda Dicle Vadisi ‘rezerv yapı alanı’ olarak belirlenmişti. Kentsel Sit Alanı olan Suriçi’nde kentsel dönüşüm uygulamasının, kentin özgün kültürel dokusunu zedeleyeceği gerçeği ile Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı’nın UNESCO dünya mirası adaylık çalışmaları sürecinde, kent bileşenleri olarak bu kararın uygulanmaması yönünde çalışmalar başlatılmış, Dicle Vadisi’nin ‘rezerv yapı alanı’ olarak belirlenme kararı, Büyükşehir Belediyesi ve Mimarlar Odası Diyarbakır Şubesi’nin konuyu mahkemeye taşıması sonucu karar, mahkeme kararıyla iptal edilmiştir. Bu bağlamda Alan Başkanlığı ve STK’ların girişimleriyle dünya mirası adaylık süreci de dikkate alınarak kentsel dönüşüm projesi de askıya alınmıştır. Ancak, alanda gerçekleştirilen yıkımın ve kamulaştırma kararlarının ardından hem kentsel dönüşüm projesi ve hem de Dicle Vadi Projesi yeniden uygulamaya sokulmuştur. Dicle Vadi Projesi’nin birinci etabı, dünya miras alanında yer alan On Gözlü Köprü kenarında başlatılmıştır. Bu kapsamda cami ve otopark gibi yapılar inşa edilmeye başlanmıştır. (bkz. Resim 14) Yeni evlerin inşası: Kentsel dönüşüm kapsamında yıkılıp düz araziye dönüştürülen alanda tarihi kent dokusuna ve geleneksel Diyarbakır evleriyle uyuşmayan betonarme yapılar inşa edilmeye başlanmıştır. Koruma Amaçlı İmar Planı’na aykırılık teşkil eden evlerin kütlesel konumları, avlu, duvar ölçüleri, sokak ve parsel büyüklükleri ile bağdaşmayan, ince taş kaplama evler yapılmaya başlanmıştır. Dış cephe görüntüsüyle de bu evler, Diyarbakır’ın geleneksel sokak dokusuna aykırılık oluşturmaktadır. (bkz. Resim 15)
73 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Resim 14. Dicle Vadisi Doğa Parkı Projesi (sol) ve proje kapsamında On Gözlü Köprü kenarında gerçekleştirilen ilk uygulamalar (sağ)
Ayrıca alanın insansızlaştırılması, binlerce evin yıkılması ve kamulaştırmalar, Suriçi’nin gerçek sahiplerinin artık bu alanda yaşamasına izin verilmeyeceğinin de göstergesidir. Peki yeni yapılan konforlu bu evlere kimler yerleştirilecektir? Surdan çıkarılarak evleri kamulaştırılan aileler olmayacağı açıktır. İçkale Rekreasyon Projesi: Dünya Miras Alanı içerisinde yer alan İçkale, 2000 yılında başlatılan proje gereğince Kültür ve Turizm alanı olarak işlevlendirilmesi karara bağlanmıştır. Projenin birinci etabında alanın Artuklu Surları ile çevrili bölümü müze alanı olarak, Osmanlı surlarının çevrelediği alan ise niteliksiz yapılardan arındırılarak, toprak altında varlıkları tespit edilmiş antik yapıların ve katmanların açığa çıkarılması amacıyla Amida Höyük ile birlikte ‘arkeolojik park’ olarak düzenlenmesi planlanmıştır. Alanın bu plan çerçevesinde işlevlendirilerek korunacağı gerek UNESCO adaylık dosyasında ve gerekse alan yönetim planında ve KAİP 2012 Revize Plan raporlarında da belirtilmiştir. ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 74
Resim 15. Yıkım sonrası alanda yeniden inşa edilen konutlar.
Ancak projenin ikinci etabının uygulanacağı alanda, rekreasyon düzenlemesi esnasında tescilli bir yapının da yıkılmış olduğu tespit edilmiştir. Boşalan alana ise modern park tasarımı uygulanmış; bu kapsamda iş makinaları ile kazılar yapılmıştır. (bkz. Resim 16) Tüm bu uygulamaların toprak altında bulunan arkeolojik kalıntılara zarar vermiş olması kuvvetle muhtemeldir. Sonuç yerine Yaşamın bugüne kadar kesintisiz sürdüğü Suriçi, Diyarbakır kentinin aynı zamanda yoğun ticaret alanlarından biridir. Kırsal bölgelerden getirilen geleneksel ürünlerin satıldığı pazarların bulunduğu alan, aynı zamanda kuyumculuk, bakırcılık, demircilik, ipek dokumacılığı gibi el sanatları üretiminin de devam ettiği merkezdir. Özgün yaşamın süreklilik sağladığı Suriçi, Diyarbakır kentinin toplumsal belleğidir. 1990’larda yaşanan olumsuzluklar sonrasında Suriçi’nde 2000’li yılların başından itibaren belediyeler, kamu kurumları, sivil toplum kuruluşları ile özel girişimciler tarafından yapılan restorasyon ve işlevlendirme çalışmaları ile kültür varlıklarını korunmasına yönelik ilgi ve istek artmış; sosyo-ekonomik ve kültürel hayatın yeniden canlandığı bir kent haline gelmiş; 2015’te UNESCO Dünya Mirası olarak tescillenmesi ile de tarihi kentin korunarak yaşatılmasına yönelik farkındalık daha da artmış ve bu bağlamda projeler geliştirilmiştir.
75 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Resim 16. İçkale’de alanın sahip olduğu arkeolojik değer gözetilmeden gerçekleştirilmiş açık alan düzenlemesi. Alanda yaşanan çatışmalar sonrasında yapılan uygulamalarda ise Dünya Miras Adaylık Dosyası ile birlikte UNESCO’ya sunulan ve onay alınan Alan Yönetim Planı ile 2012 yılında revize edilen Koruma Amaçlı İmar Planı’nın hükümleri hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Aralık 2016’da yeniden revize edilen Koruma Amaçlı İmar Planı, yapılan tahribatı meşrulaştırmıştır. Sur bölgesindeki mülk sahiplerinin, mülkiyet hakları ve ikamet edecekleri yerleri özgürce seçme hakları ellerinden alınmıştır. Suriçi’nde çatışmalar sonucu büyük oranda hasar gören tescilli yapılar ve tarihi kent dokusunun iyileştirilmesi sürecinde, katılımcılık esas alınarak kentin dinamiklerinin, bilim insanlarının, alan yönetim başkanlığının ve belediyenin
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 76
uzmanlarının da katıldığı bir ekiple tespit yapılmadığı gibi alanın yeniden planlanması için katılımcılık ilkesi göz ardı edilmiştir. Bu yönde uygulamalar sürmektedir. Yaşanan çatışmalı süreç sonrasındaki yıkım ve yapı izlerinin silinmesine yönelik faaliyetler ile ‘kentsel sit’ niteliğinde olan Suriçi bölgesine ait özgün sokak dokusu ile ada-parsel bütünlüğünün geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde yitirildiği görülmüştür. Ayrıca burada yaşayan halkın zorla göçe tabi tutulması ve çatışmalı süreç sonrası alınan kamulaştırma kararı ile birlikte, kentin binlerce yılın birikimiyle oluşan toplumsal hafızasının silinmesi, mülkiyetin el değiştirmesi ile demografik yapının dönüşmesi ve kültürel sürekliliğin kesintiye uğraması kaçınılmaz olacaktır. Kaynakça: Ökse, A.T. (2015) Amida Höyük Bulguları ve Tarihi Belgeler Işığında Eski Çağda Diyarbakır, (der.) Nevin Soyukaya, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Alan Yönetimi Başkanlığı: Diyarbakır Parla, C. (2012) Diyarbakır Surlarının Söyledikleri, (der.) F. M. .Halifeoğlu ve N. Dalkılıç, Uluslararası Diyarbakır Surları Sempozyumu, Diyarbakır Valiliği: Diyarbakır Diyarbakır Sur Belediyesi, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi (2012) Koruma Amaçlı İmar Planı Raporu 2012, Diyarbakır. Alper, B., Alper M. (2015) Diyarbakır Savunma Sistemi Mimarisi, (der.) Nevin Soyukaya, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Alan Yönetimi Başkanlığı: Diyarbakır Diyarbakır Valiliği (2017) http://www.diyarbakir.gov.tr/tumduyurular, erişim Ekim 2017. TMMOB Diyarbakır İl Koordinasyon Kurulu (2017) ‘Diyarbakır İli, Sur İlçesi Sınırları İçerisinde Bulunan 187 Hektarlık Alanda 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı Değişikliği ve 1/1000 Ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı Değişikliği İtiraz Raporu’ http://www.dimod.org.tr/mimarlarodasi/haber_detay.asp?id=314, erişim Ekim 2017 NOTLAR 1. Arkeolog, Diyarbakır Suriçi Alan Yönetimi eski başkanı, Dünya Miras Alanı Yönetimi eski başkanı. 2. Bkz. http://www.hurriyet.com.tr/surda-operasyonlar-bitti-40066171, http://www.memurlar.net/ haber/569909/sur-da-operasyonlar-tamamlandi.html, erişim Ekim 2017
77 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Forced Migration and Urbanisation of the Replaced Ones: Urban Poverty In The Case of Suriçi, Diyarbakır Serdar M. A. Nizamoğlu1 Based on the up-to-date database of the two recent strategic projects, the paper presents the socio-economic structure of the underdevelopment condition of the region (South-eastern Anatolia) with the specific focus of Diyarbakır. The research findings basically indicate that the rapid population growth by the forced migration occurred after the mid-1990s caused the consolidation of the everlasting social problems used to be valid in the region for centuries. Accordingly, the intensive growth of urban population in the city of Diyarbakır can not be expressed via so-called natural trends and tendencies within the social geography of the region. The researches conducted by the author shows that a dominant portion of the population migrated from the rural vicinity deprives from the basic economic capacity to be able to integrate into the productive life pattern of the city. While one-quarter of the migrated families has to live on the breadline, the losses due to the unprepared relocation resulted in a severe socio-psychological trauma. Those actually help us to reveal the real factor behind the intensive conflict realized within many urban areas in the region. In the light of the research findings, the paper concludes that the settled antagonism between the urban and the rural reproduces a very problematic condition in the cities through urban poverty after the uncontrolled process of rapid population growth by the forced migration. As a matter of fact, that is the basic condition and the relevant basis for any predictable political conflict in space.
1. İkarya Consultancy, the coordinator of Diyarbakır Fortress and Hevsel Gardens Cultural Landscape Area Management Plan
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 78
Zorunlu Göç ve Yerinden Edilenlerin Kentleşmesi: Diyarbakır Suriçi Örneğinde Kentsel Yoksulluk Serdar M. A. Nizamoğlu1 Makale, Diyarbakır Suriçi’ni de ele alan ve farklı tarihlerde yürütülen iki farklı çalışmanın bulgularını değerlendirmektedir. Çalışmalardan birincisi 2008-2009 yılları arasında yürütülen ‘Göçle Gelenlerin Ekonomik ve Sosyal Entegrasyon Projesi-EKOSEP’ bulguları, ikincisi 2012 yılında Karacadağ Kalkınma Ajansı için hazırlanan ‘Şanlıurfa-Diyarbakır Kentsel Altbölge Kalkınma Yaklaşımı’ raporudur. Göçle Gelenlerin Ekonomik ve Sosyal Entegrasyon Projesi-EKOSEP Bulguları2 2008-2009 yılları arasında Diyarbakır, Gaziantep, Şanlıurfa ve Erzurum kentlerinde yürütülen ‘Göçle Gelen Nüfusun Ekonomik Entegrasyonu Projesi’nin (EKOSEP) genel hedefi, Diyarbakır, Gaziantep, Erzurum ve Şanlıurfa kentlerinin belli başlı kentsel alanlardaki hızlı göçten kaynaklanan olumsuz etkilerin azaltılmasıdır. Projenin temel amaçları; • Seçilen illerde göçten kaynaklanan ekonomik, sosyal entegrasyon ve çevre ile ilgili altyapı problemlerinin çözümüne çok aktörlü bir biçimde yardım edilmesi ve ortak projeler uygulayarak yerel yönetimlerin kapasitelerinin geliştirilmesi • Yerel otoritelerin sunması gereken hizmetlerin kalitesinin, miktarının ve çeşitlerinin belirlenmesinde ve planlanmasında kaynak kullanımının geliştirilmesi amacıyla yerel kapasite oluşturulmasıdır. Projeden beklenen sonuçlar: • Hızla artan nüfus için yeterli derecede kamu hizmetinin planlanması, organizasyonu, sağlanması ve yönetimi için Diyarbakır, Gaziantep, Erzurum ve Şanlıurfa yönetimlerinin kritik kapasitelerinin geliştirilmesi • Önceden yapılandırılan 18 pilot proje aracılığı ile Diyarbakır, Gaziantep, Erzurum ve Şanlıurfa’da kırdan kente göç ile gelenlerin entegrasyonu için doğrudan katkıda bulunulmasıdır.
79 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Diyarbakır bir bölge merkezi olarak her dönemde önemini korumuş bir kenttir. Hızlı nüfus artışı ve kentleşme süreci, Diyarbakır’ı birçok benzer kentten ayıran bir özellik olmuştur. Bu önemine ve hızlı nüfus artışına rağmen Diyarbakır kenti, kamu kaynaklarından yeterli oranda pay alamamıştır. Bu duruma kentin içerisinde ve etkileşiminde bulunduğu bölgede yaşanan siyasal istikrarsızlık da eklenmiş ve kent, gelişme potansiyeli bulunmasına rağmen önemli sosyal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’de iç göç hareketi 1950’li yıllardan itibaren yoğun şekilde artış göstermiştir. İç göç hareketi kırsal alanlardan kentlere doğru olmuş ve sonrasında bu kentlerde tutunmayı başaramayan nüfus, metropollere doğru hareketlenmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde ise 1990’lı yıllardan itibaren başlayan ‘zorunlu göç’ süreci ekonomik nedenli iç göç hareketlerine eklemlenmiş ve bu bölgede yer alan kentlerdeki sorunların çok daha karmaşık hale gelmesine yol açmıştır. Diyarbakır ise içerisinde yer aldığı bölgede bu iki göç hareketinin eklemlenmesi nedeniyle yoğun nüfus artışına uğramıştır. Bu durum, günümüze kadar çözümlenememiş ve kentin süregelen ekonomik ve sosyal sorunlarının oluşmasında ve kalıcılaşmasında önemli bir etken olmuştur. Tablo 1. Bölge içerisinde Diyarbakır kentsel alanındaki nüfus artışı. (Kaynak: EKOSEP Diyarbakır Stratejik Eylem Planı, 2009)
Diyarbakır kentsel nüfusunun 1960 yılından sonraki gelişimi değerlendirildiğinde 1990 ve 2000 yılları arasındaki hızlı nüfus artışı göze çarpmakta ve kendi bölgesi içerisinde de öne çıkmaktadır. Diyarbakır kentsel alanındaki nüfus artış oranı 1990-2000 yılları arasında yıllık ortalama %4,48 oranında gerçekleşmiş, aynı dönemde Diyarbakır kırsal alan nüfusunda % 5 oranında bir düşüş yaşanmıştır. Zorunlu göçün yaşandığı dönemde yapılmış nadir çalışmalardan birisi olan ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) tarafından hazırlanan, ‘Bölge içi Zorunlu Göçten Kaynaklanan Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Ölçeğinde Araştırılması’ raporuna göre, Diyarbakır kent merkezinin nüfusu 1996 yılında 822.837 kişi olarak tahmin edilmiştir. 2000 yılı Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi sınırlarında
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 80
Şekil 1. Kırsal alan nüfus artış hızları (Kaynak: EKOSEP Diyarbakır Stratejik Eylem Planı, 2009)
yaşayan nüfus 685.000 kişidir. Bu durum göçle gelen nüfusun önemli bir bölümünün kentte tutulamadığını göstermektedir. Aynı durum TÜİK verileri dikkate alınarak yeniden yorumlanırsa; 1990-2000 yılları arasında Diyarbakır il nüfusu 161.000 kişi artarken, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi sınırlarında yaşayan nüfusta 225.000 kişilik bir artış yaşanmıştır. Kentsel alanda yaşanan bu hızlı nüfus artışının doğal nüfus artışı ile açıklanması olanaksız olup, nedeni zorunlu göçle açıklanabilmektedir. Diyarbakır bu yıllar arasında çevresinde yer alan illerin kırsal alanlarından göç eden nüfusun yanı sıra özellikle kendi kırsal alanından zorunlu göçle gelen büyük bir nüfusla karşı karşıya kalmıştır. Diyarbakır kentsel alanında 2009 yılında yaşayan nüfusun ekonomik ve sosyal koşulları ile bu nüfusun göçle ilişkisinin anlaşılabilmesi amacıyla EKOSEP projesi kapsamında saha araştırması3 gerçekleştirilmiştir. Diyarbakır kentsel alanını oluşturan bütün mahalleleri kapsayan saha araştırması %0,6 örneklem düzeyi ile gerçekleştirilmiş ve 3.032 yapılandırılmış görüşme formu uygulanmıştır. Aynı zamanda çalışma kapsamında 92 derinlemesine görüşme, beş odak grup görüşmesi yapılmış ve toplam 18.752 kişiye ilişkin veri elde edilmiştir.
81 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Tablo 2. Diyarbakır Yönelik Göç Dönemleri (Kaynak: EKOSEP, Diyarbakır Saha Araştırma Raporu, 2009)
Sayı
%
1950 Öncesi
61
2,0
1950-1959
101
3,3
1960-1969
255
8,4
1970-1979
507
16,7
1980-1989
588
19,4
1990-1999
1063
35,1
2000+
303
10,0
Sürekli Diyarbakır
54
5,1
3032
100,0
Toplam
Saha araştırması sonuçlarına göre, görüşülen 3.032 kişiden 2.878’i, (%94,1), şu anki ya da bir önceki hanelerinin Diyarbakır’a bir başka yerleşim yerinden göç ettiğini; 154 (%5.1)’ü ise hanelerinin iki kuşaktan uzun süredir Diyarbakır’da ikamet ettiğini ifade etmiştir. Elde edilen veriler değerlendirildiğinde Diyarbakır kentini büyüten ana unsurun aldığı göç nüfusunun olduğu ve Diyarbakır’ı anlamanın da göçü anlamakla mümkün olabileceği söylenebilir. Ayrıca, Diyarbakır kentinde yaşayan nüfusun %13,7’si 1970 yılından önce göç etmiş, 19701989 yılları arasında geçen 19 yılda göç edenlerin oranı %36,1 olmuştur. 1990-1999 döneminde ise göç nüfusu hızlı bir artış göstererek 9 yılda %35,1 oranına ulaşmıştır. Görüşülen kişilerin yaklaşık üçte biri hanelerinin kente bu dönemde göç ettiğini ifade etmişlerdir. Bu dönemi takip eden 2000-2009 döneminde kent göç almaya devam etmiş ancak göç nüfusu oranı bu dönemde %10’a gerilemiştir. Saha araştırması verilerinden elde edilen diğer bir sonuç ise Diyarbakır kentine göçle gelenlerin %79,5’inin, ilin kırsal alanından göç etmiş olduğudur. Göçün Nedenleri EKOSEP saha araştırması bulguları yaşanan göçün nedenleri açısından değerlendirildiğinde ise; Diyarbakır’a yönelen göçlerin %18,2’sinin çatışma nedenli göç, %55,4’ünün ise eko-
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 82
Şekil 2. Diyarbakır’a göçle gelenlerin yıllara göre dağılımı (Kaynak: EKOSEP Diyarbakır Stratejik Eylem Planı, 2009)
nomik nedenli göç olduğu yönündedir. Diyarbakır kentine, kentsel olanaklar nedeniyle göç edenlerin oranı ise %12,7’dir. Bu durum, Diyarbakır’ın aldığı göçün %72,7 oranında kırsal alanda sürdürülen ekonomik faaliyetlerin yaşanan güvenlik sorunları nedeniyle bozulması ve çatışma nedenli göçlere dayandığını göstermektedir. Tablo 3. Diyarbakır kentine yaşanan göçün nedenleri (Kaynak: EKOSEP, Diyarbakır Saha Araştırması Raporu, 2009)
Sayı
Ekonomik nedenli göç
%
10388
55,4
Çatışma nedenli göç
3418
18,2
Kentsel olanaklar nedenli göç
2379
12,7
Diğer
1706
9,1
861
4,6
Sürekli Diyarbakır Toplam
18752
83 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
100,0
Diyarbakır’a göç, dönemler açısından incelendiğinde, çeşitli nedenlerle yerinden edilmelerin 1990-1999 döneminde yoğunlaştığı görülmektedir. Bu dönemi %19 oranı ile 1980-1989 yılları arasındaki dönem izlemektedir. Ayrıca, Diyarbakır kentsel alanında yaşayan nüfusun büyük bir bölümünü Diyarbakır il sınırları içerisinde gerçekleşen göç hareketleri (%73,4) oluşturmuştur. Diyarbakır kenti kendi kırsalından ve Diyarbakır iline bağlı ilçeler ile bu ilçelerin kırsal yerleşimlerinden yoğun göç almıştır. Diğer taraftan kentteki önemli bir diğer göç kitlesini Mardin ilinden göçle gelenler (%9,8) ile Bingöl (%3,6) ilinden gelenler oluşturmuştur. Tablo 4. Diyarbakır’a göçün yaşandığı iller (Kaynak: EKOSEP, Diyarbakır Saha Araştırması Raporu, 2009)
Sayı
%
Diyarbakır
2227
73,4
Mardin
297
9,8
Bingöl
108
3,6
Şanlıurfa
60
2,0
Batman
32
1,1
Elâzığ
20
0,7
Şırnak
17
0,6
Muş
16
0,5
Siirt
14
0,5
Bitlis
11
0,4
Diğer iller Sürekli Diyarbakır Toplam
76
2.93
154
5,1
3032
100,0
Diyarbakır nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan göç ile gelen nüfusun önemli oranda 1990-1999 döneminde gerçekleşen zorunlu göç sürecinde kente eklemlendiği ve göç sürecinin de hazırlıksız olduğuna dikkat edilmelidir.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 84
Tablo 5. Diyarbakır il sınırları içerisinde göçün yaşandığı yerleşimler (Kaynak: EKOSEP, Diyarbakır Saha Araştırması Raporu, 2009) Yerleşimler
Oran
Diyarbakır Lice ve bağlı köyler
13.4
Diyarbakır Dicle ve bağlı köyler
9.8
Diyarbakır Silvan ve bağlı köyler
6.3
Diyarbakır Çınar ve bağlı köyler
6
Diyarbakır Kulp ve bağlı köyler
5.5
Diyarbakır Hazro ve bağlı köyler
5.3
Diyarbakır Eğil ve bağlı köyler
4.6
Diyarbakır Hani ve bağlı köyler
3.7
Diyarbakır Bismil ve bağlı köyler
3.3
Diyarbakır Ergani ve bağlı köyler
3.1
Diyarbakır Çermik ve bağlı köyler
1.3
Diyarbakır Kocaköy ve bağlı köyler
1.2
Diyarbakır kentine bağlı köyler
9.9
Diyarbakır
5.1
Diğer yerleşimler
21.8
Diyarbakır’a yaşanan göç dönemler açısından değerlendirildiğinde; saha araştırması uygulanan haneler içerisinde 1970 yılından önce çatışma nedeniyle Diyarbakır’a göç etmiş hane bulunmadığı anlaşılmıştır. 1970-1979 yılları arasında ise hanelerin % 0,2’si çatışma nedenli göç etmişken bu oranın 1980-1989 döneminde %5,6 seviyesine yükseldiği görülmektedir. Ancak, 1990-1999 dönemine gelindiğinde ise Diyarbakır’a çatışma nedeniyle göç eden hanelerin oranı %43,3’e yükselmiş durumdadır. 2000-2009 döneminde Diyarbakır’a çatışma nedenli göç ile gelen hanelerin oranı %4,6 oranındadır. Çatışma nedeni ile göç etmiş hanelerin % 91,5’i 1990-1999 döneminde Diyarbakır’a göç etmiştir. Saha araştırmasının diğer bir bulgusu ise Diyarbakır’a çatışma nedenli göç ile gelen nüfusa günümüzde de yeni haneler eklenmeye devam etmektedir.
85 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Tablo 6. Diyarbakır’a göçün yaşandığı yıllar (Kaynak: EKOSEP, Diyarbakır Saha Araştırması Raporu, 2009)
Çatışma nedenli göç grubu
Ekonomik nedenli göç grubu
Kentsel olanaklar nedenli göç grubu
Diğer nedenli göç grubu
Sürekli Diyarbakır grubu
Toplam
1950 öncesi
19501959
19601969
19701979
19801989
19901999
2000+
Sürekli Diyarbakır
Toplam
0
0
0
1
28
460
14
0
503
,0%
,0%
,0%
,2%
5,6%
91,5%
2,8%
,0%
100,0%
,0%
,0%
,0%
,2%
4,8%
43,3%
4,6%
,0%
16,6%
44
73
204
362
389
442
187
0
1701
2,6%
4,3%
12,0%
21,3%
22,9%
26,0%
11,0%
,0%
100,0%
72,1%
72,3%
80,0%
71,4%
66,2%
41,6%
61,7%
,0%
56,1%
12
15
29
84
95
100
77
0
412
2,9%
3,6%
7,0%
20,4%
23,1%
24,3%
18,7%
,0%
100,0%
19,7%
14,9%
11,4%
16,6%
16,2%
9,4%
25,4%
,0%
13,6%
5
13
22
60
76
61
25
0
262
1,9%
5,0%
8,4%
22,9%
29,0%
23,3%
9,5%
,0%
100,0%
8,2%
12,9%
8,6%
11,8%
12,9%
5,7%
8,3%
,0%
8,6%
0
0
0
0
0
0
0
154
154
,0%
,0%
,0%
,0%
,0%
,0%
,0%
100,0%
100,0%
,0%
,0%
,0%
,0%
,0%
,0%
,0%
100,0%
5,1%
61
101
255
507
588
1063
303
154
3032
2,0%
3,3%
8,4%
16,7%
19,4%
35,1%
10,0%
5,1%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
Diyarbakır’a göç ile gelen hanelerin, ilk ikamet ettikleri mahalleler ilçelere göre tasnif edildiğinde, çatışma nedenli göç ile kente gelen hanelerin Bağlar (%42,7), Sur (%25,2), Yenişehir (%24,5) ve Kayapınar (%7,6) ilçelerine yerleştikleri görülmektedir.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 86
Tablo 7. Diyarbakır’a göçün yaşandığı ilçeler (Kaynak: EKOSEP, Diyarbakır Saha Araştırması Raporu, 2009)
Çatışma nedenli göç grubu
Çatışma nedenli göç grubu
Ekonomik nedenli göç grubu
Ekonomik nedenli göç grubu
Kentsel olanaklar nedenli göç grubu
Kentsel olanaklar nedenli göç grubu
Diğer nedenli göç grubu
Diğer nedenli göç grubu
Sürekli Diyarbakır grubu
Sürekli Diyarbakır grubu
Toplam
Toplam
469
160
116
41
77
34
76
17
865
322
54,2%
49,7%
13,4%
12,7%
8,9%
10,6%
8,8%
5,3%
100,0%
100,0%
13,9%
27,6%
9,4%
28,2%
10,0%
29,4%
13,0%
49,4%
11,0%
28,5%
10,6%
25,2% 123
100
378
397
103
103
53
57
32
62
689
719
17,9%
13,9%
54,9%
55,2%
14,9%
14,3%
7,7%
7,9%
4,6%
8,6%
100,0%
100,0%
24,5%
19,9%
22,2%
23,3%
25,0%
25,0%
20,2%
21,8%
20,8%
40,3%
22,7%
23,7%
215
245
683
736
157
168
104
122
36
47
1195
1318
Toplam
Kayapınar
Bağlar
Sur
70 21,7%
Yenişehir
127 14,7%
18,0%
18,6%
57,2%
55,8%
13,1%
12,7%
8,7%
9,3%
3,0%
3,6%
100,0%
100,0%
42,7%
48,7%
40,2%
43,3%
38,1%
40,8%
39,7%
46,6%
23,4%
30,5%
39,4%
43,5%
38
88
171
408
36
100
28
49
10
28
283
673
13,4%
13,1%
60,4%
60,6%
12,7%
14,9%
9,9%
7,3%
3,5%
4,2%
100,0%
100,0%
7,6%
17,5%
10,1%
24,0%
8,7%
24,3%
10,7%
18,7%
6,5%
18,2%
9,3%
22,2%
503
503
1701
1701
412
412
262
262
154
154
3032
3032
16,6%
16,6%
56,1%
56,1%
13,6%
13,6%
8,6%
8,6%
5,1%
5,1%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
Kentteki nüfus gruplarını oluşturan haneler, günümüzde ikamet ettikleri ilçeler bazında analiz edildiklerinde çatışma nedenli göç ile kente yerleşen hanelerin ilçelerin nüfusu içindeki oranlarında değişiklikler yaşandığı görülmektedir. Kente çatışma nedenli göç ile gelen hanelerin ilk göç sonrası %25,2’si Sur ilçesinde ikamet ederken günümüzde bu oran %13,9’a gerilemiştir. Benzer bir biçimde Yenişehir’deki oran da %24,5’ten %19,9’ düşmüştür. Buna karşılık Bağlar ilçesindeki oran %42,7’den %48,7’e; Kayapınar’da ise bu oran %7,6’dan %17,5’e yükselmiştir4. Çatışma nedenli göç ile gelen hanelerin Diyarbakır’a ilk gelişlerinde yerleşmedikleri mahalle olmadığı görülmektedir. Bu mahalleler arasında, çatışma nedenli göç ile gelen hanelerin en çok yerleştikleri mahalleler, sırasıyla 5 Nisan (%12,5), Şehitlik (%12,3), Mevlana Halit (%8,5), Alipaşa (%6,8), Kaynartepe (%6,4), Huzurevleri (%6,0), Şeyh Şamil (%5,2) Fatihpaşa (%
87 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
4,6), Hasırlı (%3,6), Fatih (% 3,4), Gürdoğan (%3,2), Aziziye (%2,6), Melik Ahmet (%2,4), Muradiye (%2,2), ve Seyrantepe- Sanayi (%2,4) olarak karşımıza çıkmaktadır5. Hanelerin Gelirleri Düzeyi ve Gelir Farklılaşması EKOSEP Diyarbakır kent bütününü kapsayan saha araştırmasında ulaşılan hanelerin, aylık ortalama gelirlerinin dağılımı incelendiğinde, hiç geliri olmayan hanelerin oranı %23,2 olarak bulunmuştur. Bu oran Diyarbakır kentinde yaşayan hanelerin yaklaşık dörtte birinin açlık sınırın altında bir yaşam sürdürmek zorunda olduğunu göstermiştir. 2009 yılında aylık ortalama 1-500 TL arasında gelire sahip hanelerin oranının %22,3 olduğu kentte, 2.500 TL’den yüksek gelire sahip hanelerin oranı %4,8’dir. Hiç geliri olmadığını ifade eden haneler içerisinde büyük çoğunluğu %51,9 oranı ile ekonomik nedenli göç grubu oluşturmaktadır. Bu grubu %21,5 oranı ile çatışma nedenli göç grubu, %11,4 oranı ile kentsel olanaklar nedenli göç grubu takip etmektedir. Diğer nedenli göç grubu içerisinde hiç geliri olmadığını ifade eden hanelerin oranı %10,4, sürekli Diyarbakır grubu içerisinde %4,7’dir. Hiç geliri olmayan hanelerin kent içerisinde ikamet ettikleri ilçeler değerlendirildiğinde; % 49,2’sinin Bağlar ilçesinde, %22,2’sinin Yenişehir’de, %12,4 oranı ile Sur’da ve 12,4 oranı ile Kayapınar ilçesinde ikamet ettikleri anlaşılmıştır. Analiz ilçe bazında yapıldığında ise Sur ilçesinde ikamet eden hanelerin yaklaşık üçte birinin (%30,7) hiç gelire sahip olmadığı, bu oranın Bağlar ilçesinde %26,3, Yenişehir ilçesinde %21,7, Kayapınar ilçesinde ise %14,5 olduğu görülmektedir6. Diyarbakır kentinde hiç geliri olmayan hanelerin oranı, hiçbir mahallede % 10’dan daha düşük çıkmamıştır. Ancak, Barış, Camiikebir, Fabrika, Feritköşk ve Süleyman Nazif mahallelerinde hiç geliri olmayan hanelerin diğer mahallelere oranla daha fazla görüldüğü tespit edilmiştir. Hane Gelirlerinin Kaynakları Diyarbakır saha araştırması sonuçlarına göre hanelerin sadece % 14,3’ü gelir getirici bir işte çalışmaktadır. Toplam nüfusun % 56,6’sını, çalışan kesimin ise % 95,6’sını oluşturan 18-64 yaş aralığında olanların sadece % 24,1’i gelir getirici bir işte çalışmaktadır. Hanereislerinin gelir getirici bir işe sahip olma durumları göç ile bağlantılı olarak ele alındığında rızaları dışında göç ettirilen hanelerin reisleri arasında işsizliğin çok daha yaygın olduğu (%
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 88
Tablo 8. Hanelerin çalışma durumu (Kaynak: EKOSEP, Diyarbakır Saha Araştırması Raporu, 2009)
Kadın
0-17
Erkek
Toplam
Kadın
18-64
Erkek
Toplam
Kadın
65”
Erkek
Toplam
Çalışıyor
Çalışmıyor
Toplam
14
3783
3797
,4%
99,6%
100,0%
13,3%
49,7%
49,2%
91
3829
3920
2,3%
97,7%
100,0%
86,7%
50,3%
50,8%
105
7612
7717
1,4%
98,6%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
347
4956
5303
6,5%
93,5%
100,0%
13,6%
61,6%
50,0%
2212
3090
5302
41,7%
58,3%
100,0%
86,4%
38,4%
50,0%
2559
8046
10605
24,1%
75,9%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
0
215
215
,0%
100,0%
100,0%
,0%
51,6%
50,0%
13
202
215
6,0%
94,0%
100,0%
100,0%
48,4%
50,0%
13
417
430
3,0%
97,0%
100,0%
100,0%
100,0%
100,0%
89 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
60,4,); bununla birlikte sürekli Diyarbakır grubu (% 57,1) ve rızaen göç grubu hane reislerinin (% 51,3) arasında da işsizliğin yüksek oranlara ulaştığı görülmektedir. Hanereislerinin çalışma karşılığı gelirleri göç bağlamında ele alındığı, çatışma nedenli göç grubu hane reislerinin % 51,3’ü çalışma karşılığı gelire sahip değilken, 1.000 TL’den fazla gelire sahip olanların oranı sadece % 3,6’dır. Bu oran ekonomik nedenli göç grubunda % 10,9, kentsel imkanlar nedenli göç grubunda % 14,3, diğer nedenli göç grubunda % 8,0, sürekli Diyarbakır grubunda ise % 13,6’dır. Tablo 9. İstihdamın mahallelere göre dağılımı (Kaynak: EKOSEP, Diyarbakır Saha Araştırması Raporu, 2009)
Sıra 1
Mahalle Dicle
İstihdam Edilenlerin Toplam İstihdam İçindeki Payı 0,08
2
Feritköşk
0,08
3
Üçkuyu
0,16
4
Yolaltı
0,17
5
Dabanoğlu
0,4
6
Savaş
0,4
7
Hasırlı
0,4
8
Fatihpaşa
0,4
9
Cemal Yılmaz
0,4
10
Yeniköy
0,59
11
Yunus Emre
0,6
12
Alipınar
0,78
13
Cevatpaşa
0,87
14
Alipaşa
0,95
15
Lalabey
0,95
16
Ziya Gökalp
0,95
17
Süleyman Nazif
0,95
18
Abdaldede
0,95
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 90
İstihdamın mahallelere göre dağılımında Sur ilçesine bağlı mahallelerin en az istihdam oranına sahip mahalleler arasında olduğu görülmüştür. Sur ilçesine bağlı mahallelerin 11’i, 41 mahalle içerisinde ilk sıralarda yer almıştır. EKOSEP saha araştırmasında Diyarbakır kent genelinde %39 oranında yeşil kart sahipliği saptanmıştır. Sayısal olarak en fazla yeşil kart Bağlar ilçesinde saptanmakla birlikte oransal sahiplilikte Sur ilçesi %76 ile ilk sırada yer almaktadır. Görüşülen hanelerin %72,8’i gelirlerinin geçinmelerine yetmediğini belirtirken, gelirlerinin yeterli olduğunu beyan eden hanelerin oranı %17,2, tasarruf edebildiklerini belirten hanelerin oranı ise %10’dur. Gelir-gider ilişkisi göç bağlamında ele alındığında rıza dışı göç grubunda gelirinin yetmediğini belirtenlerin oranı %79,7’dur. Bu grubu rızaen göç grubu ve sonrasında sürekli Diyarbakır grubu izlemektedir. Gelir-gider durumu ilçeler bazında incelendiğinde, gelirlerinin yetmediğini belirtenlerin oranı Sur ilçesinde %76,7, Bağlar ilçesinde %76,3, Yenişehir ilçesinde %70,4 ve Kayapınar ilçesinde %66,6’dır. Sur ilçesinin, Yenişehir mahallesine yakın bölgeleri kısmen dışarıda tutulmak kaydıyla nerede ise ilçenin tamamına yoksulluk hakimdir. Diyarbakır’da yoksulluğun mekansallaştığı diğer bir ilçe de Bağlar’dır. Mekansal Yapı Diyarbakır kenti 1990 yılı sonrasında yaşanan hızlı nüfus artışına bağlı olarak kent geneline yansıyan mekânsal sorunlar ve zaman zaman bu sorunla bütünleşen sosyal sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Diyarbakır kentine yönelen hızlı ve kitlesel göç hareketi karşısında yerel yönetimlerin olanakları yetersiz kalmış, kent sonraki yıllara da yansıyan ekonomik, sosyal ve mekânsal sorunlarını çözmekte güçlük çekmiştir. Kentin taşıma kapasitesi aşılmış, denetimsiz, plansız yapılaşma yaygınlaşmıştır. Yerel yönetimlerin mali kaynak, teknik personel, sosyal hizmet sunumundaki eksiklikleri sorunlara müdahalede yetersiz kalmıştır. Kentin sosyal hizmet sunum kapasitesinin yetersizliği göçle gelen nüfusun kentle bütünleşmesini güçleştirmiş, göçle gelen nüfusun büyüklüğü karşısında istihdam olanaklarının sınırlı olması kentsel yoksulluğun yaygınlaşmasında önemli bir etken olmuştur. 1985-2000 yılları arasında Diyarbakır kentsel yerleşik alanındaki bütün ilçelerin nüfusları artış göstermiştir. Ancak, bazı mahallelerin nüfusları aşırı derece artmış, hektara düşen kişi sayısı ve yapı yoğunlukları kentsel yaşam standartlarını olumsuz yönde etkileyecek kadar
91 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Şekil 3. 2009 tarihli Diyarbakır kenti nüfus yoğunluk haritası (Kaynak: EKOSEP Diyarbakır Stratejik Eylem Planı, 2009)
yükselmiştir. Doğal nüfus artışı ile açıklanamayacak oranlardaki bu artışın nedeni göçle kente gelen nüfus olmuştur. Nüfus artışından en fazla Bağlar ve Sur ilçeleri etkilenmiştir. EKOSEP saha araştırmasının en somut sonuçlarından birisi de Bağlar İlçe Belediyesi sınırlarında yer alan bazı mahallelerin bütünüyle göç nüfusu ile oluşmuş olduğudur. Diğer taraftan göçle Diyarbakır kentine gelen nüfus, yaşam koşullarının iyileşmesine/ kötüleşmesine, iş veya kentsel olanaklara yakın olma gibi gerekçelerine bağlı olarak kent içerisinde hareketlilik içerisindedir. Göç grubunun kent içi hareketliliği zorunlu göç ve ekonomik nedenli göç gruplarına göre incelendiğinde, Sur ilçesi diğer ilçelere göre farklılaşmaktadır. Sur ilçesi, kente ekonomik nedenlerle göç edenlerin ilk göç anında tercih ettiği bir bölge iken, zaman içerisinde bu grup büyük oranda farklı ilçelere yerleşmekte, zorunlu göçle ge-
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 92
lenler ise ağırlıklı olarak Sur ilçesi sınırları içerisinde yer alan mahallelerde ikamet etmeye başlamaktadır. Ekonomik nedenli göçle kente gelenler her ne kadar ekonomik anlamda çok büyük ilerleme gösteremeseler dahi, bu göç grubuna ait olan hanelerin bir bölümü Sur ilçesinden daha fazla kentsel olanaklara sahip olan diğer ilçelere taşınmaktadır. Diyarbakır kentine göçle gelenler arasında bir karşılaştırma yapıldığında zorunlu göçle kente gelmiş olan hanelerin, ekonomik durumlarını iyileştirme konusunda diğer göç gruplarına göre daha fazla zorlanmakta oldukları tespit edilebilmektedir. Ruhsal Travma7 Zorunlu göç; öncesi, göç sırası ve sonrası ile travmatik bir yaşantı oluşturabilmektedir. EKOSEP saha araştırması sırasında ulaşılan 3.032 hanenin 528’inin (%17,4) zorunlu göç mağduru olduğu tespit edilmiştir. Zorunlu göç mağduru hanelerde görüşülen kişilerden 503’ü bu göç sırasında hayattayken, 25’i henüz doğmamıştır. Göç döneminde hayatta olduğu belirlenen 503 kişiye Başoğlu ve arkadaşları (2001) tarafından geliştirilen, duyarlılık ve özgüllüğü % 81 oranında olan Travmatik Stres Belirti Ölçeği uygulanmıştır. Zorunlu göçle gelen nüfusun ilk göç ettikleri yerleşim yerlerinin %66,9’u hane sayısı 1-100 arasında olan kırsal yerleşim birimleridir. Bu yerleşim yerlerinin %66,1’inde yaşayan nüfusun tamamı göç etmek zorunda kalmıştır. Zorunlu göç mağdurlarının %58,3’ü Diyarbakır kentine geldiklerinde ellerinde bulunan para ile ev kiralamış, %23,7’si ise hanelerinin gıda ihtiyacını karşılamıştır. Zorunlu göç mağduru haneler ilk bir yıl geçimlerini %53,0 oranında hanelerinde 18 yaş üstü bireylerin çalışmasıyla, %13,1’i daha önceki birikimleri ile, %12,3’ü akraba yardımları ile sağlamıştır. Zorunlu göç daha çok çatışma yaşanan bölgelerde gerçekleşmekte ve zaman zaman insan hakları ihlallerine de zemin hazırlayabilmektedir. Ayrıca, çatışma yaşanan bölgelerde sağlık ve eğitim hizmetlerinin aksamasının yanı sıra bölgede yaşayan nüfus gelir getiren ekonomik kaynaklarını kullanmakta güçlük çekmekte ve ekonomik koşulları giderek kötüleşmektedir. Zorunlu göç mağdurları göç sırasında travmatik olaylara maruz kalabilmektedirler. Göçe hazırlıksız yakalanmak, göç için kısa zaman tanınması, travmatik nitelikli olaylara maruz kalmak, ekonomik kaynaklarından mahrum kalma derin ve şiddetli ruhsal etkiler yaratabilmektedir. Ayrıca, göç öncesi ve sırasında hane içerisinde yaşanan kayıplar ailelerin parçalanmasına yol açabilmekte, erişkin yaştakilerin kaybedilmesi hanenin çocuk yaştaki bireylerini hane re-
93 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
isi haline getirebilmektedir. Göçün hazırlıksız gerçekleşmesi, göç edilen yerdeki koşulların olumsuzluğu gibi koşullar ise göç sırasında yaşanan güçlüklerin, göç sonrasındaki dönemlere de yansımasına neden olabilmektedir. Bu süreçte zorunlu göç mağdurları bedensel ve/ veya ruhsal sağlık sorunları yaşayabilmektedir. EKOSEP saha araştırması sonuçlarına göre zorunlu göç mağduru hanelerin; % 53,6’sına göç etmeleri için 24 saatten daha az süre tanınmış, % 39,6’sı ilk göç sırasında akraba/tanıdığının fiziksel olarak yaralandığını, % 13,8’i yaralanan akraba/tanıdığında bu yaralanma nedeni ile bedensel engel oluştuğunu, % 32,8’i ilk göç sırasında akraba/tanıdığının öldüğünü ifade etmiştir. Zorunlu göç mağdurlarının %71,8’i ilk göç öncesi yaşadıkları yere dönmeyi istemekte olup, %21,2’si göç nedeni ile tazminat almıştır. Zorunlu göç edenlerden, göç öncesi ekonomik durumları ile şu andaki durumlarını kıyaslamaları istendiğinde; %72,6’sı (%49,1’i çok kötü, %23,5’i kötü) durumlarının daha kötü olduğunu, %17,8’i göç sonrası dönemde hanelerinde psikiyatrik tedavi gören olduğunu, %17,0’si bu tedavinin göç sırasında yaşanılanlarla ilgili olduğunu bildirmiştir. Zorunlu göç mağdurları içerisinde; göç için 24 saatten daha az süre tanınanlarda, göç sırasında fiziksel olarak yaralananlarda, yaralanma nedeni ile bedensel özür gelişenlerde, göç sırasında akraba/tanıdığı yaralananlarda, akraba tanıdığının yaralanmasına tanık olanlarda, göç sırasında akraba/tanıdığı ölenlerde, bu ölüm olaylarına tanık olanlarda daha yüksek oranda TSSB saptanmıştır. İlk göç sırasındaki yaş açısından iki şekilde gruplandırılarak yapılan karşılaştırmalarda, ilk göç sırasında 15 yaş ve üzeri olanların daha küçük yaşta olanlara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek oranda TSSB tanısı aldıkları belirlenmiştir. Diyarbakır Suriçi Mahallelerine Ait Verilerin Kentsel Yoksunluk Dizinleri İle Karşılaştırılması EKOSEP saha araştırması bulguları, sağlık, eğitim hizmetlerinin mahallelerde var olup olmaması, öğretmen başına düşen öğrenci sayısı, derslik başına düşen öğrenci sayısı, kentsel altyapıya erişim, hane geliri, zorunlu göç, ekonomik göç verileri, konut büyüklüğü ve benzeri veriler bir arada değerlendirilerek endeksler hazırlanmış ve haritalandırılmıştır. Bu kapsamda Diyarbakır kentini oluşturan mahallelerin kentsel yoksunluk durumları birbirleri ile karşılaştırılabilir hale getirilmiş ve sonrasında yorumlanarak stratejik eylem planına girdi
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 94
Tablo 10. Suriçi mahallelerinde zorunlu göç nüfusu, 2009 (Kaynak: EKOSEP Diyarbakır Stratejik Eylem Planı, 2009) Zorunlu göç grubunun kentte ilk yerleştiği mahalle nüfusu içindeki oranı
Zorunlu göç grubunun şu anda ikamet ettiği mahalle nüfusu içindeki oranı
Zorunlu göç grubunun mahalleler arası hareketliliği (mahalle nüfusu içindeki oranın artışı-azalışı )
Ekonomik nedenli göç grubunun kente ilk yerleştiği mahalle nüfusu içindeki oranı
Ekonomik nedenli göç grubunun şu anda ikamet ettiği mahalle nüfusu içindeki oranı
Ekonomik nedenli göç grubunun mahalleler arası hareketliliği (mahalle nüfusu içindeki oranın artışı-azalışı)
Aralık%
Puan
Aralık-%
Puan
Aralık%
Puan
Aralık%
Puan
Aralık%
Puan
Aralık%
Puan
X/30
X/100
0
0
0
0
-
0
0
0
0
0
-
0
0-5
0-17
1_14
2
1_14
2
0
2
1_14
2
1_14
2
0
2
1_9
18-33
15-29
3
15-29
3
1_9
3
15-29
3
15-29
3
1_14
3
1_14
34-50
30-49
4
30-49
4
10_19
4
30-49
4
30-49
4
10_19
4
16-20
51-69
5 0 100
5
50-100
5
20+
5
50-100
5
50-100
5
20+
5
21-30
70100
CEMAL YILMAZ
24
3
36
4
13
4
53
5
55
5
2
3
24
80
CEVAT PAŞA
29
3
32
4
3
3
57
5
58
5
1
3
23
77
FATİHPAŞA
18
3
26
3
8
3
54
5
54
5
0
2
21
70
İSKENDERPAŞA
13
2
15
3
2
3
53
5
56
5
3
3
21
70
CAMİ NEBİ
8
2
11
2
3
3
62
5
67
5
5
3
20
67
DABANOĞLU
19
3
33
4
14
4
51
5
29
3
-23
0
19
63
CAMİ KEBİR
13
2
17
3
4
3
63
5
50
5
-13
0
18
60
MELİKAHMET
12
2
22
3
10
4
58
5
47
4
-11
0
18
60
ZİYA GÖKALP
33
4
38
4
5
3
40
4
29
3
-11
0
18
60
ALİ PAŞA
13
2
24
3
11
4
52
5
49
4
-3
0
18
60
ABDALDEDE
16
3
0
0
-16
0
40
4
63
5
23
5
17
57
LALABEY
11
2
20
3
9
3
50
5
45
4
-5
0
17
57
SÜLEYMAN NAZİF
0
0
0
0
0
2
80
5
100
5
20
5
17
57
HASIRLI
14
2
12
2
-2
0
62
5
56
5
-6
0
14
47
SAVAŞ
15
3
14
2
-1
0
55
5
36
4
-19
0
14
47
MAHALLE
95 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Final değer
Tablo 11. Kentsel yoksunluk dizini (Kaynak: EKOSEP Diyarbakır Raporu, 2009)
GELİR
MAHALLE
SÜLEYMAN NAZİF
GÖÇ
KENTSEL MEKAN MÜDAHALE
EĞİTİM HİZMETLERİNE ERİŞİM
İLK ADIM SAĞLIK HİZMETLERİNE ERİŞİM
KENTSEL HİZMET-ALTYAPI
X/100
DEĞER
X/100
DEĞER
X/100
DEĞER
X/100
DEĞER
X/100
DEĞER
X/100
DEĞER
0
0
0-17
0
0
0
0
0
0
0
0
0
1-20
1_6
18-33
4_5
1-20
1_3
1-20
1-3
1-20
1-3
1-20
1_2
21-45
4_14
34-50
6_8
21-45
4_7
21-45
4_7
21-45
4_7
21-45
3.Nis
46-69
15-20
51-69
9_10
46-69
8.Eki
46-69
8.Eki
46-69
8_10
46-69
5.Tem
70-100
21-30
70-100
Kas.15
70-100
11_15
70-100
Kas.15
70-100
11_15
70-100
8.Eki
35
10,5
57
8,5
44
6,6
57
8,6
90
13,5
82
8,2
HASIRLI
55
16,5
47
7
72
10,8
54
8,1
48
7,1
74
7,4
LALABEY
60
18
57
8,5
62
9,3
86
12,9
75
11,3
74
7,4
ABDALDEDE
70
21
57
8,5
64
9,6
94
14,1
83
12,4
72
7,2
İSKENDERPAŞA
60
18
70
10,5
56
8,4
66
9,9
55
8,3
72
7,2
MELİKAHMET
55
16,5
60
9
54
8,1
63
9,4
53
7,9
70
7
ZİYA GÖKALP
50
15
60
9
44
6,6
66
9,9
70
10,5
70
7
DABANOĞLU
60
18
63
9,5
52
7,8
60
9
48
7,1
68
6,8
CEVAT PAŞA
55
16,5
77
11,5
66
9,9
74
11,1
70
10,5
66
6,6
SAVAŞ
45
13,5
47
7
56
8,4
74
11,1
70
10,5
66
6,6
CEMAL YILMAZ
60
18
80
12
64
9,6
63
9,4
70
10,5
64
6,4
FATİHPAŞA
55
16,5
70
10,5
68
10,2
57
8,6
50
7,5
64
6,4
ALİ PAŞA
55
16,5
60
9
68
10,2
69
10,3
70
10,5
56
5,6
CAMİ NEBİ
55
16,5
67
10
52
7,8
63
9,4
63
9,4
54
5,4
CAMİ KEBİR
55
16,5
60
9
64
9,6
77
11,6
75
11,3
46
4,6
oluşturması sağlanmıştır. Aşağıda EKOSEP Stratejik Eylem Planı kapsamında Suriçi kentsel alt bölgesi için hazırlanan endekslerden zorunlu göç ve gelir durumu ile ilgili endeks verileri sunulmuş olup, bütün endeks değerlerinin sentezini oluşturan kentsel yoksunluk endeks verisi final tablo verilmiştir.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 96
Suriçi’nde yer alan mahallelerin gelir durumları incelendiğinde; Camikebir, Cemalyılmaz, Cevatpaşa ve Süleymannazif mahallelerinde hiç geliri olmayan hanelerin yoğunlaştığı görülmüştür. Suriçi’nde, göç grupları arasında en fazla hareketlilik Cemalyılmaz, Cevatpaşa, Fatihpaşa, İskenderpaşa mahallelerinde yaşanmaktadır. Suriçi genelinde zorunlu göç nüfusu küçümsenemeyecek oranlarda artarken (Cemal Yılmaz, Dabanoğlu, Melik Ahmet, Alipaşa), ekonomik nedenli göç grubu giderek azalmaktadır. Bu yapı, yeşil kart sahipliliği ve istihdam oranları ile birlikte değerlendirildiğinde, Suriçi’nde bir çöküntü riskini açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum Suriçi ile ilgili müdahalelerin sadece mekânsal müdahaleler ile sınırlandırılamayacağını da ortaya koymaktadır. Kentsel Yoksunluk Mahalle Dizini; gelir, göç, kentsel mekân, eğitim, sağlık ve kentsel altyapı hizmetlerine erişim verilerinin bir arada değerlendirilmesi ile oluşturulmuştur. Kentsel Yoksunluk Dizinine göre Suriçinde Süleyman Nazif, Hasırlı, Lalabey, Abdaldede, İskender Paşa mahalleleri kentsel hayatın birden çok alanında sorunlar yaşamaktadır. Bu nedenle bu mahallerin yaşam koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen stratejilerin sadece mekansal müdahaleler içererek başarıya ulaşamayacağı aynı zamanda sosyal hizmet sunumunun iyileştirilmesini içeren, bütünleşik projelerle ele alınması gerekmektedir. Sonuç Yerine Diyarbakır kentinde yapılan saha araştırmaları, EKOSEP stratejik eylem planı, altbölge kalkınma yaklaşımı Diyarbakır kentsel alanında yaşanan sorunların sadece mekansal veya yönetsel sorunlar olmadığını ortaya koymuştur. Kır-kent ayrımı olarak şekillenen diyalekt günümüzde kentsel alanda yarattığı temel çelişkilerle varlığını sürdürmekte ve kentsel yoksulluk olarak tanımlanan olgu sadece ülkemizde değil dünyada hızla artmaktadır. Kentsel alan düşünüldüğü gibi bir bütün değildir, kendi içerisinde gerek dikey gerekse yatay tabakalanmalardan oluşmaktadır. Kent içerisinde yer alan alt bölgeler ile diğer kentsel alanlar arasında önemli oranda gelişmişlik farkları bulunmakta; kentsel alanlar içerisinde de eşitsiz gelişen bölgeler ve yerleşim alanları bulunmaktadır. Yoksulluk kentlerde mekansallaşırken, kent alt bölgelere ayrışmakta ve bölgeler arasında temel yaşam göstergeleri açısından önemli farklılıklar gözlenmektedir. Bu durum öngörülebilir çatışmalara da yol açabilmektedir.
97 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
NOTLAR 1. İkarya Danışmanlık, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı Alan Yönetim Planı, koordinatörü 2. EKOSEP, Diyarbakır Stratejik Eylem Planı, 2009, yayımlanmamış rapor 3. Bu bölümde EKOSEP Saha Araştırması kapsamında İ. KESER ve A. EŞSİZOĞLU tarafından hazırlanan rapordan yararlanılmıştır. 4. EKOSEP, Diyarbakır Stratejik Eylem Planı, 2009, yayımlanmamış rapor 5. age. 6. age. 7. Bu bölümde EKOSEP Saha Araştırması kapsamında İ. Keser ve A. Eşsizoğlu tarafından hazırlanan rapordan yararlanılmıştır.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 98
İYİLEŞTİRİCİ ŞEHİRCİLİK
Çatışma Sonrası Kentte Yaralı Dokuyu Yeniden Canlandırma
RECOVERY URBANISM
Regenerating the War-Torn Urban Fabric
ODTÜ Kentsel Tasarım Yüksek Lisans Programı 2016-2017 Akademik Yılı Stüdyo Çalışmaları Seçkisi Selected Works of METU Master of Urban Design Studio in 2016-2017 Academic Term
ODTÜ Kentsel Tasarım Yüksek Lisans Stüdyosu METU Master of Urban Design Studio 2016-2017 Prof. Dr. Adnan Barlas, Doç. Dr. Müge Akkar Ercan, Yrd. Doç. Dr. Olgu Çalışkan, Yrd. Doç. Dr. Cansu Canaran
METU MUD Master of Urban Design
The 20th Anniversary
Maheen Abbasi, Mert Akay, Özgü Apaydın, Fethiye Arslantaş, Esra Aydin, Esin Duygu Döner, Rüya Erkan, Pelin Terlan Ertürk, Fatma Nacize Gözel, Hande Gürsan, Duygu Kalkanlı, Ali Emre Karabacak, Selen Karadoğan, Berçem Kaya, Çağrim Koçer, Ecem Kutlay, Sabrina Shurdhi, Didem Türk
The issue of ‘city after conflict’ was investigated in the context of Suriçi, Diyarbakır by a series of discussion led by the design researches under the main title of ‘recovery urbanism’. Regeneration of the dynamism of the everyday life within intrinsic complexity of the traditional urban fabric, and development of the responsive approaches on physical design and programming in the way of generating proper spatial solutions to enable the productive and creative capacity of the local community have been the major concerns in design during a year long design studies. In this purpose, reproduction of the emerging spatial context after the conflict with new programs, and imagination of the desired conditions of (dis)continuity between the old and the new have been considered as the main design questions to be researched by design. Following a series of thematic (representation and design-based) researches on conflict and urban warfare, the studio focused on the definition of strategic transformation and regeneration models. The proposed solutions are generic models in the way of controlling the overall area via a typological framework. Therefore, they could be reutilised for other post-conflict urban contexts exposing similar characteristics of the traditional fabric. In the second term, the students were asked to improve their morphological models with correspondent socio-economic perspectives. The site-visits conducted in each semester, in this regard, have provided an efficient basis to come with the new design ideas responsive to the specific conditions of the settlement.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 100
2016-2017 Akademik Yılı içerisinde Diyarbakır, Suriçi bağlamında ele alınan ‘çatışma sonrası kent’ sorunsalı, ‘iyileştirici şehircilik’ başlığı altında bir dizi tasarım araştırması ile irdelenmiştir. Karmaşık kent mülkiyeti deseni üzerinde tarihi kent dokusunun gündelik yaşam dinamiğini yeniden canlandırma ve yerel halkın yaratıcı ve üretken kapasitesinin deneyimine olanak verecek mekansal çözümler için gereken fiziksel tasarım ve program yaklaşımlarının geliştirilmesi, bir yıl süren tasarım araştırmalarının temel amacı olmuştur. Bu amaçla yıkımın ortaya koyduğu yeni toplumsal ve mekansal bağlamın ne tür bir yeniden üretim sürecine tabi tutulacağı, bu bağlam içerisinde yıkım sonrası eski ile yeni arasındaki süreklilik ve süreksizlik koşullarının imgelemi, konuya yönelik temel tasarım problemi olarak görülmektedir. Kent, kentsel mekan, savaş ve çatışmaya yönelik temsil ve tasarım temelli öncül araştırma süreci sonunda stüdyo, yıkıma uğramış ve dönüşüm gereksinmesi içerisindeki alanlara yönelik stratejik dönüşüm ve canlandırma modelleri üretmiştir. Ortaya konan modeller, alanın bütününü tipolojik olarak kapsayacak biçimde, kapsamlı ve genel (jenerik) niteliktedir. Bu anlamda Suriçi’ne benzer nitelikte çatışma görmüş tüm tarihsel yerleşim dokular için yeniden üretilebilir operasyonel bir çerçeve önerilmektedir. İkinci dönem içerisinde yapılmış çalışmalarda ise öğrencilerden, önerdikleri morfolojik tasarım modellerini alana özgü sosyo-mekansal kurgularla güçlendirmeleri istenmiştir. Bu yönde iki ayrı dönemde gerçekleştirilmiş olan alan gezisi bulguları, yerel yaşam örüntülerine duyarlı tasarım yaklaşımlarının geliştirilmesi için temel referans çerçevesi olarak işlevlendirilmiştir.
101 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
‘Creative Destruction’: Design for A Resilient Fabric Mert Akay, Esra Aydın, Hande Gürsan As a historical city, Suriçi is used to have a highly qualified traditional urban fabric composed of courtyards, terraces and streets that are full of life. The complex composition of small public spaces does actually provide strong spatial settings in which a rich social life is generated spontaneously. The military conflict occurred in the city has essentially damaged, if not totally destroyed, this condition which was historically evolved in time. Due to the conflict, there has been a large tract of urban fabric turned into a kind of devastated building mass which was too hard to reutilize for future accommodation. In this context, the central government agencies decided to get rid of the damaged urban fabric via a controlled demolition holistically. This was mainly for avoiding the difficulties of in-site transformation processes in addition to the safety and security reasons. Nevertheless, such an approach approved its negative results already observed in the area. The newly developed urban fabric on the existing sites are actually alienated from the original qualities of the traditional morphology. Considering that urbanistic approach critically, the project revisits the idea of ‘ruin’ as an opportunity for design. Suggesting the devastated urban fabric after the conflict as the basis for new design operations, a series of subtle design interventions have been formulated to define new spatial typologies out of the deformed urban fabric which still exposes a series of small-scale assets of the traditional tissue of Suriçi. In this sense, the project, ‘Creative Destruction’ is neither a reconstitution project nor a tabula-rasa (re)development, but an alternative perspective employing smart incremental operations by design.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 102
‘Yaratıcı Yıkım’: Kırılgan Olmayan Bir Doku İçin Tasarım Mert Akay, Esra Aydın, Hande Gürsan Tarihi bir kent niteliğindeki Suriçi, bünyesinde çok sayıda avlu, sokak ve terası barındıran, oldukça nitelikli bir geleneksel kent dokusuna sahiptir. Çok sayıda küçük kamusal mekanın karmaşık kompozisyonundan oluşan bu güçlü doku, aynı zamanda günlük yaşamın son derece zengin yaşam örüntülerini de kendiliğinden ürete gelmiştir. Yerleşim içerisinde yaşanmış olan çatışma en çok da tarih içerisinde zamanla evrilmiş olan bu toplumsal yaşam örüntüsüne zarar vermiştir. Şiddetli çatışmalardan sonra geriye kalan fiziksel doku ise yer yer yeniden iskan koşularını bir daha eskisi gibi sağlayamayacak oranda yıkıma uğramıştır. Güvenlik sorunlarını da gündeme getiren merkezi idare bu durum karşısında büyük zarar görmüş dokuyu onarmak yerine bütünüyle yıkıp yeniden inşa etmeyi tercih etmiştir. Yeniden yapım sürecinin ilk çıktıları ise söz konusu yaklaşımın geçerliliği konusunda ciddi düzeyde kuşku uyandırıcı niteliktedir. Yeni yapılan alanlarda toplumsal ve mekansal sürekliliğe yönelik gereken koşullar yöntemin doğası gereği karşılanamamaktadır. Bu bağlamda proje, ‘harabe’ kavramını yeni bir tasarım yaklaşımına temel oluşturacak şekilde yeniden gündeme getirmektedir. Yıkıma uğramış doku içerisinde çok sayıda mikro-mekan operasyonu ile var olan dokuya uyumlanan yepyeni yapı(laşma) tipolojilerini ortaya çıkarmaktadır. Bu yönüyle, taklide dayalı yeniden inşa (reconstitution) ya da sıfırdan yeniden yapım (redevelopment) yerine yenilikçi sürekliliği esas alan alternatif bir yaklaşımın olanaklılığı savlanmaktadır.
103 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Çatışma sonrası Suriçi’nin yıkım örüntüsünün çözümlemesi. Analysis of the destruction pattern emerged after the conflict in Suriçi
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 104
Örnek ‘yıkıntı tipleri’ üzerinde uygulanan müdahale biçimleri. Selected interventions applied on certain types of (hypothetically constructed) ruins.
Stratejik müdahale yaklaşımı ve çatışma sonrası tahrip olmuş dokuyu veri alan ilgili tasarım taktikleri. Strategic perspective and the corresponding design tactics utilizing the inherited fabric of the city after conflict. ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 106
107 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Kentsel elemanlar ve yıkımın düzeyine göre tanımlanan morfolojik tasarım operasyonları ve müdahalelerin alan içerisindeki bağlamsal dağılımını parametrik olarak tanımlayan dizeyler. The matrices showing morphological design operations in accordance with the corresponding urban elements and the levels of destruction, and that defining the interventions based on the typological context, parametrically.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 108
Modelin uygulanması sonucu ortaya çıkabilecek olası morfolojik yapıyı gösterir tasarım görselleri. Selected images simulating the new urban morphology after the possible application of the model.
‘Life’: Seeding The Life Within a Wounded Tissue Rüya Erkan, Duygu Kalkanlı, Berçem Kaya Historically being a Roman settlement constituted on a holistic grid-iron system, Suriçi reveals a very characteristic formation based on the self-production of space by the people live inside. Yet despite the overarching control of the grid structure, the collective fabric of the city was used to be reproduced by many generations of people living in the area for ages. This collective social production mode of the city has been performed as the main factor in the characterization of the spatial fabric of the settlement. The conflict realized in the city in 2015 did essentially damage such historical nature of Suriçi. The reconstruction process initiated just after the urban warfare, has revealed many spatial deficiencies in itself. The enduring top-down urbanistic perspective practiced in the area is far from ensuring the rich cultural formation which was used to be enabled by the the collective fabric shaped by the community for a long period of time. Any alternative approach aiming to regenerate the abovementioned characteristics of Surici should operationalize the original morpho-logic of the settlement revealing itself in the basic mechanisms of the formation process. In this regard, the project, Hayat –Life- conceptualizes Suriçi as a kind of lattice in which many life cells emerge via centering a series of courtyards around which the living environments are composed. Reutilizing so-called hayats as the nuclei of the future formation of the devastated urban fabric, the traces of the original life patterns are aimed to be flourished. Then the life would be seeded again for prospective memories of a new collectivity and communality in space.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 110
‘Hayat’: Yaralı Dokuya Yeniden Yaşam Zerk Etmek Rüya Erkan, Duygu Kalkanlı, Berçem Kaya Tarihsel olarak eski bir Roma kenti olan Suriçi, her ne kadar yerleşimin bütününü kontrol eden bir ızgara şema üzerinde gelişmiş olsa da yüzyıllar boyunca içerisinde ikame eden insanlar tarafından yeniden üretilmiş ve biçimlendirilmiştir. Suriçi’nin bu kolektif toplumsal üretimine dayalı yapısı onun geleneksel doku karakterlerini ortaya çıkartan temel etmen olagelmiştir. 2015 yılında yaşanan çatışma ise kentin bu tarihsel karakteristiğine ciddi biçimde zarar vermiştir. Yaşayanların yaptığı ve yeniden ürettiği kentsel yaşam alanları yıkıma uğradıktan sonra ortaya konan ‘yeniden yapım’ süreci kendi içerisinde ciddi mekansal tahribatlara neden olmaktadır. Geleneksel dokunun sahip olduğu çokkültürlü yapı ve mekansal çeşitliliği de ortadan kaldıracak biçimde oldukça ‘yukarıdan’ ve merkezi bir yaklaşımla yeniden üretilen mahalleler geçmişin zengin yaşam örüntülerini geleceğe taşıma yetisinden uzaktır. Bu örüntünün mekansal yapısını bir tür örgü niteliğindeki hücresel biçimleniş süreci karakterize etmektedir. Bu örgü yapı, birçok geleneksel kentte olduğu gibi Suriçi’nin de biçimleniş mantığını temsil etmektedir. Bu ‘yeni’ olarak ortaya konacak tüm alternatif şehircilik yaklaşımları bu morfolojik gerçeği veri almak durumundadır. Bu bakış açısı ile proje, Suiçi’ne kimliğini veren avlu dizgesini ve bu dizge içerisinde yer alan ‘hayat’ı temel tasarım kavramı olarak ele almakta ve ‘hayat’ı mekansal oluşumun öncül üretken bileşeni olarak önermektedir. Ortaya konan örnekler, ‘hayat’ çevresinde örülen bir dokunun bir dizi tasarım işlemi ile nasıl üreyeceğini betimlemekte ve yıkım sonrası alternatif bir şehircilik kurgusunun yöntemini modellemektedir.
111 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
‘Hayat’ temelli tasarımın kavramsal çerçevesi ve ‘hücresel gelişim’i esas alan stratejik tasarım yaklaşımı. Conceptual framework of the design based on the notion of ‘hayat’, and the strategic perspective for the proposed ‘cellular development’.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 112
Seçili tipolojik müdahale alanının aşamalı dönüşümünü ve bu biçimlenişi sağlayacak yapısal denetim dizgesini gösteren tasarım modeli. The design model illustrating the desired (trans)formation of the selected typological site and the required the structural system ensuring that formation.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 114
Seçili tipolojik müdahale alanının aşamalı dönüşümünü ve bu biçimlenişi sağlayacak yapısal denetim sistemini gösteren tasarım modeli. The design model illustrating the desired (trans)formation of the selected typological site and the required the structural system ensuring that formation.
115 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Inversing the Geometry: Open Fabric for a Fortified City Maheen Abbasi, Esin Duygu Döner, Ecem Kutlay “Friends! If until now you were used to move along roads and sidewalks, forget it! From now on we all walk through walls!” said Israeli General Aviv Kohavi at the The Battle of Nablus in 2002. Such a strategy introduced by the Israel Defense Forces at that time does actually represent a strong way of spatial thinking through reconceptualization of the settled urban syntax completely from a different perspective. Accordingly, soldiers did not use the main streets, public courtyards, and the external doors and windows to penetrate into the dense urban fabric during the war, but moved horizontally through walls, and vertically through the holes blasted on ceilings. The project, ‘Inversing the Geometry’ inspires from that destructive strategy in the way of reutilizing the concept within the constructive domain of design in urbanism. In a contrasting way, the project uses the micro spatial tactics of the inverse geometry to regenerate the war torn urban fabric of Suriçi, Diyarbakır. By a series of design operations, a large number of paths and internal connections are provided within the dense fabric of the city in order to ensure a more integrated spatial syntax in which the inhabitants stay connected to each other. By this way, the gradual injection of non-residential facilities would be morphologically possible within the very dense and complex traditional urban tissue. While functioning as homes for individuals, families and communities, the built fabric would be enriched by new public facilities exploring the dual nature of private and public sphere.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 116
Tersine Geometri: Surlu Bir Kent İçin Açık Doku Maheen Abbasi, Esin Duygu Döner, Ecem Kutlay “Bugüne kadar yol ve kaldırımları kullanarak hareket ettiniz. Bunu unutun! Şu andan itibaren duvarlar içinden yürüyeceğiz” dedi 2002 yılındaki Nablus Savaşı’nda yoğun kentsel dokunun avantajını kullanan Filistinli direnişçilere karşı yeni bir askeri harekat paradigması öneren İsrailli General Aviv Kohavi. İsrail Silahlı Kuvvetleri tarafından kent savaşı için ortaya konan bu yeni askeri strateji kentsel mekan dizininin yeniden kavramsallaştırılması ile güçlü bir mekansal kavrayışı bünyesinde barındırmaktadır. Bu yeni kavrayışla askeri birlikler kentsel doku içerisine sızmak için sokak, avlu ve dış kapıları kullanmak yerine duvarların içerisinden yatay ve tavanlardan açtıkları deliklerle dikey olarak doğrudan yoğun yapı stokunun içine girmektelerdi. Bu yıkıcı (kentsel) savaş stratejisini tasarım alanının yapıcı bakış açısı içerisinde yeniden ele alınması ve yenilikçi şehircilik taktikleri üretilmesi ‘Tersine Geometri’ olarak adlandırılan projenin temel çıkış noktası oldu. Öncekinden farkı olarak aynı kavram, kentsel tasarım bağlamında Suriçi’nin yaralı kentsel dokusunun yenilikçi onarımı amacıyla yeniden yorumlandı. Bu noktada, yoğun kentsel doku içerisinde bünyesinde alanda yaşayan insanların çok daha sık iletişebileceği daha bütünleşik bir kentsel yapı ve mekan örüntüsü yaratacak güçlü bir içsel geçiş ve bağlantı sitemini yaratmak amacıyla bir dizi tasarım operasyonu tanımlanmıştır. Çoğunluğu konut olan yoğun doku içerisine konut dışı kentsel işlevlerin entegre edilebilmesi yönünde gereken bütüncül mekansal altyapı kurgulanmaktadır. Bu sayede savaş koşullarında salt sivil halk için güvenli tahliye kanalları değil; aynı zamanda barış ortamında güçlü toplumsal iletişimin deneyimleneceği nitelikli mekanların oluşturulması amaçlanmıştır. 117 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
‘Tersine geometri’ kavramı temelinde geliştirilen tasarım modelinin stratejik çerçevesi. Strategic framework of the design model developed based on the concept of ‘inverse geometry’.
119 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Yapı ve dolaşım dizgesi arasındaki ilişkiyi (‘tersine’) yeniden tanımlayan bir dizi kompozisyon taktiğini ile ortaya konan bütüncül kentsel morfolojiyi betimleyen tasarım şemaları. The design scheme showing the overall urban morphology ensured by a series of compositional tactics inversing the relationship between the armature and the building complexes.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 120
Modelin uygulanması sonucu ortaya çıkabilecek olası morfolojik yapıyı gösterir tasarım görselleri. The images simulating the new urban morphology after the possible application of the model.
Designing the Resilience: Reducing The Post-Conflict Vulnerabilities in Suriçi Özgü Apaydın, Sabrina Shurdhi, Pelin Terlan Ertürk Located in the middle of a very mobile socio-geographical context in the region, Suriçi, Diyarbakır has always been in a constant phase of transition and transformation under the pressure of migration for the last decades. In this context, socio-economic factors of underdevelopment and the enduring political crisis in the region have made Suriçi one of the central location attracting large mass of people suffering from such a destabilized condition. To a certain extend, that compulsory functioning has been hardly performed beyond the carrying capacity of the old city. In addition to the physical fabric, the socio-economic structure of the city acted as another layer of vulnerability of the city. In this context, the intensive conflict occurred in the inner fabric of the settlement hit Suriçi on a very fragile basis. This situation calls for alternative perspective to ensure the resilience factors to be generated for the future regeneration of Suriçi in the post-conflict reconstruction process. From this perspective, the project operationalizes key design strategies via a series of interventions in the way of generating new building typologies which are flexible enough to adapt the changing conditions through the emerging needs in time. By designing flexible spatial structure within the traditional urban fabric, social resilience is also aimed to be provided through more dynamic programing in different uses and facilities. ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 122
‘Direnç Tasarımı’: Suriçi’nde Çatışma Sonrası Kırılgan Dokunun Güçlendirilmesi Özgü Apaydın, Sabrina Shurdhi, Pelin Terlan Ertürk Oldukça hareketli bir sosyal coğrafya içerisinde ve yoğun göç baskısı altında yer alan Diyarbakır, Suriçi, özellikle son otuz yıldır süreğen bir geçiş dönemi ve hızlı dönüşüm süreci içerisinde bulunmaktadır. Kronikleşen bir kriz durumu içerisinde sosyo-ekonomik azgelişmişlik koşulları ve politik çatışma ortamı, Suriçi’ni bölge içerisinde büyük kitleleri bünyesine çeken bir göç odağı haline getirmiştir. Bu zorunlu işlevsellik büyük oranda bu tarihi sur kentinin taşıma kapasitesi ötesinde güçlükle yaşama geçmiştir. Fiziksel dokuda baş gösteren mekansal kırılganlık, sosyo-ekonomik bağlamda da bir başka risk katmanı olarak kendini göstermektedir. Bu bağlam içerisinde Suriçi’nde yaşanmış olan çatışmalar oldukça kırılgan bir zeminde ortaya çıkmış ve bu durum mekansal ve toplumsal tahribat düzeyini yükseltmiştir. Tasarım projesi bu noktada, kriz koşulları ile hızla değişen koşullar ve bu koşulların ortaya çıkardığı yeni gereksinimlere yanıt verebilecek esnek yapı ve yapılaşma tipolojilerini ortaya çıkartacak tasarım stratejilerini işlevselleştirilmektedir. Yoğun geleneksel doku ile bütünleştirilecek esnek mekansal yapı tipolojileri ile öncelikli olarak farklı mekansal kullanım ve etkinlikleri bünyesinde barındıracak dinamik bir programlama yaklaşımının geliştirilmesi hedeflenmektedir. Yüksek çözünürlüklü dokuyu yaratacak modüler tasarım yaklaşımı ile temel olarak işlevsel ve toplumsal çeşitliliğin onarılarak canlandırılan kentsel yapı içerisinde yeniden oluşturulması öngörülmektedir. 123 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Suriçi’ndeki sosyo-mekansal kırılganlık etmenleri ve tasarımla azaltıcı müdahalelerin temel ilkelerini tanımlayan stratejik bakış aşısının kavramsal çerçevesi. Conceptual framework of the strategıc perspective defining the main factors of socio-spatial vulnerability in Suriçi and the basic principles for the interventions to diminish it by design.
Tasarım yaklaşımının önerdiği esnek gelişime açık, bağlantılı yeni ada-grup morfolojisi. The proposed morphology of the new ensemble typology enabling flexible growth of the connected pattern.
Öneri yapı kompleksi tipolojisi içerisindeki kamusal mekansal oluşumlarını betimleyen tasarım görselleri. Design images illustrating the formation of the public space within the proposed typology of the building complex.
‘The Wall: The New Interpretation of the Fortification Nacize Gözel, Selen Karadoğan, Çağrım Koçer In addition to the courtyards, narrow streets, rooftop terraces and the special architectural typology it has, the most particular spatial feature of Suriçi, Diyarbakır is the fortification walls surrounding the dense traditional urban fabric. The wall is the major urban element which characterises the urban morphology of the city. In addition to its function of spatial demarcation from outside, it is also used to perform as the framework which conditions the structural formation of the urban network with the main gates attracting the major axes on themselves. The wall, actually, is one of the main factor which keeps the settlement compact and even over-dense eventually causing some spatial deficiencies in real. The project, ‘The Wall’, in this context, reconsiders the concept from a strategic design perspective. Accordingly, the closed circular formation of the city wall is reinterpreted via a new spatial and programmatic definition by design. Instead of acting as a figure of separation, the wall-like structural system is proposed to diffuse into the dense urban fabric in order to regenerate the old fragmentary urban body of the city. Performing various actions (i.e. surfacing, zipping, separation and bridging) through different levels of scale (from building to ensemble), the structural frame of ‘the wall’ operates as the new urban structure accommodating multiple urban programs for a dynamic occupation and free movement through the regenerated fabric. ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 128
‘Duvar’: Surun Yeni(den) Yorumu Nacize Gözel, Selen Karadoğan, Çağrım Koçer Avlular, dar sokaklar, yaşam dolu çatı terasları ve özgün konut tipolojisine ek olarak koruma duvarı niteliğindeki sur, kendini kentin adına yansıtan Suriçi için en özgün ve özel mekansal yapı unsurlarından biridir. Yoğun geleneksel kent dokusunu saran sur, Suriçi’nin kent morfolojisini de belirleyen bir kentsel eleman olagelmiştir. Kent formunu dışardan saran bir sınır elemanı olmasının ötesinde sur, özellikle üzerinde barındırdığı ve ana eksenleri kendine çeken kent kapıları ile kentsel dolaşım ağı ve sokak örüntüsünü biçimlendiren bir işlevselliğe sahip olmuştur. Kenti derişik ve hatta fazlasıyla yoğun dokusunun ortaya çıkmasında temel etmen olan duvar, bu bağlamda bugün mekansal nitelik anlamında yaşanan birçok sıkıntı ve sorunun da sorumlusudur bir anlamda.. ‘Duvar’ projesi bu bağlamda, suru stratejik tasarım perspektifi ile yeniden ele almaktadır. Buna göre kapalı dairesel bir biçimlenişe sahip kent duvarı, farklı bir yapısal biçimleniş ve işlevsel programlama ile yeniden yorumlanmaktadır. Bir tür ayırma/ayrıştırma işlevi gören duvar, öneri yeni duvar-yapı ile yenilenme yolunda parçalı ve yaşlı yoğun kentsel dokunun içine sızan bir doğrusal dizgenin temel altyapısı olarak yeni yorumuna kavuşmaktadır. Tekil yapıdan yapı grubuna farklı ölçeklerde arayüz, yüzey, eklem, ayraç, köprü gibi faklı işlevsel elemanlar olarak karşımıza çıkan duvar, farklı kamusal işlevleri bünyesinde barındıran, yenilenen doku bütününde dinamik bir yerleşim örüntüsü ile serbest dolaşıma olanak tanıyan bir kentsel yapı (strüktür) haline gelmektedir.
129 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
‘Duvar’ kavramını alanın özgün bağlamı içerisinde yıkıma uğramış dokuyu güçlendirecek üretken bir yapı tipolojisi olarak farlı ölçeklerde tanımlayan tasarım şemaları. The design diagrams contextualising the concept, ‘The Wall’ as a generative structure for the consolidation of the war-torn urban fabric.
131 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Farklı ‘duvar’ uygulamalarına sokak, ada ve parsel ölçeğinde bağlayıcı, yönlendirici, ayırıcı vb. olarak tanım getiren müdahale biçimleri. The types of design interventions defining the application of ‘the wall’ performing as a connector, director, separator etc. on the scale of street, block and plot.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 132
‘Duvar’ kavramının yeniden yorumlanması ile geliştirilen çizgisel yapının alanda uygulanması ile elde edilebilecek olası yeni kentsel doku morfolojisi. 133 CONFLICT PLANNING AND DESIGN The new morphology of the urban fabric simulated after the possible application of the linear structure developed by the original reinterpretation of the concept, ‘the wall’.
Re-Weaving the Torn Fabric Ali Emre Karabacak, Didem Türk, Fethiye Arslantaş Suriçi, Diyarbakır exposes a very fragmented character in urban morphology. There are several factors behind that reality. While the first factor is informal development within the traditional fabric which has been intensified since the 1990s, the second one is urban transformation taken place in certain neighbourhoods which caused unfinished developments. Finally, the intensive conflict realised in the settlement caused a severe destruction in a serious part of the overall fabric. In order to end that condition via a smart transformation strategy, the design project suggests a strategic framework based on the definition of segments called ‘transformative sections’. On the typologically defined sections, three types of interventions (development, redevelopment and infill) have been specified. Within each section located on few strategic axes, the projected transformatıon of the built fabric is to be triggered from the frontal parcels and then integrated into back of the neighbouring blocks. By this way, a kind of strategic approach is conveyed via selecting specific sections to steer the large-scale transformation in a coherent manner. By means of the strategic axes integrated into the disconnected typological enclaves of the settlement, the fragmented morphology of Suriçi is aimed to be regenerated in a holistic framework. Yet, as the simulation of the model showed, in order to transform such a dense and complex fabric, a dense mesh of strategic network is needed. ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 134
Yırtık Dokuyu Yeniden Dokumak Ali Emre Karabacak, Didem Türk, Fethiye Arslantaş Suriçi sahip olduğu doku ile oldukça parçalanmış bir kentsel morfolojiye sahiptir. Bu verili durumun arkasında birincil etmen, geleneksel doku içerisinde özellikle 1990’lardan bu yana yoğunlaşmış olan enformel yapılaşma eğilimi iken; ikinci temel etmen, kentin belirli yerlerinde uygulamaya konan ancak yarım bırakılarak bitirilmemiş olan kentsel dönüşüm programlarıdır. Son olarak yerleşimin içinde yaşanan yoğun çatışmalar, kent dokusunun ciddi bir bölümünde yıkıma neden olmuştur. Parçalanmış doku biçimlenişine dayalı bu duruma akıllı bir dönüşüm stratejisi ile bir son verebilmek için tasarım projesi, ‘dönüştürücü kesit’ adı verilen belirli bölüntüler üzerinden tanımlanan bir stratejik çerçeveyi önermektedir. Tipolojik olarak tanımlanan kesitler üzerinden üç ayrı müdahale biçimi (geliştirme, yeniden geliştirme ve dolgu) tanımlanmıştır. Az sayıdaki stratejik eksen üzerinde konumlandırılan her bir kesitte, sokak kesiti üzerinde yer alan komşu adaların ön parselinden ada içine doğru aşamalı bir dönüşümü morfolojik olarak kodlanmıştır. Böylece stratejik olarak seçili az sayıdaki eksen üzerindeki belirli kesitler üzerinden üst ölçekte bütünleşik bir dönüşümün gerçekleştirilebileceği öngörülmektedir. Kopuk yerleşim bölgelerinin içine entegre edilecek eksenler sayesinde Suriçi kentsel dokusunun parçalanış niteliğine bütüncül bir stratejik çerçeve ile son verilmesi amaçlanmaktadır. Bununla birlikte yapılan tasarım simülasyonları bu nitelikte bir dönüşüm için yoğunlaştırılmış bir stratejik ağa gereksinim duyulduğunu göstermektedir.
135 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Alanın ‘dönüştürücü kesitlerle’ denetimli yeniden biçimlendirilmesi amacıyla saptanmış olan programatik eksenleri gösterir stratejik müdahale çerçevesi. The strategic framework showing the programmatic axes specified for the controlled (re)formation of the area by the so-called ‘transformative sections’.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 136
Farklı sokak kesitleri ile tanımlı ‘dönüştürücü kesitler’ ve alanda seçili stratejik eksenler üzerindeki konfigürasyonu. 137 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
‘Transformative sections’ defined by different street sections and their configurations on the selected strategic axes.
‘Dönüştürücü kesitler’ üzerinde ön-cephe parsellerden ard bölgeye yayılan dönüşümün morfolojik olarak modellenmesi. Morphologic modelling for the transformation from frontal parcels to the back of urban blocks located on the ‘transformative sections’.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 138
Kesit temelli dönüşüm modeli ile ortaya çıkan bütünleşik doku kompozisyonunu gösterir plan şeması. Plan drawing demonstrating the integrated composition of the fabric though section-based transformation.
139 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Öneri tasarım modelinin uygulanması durumunda ortaya çıkacak doku tipolojisini betimleyen perspektif çizimi. Perspective drawing illustrating the emergent tissue after application of the proposed design model.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 140
141 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
‘In-Balance’: Cohering The Fragmented City After Conflict Mert Akay, Fethiye Arslantaş, Ali Emre Karabacak, Sabrina Shurdhi Especially after the compulsory migration process occurred in the 1990s, Suriçi, Diyarbakır had to face a very severe transformation process both in spatial and social context. The settled patterns of social profile and the peculiar spatial typologies which used to be responsive to the previous social structure was subject to be transformed quite radically. Such rapid transformation has been resulted in fragmentation within both social and physical fabric of the inner city, Suriçi. The so-called planned transformation by the mass housing agency of the central government (TOKI) and the recent military conflict taken place in the heart of the settlement did truly consolidate this fragmentary condition in space. Such a deteriorative process has created some sort of segregations within the dense fabric based on clear distinctions in both social profile and the spatial typology of the living fabric. In this context, current development planning approach corresponds to nothing but a static blueprint masterplan approach against the complexity of the problem. In this regard, the project, ‘In Balance’ aims to strike a clear balance between the fragmented segments of the settlement by developing a specific structural system in the way of weaving a new coherent urban fabric. By addressing the existing publicly used registered buildings as the central nodes, new urban ensembles are identified and designed by a series of design codes smoothing the deep spatial fracture.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 142
‘Dengeleme’: Çatışma Sonrası Parçalı Kenti Kaynaştırmak Mert Akay, Fethiye Arslantaş, Ali Emre Karabacak, Sabrina Shurdhi Özellikle 1990’lı yıllardaki zorunlu göç hareketi sonrasında, Diyarbakır Suriçi kendi toplumsal ve fiziksel bağlamı içerisinde oldukça ciddi bir dönüşüm sürecinin içine girmiştir. Kentin yerleşik toplumsal profili ve bu sosyal örüntüye uygun yapı ve mekan tipolojileri yerleşimim birçok yerinde köklü dönüşüme uğramıştır. Bu hızlı dönüşüm kentin fiziki ve sosyal dokusu içerisindeki kırılmaların da önünü açmıştır. TOKİ’nin öncüllediği sözde planlı kentsel dönüşüm projesi ve son askeri çatışma süreci sonrası uygulamaya konan ‘yenileme’ projeleri bu mekansal parçalanma durumunu kendi içerisinde daha da güçlendiren etmenler olmuştur. Bu bozucu süreç, bütüncül yaşam örüntüsü içerisinde toplumsal profil ve yapılaşma tipolojisi temelli ayrışmaları da beraberinde getirmiştir. Bu bağlam içerisinde egemen imar planlama anlayışı ve onun getirdiği statik anaplan yaklaşımı, sorunun karmaşıklığına yanıt verememektedir. Bu kaygı doğrultusunda proje, Suriçi’nin parçalanmış kesitleri arasında algılanabilir bir dengeyi yeni bağdaşık bir kent formunu örecek bir yapısal dizge önerisi ile sağlamayı amaçlamaktadır. Bu amaçla, var olan tescilli kamu yapılarını odak alan bir dizi yerleşim alanında (anklav) derin ayrışmayı ortadan kaldıracak tasarım kodları tanımlamakta ve kendi içerisinde tanımlı alt parçalardan oluşan bağdaşık ve bütünleşik bir kent formunu hedeflemektedir. Bu yönüyle proje, içsel farklılaşmaları bir tür sosyo-mekansal zenginlik olarak kabul ederken kendi içinde bütünlüklü bir mekan algısını yaratacak dinamik bir tasarım çerçevesini ortaya koymaktadır.
143 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Çatışma dönemi öncesinden başlayarak sosyo-ekonomik denge durumunu kaybetmiş Suriçi’nin sosyo-mekansal analizi ve kavramsal tasarım çerçevesi. Socio-spatial analysis of Suriçi which had already lost its socio-economic balance, and the conceptual design framework accordingly.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 144
Anklavlar halinde tasarlanmış yaşam bölgelerinin mekansal dağılımını ve denetimli parçaları birbirine bağlayan öneri dolaşım ağını gösteren plan şeması. Plan diagram showing the spatial distribution of the design enclaves and the proposed circulation network connecting the controlled fragments.
145 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Anklavlar içerisinde oluşturulan ve yerleşim odaklarını tanımlayacak olan kamusal mekan tipolojileri. Plan diagram showing the spatial distribution of the design enclaves and the proposed circulation network connecting the controlled fragments.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 146
Kamusal odakların yoğunlaşması ile belirginlik kazanan anklavların oluşumunu koşullayan ağ yapısının biçimlenişini betimleyen stratejik tasarım çerçevesi. Strategic design framework illustrating the formation of the network structure that conditions the emergence of enclaves designated by the concentration of public nodes.
147 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Alan içerisinden bir yaşam bölgesinin mekansal örgütlenmesini gösteren plan şeması. Plan schema illustrating the spatial organization of a selected enclave from the site. ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 148
149 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Open Fabric: Inversing the Settled Perception of the City Esin Duygu Döner, Ecem Kutlay, Maheen Abbasi Despite its very special peculiarities, Suriçi, Diyarbakır represents a very features of a historical settlement having a close-knit urban fabric in which the tidy urban life takes place in the publicity of narrow streets and few small public nodes along with a large number of privately owned housing courtyards within a system of connected enclosure in space. This particular space structure, surely, connotes to a spesifik cultural formation evolved in a long period of time. The emerging cultural form and patterns unavoidably rely on a very settled perception of space. The project, ‘Open Fabric’ specifies that point as the main design theme to be researched. In line with the initial concept, ‘inverse geometry’ suggested by the group before, the current project searches for the possible assets to be generated by inversing the settled perception of form and space in Suriçi. To that aim, there are a series of micro design tactics suggested to transform the already established patterns into new and novel forms that would eventually generate unexpected values in use. Through accumulated application of the tactics on buildings, open spaces and streets (via new links, passages and openings) the emerging pattern would generate new public nodes (‘hubs’), community openings, public pockets and housing clusters. That is believed to increase the productive capacity of the local community while enriching life with new programs integrating into the new web of space on-ground, above ground and underground of the inversed urban setting of Suriçi.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 150
Açık Doku: Kentin Yerleşik Algısını Tersine Çevirme Esin Duygu Döner, Ecem Kutlay, Maheen Abbasi Oldukça özel özgünlüklerine karşın Diyarbakır Suriçi, düzenli günlük yaşamın birbirine bağlı bir kapalı mekan ve açık alan dizgesi içerisindeki dar sokakların, az sayıdaki kamusal odağın ve özel mülke tabi çok sayıdaki konut avlularının yer aldığı yoğun kentsel dokuya sahip tarihi bir kentin tipik niteliklerini bünyesinde barındırır. Bu özel mekansal yapı kuşkusuz uzun zaman içerisinde evrilmiş belirli bir kültürel biçimlenişe karşılık gelir. Ortaya çıkmış olan kültürel biçim ve örüntüler ise kaçınılmaz olarak yerleşik bir mekansal algıya yaslamaktadır. Proje, bu noktayı yeniden araştırılacak bir tasarım teması olarak saptamaktadır. Grubun önceki projesinde ortaya attığı tasarım kavramı olan ‘tersine geometri’ ile uyumlu olarak tasarım grubu, mevcut projede Suriçi’ndeki yerleşik biçim ve mekan algısının dönüştürülmesi ve hatta tersyüz edilmesi durumunda ortaya çıkabilecek olası değerleri araştırma konusu haline getirmektedir. Bu amaçla proje, var olan örüntüleri kullanımda beklenmedik değerleri üretebilecek yeni ve alışılmamış biçimlere dönüştürecek bir dizi mikro tasarım taktiklerini önermektedir. Yapı, açık mekan ve sokak üzerinde yeni bağlantılar, geçişler ve açılmalar yaratan müdahaleler ile yeni kamusal odaklar, açıklıklar, cepler ve yapı kümeleriyle ortaya çıkan yenin örüntünün hem yerel halkın üretken kapasitesini artıracağı hem de Suriçi’nin ‘tersine çevrilmiş’ kentsel düzeninde yer yüzeyinde, yer üstünde ve altında konumlanan mekan ağına entegre yeni programlarla günlük yaşamı zenginleştirecektir. Küçük ve artımlı operasyonlarla uygulanan ‘tersine çevirme’ süreci, Suriçi’nde olduğundan bütünüyle farklı bir morfoloji yaratmak yerine, var olana referansla ince süreklilikleri esas alan geleceğe yönelik yenilikçi bir mekansal evrimi temel almaktadır.
151 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
‘Açık doku’ kavramının mekansal bileşenleri ve alan bütünündeki örgütlenmesi üzerine tasarım şemaları. Design schema on the spatial components of the concept of ‘open fabric’ and its overall organization on the site.
Aktif kamusal mekan yüzeyi artırılmış, bağlantılı ve geçirgen öneri doku tipolojisi. Connected and permeable built fabric in which the actively utilised public space surface area is increased.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 154 ‘Açık doku’ içerisinde kamusal mekan tipolojisi ve program dizeyi. Public space typologies within ‘open fabric’ and its programmatic matrix.
155 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Kamusal öbek çevresinde ‘açık doku’nun üretimi ve erişilebilirlik, çok-işlevlilik ve güneş etkisi bağlamında beklenen başarımı. Generation of the ‘open fabric’ around hubs and its expected performance in terms of accessibility, multi-functionality and sunexposure.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 156
Yükseltilmiş ve yeraltı donatı sistemleri ile kentsel dokuda açıklığı sağlayan bağlantı tipolojileri. Typologies of connectivity ensuring openness within the fabric via elevated and underground armature systems.
Permacultural Community Development Esra Aydın, Hande Gürsan Traditional fabric of Suriçi is mainly based on the typology of courtyard housing. Most of these courtyards have wells and ponds which are named ‘life’. The traditional wells are mainly used for domestic consumption. Nevertheless, with the increasing population, the level of water consumption in Diyarbakır has seriously increased beyond the capacity of the wells. The collected waste water is irreversibly discharged to Dicle River in addition to the loss due to the poor condition of infrastructure system. Considering the lost potentiality of agriculture to be utilized in the area under this condition, the project problematizes the issue from a design perspective under the title of permacultural community development. From this perspective, a permanent culture of agriculture in the area is aimed to be generated. To that end, sewage and rain water collection system, fountains and wells are specified as the main design tools for the re-organization of space in Suriçi. The left-over open spaces especially in the destructed areas are considered as the main components of the new network of Suriçi. While the newly generated open spaces for farming covers horizontal surfaces in the destructed area, in highly dense residential area, they are constructed vertically. In addition, a hybrid model is designed for the mid-density fabric of the city along with the ones to be located on the walls. Within this system, an integrated pattern of permacultural activities on production, storage education, research and marketing is organized to foster the long-term community development in Suriçi.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 158
Permakültürel Toplum Kalkınması Esra Aydın, Hande Gürsan Suriçi’nin geleneksel dokusu içerisinde avluların çoğu adına ‘hayat’ denilen ve içinde havuz ve çeşmenin yer aldığı mekanları oluştururlar. Geleneksel çeşmeler çoğunlukla evsel gereksinimleri karşılar. Bununla birlikte hızla artan nüfusla birlikte kentin su gereksinimi çeşmelerle karşılanamayacak düzeye ulaşmıştır. Toplanılan atık su ise geri dönüşümsüz biçimde Dicle Nehri’ne boşaltılırken bir kısmı ise yetersiz altyapı koşulları ile sistem içinde kayba neden olmaktadır. Bu koşullar altında kaybedilen bir potansiyel olarak tarımı ele alan proje, permakültürel toplum kalkınması başlığı altında tasarımcı bakış aşısı ile yeniden irdelemektedir. Bu bakışla çatışma sonrası yenilenme sürecine giren kent bütününde tarımın kalıcı bir kültür olarak canlandırılması ve yaşamın bir parçası olarak kurgulanması amaçlanmaktadır. Bu amaçla atık su ve yağmur suyu toplama sistemi, çeşme, havuz ve rezervuarlar Suriçi’nde kentsel mekanın yeniden örgütlenmesinde öncelikli tasarım araçları olarak belirlenmektedir. Özellikle çatışma sonrasında ortaya çıkan boş alanlar yaratılan yeni altyapı sisteminin temel bileşenleri olarak düşünülmektedir. Yıkıma uğramış alanlarda yeni yaratılan tarımsal yüzeyler yatay düzlemde gelişirken, yüksek yoğunluklu kısımlarda dikey olarak kurgulanmaktadır. Buna ek olarak, orta yoğunluklu konut bölgelerinde melez sistemler sur duvarları üzerinde konumlandırılacak olanlarla birlikte üretim yüzeyleri sistemi tamamlamaktadır. Bu sistem içerisinde üretim, depolama, eğitim, araştırma ve pazarlama temelli permakültürel etkinlikler örüntüsü, yerel toplumun uzun erimli kalkınmasını teşvik edici yönde bütünlüklü biçimde örgütlenmektedir. 159 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Suriçi’nde var olan su altyapı sistemi ile permakültürel toplum kalkınmasını yönünde dönüşümü olanaklı kılacak yeni sistem ağı önerisi. Existing infrastructure of the water system in Suriçi and the proposed network to enable the desired transformation of the settlement for permacultural community development.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 160
Suriçi’nde yıkıma uğramış alanların yeniden rehabilitasyonunda yaşam çevresi ile içiçe tasarlanmış permakültür alanları, destek programları ve altyapı elemanları. Permacultural fields integrally designed within the living environment along with the supplementary programmes and the infrastructural elements for the rehabilitation of the destructed areas in Suriçi.
Suriçi’nde yatay yüzeylerden oluşan permakültür alanları ile dikey kulelerin biraradalığından oluşan melez örgütlenme modeli. Hybrid organisation model constituted by the combination of horizontal surface of the permacultural fields and that of vertical towers.
Suriçi’nde yüksek yoğunluklu çok katlı konut dokusu içine entegre olacak dikey ‘permakültür blokları’. ‘Permacultural towers’ to be integrated into the high-rise, high-density urban fabric in Suriçi.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 164
Permakültüre dayalı örgütlenme modeline dair sistem kesitleri ve temel bileşenler ile ortaya çıkan yeni kentsel peyzaj. Sectional details and the major components of the proposed spatial organisation of permaculture and the new urban landscape.
‘The Seed’: Enriching the Life Pattern of the Local Community after Conflict Rüya Erkan, Duygu Kalkanlı, Berçem Kaya, Didem Türk Urban space is basically constituted by a complex web of human activity occurring in diverse patterns of interaction. Those patterns are characterized by a series of necessary and optional activities in accordance with the specificities of any urban context. In this regard, in addition to provide the fundamental performance condition with the new design solutions in the site, designing a rich toolbox for optional activities is especially critical for the regeneration of the war-torn cities deprived of the sense of joy in public life. From this point of view, the project, ‘The Seed’ constructs its perspective on the issue of activity patterns to be regenerated by spatial design. Fallowing an in-depth analysis of the existing activity patterns in whole fabric of Suriçi, the project defines a number of alternatives for its macro-restructuration in consideration of the internal and external relations of the settlement. Based on the macro-framework selected for the future city, four typological areas are selected to apply the matrix of design codes defined to condition the generation of desired diversity within the activity patterns in space. Micro design interventions applied on buildings and street sections do actually demonstrate the possible transformation of the fabric in a very incremental and therefore socially responsive manner.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 166
‘Tohum’: Çatışma Sonrası Yerel Halkın Yaşam Örüntüsünü Zenginleştirmek Rüya Erkan, Duygu Kalkanlı, Berçem Kaya, Didem Türk Kentsel mekan temel olarak çeşitli etkileşim örüntüleri içerisinde kendini var eden karmaşık bir insan etkinliği ağı tarafından biçimlenir. Kentsel bağlamın özgünlüklerine göre söz konusu örüntüler bir dizi zorunlu ve isteğe bağlı etkinlik biçimleri tarafından nitelik kazanır. Bu bağlamda, tasarım alanı içerisindeki müdahaleler ile temel performans koşularının sağlanmasına ek olarak kamusal yaşamda haz duyusundan yoksun kalmış olan çatışmayla yıkıma uğramış kentlerin yeniden canlandırılmasında isteğe bağlı seçimlik etkinliklere yönelik zengin tasarım çerçeveleri özellikle kritik öneme sahiptir. Bu bakış açısı ile ‘Tohum’ projesi, kendi özgün yaklaşımını mekansal tasarımla yeniden canlandırılacak etkinlik örüntüleri üzerine çatkılamaktadır. Suriçi bütününün var olan etkinlik örüntüsünü kapsamlı çözümlenmesi sonrasında proje, yerleşimin içsel ve dışsal ilişkilerini göz önünde bulundurarak bir dizi alternatif makro yeniden yapılanma şeması tanımlamıştır. Geleceğe yönelik seçilen çerçeve yapı temel alınarak, oluşturulan tasarım kodu dizeyi (matrisi) belirlenen dört tipolojik alanda arzu edilen etkinlik örüntüsü zenginliğinin üretimi için uygulanmıştır. Yapı ve sokak kesiti düzeyinde uygulanan mikro tasarım müdahaleleri temel olarak dokunun artımlı ve bu sayede toplumsal bağlama duyarlı dönüşüm olasılıklarını gözler önüne serer.
167 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 168
Etkinlik tipolojisi ve örüntüsüne dayalı tasarım kavramsallaştırması, alan çözümlemesi ve yöntem önerisi. 169 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Design conceptualisation based on the typology and pattern of activities, site analysis and the proposed method.
Alanda saptanmış olan zorunlu ve isteğe bağlı etkinliklerin mekansal tipolojisi. Spatial typology of the necessary and optional activities identified in the site.
Yapı adası biçimlenmesi ve cephe düzenlemesini yönlendirecek morfolojik tasarım operasyonları tipleri dizini. Typology of morphological design operations to guide the block formation and regulation of the facades.
Etkinlik örüntüsü temelli alternatif yapılaşma biçimleri ve kesit temelli kodlama. Alternative formation of the building settings based on the basic activity pattern, and coding based on sections.
Öneri tasarım operasyonları çerçevesinde dönüşümü öngörülen etkinlik eksenleri ve örüntüsü. The major axes of activity patterns to be transformed based on the proposed elementary design operations.
173 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
‘The Vein’: Reticular Transformation of the Wounded Tissue Özgü Apaydın, Nacize Gözel, Selen Karadoğan, Çağrım Koçer Suriçi, Diyarbakır is a settlement which needs to erase the traces of conflict. The prominent problems in the area directs from that urgent condition. Insufficient social and technical infrastructure provides the basis of such problematic situation. Fragmentation of public space structure with lack of a coherent and connected open space system is truly the major issue to be tackled by a new strategic design perspective. In this regard, the project, The Vein, introduces a structural transformation system based on the macro-formation of the public space structure based on a new network system created by a new architectural typology performing as the main programmatic axis. The linear typology of collective housing structure (coloured in red) does actually perform as a transformative tool within the dense war-torn urban fabric. Centred around a series of new focal public facilities to be located in the neighbourhoods within a local loops-system, the linear structure of the new housing development enables a more connected and coherent pattern of urban programs through horizontal and vertical mixture. By attracting the new developments on itself, the ‘vein structure’ also generates the required open spaces within the concentrated urban tissue. Through the gradual transformation via the structural formation imposed, higher level of vitality and stronger sense of security within the social life of Suriçi is aimed to be re-ensured for the entire settlement tissue. ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 174
‘Damar’: Yaralı Dokunun Ağsı Dönüşümü Özgü Apaydın, Nacize Gözel, Selen Karadoğan, Çağrım Koçer Diyarbakır Suriçi, çatışmanın izlerini en kısa sürede silme gereksinimi duyuyor. Alandaki öncelikli problemler hala sürmekte olan bu gereksinimden kaynaklanıyor. Yetersiz toplumsal ve teknik altyapı bu sorunsalın temelini oluşturmakta. Bağdaşık ve bütünleşik bir mekansal yapıdan yoksun, kırılgan ve parçalanmış kentsel kamusal mekan dizgesi yeni bir stratejik tasarım perspektifinin öncelikli gündemi olmak durumunda. ‘Damar’ projesi bu yaklaşımla ana program ekseni olarak çalışacak yapı tipolojisini temel alan bir yeni bir ağ dizgesi ile kamusal mekan yapısının makro dönüşümünü sağlayacak nitelikte yapısal bir dönüşüm dizgesi öngörmektedir. Tasarımda kırmızı renkle ifadesini bulan doğrusal kolektif konut tipolojisi, yıkıma uğramış olan yoğun kent dokusunun içine sızan dönüştürücü bir araç olarak tanımlanmaktadır. Mahalleler içine entegre olan yerel döngüsel yapı içerisindeki bir dizi yeni kamusal donatı odağını merkez alarak biçimlenen yeni konut gelişimi yatay ve dikey eksenli bütünleşik ve bağdaşık çoklu kullanım örüntüsünü de olanaklı kılmaktadır. Yeni potansiyel yapı gelişimini üzerine çeken ‘damar yapı’, yoğunlaşmış dokunun gereksinim duyduğu açık alanların yine doku içerisinde oluşumunun önünü açmaktadır. Benimsetilen yapısal biçimlenme ile gerçekleştirilen aşamalı dönüşüm yoluyla kamusal mekanda daha yüksek düzeyde bir kentsel canlılık ve güven algısının kentin tüm dokusu genelinde sağlanması amaçlanmaktadır. 175 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Yerleşimin morfolojik dönüşümünü sağlayacak stratejik araç niteliğindeki döngülerden oluşan yeni bir yapısal sistem önerisi. A new structural system based on the loops as a strategical instrument of the desired morphological transformation of the settlement.
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 176
Toplum merkezlerine dönüştürülecek yeni güvenlik noktalarını odak alarak geliştirilmesi önerilen yeni kamusal mekan ağı. New network of public spaces generated around the nodes defined by the transformation of the new security points into community centres.
Yoğun doku içerisinde içgeçişliliği olan yeni yaşam alanları ve geleneksel kentsel dokuya uyumlanan modern yapı tipolojisi. New living environment exposing a level of permeability within dense urban tissue and the modern building typology adapted into the traditional urban fabric.
SONUÇ YERİNE Reel Siyasetin Baskın Söylemine Karşı Tasarım ve Planlamanın Alternatif (Siyasal) Dilini Yaratmak Olgu Çalışkan ODTÜ Kentsel Tasarım Yüksek Lisans Stüdyosu 2016-2017 Akademik Döneminde, Eylül 2015’de başlayıp yaklaşık üç ay süren bir sıcak çatışma süreciyle yıkıma uğramış olan Diyarbakır, Suriçi üzerine yapmış olduğu tasarım araştırması çalışmalarını ‘iyileştirici şehircilik’ teması ile kavramsallaştırdı. Bunu yaparken dönem dönem kendi içerisinde de hep “bu derece büyük ve kapsamlı bir sosyo-politik sorunsal, mekansal tasarımın kısıtlı bakış aşısı ile ele alınabilir mi?” sorusu ile karşı karşıya kalındı. Bu soru kuşkusuz, gizil olarak mekanın toplumsal (sınıfsal ve kültürel) çelişki ve siyasal çatışmalarla üretilen tarihsel bir olgu olduğu ve bu bağlamda tasarımı egemen iktidarın kentsel mekanda kendini yeniden üretmesi yönünde hizmet eden bir formel disiplin olduğu yönündeki önkabulü barındırmaktaydı. Çatışma süreci sonrası ortaya konan şehircilik yaklaşımının Batuman’ın (2018)1 kitapta yer alan makalesinde de yeniden kavramsallaştırdığı şekliye şiddeti araçsallaştırarak güvenlikçi üst-siyaseti veri alan ‘yeni askeri şehircilik’ anlayışına karşılık geldiği bir dönemde bu yorum, aslına bakılırsa çok da karşılıksız değildi. Ki özellikle; ortaya konan yeniden ‘inşa’ sürecinin Özyetiş’in (2018)2 incelikle tartıştığı ve Soyukaya’nın (2018)3 tüm ayrıntısıyla or-
179 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
taya koyduğu üzere neo-liberal siyasetin anaakım eğilimleri ötesinde yerleşik toplumsal bellek üzerindeki dönüştürücü etkisi düşünüldüğünde.. Bununla birlikte bu soru, bizleri hiç kuşkusuz; çatışma ve yıkım karşısında “şehircilik bilgi ve pratikleri özgürleşim hedefli projelerin de parçası olabilir mi?”4 sorusunu sormaktan da alı koyamamakta. Yine Batuman’ın (2018) işaret ettiği biçimde söz konusu ardıl soruyu uzun erimli bir araştırma alanının çıkış noktası yapmak durumundayız. Bu amaçla yola çıkan tasarım araştırmaları, giriş yazıları ile ortaya konan bir dizi tartışma ile birleştiğinde elinizde bulunan yayın ortaya çıktı. Sargın’ın (2018)5 kitabın açılış yazısında alçak gönüllü bir biçimde ‘mimari pratik’ ile sınırladığı “özgürleştirici edim nasıl tasarlanmalıdır?” sorusunu bu bağlamda, mekansal planlama ve tasarımın bütünsel alanına yönelik genişletmek olanaklı ve hatta konumuz bağlamında kaçınılmaz. ODTÜ Kentsel Tasarım Yüksek Lisans Stüdyosu’nun kitabın ikinci bölümünde seçkilenen çalışmaları tam da bu kaygı ile üretilmiş bir tasarım pratiğini yansıtmakta. Çalışmaların bütünü, ‘tasarım’a ‘gelecek inşası’ gibi aşırı iddialı, ağır (ve hatta kibirli) bir misyon yüklemeden; onu toplumsal gelecek seçeneklerini akılcı zeminde test etmeye yönelik (yanlışlanabilir!) önerme, kurgu ve imgelem üretme edimi olarak kabul etmekte. Bu bakış açısının, tasarımcının üzerindeki (konu bağlamında da karşı karşıya kalmış olduğumuz) olası psikolojik baskıyı da kendiliğinden azaltacağını düşünmekteyim. Kanımca, tıpkı Diyabakır, Suriçi gerçekliğinin içinde bulunduğu geniş siyasal ve ekonomik bağlamda olduğu gibi, kapsamlı ve uzun erimli sosyal politikalarca çözüme kavuşturulabilecek bu tür derin toplumsal yarılma ve siyasal çatışmaya konu olan sorunlarda tasarım ve planlamanın konuya müdahil olabilmesinin temel koşulu, söz konusu ‘mütevazi’ önkabuldür. Bu önkabulle tanımlanan çerçeve içerisinde yönlendirilen tasarım çalışmalarının ortak noktası, olası yeni yaşam senaryolarını alanın tarihselliğine ve devinimine yanıt verecek esnek bir yaklaşımla kurgulayabilme kaygısıyla yola çıkmış olmalarıdır. Bu anlamda salt biçim (form) değil; zamana yayılan biçimleniş (formation) süreçlerinin modellendiği tasarım önerilerinde, yerleşimin yerleşik toplumsal belleği içerisinde yer edinmiş gündelik yaşam pratikleri temel veri alınırken; öngörülen her bir dönüşüm kurgusunda, söz konusu özgün toplumsal örüntüyü yeni toplumsal yaşam pratikleri ile güçlendirmek ve zenginleştirmek temel amaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönde ortaya konan tasarım önerileri, mekansal belirlenimci bir bakış açısı yerine, deneyimlenebilir etkinlik örüntüleri ve uygulanabilir programları betimlemeye yöneliktir. Bu imgesel olasılıklar üzerinden kurgulanabilecek bir üst-politik
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 180
söylemin de bu anlamda altyapısı sağlanmaktadır. Söz konusu çaba, kimlik siyaseti kaynaklı kültürcü yaklaşımın çözümsel kolaycılığından sıyrılıp konuyu Nizamoğlu’nun (2018)6 makalesinde ortaya koyduğu biçimiyle sosyo-ekonomik bir perspektiften ele almaktadır. Bu çerçevede ortaya konan mekansal dönüşüm kurgularının her biri yerel halkın üretken kapasitesini açığa çıkartarak toplumsal kalkınmayı mekansal olarak koşullayan bir iktisadi bakış açısını barındırmaktadır. Bu noktada derleyen, tasarım ve planlamanın (siyaset bilimden değil ama) reel siyasetin ikili karşıtlıkları temel alan indirgemeci, yeni uzlaşma olanaklarını görmezden gelen partizan dilinden bağımsızlaştırılıp, kendi öznelliğini yerleşik kültürel ve ideolojik koşullanmışlıklardan arınmış biçimde yeniden üretebileceği bir özerk düşünsel alana evriltmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu özerk düşünsel çerçeve ve bilişsel yapı, yerleşik değer yargılarının dar kalıbı içerisinde düşünce üretmeye alışmış bir geniş entelektüel kitle tarafından ilk etapta ‘apolitik’ olmakla itham edilebilir. Bu riski göze alan yeni nesil tasarımcı ve plancılar -yine Sargın’ın (2018) vurguladığı- eleştirel aklın aydınlanmacı ‘fikri hür’ zihinsel yapısı ile kendi özgün ‘normlarını’ -bir diğer ifadeyle ideolojik çerçevelerini- tanımlamak durumundadır. Planlamanın gerçek pratiğini ve söz konusu pratiğin hiçbir dönem değişmeyeceğini düşündüğümüz kısıtlarını temel aldığımız koşulda ‘başka bir şehircilik mümkün mü?’ sorusuna vereceğimiz olası yanıtı kestirebilmek güç olmasa gerek. Buna karşın mekansal tasarımın özellikle üniversitelerin özerk ve özgürleştirici zihinsel ortamında belli bir derecede güncel gerçekliğin kısıtlayıcı koşullarından bağımsız, yeni bir gerçeklik algısı yaratabilme gizilgücücünü veri alan bir bakış açısı ile edimselleştirilmesi şart. Ancak bu sayede planlamanın, bilimin olasılıksal dünyasından sıyrılıp (probablity), tasarımın olabilirlikler evreni üzeriden (possiblity) siyasetin arzu edilir (desirable) dünyasına açılım sağlayabilecek ve Sargın’ın (2018) yazım edimi için işaret ettiği bir tür siyasi praksis olabilme yolunda eli güçlenecektir. Bir grup genç tasarımcının ortaya koyduğu gelecek imgeleminin, konu üzerine üretilecek daha birçok eleştirel ve yapıcı çalışmaya cesaret vereceği ve bu arayışın uzun erimde çoğulcu toplum, özgür, üretken birey ve eşit yurttaş kimliğine dayalı, barış ortamında gönençli, demokratik bir çağdaş cumhuriyet ülküsüne hizmet edeceğine olan güçlü inançla..
181 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
NOTLAR 1. B. Batuman, Nusaybin’i Konuşmaya Başlamak: Yıkım, İnşa ve Bellek (mevcut yayın), 2018 2. E. Özyetiş, Kitle İnşa Silahı Olarak Şehircilik (mevcut yayın), 2018 3. N. Soyukaya, Çatışma Öncesi ve Sonrası Diyarbakır Suriçi (mevcut yayın), 2018 4. B. Batuman, Nusaybin’i Konuşmaya Başlamak: Yıkım, İnşa ve Bellek (mevcut yayın), 2018, sf. ..... 5. G. A. Sargın, İcraatın İçinden: Kapitalizmin Eril Rejiminden Devrimin Özgürleştirici Makinasına [ya da yıkarak inşa etmenin “alaturka” tecellisi üzerine notlar] (mevcut yayın), 2018 6. S. M. A. Nizamoğlu, Zorunlu Göç ve Yerinden Edilenlerin Kentleşmesi: Diyarbakır Suriçi Örneğinde Kentsel Yoksulluk (mevcut yayın), 2018
IN LIEU OF CONCLUSION Developing an Alternative (Political) Language of Design and Planning Against the Hegemonic Discourse of Real Politics Olgu Çalışkan In 2016-2017 Academic Period, METU Master of Urban Design (MUD) Studio conceptualised its design research studies on Suriçi, Diyarbakır, which encountered a severe military conflict in September 2015 for three-months period, under the title of ‘recovery urbanism’. While doing that, the following question had to be confronted: “Could such a big socio-political issue be tackled by the limited perspective of design?” This question, for sure, is embedded with the supposition of space as a historical phenomenon reproduced by social (classbased and/or cultural) contradictions and political conflicts, and that of (urban) design as a formal discipline in the service of reproduction of the power in urban space. Regarding the mainstream urbanistic practice to be called ‘new military urbanism’ by which the violence is rendered instrumental in compliance with the sovereign security politics (Batuman, 2018)1, one could not deny the relevance of that common supposition. It acquires even more relevance when considering the indispensable influence of the redevelopment process on (re) construction of the collective memory in space as delicately discussed by Özyetiş (2018)2 and clearly documented by Soyukaya (2018)3 within their papers in the book.
183 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
Nevertheless, the abovementioned question does not restrain us from asking the subsequent question: “Could the fundamental knowledge and practice of urbanism act as a part of the projects targeting (social) emancipation, as well?”4 As again addressed by Batuman (2018), we should turn that consequent critical question into the starting point of a long-term research programme. When the design researches initiated by that motivation at METU MUD were actually incorporated with the external discussions presented as the introductory papers in this volume, the compiled works resulted in the current publication. It is pretty possible and even necessary to extend the original question of Sargın (2018)5 discussed in his introductory paper on ‘the way(s) to design an emancipatory practice’ to the overarching domain of spatial planning and design, though he modestly delimits the discussion with the ‘architectural practice’ itself. The selected works of METU MUD Studio presented at the second part of the current volume does actually represent a design approach fully pursued by this political concern. The whole series of design studies have been conducted via considering the act of design as suggesting some falsifiable models and clear images to test the alternative future-scenarios on a rational basis, rather than assigning an over-ambiguous and loaded mission to it as ‘building the future’. It is obvious that such a perspective potentially diminishes the psychological burden on the designer as already encountered within our own experience on the issue. In my opinion, the basic condition of spatial planning and design to get involved in such problematic issues which are subject to deep social disruptions and political conflicts (as in the larger socio-economic context of Suriçi, Diyabakır) is necessarily such a ‘modest’ consideration of design. The shared characteristics of the design studies conducted at the design studio was that they were defined by the new future scenarios responsive both to the historicity and the dynamism of the site via developing flexible models. In this regard, not only the form, but also the formation of the design areas have been taken into consideration. While doing that, the design groups tended to take the existing life patterns as the major input for design, and aimed to consolidate and enrich them with the new ones proposed for the prospective transformation of the area. The proposals made on this basis were all indented to illustrate those activity patterns and the utility programs conditioning some alternative transformations responsive to the very intrinsic features of the site, rather than conveying a deterministic view on design. Imagination and illustration of alternative possibilities on space were actually to provide a robust basis to the meta-discourse of politics of space. Such endeavour
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 184
had conscious position in tackling the issue from a socio-economic perspective –as clearly demonstrated by Nizamoğlu (2018)6 in this volume- as alternative to be trapped into the simplistic attitude of culturalist perspectives derived from identity politics. From that point of view, each and every scenario on the future transformation of the city has been designed to condition the social development, spatially, in order to release and activate the productive capacity of local community. At that point, the editor claims the necessity to emancipate the domains of design and planning from the reductionist and partisan language of real politics -if not from that of political science- which is used to be based on settled binary oppositions suppressing the new possibilities of social and cultural reconciliation in space. Quitting the settled cultural and ideological biases in time, the professions of spatial design and planning are believed to be able to reproduce their normative perspective within a quasi-autonomous intellectual domain. Such an autonomous intellectual and cognitive framework might be eventually accused of being ‘apolitical’ by a serious amount of scholars who are used to realise their intellectual production within the safe zone of standard of judgment. The next generation of designers and planners, who dares to take this risk, have to define the updated set of ‘norms’ –in other words, the ‘ideology’- by themselves as critical minded freethinkers. If we take the everlasting occupation of the actual restraints on suggesting alternative perspectives in planning practice for granted, it would not be hard to make an estimation on the potential answer of that final question: “is another urbanism is possible?” Nevertheless, activation of alternative viewpoints from the autonomous and liberating mental universe of academia which is relatively freer from the limitations of the actual practice (of planning and design) is inevitable. The new designerly perspectives would potentially come up with alternative ways for perceiving the reality along with its embedded norms and values. Only then planning would free itself from the (empirical) sciences’ world of the probable, and unfold to the universe of the desirable of politics via the world of the possible within the domain of design. Thus, it can get stronger in the way of turning into political praxis as Sargın (2018) specifically addresses for the act of writing. We should hold a strong belief that the imagination of a small group of young designers would encourage further critical and creative studies on the issue, and such researches would eventually serve for the ceaseless ideal of pluralistic society, free and productive individual, equal citizen and democratic republic prosperous at the permanent condition of peace.
185 CONFLICT PLANNING AND DESIGN
NOTES 1. B. Batuman, Urbanism as Weapon of Mass Construction (this volume), 2018 2. E. Özyetiş, Getting One’s Tongue Round Nusaybin: Destruction, Construction and Memory (this volume), 2018 3. Nevin Soyukaya, Suriçi, Diyarbakır: Before and After the Conflict (this volume), 2018 4. B. Batuman, Urbanism as Weapon of Mass Construction (this volume), 2018, pp. …… 5. G. A. Sargın, As We Said: From the Masculine Regime of Capitalism to Emancipatory Machine of Revolution [or, the Notes on Alla Turca Reflections of Creative Destruction] (this volume), 2018 6.S. M. A. Nizamoğlu, Forced Migration and Urbanisation of the Replaced Ones: Urban Poverty in The Case of Suriçi, Diyarbakır (this volume), 2018
ÇATIŞMA, PLANLAMA VE TASARIM 186