SAYI: 2012 / 06/ 126301 / 639 / 7 TL ISSN 1300-4425
128 sayfa
■ ■ ■ ■ ■
AYDA B R
Ffiliz.aygunduz@milliyet.com.tr İLİZ AYGÜNDÜZ
HAZİRAN 2012 Sayı 639 / 126301
Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. ADINA SMA L ERALP Genel Yayın Yönetmeni TAYFUN DEVEC O LU
Yayın Yönetmeni F L Z AYGÜNDÜZ Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi AL NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik ASU MARO Plastik sanatlar ve edebiyat YASEM N BAY Sinema N L KURAL Yazı işleri GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen AYLA DÜNDAR Teknik Uygulama AT LLA EN
Reklam Grup Başkanı SAVA YILMAZER Reklam Direktörü CENG Z EKEN Reklam Müdürü DORUK DA DELEN Reklam Rezervasyon Direktörü GÜVEN ÖNEML Sıra 854 / 7 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 8 TL Yurt içi abonelik bedeli 72 TL Ayda bir yayımlanır. ISSN 1300-4425 YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Doğan Ofset Yayıncılık ve Matbaacılık A.Ş. Hoşdere Yolu Doğan Medya Tesisleri C Blok Esenyurt-İstanbul Tel: (0212) 622 19 00 Yayın Türü: Yerel süreli
40 yıllık bir aşk hikayesi GEÇEN yıldı. Milliyet Sanat’ın nisan sayısı için toplantı yapıyorduk. Malum, nisan ayı film festivali demek. Önümüzde, İKSV’den gelmiş bir basın dosyası, inceliyoruz. Festival geçmişiyle ilgili notlar arasında bir isim, 2007’de aldığı Ömür Boyu Bilet Ödülü nedeniyle ilginçti. O yıl çok sayıda haberi de çıkmıştı. Tam 18 yıldır her festivalde 70’in üzerinde film izlemek gibi bir rekor kıran bu isim Vahit Tansoy’du. 46 yaşındaydı. Bir dergide sinema üzerine yazılar yazıyordu. Arayıp söyleşi yapalım dedik. Kendisine ulaştığımızda, son iki yıldır festivali izlemediğini öğrendik. Niye, ne oldu? Cevap: “Otel ve yol masrafı çok tutuyor, benim bu kadar imkanım yok”... Telefon görüşmesi sırasında anlaşıldı ki, Antalya’da yaşıyordu Vahit Tansoy. Yemeyip içmeyip para biriktirerek, çoğu zaman tasarruf niyetine, gideceği uzak yerlere bile yürüyerek gitmeyi tercih ederek biraz da eşin dostun yardımıyla otel ve yol parasını denkleştirip 18 yıl festivalin en sadık izleyicisi olmuştu. Ama işte iki yıldır hayat daha da zorlaşmış, 15 günlük sinema şölenine ara vermek zorunda kalmıştı. Kimseye de bir şey söylememiş, yardım istememişti. Sonrasında Milliyet’te yaptığımız bir dizi haber, söyleşi derken, beklenen sponsor bulundu ve iki yıllık aradan sonra Tansoy sevgilisine kavuştu... Bu nasıl bir aşktı sahiden? Antalya-İstanbul arasında yaşanan gerçek bir aşk hikayesi... O gün bir kez daha anladık ki, İKSV’nin festivalleri sadece İstanbulluların değil, tüm Türkiye’nin... Film festivali için de bu böyle, caz için de, bienal ve diğerleri için de... İstanbullular ne kadar şanslıysa Anadolu’dakiler de o kadar şanslıydı. Yolmuş, otel masrafıymış; umrunda değildi festival izleyicisinin... Vakti geldiğinde ver elini İstanbul’du! Ama otobüsle ama uçakla, şık bir otelde ya da Tansoy’un kaldıkları gibi korkudan arkasına sandalyeler dayanıp uyunan tekinsiz mekanlarda... İşte bu aşkı yaratan kurum, İKSV, bu ay 40. yaşını kutluyor. Bundan tam 40 yıl önce “Neden İstanbul’da bir müzik festivali olmasın?” sorusuyla yola çıkan Nejat Eczacıbaşı’nın kurduğu İKSV, tüm Türkiye’nin vakfı olmaya devam ediyor.
Türkiye’de sanatla ilgili bir kurumun bu kadar uzun süre var olması, ivmesini her yıl biraz daha artırması, üstelik bunu ‘ticari bir amaçla’ yapmaması benzeri olmayan bir örnek. 40 yaşı 40 gün 40 gece kutlansa yeridir denecek bir örnek. Bundan 40 yıl önce sanat yoksulu çocuklardık biz. İKSV, Hansel ile Gratel’in öyküsünü baştan yazdı. Ormanda yolumuzu bulmaya çalışırken karşımıza çıktı. Onun da pencereleri çikolatayla, kapısı şekerlemelerle, çatısı kurabiyelerle yapılmıştı. İKSV bir şehrin tüm ülkeyi etkileyecek sanat hayatını değiştirirken onu masal şehri yapmakla kalmamış, yokluk, yoksunluk denen cadı karakterini de yok etmişti. İçinde müzik vardı, kentte görmeyi hayal bile edemeyeceğimiz müzisyenler, oyunlar, çağdaş sanatın en çarpıcı örnekleri, sinemanın büyüsünü yaşatan filmler ve daha neler neler... Sayelerinde 40 yıldır, giderek genişleyen o evde, bir aile gibiyiz artık. Biz ve “sanatın 40 yıllık dostu İKSV”... Artık zenginiz ki, o kadar olur. Bu vesileyle, bu ay kapağımıza taşıdık vakfın 40 yıllık öyküsünü. İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, vakfın kuruluşunu, dünden, bugüne yaşadığı gelişimi, hedeflerini anlattı. İKSV Genel Müdürü Görgün Taner, İKSV’li olma ruhunu yazdı. Bir aile albümü tadı veren, 40 yılın nasıl gelip geçtiğini ve birlikte ne çok güzel gün geçirdiğimizi anlatan fotoğraf karelerini derledik. “Ya İKSV olmasaydı?” sorumuzu yanıtlayan kültür sanat ve basın dünyasının önemli isimleri, onun yokluğunun neden olacağı distopik bir Türkiye’yi anlattı. Dosyanın sonuna geldiğimizde İKSV’nin neden bu kadar önemli ve özel olduğunu yeniden fark ettik. Kapağımızı grafik tasarımının duayeni Bülent Erkmen hazırladı. Usta işi grafiğinde yıllara dağılan İKSV lalelerinin izini sürüp, geçmişe doğru basamak basamak inip geleceğe çıkmak, her katta yaşanan festival hikayelerini hatırlamak, hafızamıza kazınanların üstünden geçmek mümkün. Aşk tazelemek belki de... Fazla söze ne hacet... İyi doğdun İKSV... Nice 40 yıllara... ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
1
■ ■ ■ ■ ■
Ç NDEK LER
56
Anne-Sophıe Mutter, İstanbul Müzik Festivali kapsamında bir konser verecek.
5 Bülent Eczacıbaşı İKSV’nin dününü ve bugününü Filiz Aygündüz’e anlattı.
48
56
Oscar ödüllü oyuncu Charlıze Theron’u bu ay iki iddialı filmde izleyeceğiz.
KAPAK 5 IKSV ile geçen 40 yıl ● Bülent Eczacıbaşı ile İstanbul Kültür Sanat Vakfı üzerine... ● Görgün Taner, İKSV ruhunu yazdı. ● İKSV olmasaydı ne olurdu?
MÜZ K
Kapak tasarımı: Bülent Erkmen
2
Milliyet Sanat Haziran 2012
16 stanbul Müzik Festivali bu yıl 750’nin üzerinde sanatçıyı a ırlayacak ● Festivalin yıldızı Helene Grimaud! ● Dünyanın en iyi kemancılarından Anne-Sophie Mutter... ● Dönem müzikçilerinin en önde gelenlerinden Sir Roger Norrington. ● Klasik gitarın yeni prensi Milos Karadagliç.. ● Zürih Balesi’nden direktörüne veda... ● Yıldızı parlayan genç kuşak şancılar ● Kaçırılmayacak performanslar... 32 Bombalarla dolu festival İzmir Festivali 26. yaşını kutluyor. 34 Futbolun müzi i EURO 2012’den yola çıktık, futbola eşlik eden müzikleri bir araya getirdik. 36 Patti Smith’ten mektup var Patti Smith yeni albümü “Banga”da
Ünlü Rus yönetmen Aleksandr Sokurov yeni filmi “Faust” ile Güç Dörtlemesini tamamladı.
geniş ailesini bir araya getiriyor. 38 Romantik ama sıkıcı de il Son yılların en ilginç ekibi Metronomy 28 Haziran’da İstanbul’da. 39 Türkiye’den önce Japonya’da ünlendiler Japonların bizden önce keşfettiği Yakaza’dan ikinci albüm geldi. 42 Tutkulu arkıların yaratıcısı Fiona Apple’dan “The Idler Wheel...”. 44 Naim Dilmener’in ‘Müzikal Günce’si
S NEMA 48 Hollywood’un güçlü sarı ını Charlize Theron’u bu ay “Prometheus” ve “Pamuk Prenses ve Avcı”da izleyeceğiz. 50 Yeniden bilimkurgu Ridley Scott bu ay vizyona giren “Prometheus” ile 30 yıl sonra bilimkurgu türüne geri dönüyor. 52 Mütevazı aktör Ethan Hawke’ın yeni filmi “Gizemli Kadın”da aktörün özel hayatından da yansımalar var. 54 Sinemanın yaz aylarıyla imtihanı Yazın sinemaya gidilmez lafı tedavülden kalktı mı kalkmadı mı? 56 Dörtleme tamamlanıyor
90 Enez kazılarında mitolojik sahnelerle süslenmiş vazolar bulundu.
100
71
Craft Tiyatro, üç oyunla perde dedi.
Burhan Doğançay’ın retrospektifinde 14 ayrı döneminden 120 eseri yer alıyor.
Lale Müldür’den anlaşılması 30 yıl alacak şiirler...
64 68 Ayın ilgi uyandıran filmlerinden biri Tım Burton imzalı “Karanlık Gölgeler”.
Sokurov’un ‘güç dörtlemesi’nin son ayağı “Faust” vizyonda... 58 Türk sinemasında farklı bir ‘marka’ Agah Özgüç, Cüneyt Arkın’ı inceledi. 60 Atilla Dorsay’ın kaleminden bir kült film: “Büyük Sirkin Maceraları” 62 Ali Ulvi Uyanık’tan film kritikleri
PLAST K SANATLAR 68 Atölye Bu ay Tayfun Erdoğmuş’un atölyesini ziyaret ettik. 70 stanbul Modern Do ançay’ın ‘duvarlarıyla’ örüldü Türk resminin usta ismi Burhan Doğançay bugüne kadar Türkiye’de yapılmış en kapsamlı sergisini anlattı. 74 Gümrükten çıkan objeler Galeri Mana, günümüzün en dikkat çeken sanatçılarından Tarny Simon’ın fotoğraf serisini ağırlıyor. 78 Ipad ile gezilen sergi Sabancı Müzesi, hat ve kitap koleksiyonunu yeni sergisinde teknolojiyle buluşturarak sunuyor. 80 Fluxus’un 50 yılını izlemek için... 82 Bir galeri, iki sergi Ankara’daki m1886 Kezban Arca
Yasemin Bay bu ay Tayfun Erdoğmuş’un atölyesindeydi.
Batıbeki sergisiyle açıldı, Fırat Engin ise Hacettepe Sanat Müzesi’nde çarpıcı bir sergiyle karşımızda!. 84 Koleksiyon ama nasıl? Sanat eseri koleksiyonu yapmak isteyenlere el rehberi... 86 120 milyonluk resmin hikayesi Bilinen ve bilinmeyen yönleriyle Munch’un ünlü resmi “Çığlık”... 88 Foto raftaki ideal çift Andy Wiener’ın “Love Scenes” adlı serisindeki Barbie, Ken ve He-Man...
ARKEOLOJ 90 Enez kazılarındaki e siz vazolar...
M MAR 92 Pritzker’in bu yılki sahibi Wang Shu’nun mimarlı ı üzerine...
KÜLTÜR 95 Iris Murdoch ve a k üçgeni 96 Facebook’taki kimlikler Süreyyya Evren, sosyal medyada inşa edilen personaları yazdı. 98 Anadolu’da sanat Milas’taki kültür sanat etkinlikleri...
SAHNE SANATLARI 100 çinden tiyatro do an atölye
106 Craft Oyunculuk Atölyesi’nin kurduğu tiyatro üç oyunla birden karşımızda. 102 Büyüsü yitmeyen oyun Seçkin Selvi Oyun Atölyesi’nin “Antonius ile Kleopatra” adlı oyununu inceledi. 103 Enteresan bir yolculuk Peggy Guggenheim’ın hayatı Paris sahnelerinde... 104 I ıl Kasapo lu, Cüneyt Türel’i anlattı
EDEB YAT 106 Anneye duyulan özlem Lale Müldür ile yeni şiirlerinden oluşan kitabı üzerine... 108 Ömer Türke Murakami ve son romanı “1Q84”ü yazdı. 110 Yekta Kopan ile sanat kulisi 112 Ece Aksoy’dan dama ın unutmadı ı ‘öyküler’ 114 Yeni yayınlar 120 a e 122 Ajanda 127 Proust anketi Proust anketinin bu ayki konuğu Mehmet Erdem. Milliyet Sanat Haziran 2012
3
■ ■ ■ ■ ■
AF TEK LER
19 yıl sonra yeniden Madonna
Ye im Özsoy Gülan yönetmen koltu unda.
Gülan’dan yeni oyun VE Diğer Şeyler Topluluğu, Yeşim Özsoy Gülan’ın kaleme aldığı ve yönettiği “Yola Çıktığım Gün Sakin Serin Bir Sabahtı” ile yeni bir oyuna daha imza atıyor. Masalsı gerçeklikteki oyun, seyirciyi fantastik bir lunapark atmosferinin içine dâhil ediyor. Oyun, haziran boyunca her cuma saat 21.00’de, 2, 16, 23 ve 30 Haziran’da 15.30 ve 21.00’de; 5 ve 9 Haziran’da ise 21.00’de Hamursuz Fırın’da izleyiciyle buluşuyor. 12 Haziran’da da 15.30’da da halka açık olarak ücretsiz sahnelenecek. (0212) 243 99 91
Grimm için başvurular devam ediyor “HANSEL ile Gretel” ve“Pamuk Prenses”i hayal dünyamıza kazandıran Grimm Kardeşler’in masal derlemelerinin 200. yıldönümü nedeniyle çeviri yarışması düzenleniyor. Goethe Enstitüsü’nün düzenlediği Edebiyat Çeviri Yarışması için başvurular 30 Haziran’a kadar devam ediyor. Katılmak için www.goethe.de/grimmceviri adresli internet sitesi ziyaret edilebilir.
Urs Bühler, Sebastien Izambard, David Miller, Carlos Marín Il Dıvo’yu olu turan isimler.
Madonna 22 Aralık’ta Dünya Turnesi’ni tamamlamı olacak.
İSTANBUL’da ilk konserini 7 Ekim 1993’te veren Madonna, yeni albümü “MDNA”in Dünya Turnesi kapsamında ikinci kez Türkiye’ye geliyor. 7 Haziran’da Türk Telekom Arena’da sahneye çıkacak olan dünyaca ünlü şarkıcının İstanbul konseri, Avrupa Turnesi’nin dördüncü ayağı... Madonna bu konserde aralarında “Like a Virgin”, “Papa Don’t Preach”, “Girl Gone Wild”, “Die Another Day” ve “Give Me All Your Luvin”in olduğu eski ve yeni toplam 25 şarkı seslendirecek. Madonna’nın Dünya Turnesi Avrupa’da başlayıp Kuzey Amerika’da devam edecek ve Guney Amerika’da son bulacak.
Portman Vahşi Batı’da “KEVİN Hakkında Konuşmalıyız / We Need to Talk About Kevin” ile bolca alkış alan yönetmen Lynne Ramsay’in yeni filminin başrolünde Natalie Portman’ı izleyeceğiz. Western türündeki “Jane Got A Gun” adlı projede Portman başrolün yanı sıra yapımcılığı da üstleniyor. Filmde, kanun kaçağı kocasının, silah arkadaşları tarafından ihanete uğrayışının ardından işleri ele alan bir kadının öyküsünü izleyeceğiz.
Il Divo geliyor!
4
KLASİK eserlere yeni yorumlar getiren, dünyanın en önemli quartetlerinden biri olarak tanımlanan Il Divo, altı kıtaya yayılan 2012 dünya turnesinin Doğu Avrupa ayağında Türkiye’ye de geliyor. Bir Fransız, bir İtalyan, bir İspanyol ve bir İsviçreli’den oluşan grup, 27 Eylül’de Miles & Smiles sponsorluğunda Turkcell Kuruçeşme Arena’da olacak. Il Divo, kasım ayında çıkardığı ve 1 milyon satan albümü “Wicked Game”den şarkılarını görsel ve müzikal karışımıyla sunacak.
Milliyet Sanat Haziran 2012
Charlotte Gainsbourg’un İstanbul konseri OYUNCU ve müzisyen Charlotte Gainsbourg 23 Haziran’da Maçka KüçükÇiftlik Park’ta sahne alacak. Gainsbourg, yeni albümü “Stage Whisper” turnesi kapsamında İstanbul’a gelecek. Charlotte Gainsbourg, bu sayede Türkiye’de ilk konserini verecek.
“Ne kadar çok mesafe almışız, hem de işin ne kadar başındayız...”
■ ■ ■ ■ ■
KAPAK
İKSV
Bülent Eczacıba ı KSV’nin temelleri atılmaya ba ladı ında ortaokul ö rencisiydi.
F L Z AYGÜNDÜZ filiz.aygündüz@milliyet.com.tr
Bu ay 40. yaşını kutlayan İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ile vakfın kuruluş öyküsünü, vizyonunu, misyonlarını, geleceğini, İKSV’nin kaptan köşküne geçen üçüncü kişi olmayı ve kendisinin sanatla ilişkisini konuştuk... İKSV’YLE ilgili çalışmalar başladığında 15 yaşındaymışsınız. Nejat Eczacıbaşı’nın bu projeyi sizinle paylaştığı ilk anı anlatır mısınız? İlk festival 1973 yılında gerçekleştirilmiş olsa da İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın kuruluş hazırlıkları 1960’ların başına kadar gidiyor. Çalışmaların başladığı tarih 1964’tür. Ben o sırada ortaokul öğrencisiydim. Babam Nejat Eczacıbaşı’nın İstanbul’da bir müzik festivali düzenleme projesinden heyecanla bahsettiğini çok iyi hatırlarım. Bu proje ona sanayi alanında yaptığı girişimler kadar heyecan ve mutluluk veriyordu. Ondan söz etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu, festivalin gerçekleştirilmesine yakın zamanda her türlü ayrıntıyla doğrudan
ilgilendiğini hatırlıyorum. Evde ailece oturup konuşuyor muydunuz? Akşam yemeği sohbetlerinde babamın faaliyetleri, festivalle ilgili neler yaptığına dair konuşmalar her zaman olurdu. Girişimleri, iş hayatıyla ilgili çalışmaları; onların arasında tabii ağırlıklı olarak İKSV de vardı. Daha doğrusu o zamanki adıyla İKSV değil, İstanbul Festivali. ‘70’li yıllarda babam daha çok yoğunlaştı bu konuya, yaşamında çok önemli bir yer tutuyordu. Nejat Eczacıbaşı, müzik festivaliyle yola çıkıyor. 40 yıl önce, bir müzik festivali düzenleme kararını - vizyonunu - nasıl açıklarsınız? Babamın klasik müziğe özel bir ilgisi var-
dı. İlkokul yıllarında başladığı keman derslerine Berlin’de kimya alanında yüksek öğrenim gördüğü yıllarda Berlin Konservatuarı’nda devam etmişti. Yurtdışında farklı kentlerde uluslararası festivalleri izlerdi. Özellikle ilgi gösterip takip etmeye çalıştığı Salzburg Festivali sanıyorum onun İstanbul Festivali hayalinde belirleyici oldu. “İstanbul gibi büyük zenginliklere ve potansiyele sahip bir kentte böyle bir festival neden olmasın?” demiş ve büyük bir iradeyle çalışarak bu hayali gerçekleştirmiş. Bugünkü iş dünyasının kültür sanata ilgisi için ne söylersiniz? İş dünyası çeşitleniyor, zenginleşiyor. Tabii bu birbiriyle bağlantılı bir olaylar zinciri. İzleyicilerin ilgisi arttıkça iş dünyasının da ilgiMilliyet Sanat Haziran 2012
5
➔
6
■ ■ ■ ■ ■
KAPAK
İKSV
si artıyor kültür sanata. Desteklenen etkinliğin izleyenleri ve medyada takipçileri olmalı ki sponsor kuruluş verdiği desteğin karşılığını alabilsin. Toplumda kültür sanata olan merak arttıkça iş dünyasında da sponsorluğa duyulan ilgi artacak ve bu gelişmeler birbirini destekleyecek. Peki hükümetin, kültür bakanlığının ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? İlgi var ancak, o ilginin ortaya konan kaynakları nasıl yönlendireceği konusunda Türkiye sürdürülebilir bir modele ulaşmış değil. Güncel tartışmalar da bunu gösteriyor. Yıllardır süren ve zaman zaman su yüzüne çıkan bir rahatsızlık var. Kamu, kültür ve sanat kurumları, sanatçılar, herkes rahatsız. Demek ki yeni bir model arayışı içine girmemiz gerekiyor. Nasıl bir model? Çağımızda sanat kurumlarının tek bir kaynaktan destek alarak ayakta durmak yerine, karma finansman modellerine doğru gittiklerini görüyoruz. Kamu da katkıda bulunuyor, özel kurumlar, gönüllü kuruluşlar, yerel yönetimler de destek veriyor, elbette bilet gelirleri ve etkinliklerden sağlanan yan gelirler de katkı sağlıyor. Önemli olan bu kaynaklar arasında dengeleri kurabilmek ve bu sağlanan kaynakların nasıl kullanılacağına, bu kullanımda paydaşların söz hakkının ne olması gerektiğine karar verebilmek. Devletin de kültür ve sanata desteğini tabii ki artırarak sürdürmesi gerekiyor. Ülkenin sanat ve kültür alanında gelişiminin ekonomik ilerlemenin gerisinde kalmamasının sağlanması büyük önem taşıyor. Ama bu desteğin artık yeni bir modelle yapılması lazım. Bu nedenle de dünyanın farklı ülkelerindeki örneklerin incelenmesi ve geniş katılımlı bir platformda Türkiye için uygun yöntemin ne olabileceğinin tartışılması gerek. Kültür sanatla ilgili sıkıntısı olan, istediği desteği alamayan da İKSV’ye koşuyor bir yandan... Bir danışma merkezi, dert anlatma yeri de oldunuz.... Güzel bir şey, ne mutlu insanlar güveniyor, başvuracak yer olarak görüyor demektir. Bundan şikayetçi değiliz biz. Tam tersine, İKSV’nin böyle bir rol oynayabileceğini düşünüyoruz. Ama bu tabii İKSV’nin her sorunu çözümleme kapasitesine sahip olduğu anlamına gelmiyor. İKSV’nin böyle bir gücü yok. Bizim 40 yıllık bir birikimimiz var, uluslararası ilişkilerimiz var, dünyada olup biteni, faaliyetlerimiz gereği izlemiş olmak gibi avantajlarımız var. Bunu kullanarak araştırmalar yapabiliriz, karar alıcılara yardımcı olabilecek belgeler üretebiliriz, tartışma platformları açabiliriz. Yoksa her şeyi biz yapalım Milliyet Sanat Haziran 2012
gibi bir kaygımız, “Tiyatroları da biz devralalım, Emek Sineması’nı da biz inşa edelim,” diyecek imkânlarımız yok. Ama bunların yapılması için doğru modeller kurgulanmasına katkımız olabileceğini düşünüyor, bunun için çalışmak istiyoruz. İKSV’nin kuruluş aşamasında hiç unutamadığınız bir anı var mı? Kuruluş aşamasıyla ilgili olarak hatırladıklarımdan biri, Atatürk Kültür Merkezi’nin yanarak tahrip olmasının yarattığı üzüntüydü. AKM, o zaman da festival için bir odak noktası olarak belirlenmişti ve kullanılamaz hale geldikten sonra konserler Darüşşafaka Lisesi ve İTÜ Maden Fakültesi salonu gibi küçük salonlara sıkışmak zorunda kalmıştı. Muhsin Ertuğrul’un AKM yapıldıktan sonra ama yanmadan önce konuşmalarında, “Ah Şakirciğim, orası yanacak yanacak...” dediğini anlatırdı Şakir Amcam. Düzensizlik, tedbirsizlik, yeterli önlem alınmaması... Bunlar göz göre göre olmuş şeyler. Peki Nejat Bey bugünkü durumunu görseydi AKM’nin?.. Üzülürdü... Duvarında AKM’nin, Nejat Bey’in resmi vardır. İlginç bir şekilde konmuştur hatta... Sanatçıların arasındadır ama biraz farklı bir konumdadır, tek başınadır. Nejat Eczacıbaşı’nın lale logosuna karar vermesi nasıl oldu? Lale logosu, aynı zamanda ilk İstanbul Festivali’nin afişini de yapan Mengü Ertel ve ekibine ait. Mengü Ertel, uzun yıllar festivalin afişlerini hazırlamaya devam etti ve daha sonra da festivalin grafik konularında hep danıştığı bir isim oldu. Hazırlanan logo seçenekleri arasından İstanbul Festivali’ni en iyi temsil edenin lale formu olduğunu düşünmüştü sanıyorum. Tabii hazırlanan ilk lale formu ve logo bugünkünden oldukça farklı. Bugün vakfı, kurum kimliği danışmanımız Bülent Erkmen’in bu formu kullanarak hazırladığı logo temsil ediyor. Acaba ne geçmişti aklından? İstanbul, lale... Lale, İstanbul denince akla gelen simgelerden birisi... Grafik olarak da iyi bir olanak sunuyor tabii. Bence çok güzel bir seçim olmuş. Festivallere yıllar içinde yenileri eklenirken en çok heyecanlandığınız hangisi olmuştu? Tüm sanatsever İstanbullular gibi benim için de her festivalin başlangıcı heyecan vericiydi. Ancak bu yıl ilkini gerçekleştireceğimiz Tasarım Bienali, belki de fikrin geliştirilme ve gerçekleştirilme süreçlerine doğrudan ve yakından tanık olduğum için, beni en çok heyecanlandıran yeni etkinlik oldu. Tasarım Bienali ile ilgili sizi neler
“Babam, insanlığı yücelten değerlerin en başında kültür ve sanatı görürdü” Sanata bakışıyla ilgili Nejat Eczacıbaşı’na ait aklınızda kalmış bir söz var mı? Babam, insanlığı yücelten değerlerin en başında kültür ve sanatı görürdü. Sanat onun için bir özgürlük, yaratıcılık kaynağıydı. “Eğer daha iyi yaşamak, daha iyi anlaşılmak ve yaptıklarımızla tartışılmaz bir yer almak istiyorsak, ekonomimizi geliştirirken, kültür ve sanatımızı da ilerletmek ve yaygınlaştırmak zorundayız,” derdi. Demek istiyor ki Nejat Bey: Sadece ekonomiyle bu işler olmuyor. Bir toplumun yükselmesi, gelişmesi, çok boyutlu bir bütün... Kültür sanat eksik kalırsa istenilen noktaya gelinemiyor. Cumhuriyet’in 100. yılında dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girmeyi hedefleyen ülkemiz için hatırdan çıkarmamız gereken sözler...
bekliyor olabilir? Öncelikle ilk kez yapılmasının kendine özgü sorunları var. Geçmişe yönelik bilgi birikimi yok elimizde. Diğer festivallerimizin kimisi kırk yıllık, kimisi daha genç ama onları yürütmüş tecrübeli bir ekip var. Öte yandan Tasarım Bienali başka boyutları olan, çok büyük çaplı bir etkinlik. Sanayiye, mimariye, modaya uzanan boyutları var. İlk yıllarında İKSV ile ilişkiniz nasıldı? Benim ilişkim çok sıkı değildi o dönemlerde. Okul hayatı, iş hayatı, başka kurumlarla ilişkilerim, TÜSİAD’daki görevlerim... İKSV’de bir rolüm yoktu. Yönetim kurullarında da görev almıyordum. Peki bir seyirci olarak... İmkânlarım ölçüsünde festivallerin hepsinin izleyicisi oldum. Ama çok ilginçtir, ilk festivalin izleyicisi olamadım. O kadar hazırlık, o kadar çocukluğumdaki anılar... 1973 yılında ABD’de üniversite öğrenimimi sürdürüyordum ve bütün yaz İstanbul’a gelmedim. Bu nedenle ilk Festivalin heyecanını uzaktan yaşadım. Evde hangi müzikler dinlenirdi? Ailenin sinemayla, tiyatroyla genel olarak kültür sanatla ilgisi ne düzeydeydi? Ailemizde herkes, kültür ve sanat konu-
larına ilgi duydu. Babamın özellikle klasik müziğe ilgisi olduğu için daha çok klasik müzik dinlenirdi. Ama yalnızca klasik müziğe değil, genel olarak kültür ve sanata verdiği önemi bize her zaman hissettirirdi. Bize evde yaratılan bu ortamın, babamın kültür sanat konusundaki teşvikinin çok yararını gördüm. Şimdi biz de evde öyle bir ortamı kendi çocuklarımız için yaratmaya çalışıyoruz. Size bir enstrüman önerildi mi? Keman, gitar, piyano? Sanat anlamında yönlendirilmeniz ne şekilde oldu? Sadece kültür sanat konusunda değil, okul hayatımda, üniversite tercihimde, iş hayatımda da şunu yap, bunu yap denmedi. Sadece annemin, babamın ortaya koyduğu örneklerden esinlendim. Belki evin içinde zaten yaşandığı için yönlendirilmeye gerek yoktu... Aynen öyle. Kitap okumak, tiyatroya, operaya, sergilere gitmek, yabancı kentlere yapılan seyahatlerde müzeleri gezmek; bütün bunlar ailede doğal olarak yapılan şeylerse çocuklar bunu zaten bir yaşam biçimi olarak benimsiyor. Çocuklar “Ben de okumalıyım” diye hevesleniyor sözgelimi. Böyle oluşuyor bu işler, “Çocuğum, kitap oku” demekle olmuyor. Sizin evinizde baba İKSV’nin Yönetim Kurulu Başkanı. Anne İstanbul Modern’in... Onlar, size göre daha da sanatın içindeler. Merakları ne düzeyde? Onlar da böyle bir ortamda büyüdükleri için çok ilgili sanatla. Ama kendileri de sanatsal uğraşlar içinde değiller. Ağır okullara gittiler... Şu anda ikisi de New York’ta. Müzik, tiyatro, sergiler... İzleyici olarak aktifler. Kızım Esra MoMA‘da staj yapıyor şu an... İstanbul Modern’e doğru bir gidiş olabilir mi? Bilmiyorum, bir gelsin bakalım da... İstanbul Modern’e çok ilgi duyuyor ama vak-
i hane’deki Nejat Eczacıba ı Binası’na KSV, 2011 yılında ta ındı.
40 yıllık bir birikimimiz var, uluslararası ilişkilerimiz var, dünyada olup biteni, faaliyetlerimiz gereği izlemiş olmak gibi avantajlarımız var. Yoksa her şeyi biz yapalım gibi bir kaygımız, imkânlarımız yok. tinin ne kadarını müzeye vermek isteyecektir bilmiyorum - kendi vereceği bir karar. Nejat Eczacıbaşı’nın en büyük hayallerinden biri de vakfa bir bina kazandırmaktı. Kaptan koltuğuna geçen üçüncü kişi olarak İKSV ile ilgili gerçekleştirmeyi dilediğiniz en büyük hayaliniz nedir? Benim İKSV ile ilgili en büyük hayalim vakfın güçlü ve sürdürülebilir bir mali yapıya sahip olması. İKSV, dünyadaki örneklere bakıldığında ‘yok’ denecek kadar az bir kamu katkısı ile faaliyetlerini sürdüren, hiçbir yerde başka bir benzeri olmayan bir kuruluş. İKSV bir vakıf - bunu belirtmek ‘malumu ilan etmek’ oluyor ama İKSV’nin bazen bir ‘ticari kuruluş’ olarak nitelendirildiğini duyunca hayretler içinde kalıyorum. İKSV başarısı sa-
“Şakir Eczacıbaşı kurum tarihinin önemli bir yapıtaşıdır” Şakir Eczacıbaşı ve İKSV ikilisini nasıl tanımlarsınız? Şakir Eczacıbaşı, sanat ve kültüre tutkuyla bağlıydı. İKSV’ye 16 yıl boyunca büyük emeği geçti. Kurum tarihinin önemli bir yapıtaşıdır. Sanatçı kişiliğinden de gelen yaratıcılık ve özgüven, vakıf tarihinin belirli bir bölümünde çok etkin olmuştur. Şakir Bey’in vakfa büyük katkısı var. Bütün sanat yaşamı bir eğitim bursu yararına 20 dakika orkestra şefliği yapmaktan ibaret olan Bülent Eczacıbaşı’ndan farklı olarak kendisi gerçek bir sanatçıydı, bir fotoğraf
sanatçısıydı. Sanat konusunda düşünen, yazan, sanat dergilerinin çıkarılmasına katkılarda bulunan bir kişiydi. Dolayısıyla hem babamdan hem benden farklı bir kişilik boyutu vardır onun. Yaşıt iki kurum olduğumuz gibi, Milliyet Sanat’ın kurucularından birinin Şakir Eczacıbaşı olması gibi bağımız da var İKSV ile... Şakir Amcamın Milliyet Sanat’ın kuruluşundaki katkıları ile övünç duyduğunu ve bu anılarına çok değer verdiğini çok iyi hatırlarım.
yesinde büyüdü ve çok güçlü sponsorların desteğine kavuştu, ancak bu süreç içinde kendi kaynaklarının sınırlarını aştı. İKSV’nin kaynaklarını güçlendirerek sponsor desteğinin ağırlığını dengelememiz gerekiyor. Kamu desteği ne kadar? İKSV bu açıdan dünyada pek benzeri olmayan bir kurum, çünkü kamu desteği yüzde 5 - 6 civarında bizim bütçemizde. Bizim için bu katkı tabii çok çok değerli. Ama dünyadaki diğer örneklere baktığınız zaman bu rakamlar için sıfır da diyebilirsiniz. Yok gibi bir şey. Dünya örnekleri? Bu tür festivalleri başka ülkeler yüzde 50 - 60 gibi oranlarda, yerel yönetimlerin veya kamunun desteğiyle yapıyorlar. Sanat üretimine verdiğiniz katkı giderek artıyor. Fazıl Say, siparişiniz üzerine hazırladığı “Mezopotomya”yı seslendirecek festivalde. Kendisi de 23 Haziran’da o konseri verip Türkiye’den gideceğini söyledi. Kültür Bakanı gitmesini istemediğini söyledi. Tartışmalar art arda sürdü. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu ülkeden sanatçıların gitmek istemesi, kalması... Kişisel tercihleridir insanların. Ne diyebilirim ki... Yaşayacakları yeri kendileri seçerler, ama nerede olurlarsa olsun bu ülkenin sanatçılarıdır onlar. Bilim adamlarımız için de hep aynı şekilde düşünüyorum. Eğer yurt dışındaki olanakları daha iyi görüyorlarsa gidebilirler elbet. Fazıl Say çok değerli bir sanatçımız, bizim için önemli olan budur - siyasi görüşlerini tartışma konusu yapmak istemem. Daha önce İKSV ile de bazı sorunlar Milliyet Sanat Haziran 2012
7
➔
8
■ ■ ■ ■ ■
KAPAK
İKSV
yaşadı Say. Bunu nasıl aştınız? Fazıl Say’ın vakfımızla ilişkilerinde son yıllarda bazı soğukluklar vardı. Ben göreve geldiğimde bunun kesinlikle olmaması gerektiğini düşündüm, İKSV ve Fazıl Say’ın arası bozuk olamaz. Kendisiyle bir yemekte buluştum, anlayış birliği içinde olduğumuzu gördük. Hemen birlikte çalışmaya başladık. Tatsız durum bitti. Siz göreve geldikten sonraki en fırtınalı gün hangisiydi? Bu koltukta fırtınasız gün hemen hemen hiç olmaz. Türkiye’de kültür-sanat alanında gündeme gelen her tartışma İKSV’de rüzgârlar ve dalgalar yaratır. Ayrıca biri biterken diğeri başlayan, her biri büyük çaplı etkinlikler olan festivallerin mali ve organizasyonel sorunları suların sakinleşmesine hiç izin vermez. Ne mutlu bana ki İKSV’nin yetkin görevlileri bunların büyük bir kısmını bana yansıtmadan çözümler. “En büyük fırtına” ise her zaman “gündemdeki en son fırtına”dır: Örneğin şimdi, tiyatroların geleceği sorunu... “İKSV’nin 40 yılının öyküsü, bizim de 40 yılımızın öyküsüdür” demiştiniz. Kalem şimdi sizde; öykünün bundan sonraki bölümünde sizin üslubunuz nasıl olacak? Bu öykü hepimizin öyküsü, vakfın üzerinde çok sayıda kişinin emeği olduğu gibi İKSV’nin de çok sayıda kişi üzerinde emeği, etkisi var. Başarılı bir öykünün farklı bölümlerinin üslubunun birbiriyle tutarlı olması beklenir. Bizim için de durum böyle olacak sanırım. Vakfın 40 yıl boyunca sürekli güçlenerek ayakta durabilmesi, başlangıçta belirlediği hedeflerin ve temellerinin üzerine kurulduğu değerlerin bugün hâlâ geçerli, evrensel değerler olması... Bu öykünün üslubunu belirleyen de işte bu değerler. Bir izleyici olarak İKSV sizin için ne ifade ediyor? İKSV’ye sadece bir izleyici olarak bakmam artık zor ama İKSV etkinliklerinin benim için her zaman bir okul gibi olduğunu söyleyebilirim. Birçok festival izleyicisinin de benimle aynı fikirde olduğuna inanıyorum. O okulun hem öğrencisi hem yöneticisi olmak ilginç bir deneyim olmalı... Hakikaten öyle. Ama İKSV’nin öğrencileri arasında hem oradan geçmiş, mezun olmuş kişiler var hem de onun katkısını alanlar. Çok öğrencisi var o anlamda İKSV’nin. 40 yıl içinde festivaller kapsamınMilliyet Sanat Haziran 2012
da sizi en çok etkileyen isimler, gruplar vd. kimler oldu? Çok isim var aslında. Ama geçtiğimiz yaz gerçekleştirdiğimiz Simon Bolivar Senfoni Orkestrası konseri benim için gerçekten bambaşka bir deneyimdi. Klasik müziğin toplumsal dönüşüm için böylesine başarılı bir araç olarak kullanılabilmesi, her açıdan ilham vericiydi. Venezüellalı bu gençlerin sahneden taşan enerjileri sanıyorum tüm izleyiciler için unutulmaz oldu. Biz de benzer bir projeyi Türkiye’de geliştirmek için çalışmalara başladık. 1973’te 4 kişilik bir ekiple başlayan yolculuk bugün 79 kişiyle devam ediyor. İKSV ruhunu nasıl tanımlarsınız? İKSV’de son derece profesyonel bir ekip, heyecan dolu, amatör bir ruhla çalışıyor. Tek bir festivalden altı uluslararası etkinliğe ve yıl boyunca birçok tekil etkinliğe dönüşürken kaçınılmaz olarak ekip de büyüyor ve profesyonelleşiyor. Daha önceki yıllarda herkesin her şeyi birlikte yaptığı, daha küçük ekiplerle çalışan vakıf bugün kurumsallaşmış, departmanlaşmış profesyonel bir ekip olarak çalışıyor. İKSV’yi bugüne getiren en önemli özelliklerinden biri de izleyiciler açısından olduğu kadar çalışanlar açısından da bir okul görevi görmesi. İKSV ruhunu tanımlayan şeylerden biri de bu bence. İKSV’nin amaçlarından birinin de İstanbul’u dünyanın kültür sanat merkezleri arasında ön sıralara taşımak olduğunu söylediniz. İstanbul, bu hedefin neresinde duruyor şimdi? İstanbul son yıllarda dünya kültür-sanat gündeminde adını çokça duyurdu. Önemli yabancı yayın organlarında İstanbul’un kültür sanat ortamındaki bu patlamaya dikkat çeken yazılar yayımlandı. Dünya
“Hayalim; İKSV’nin, vizyonumuzda belirttiğimiz yönde yol almaya devam etmesi” Göreve gelir gelmez borçları yapılandırdınız. Zaman içinde onlar da ödenecek... Bundan sonrası için en büyük hayalinizi sorsam? Mali konuları küçümsüyorsunuz galiba. Küçümsediğimden değil, zaten gerekeni yaptığınızı, yapmaya devam edeceğinizi düşünüyorum. Ben daha büyük hayalinizi merak ediyorum. Daha büyük hayalim; İKSV’nin, vizyonumuzda belirttiğimiz yönde yol almaya devam etmesi. Bizim vizyonumuzda İstanbul’un dünya kültür başkentleri arasında ön sıralara taşınması var. Bu vizyon İKSV kurulurken tanımlanmış ve hâlâ geçerliliğini koruyor. Onu gerçekleştirdiğimiz ölçüde hayal ettiğimiz İKSV’yi de gerçekleştiriyoruz demektir. Kültür politikalarına ve sanat üretimine katkıda bulunan bir vakıf olmak istiyoruz. Çağdaş sanatla geleneksel sanat, yerelle evrensel arasında köprüler kurabilen bir vakıf. Bunlar şu anda eksik yönlerimiz, bence. Bunları tamamladığımız ölçüde idealimizdeki İKSV’ye yaklaşacağız.
Bülent Eczacıba ı “Bir Avrupalının ‘Acaba bu hafta sonu stanbul’da ne oluyor?’ diye bir merakın içine dü mesini sa lamamız lazım” diyor.
standartlarında tek bir konser salonu dahi bulunmayan İstanbul’un dünya kültür-sanat merkezleri arasında ilk sıralarda bulunma hedefine hâlâ uzun bir yol var tabii. Ama biz bu konuda çalışmalarımıza son hız devam ediyoruz. Festivallerimizin bu yolda önem taşıdığına ve etkili olduğuna inanıyoruz. Bu yıl yurtdışında basın toplantıları düzenleyerek uluslararası arenadaki tanınırlığımızı artırmaya yönelik çalışmalarımızı da hızlandırdık. İstanbul’a gelirsek... Bugün itibariyle bu hedefin neresinde durduğuna... İstanbul, hedefin çok çok gerisinde bence. Çünkü İstanbul daha hâlâ bizim arzu ettiğimiz sayıda ziyaretçi de çekemiyor dünyadan... İstanbul çok popüler bir kent oldu; bu bir bakıma doğru... Eski ile kıyaslarsanız doğru. Birçok insan İstanbul’u tanımazdı, bilmezdi Avrupa’da yaşamasına rağmen. “Aaa evet ben de gelmeyi çok istiyorum,” diyen çok insana rastlardık. Şimdi “Aman orası ne kadar muhteşem bir şehir, gittim; bir daha gideceğim,” diyen birçok yabancıya rastlıyor insan, dünyada dolaşırken. Ama ziyaretçi sayılarına baktığınız zaman İstanbul bugünkünün iki misli, üç misline çıkma potansiyeline sahip. Bu birçok etkene bağlı tabii. Bir kere havaalanından başlayan bir alt yapı veya birtakım olanakların eksikliği de var. Bir kültür sanat şehri olduğuna dair cazibesinin duyulması da önemli... Keşke daha fazla tanıtabilsek diyeceğim ama tanıtmak da yeterli değil. Sözgelimi konser mekânlarımız yeterli değil. Yani kimi etkinliklerde bilet bulmak isteyenlere bilet sağlayamadığımız oluyor. Biletlerin pahalılığı nedeniyle çok eleştiri alıyoruz mesela, sosyal medyada. Ama ne yapalım, yok. Yer yok, salonlar yok... Salon eksikliği bizim en büyük sorunlarımızdan biri. Kullanabileceğimiz nitelikli ve yüksek kapasiteli mekânların sayısı artarsa, daha çok, daha kalabalık orkestraları, büyük prodüksiyonları İstanbul’da ağırlayabilir, kat kat fazla izleyiciye ulaşabiliriz. Kimi zaman eleştirildiğimiz bilet fiyatları da çok daha düşük düzeylerde olur. Dışarıdan ziyaretçi çekelim diyoruz, çekebilmemiz için o altyapının gelişmesi lazım. Bir Avrupalının “Ben İstanbul’a gittim,
“Şarkı söylememin önü kesilince ben de orkestra şefi oldum (!) “ Sesiniz güzel midir? Şarkı söylediniz mi hiç? Hayır, sesim hiç güzel değildir. Hatta öğrenciyken sınıfta susturuldum hoca tarafından. Sınıf halinde şarkı söylerken, ‘Sen sus’ diyerek susturuldum. O kadar kötü... Sesiniz de, hoca da... Müzik dersini çok sevdiğimiz bir Alman hocamız veriyordu. Anahtar çantaları vardır, içi anahtar dolu. Onu çıkardı cebinden, pat diye attı benim sıramın üstüne. Çanta Ayasofya’yı, Topkapı’yı gördüm. Bir daha gitmeme ne gerek var?” yerine, “Acaba bu hafta sonu İstanbul’da ne oluyor?” diye bir merak içine düşmesini sağlamamız lazım. İki günlüğüne Paris’e gitmek gibi.... Niye olmasın? İstanbul’un bu olanakları var, biz mekânlarımızı geliştirebilirsek, içerik de sağlayabilirsek yani kültür sanat olaylarını çeşitlendirerek, zenginleştirerek... Böyle olmalı... İstanbul onlar için kolay bir yer, erişilebilen bir yer aslında. Hava ulaşımı gittikçe kolaylaşıyor, Türk Hava Yolları’nın sağladığı imkânlar gittikçe gelişiyor, otellerimiz gittikçe büyüyor, çeşitleniyor. “Bu hafta sonunu ben yine İstanbul’da geçireyim,” diye düşünen Avrupalılar bizim hedefimiz olmalı. Kültür sanat politikalarının yaratım sürecine katkıda bulunmak için çok sayıda etkinlik düzenlediniz. Yıllardır hep aynı söz edilir “Türkiye’nin bir kültür sanat politikası yok”. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Evet, Türkiye’nin kâğıt üzerinde yer alan, açıklanmış bir kültür sanat politikası gerçekten yok. Dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer almayı hedefleyen Türkiye için bunun büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Bu konudaki ilerlemeyi sağlayabilmek amacıyla etkinlikler düzenliyoruz. Bu tabii ki büyük çaplı bir iş. Biz de her şeyi kendimiz yapmaya kalkmıyor, kültür alanında söz sahibi olan farklı tarafları bir araya getirerek ve-
“Aile fotoğrafçısıyım, hepsi o...” Babanızın, amcanızın sanatla ilişkilerinin altını çiziyorsunuz ama kendinize gelince çok mütevazısınız. Mutlaka sizde de bir sanat damarı vardır diye düşünüyorum. Aile fotoğrafçısıyım, hepsi o. Evdekilerin, çocukların fotoğraflarını çekiyorum. Seyahatlerde fotoğraf makineniz yanınızda olur mu? Gittiğiniz yerleri de çeker misiniz? Çok ilginç yerlerine gidiyoruz dünyanın, o zaman bazen sanatsal fotoğraflar çekmeye kalkışıyorum, sonra bakıyorum köşe başında satılan kartpostallar benim fotoğraflarımdan yüz kat daha iyi çekilmiş, hemen eş-dost-aile fotoğrafları çekmeye geri dönüyorum.
sıramın üstüne baaam diye düştü ve “Sen sus” dedi. Ama gelin görün ki yıllar sonra İstanbul Borusan Filarmoni Orkestrası’nı yönettiniz... Şarkı söylememin önü kesilince ben de orkestra şefi oldum (!) O gün o orkestrayı yönetirken hocanız aklınıza geldi mi? Gelmez olur mu? Hep onu düşünerek hazırlandım konsere... rimli tartışma ortamları yaratmaya çalışıyoruz. Anayasa konusunda bir çalışma yaptık, onu sunduk. Anayasaya konacak madde tek başına bir şey değil ama bir temeldir, başlangıçtır. Onun düzgün olması çok önemli. Ona çok emek verdik, formüle ettik. Gerekli mercilere ulaştırdık. Kültür girişimciliği giderek yükselen bir grafik çiziyor. Türkiye’de yeterince anlaşıldığını düşünüyor musunuz? Dünya örnekleriyle karşılaştırdığınızda nasıl bir tablo çıkıyor? Özellikle ABD gibi ülkelerde kültür girişimciliğinin çok önemli olduğunu yapılan araştırmalar bize gösteriyor. Bazı bölgelerde 1’e 7 oranında geri dönüş bile alınabiliyor. Ülkemizde kültürün ekonomik faydasının altını çizen kapsamlı bir araştırma olmadığını gördük. Bu konuda çalışıyoruz. Oran bu derece olmasa da kültür yatırımlarının ekonomik faydasının birçok başka sektörden aşağı kalmadığını tahmin edebilmek zor değil. Hem kamu hem de özel sektör yaratıcı endüstrilerin ve kültür endüstrilerinin önemini yavaş yavaş anlıyor. Ekonomik faydanın yanı sıra kültür endüstrilerinin toplumu dönüştürücü sosyal faydasının da unutulmaması gerekiyor. Krize rağmen özellikle İskandinav ülkelerinde hem kamu hem de özel sektör, kültür endüstrilerine daha çok bütçe ayırıyor ve yatırım yapıyor. Bu rakamların ne kadar farkında potansiyel girişimciler? Henüz yeterince anlaşılmadı bu konu. Anlaşılsın diye uğraşıyoruz. Daha da uğraşmamız lazım bunun nasıl bir katkı, nasıl bir hareket getirdiğinin fark edilmesi için. Aslında buradaki ekonomik potansiyelin de kimse farkında değil. Kaldı ki kültür yatırımlarının... Sorun nerede o halde? Bazı şeyler hesaplanmayınca, dikkatle üzerinde düşünülmeyince görülemiyor. Görüldükten sonra çok açık, çok bariz gibi algılanıyor. Ama birisi dikkati çekmezse, raMilliyet Sanat Haziran 2012
9
➔
10
■ ■ ■ ■ ■
KAPAK
İKSV
kamları ortaya koymazsa görülemeyebiliyor. Mesela 1’e 7 oranı benim için de ilk okuduğum zaman çarpıcı gelmişti açıkçası. Çünkü hesaplamamıştım, bilmiyorum. Amaçlarınızdan biri de sanat yoluyla uluslararası bir platform oluşturmak. Bu platformdaki katkınızla ilgili sizi en çok mutlu eden ne oldu? İKSV’nin tüm festivalleri kendi alanlarındaki uluslararası birliklere üye. Bu birliklerin toplantılarına katılıyor ve dünya çapında tanınıyorlar. Özellikle son yıllarda gerçekleştirdiğimiz ortak yapımlar ve eser siparişleriyle kültür-sanat dünyasına uluslararası arenada, önemli olduğuna inandığım katkılar yapıyoruz. Düşünün ki İspanya’nın önde gelen sahne ve sokak sanatları topluluklarından dünyaca ünlü La Fura dels Baus, İKSV’nin 40. yılı için “İstanbul İstanbul” adında bir gösteri hazırlıyor. Tasarım Bienali de gösterdi ki, İKSV, festivallerine yenileri eklenmeye devam edecek. Edebiyat için de bir umut var mı? İKSV olarak şu anda çok sayıda yeni etkinliğimiz var; İstanbul Tasarım Bienali çok büyük çaplı bir etkinlik, kültür politikaları ve eğitim alanında da iddialı projelerimiz var. Öncelikle bunları sindirmek ve yerleşik hale getirmek istiyoruz. Ancak halihazırda küçük çaplı edebiyat etkinlikleri düzenliyoruz; Salon’daki Ubor Metenga buluşmaları, yurtdışı projelerimizde düzenlediğimiz edebiyat okumaları, kitap lansmanları gibi... Bu çalışmalar ileride sistematik bir şekilde gelişir ve bir çerçeveye oturur da böyle bir ihtiyaç ortaya çıkarsa, neden olmasın! Daha somut bir cevap rica etsem? “Yapacağız” gibi mi? Evet. Çünkü çok daha zorunu yapıyorsunuz. Bu kente bir edebiyat festivali... Güzel olmaz mı? Çok haklısınız ama şu anda ağzımızdaki lokmaları bir çiğneyelim, yutalım. 40 yıl nasıl bir eşik olacak İKSV için? Bundan sonra hedef nedir? Bundan sonraki hedefimiz, vakfın mali yapısını sarsılmaz bir hale gelecek şekilde güçlendirmek, yeni etkinliğimiz İstanbul Tasarım Bienali’ni de diğerleri gibi alanında öncü bir konuma getirmek ve eğitim projelerimize hız kazandırmak. Son soru... Aradan tam 40 yıl geçti... Ne hissediyorsunuz şimdi? Bugün babanızın İKSV koltuğunda oturup geçmişe doğru bakarken... Ne kadar çok mesafe almışız, hem de işin ne kadar başındayız diye düşünüyorum... ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
Aile dediğimiz şey, oldu mu sana okul! GÖRGÜN TANER gorgun.taner@iksv.org
İstanbul Kültür Sanat Vakfı Genel Müdürü Görgün Taner, İKSV’li olmayı yazdı. Bütün o festivallerin geri planındaki ekibin portresini çizerken, Türkiye’nin son 40 yılına imzasını zarafetle atmış bir sanat kurumunun nasıl işlediğine tanık olmamızı sağladı... “TAMAM,” dedim, “Olur, tabii ki.” Tam da 30 yıl önceydi. Arkadaşım Serdar Atav, “İstanbul Film Festivali başlayacak, çalışmak ister misin?” diye sormuştu. Benim gözüm aslında İstanbul Festivali rehberliğindeydi (hem çalış hem bedava konser izle; bulunmaz nimet!) ama tamam, olur dedim. Hülya Uçansu ve Haldun İleri ile tanıştım; ilk çalışma arkadaşlarım onlardı, ilk görevim de Kent Sineması koordinatörlüğü. Sinema salonunun giriş A kapısının yanına konan masada çevirmen filmin oyuncularının sesi üzerine konuşuyor, kimi havaya giriyor kendisi de oynuyor, kimi küfürleri çevirmeden atlıyor, dil bilen seyirciden okkalı küfrü yiyor... Aradan 30 yıl geçti. İKSV şimdi 40. yılını kutluyor. Hep düşündüm, İKSV’de çalışmak, sanat ve kültür dünyasıyla hemhal olmak ne demek, İKSV bizden sonraki kuşaklara neler bırakıyor diye. Bunu hep yaptığımız konuşmalarda, derslerde, konferanslarda anlatıyoruz, sağ olsunlar birçok sanatçı veya izleyici de anlatıyor bizim adımıza: Bir değil, yetişen birkaç kuşağa damgasını vurdu İKSV. Çeşitli festivalleri izleyip de dünya dansının, tiyatronun, müziğin, güncel sanatın nerelere kadar uzanabileceğini görmek, sınırsız düşünce dünyalarının ürettikleriyle, başka kültürlerin özellikleriyle
karşılaşmak, tanışmak, iç içe geçmek daha fazlasını merak etmek ve sonrasını sormak. Festivallerdeki sanat ürünleri bize bu soruları sordurduysa ve kuşaklar bununla yetişip bu deneyimleri hayatlarının bir parçası haline getirdilerse ne mutlu bize ve İKSV’ye. İKSV’nin işi hep bu soruları soran kafayı yüceltmek, bu soruların sorulacağı iklimi yaratmaya çalışmak, sorulardan korkmamak oldu. Sanatla iç içe, öncüyüm diyorsanız eğer, bolca soracak, sorgulayacaksınız.
Yüzde 70’i kadın İKSV işte böyle bir kurum... Peki, İKSV’de çalışmak ne demek? Sadece bolca stres ve bedavaya konser seyretmek mi? Öğrenciyken konserlere nasıl girdiğimizi hatırladım birden! Kapıda bilet kesen yaşlıca kontrolörün önünde sıra olurduk. (Belki on kişiyiz, beş bilet var adam tam biletlere bakarken arkadaki yüklendi mi hooop içerdeyiz, koşarak merdivenlerden aşağıya, ara ki bulasın!) Ya da bilet almak için AKM’deki uzun kuyrukların en başında bir gece önceden çadır kurardık. İşte o hengamede içeri koşan, o kuyruklarda bekleyen öğrenciler, bir zaman sonra festivalde rehber, sonra da yönetici oldular. Bir tanecik festivalimiz büyüdü de büyüdü... Tek bir İstanbul Festivali adı artık yetmedi, birçok
FOTO RAF: AL GÜLER
İKSV’de çalışmak demek dünyanın neresinde olursa olsun, kültür ve sanat konularında söyleyecek sözü olmak, hayatta yaptıklarınla iftihar edebilmek demektir. Gururla ayağa kalkıp, dünya kültürüne armağan edilen birçok eserin, etkinliğin yapımında yer aldığını söyleyebilmek demektir.
KSV Yönetim Kurulu Ba kanı Bülent Eczacıba ı, Genel Müdür Görgün Taner ve KSV ekibi, Nejat Eczacıba ı Binası önünde (13 Aralık 2011).
başka festival de eklendi, her alandaki tecrübe bir diğerine aktarıldı. Aile dediğimiz şey oldu mu sana okul! İKSV hem izleyiciler için bir okul hem de çalışanlar için. Bu kafa karışıklığı hep var: Okuldan işyeri olur mu diye... Niye olmasın ki! Biz buradan ayrılmaya hep mezuniyet gözüyle baktık. Gidenden de kalandan da hep öğrendik. İKSV’de herkes birbirinden ve dünyanın geri kalanından öğrenir, herhangi bir şey planlanırken hep ama hep dünya ölçeğinde düşünülür. Uluslararası olmak, adında ‘uluslararası’ kelimesinin geçmesi ya da ‘dışarıdan grup getirmek’ (bu tabir de sadece bizde var galiba!) ile sınırlı değildir. İKSV’de dünya ölçeğindeki tüm kültür-sanat kurumlarıyla çalışmak, işbirliğine gitmek ve o ölçekle düşünmek çok önemlidir. Yapımcısı olunan işler, düzenlenen konserler, film gösterimleri, hep bir İKSV standardı ile yapılır. Herkes bir diğerinin yerine göre avukatı, arkadaşı, yerine göre acımasız eleştirmenidir. Everest’in yüksekliğinin kaç metre olduğu da konuşulur, bu
seneki moda renkler de! Şaşırmayın, burası çok kültürlü bir okul! Çalışanlar için de öyle. İKSV 79 kişi, bunun yüzde 70’i kadın. Pozitif ayrımcılıktan değil, kendiliğinden! Bilmem, belki de deminden beri saydığım özellikler kadınlarda daha fazla.
“Yaparsa KSV yapar” İKSV, çok burnu büyük bir okul değil. Ama inatla savunduğu ilkeleri ve ‘hoca’ları var. Ben bir ara ODTÜ’de okudum. Orada herkes birbirine ‘hoca’derdi. Önce anlamamıştım niye öyle olduğunu sonra düşündüm ki birbirine saygı ifadesi bu. Biz kendi aramızda birbirimize ‘hoca’ demiyoruz, ama hoca dediklerimizin sözünü dinlediğimiz için buralardayız. “Yaparsa İKSV yapar”: Yıllarca İKSV hep bununla övündü, büyüdü, gelişti. Artık köklü kurum kategorisinde. Ama hâlâ birçok alanda öncü olmayı becerebiliyorsa, bunun başarısı büyüklerinin attığı tohumlarda. Hangi kurum “Ben şu vizyonumu yenileyeyim” diye masaya oturup, sonra da “Vay canına, 40 yıl önce nasıl düşünüp
yazmışlar bunu?” diye masadan kalkar? İKSV için durum böyle oldu... İKSV herkesin anılarında şu veya bu şekilde bir köşede yer alıyor. İstanbul’da sinemaya gidiyor, tiyatro izliyor, konser dinliyorsanız, sergi gezip sonra da üzerine konuşup düşünüyorsanız veya bunları geçmişte yaptıysanız bir şekilde İKSV’ye değdiniz, değiyorsunuz demektir. İşte burada çalışmanın hazzı da bu çorbaya bir tutam tuz atabilmenin hazzı... İKSV’de çalışmak demek dünyanın neresinde olursa olsun, kültür ve sanat konularında söyleyecek sözü olmak, hayatta yaptıklarınla iftihar edebilmek demektir. Gururla ayağa kalkıp, dünya kültürüne armağan edilen birçok eserin, etkinliğin yapımında yer aldığını söyleyebilmek demektir. İKSV bu yüzden yalnızca İstanbul’un kültür sanat yaşamında değil, çalışanlarının hayatında da muazzam bir yer kaplar. Bazen diyorum ki çalışanların hayatından İKSV’yi çıkarsak ne olur acaba... İnanır mısınız düşünmek bile istemiyorum! ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
11
➔
■ ■ ■ ■ ■
KAPAK
İKSV 22 Temmuz 1973 Nejat Eczacıba ı ve Mengü Ertel, Mengü Ertel tarafından hazırlanan ilk festival afi inin tanıtımı sırasında.
11 Nisan 1988 7. Uluslararası stanbul Sinema Günleri’nde Onat Kutlar, akir Eczacıba ı, Hülya Uçansu, Vecdi Sayar ve Elia Kazan ba kanlı ındaki Altın Lale Uluslararası Yarı ma Jüri üyeleri...
22 Eylül-17 Kasım 2001 7. Uluslararası stanbul Bienali Michael Lin “Platform”, Aya rini Müzesi, Küratör Yuko Hasegawa. 21 Haziran 1973 TÜ Maden Fakültesi’nde 21 Haziran 1973’te gerçekle en 1. stanbul Festivali Açılı Konseri’nde, Robert Wagner yönetimindeki stanbul Devlet Operası Korosu Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”nu seslendiriyor.
12
20-22-24 Haziran 1996 Aidan Lang tarafından sahneye konulan Mozart’ın besteledi i “Saraydan Kız Kaçırma” operasını skoç Oda Orkestrası 24. Uluslararası stanbul Müzik Festivali kapsamında Topkapı Sarayı’nda seslendirdi. Milliyet Sanat Haziran 2012
Pina Bausch’un stanbul için özel olarak koreografisini hazırladı ı KSV ve Tanztheater Wuppertal ortak yapımı “Nefes”in dünya prömiyeri...
8 Nisan 2006 25. Uluslararası stanbul Film Festivali sırasında Sebla Eczacıba ı, KSV Yönetim Kurulu Ba kanı akir Eczacıba ı, Jeanne Moreau, Emek Sineması i letmecisi smet Kurtulu , stanbul Film Festivali Direktörü Hülya Uçansu, Protokol Müdürü Zeliha Kaya.
İKSV’NIN 40 YILLIK ALBÜMLERİNDEN KARELER... 15 Temmuz 2010 Tony Bennett, 17. Uluslararası stanbul Caz Festivali’nde, Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde.
24 Haziran 1974 Leyla Gencer’in festival izleyicisiyle ilk bulu ması. 2. stanbul Festivali... 5-25 Mayıs 2006 Zingaro Tiyatrosu “Battuta” Dünya Prömiyeri... Mekan S Uluslararası Binicilik Merkezi.
5-6 A ustos 2009 Leonard Cohen, Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda...
13
7 Haziran 2010 38. Uluslararası stanbul Müzik Festivali’nde Arvo Pärt’ın “Âdem’in Yakarı ı”nın Dünya Prömiyeri, Aya rini Müzesi’nde yapıldı. Milliyet Sanat Haziran 2012
■ ■ ■ ■ ■
KAPAK
İKSV
Ya İKSV olmasaydı? GÜLDEN ÖKTEM goktem@milliyet.com.tr
Bienaller, konserler, festivaller... Hepsini takip etmek iyi, hoş da... Peki İKSV kurulmasaydı? Hem İKSV’yi hem de “O olmasa hayatımızda ne değişirdi?” sorusunu ‘bir bilene’ sorduk...
“İstanbul’un kültür sanat hayatı yüzde 50’sini kaybederdi“ TU RUL ERYILMAZ Çok abartmış olmak istememem ama eğer İKSV olmasaydı, 40 sene diyemeyeceğim ama belki son 20 - 25 senede İstanbul’un kültür sanat hayatı yüzde 50’sini kaybetmiş olurdu. İKSV, bizim gençliğimizde aklımıza gelmeyecek kadar şöhretinin zirvesinde olan ya da görmek için can attığımız pek çok ismi bize dinletti. İnanılmaz güzellikteki filmleri bize izletti. Hakikaten o sıkıntılı du-
rumlarda dışa açılan bir kapı oldu bizim için İKSV’nin etkinlikleri. Kendimizi İKSV sayesinde Londra, Paris gibi metropollerde yaşıyormuşuz gibi hissettik. Muhteşem bir duyguydu. Çok daha iyi olamaz mı? Elbette olur. Ama şimdi İKSV hakkında eleştirel bir şey söylemek yersiz. Çünkü son derece başarılı bir şey yaptılar, bizi bir şekilde dünyaya entegre ettiler. Bundan dolayı da ne dense azdır.
“İKSV giderse yer yerinden oynar” GÜLR Z SURUR Bir gün bu ülkede bir adam; kültürlü, bilgili, imkanlı, içinde ülke sevgisi, paylaşmak erdemi olan bir adam bir karar verir. En pahalı şeyi olan zamanını da bu işe armağan ederek İKSV’nin tohumlarını atar. Zaten bu toprağında özünde malı olan, adına sanat denen bu tohum öyle çabuk yeşerir, filizlenir, öyle çiçekler açar ki... Sonra günü gelir, adam gider. Kardeşi ge-
lir, daha sonra da oğlu. Aynı ruhla emek veren bir grup insanın elinde daha da gelişip dallanır budaklanır bu çaba. Bugün tiyatrolarımız kapatılmak istenirken, sanatın tüm dallarıyla düşmanmışçasına uğraşılırken bu soru anlam kazanıyor. Bence bugün İKSV bir nedenle hayatımızdan çıkarılmak istenirse yer yerinden oynar. Umarım!
“Hayatım, kuraklaşırdı“ SEV N OKYAY
14
Başlangıçtaki adıyla İstanbul Festivali ve daha sonraki müzik, film, tiyatro, caz festivalleriyle bienaller olmasa, hayatım bugüne oranla kurak bir hayat olurdu. Her şeyden önce, bize Sinematek dönemini hatırlatan güzelim filmlerin çoğunu izlememiş olurduk. Gerçekten, Sinematek’in ardında bıraktığı boşluğu Film Festivali doldurmuştur. Caz Festivali sayesinde, baba cazcılardan görmediğimiz kalmadı. Genç cazcıları da birinci elden tanıdık. Milliyet Sanat Haziran 2012
Arada izlediğimiz rock ilahları da, özellikle onların gençliklerini hatırlayanları ihya etti. Tiyatro Festivali ile Müzik Festivali’ne öbür iki festival kadar sık gidemesem de, hayata bakışımı değiştiren performanslar izledim ikisinde de. Festivaller arasında net bir çizgi de yok bence. İKSV’nin, yalnızca benim hayatımı değil, İstanbul’un kültür ve sanat hayatını kıyas kabul etmez şekilde zenginleştirdiğini düşünüyorum. Hem sadece kendi festivalleriyle değil, emsal oluşturduğu başka festivallerle de...
“Türkiye’nin sanat gündemini belirledi” AT LLA DORSAY İKSV olmasaydı herhalde hayatımızda çoğu şey olumsuz yönde değişirdi. Çünkü İKSV, İstanbul gibi bir kente önce Klasik Müzik Festivali’yle başlayıp sonra bilindiği üzere yarım düzine alana uzanan birçok festival getirdi. Bu festivallerde sonuç olarak dünyanın sanatını ve dünyanın sanatçısını ayağımıza kadar getirdi. Yalnız İstanbul’a da getirdiğini söylemek mümkün değil, çünkü dalga dalga bütün ülkeye yayıldı. Hatta bu festivallerin Anadolu’dan gelen sıkı takipçileri de var, gayet iyi biliyorum. Dolayısıyla Türkiye’nin sanat gündemini değiştirdi ve adeta belirledi İKSV etkinlikleri.
“Cazın Türkiye’deki gidişatı yok olurdu” KEREM GÖRSEV Ben bir müzisyen olarak şunu söyleyebilirim ki cazın Türkiye’deki gidişatı yok olurdu. Sanatın bütün dallarıyla ilgilenen bir kurum İKSV. Her zaman başımızın tacı ve onu her zaman desteklemek zorundayız.
“Tebrik etmek gerek” KOMET İKSV güzel çalışmalar yapıyor. Kültür sanat hayatına da önemli katkıları var yaptığı festivallerle, bienallerle. Kendilerini tebrik etmek gerek.
“Onsuz İstanbul’um “Kültür tarihi çok zengin olmazdı” borçluyuz. Türkiye’nin dünyaya HÜSAMETT N KOÇAN eksik kalırdı...” entegre olmasını sağlayabilmiştir GÜLS N ONAY İstanbul bugün uluslararası bir kültür sanat merkezi sayılıyorsa, bunu en çok İKSV’nin 40 yıllık çabalarına borçluyuz. Haziran’da festivelde bir konserde yer alacağım ve gelmişken fırsatı değerlendirip birkaç da konser dinleyeceğim. İKSV benim için, doğup büyüdüğüm bu şehre her gelişimi bayrama dönüştüren kurum. Onsuz İstanbul’um eksik kalırdı...
“Çağdışı olmaktan kurtarıyor” CEVAT ÇAPAN İKSV olmasa, festivaller kanımca kolay kolay düzenlenemezdi. Böyle bir eksiklik de bizim içinde yaşadığımız dünyayı tanımamızı tehlikeli bir ölçüde engellerdi. İKSV düzenlediği bu festivallerle bizi bir ölçüde çağdışı ve taşralı olmaktan kurtarıyor. Bu etkinliklerin toplumumuzun duyarlık eğitimine büyük bir katkısı olduğuna içtenlikle inanıyorum.
“Üç kuşak bu etkinliklerle büyüdü” MAH R GÜN IRAY İKSV İstanbul’da kültürel ve sanatsal hayatımızı etkileyen en önemli yapı oldu. Binlerce film, oyun, dans, konser, sergi... Daha şimdiden üç kuşak bu etkinliklerle büyüdü. Tüm bunlarla yaratmak ve sürdürmek cesareti, enerjisi hatta kimi zaman bir şey yapmanın anlamını ve amacını verdi.
“Yepyeni ufuklar açtılar” TARIK AKAN Benim için çok önemli bir kurum. Çünkü ‘80 dönemlerinde Türkiye’ye getirdikleri, asla gelmeyecek olan filmlerle yepyeni ufuklar açtılar. İnadına bunu sürdürmelerinden dolayı çok mutluyum.
İKSV, galiba cumhuriyet tarihimizin sivil alanda çok ciddi, derinlikli, çağdaş kültür sanat konusunda büyük bir birikim oluşturmuş en temel kurumudur diye düşünüyorum. Ancak şuna dikkat etmek gerekir; İKSV o kurumlardan bir tanesi değil, en temel kurumdur bence. Biz İKSV’ye sanatın bütün alanlarında; tiyatroda, müzikte ve daha birçok alanda çok şey
diye düşünüyorum ve bizim kültür hayatımıza büyük bir zenginlik katmıştır. Bu toplumsal olarak son derece önemlidir. İKSV’nin olmadığı bir kültür tarihinin çok zengin bir tarih olabileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla bir sivil örgüt olarak ve kültür alanı temsili açısından olağanüstü bir kurum.
“Türkiye’deki gerçeklerin kabalığı çoğumuz için daha katlanılmaz olurdu” SEDAT ERG N Şakir Eczacıbaşı, sıkça Bernard Shaw’ın “Sanat var olmasaydı, gerçeğin kabalığı katlanılmaz kılardı dünyayı” şeklindeki sözlerini hatırlatırdı. Bu yerinde tespitten hareketle şunu söyleyebiliriz: İKSV olmasaydı yalnızca İs-
tanbul’daki değil, bütün Türkiye’deki gerçeklerin kabalığı çoğumuz için daha katlanılmaz olurdu. İKSV’yle birlikte, İstanbul dünyaya daha sıkı sarılmış, içine kapanmamış, kendine daha çok güvenen, daha modern ve daha ‘katlanılabilir’ bir İstanbul’dur.
“Hayati önem taşıyan bir kurum” TAYFUN P RSEL MO LU İKSV’nin Türkiye kültür hayatında çok önemli bir yeri var. Kültür sanat hayatı açısında onun olmaması halinde yerinde açılacak boşluğu doldurabilecek başka bir unsur bulmak pek mümkün değil. Bu açıdan da hayati önem taşıyan bir kurum ol-
duğunu söylemek doğru olur. İKSV’nin yalnızca İstanbul’un değil Türkiye’nin kültürle olan ilişkisini kurmak adına önemli bir görevi her zaman oldu. Ama benim kişisel olarak söyleyebileceğim, sadece film festivalini yapmış olması bile cennetin kapılarını onun için açacaktır!
“Çizgimi oluştururken bir referans oldu” R N PANCARO LU Müzik festivalinin hayatımda önemli bir yeri oldu hep ve de olmaya devam ediyor. Ben küçükken, festivalin ilk yıllarında babam neredeyse bütün konserlere bilet alırdı ve haziran ayında neredeyse hergün bir konsere giderdik. Bu,
kendi müzisyen çizgimi oluştururken bir referans oldu kesinlikle. Daha sonra tabii ki festivalde farklı projelerimle yer almaya başladım... Hem sahnede hem de dinleyici arasında bulunmak beni şimdi ile geçmiş arasında bir yolculuğa çıkarıyor.
“Yokluğunu düşünmek mümkün değil” JÜL DE KURAL Üniversite yıllarımda sinemayı keşfetmemizi sağlayan en önemli günlerdi bizim için İKSV’nin etkinlikleri. Benim için bu anlamda sinemaya yakınlaşmamı sağladı. Kendi mesleğime ilişkin soruları sormam için geniş bir perspektif oluşturdu iz-
ediğim filmler. Sonrasında başlayan Tiyatro Festivali’nde dünya örneklerini görmek, sanatçı olarak gelişmeyi sağladı benim açımdan. Dolayısıyla İKSV’nin film, tiyatro, müzik festivallerinin olmadığı bir İstanbul düşünemiyorum. Benim için İKSV’nin yokluğunu düşünmek pek mümkün olmayacak bir şey. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
15
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
Gelecekten umutlu notaların festivali Iraz Yıldız
STANBUL Kültür Sanat Vakfı’yla birlikte 40. yaşını kutlayan İstanbul Müzik Festivali, 31 Mayıs-29 Haziran arasında 750’nin üzerinde yerli ve yabancı sanatçıyı ağırlayacak. Bugüne kadar 3 bine yakın gösteriyle, 40 bini aşkın sanatçıyı konuk eden festival, 6 senedir Borusan Holding sponsorluğunda düzenleniyor. Helene Grimaud’dan Anne-Sophie Mutter’e, ViyanaBerlin Oda Orkestrası’ndan Gidon Kremer’e pek çok yıldızın katılacağı festivalin bu yılki teması ‘Umut ve Kahramanlar’. Bu yüzden gelecek umudu taşıyan genç yıldızlarımızın katılımıyla açılış yapacak festivalde, bu iki kavram etrafında seçilmiş eserlerin yer alacağı konserler izleme olanağı bulacağız. Ayrıca festivalin sipariş ettiği iki eserin; ünlü piyanist-besteci Fazıl Say ve Gürcü besteci Giya Kancheli’nin dünya prömiyerleri gerçekleştirilecek. 40. İstanbul Müzik Festivali’nin Onur Ödülü, yorumculuğunun yanı sıra besteci kimliğiyle de tanınan piyanist Hüseyin Sermet’e, Yaşam Boyu Başarı Ödülü ise Giya Kancheli’ye verilecek. Konserler, festivale 40 yıldır ev sahipliği yapan Aya İrini Müzesi’nin yanı sıra Haliç Kongre Merkezi, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, Hollanda Başkonsolosluğu Bahçesi, Süreyya Operası, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası ve İstanbul Arkeoloji Müzesi gibi 8 farklı mekanda gerçekleştirilecek. Fiyatları 30 TL ile 400 TL arasında değişen biletler Biletix’ten ve İKSV merkezinden alınabilir.
İ Daniel Müller Schott
16
Borusan stanbul Filarmoni Orkestrası
Milliyet Sanat Haziran 2012
Alina Pogostkina
“Senin iyi olmanı değil eşsiz olmanı istiyorum” KEMAL KÜÇÜK kemalkucuk@ttmail.com
Günümüzün en önemli piyanistlerinden Helene Grimaud’yu 2008 yılında beklemiştik, sakatlığı nedeniyle İstanbul izleyicisiyle buluşması 40. yıla kaldı. Son olarak en çok satan CD’ye verilen ECHO ödülünü alan Grimaud, İstanbul Müzik Festivali’nde Mozart, Berg, Bartok ve Liszt’in eserlerinin yer alacağı bir resital verecek.
Grimaud, kendisini tüm bestecilerin eserlerindeki kilit noktayı bulmaya adamı bir sanatçı.
BEETHOVEN gibi bir müzik dahisi, armonide gösterdiği başarıya karşın, aritmetikteki dört işlemden bölme ve çapmayı zor yapıyordu. Günümüzün solist ve şefleri ise, onun eserlerini yorumlamada, entelektüel alt yapıları güçlüyse, bir adım öne çıkıyor! Çelişki gibi görünen bu ters orantı, Milliyet Sanat Haziran 2012
17
➔
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL Son yıllarda çağdaş eserlerde uzmanlaşan bazı solistlerin bir Chopin duyarlılığına aynı konserde dönüş yapamadıkları ortamda bu program, İstanbul dinleyicisi için önemli bir deneyim olacak. Ama programda Beethoven eserinin olmaması ilginç. len, onlarla bağlar kuran düşünceler demeti arasında, Scuhuman, Chopin, Beethoven müziğinin özünü bulmaya çalışan uzun bir yolculuk aslında... Bu yolculukta soluklandığı çok sayıda durak var ve bunların hepsi ona Fransa’nın en önemli ve tanınmış piyanisti unvanını getirecek kadar önemli eleştiriler aldı.
Hiç tükenmeyen enerji
Grimaud, sanatın yüzünü en çok riskli anlarda gösterdi ini dü ünüyor.
18
aslında müziğin soyut dünyasında sıkça rastlanan bir olgu. Helene Grimaud da entelektüel yaklaşımı ile Beethoven’in dünyasına yaklaşan günümüzün en önemli piyanistlerinden biri. Aslında o her besteciye aynı bakışla yaklaşmaktan haz duyuyor. “Özel Dersler” adlı kitabında verdiği benliği ile ilgili ipuçları, günümüzde klasik müzikte artık bir sorun haline gelen ‘yorumlama’ sınırlarını, sağlıklı bir şekilde belirleyebilmesindeki etkenleri gözler önüne seriyor. Müziğe bakışını, öğretmeni Pierre Barbizet’in sözleri büyük ölçüde belirlemiş. Günümüzde bazı entelektüel yorumcuların müziğe bir akıl oyunu gibi bakışının aksine ona insan-müzik ilişkisinin özünü öğretmiş Barbizet. Daha 15 yaşında, Rahmaninof’un sonatının yeni versiyonunu kaydedeceği zaman, öğretmeninin şu sözleri belirlemiş yolunu: “Müzik, gerçekte ancak bir yüreğin sıcaklığına girip, onun sessizliğine yerleştiği anda, dinleyici ile birlikte başlar. Unutma, bir müzisyen ancak gelecekteki benliğinin açığa vurduğu yücelik kadar büyüktür”. Helene Grimaud’un piyano ile özdeşleşen yaşamı; doğa, vahşi yaşam, (özellikle kurtlar) insan ve müzik arasında gidip geMilliyet Sanat Haziran 2012
1969’da Aix-en- Provence’te doğan Grimaud, 9 yaşında piyanoya başladı. 1982’de girdiği Paris Konservatuvarı’nı 3 yılda birincilikle bitirdi ve aynı yıl Rahmaninof’un 2 numaralı sonatı ve Opus 33 etütlerini kaydetti. Bir yıl sonra en iyi kayıt ödülünü aldı. 1987’de Paris’teki konserinde Liszt’in piyano konçertosunu Barenboim yönetimindeki orkestra eşliğinde çaldığında büyük yankı uyandırdı. 1990’da ABD’deki konserleri ile ününü pekiştirdi. 1991’den sonra ünlü şef ve orkestralarla yaptığı kayıtlar başta Erato etiketiyle yayınlanarak genç piyanistin tüm dünyada tanınmasını sağladı. Ardından Deutsche Grammophone sanatçısı olarak her yıl ününü biraz daha pekiştirdi. Tutkulu çalışı, virtüozite ile müzikalitenin üst seviyede buluştuğu bir yorum gücü ile Grimaud’un enerjisi, sanki hiç tükenmeyecek gibi... Bir ay içinde yedi ayrı ülkede 13 konser, Paris’te altı gün içinde dört ayrı konçertoyu seslendirdiği beş konser, her solistin altından kalkabileceği bir şey değil. Berlin Filarmoni, Philharmonia, Bavyera Radyo Senfoni ve Münih Filarmoni gibi dünyanın önemli orkestralarıyla konserler veren, Kurt Masur, Bernard Haitink, Esa-Pekka Salonen, Pierre Boulez, Ricardo Chailly, Valery Gergiev ve Andris Nelsons gibi günümüzün en önemli şefleri ile çalışan Grimaud’u Lucerne, Salzburg ve BBC Proms gibi dünyanın saygın festivallerinde sürekli görmek mümkün. Son olarak en çok satan CD’ye verilen ECHO ödülünü 2010’da alan Grimaud, İstanbul Müzik Festivali’nde Mozart, Berg, Bartok ve Liszt’in eserlerinin yer alacağı bir resital verecek. Program, günümüz solistlerinin ne kadar geniş bir repertuvara sahip olması gerektiğini de gösterecek nitelikte... Klasik dönemden Romantik döneme, oradan etnik temel üzerine 20. YY’ın soyut anlayışını koyan Bartok’a ve dahası, besteci
ile dinleyici arasındaki dil bağını önemli ölçüde zorlayan Berg’in modernizmine uzanan bu program aslında Grimaud’un çok yönlü kişiliğinin ve müziğe geniş bakışının bir belgesi gibi...
Beethoven uzmanı Son yıllarda çağdaş eserlerde uzmanlaşan bazı solistlerin bir Chopin duyarlılığına aynı konserde dönüş yapamadıkları bir ortamda böyle bir program, İstanbul dinleyicisi için önemli bir deneyim olacak. Ama programda Beethoven eserinin olmaması ilginç. İstanbul seyircisi onun son yıllarda üzerine eğildiği Beethoven yorumlarını ne yazık ki bu resitalde dinleyemeyecek. Son olarak Berlin’de ‘imparator’ olarak da bilinen 5. Piyano Konçertosu’nu çalan Grimaud “Beethoven’in, eserlerini ortaya çıkarması için sahip olduğu imkanlar onun için yeterliydi diye düşünüyorum. O sıklıkla sınırları zorlayarak beste yapan, asrının enstrümanlarının ve hatta kendi döneminin müzikal gerçekliğinin ötesine uzanabilen bir isimdi. Böylesi bir enerjiyle karşı karşıya geldiğinizde direnemiyorsunuz. Kendi sınırları olan bir şeyle başa çıkmak zorunda kalıyorsunuz. Sınırlar içinde kalmaya çalışmakla onun çılgın aşırılığı arasındaki dengeyi bulmaya çalışmak çok zor” diyor. “Senin iyi olmanı değil eşsiz olmanı istiyorum” diyen hocasının da desteği ile tam bir mükemmeliyetçi olan Helene Grimaud, kendini tüm bestecilerin eserlerinde kilit noktayı bulmaya adamış. Hal böyle olunca onun Beethoven uzmanlığını, İstanbul’daki resitalinde belki Liszt’e yaklaşımında göreceğiz. Aya İrini’nin konserlere pek de uygun olmayan akustiğinde, tavanda uçuşan martılar ve yaz sıcağının iyice hamama çevirdiği bir Bizans kilisesinin sahnesinde, Grimaud’un nasıl bir performans göstereceğini şu sözlerine bakıp anlayabiliriz: “En güzel anlar, genelde kelimenin tam anlamıyla ‘mükemmel’ olmayan anlardır. Aksine, derinliği, kırılganlığı hissettiğiniz zamanlardır... Her şeyin eşikte olduğu anlardır... Böylesi anlar bana en çok dokunan, beni en çok heyecanlandıran, beni avuçlarının arasına alan anlardır... Sanırım sanat yüzünü en çok riskli anlarda gösteriyor, her şeyin güllük gülistanlık olduğu durumlarda değil.” ■ 22 Haziran, saat 20.00, Aya İrini
alfa
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
Porche’si de var, Picasso’su da F L Z AL ayvalikmusic@gmail.com
İstanbul Müzik Festivali, AnneSophie Mutter’i konuk ediyor bu sene. Mutter, dünyanın en iyi ve en çok kazanan kemancılarından biri, aldığı ödüllerin haddi hesabı yok, üstelik bir top model kadar güzel. Kısacası, Tanrı’nın sevgili kulu...
Anne-Sophie Mutter, daha be ya ındayken ille de keman dersi alaca ım diye tutturur.
20
Milliyet Sanat Haziran 2012
DÜNYANIN en iyi kemancılarından birisiniz. Otuz beş yıldır dünyadaki tüm müzik eleştirmenleri sizi yazılarında sürekli göklere çıkarmış. Keman dağarının bütün eserlerini kaydettiğiniz CD’lerden ve konserlerinizden elde ettiğiniz gelir ile beyaz bir Porsche’niz de olmuş, Picasso’nuz da. Aldığınız ödüllerin sayısını unutmuşsunuz. Bütün bunlar yetmezmiş gibi güzelliğinizle nice süper modeli geride bırakmaktaymışsınız. Mutter, Tanrı’ya inanmasın da kime inansın? Gerçekten de Mutter, Tanrı’ın sevgili kulu. Tanrı ona öyle bir müzik yeteneği ve sevgisi bahşetmiş ki, geriye sadece bu yeteneği geliştirmek ve çalışmak kalmış. İnternet dünyasında çok sayıda söyleşisi var sanatçının. Üç yaşındayken piyano çalmaya başladığını ama beş yaşına geldiğinde kemana aşık olduğunu anlatıyor bazı konuşmalarında. Babasının eve getirdiği bir Yehudi Menuhin plağını dinledikten sonra başlamış bu ateşli aşk. İlle de keman dersleri alacağım ve kemancı olacağım diye tutturmuş, daha beş yaşında çocukken. Erna Honigberger adında bir keman hocasıyla derslere başlamışlar. Erna, ünlü keman pedagogu Carl Flesch’in öğrencisiymiş. Yani Anne-Sophie daha çekirdekten Orta Avrupa keman geleneği ile yetişmiş böylece. Mutter, İsviçre Almanya sınırındaki Rheinfelden kentinde doğmuş. Ren nehrinin bir yakası Almanya, öte yakası İsviçre. Beş buçuk yaşındayken Rheinfelden’e sadece 15 km. uzaktaki Basel’a ünlü Rus kemancı David Oistrakh gelmiş konser vermeye. Keman öğretmeni ile Oistrakh’ı dinlemeye gitmişler.Hayatında ilk defa Brahms’ın keman - piyano sonatlarını öğretmeninin kucağında dinlerken kendinden geçtiğini ve bu kez de Brahms’ın müziğine aşık olduğunu hatırlıyor sanatçı bugün. Brahms’ın kemanın insan sesine benzeyen özelliğini çok iyi anladığını, öte yandan da Oistrakh’ın kemana şarkı söylettiğini düşünüyor. Ergenlik yılları boyunca Brahms sevdası devam etmiş Mutter’in. 16 yaşına geldiğinde Karajan yönetiminde Brahms’ın keman konçertosunu yorumlayacak kadar önüne geçilmez bir sevda imiş bu.
Hayatının ansı Karajan Mutter’in Tanrı’nın sevgili kulu olduğunu kanıtlayan ikinci olay, 13 yaşındayken Herbert von Karajan ile tanışması. Sonrası zaten tarih olmuş artık. 14 yaşında Salzburg Festival’inde kariyerine adım atması, 15 yaşında Karajan yönetimindeki Berlin Filarmoni Orkestrası eşliğinde Mozart’ın 3 ve 5 numaralı keman konçertolarını Deutsche Grammophon firması için plağa kaydetmesi, 17 yaşında Zubin Mehta’nın yönettiği New York Filarmoni Orkestrası ile Birleşik Amerika’daki ilk kon-
Çoğu kemancı, çalgıyı yerleştirirken ya yastık ya da çenelik kullanır. Oysa Mutter: “Keman bedenimin bir parçası. Aramızda kemanın doğal titreşimlerini donuklaştıracak bir kumaş parçası olmamalı” diyor. serini vermesi, bilinen noktalar. Karajan, Mutter’i ilk tanıdığı günden itibaren hep desteklemiş, onun hep ileriye doğru gitmesini, sınırlarını zorlamasını istemiş. Mutter ilişkilerini şöyle anlatıyor bir söyleşisinde: “Karajan, Beethoven keman konçertosunu çalmamı istedi. Oysa eseri henüz tam olarak öğrenmemiştim ve rahat değildim. Ama üstadın istekleri emir demekti. Eve gidip gece gündüz çalıştım ve sonunda üstadın karşısına çıktım. Ben çalarken o elindeki partisyondan takip ediyordu, ilk büyük keman solosunu bitirdikten sonra hiç başını kaldırmadan ‘Gelecek sene tekrar gel’ dedi. Haklıydı. Henüz Beethoven’i yeterince anlayamamıştım. Ertesi yıl gittiğimde gerçekten çok farklı bir çalışma içine girdik. Beethoven keman konçertosunun analizini yaparken orkestra şefi cephesinden yaklaşımını öğrenmiş oldum. Benim için büyük kazançtı Karajan ile çalışmak. Beni kızlarından ayırmazdı. Müzikal bakımdan değil, kişilik gelişimi bakımından da ergenlik çağındaki bir genç kızın ruh halini göz önüne alarak hayatıma kattığı değerlerin önemini hiç unutamam.” Mutter’in ipeklere, kadifelere sarılı iki Stradivarius kemanı var. Keman kutusunun üzeri pırıltılı taşlarla süslü. Memleketi Almanya’da bir hanedan üyesiymiş gibi saygı görüyor. Öte yandan konserleri için çok yüksek ücret talep etmesi dolayısıyla Londra orkestralarının tümü tarafından üç yıl boykot edilmiş. Şimdi araları düzelmiş, söylentiye göre Mutter bakmış ki orkestralar geri adım atmıyor, çarnaçar ücret indirimi yapmış sonunda. Acaba İstanbul Festivali konseri için ne ücret istedi, merak ediyor insan haliyle.
Ba tan çıkaramadı ı yok Bundan on dört yıl önce 1988 yılında Cumhuriyet gazetesi’nde çıkan bir yazıma şu cümleler ile başlamışım: “Anne-Sophie Mutter, göğüslerinin önemli bir miktarını dışarıda bırakan kan kırmızısı ‘strapless’ yani askısız John Galliano tuvaletinin eteklerini savurarak, yüzünün sağ tarafını çapkınca örten mebzul dalgalı saçlarını uçuşturarak sahneye çıktığında konser salonundan aldığı ilk tepki derin bir iç çekmesi oluyor.” Aslında sanatçının keman çalarken omuzlarını açık bırakan giysileri tercih etmesinin çok anlaşılır bir nedeni var. Çoğu kemancı, çalgıyı omuz ile çene arasına yerleştirirken ya yastık ya da çenelik kullanır. Oysa Mutter bakın ne diyor: “Keman benim be-
denimin bir parçası. Aramızda kemanın doğal titreşimlerini donuklaştıracak bir kumaş parçası olmamalı, doğrudan tene temas eden kemandan çok daha iyi ses çıkıyor.” Eline aldığı en kötü kemandan bile ‘Stradivarius’ sesi çıkarabilen Mutter’in, tabii ki kendi Stradivarius’larından elde ettiği ilahi seslerle baştan çıkaramadığı kimse yok müzik dünyasında. 26 yaşındayken, Herbert von Karajan’ın avukatı Detlef Wunderlich ile evlenmişti. Kocası kendinden 30 yaş büyüktü. İki çocukları oldu ve ne yazık ki Detlef evliliklerinin altıncı yılında kanserden öldü. Mutter, ikinci evliliğini 2002 yuılında 39 yaşındayken ünlü Alman asıllı Amerikalı piyanist, orkestra şefi, besteci Andre Previn ile yaptı. Previn 73 yaşındaydı ve Mutter’den önce beş kez evlenmişti. Eşlerinin en ünlüsü Hollywood yıldızı Mia Farrow idi. Previn ile Mutter 2006’da boşandılar ama birlikte konser vermeye devam ediyorlar.
Ismarladı ı besteler Mutter, 1980’li yıllarda müzik dünyasındaki prestijini, kendisine duyulan güveni ve hayranlığı kullanarak 20. yy.’ın bestecilerine eserler ısmarlamaya ve bu yolla hem kendi repertuvarını genişletmeye hem de çağdaş bestecilerin önünü açmaya karar verdi. Hoş, eser ısmarladığı besteciler çağdaş müzik çevrelerinde zaten tanınan yaşlı başlı kişilerdi ama Mutter sayesinde eserleri çok daha geniş bir dinleyici kitlesine ulaşacaktı. Böylece Witold Lutoslawski, Krysztof Penderecki, Henri Dutillieux, Wolfgang Rihm ve Andre Previn, Mutter için eserler bestelediler. Mutter’in eser ısmarladığı son kişi 1931 doğumlu Tatar asıllı Rus besteci Sofya Gubaidulina. Mutter, Sovyetler Birliği’nde uzun yıllar görmezden gelinen, ancak Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra hem Rusya’da hem de Batı’da değeri anlaşılan bu büyük kadın bestecinin kendisi için yazdığı “In Tempus Preasens” adlı keman konçertosunu 2008’de Deutsche Grammophon firması için kaydetti ve Gubaidulina’yı bu kayıtta J.S. Bach ile eşleştirdi. 1 Haziran’da İstanbul Festivali Kapsamında vereceği konserde ise Mozart ile çağdaş Alman bestecisi Rihm’i eşleştirecek ve kendisi için bestelediği “Lichtes Spiel” adlı eserini seslendirecek. “Çocuk Oyunu” deriz ya! Öyle birşey bu eser besteciye göre. Merakla bekliyoruz 1 Haziran’ı. ■ 1 Haziran, saat 21.00, Lütfü Kırdar Kongre Sarayı Milliyet Sanat Haziran 2012
21
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
Sir Roger Norrington’ın vibrato konusunda net tercihleri var.
Konserin solisti Hüseyin Sermet...
UFUK ÇAKMAK
Vibratosuz Beethoven’a kulak verin
ufuk.cakmak@gmail.com
Dönem müzikçilerinin en önde gelenlerinden, vibratonun tarihe karıştığını savunan Sir Roger Norrington, İstanbul Müzik Festivali’nde izleyeceğimiz konserde Almanya’nın en önemli orkestralarından Deutsches Symphonie Orchester Berlin’i yönetecek.
22
20. asrın son yirmi yılı, müzik tarihinin barok dönemi ile ilgili büyük bir kıpırdanmaya tanıklık etti. Barok eserler yorumcular tarafından daha sık ele alınmaya başlandı. Birçok yeni topluluk kuruldu. Dönem çalgıları kullanılarak yapılan tarihsel icralar 80’lere, 90’lara damgasını vurdu. Böylelikle barok bestecisini zamanındaki özgün tınısıyla, en azından ona yakın bir tınıyla duymaya başladık. Dönem çalgılarının kullanımıyla birlikte, o çağlara ait çalma şekilleri de harıl harıl araştırılmaya başlanmıştı. Bu ‘barok şahlanış’ otantik icra teknikleriyle ilgili arşe tekniğinden, tempoya, orkestra gruplarındaki çalgıcı sayılarından, süslemelerin tarzı ve çeşidine uzanan yepyeni bulgular öne sürüyordu. İşte bu dönemde William Christie, Rene Jacobs, Christopher Hogwood ve Sir John Eliot Gardiner gibi bir çok isim, otantiklik akımının simgeleri oldular. Bu tür icraya günümüzde ‘Tarihsel Farkındalık İçeren İcra’ diyoruz. Alan büyüdükçe, otantiklik arayışı barok ve erken dönem müziğiyle sınırlı kalmayıp, Mozart ve Beethoven’a ve hatta Roger Norrington konusunda ele alacağımız gibi giderek Brahms ve Mahler’e de uzandı. Milliyet Sanat Haziran 2012
Brahms ve Mahler’in özgün tınısının bugünkünden uzak olmaması gerektiğini söylediğinizi duyar gibiyim, ama işte bu ekol kimi zaman da kabul etmesi zor şeyler söylüyordu.
arkıcı olarak ba ladı Dönem müzikçilerinin en önde gelenlerinden, Sir Roger Norrington, 1934’te dünyaya geliyor. Çocukluk ve gençlik yıllarını şarkıcı olarak geçirdikten sonra, Alman barok bestecisi Schütz’ün adını taşıyan bir koro oluşturuyor. 1978’de dönem müziğinde çok önemli bir topluluk haline dönüşecek London Classical Players’ı kuruyor. 1980’lerde yaptığı dönem çalgılı Beethoven senfonileri müthiş ses getiriyor. Zira gruplardaki çalgıcı sayısı az. Gürlemeli Beethoven sesinden daha düşük bir desibel söz konusu. Sonra, çekmeli tempolara alışkın bizlerin beklentilerine göre oldukça hızlı. Norrington bu noktada, Beethoven’ın işaretlerini aynen uyguladıklarını ve o yıllarda eserin tam da bu şekilde duyulduğunu söylüyor. Bir başka önemli nokta daha var: Bugün çok alışkın olduğumuz vibratonun o dönemde olmayışı. Uzayan bir no-
tanın frekansı üzerinde hafif bir dalgalanma anlamına gelen vibrato, bugünün icralarında çok alışkın olduğumuz bir şeydir. Norrington, bu kavramın Beethoven zamanında olmadığını, esasen müziğe 1930’larda girip yerleştiğini söylüyor. (Terime yabancıysanız, internette, bol uzayan notalı Coriolan uvertürünü Karajan ve Norrington’dan arka arkaya dinleyerek farkı hissedebilirsiniz.) Bir tür tat verici efekt olarak bildiğimiz vibratonun yokluğu, sizde otomatik bir kayıp duygusu, bir direnç uyandırabilir. “Vibratosuz müzik, şekersiz tuzsuz yemeğe benzer”, diyebilirsiniz. Norrington’ın ise bu konuda net tercihleri var. Birkaç yıl önce Guardian’dan Nicholas Wroe’ya verdiği röportajda 30’larda gelen vibratonun, aşağı yukarı aynı dönemde gelen sigara gibi bir moda olduğunu ve şimdilerde sigaranın bitişine paralel olarak vibratonun da tarihe karışacağını söylüyor. İşte Norrington’ın Beethoven’ı, sincap gibi hızlı, perküsyon sesi olarak daha çiğ, uzayan yaylı seslerinde vibratosuz bir Beethoven. Diyebilirsiniz ki “Ne yapayım ben böyle Beethoven’ı?” Gelin görün ki, bestecinin döneminde bu şekilde duyulduğu
“Vibratosuz müzik, şekersiz tuzsuz yemeğe benzer”, diyebilirsiniz. Norrıngton, ‘30’larda gelen vibratonun, aynı dönemde gelen sigara gibi bir moda olduğunu ve sigaranın bitişine paralel olarak vibratonun da tarihe karışacağını söylüyor.
Almanya’nın en önemli orkestralarından Deutsches Symphonie Orchester Berlin.
olgusu bir duvar gibi karşımıza çıkıyor ve eninde sonunda kişiyi kulak vermeye itiyor. Üstelik, her çağın farklı bir estetik anlayışı olabileceği gibi göreceli bir bakışı benimsemeye meyilliyseniz, tarihe saygınız varsa, duymak da istiyorsunuz. Dönem müzikçisi şefler, dönem topluluklarının yanı sıra, modern orkestralarla çalıp, tınının yalnızca çalıştan kaynaklanan farklılıklarını duyurmayı da seçebiliyorlar. İşte İstanbul Müzik Festivali’nde izleyeceğimiz konserde Almanya’nın en önemli orkestralarından Deutsches Symphonie Orchester Berlin’e, bu şekilde bir Beethoven “3. Senfoni” çaldıracak Norrington. Norrington, vibratonun gereksizliğinden dem vurduğu bir yerde, bir benzetme yaparak, onun merakını çelen şeyin, derinin kendisi değil derinin altındaki olduğunu söylemiş. Doğru bir ifade; böylesi bir yaklaşım, yapıyı adeta paketlenmemiş, çıplak hayal ediyor. Diğer yandan, tarih ise hep değişim halinde. Her zaman yeni bakışlar giyiniyor, yeni kavramlarla kuşanıyoruz. Bu bağlamda geçmişi yeni gözlüklerle görüp yorumlamanın da kendine özgü güzellikleri olduğunu ve otantikçiliğin bir saplantıya dönüşebileceği-
ni düşünebiliriz. Elbette, otantikçiler farkında olmadan eklediklerimizin, değiştirdiklerimizin bir listesini yaparak, tarihçi gözümüzü kuvvetlendiriyor; bunu teslim edelim. Ama müzik tarihine sonradan gelmiş ve güzellik katıcı bir unsuru, tamamen çıplaklık yanlısı bir edayla elinin tersiyle itmek de uç ve tepkisel bir tavır değil mi? Netice itibarıyla, bağımlısı olmadıktan sonra, sigaranızdan keyifle bir nefes içinize çekebilirsiniz.
Sermet’e Onur Ödülü Norrington’un bu konserde yöneteceği Deutsches Symphonie Orchester Berlin, Almanya’nın 2. Dünya Savaşı sonrası demokratik ve kültürel yenilenmesi süreci ile özdeşleşmiş bir orkestra. Nasyonal sosyalizmin yenilgisinden sonraki yıllarda, 1946’da kurulmuş ve rotası ilk şefi Ferenc Fricsay tarafından şöyle belirlenmiş: Az bilinen repertuvarlar, çağdaş müzik, geleneksel müziğin stilistik yorumları, yeni medyanın sunduğu olanaklara açıklık. Fricsay’dan ardılları ise sırasıyla Maazel, Chailly, Aşkenazi, Nagano, Metzmacher oluyorlar. Herbir şef orkestraya bir başka ivme getirse de, yenilikçi duruş toplululuğun
değişmez niteliği olarak kalıyor. Konserin solisti Hüseyin Sermet, Türkiye’nin yetiştirdiği ender değerde sanatçılardan biri. Performanslarında gösterdiği, titizlik, dikkat ve entelektüel bakış, yalan söylemeyeyim, herbir konserinde olmasa da, gerçekten de onu diğer Türk virtüozlarından bir adım, belki birkaç adım öne çıkarıyor. Hüseyin Sermet, çocukluk ve gençlik yıllarında eğitimini Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Ferhunde Erkin, Ulvi Cemal Erkin ve Adnan Saygun’la sürdürdükten sonra, Fransa’da Messiaen, Dutilleux ve Nadia Boulanger ile çalışıyor. Sermet, iyi, çok iyi bir piyanist. Onu söyleşilerinden takip ederseniz, Türk siyaseti ile ilgili mevcut kaplara sığmayan görüşlerini de okuyabilirsiniz. Piyanistliğinin yanı sıra, icra edilen ve ödül kazanmış besteleri de bulunan Sermet, konserde, Ravel’in 1. Dünya Savaşı’nda sağ kolunu kaybeden piyanist Paul Wittgenstein için yazdığı konçertoyu seslendirecek. Hüseyin Sermet’e, İstanbul Müzik Festivali’nin açılış konserinde Onur Ödülü de sunulacak. ■ 16 Haziran, saat 20.00, Lütfi Kırdar Kongre Sarayı Milliyet Sanat Haziran 2012
23
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
Rock istedi, klasik gitar yıldızı oldu AL AN ÇAPAN alisancapan7@hotmail.com
İstanbul Müzik Festivali, izleyicisini bu yıl klasik gitarın yeni prensi kabul edilen Milos Karadagliç ile tanıştırıyor. Karadağ’dan çıkıp henüz otuzuna varmadan dünya çapında ilgiye mazhar olan Karadagliç, festivalde iki gece seyirciyle buluşacak.
24
KLASİK müzik icracılığı zor zanaat. Elinizde sınırlı bir repertuvar, önünüzde mükemmel icralara imza atmış yığınla virtüoz varken, sizde ışık gören dinleyiciler bir yandan, eleştirmenler öbür yandan bunaltıcı bir ısrarla her notada küçük bir mucize göstermenizi beklerler. Soyadından da anlaşılabileceği gibi Balkanların Karadağ ülkesinden çıkıp, henüz otuzuna varmadan The New York Times, The Economist, The Guardian, Independent gibi dünya çapında medyanın önde gelen mecralarının ilgisine mazhar olan Milos Karadaglic (daha yerli bir teleffuzla Miloş Karadağlı) beş on yılda bir ‘işte klasik müziğin yeni yıldızı’ çığlıkları atmaya bayılan konvansiyonel medyanın yeni yıldızı. İstanbul Müzik Festivali’nde iki ayrı gecede sahne almaya hazırlanan klasik gitar dünyasının bu genç yıldızının bugüne kadar kaydettiği üç albümü var. Klasik müziğin prestijli firmalarından Deutsche Grammophon tarafından geçtiğimiz yıl arka arkaya yayınlanan “The Guitar” ile “Mediterraneo” ve 11 Haziran 2012 tarihinde Decca etiketiyle yayınlanacağı duyurulan “Latino”. Çocukluğunda ailesinin müziksever üyeleri tarafından şarkı söylemeye teşvik edilen Karadagliç sekiz yaşında Karadağ’ın yegane müzik okulu olan Podgorica Konservatuvarı’nda müzik eğitimi almaya başlamış. Piyanoyu çok pahalı, kemanı ise provalarına tahammül etmesi zor olduğu için veto eden ailesinin yönlendirmesiyle gitara yönelen Karadagliç bu enstrümanla ilk tanışmasını şöyle anlatıyor: “Gitar çalmaya karar vermiştim, ilk gitarım Milliyet Sanat Haziran 2012
bir zamanlar büyük amcamın babama hediye etmiş olduğu, onun da bir iki tıngırdattıktan sonra bir kenara fırlatıp attığı siyah tuhaf bir gitardı. O gitarı ilk elime aldığım günü hiç unutmam. Telleri kopuk, toz içinde bir aletti, annemle babamın yatak odasındaki dolabın üzerine kaldırılmıştı. Gitarı elime aldım ve günün birinde bir rock starı olmanın hayalini kurdum.”
Kasveti da ıtmak için Milos’un rock star olma hayalleri kısa sürer, hâlâ komünist rejimin hüküm sürdüğü Yugoslavya’nın Karadağ bölgesinde konservatuvar eğitimi şan öğrencileri için solfej, enstrüman çalanlar içinse klasik repertuvarın öğretilmesinden ibaret klasik bir eğitimdir. Karadaglic’in klasik müzik eğitimi aldığı ilk altı yılın ardından Balkan ülkelerinin savaşlarla parçalandığı karanlık dönemler gelir çatar. Karadağ başlangıçta doğrudan doğruya çatışmanın ortasında yer almasa da, süreç içinde tercihini Yugoslavya’nın bir parçası olarak kalma yönünde yapınca savaş onlara da bulaşır. Milos bu dönemde okul arkadaşlarının kimilerinin analarının babalarının öldürüldüğüne şahit olur, herkesi bir korku salmış, tehlike ve yokluklarla dolu günler yaşanmaya başlamıştır. “Annemle babam o kadar harika insanlardı ki, bütün o sefaletin içinde kardeşimle beni prensler gibi yaşattılar,” diyen Milos, evde titreyerek ısınmaya çalıştıkları uzun elektrik kesintileri boyunca annesinin isteği üzerine kasvetli havayı dağıtmak için gitar çaldığını hatırlıyor. Gitar çalmaktan başka bir şey yapma-
Lewin’in hatalarını düzelterek kusursuz bir gitariste dönü türdü ü Karadagliç o gün bugündür katıldı ı her yarı mada ödülleri silip süpürüyor.
dığı yeniyetmelik yılları Milos’un klasik müzik gitaristi olarak kendini hızla geliştirdiği yıllar olur. Henüz on dört yaşında konserler vermeye başlayan Milos o günleri “Sürekli gitar çalıyordum ve kendimi hızla geliştiriyordum. Hocalarım her defasında elime daha zor bir repertuvar tutuşturup beni sahneye itiyorlardı. Öğrendiğim her yeni parçayı hemen hemen bin kişilik dinleyici kitlelerine çalar olmuştum. Bu durum başlangıçta bayağı ürkütücü gelmişti ama kısa sürede alıştım hatta tadını çıkartmaya da başladım. Bugünlerde gördüğüm büyük ilgiye hazırlıklı olmamın nedeni de biraz o günler aslında,” diye anlatıyor. Savaş yılları boyunca Karadağ dışına çıkma şansı olmadan izole bir şekilde ça-
nekli olduğunu, kendisi gibi Londra’ya gidip Royal Academy of Music’te eğitim görmesinin yeteneklerini geliştirebilmesi için elzem olduğunu anlatır. Karadağ’a döndüğünde Milos artık hayatını tamamen müziğe adamak konusunda kesin kararını vermiştir. Ortaokula devam ettiği iki yıl boyunca durmaksızın gitar çalarak tekniğini geliştirir, nihayet en iyi yorumlarından beş tanesini seçip kaydeder ve Londra’ya yollar. İki ay cevap çıkmayınca, telefona sarılır ve durumunu sorar. Telefonun ucundaki ses ona hayatının haberini verecektir: “Tam burslu olarak kabul edildin, eğitiminle konservatuvar müdürü Michael Lewin bizzat ilgilenecek, eylül ayında seni bekliyoruz.”
Kusursuz bir gitarist
Gerek eleştirmenler gerekse müzikseverler Milos Karadagliç’in, aralarında Bach, Albeniz, Tarrega’nın bulunduğu isimlerin klasik yapıtlarına getirdiği özgün yorumla çağdaşlarından farklılaştığı kanaatindeler. lışmalarına devam eden Karadagliç’in hayatında 1996 yılında ilk yurt dışı konserini verdiği Paris’in ayrı bir yeri var. Batının parıltılı dünyasıyla Paris’te tanışan Milos o günleri anarken hâlâ heyecanını yitirmemiş görünüyor: “Annemle Paris’in sokaklarında yürüyorduk. Noel’den hemen önceydi, ünlü Champs ElysÈes caddesi ışıl ışıldı. Rengârenk vitrinlere bakıp bakıp, Tanrım! Her şey ne kadar güzel ve büyülü, hayat bu olmalı, diye sayıkladığımı hatırlıyorum. Bir
de tabii bir gitarist olarak bir sonraki aşamaya atlamama olanak sağlayan ilk profesyonel gitarımı da bu kısa gezi sırasında almıştım bu nedenle de Paris’in yeri ayrıdır gönlümde. Hiç unutmam Jose Ramirez imzalı gitarı alabilmem için ailem ellerinde avuçlarında ne varsa bana vermişlerdi.” Paris’in ardından Milos’un gitar macerasının kırılma noktalarından biri de İtalya gezisi olur. Burada Milos’u dinleyip beğenen gitar üstadı David Russell, çok yete-
Milos Karadaglic’in gitara yetenekli Karadağlı bir gençten, dünya çapında bir gitar virtüözüne dönüşmesinin hikâyesi kısaca böyle. Lewin’in hatalarını düzelterek kusursuz bir gitariste dönüştürdüğü Karadaglic o gün bugündür katıldığı her yarışmada ödülleri silip süpürüyor, dünyanın farklı şehirlerinde verdiği her konserle hayranlarına yenilerini ekliyor. Gerek eleştirmenler gerekse müzikseverler Milos’un Bach, Albeniz, Tarrega gibi isimlerin klasik yapıtlarına getirdiği özgün yorumla çağdaşlarından farklılaştığı kanaatindeler. Segovia, Bream ya da Williams gibi klasik gitarın altın çağını simgeleyen efsanevi gitaristlerin ardından aynı sularda yüzüp kendini kabul ettirmek hiç de kolay olmasa gerek. Karadagliç’in 25 Haziran akşamı İstanbul Üniversitesi Rektörlük binasında vereceği konserin repertuvarında Türkiyeli müzikseverleri hoş bir sürpriz de bekliyor. Milos favori konser parçalarından biri olan “Carlo Domeniconi”nin (kendisinin 1985 yılında geldiği İstanbul’da uzun süre kaldığını ve konservatuvardaki gitar bölümüne büyük katkıda bulunduğunu hatırlatalım.) Türk müziği motiflerinden esinlenerek bestelediği “Koyunbaba” adlı yapıtını İstanbul’da da seslendirecek. Fernando Sor, Johann Sebastian Bach ve Isaac Albeniz’in yapıtlarından oluşan repertuvar sıkı bir konser vaat ediyor. Milos, 28 Haziran’da ise Aya İrini’de Milli Reasürans Oda Orkestrası eşliğinde Bizet/Shchedrin, Joaquin Rodrigo ve Maurice Ravel’in eserlerinden oluşan bir repertuvar sunacak. Konserlerden birinin bis parçası olarak yeni albümü “Latino”da yorumladığı Astor Piazzolla’nın nefis “Libertango” parçasını çalar mı çalar, böyle bir final de ancak İstanbul Müzik Festivali’ne yakışır. ■ 25 Haziran, saat 20.00, İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası; 28 Haziran, saat 20.00, Aya İrini Milliyet Sanat Haziran 2012
25
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
Zürih Balesi 1996 yılında Avrupalı koreografların eserlerinin de yer aldı ı modern bir programla stanbul’da sahneye çıkmı tı.
‘Dans yaratıcısı’nın vedası MUTLU TANBERK zmtanberk@yahoo.com
26
KİMLER geldi, kimler geçti... 40. yaşını kutlayan istanbul Müzik Festivali, başladığı yıllardan itibaren, dünyanın dört bir yanından en önemli bale ve dans topluluklarını baleseverlerle buluşturdu ve buluşturmaya devam ediyor. ‘80’li yıllarda ve ‘90’ların başında, festivalin bale/dans programı daha yoğundu. Festival süresince, hem klasik hem modern, 3 - 4 topluluğu seyretme imkanı olurdu. ‘90’ların sonu, 2000’lerin başlarında bale/dans içeriği azaldı. Son yıllarda ise, 2 - 3 senede bir topluluk seyretmeye başladık. Ancak kaliteden ödün verilmedi, önemli ve büyük topluluklar getirilmeye devam edildi. Kanada Ulusal BaleMilliyet Sanat Haziran 2012
Zürih Balesi, efsanevi direktörleri Heinz Spoerli’nin veda turnesi kapsamında İstanbul Müzik Festivali’ne de uğruyor. Ünlü topluluk, 4-5 Haziran’da, koreografın çağdaş stildeki en iyi işleri arasında sayılan iki eserini Aya İrini’de sergileyecek. si, Çin Devlet Balesi, Montreal Jazz Balesi, American Ballet Theater, Martha Graham Dans Topluluğu, Paul Taylor Dans Topluluğu, Alvin Ailey Dans Topluluğu, Sydney Dans Topluluğu gibi ulaşımı zor toplulukları, hep İstanbul Müzik Festivali sayesinde seyredebildik. Festival, 40. yaşını kutlarken, yine Avrupa’nın önemli topluluklarından birini getiriyor: Zürih Balesi. Aslında bu topluluğun İstanbul’a ilk gelişi de değil. Zürih Balesi’ni 1996 yılında fazla tanımadığımız Avrupalı koreografların eserlerinin de yer aldığı modern bir programla İstanbul’da seyretmiştik. Hatta koreografisi
Avusturyalı koreograf Bernd R. Bienert’e ait olan “Bolero”, Maurice Bejart’ın, Ravel’in efsanevi müziğiyle bale tarihine geçmiş eserinin yanında, beğendiğim “Bolero” yorumlarından biri olmuş, Zürih Balesi’ni heyecan verici bir Avrupa topluluğu olarak belirlemiştim. Topluluğun hayatı tam da o sene değişti. Daha evvel Basel Balesi ve Düsseldorf’taki Deutsche Oper am Rhein’ın baş koreograflığını yapmış olan ve İsviçre’nin en önemli isimlerinden biri olan Heinz Spoerli, topluluğun başına geçti. Kısa bir sürede Zürih Balesi’ni Avrupa’nın en önemli topluluklarından biri haline getirdi.
Spoerlı’nin başarılı bir projesi, üstün yetenekli genç dansçıları topladığı Zürih Gençlik Balesi. Bir sürpriz, Dilek Evgin’in “Şimdiye kadar gördüğüm, sanatına en aşık gençlerden biri” dediği Hasan Topçuoğlu’nunda bu dansçılar içinde olması. Klasikten neo klasi e 1940 yılında Basel’de doğan Heinz Spoerli, bale eğitimi sonrasında Basel Şehir Tiyatrosu’na girdi. Ne var ki, 1963 yılında Basel’i terk edip, 1970’li yıllarda bir süre Türkiye’de de çalışmış olan Amerikalı koreograf Todd Bolender’in yönetiminde olan Köln Devlet Opera ve Balesi’ne geçti. Orada Balanchine, Bejart ve John Cranko gibi önemli koreografların eserlerini gördü. Ve özellikle öyküsüz, dekorsuz neo klasik balenin en önemli ismi Balanchine’in etkisi, sonradan birçok koreografisinde gözlemlendi. Daha sonra Kanada’ya giderek, Winnipeg Kraliyet Balesi’nde ve Kanada Büyük Balesi’nde çalıştı. 1969 yılında İsviçre’ye geri dönüp Basel Balesi ve Cenevre Büyük Tiyatrosu’nda dans etti. Kanada’da yapmaya başladığı ve seyircinin beğenisini kazanan kısa koreografiler sonrasında, 1972 yılında Eric Gaudibert’in müziğiyle hazırladığı “Le chemin”, koreograf olarak çıkışını sağladı. İsviçre televizyonu tarafından da kaydedilen bu eser nedeniyle, 1973 yılında Basel Tiyatrosu Müdürü Werner Düggelin tarafından baş koreograf olmak üzere davet edildi. Ve kısa bir süre sonra ‘bale direktörü’ olarak atandı. Topluluk için koreografisini yaptığı modern eserlerin yanı sıra, “Şımarık Kız”, “Giselle”, “Romeo ve Juliet”, “Fındıkkıran” ve “Kuğu Gölü” gibi klasik eserlere de, aslında klasik bazını tam terk etmeden fakat farklı yorumlar katarak imza attı. Basel Balesi’nde çalıştığı 17 yıl içinde hem topluluğu hem de kendini uluslararası bale/dans arenasına başarıyla taşıdı. 1991 yılında, Düsseldorf’taki Deutsche Oper am Rhein’a bale direktörü olarak atanan Spoerli, sayıca daha büyük olan topluluk için büyük ansambl bölümleri olan baleler yarattı. 1996 yılında, ülkesine geri dönerek Zürih Balesi’nin başına geçti. Operanın gölgesin-
de kalmış olan topluluğu kısa zamanda Basel Balesi’nde yaptığı gibi ön plana çıkardı. Merce Cunningham, Hans von Manen, Twyla Tharp ve hatta William Forsythe gibi soyut eserlere imza atmış koreografları davet etti. Kendisi de klasikten neo klasiğe ve soyuta uzanan geniş bir spektrumda birçok eser yarattı ve Zürih Balesi’nin farklı dans stillerini tecrübe etmesini sağladı. Kendini koreograf değil de ‘dans yaratıcısı’ olarak tanımlayan ve farklı stillerde rahatça eser çıkarabildiğini belirten Spoerli, 1982 Hans Reinhart Ring, 1991 Basel Şehri Sanat Ödülü, 1995 Jacob Burckhardt Ödülü, 2007 Zürih Sanat Ödülü, 2009 Alman Dans Ödülü gibi birçok ödülün de sahibi. 4-5 Haziran’da İstanbul Müzik Festivali kapsamında, Aya İrini’de Zürih Balesi tarafından sahnelenecek, Bach’ın viyolonsel süitlerine tasarlanmış ve birbirlerini izleyen nitelikte olan “...Ve Rüzgârdan Sakındı” ile “Boşlukta Rüzgârlar” adlı eserleri, Heinz Spoerli’nin çağdaş stildeki en iyi koreografilerinden sayılmakta. Daha önce, barok müziğin ustası Bach’ın “Goldberg Varyasyonları”nı öyküsüz olarak sadece dansı öne çıkardığı eserinde kullanan Spoerli, 1999 tarihli “...Ve Rüzgârdan Sakındı” eserinde, Bach’ın 1, 4 ve 5 numaralı Viyolonsel Süitleri’ni kullanmış. Bu eserinde toprak, su ve ateş elementlerini, neo klasik tarzda yorumlayan Spoerli’nin rüzgarın hareketlerine dans uyarladığı “Boşlukta Rüzgarlar”da ise yine Bach’ın 2, 3 ve 6 numaralı Viyolonsel Süitleri dansa eşlik etmiş. Bu eserlerinde de hareketi öne çıkaran Spoerli, akrobasiye kaçan hareketlere ve artistik patinajda kullanılan bazı dönüşlere de yer vermiş. İki eserin de kostüm tasarımını kendisi yapan Spoerli, minimalist dekorda İsviçreli mimar Sergio Cavero ile çalışmış. “...Ve Rüzgârdan Sakındı” için ışık tasarımını
Toplulukta de i ik milletlerden ba arılı dansçılar yer alıyor.
Heinz Spoerli
Martin Gebhardt, “Boşlukta Rüzgârlar” için ise Joop Caboort düzenlemiş. Eserlere, İstanbul’daki sahnelemelerinde, Zürih Opera Orkestrası’nın solo çellisti Claudius Herrmann eşlik edecek.
Üstün yetenekli gençler Değişik milletlerden başarılı dansçıların yer aldığı bir topluluk olan Zürih Balesi, klasikten moderne zengin bir repertuvara sahip olması nedeniyle de, bugün Avrupa’nın önemli topluluklarından biri sayılıyor. Zaten Spoerli’nin direktörü olduğu iki İsviçre topluluğunu Avrupa’da önemli bir yere getirmesinin arkasında yatan nedenlerden biri de, milliyetine bakmaksızın iyi dansçılarla çalışıyor olması. Aslında bu gizli bir formül de değil. Bugün Avrupa’daki hangi önemli topluluğa baksanız -Paris Opera ve Balesi’nde daha az olmak üzere- farklı milletlerden dansçıları görüyorsunuz. Yine Spoerli’nin çok başarılı bir projesi, üstün yetenekli genç dansçıları topladığı Zürih Gençlik Balesi. Nitekim İstanbul’daki temsillerde Zürih Gençlik Balesi’nden de dansçıları seyrediyor olacağız. Bir sürpriz, Mimar Sinan Üniversitesi Bale Ana Sanat Dalı Başkanı Dilek Evgin’in “Şimdiye kadar gördüğüm, sanatına en aşık gençlerden biri” diye tanımladığı, Mimar Sinan Üniversitesi’nde eğitim görmüş ve Zürih Gençlik Balesi’ne daha yeni seçilmiş olan Hasan Topçuoğlu’nun da bu dansçılar içinde olması. İstanbul temsillerinin aslında Heinz Spoerli için farklı bir anlamı da var. Koreograf, 16 senedir sürdürmekte olduğu Zürih Balesi direktörlüğünü, haziran ayında bırakıyor olacak. 72 yaşına geldiği halde bale dünyasından kopmayacağını düşündüğüm Spoerli bir anlamda Istanbul’da seyirciye veda edecek... Onu sonsuz alkışlarla uğurlamamız lazım. ■ 4 Haziran, saat 20.00, Aya İrini Müzesi Milliyet Sanat Haziran 2012
27
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
Festivalin umut veren kahramanları ÖZLEM ÖZDEM R info@ozlemozdemir.net
DÜNYANIN dört bir yanında alkışlansalar da, dördü de kendi memleketlerinde, İstanbul Müzik Festivali’nin 40. Yıl Açılış Konseri’nde sahne alacak olmaktan heyecanlı. 2006 Leyla Gencer Şan Yarışması finalistlerinden, La Scala Operası dahil önemli tiyatrolarda konserler veren Simge Büyükedes (soprano); Juilliard Müzik Okulu ve Curtis Institute’deki eğitiminin ardından Carnegie Hall, Salzburg Festivali ve Mariinsky Tiyatrosu gibi birçok seçkin opera ve festivalde söyleyen Ezgi Kutlu (alto); başarıları Türkiye’den Almanya’ya ve oradan tüm Avrupa’ya yayılan, Avrupa Kültür Ödülü sahibi ve Karlsruhe Operası ve Viyana Volksoper’in vazgeçilmezlerinden Cenk Bıyık (tenor) ve La Scala, Carnegie Hall ve Metropolitan Operası başta olmak üzere ABD’nin önde gelen tüm operalarıyla temsiller gerçekleştiren Burak Bilgili’yle (bas) müzik serüvenlerini konuştuk.
28
Nasıl bir çocukluktu sizinki, müzikle iç içe mi? Burak Bilgili: Müziğe çocukluk yıllarımdan itibaren ilgim vardı ama hobi şeklinde idi. Hele klasik batı müziğine daha da uzaktım. Ailem çoğunlukla Türk sanat müziği veya pop müzik dinliyordu. Pazar günleri Hikmet Şimşek’in sunduğu konserleri kaçırmazdım, çünkü arkasından kovboy filmleri vardı. Cenk Bıyık: Doğum günümde Milliyet Sanat Haziran 2012
İstanbul Müzik Festivali, 31 Mayıs’ta yıldızı parlayan genç kuşak şancılarımızı Beethoven’ın “9. Senfoni”sinde buluşturduğu bir konserle açılıyor. Simge Büyükedes, Ezgi Kutlu, Cenk Bıyık ve Burak Bilgili’yi tanıyalım ve tanıtalım dedik. babamın bana Üç Tenor’un DVD’sini hediye etmesiyle müziğe olan ilgimi fark ettim. Pavarotti’yi dinledikten sonra, sokakta top oynarken bağıra çağıra onun taklidini yapan hareketli bir çocuktum. Ezgi Kutlu: Kendimi bildim bileli şarkı söylemek benim için yaşamın doğal bir parçasıydı. Ailemde müziğe yetenekli birey çoktu, hatta yemeklerden sonra oturma odasında kurulan koroda detone olana pek
Ezgi Kutlu
Burak Bilgili
Simge Büyükedes
Cenk Bıyık
rastlanmazdı. Ancak aile kültürümüzde klasik müziğin, operanın hemen hemen hiç yeri yoktu diyebilirim. Buna rağmen ilkokul ve ortaokulda İstiklal Marşımızı bile istemsiz bir halde opera stilinde söylemem sıra arkadaşlarımın gülümsemelerine ve ortaokul mezuniyet kitabına adımın Miss Pavarotti olarak geçmesine neden olmuştu. Simge Büyükedes: Müzikle doğdum diyebilirim. Babam 40 senedir Albatros Orkestrası’nın solistliğini yapıyor. Sadece babam değil kardeşim,amcam, kuzenim, rahmetli dedem de müzisyendir. Müziği meslek olarak edinmeye nasıl karar verdiniz? Burak B.: Lisede müzik öğretmenim konservatuvarda okumamı çok istemişti. Girdim, üçüncü denememde kabul edildim. Cenk B.: Müzik kariyeri aslında hiç aklımda yoktu, aklımda hep tiyatro vardı. Müjdat Gezen Sanat Merkezi Tiyatro sınavlarına hazırlık döneminde beni çalıştıran arkadaşlar sesimin çok güzel olduğunu ve opera sınavına da girerek şansımı denememi istediler. Opera sınavında başarılı olunca şansımı bu alanda devam ettirmeye karar verdim. Ezgi K.: Benim gelecek planlarımda avukatlık veya mühendislik gibi daha ‘normal’ meslek seçenekleri vardı. On üç yaşındayken yaz tatilinde bir akşam yine ai-
lem için Türkçe şarkılar söylerken bir çift Alman turist yanımıza geldi. Berlin’de tiyatro ve opera alanlarında çalışan bu çift, mutlaka konservatuvara yönlendirilmemi önerdi. O sene düzenlenen ‘Harika Çocuk Yarışması’na ögrendiğim İtalyanca bir şarkı ile katıldım ve hissettim ki benim için kendimi ifade edebilmenin yolu şarkı söylemek. Simge B.: Ben kendimi bildim bileli şarkı söylerdim hem de her tür müzikten ama liseyi bitirdikten sonra babam, “Madem şarkı söylemeyi bu kadar seviyorsun o zaman bu işin eğitimini alman lazım!” dedi ve konservatuvar sınavına girmemi sağladı. Bize biraz okuldan sonraki çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Burak B.: Mimar Sinan Devlet Konservatuvarı’ndan mezun olduktan sonra Amerika’da eğitimime devam ettim ve birçok yarışmada Türkiye’yi ilk kez temsil ettim. Amerika’daki üçüncü yılımda La Scala Operası’nda sahneye çıkma başarısını gösterdim, dördüncü yılımda Amerika’nın ve dünyanın en önemli sahnesi olan Metropolitan Operası’na ilk Türk opera sanatçısı olarak çıktım. Bu sene Washington National Operası’nda “Nabucco”da Zaccaria rolünü söylüyorum. Simge B.: İtalya’da yaşıyorum ama artık yavaş yavaş Avrupa’nın diğer ülkelerinde de çalışmaya başlıyorum. 2011 kasım ayında katıldığım Aida yarışmasında kazandığım ödül olarak bu yıl Verona’da Aida karakterini canlandıracağım. Ezgi K.: Amerika’daki öğrenimimden sonra Santa Fe Music Festival, Hamptons Music Festival ve Princeton Music festival gibi birçok festivalden davetler aldım. Nuernberg Devlet Operası’nda kadrolu olarak çalıştığım iki yıl süresince birçok başrol söyledim. İtalya’daki çıkışım ise Roma Operası’nda ve Şef Riccardo Muti yönetiminde Verdi’nin “Nabucco” eserindeki Fenena rolünü söyleyerek oldu. Carnegie Hall’da besteci ve orkestra şefi John Rutter’in yönetiminde yine kendisinin orkestra, koro ve solo için düzenlediği Amerikan halk şarkılarını seslendirmiştim. Hayal ettiğiniz bir gelecek mi yaşadığınız? Burak B.: Lise yıllarımda böyle bir gelecekle karşılaşacaksınız deselerdi inanmazdım, çünkü abim ben lisede okurken konservatuvarda şan bölümünde okuyordu. Ben de eve geldiğinde onunla dalga geçer, onun yaptığı egzersizleri taklit ederdim. Şimdi o pop sanatçısı, ben opera sanatçısıyım. Eğer tekrar hayata gelseydim, gene opera sanatıyla ilgilenmek isterdim. ■
“Konsoloslukta arya söylediğim oluyor” Burak Bey, 1998 Siemens Şan Yarışması’nda kazandığınız birincilikle birlikte eğitiminize ABD’de devam ettiniz. Yurt dışında Türk bir öğrenci olmanın zorluklarını yaşadınız mı? Burak B.: Başta ailemi, ülkemi, kendi kültürümü ve yemeklerimizi özledim. Türk olmanın zorluğu ise, insanların bizi hep doğu kültürüne yakın bir toplum olarak görmesinden kaynaklanıyor. Özellikle de ‘Türk Opera Sanatçısı’ demek onlara hep garip geldi, hâlâ da geliyor, çünkü ülkemiz kültür alanında Türk isminin yurt dışında duyulması için gerekli adımları maalesef ki atmadı. İnanmayacaksınız ama bazı vizeler için konsoloslukta arya bile söylediğim oluyor. Ezgi Hanım, siz de New York’daki The Juilliard School’da eğitim aldınız. Siz yurt dışında zorlandınız mı? Ezgi K.: The Juilliard School’un opera bölümüne burs kazanarak kabul edildim. Daha sonra da Amerika’da kısıtlı sayıda ögrenci kabul eden The Curtis Institute of Music’te opera master’ına kabul edilen beş öğrenciden biri oldum. Sanıyorum ırkçılık söz konusu olsaydı bir Türk öğrenci olarak bu imkanları elde etmem mümkün olamazdı. Simge Hanım, siz de Mimar Sinan Üniversitesi’nin ardından Leyla Gencer’in seçimiyle La Scala’nın Singing Academy kurumunda eğitim gördünüz... Simge B.: Asude Karayavuz arkadaşımla birlikte Leyla Gencer Şan Yarışması’nda finalist oldum. Leyla Gencer ve Gürer Aykal hocamız bizleri çok beğenmiş. Bir yıl boyunca Gürer Aykal hocamız ile Türkiye’nin birçok yerinde konserler verdik. Konservatuvarı bitirir bitirmez Scala Akademi’nin sınavına girip 250 küsur kişinin içinden Scala Akademi’nin 11 öğrencisi arasında yerimizi aldık. Leyla Gencer ile çalışmanın gururunu ve onurunu yaşadık.
31 Mayıs, saat 19.00, Haliç Kongre Merkezi Milliyet Sanat Haziran 2012
29
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
FESTİVAL
Ne yapın edin, bu konserleri kaçırmayın! BARI YILDIRIM baris2000@gmail.com
Müzik Festivali 40. yılında dünyanın dört bir yanından kültürlere uzanıyor. Hindistan’dan Latin Amerika’ya, Mezopotamya’dan Gürcistan’a, engin bir coğrafyanın gelenekleri ve bugünü bir dizi topluluk ve solist sayesinde biraraya geliyor. Bu performanslardan bazılarına dikkatinizi çekmek istiyoruz.
Müzikle dünya turu
30
2000 YILINDA kurulmuş oldukça yeni bir ansambl olan L’Arpeggiata, Rönesans ve erken Barok döneminin Romalı, Napolili, Fransız ve İspanyol bestecilerinin az bilinen eserlerine yeniden hayat vermek için yola çıkmış. Topluluk Barok deneyime mümkün olduğu kadar sadık kalma kaygısıyla emprovizasyona ciddi bir ağırlık veriyor. Yine aynı dürtüyle dönemin orijinal enstrüman yelpazesiyle denemelere girişiyor; müzikseverler bu konserde pek de alışık olmadıkları theorbo, cornett, klavsen ve barok gitar gibi enstrümanlarla hemhal olacaklar. L’Arpeggiata’nın başını çeken isim, Paris’te yaşayan Avusturyalı müzisyen Christina Pluhar. Pluhar çağdaş gitarın ataları olan lut, theorbo ve barok gitar çalıyor. Müzisyen, L’Arpeggiata’yı daha ilk albümü La Villanella ile başarıya taşıdı; fakat Pluhar ekibini herhangi bir erken dönem ansamblından çok öteye götürdü. On yıldır L’ArMilliyet Sanat Haziran 2012
peggiata Barok dönemden esinlendiği müzikal duruşunu, enerjisini giderek çok daha geniş bir müzikal yelpazeye, bolca da deneye girişerek yayıyor. Nitekim bu konserde de grup son albümleri “Los Pajaros Perdidos”taki (Kayıp Kuşlar) unutulmuş Güney Amerika ezgilerini ve Hindistan, İspanya, Kanarya Adaları ve İtalya’dan geleneksel şarkıları seslendirecek. Barok müzikle geleneksel müzik temel bir noktada birleşiyor aslında: Müziğin bedenle ayrılmaz birlikteliği. 18. YY.’da ‘estetik’ diye bir alanın doğuşundan ve farklı sanat dallarının uzmanlaşıp özerkleşmesinden önce, bildiğimiz gibi Batı Avrupa’da müzik, tiyatro, dans gibi disiplinler neredeyse birbirinden ayrılmaz addediliyordu: Aynen geleneksel müzikte olduğu gibi. L’Arpeggiata’nın İstanbul performansı da bu disiplinlerin tekrar harmanlandığı, müziğin bedenle yeniden buluştuğu bir gösteri olacak. Gru-
Christina Pluhar ça da gitarın ataları olan lut, theorbo ve barok gitar çalıyor.
bun solistlerinden Vincenzo Capezzuto aynı zamanda başarılı bir balet. Zamanında English National Ballet, Teatro La Scala ve Ballet Argentino gibi bambaşka geleneklerden topluluklarla dünyayı turlamış bir isim olan tenorun geniş bir dans ve ses repertuvarı var. Bu performansta Capezzuto, Hint geleneksel danslarını icra eden Shany Mathew ve semazen Talip Elmasulu gibi isimlerle sahneyi paylaşacak. Ortaya çıkacak müzikal ve teatral sentezi tarif etmek değil yaşamak gerekiyor gerçekten de. Carnegie Hall, Tokyo Metropolitan Art Space ve RuhrTriennale gibi dünyanın dört bir yanındaki merkezlerde performanslar gerçekleştiren L’Arpeggiata, 2007 yılında da 35. İstanbul Müzik Festivali kapsamında İstanbul’a gelmişti. Performansı 6 Haziran Çarşamba akşamı saat 20.00’de Aya İrini Müzesi’nde izleyebilirsiniz.
Fazıl Say’ın ‘başyapıtı’
Fazıl Say
Uluslararası İstanbul Müzik Festivali’ndeki bir diğer dünya prömiyeri ise, Türkiye’nin uluslararası arenada da en tanınmış piyanist ve bestecilerinden olan Fazıl Say’ın yine Festival’in siparişi olan “Mezopotamya” başlıklı 2. senfonisine ait. Sanatçı ilk senfonisi olan “İstanbul”u 2009’da bestelemişti. Fazıl Say bu eserinden ‘başyapıtım’ olarak bahsediyor ve onu sarf ettiği büyük bir ilerleme olarak nitelendiriyor. Senfoni, Mezopotamya’nın kadim medeniyetleri Sümer, Asur ve Babil’in tarihinden, Dicle ve Fırat’ın müzikal geleneklerinden, bölgenin ağıt ve türkülerinden esinleniyor. Ancak Say eserde, Mezopotamya’nın tarihi kadar bugününden de, Türkiye’nin Güney Doğu bölgesinin ve Ortadoğu’nun mevcut durumundan da yola çıktığını belirtiyor. Senfonin itici gücü, Say’ın ‘Ay’ temasıyla kodladığı romantik ve kasvetli melodiler ile ‘Güneş’ ile sembolize ettiği aydınlık enerjinin diyalektiğinden oluşuyor. Yaklaşık bir saat süren eser on bölümden oluşuyor. Konserde Say’a şef Gürer Aykal yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası eşlik edecek. Prömiyerde sahne alacak solistler ise Bülent Evcil (flüt), Çağatay Akyol (bas blokflüt) ve Carolina Eyck (theremin). Fazıl Say, senfonisinde bu solo enstrümanların çeşitli sembolik görevleri yerine getirdiğini belirtiyor. Bu eserde Say’ın elektromanyetik dalgalarla çalışan theremin adlı enstrümanı ilk kez kullandığını da belirtmeden geçmeyelim. Öte yandan konserin ilk yarısında Say, Beethoven’ın 5. Piyano Konçertosu’nu seslendirecek. Prömiyeri 23 Haziran günü saat 20.00’de Haliç Kongre Merkezi’nde izleyebilirsiniz.
Müziğin kadın kahramanları Festivalde çok geniş bir yelpazeye ya- seslendirileceği Leyla Saz Hanım, 19. YY. yılan bir program vaat eden bir diğer per- sonlarında Batı müziği ile Türk klasik müziformans da Müziğin Kadın Kahramanları ğini sentezleyen önemli isimlerden biri. Dakonseri. Bu ilginç programın fikir babası ke- hası, kendisi bu toprakların en uzun soluklu mancı Cihat Aşkın. Konserde, bu sefer tü- kadın yayınlarından Hanımlara Mahsus Gamüyle kadın müzisyenlerden oluşan kad- zete’de yazılar yazan, Osmanlı kadın harerosuyla İstanbul Oda Orkestrası, Aşkın’ın keti içinde önemli bir rol oynayan, hatta kenyanı sıra pek çok soliste de eşlik edecek. disini aldatan eşinden ayrılarak o dönem için Konserde, 19. YY. klasik Batı müziğinin, son derece radikal bir tavır alan öncü bir kason derece parlak iki kadın bestecisinden, dın. Programın kapanışı ise Türk klasik müFanny Mendelssohn ve Clara Schu- ziğinin en kıvrak ve dinamik örneklerinden mann’dan birer eser dinleyeceğiz. olup, Burhan Öçal’dan Athena’ya kadar Ancak ağırlık büyük ölçüde yerçok sayıda isim tarafından yorumli müzisyenlerde: Osmanlanan “Nihavend Longa”yla lı’nın 19. YY.’dan önce yagerçekleşecek. Bu eserin şayıp da ismi bilinen ilk bestecisi olduğu maalesef kadın bestecisi Dilhapek bilinmeyen Kevser yat Kalfa, tango, vals Hanım’ın, Darülelhan’da ve operetleriyle tanıkeman hocası olduğu nan Neveser Kökdeş, halde hakkında çok az Tanburi Cemil Bey’in bilgiye sahibiz. öğrencilerinden Faize Konser, Süreyya Engin’in eserleri. Operası’nda 8 Haziran Konserde “Neşigünü saat 20.00’de gerNeveser Kökde de-i Zafer Marşı”nın çekleşecek.
Kancheli’den dünya prömiyeri Festival’in merakla beklenen konserlerinden biri de Giya Kancheli’nin senfonik eserinin dünya prömiyeri. Gürcistan ve Rusça konuşulan dünyanın dışında daha az tanınan bir besteci olsa da, Giya Kancheli, Time Magazine tarafından ‘Şostakoviç’ten sonra eski Sovyetler Birliği’nden çıkan en önemli besteci’ olarak niteleniyor. Kancheli 1980’lerin ortasında kadar yedi senfoni besteledikten sonra daha ziyade oda müziğine yöneldi. Konserde seslendirilecek diğer eserleri “Diplipito” ve “Styx” son derece ilginç ses/enstrüman kombinasyonları için bestelenmiş: İlk eser viyolonsel, kontrtenor ve orkestra için, ikinci eser ise viyola, orGiya Kancheli
kestra ve koro için. Kancheli 1960’lardan 1990’lara kadar 38 filmin müziklerini de besteledi, çünkü bu alan resmi otoritelerin dikkatini fazla yöneltmediği görece özgür bir ortam sunuyordu bestecilere. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Kancheli, resmi Sovyetik müzikal çizginin dışına çıkan ve özellikle ülkesi Gürcistan’ın folklorundan etkilenen bir isim olarak ön plana çıktı. İstanbul konserinin en önemli yönü ise elbette Kancheli’nin Festival’in siparişi üzerine bestelediği senfonik yapıtının dünya prömiyerini içermesi. Prömiyerde, şef Andres Mustonen yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, efsane viyolacı Gidon Kremer’e, Gürcü kontrtenor Mamuka Gaganidze’ye ve çellist Giedre Dirvanauskaite’ye eşlik edecek. Aslında Gürcü bestecinin eserinin prömiyerinde solist olarak genç çellist Benyamin Sönmez’in yer alması planlanmıştı. Sönmez’in geçtiğimiz aralık ayında henüz 28 yaşında kalp krizi geçirerek vefat etmesi üzerine konserin genç çelliste adanmasına karar verildi. Öte yandan konser öncesinde ünlü besteciye festivalin Yaşam Boyu Başarı Ödülü takdim edilecek. Konser 11 Haziran günü saat 20.00’de, Aya İrini’de gerçekleşecek. ■
Milliyet Sanat Haziran 2012
31
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
İZMİR FESTİVALİ
Hem tatil hem festival UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com
Bu yıl 26 yaşına giren İzmir Festivali’nin etkinlikleri arasında birden fazla bomba var. 4 Haziran’da başlayıp dört aya yayılacak olan festival, 28 Eylül’de Berlin Filarmoni ile kapanıyor.
32
BAŞINDAN beri, çıtayı yüksek tuttu İzmir Festivali. Yaz ortasında termometrelerin 40 dereceyi gösterdiği kentte, etkinliklerini kapalı salonlarda yoğunlaştırmaktan ziyade, tarihsel ve turistik yörelerdeki özellikli ‘venue’lere kaydırdı. Bazen, kente 1 saat uzaklıktaki Efes Antik Kenti’nin büyük tiyatro, küçük tiyatro veya Celsus kitaplığında oluyordunuz, bazen Çeşme’deki tarihi bir kilisede. İzmir’in gün boyu pişiren yaz sıcağıyla kavrulduktan sonra, bir sayfiye noktasına kaçıp, birbirinden harika orkestralardan birini dinlemek ya da günbatımının hemen arkasından bir şan resitaline katılmak kolay bulunur keyif değil! ‘Venue’lere bu yıl çok ilginç bir yer daha katılmış. Cumhuriyet döneminde Tekel İzmir Sigara Fabrikası olarak işlev gören, halk arasında ‘Reji’ olarak bilinen bina, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, 19. YY.’ın ikinci yarısında, Alman-Avusturyalı bankerler ve Osmanlı bankası sermayesi ortaklığı olan ‘Regie co/interessÈe des Tabacs de l’EmMilliyet Sanat Haziran 2012
pire Otoman’ şirketinin binası olarak yapılıyor. Devlet borç içindeyken, tütün tekelini bu şirkete vermiş. Bina 1884 yılında İngilizler tarafından, 16 dönümlük bir arazi üzerine yapılmış. Dönem mimarisinin iyi bir örneği olması sebebiyle, bir kültür kompleksine dönüştürülmesi üzerine uzun zamandır konuşulmaktaydı. İlk kez festivalde 20 gün sürecek, son derece ilginç bir ses ve video enstalasyonu sergisine ev sahipliği yapacak. Sergi dediğime bakmayın, bu yarı-interaktif, eşi pek görülmemiş bir canlandırma. ‘Re-Rite’ adını taşıyor.
Orkestranın parçası ol! ‘Re-Rite’ geçtiğimiz yıl festivalin açılış konserinde Erkin’in “Piyano Konçertosu”nu seslendiren İngiltere’nin dünyaca meşhur Philarmonia Orkestrası’nın, Festival’le birlikte attığı ikinci adım. Müzik direktörleri Esa-Pekka Salonen’in fikir önderliğindeki proje ilk olarak 2009 yılında gerçekleştirilmiş. Stravinsky’nin “Bahar Ayini”nde
(İngilizce kısaltılan haliyle “The Rite”) tüm çalgıcıları, çalgı gruplarını, bazı çalgı partilerini, şefi tek tek görüntü olarak kaydetmişler. Amaç, her bir odasında farklı bir enstrümanın performans görüntüsünün bulunduğu, bölmelerden oluşan, yarı-etkileşimli bir video enstalasyon sergisi gerçekleştirmek. Bazı odalarda, örneğin gong gibi aletler de var. “Bahar Ayini”nin müziği sergi evinin içinde süreğen olarak çalarken, siz de ister maestro podyumuna çıkıp, görüntüdeki Salonen’le birlikte müziği yönetir gibi yapıyorsunuz, ister üflemeli çalgınızı yanınızda getirip, sergiyi gezenler için konmuş nota sehpasındaki partiyi okuyarak müziğe eşlik ediyorsunuz. İşte böylelikle, kısa bir süreliğine de olsa sanal anlamda orkestranın parçası oluyorsunuz. “Bahar Ayini”nin yeniden canlandırılması anlamında, ‘Re-Rite’ adı verilmiş bu çalışmaya. İlk kez Kasım 2009’da Leicester’da yapıldıktan sonra, Lizbon ve Dortmund’da sergilenmiş. 5 - 24 Haziran arasında, 10.00 - 22.00 arasında ge-
Cumhuriyet döneminde Tekel İzmir Sigara Fabrikası olarak işlev gören, halk arasında ‘Reji’ olarak bilinen bina, son derece ilginç, yarı-interaktif, eşi benzeri görülmemiş bir canlandırmaya ev sahipliği yapacak. “Re-Rite”ın amacı, her bir odasında farklı bir enstrümanın performans görüntüsünün bulundu u bir video enstalasyon sergisi gerçekle tirmek...
Blomstedt yönetiyor. Alman-Avusturya geleneği ve İskandinav repertuvar üzerine tanınmış Blomstedt, Viyana ruhunu dolu dolu taşıyan Schubert’in “7. Senfoni” (Büyük), ve “8. Senfoni”sini (Bitmemiş) yönetecek. 1842’de kurulmuş olan Viyana Filarmoni, dünyanın en eski, saygın ve yüksek nitelikli orkestralarından biri.
Hollanda’dan “Giselle”
Hollanda Balesi “Gisele” ile festivalde.
ziye açık olacak serginin büyük ilgi çekmesi bekleniyor. Aynı mekanda festivalin açılışını Philarmonia Orkestrası’nın üyelerinden oluşan bir küçük topluluk yapacak. Stravinsky’nin 1918’de bestelemiş olduğu “Askerin Öyküsü”nü seslendirecekler. Bir Rus halk hikayesine dayanan eser, bir askerin, güzel çaldığı kemanını şeytanın maddi geleceği garantileyen ve öngören planı içeren kitabıyla değiş tokuş etmesini anlatan bir mesel. Ülkemizde çok nadiren seslendirilen bir yapıt. Geçtiğimiz yıl Aspendos’ta çalan Viyana Filarmoni Orkestrası, Avrupa ve Amerika’da çok popüler bir gezi biçimi olan klasik müzikli gemi seyahatlerinden birinde İstanbul ve Kuşadası’na da uğrayacak. ‘Deniz ve Müzik’ seferinin Kuşadası durağında, Efes harabelerinin, son yıllardaki kazılarda daha da açığa çıkan Agora’sında bir konser verecekler. Konseri, eski toprak denebilecek, İsveçli şeflerden Herbert
Romantik balenin, bana göre en güzel yapıtı olan “Giselle”, bir konta aşık olan ve sonra onun tarafından reddedilen, saflığı ve masumiyeti temsil eden bir genç kızı anlatır. Birinci perdede köy dekorunun önünde geçen bale, ikinci perdede, evlenmeden ölen genç kızların ruhları olan Vili’lerin ormandaki dünyasında seyreder. Ulaşılmaz aşk, perilerle dolu karanlık ormanlar, 19. YY. başı romantizminin çok sevdiği temalardır. Fransız yazar Gautier’nin sınıfsal ayrım renklerini barındıran hikayesi Perrot-Coralli tarafından dans diline aktarılmış. “Giselle”i sevenler bilir, el ve bileklerde yumuşaklığın son noktasıdır. Uçucu, gizemli bir koreografidir bu ve ona eşlik eden Adolphe Adam’ın müziği de olağanüstüdür. Hollanda Ulusal Balesi’nin bu son “Giselle” prodüksiyonu, topluluğun es-
ki balerinlerinden Rachel Beaujean ve Amerikan Bale Tiyatrosu eski baş dansçılarından Ricardo Bustamante’nin imzasını taşıyor. Orijinale sadık, ancak türlü kesitlerde hafif değişiklikler içeren bir versiyon bu. 13 Temmuz’da, Fuar Açıkhava Tiyatrosu’nda. Festivalin kapanışında özel bir konser var. Kendine özgü tınıya sahip, kuruluşu 19. YY.’a dayanan, gelenek ve birikimle yüklü, dünyaca meşhur Berlin Filarmoni Orkestrası’nı izliyoruz. Rekabete en çok konu olan, klasik müzik dünyasının tahtlarının içinde özel bir taht sayılan Berlin Filarmoni’nin genel müzik direktörlüğü ve şefliği koltuğunda, 2002’den beri Sir Simon Rattle oturuyor. O günden beri orkestraya yüzlerce yeni plak yaptırdı. Mahler yorumları özellikle dikkatleri üstünde topladı. Ancak, Rattle’ın Berlin Filarmoni gibi bir devi, bir başka noktaya taşıyabildiği kuşkulu. Nitekim maestronun başa geçişinden 4 yıl sonra, Manuel Brug’un yazdığı makale, onu her yönüyle kanıksanmış ve yenilik yoksunu bir direktör olarak çiziyordu. Festival konserinde, Efe Baltacıgil (çello) ve bizzat Berlin Filarmoni’nin kontrabas grubu üyelerinden Fora Baltacıgil (kontrabas) ile Bottesini’nin konçertosunu çalacaklar. ■
Festivalin kapanı ını Berlin Filarmoni Orkestrası yapacak.
33
Milliyet Sanat Haziran 2012
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
İNCELEME
Asla yalnız yürümeyeceksin * ERAY AYT MUR erayaytimur@gmail.com
2010 Dünya Kupası’nın resmi arkısı “Waka Waka”, Shakira tarafından seslendirildi.
1994’te ABD’de düzenlenen kupayı Queen’in me hur “We Are the Champions” arkısı özetliyordu.
34
ESASINDA Avrupa Şampiyonası bir nevi simülasyon. 1954 FİFA Dünya Kupası’nın dört bir yanda yarattığı temaşadan etkilenen UEFA, benzer bir organizasyonu Avrupa ülkelerinde de düzenlemek gerektiğine 1956’da karar vermiş. Kararın uygulaması ise 1 Ekim 1958’de Paris Parc de Princes Stadı’ndaki Fransa-Yunanistan maçı ile olmuş. İşin coğrafyası ve ismi belli; EURO. Yani Avrupa Şampiyonası Finalleri’nde dünyanın arka bahçesinin şahane takımları yer almıyor. Üstelik yaklaşmakta olan şampiyonaya milli takımımız katılamıyor. Fakat yine de 8 Haziran-1 Temmuz tarihlerinde Polonya ve Ukrayna’nın bazı şehirlerinde esecek ‘biraz güzel futbol’ fırtınasına kapılmamak ne mümkün. Ayrıca ille de vatanım diyenler için bile durum ümitsiz değil. Cüneyt Çakır, Tarık Ongun, Bahattin Duran ve Bülent Yıldırım’dan oluMilliyet Sanat Haziran 2012
Euro2012’yi fırsat bilip futbol bilgelerinden Eduardo Galleano’nun “Elimde şapkam, sırtımda çantam bütün şehirlerde geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum: Tanrı rızası için, biraz güzel futbol lütfen” kelamının peşinde yönümüzü futbol şarkılarına çevirdik. şan hakem kadrosunun yöneteceği maçlar olacak. Futbolseverseniz muhtemelen sıkıntı yok. Ama değilseniz ve buna rağmen yazıyı buraya kadar okuduysanız lütfen meraklanmayınız. Milliyet Sanat’ın yayın çizgisine ilişkin kafamız karışmadı. Sadece ve sadece gazımızı Türk polisine iade edip sazımızı kuşandık ve yaklaşmakta olan EURO 2012 vesilesiyle dünyadan birkaç futbol müziğine kulak kabarttık. Hayatı futbol olan ve asla sadece futbol olmayanlara bir uzunlamasına veya derinlemesine pas niyetine kabul buyurmanızı dileriz. Futbola ilişkin birçok bilgi oldukça ulaşılabilir olduğu halde ilk futbol şarkısı ya da futbolla ilgili ilk şarkının hangisi olduğu ve ne zaman yapıldığı halen bilinmiyor. İskoçya Milli Kütüphanesi’nde tek yaprağa dökülmüş “The Dooley Fitba’ Club” en
eski futbol şarkısı olarak kabul ediliyor. Barış Karacasu “Futbol Şarkılarının Dünü ve Müzikli, Resmi, Kısa Dünya Kupası Tarihi” başlıklı makalesinde bu şarkıyı Glasgowlu ünlü şarkı yazarı ve parodist James Currin’in yazdığını ve J. C. McDonald’ın seslendirdiğini söylüyor. 20. YY.’da “Fitba Crazy” ya da “Football Crazy” adıyla yeniden seslendirilen parça 1960’larda ise Robin Hall ve Jimmie Macgregor tarafından çok bilinen bir futbol şarkısı haline getirilmiş.
Futbol müzikleri vahası Takdir edersiniz ki, futbol gibi müziğin de ateşli icracıları Latin Amerika’da toplanınca burası futbol müzikleri açısından vahaya dönüşmüş. Vicente Greco’nun 1911 yılı civarında Racing Club için bestelediği ve takımla aynı adı taşıyan “Racing Club -
Tango Futbolistico” tangosu 1913’ten başlayarak beş yıl üst üste şampiyon olunmasında motive edici olmuştur muhakkak. Arjantin’in iki büyüğünden biri olan River Plate için ise Vicente Greco’nun orkestrasında çalmış Francisco Canaro deseniz, “Himno a River Plate” tangosunu bestelemiş 1915’te. Sözleri Arturo Antelo’ya ait olan ve 1931 yılında Domingo Conte’nin seslendirdiği bu tango üstelik hâlâ kulübün resmi marşlarından biri olarak kabul görüyor. 1930’da Uruguay’da müziği Carlos Enrique ile Luis Cesar’a ait olan, Edgardo Donato’nun “Orquesta Tipica”sı tarafından çalınan, Luis Diaz’ın söylediği “El Once GloriosoGörkemli On Bir!” de aynı şekilde kalıcı şöhret yakalamış. ‘60’lı yıllarda futbol, iyiden iyiye metalaşınca futbol turizmine paralel müziğe de daha çok gereksinim duymaya başlamış. Bir şampiyona maskotunun ilk kez kullanıldığı 1966 Dünya Kupası’nda turnuva için hazırlanan ve Lonnie Donnegan tarafından söylenen “World Cup Willie” parçası ismini söz konusu maskottan ödünç almış. 1973’te Batı Almanya futbol takımının kaydettiği “Fussball ist unser Leben” şarkısı da yıllar içinde farklı adaptasyonlarıyla kalıcı olmayı başarmış. Geliyoruz benim için -miş’li geçmişin sona erdiği parçalara. ‘Tanrı’nın eli’nin damgasını vurduğu 1986 Meksika’sı özellikle Stephanie Lawrence’in “A Special Kind of Hero”su ile hatırlanıyor. İtalya 1990, ki uzatmalı platonik aşkım Roberto Baggio ile tanıştığım kupadır, Giorgio Moroder’in bestelediği, Edoardo Bennato ve Gianna Nannini’nin seslendirdikleri “Un’estate italiana”, Tom Whitlock’un uyarlamasının ardından “To Be Number One” adıyla İngilizceye çevrildi. 1994’te ABD’de düzenlenen kupayı “Gloryland” ve Queen’in meşhur “We Are the Champions”ı özetlerken Fransa’da yapılan 1998 dünya kupası için hazırlanan albümde turnuvaya katılan pek çok ülke şarkılarıyla temsil edildi. Fakat Porto Rikolu Ricky Martin’in listeleri alt üst eden “La Copa de la Vida”sı ve çocukluğu Dakar sokaklarında top peşinde geçen Senegalli Youssou N’Dour ile Belçikalı Axelle Red’in seslendirdiği “La Cour De Grands”, organizasyonun resmi marşları oldu. 2002’de Güney Kore ile Japonya’nın ev sahipliği yaptığı turnuvada Anastacia ile Glen Ballard’ın yazdıkları “Boom”, 2006’da ise Il Divo ve Braxton’ın Münih Olimpiyat Stadı’nda gerçekleştirilen açılış töreninde de canlı olarak seslendirdikleri “The Time of Our Lives”ı epey meşhur oldu. Güney Afrika’daki 2010 Dünya Kupa-
2006’da Il Divo ve Toni Braxton’ın Münih Olimpiyat Stadı’nda gerçekle tirilen açılı töreninde canlı olarak seslendirdikleri “The Time of Our Lives”ı me hur olmu tu.
İlk futbol şarkısı ya da futbolla ilgili ilk şarkının hangisi olduğu ve ne zaman yapıldığı bilinmiyor. İskoçya’daki, tek yaprağa dökülmüş “The Dooley Fitba’ Club” en eski futbol şarkısı olarak kabul ediliyor.
Tarkan 2002’deki Dünya Kupası için milli takıma bir arkı yazdı.
sı’nın resmi şarkısı “Waka Waka”, Shakira tarafından seslendirildi. Futbolun ırk ve cinsiyet ayrımı yapan bir spor olup olmadığı konusunda kafa yoran/yaran FIFA Başkanı Joseph S. Blatter ise şu sözlerle turnuvaya mim koydu: “Futbolun keyfini müzikten daha iyi yansıtabilecek bir şey yoktur, hele ki söz konusu şarkı ‘Waka Waka’ gibi enerji ve dinamizm ile yüklüyse”...
“2 Lefter 1 Metin” Futbol havaları konusunda haliyle Türkiye de yabana atılmaması gereken bir külliyata sahip. Bu bağlamda “Fenerbahçe Şampiyonluk Hatırası”, “2 Lefter 1 Metin”, “Şampiyonlar Şarkısı-Spor Serisi”, “Dolmuş Maça”, “Maç Twist”, “Altın Goller”(1969-70), “Metin Geliyor Metin”, “Son Maç”, “Fenerbahçe Oyun Havası”, “Şampiyon Galatasaray Marşı”, “Galatasaray Denizciler Marşı”, “75.Yıl Şarkısı”, “Karakartallar Çok Yaşa”, “Yaşasın Trabzonspor”, “Şampiyon Trapzonspor”(tashih yok), “Beşiktaş Marşı”,
“İcabında Fenerbostan”, “Şimşek Trabzon Spor”, “Sarıyer Şampiyonluk Şarkısı”, “Altay Marşı”, “Kırmızı Şimşekler”, “Altan Maç Spikeri”, “İspor-Toto” gibi parçaları Murat Meriç’in “Dolmuş Maça” başlıklı makalesinde ayrıntılı ve ucu Ankaralı Turgut, Athena, Tarkan, Hülya Avşar, Cenk Taner gibi isimlere kavuşmuş şekilde okuyabilirsiniz. Bununla birlikte aynı makaleden 17 Eylül 1967’de oynanan ve çıkan olaylar sonucunda 40 kişinin öldüğü, 300’den fazla insanın yaralandığı Kayserispor-Sivasspor maçının Rıza Aslandoğan’ın “Kanlı Gol” ve Malatyalı Selim’in “Öldüren Gol” plaklarına konu olduğunu öğreniyoruz, ki durmak için galiba en doğru nokta bu. Çünkü Comandante’nin dediği gibi, futbol eğer devrimin silahı olarak kalsaydı kolluk kuvveti, cop ve ter yerine, 22 adam, top ve ter ile kendini özetlemeye devam edebilirdi herhalde. ■ * “You will never walk alone” - Liverpool FC için yazılmış en ünlü parça. Milliyet Sanat Haziran 2012
35
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
ALBÜM
Patti Smith 2007 yılında stanbul’da iki gece üst üste unutulmaz konserler vermi ti...
“Banga” Patti Smith Columbia 9.99 Dolar
Patti Smith’ten dostlara mektup
MERVE EROL merveroll@gmail.com
36
Güvenlik devletinin ve finans-kapitalin ezici işbirliğine karşı örgütlenme yollarının yanında bireysel tutunma ve direnme yöntemlerini araştıran, şarkılarını bu minvalde bir yöntem olarak öneren Patti Smith, dostlarına bir mektup gönderiyor yeni albümü “Banga”yla. HER yeni Patti Smith albümü, bir geniş ailenin toplanması gibidir. Kendilerine biçilen sınırlara biat etmeyen, sıkıştırıldıkları köşeden ufkun ardını her daim tarayan, yeryüzüne gelişigüzel serpiştirilmiş insanlar, yeni bir Milliyet Sanat Haziran 2012
Patti Smith albümüyle, bir dosttan uzun bir mektup almış gibi olur. İstanbul’da da tecrübe etme imkanına nail olduk, bir rock’n’roll konserini akıp giden zamanın elinden çekip alan, izleyicinin kalbine tekrar tekrar yaşa-
nacak bir duygu gibi nakşeden az sayıda sanatçıdan biri Patti Smith’tir. Sıradan bir buluşma gibi başlayan konserleri zikir gibi yürür, aynı anda cinsel ve dinsel bir tecrübe, varoluşa dair bir tefekkür olmayı başarır.
Pattı Smıth, her fırsatta kahramanlarını anmaya gayret ederek geniş ailesinin şeceresini de oluşturdu. Tarihe bakışı, büyük bir yenilgiler yığınından devrimci unsurları çekip almak esasına dayandı. Beat’e sonradan bağlandı, yakın dostluk kurduğu, Türkiye’de yasaklanmaya çalışılan Wıllıam S. Burroughs üzerinden. Patti Smith şarkısının bir özünden bahsedilebilirse, dayanma gücüne ve değiştirme cesaretine dayanır. “Dün de öyleydi” der, “bugün de öyle, yarın da öyle olabilir”... “Bizi biz kılanlar nasıl dayandıysa ve bizi var kıldıysa, biz de öyle çalışacağız, yaşayacağız, var kılacağız” demektedir...
Toplumun dı ında 1974’e, ilk albümü “Horses”a gelene kadar Patti Smith, New York underground’unun asil üyesi olmuştu. Sıkı bir dini tedrisattan geçmiş, örgütlü dinlerle arasına mesafeyi erken yaşta koymuştu. Küçük kasabasındaki fabrika işçiliğinden, diğer işçi kadınların dışlayıcı bakışlarından cebindeki Rimbaud kitabı sayesinde kurtulabiliyordu. Evini bırakıp New York’a kapağı attığında beş parasızdı. Ufak işlere girip çıktığı, sokaklarda yattığı, sonra sevgilisi ve hiç ayrılmadığı dostu fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe’la yaşadığı yoksul, ama üretme iştahıyla dolu yılları Türkçede de basılan “Çoluk Çocuk” kitabında anlatıyor. Aslında şair. Kahramanı Rimbaud, ilk rock’n’roll’cu. Onun peşine öncelikle müzisyenleri, Dylan’ı, Jim Morrison’u takacak. Bazen barlarda, kimi konserlerin öncesinde yabani bir sesle haykırdığı şiirlerine bir süre sonra piyano ve elektro gitar da eklenecek. “Hey Joe”dan “The Hunter Gets Captured By The Game”e, şarkılardan sample’larla yürüttüğü şiirlerini okuyuş tarzı ilk albümü “Horses”a da aynen sirayet edecek. Daha o anda, primitif rock’n’roll’un gücünü bilen ve özleyen, endüstrinin kurduğu ağda iri başlı bir tüketim malzemesi haline gelen zamane müziğine, glam rock’un ışıltısına, progressive rock’un erişilmez icrasına bel bağlamayan Patti Smith, üç basit akor eşliğinde şiirinin tesirine, sözün dönüştürücü gücüne yaslanır. Atlantik’in iki yakasında punk’a çıkardığı davette, o an orada gerçekleşecek bir dönüşüm vaadi, bir ‘iletişimsel eylem kuramı’nın abece’si vardır. Şarkı ilmine giderek daha vakıf olan Smith, bu dönemde dört albüm çıkardı. Bugüne kadarki yegane liste başarısını 1978’de, Bruce Springsteen imzalı “Because The Night” şarkısıyla yaşadı. Grubuyla küçük bir cemaat haline gelmişlerdi ki, 1979’da el etek çekti. Robert Mapplethorpe’un ardından en büyük aşkıyla, Fred ‘Sonic’ Smith’le tanışmıştı. MC5’ın efsane gitaristiyle Detroit’e çekildi, kendini yine şiire, resme, çocuklarına verdi. (Oğlu Jackson ge-
çen sene White Stripes’ın Meg White’ıyla evlendi, kızı Jesse şarkılarına el vermekten kaçınmıyor.)
Dokuz sene sonra Geçen ay Türkçedeki ikinci Patti Smith kitabı da basıldı. Küçük, ama hayli yoğun “Hayalperestler”, Smith’in çocukluk dönemini, gündüz düşlerini, maceralı oyunlarını anlatıyor. Ev işlerinin arasına sıkıştırdığı küçük başyapıtlardan... Ancak dokuz sene sonra yeni bir albüm yaptı. Kocası Fred’in yine eski ekipten Jay Dee Daughtery ve Richard Sohl’la kotardığı “Dream Of Life” zamanında Amerika, ‘70’lerin karşı-kültürünü çoktan geride bırakmış, Reagan’ın liberal yırtma vaadinin seline kapılmıştı. Eski yırtıcılığına oranla çok daha olgun, oturmuş bir sesle okuduğu şarkılarında Smith, yeni dünyanın sorunlarına ve ihtiyaçlarına uyanmıştı. Yıllar içinde meydanlara marş olma işlevi edinen “People Have The Power”da ‘halkın gücü‘nden dem vurması boşuna değildi. Belki sekiz-on senede bir albüm yapıp, kitaplar yazıp aile kozasında yaşamaya devam edecekti. Fakat kocası Fred’in ani ölümünü grubunda da beraber çalıştığı kardeşi Todd, Robert Mapplethorpe, Richard Sohl, ‘90’larda özdeşleştiği yegane müzisyen Kurt Cobain’in ölümleri izledi. Bunca kayba göğüs germek kolay değildi. Çözümü bütün bir dünyaya açılmakta buldu.
Halkın içinde ‘70’lerin ikinci yarısına sığdırdığı dört albüm, grunge’a kılavuz olmuş, ‘80’ler cilasının silemediği birer anıt haline gelmişti. 1996’nın “Gone Again”iyle birlikte bu punk külliyata yeni bir ses, “People Have The Power”dan devralınan, fakat o aciliyet çağrısına tevekkül, sabır, azim ekleyen bir tavır katıldı. Patti Smith, her fırsatta kahramanlarını anmaya gayret ederek geniş ailesinin şeceresini de oluşturdu. Tarihe bakışı, büyük bir yenilgiler yığınından devrimci unsurları çekip almak esasına dayandı. Beat’e sonradan bağlandı, daha ziyade, yakın dostluk kurduğu, Türkiye’de yasaklanmaya çalışılan William S. Burroughs üzerinden. Şiirine en çok suyu William Blake pınarından taşıdı. Jimi Hendrix’ten Dylan’a, her fırsatta çalıp söylemekten çekinmediği ustalar kuşağına ait isimlere Kurt Cobain, Michael Stipe gibi gençleri dahil ederek adeta kırılmaz bir zincir oluşturdu.
1997’nin “Peace and Noise”uyla tok, gövdeli, bilge punk’ı, eski grup arkadaşlarının bazılarının da büyük katkısıyla gelişerek sürdü. Devrimci bir başyapıt olarak 2000’in “Gung Ho”su herhalde ikinci döneminin tepe noktası sayılacak. 2004’ün “Trampin”inde siyasal algısını kişisel hikâyelerle destekleyerek geliştirdi. Bush rezaletine karşı duranların başında geliyor, ABD’nin dünya üzerine yarattığı teröre, Irak’ın işgaline şarkılarıyla mukabele ediyordu. Memleketinde ayrık otu haline geldiği zamanlarda dünyadan dostlar devşiriyordu. 2007’nin “Twelve”i bir şükran albümüydü: “Are You Experienced?”dan “Helpless”a, “Gimme Shelter”dan “Soul Kitchen”a, “Smells Like Teen Spirit”ten “Pastime Paradise”a, birkaç neslin dağarcığına yerleşmiş şarkıları kendi meşrebince, gayet sade, basit, sözü vurgulayan bir edayla okudu, zincirin halkalarını sağlamlaştırdı. “Banga”dan, yeni albümünden ne bekliyoruz? Bir defa, Smith’in yanında yine yakın dostları, basta Tony Shanahan, davulda Jay Dee Daughtery, gitarda efsanevi Lenny Kaye var. Ayrıca çocukları Jesse ve Jackson. Bir önemli misafir, ilk albümü “Horses”ta olduğu gibi, New York punk’ının abide grubu Television’ın Tom Verlaine’i. Yine “Horses” gibi, Hendrix’in mekanında, Electric Lady Stüdyoları’nda kaydedilmiş “Banga”. Albümden ilk dinlediğimiz şarkı “April Fool”, söylenen o ki, Gogol’ün paltosundan çıkmış. Smith’in yitik akrabalarına yazdığı şarkıların bir yenisi, “This Is The Girl”. Önüne dikilen devasa çıkar şebekesiyle baş etmekte aynı Kurt Cobain gibi zorlanan Amy Winehouse, Patti Smith’in aile albümünde doğal yerini alıyor bu şarkıyla. Güvenlik devletinin ve finans-kapitalin ezici işbirliğine karşı örgütlenme yollarının yanında bireysel tutunma ve direnme yöntemlerini sürekli araştıran, şarkılarını bu minvalde bir yöntem olarak öneren Patti Smith, Türkiye’deki, Yunanistan’daki, Tahrir Meydanı’ndaki, Wall Street sokaklarındaki dostlarına bir mektup gönderiyor “Banga”yla. Ne yapıp edeceğimizi emreden vaazlar değil, tecrübe aktaran, bilinç genişleten, kasti sınır ihlali yapan ‘sohbet’ler Patti Smith’in söyledikleri. Bir anlamda, dünyaya yayılmış, hakiki ve asli bir ‘hizmet hareketi’nin risaleleri onun albümleri. Bu zor günlerde muhtaç olduğumuz kudret, bu şarkılardaki sözde, nefeste mevcuttur. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
37
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
KONSER Metronomy, Joseph Mounth, Oscar Crash, Gbenga Adelekan ve Anna Prior’dan (soldan sa a) olu uyor.
Metronomy’nin sırrı MEHMET TEZ mehmet.tez@milliyet.com.tr
38
“BEN dışında kalmak istemiyorum, sen içinde... Galiba gene tartışacağız.” “Trouble” isimli şarkıdan. “Hadi hazırlan seni şehirde biraz gezdireyim, söz veriyorum böyle bir şeyi daha önce görmedin.” “We Broke Free”den. “Geri döndüğümde bir an kaçıp gittin sandım ama hala buradasın... Seni geri kazanmak ne güzel” “Everything Goes My Way”den. “Başucunda su bardağınla uyumanı izliyorum. Saatler geliyor, saatler geçiyor. Tek tek saniyeleri sayıyorum.” “She Wants”dan. “Sana mesajlar bıraktım, bazılar yazılı, bir tanesi şarkılı. Sen bana sadece bir numara. Ben bunu atlatamadım, numarayı unuttum, uzadım...” “Some Written”dan. Bunlar Metronomy’nin çıktığı 2011’den bu yana azalmayan bir hızla yayılan ve popülerleşen son albümü “The English Riviera”da yer alan şarkılar. Milliyet Sanat Haziran 2012
28 Haziran’da İstanbul’da bir konser verecek Metronomy son yılların en ilginç ve orijinal indie/dans ekiplerinden. Romantik, hüzünlü ama kesinlikle sıkıcı değil ve bunun bir nedeni var. Hani zamanında uzaktan dinleyip hayran olduğumuz, 20 yıl sonra konsere geldiklerinde nostalji hisleriyle bilet alıp gittiğimiz gruplar var ya. Metronomy kesinlikle onlardan değil. Bir kere yeniler, popülerler ve en gözde zamanlarında konsere geliyorlar. Pozitif Günler kapsamında, Maçka Küçükçiftlik Park’a. Kaçırmamak lazım.
Müzi e ergenlikte ba ladı James Mount evde kayıt imkanlarının yaygınlaştığı dönemde yani ‘90’larda ergen bir genç olarak İngiltere’nin güney sahilinde bulunan Devon’da yaşamaktadır. ‘90’lar boyunca evde kendine sesler ve ritimler kaydedip sevdiği ve dinlediği bütün şarkıları birbirine karıştırmakta, remikslemekte, onların sevdiği kısımlarını alıp birbirine eklemleyerek kafasına göre takılmaktadır. Bu gruplar arasında Fleetwood Mac’in Steely Dan’in ve Led Zeppelin’in de bulunduğunu kendi anlatıyor blogunda.
Zaman ilerledikçe bir ekip oluşur. 1999’da Metronomy kurulur ve canlı performanslara da başlarlar. İlk albümlerinin çıkması 2006’yı bulacaktır “Pip Paine (Pay the £5000 You Owe)”. İki yıl sonra “Nights Out” yayınlanır. İyi yorumlar alınır ancak ekip halen İngiltere’de onlarcasına rastlanan indie electronica ekiplerinden biridir. Ta ki 2011’de “The English Riviera” çıkana kadar. Bu albümde grup bambaşka bir boyuta geçmiş, deneysel takılmaktan uzaklaşıp daha sıkı bir albüm formatına geçiş yapmış, dünya çapında bir elektronik indie dans grubu olmaya adım atmış. Üç albümlerini de dinleyince ve tepkilere bakınca ortaya çıkan gerçek bu.
Tarz kaygısı yok Bugünkü kadrolarında Oscar Cash, Gbenga Adelekan (harka bir basçı) ve Anna Prior (şahane bir davulcu) bulunuyor.
2012 model bir Culture Club gibi görünüyorlar. Mount’un ‘80’lere ve ‘80’lerin efektlerine bir ilgisi olduğunu sanıyorum müziği dinleyince, belki ondan. Belki de biraz ilkel elektronik efektler ve dandik bilgisayar ses kartı havalarını öne çıkarmalarından. “Albümlerimi her zaman berbat bilgisayarlarda evde kaydettim. Hayatımda ilk kez stüdyoda bir sound elde ediyorum. Ama bu da ev stüdyosu. Bir garajı stüdyoya çevirdik. Evet stüdyoda yaptık ama evde yapıyormuş hissinden uzaklaşmadık,” diyor “The English Riviera”dan bahsederken. Joseph Mount Devon’lı. İngiltere’nin güney kıyılarında yer alan Devon ve ona komşu sayılabilecek Brighton, bu memleketin kendine has sahil kültü-
rünün bulunduğu ve gençliğin burda bir alt kültür oluşturabildiği neredeyse tek bölge. Mount kendini şekillendiren şartlardan bahsederken buna vurgu yapıyor ve müziğinin bu etki altında geliştiğini anlatıyor. Üç albümde bu kadar şahane bir gelişim pek fazla grupta görmedim. İşin sırrı galiba Mount’ın yaptığı gibi tarz kaygısı olmadan müzik dinlemekte ve her tarzdan ve türden beslenmekte. Bu şekilde orijinal bir iş ortaya çıkarabiliyorsunuz. Metronomy’nin müziğini anlatmak için indie, electronica, dans, indie pop gibi tanımlar kullanılabilir. Ama müziklerin bunların biraz ötesinde daha sofistike ve şık bir yerde. Dinleyince artık ona siz karar verin. Tabii daha dinlemediyseniz. ■
Üç albümde Metronomy “Pip Paine (Pay the £5000 You Owe)” (2006) Grubun toplam üç albümü var. İlki “Pip Paine (Pay the £5000 You Owe)” daha ziyade sample’lardan oluşan DJ Shadow usulü hazırlanmış bir mixtape (karışık kaset) görünümünde bölük pörçük kayıtların bir araya toplanmasından ibaret (fakat şahane bence dinlemelisiniz.) Biraz daha detaylı bir tarif vermem gerekirse Aphex Twin, The Clash, Kraftwerk, Led Zeppeli, Mouse on Mars dinleyen ve hepsini aynı şekilde seven birinin hayalindeki müzik bu... Çok dar bir kitleye hitap eden, uçuk kaçık ama özel bir şey.
“Nights Out” (2008) “‘Nights Out’ saat sabah 4’te ‘Ee buradan hangi partiye gidiyoruz?’ hallerine tercüman olan bir albüm!” diye anlatıyor Joseph Mount. Gerek sözler -ki bir birkaç parça dışında çoğu ‘adın ne’, ‘nereye gidiyoruz’ tarzında tekrarlardan ibaret- gerek müzikler tam anlamıyla bu minvalde. Çılgın gece hayatını anlatan bir film gibi düşünün bu albümü. Ama Hollywood filmi değil, bir İngiliz bağımsız filmi hayal edin. Mount vokallere ve sözlere ağırlık vermek
yerine daha ziyade sıradışı efektlerle (daha ziyade ‘80’lerin elektro kafaları) bezeli bir alternatif dans albümü hazırlamış. “My Heart Rate Rapid” (Kalp atışlarım hızlı) genel havayı veriyor. “Heartbreaker” bu albümden çıkan en meşhur şarkı. Elektronik fantastik bir funk şarkısı görünümünde ve bir sonraki albüm hakkında ipuçları içeriyor. Aynı kadın tarafından kalbi kırılmış iki adamın muhabbeti var. Zaten Metronomy varsa muhakkak ortada kalbi kırık birileri oluyor.
“The English Riviera” (2011) “Nights Out” ne kadar kimyasal/elektronik/funk ve sabaha karşı albümüyse, “The English Riviera” da o kadar romantik, hüzünlü ve her şeyden öte James Mount’ın dediği gibi ‘bir gün batımı’ albümü. “Sahilde oturup günbatımında dinlenecek funk şarkıları” olarak tanımlamış. Burada artık şarkılar ve yazılmış şahane sözlerden bahsedebiliyoruz. Baştan sona kırık kalpli bir adamın eski sevgilisini geriye alma mücadelesinin etapları var. Ne kadar klişe bir konu değil mi aslında? Ama işte iyi söz yazabiliyor, hikayenizi orijinal bir şekilde anlatabiliyorsanız en sıradan konu bile coşabiliyor. “The English Riviera” Metronomy’nin kariyerinde bir dönüm noktası ve sanırım zirve.
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K Mount’un ‘80’lere ve ‘80’lerin efektlerine bir ilgisi olduğunu sanıyorum müziği dinleyince. Belki de biraz ilkel elektronik efektler ve dandik bilgisayar ses kartı havalarını öne çıkarmalarından.
ALBÜM
Önce Japonlar keşfetti! ÖMÜR AH N omursahin1@gmail.com
İlk defa Türkiye’den bir grubun albümü önce Japonya’da basıldı. Japonlar Yakaza’nın ikinci albümü “İçbükeydış”a büyük ilgi gösteriyor. “BİR iz sürer derviş, gece midir, aydır aradığı belki... İnce, beyaz, ışık... Durur ve sevinir, konuşalım der, otur da, dur da konuşalım, anlatayım az, gideriz...” Ekibin neyzeni Fakih Kademoğlu’nun sesinden dinliyoruz bu Bedirhan Toprak alıntısını. Ustanın “Gece Dili” adlı kitabında yer alan “Gecenin İzi” şiirinden alınan bu dizeler, ikinci parçadan itibaren içine çekileceğimiz yeni dünyanın müjdecisi sanki. Öyle bir dünya ki bu, saksofon çay kaşığı sesinden üstün değil. Bütün seslerin, gecenin ve gündüzün birbirinden beslendiği, birbirini var ettiği alanda müziklerinde modern öncesi öğretilerle bugünün imkanlarını birleştiren Yakaza bir hikaye anlatıyor yine. İlk albüm “Amâk-ı Hayâl”i devam ettiriyor ilk parça. Filibeli Ahmet Efendi’nin 1910’da yazdığı ve okuyucusunu ‘gerçek’i bulacağı bir iç yolculuğa çıkaran eserden esinlenen, Filibeli Ahmet’in hikâyesini yeniden anlatan ilk albümde, Yakaza kendi müzikal yolculuklarında geldikleri ‘ayma’ noktasını hatırlattıktan sonra parçanın beşinci dakikası itibariyle yepyeni bir tınıya geçiyor. Bu sefer edebi bir eserden değil görsel sanatlardan Sendai’de yaşayan Fukuşimalı sanatçı Syunoven’in resimlerinden besleniyorlar. Milliyet Sanat Haziran 2012
39
➔
■ ■ ■ ■ ■
ALBÜM
Fakih Kademo lu, Eray Düzgünsoy, Ceren Erendor ve Ömer Sarıgedik’in (soldan sa a) olu turdu u ekip, Japonların sosyal medyadaki ilgileri kar ısında hayrete dü tüklerini ve Japonların tanıtımı çok daha iyi yaptı ını söylüyorlar.
İlk albümden farklı olarak yerel enstrümanlara ağırlık verilmeyen albümde bu kez elektrogitar ve saksofon kullanılmış. Yakaza’nın müziği “İçbükeydış”ta daha rahat ve enstrüman üzerine giden bir yere evrilmiş. Dışavurumcu bir hal almış.
Tesadüflerin yarattı ı albüm
40
Elektroniklerle akustik sesleri bir arada duyduğumuz, bol emprovizasyonlu sesler arası hiyerarşiyi yıkan bir sese sahip Yakaza’yla geçen yıl Jazz Dergisi için yaptığımız röportajda, şakayla karışık “Bundan sonraki projeniz bir ressamdan etkilenmiş bir albüm olur mu ki?” diye sormuş ve “Hayır” cevabına takiben “Bu soruya en güzel yanıt bir sonraki albümümüz olacak” cümlesini duymuştuk. Yani Yakaza yolunu bu albümde bir ressamla kesiştirmeyi planlamıyordu. Ancak epey ilginç tesadüfler birbirini kovaladı ve ortaya “İçbükeydış” çıktı. “İçbükeydış”, grubun türettiği bir kelime oyunu. Buradaki temel fikir dış diye bir ‘şey’in olmadığı, dışın tamamen içe ait olduğu, için dışı yansıttığı ve kapsadığı... Yakaza Ensemble, albümün kendi adını taşıyan ilk parçasını hazırladığı esnada Japon prodüktör Takashige ‘Jakam’ Miyawaki, “Güneşe Selam” isimli projesi için Türkiye’ye geliyor. Dünyanın her yerinden farklı müzisyenlerin seslendirdiği tek parçalık proje için Jakam, grup üyelerinden neyzen Fakih Kademoğlu’yla görüşüyor ve Yakaza’yı tanıyor. Aynı dönemde ekip internet marifetiyle ilk albümlerindeki bazı
gan Rebabı, Vokal), Ceren Erendor (Çello), Fakih Kademoğlu (Ney, tenor saksofon, shakuhachi, bendir, kudüm, tombak), Ömer Sarıgedik (Bas gitar, elektronikler) uykusuz gecelerde kaydettikleri yedi parça için ‘uykusuzluk kafası’nın ürünü demeyi uygun buluyorlar. Bu yılın başında kayıtları tamamlanan albüm geçen ayın sonunda Japonya’da satışa sunuldu. “Yakaza Ensemble Meets Syunoven” isimli bir duysal ve görsel doküman olan albüm geçen ayın sonunda A.K. Müzik etiketiyle Türkiye’de basıldı. Japonya baskısını iTunes, Amajonjp, Jetsetrecords.com’dan alabileceğiniz albüm, bir parçada kontrtenor Kağan Buldular’ı da ağırlıyor. Japonya’daki müzik piyasasının içine giren Yakaza için orada ünlü DJ’lerin katılımıyla büyük bir lansman partisi yapıldı. Japonların sosyal medyadaki ilgileri karşısında hayrete düşen ekip, ilk baskıyı TürkiUykusuzluk kafası ye’deki gibi bin adet yapan plak şirketlerinin orada tanı“İçbükeydış”ı bu bağtımı çok daha iyi yaptığını lamda tekrar oturup konuş“ çbükeydı ” söylüyor. Japonya’da şirkemaya başlayan ekip, gece Yakaza Ensemble tin işi albümü basmakla bitve gündüz, dişilik ve erillik gimiyor. Lansman etkinlikleri A.K. Müzik bi ikiliklerin projeleri için ufuk çerçevesinde her albümden açabileceğini düşünüyor ve 19 TL önce üç parçalık bir plak babütün bu zıtlıkların birbirini sılıyor, tanıtım için dağıtılıyor. kapsıyor oluşunu sorguluDeprem ve nükleer felaketi dolayısıyla yor. Kendiliğinden kurgulanan albümün kayıtları ise biraz da ekip üyelerinin farklı işleri konser programını erteleyen Yakaza önümüzdeki aylarda Japonya’da kapsamlı bir olduğundan, gece kaydediliyor. turneye çıkacak. ■ Bu sebeple Eray Düzgünsoy (Gitar, Af-
parçaların Japonya’da çok satan toplama albümlerde izinsiz kullanıldığını ve isimlerinin Yakuza olarak geçtiğini fark ediyor ve Japonya’daki yapımcılara sitem maili atıyor. Ve ortaya mail attıkları muhataplarının Jakam’la tanıştıkları çıkıyor. Daha sonra Japon yapımcılar özür mahiyetinde Türkiye’yi ziyaret ediyor. Ve hatta hediye olarak Yakaza’ya Yakuza bayrakları getiriyorlar. Albümlerin satışından ekibe herhangi bir telif ücreti ödemiyorlar ama satan toplama albüm sayısı kadar Türkiye’den Yakaza’nın ilk albümünü satın alıyorlar. Bu esnada Yakaza kafalarındaki “İçbükeydış” projesini Jakam’a anlatıyor. Jakam iç ve dış karşıtlığı ve zıtlığı üzerinden ressam Syunoven’in de JingJang felsefesi bağlamında işler yaptığını ve resimlerin Yakaza’nın bu projesine çok uyumlu olacağını söylüyor.
Japonya’daki müzik piyasasının içine giren Yakaza için orada ünlü DJ’lerin katılımıyla büyük bir lansman partisi yapıldı. Lansman etkinlikleri çerçevesinde her albümden önce üç parçalık bir plak basılıyor ve tanıtım için dağıtılıyor. Milliyet Sanat Haziran 2012
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
ALBÜM
Yalnızca her şeyi hissetmek istiyor!
Fiona Apple “The Idler Wheel...” Epic 13.90 Dolar
ASLI ONAT aslionat29@gmail.com
Tutku dolu şarkılarıyla son 20 yılın en önemli kadın müzisyenleri arasında yer alan Fiona Apple, yeni albümü “The Idler Wheel...”da yine ilişkilere değiniyor ve sözünü sakınmıyor.
42
ALBÜM yapmış olmak için albüm yapmayan bir müzisyen o... İki albüm arasına yedi yıl koyma riskini alabilen, ‘söyleyecek sözüm yoksa susarım daha iyi’ mottosuyla hareket eden biri... Piyasanın kurallarıyla oynamayan, her zaman kendi istediğini yapmış bir kişilik... Fiona Apple’ın tanınmışlığı ve 15 yıllık kariyeri göz önüne alınınca, yalnızca dördüncü albümünü çıkardığına inanmak zor. Apple, 17 yaşında ilk albümü “Tidal”ı yayınladığında, müzik kariyerinin uzun ömürlü olacağını belli etmişti. Her müzisyenin yaşadığı iniş çıkışlarla dolu olsa da genele bakıldığında başarılı ve tavizsiz bir kariyer onunki. Apple, ilk albümü ile hem eleştirmenlerden olumlu not alıp hem ticari başarıyı yakalamıştı. İki ve üç numaralı albümleri ticari başarıya ulaşmadıysa da Apple’ın saygınlığını ve iyi müzisyen olarak kabul görmesini perçinledi. Tutku dolu şarkılar yazıp söyleyen Apple, özellikle ilişkilerde yaşanan hayal kırıklıkları üzerine yoğunlaştı. Yedi yıl aradan sonra çıkardığı yeni albümü “The Idler Wheel” rock, caz ve soul öğeleri içeriyor. Apple’ın vokali blues, rock ve kabare şarkıcılığı arasında gidip geliyor zaten. (Zaman zaman Billie Holiday ve Nina Simone’unkini hatırlatan sesiyle caz standartlarını yorumladığı bir albüm de çıkarsa eminiz çok başarılı olur.) Aslında albümün adı çok daha uzun ve bir şiirden alıntı: “The Idler Wheel is Wiser than the Driver of the Screw, and Whipping Cords will serve you more than Ropes will ever do.” Bu, Fiona Apple’ın bir albüm başlığında ilk şiir alıntısı kullanışı değil. İkinci albümü “When the Pawn ...” da toplam 90 kelimeden oluşan bir şiir alıntısıydı ve en uzun albüm adı olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmişti. Milliyet Sanat Haziran 2012
Müzik basınına göre Apple, “The Idler Wheel” ile yedi yıl sonra “Yıkılmadım ayaktayım” mesajı veriyor. Fiona Apple’ın yeni albümüne ve konser turnesine yer veren MTV’de “Apple ortaya çıkalı 15 yıl oldu ama bu kadın kimdir, hâlâ tam olarak bilmiyoruz. O nedenle geri dönüşü olay yarattı,” yorumu yapılıyor. “The Idler Wheel”ın kapağında soyut çalışılmış bir yüz resmi var. Şarkıcının Kuzey Amerika’da vermeye başladığı konserlerinde seslendirdiği yeni şarkılardan dikkat çekenler “Valentine”, “Every Single Night” ve “Anything We Want”. Üçü de hem seksi hem de duygusal şarkılar. Örneğin “Anything We Want”ta şöyle diyor Apple: “I kept touching my neck / To guide your eye to where I wanted you to kiss me / When we find some time alone (Boynuma dokunup durdum / Başbaşa kaldığımızda / Gözlerine beni neremden öpmeni göstermek istediğim için).” Albüm bu ay çıkacak ama çıkmadan bu şarkıların canlı yorumlarını youtube’dan dinlemek mümkün. Apple’ın ilk üç albümünde işlediği kadın-erkek ilişkileri, yeni albümünde de bolca karşımıza çıkıyor.
Trajediden do an müzik Fiona Apple’ın 12 yaşında uğradığı tecavüzün bıraktığı derin izler, ardından geçirdiği depresyon ve gördüğü terapi, şarkılarına yansımaya devam ediyor. Çocukluğu ve ergenliği sırasında evde de sorun yaşayan Apple, bir söyleşisinde “Mutlu olmam psikolojik ve kimyasal olarak imkânsız,” demişti. Şarkıcı açıksözlü ve dürüst kişiliğiyle takdir topluyor. “Zayıflıklarınızı kucaklarsanız, bunlar, sizin güçlü yanlarınıza dönüşebilir,” diyerek zayıflıklarını göstermemeye çalışıp 32 diş sırıtan ‘ünlü’ imgesine dil çıkarıyor.
Bunca şey yaşayan birinin kızgın olmaması beklenemez elbette. Dolayısıyla Apple’ın öfkesi de dillere destan. 2006 yılında verdiği bir konser sırasında konser organizatörü biraz ‘acele edip’ konseri bitirmesini istediğinde, şarkıcının verdiği yanıt şu olmuştu: “S....r git, bu konser ben ne zaman bitti dersem o zaman bitecek!” Apple’ı yalnızca güzel bir yüzden ibaret görenler için bu direkt tavırları ve ne yapacağı belli olmayan hali şok etkisi yaratabilir ancak küçük ama istikrarlı bir kitle tarafından sevilmesindeki en büyük etkenlerden biri. Özgüvenli ve başarılı bir genç kadın portresi çizen Apple, her zaman böyle değildi. İlk albümünü yayınlayan Epic firmasıyla 2005 yılında yaşadığı gerilim esnasında umutsuzluğa düşmüştü. Firma, Apple’ın kaydettiği yeni şarkıları beğenmemiş, rafa kaldırmıştı. Bunun üzerine Apple, ‘greve’ giderek bir daha müzik yapmayacağını açıkladı. Bu açıklama, şarkıcının hayranları arasında bomba etkisi yarattı ve firma üzerinde baskı yaratmayı amaçlayan bir kampanya başlatıp Apple’ın soyadına gönderme yaparak şirket binasına yüzlerce plastik elma gönderdiler. Söz konusu şarkıların yer aldığı “The Extraordinary Machine”, bu baskının sonucunda yayınlanabildi. Bu eylem ve ‘yalnız değilsin’ mesajı, Apple’a müziğe devam etme cesaretini ve motivasyonunu geri verdi. Fiona Apple, “Küçükken yalnız ve utangaç bir çocuktum. Hep çok yakın bir arkadaşım olsun isterdim. Tanımadığım bu kadar insanın benim için bir araya gelmesi, benim için çok anlamlı oldu,” diyerek değerlendirmişti durumu. Sonradan tüm suçun müzik şirketinde olmadığını, o dönem şarkıların kendisinin de içine sinmediğini açıklasa da akıllarda kalan şey, bu eylem oldu. Fiona Apple, aralarında yönetmen Paul
Fiona Apple’dan alıntılar
Fiona Apple’ın 12 ya ında u radı ı tecavüzün bıraktı ı derin izler, ardından geçirdi i depresyon ve gördü ü terapi, arkılarına yansımaya devam ediyor.
■ İnsanların ne yaptığı
umurumda değil. Albümlerimi nasıl hatırlayacaklarını da umursamıyorum. Onları kendim için yapıyorum. ■ Tarihte iz bırakmak gibi bir amacım yok. ■ 19 yaşındaki birine nutuk çekmek istemiyorum çünkü 19 yaşındaki birinin hata yapmasını ve hatalarından ders almasını istiyorum. Hata yapın. Hata yapın. Hata yapın. Yalnızca yaptıklarınızın sizin hatanız olduğundan emin olun. ■ Beş yaşındayken sarhoş oldum. 21 yaşından önce herkes sarhoş oluyor sonuçta. ■ Küçükken hiç konsere gitmedim o nedenle sahneye çıkınca nasıl hareket etmem gerektiğini bilmiyordum. ■ Hayatım boyunca hep şu soruyu duydum: “Neden bu kadar kızgınsın?” ■ Herkes beni zayıf, güçsüz, küçük bir kız gibi görüyor. Fakat ben bu yönlerimi göstermemin gerekli olduğunu düşünüyorum çünkü herkes zayıflıklarını saklıyor.
Müzik basınına göre Apple, “The Idler Wheel...” ile yedi yıl sonra “Yıkılmadım ayaktayım” mesajı veriyor. Fıona Apple’ın yeni albümüne ve konser turnesine yer veren MTV’de “Apple ortaya çıkalı 15 yıl oldu ama bu kadın kimdir, hâlâ tam olarak bilmiyoruz, o nedenle geri dönüşü olay yarattı,” yorumu yapılıyor. 43 Thomas Anderson’ın da bulunduğu erkek arkadaşlarıyla bazen müziğinden daha fazla gündeme geldi. 2007 yılından beri ise yazar ve oyuncu Jonathan Ames ile beraberler. Vegan olan Fiona Apple, “Karşımda hindi yiyen birine kalk git demek benim tarzım
değil, herkes istediği gibi davranmalı,” diyecek kadar da özgürlükçü. Aynı zamanda PETA’ya destek veren ünlülerden biri. Bir keresinde bir sokak köpeğini kurtarmaya çalışırken, söyleşiye geç kalmış. Özetle kendisi gibi davranan, bazılarınca
‘kırılgan’ bulunsa da gücünü kendisi gibi olmaktan alan biri Fiona Apple. Bunca plastik popüler kültüre boğulmuşken “I just wanna feel everything / Yalnızca her şeyi hissetmek istiyorum,” (Every Single Night) diyen kaç kişi kaldı? ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ KAL
GÜNCE Belçika vatanda ı olan Natacha Atlas’ın annesi Hint kökenli babası ise Kuzey Afrikalı. Dolayısıyla bir çok dilde rai tarzı müzik yapabiliyor.
Gel vatandaş şarkı söyle, sesi mesi boşver, gel! NA M D LMENER naimdilmener@gmail.com
2 Mayıs Çarşamba
44
NATACHA Atlas’ın son albümü (“Mounqaliba-Rising: The Remixes”), ortaya çıktığı ilk günden beri doğunun ses ve ritmlerini bütün dünyaya yayma azmindeki sanatçının bir başka cesur hamlesi. Kulüp ve DJ’lerle de her zaman yakın bağlantıda oldu Atlas ve bu son albüm de, bu alandaki gelişmelerin şarkılara transfer edil(ebil)diğinin bir göstergesi... Bir Batılıya (en az) uzay kadar uzak doğunun ses ve melodilerinin, bu kadar kabul edilebilir hatta sevilebilir hala getirilmesine mucize(ler) yetmezdi aslında; bu nedenle Atlas’ın başardığı büyük, çok büyük bir şey.
4 Mayıs Cuma Natacha Atlas sonrası çok iyi denk geldi “Oriental Garden”ın dokuzuncu ayağı. Milliyet Sanat Haziran 2012
Sesi olmayan da şarkı söyleyebilir... Sesi olanlarda da bir tuhaflık var... Redd’den sağlam ve temiz bir rock albümü... Natacha Atlas üstüne Gülbahar Kültür... maNga turnayı gözünden vurdu... Uzun bir zamandır onlarca başlık altında birbirinden güzel derlemeler seçen/yayımlayan Gülbahar Kültür’ün en başarılı, en uzun soluklu dizisi bu oldu. Bunda, bu serinin çok sayıda ağız tadımıza uygun şarkıları ihtiva etmesi. Bu sonuncusu da öyle; bizden ve etrafımızdan birbirinden farklı, hatta birbirinden deneysel 32 şarkı. Natacha Atlas, Gülbahar Kültür ve benzerleri sayesinde, bu alanda sular yükseldikçe yükseliyor.
5 Mayıs Cumartesi Tophane’deki Tütün Deposu’nda bulunan Satur-Dox, “Belgesel Buluşmaları” kapsamında Ciwan Hoco belgeseli “Diyarbekir’e Giden Yol/The Road to Diyarbekir” gösterildi bugün. Haco’nun milyonların seyrettiği meşhur Batman konserini anlatan bir film bu; öncesi ve sonrasını da.
Murat Sakaryalı “My Style” adlı albümde ‘keman’ı ba role oturtuyor.
16 Mayıs Çarşamba
Biraz Cyndi Lauper, çokça Madonna
zel’in yeni albümü “A k En Büyüktür Her Zaman” geçti imiz ay yayınlandı.
Mükemmel bir belgesel, eksiksiz. Haco’nun konser sonrası (daimi olarak yaşadığı) İsveç’e döndükten sonra kızıyla mutfakta Kürtçe “Diyarbekir” şarkısını söylediği sahne ise öyle böyle değil; ÇARPICI. Bu dil yasakları filan boşuna, dil(ler)i kimse unutturmaya/yok etmeye muktedir değil.
7 Mayıs Pazartesi Redd’in son albümü “Hayat Kaçık Bir Uykudur” tam da onlardan beklenebileceği gibi sağlam ve temiz bir rock albümü. Redd gibi sade ve oyuncaksız rock yapan grupların sayısı çok azaldı, herkes rock’un önüne/arkasına bir şeyler eklemekle meşgul. Yapmak/denemek gerekir elbette ama genellikle başarılamıyor ve her ne denenmişse, onun altında kalıyor rock... Redd en klasik usulde ama kapı gibi bir rock yapıyor... Sahnede de öyleler; canavar gibi. Doğan ve Güneş Duru kardeşler, ruhunu gündelik kazanca satmamaya yeminli; yazdıkları her cümle/her tweet, bana yaşama hevesi/azmi veriyor, tıpkı şarkılarında olduğu gibi.
10 Mayıs Perşembe Murat Sakaryalı’nın, baş rolüne ‘keman’ı oturttuğu albümü “My Style”, belki çok özgün bir albüm değil ama temiz ve kalplere huzur veren bir albüm. Repertuvarında yabancı şarkılar da var, kendi şarkıları da; Yıldız Tilbe’nin kült şarkısı “Çabuk Olalım Aşkım” da, popüler müziğin ‘60’lardaki sağlam kalelerinden Orhan Akdeniz’in “Gökyüzü” (ki Müslüm Gürses, hakkını vere vere söylemişti) de. Müzik eğitimine Feridun Darbaz ile başlayıp sonra Berlin’e kadar uzanan bir müzisyenin gönlünde yer etmiş şarkılar var nihayetinde; ve hepsi, benim gönlümde de iyi bir yerlere denk geldi.
12 Mayıs Cumartesi Plağa yeniden dönüş ilginç gelişmelere/sonuçlara da yol açıyor. D&R’da Ajda Pekkan’ın “Ajda 1990” LP’sini görünce çok şaşırdım; 22 yıl sonra LP’si basılmış ol-
du bu albümün. Geç olmasına çok geç, ama hiç olmamasından da iyidir.
14 Mayıs Pazartesi Günümüzün popüler hale gelmiş şarkı yazarlarından Eflatun, aynı zamanda iyi bir şarkıcı da. İlk albümü iyiydi, yeni çıkardığı single da (“Çıkmaz Sokaklar”) öyle. Eflatun’un yaşıtı müzisyen ya da şarkı yazarlarından en büyük farkı şu: Yılmadan/yorulmadan yeni ritm ve formların peşinde. Deniyor ve buluyor. Son single da bu çabanın başarılmış bir sonucu. Çokça R’n B, biraz ‘80’ler dans, biraz funk biraz da bizden sesler ve işte Eflatun’un ovalara/yaylalara açılan sokakları.
17 Mayıs Perşembe Mehmet Erdem’in “Herkes Aynı Hayatta” albümü, Halil Sezai Tipi Üretim Tarzının devam edeceğinin işareti. “Sesiniz olmasa da şarkı söyleyebilirsiniz” şeklinde ifade edilebilir bu tarz. Gel vatandaş, gel şarkı söyle, sesi mesi boşver, gel! Geliyorlar da.
18 Mayıs Cuma Sesi olan şarkıcılarda da bir tuhaflık var. İzel mesela, memleketin en iyi seslerinden/en iyi yorumcularındandır. Ama “Aşk En Büyüktür Her Zaman”ın basitliği/zayıflığı, ne anlaşılır ne de anlatılır gibi. Albümü açan “Amerika” şöyle bir şey mesela: “Gel hadi gir kanadımın altına/Uçurayım seni yarın Amerika’ya/Gökyüzüne bulutlardan bir kalp yapalım/Altına da Türkçe biz aşığız yazalım.” Yazın tabii; bugünün işini de yarına bırakmayın İzel, kimi götürecekseniz bugün götürün Amerika’ya. Yalnız tam anlamadım; gökyüzüne yapılacak bulut kalbin altına nerede yazı yazılacak? Türkiye semalarında
‘90’lı kuşağın hem Seyyal Taner hem de Füsun Önal’ı, hatta (tabii memleket ölçüsünde/ölçeğinde) biraz Cyndi Lauper, çokça da Madonna’sı Yonca Evcimik tam arşivlik bir kutu çıkardı: “5’i 1 Yerde”. Şahin Özer tarafından muhtelif zamanlarda yayımlanmış ve artık baskısı kalmamış (bu nedenle de Gittigidiyor ve ebay.com’larda gayet iyi fiyatlarla el değiştiren) 4 albüm (“Abone”, “Kendine Gel”, “Yonca Evcimik ‘94”, “The Best Of Yoncimix Remixes”) ve 1 single’ın (“Yaşasın Kötülük”) yan yana geldiği bu yeni paket, Evcimik’in derli toplu bir özeti ya da temize çekilmiş hali. İyi ya da güçlü değil ama ‘makul’ bir sese sahip birinin, eğer ister ve çabalarsa pop alanında başa oynayabileceğinin ispatıdır Yonca Evcimik. Durmadan çalışılır, eksiklikler dans/show başta olmak üzere görsel unsurlarla desteklenirse eğer, garanti değildir ama bir şeylerin olabilmesi de ihtimal dahilindedir. Yonca Evcimik böyle yaptı ve başardı. Sevmeyeni vardır ama seveni daha çoktur. Ciddiye almayanı vardır ama alan da çoktur. Her şeyden yana kesat ‘90 ve 2000’li yıllara renk kattı ki, onu ciddiye almak için aslında bu bile yeterlidir. yükselmekteyken mi? Amerika semalarında düşmek üzereyken mi?
23 Mayıs Çarşamba İlk defa bir maNga albümünü boydan boya sevdim. Genç kuşağın iyi gruplarındandır ama her albümlerine de bir ‘kulp’ bulmuşumdur; belki fazladan hassasiyet, belki mükemeliyetçilik, belki o-şu-bu ve fazlası. Ama “e-akustik” albümünde itiraz edecek, diklenecek hiçbir şey bulamadım. Her şarkı bittiğinde “Süper ya,” dedim. Renkli de bir albüm. Hem yeni şarkılar var, hem de (“Bir Kadın Çizeceksin” gibi) eskilerin yeni versiyonları. Eurovision da var Yıldız Tilbe gibi konuklar da. GRGDN ve Pasaj işbirliği, turnayı gözünden vurmuş. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
45
■ ■ ■ ■ ■
MÜZ K
ALBÜM
AL AN ÇAPAN alisancapan7@hotmail.com
“MMXII - Pentagram” (SONY Music) ★★★★
■ ■ ■ ■ ■ “Obi” - Kafabindünya (Peyote) ★★★
■ ■ ■ ■ ■
Türkiye’nin ilk post rock gruplarından biri olarak kabul edilen Kafabindünya, uzun süredir beklenen ilk albümünü nihayet yayınladı. Peyote’de verdikleri konserlerle hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen Burç Tuncer, Can Söylemez, Korgün Akgün, Emrah Bekdikli ve Doğan Aydın’dan oluşan Kafabindünya, “Obi” adlı 11 şarkılık enstrümantal albümleriyle daha geniş kitlelerin de dikkatini çekecek gibi duruyor. Açılış parçası “Anger Circus”, müzikseverlerin favorisi “Binlerce Özür”, yeni düzenlemesiyle “When We Were Young” albümün öne çıkan parçaları. 13 TL.
46
2012 yılında 25 yaşına giren Pentagram; çeyrek asırlık maceralarını geçtiğimiz günlerde yayınlanan “MMXII” adlı yeni albümleriyle taçlandırdı. Gitarlarda Hakan Utangaç ile Metin Türkcan, bas gitarda Tarkan Gözübüyük, davulda Cenk Ünnü ve vokalde Gökalp Ergen’den oluşan grubun yeni albümüne İlhan Barutcu, Kerem Özyeğen, Ozan Tügen ve Turgut Berkes gibi işinin erbabı müzisyenler eşlik etmiş. On parçanın yer aldığı albüm, kendi alanında yılın en iyilerinden biri olmaya aday. 17.50 TL.
“Hayat Kaçık Bir Uykudur” Redd (Pasaj Müzik) ★★★ 8 Temmuz 2011 tarihinde Türk Telekom Arena’da Bon Jovi’nin ön grubu olarak sahne aldıklarında dönemin tutuklu gazetecileri Nedim Şener ve Ahmet Şık’a verdikleri destekle kamuoyunun dikkatini çeken Redd grubu geçtiğimiz günlerde beşinci stüdyo albümü “Hayat Kaçık Bir Uykudur”u yayınladı. Prodüktörlüğünü Redd’in yaptığı albümde 13 şarkı yer alıyor. “Senden Sonra” ile “Ormanda Kaybolmuş Bir Yaprak” gibi daha önceki albümlerde seslendirilmiş parçaların yeni düzenlemeleri ve grubun Şebnem Ferah ile düet yaptığı “Sevmeden Geçer Zaman” yeni albümün sürprizleri. 18.25 TL.
“A Joyful Noise” / Gossip (SONY Music) ★★★ ABD’nin Washington eyaletinde 1999 yılında kurulan indie - rock grubu Gossip uluslararası arenada beklenen çıkışını 2006 tarihli üçüncü albümleri “Standing In The Way Of Control” ile yapmıştı. Gossip geçtiğimiz günlerde merakla beklenen beşinci albümü “A Joyful Noise“ ile müzikseverlerin karşısına çıktı. Albümden yaklaşık bir ay önce piyasaya sürülen ilk single “Perfect World“ ile kulakların pasını silen Gossip, Ditto’nun giderek keskinleşen vokali ve hedefi tam on ikiden vuran elektronik düzenlemeleriyle bugüne kadar yaptığı müziği bir adım ileriye taşıyor desek yeridir. 25.90 TL.
Milliyet Sanat Haziran 2012
Jack White
“Blunderbuss”/ Jack White (XL Recordings) ★★★★ 2000’li yıllar boyunca eski karısı Meg White ile oluşturdukları “The White Stripes” grubuyla rock sahnelerinin tozunu atan Jack White, The White Stripes’ın dağılmasından yaklaşık bir yıl sonra merakla beklenen ilk solo albümünü yayınladı. Country, blues, caz, soul, rock türlerinden esintiler taşıyan, yer yer de ‘grunge’a göz kırpan şarkılar toplamı, son yılların en yetenekli rock simasından beklenecek düzeyde başarılı. 25.90 TL.
“Touch! Don’t Touch!” / Lydia Kavina& Barbara Buchholz& Kammer ensemble
“Mahler Symphony No.1 with Blumine” / Florida Philarmonic Orchestra&James Judd ★★★★
Neue Musik Berlin ★★★★ Müzik ve sihir daima birbirinin ayrılmaz parçası olmuştur. Dokunmadan ses çıkarabilen bir enstrüman olan theremin tüm elektronik çalgıların atası. 1920’li yıllarda Rus fizikçi Lev Theremin tarafından icat edilmiş olan enstrümandan ses alabilmek için bir nevi dans etmeniz gerekiyor... “Touch! Don’t Touch!-Dokun! Dokunma!”da Lydia Kavina ve Barbara Buchholz, theremin’in tarihiyle bugünün bestelerini birleştiriyorlar. Alman ve Rus, sekiz bestecinin iki theremin ve bir çalgı topluluğu için yazdığı parçalarda seslere hiçbir sınır tanınmıyor ve her an her şey mümkün olabiliyor. Bunun sonucunda da ortaya bu mükemmel CD çıkıyor. Albüm Rusya’nın çelişkiler ve zıtlıklarla dolu dünyasının müzisyene verdiği ilhamı ve onun yaratıcılığını ihtiva ediyor. (Wergo) 45 TL.
ERAY AYT MUR
Mahler’in 100. ölüm yıl dönümü dolayısıyla tüm dünyada anıldığı 2011’de Florida Filarmoni Orkestrası; bestecinin ‘insan ve doğa senfonisi’ olarak bilinen ve Jean Paul’un “Titan” isimli romanından esinlenerek tamamladığı birinci senfonisini seslendirdi. Mahler’in Alman ve Avusturya halk kültüründen derin bir şekilde etkilenmiş olmasının izlerini taşıyan ve beş bölümden oluşan bu yapıtın ikinci ölçüsünde, Avusturya’nın popüler danslarından ‘lander’in ritimleri ve kapanışı yapan “Blumine” öne çıkıyor. İngiliz şef James Judd yönetiminde aradığı kahramanı bulduğu izlenimi veren Florida Filarmoni Orkestrası ise geçmişte ekonomik nedenlerle yaşadığı zor günlerin üstesinden başarıyla geldiğini kanıtlayan bu albümle Gustav Mahler Society tarafından ‘Yılın en başarılı Mahler kaydı’ ödülüne layık görülüyor. (Harmonia Mundi) 25 TL.
■ ■ ■ ■ ■
Chano Dominguez
■ ■ ■ ■ ■ “Upper West Side Story” / Bobby Broom (Origin Records) ★★★ Gitarist Bobby Broom ‘90’lı yılların başından beri ikamet ettiği Chicago’nun önde gelen caz müzisyenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Broom, son yıllarda Chicago’nun ünlü caz kulübü Green Mill’de The Deep Blue Organ Trio ya da Evanston’da kendi grubu The Bobby Broom Trio ile sahne alıyor. Bobby Broom’un geçtiğimiz günlerde triosu ile kaydettiği yeni albümünün adı “Upper West Side Story” usta gitaristin bütün sanatını konuşturduğu kalburüstü bir çalışma. “Major Minor Mishap” ile Broom’un kadim dostu rahmetli basçı Charles Fambrough’a ithaf ettiği “Frambroscious” albümün öne çıkan parçaları. 26 TL.
“Flamenco Sketches” / Chano Dominguez (Blue Note Records) Bobby Broom
★★★★
İspanyol caz piyanisti Chano Dominguez’in “Flamenco Sketches” adlı çalışmasını Miles Davis’in parçalarının sade suya tirit bir yorumu olarak değerlendirmek haksızlık olur. Davis’in “Kind of Blue” albümünde yer alan beş parçanın tamamını yeniden yorumlayan Dominguez, orijinal kayıtlarda yer alan nefesli partisyonlarını çıkartmış. Davis’in olağanüstü performansıyla aşık atmak yerine günümüz flamenko müziğinin olanaklarını kullanmayı yeğlemiş. Dominguez’e bu çabasında eşlik eden müzisyenler; cajon’da Israel ‘Pirana’ Suarez, vokalde Blas ‘Kejio Cordoba ve basta Mario Rossy birinci sınıf iş çıkarmışlar. 24.90 TL. Milliyet Sanat Haziran 2012
47
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
PORTRE
Charlize Theron, güçlü kadın rolleriyle öne çıkan bir oyuncu. Theron, “Prometheus” adlı filmde Idris Elba ile birlikte rol alıyor.
‘Soğuk sarışın’dan iki süper film BURÇ N S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com
Charlize Theron, bu ay vizyona girecek “Prometheus” ve “Pamuk Prenses ve Avcı” adlı, birbirinden ilginç iki filmiyle rol skalasını iyiden iyiye genişletmiş olacak.
48
PEK çoğumuz onu bundan dört-beş sene kadar önce verdiği bir söyleşide içine düştüğü gaflet ve cehalet anıyla yeniden tartmıştık: “Türkiye’de bir araba kiralayıp Budapeşte’nin bütün sokaklarını gezdik. Budapeşte’de kendimizi Cannes Film Festivali’nde gibi hissettik.” Bundan altı yıl kadar önce, erkek arkadaşı Stuart Townsend’le İstanbul Film Festivali’ne gelmişti aktris. O gezisine gönderme yapıyordu ama belli ki o söyleşiyi verdiği sırada bir kafa karışıklığı yaMilliyet Sanat Haziran 2012
şamıştı. Haliyle, sadece Batı basınının değil, bizim gazetelerimizin ağzına sakız olması da kaçınılmazdı. Sıradan bir modelken kısa sürede birikimine ve yeteneğine ekledikleriyle inşa ettiği kariyeri elbette bir kalemde silinip atılmış, bu sırada dokuz yıl önce müthiş bir performans sergileyerek kazandığı Oscar’ı da kültürel belleğimizin tozlu kıvrımlarında yitip gitmişti. Günümüzde aynı merhaleyi kat edecek bir başka fotomodel göstermenin imkansız-
lığı ortadayken, bir anlık şaşkınlıkla İstanbul’u Budapeşte ilan eden Charlize Theron hepimiz için bir ‘salak’tı artık.
Erken ba layan kariyer Halbuki gerçekten öyle mi? Nereden başlamalı? Hakkında daha önce yazılanları okumuşsanız, Güney Afrikalı olduğunu, çocukluğunu küçük bir çiftlikte geçirdiğini bilebilirsiniz. O beş yaşındayken bir yaz günü annesinin babasını tüfekle vurup öldürdüğün-
Keanu Reeves’le birlikte oynadı ı “ eytanın Avukatı”...
Theron’u geniş kitlelere tanıtacak bir numaralı bir filme ihtiyacınız varsa, hiç kuşkunuz olmasın, yanıt “The Devıl’s Advocate / “Şeytanın Avukatı”dır. Keanu Reeves’in ‘ay ışığında Şeytan’la raks ettiği’ bu filmde onun karısı rolündeydi.
ra da yavaş yavaş uzayan beyazperde süreleri... 1996 tarihli iki film, “2 Days in the Valley” ve Tom Hanks’in projesi “That Thing You Do!” onun acemilik sınavlarıydı. Ama eğer onu geniş kitlelere tanıtacak bir numaralı bir filme ihtiyacınız varsa, hiç kuşkunuz olmasın, yanıt “The Devil’s Advocate / “Şeytanın Avukatı”dır. Keanu Reeves’in ‘ay ışığında Şeytan’la raks ettiği’ bu filmde onun karısı rolündeydi. Ondan tam dört yıl sonra yine Keanu Reeves’le “Sweet November / Kasımda Aşk Başkadır”da oynayabilmek için, aynı dönemde önerilen “Pearl Harbor”daki rolü de reddetmişti. Ama zaten kariyerine geniş geneliyle bir göz gezdirdiğinizde hiçbir zaman büyük prodüksiyonların aktrisi olmadığını çabucak fark edersiniz. Her ikisinde adeta parıldasa da, 2005’teki “Aeon Flux” ve 2008 yapımı “Hancock” gibi iki istisnai proje de pek hoş karşılanmadı zaten. Görünüşe bakılırsa, bu ay sinemalarımıza gelen iki filmi kariyerindeki büyük bütçeli istisnalar arasında yer alacak. Ridley Scott’ın “Alien / Yaratık”tan hemen önce-
pek çok ‘iş kazası’ da mevcut tabii. “The Astronaut’s Wife / Astronotun Karısı” (1999), “Men of Honor / Onurlu Bir Adam” (2000), “The Curse of the Jade Scorpion” (2001) gibi... Ama biraz düşünürseniz, hepsinin bahanesi olmalı: Birincisi, tuhaf bilimkurgu öyküsünde Johnny Depp’le; ikincisi, Robert De Niro’yla, üçüncüsü ise Woody Allen’la karşılıklı çalışmak için önemli fırsatlardı. Theron’un esas çıkışı ise bundan sonra başlıyor. “The Italian Job / İtalyan İşi”nde kalabalık kadronun yegane dişisi olarak soygunlarda sadece kasa açmakla kalmıyor, duygusal iniş çıkışlarıyla filmin en akılda kalıcı performanslarından birine imza atıyordu. Aynı yıl “Monster / Cani”yle akıllara zarar bir seri katil portresi çizmeyi başarıyor, onu uzaktan gıptayla izleyenleri tam manasıyla çatlatıyordu. Katil Aileen Wournos için 14 kilo alması, ağzını zorlu bir aksan ve bir bavul dolusu küfre alıştırması bir yana, performansıyla, elindeki vasat senaryoyu bir kademe yukarı çekmeyi bile başarıyordu. “Cani”yi Oscar podyumuna taşıyan da onun performansıydı. Halbuki role yaklaşımına hayranlıkla bakanlar olduğu gibi, içten içe tiksinenler de az sayılmazdı. “İnsanlar çatışmalara, çirkinliklere veya yaşamın defolu yanlarına bir kadın karakterin gözünden bakmaktan hazzetmiyorlar,” diye yanıtlayacaktı onları. “Yani, ‘Taksi Şoförü’ndeki Travis Bickle’ı bir kadının canlandırdığını düşünebiliyor musunuz? Robert De Niro oynadığında sorun yok, ama insanlar aynı şeye bir kadının gözünden bakma konusunda rahat değil.”
Güçlü kadın karakterleri
“Pamuk Prenses ve Avcı”da canlandırdı ı kötü kraliçe karakteri için ka ıt üzerinde çok iyi bir seçim.
den haberdarsınızdır da, bunun bir meşru müdafaa olduğundan bihaber olabilirsiniz. Modellik kariyerine 15-16 yaşlarında başlayıp, model olarak Avrupa’yı gezmesinin akabinde dans eğitimi için soluğu New York’ta alması tamam da, dizindeki önemli bir sakatlığın onu son durak olarak oyunculuğa yöneltmesi daha gölgelerdedir. Bir gün onu bir bankada, elindeki 500 dolarlık çeki bozmayan banka memuruna bağırırken gören bir menajerin kartını uzatması, ilk rolünün üç saniyeliğine diyalogsuz şöyle bir görünmekten ibaret olması... Bunlar da beylik başarı öykülerine dair, benzerlerini pek çok kez okuduğumuz anekdotlardan... Son-
sinde olanları anlattığı “Prometheus”ta şanına yaraşır soğuklukta bir uzay kadınına hayat verecek. Pamuk Prenses masalını bir çeşit Ortaçağ atmosferine taşıyan “Snow White and the Huntsman”de de masalın kötü kraliçesini canlandıracak. Theron kağıt üstünde Kötü Kraliçe için mükemmel bir seçim gibi duruyor.
Basit bir ya am “Çok basit bir yaşam sürüyorum,” demişti bir keresinde. “Dev filmlerde oynamak zorunda değilim. Bir yatım veya özel uçağım hiç olmadı. Bu mütevazı yaşamı sürdürdüğüm müddetçe bu gibi şeylere kafa yormak zorunda da kalmıyorum. Gücümün yetmeyeceği bir ev alabilmek uğruna asla bir proje kabul etmedim.” Doğru projeleri seçmeye, usta oyuncu ve yönetmenlerle çalışmaya başından beri özen gösteriyor. Öyle bile olsa, kariyerinde
Yoluna daha ziyade güçlü kadın karakterlerle devam etti. “North Country”, “Aeon Flux”, “In the Valley of Elah / Tanrının Vadisinde”, hatta “Hancock” bu tercihin sonuçlarıydı. Risk almaktan çekinmeyen yapısı, yansıttığı bütün karakterlere yansıyordu. Gerçek hayattaki duruşu da, rolleri de kamuoyunda onunla ilgili bir ‘soğuk sarışın’ algısı ister istemez yaratmış durumda. Örneğin Guillermo Arriaga’nın filmi “The Burning Plain”de canlandırdığı Sylvia tam onun bedenine yakışır bir kadındı. Hâsılı, bugün 37 yaşında. Uzun yıllardır birlikte olduğu İrlanda asıllı aktör Stuart Townsend’le 2010’da sessiz sedasız ayrıldılar. Ondan sonra da bir iki yıl kadar kafa izni yaptı. Geçen seneki “Young Adult”la da (Oscar’a aday olması bekleniyordu ama Akademi onu pas geçti) sıkı bir dönüş yaptı. Yavaş yavaş ‘yolun yarısı’nı geçti. Belli bir tempoyla üretmeyi sürdürecek belli ki. Yaşlanmaktan yana bir sıkıntısı varmış gibi de görünmüyor. “Yaşlandıkça,” diyor: “Her tarafınız kırışıyor ve göğüsleriniz sarkıyor. Ama aynı zamanda bilgeliğiniz de artıyor. Demek ki yaşlanmak o kadar da kötü bir şey değil.” ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
49
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
İNCELEME
Bilimkurgunun başyapıtlarının mucidi Ridley Scott Tam 30 yıl sonra bilimkurgu türünde kamera arkasına geçen Ridley Scott. “Prometheus”un setinde oyunculardan Noomi Rapace ile...
KEREM SANATEL sanatelk@gmail.com
Bu ay vizyonda göreceğimiz “Prometheus”ta Ridley Scott ünlü bilimkurgusu “Yaratık / Alien” evrenine dönüyor. Aynı zamanda da “Alien” ve “Blade Runner” gibi filmlerle başarısını kanıtladığı bilimkurgu türüne farklı bir tat katıyor.
50
EĞER bir yönetmen art arda “Alien” ve “Blade Runner” gibi iki bilimkurgu çekmiş ve her ikisi de uzun vadede birer başyapıt mertebesine yükselmişse, sonra da otuz beş yıllık prestijli kariyeri boyunca bu türe hiç geri dönmemişse, bu küskünlüğünü kıran ilk bilimkurgusuna ait iki dakikalık fragmanın son yılların en heyecan verici ve en çok izlenen fragmanlardan biri haline gelmesi o kadar da şaşırtıcı olmamalı. Bilimkurgu söz konusuyken gerçek bir vizyoner gibi çalışan Ridley Scott’ın türe bu kadar uzak kalmasında belli bir küskünlüğün de payı var. İlk bilimkurgusu “Alien”ı çekmeye iten olayın onda nahoş anılar uyandırması da bir etken. Bugüne dek çeşitli söyleşilerde türe geri dönmeyi düşünüp düşünmediği ona defalarca sorulmuştur. “Yaratık / Alien” filmlerinin devam filmlerine niye sıcak bakmadığı, ya da o seriye bir film Milliyet Sanat Haziran 2012
daha katmayı düşünüp düşünmediği... Yönetmen bu tür sorulara aşağı yukarı hep aynı üstü kapalı yanıtları veriyordu. Önüne getirilen senaryoları beğenmiyordu mesela. Bir de ilk bilimkurgusunu kardeşinin ölüm acısını atlatmak için çektiğini söylemekle yetiniyordu. Aynı matem, sinema tarihine o güne dek çekilmiş en karanlık ve en korkunç bilimkurgu filmini kazandırmıştı. Elbette yönetmenin kindarlık ettiğini ima edecek kadar densizleşmeye gerek yok, ama herhalde hiçbir yönetmen, özgün ve taze görünmesi için kılı kırk yararak tasarladığı filmlerinin hem yapım sürecinde hem de sonrasında Scott kadar haksızlığa uğramamıştır. Örneğin ilk bilimkurgusu “Yaratık” (1979) gişede gerçek bir başarıya tez elden ulaşmıştı ulaşmasına, ama yapım süreci, yaratıcı egoların stüdyo gelenekleriyle sürekli çatıştığı bir cehennemden farksızdı.
Uzayda klostrofobi O zamanlar, büyük bir stüdyo bünyesinde döneme göre büyük sayılabilecek ve gittikçe şişen bir bütçeyle ilk kez çalışan ‘çiçeği burnunda’ bir İngiliz yönetmendi. Sanatsal tavrı öne çıkaran üslubu, gişeyi garantileyen güvenli yöntemleri her zaman yeğlemiş stüdyo yöneticilerini endişelendiriyordu. Ergenlik rüyalarını süsleyen cafcaflı bilimkurgular o dönemin yıldızıyken, Scott, sonsuz uzayla tezat düşen klostrofobi duygusunu türe katmak için uğraşıyordu. Yıldız oyuncularla çalışmak istemiyor, çünkü perdedeki korkunun ancak bu şekilde sahici görüneceğini düşünüyordu. Setteki çalışma yöntemleri de bir tuhaftı. Oyuncularını sahiden korkutmak için, yaratığın ne zaman ve nereden çıkacağı, senaryonun onlardaki nüshalarında belirtilmemişti mesela. Hepsi bir
Kıymeti geç bilinen “Blade Runner”da Harrison Ford ve Sean Young. Sonradan bir seriye dönü en “Alien”ın ba rolünü Sigourney Weaver üstleniyor.
yana, görsel sanatlarda tam donanımlıydı. Aralarında H.R. Giger gibi sıra dışı bir ismin de bulunduğu yetkin bir tasarım ekibiyle çalışmasına rağmen, taslak çizimlerinin birçoğunu kendisi yapmıştı.
Yaratıcılık ön planda 1930’lardan beri türde örnekler verilmişse de, bilimkurgu, özellikle yazın dünyasındaki takipçilerin nezdinde beyazperde için hâlâ bakir bir alandı. ‘70’ler ise, neyin yapılıp yapılamayacağının kurallarının çoğu zaman dönemin teknik sınırlamalarıyla belirlendiği, tam da bu sebepten yaratıcı zihinlerin fitilini ateşleyen ilham verici bir dönemdi. Scott ise o dönemdeki boşlukları tespit eden analizci bir göze sahip olmanın avantajlarını kullandı. Doğru zamanda doğru yerde bulunan, tür sineması adına doğru notalara basan şanslı ve yetenekli bir hayalperestti. Hayallerini tavizsiz uygulayacak kadar hırslıydı. Buna rağmen, duayen kabul edilen kimi isimlere, örneğin filmi ‘canavar sonunda sırf yaratık olduğu için öldü’ diyerek eleştiren ve öykünün Hollywood muhafazakarlığına kurban edildiğini söyleyen yazar Philip
“Blade Runner” çekildikten sonra ilk on yıl boyunca kimseyi memnun edememişti. Test gösterimi faciaydı. Katılan seyircilere dağıtılmış formlara ‘anlaşılması güç’ yazan da vardı, ‘çok ağır ve ağdalı’ yazan da. K. Dick’e yine de yaranamamıştı. Aynı yazar, kendi hikayesinden uyarlanan, onun bir sonraki başyapıtı “Bıçak Sırtı / Blade Runner”ın (1982) ilk on dakikasını gördükten sonra heyecandan konuşamaz hale gelecek ve dudaklarından dökülen ilk sözler “böylesi daha önce hiç yapılmadı, gerisini görmek için sabırsızlanıyorum,” olacaktı. Ne yazık ki Dick, filmin son kurgusunu görebilecek kadar yaşamadı. Scott’ın ne denli etkin bir vizyoner olduğunu kanıtlayan meşhur bir anekdot daha vardır. O da yine Dick’in “Kitabı yazarken kafamda canlandırdığım imgeleri nereden bildiniz?” sözleridir. Ne var ki ortaya çıkan iş, akabindeki ilk on yıl boyunca hiç kimseyi memnun edememişti. Test gösterimi bir faciaydı. Katılan seyircilere dağıtılmış formlara ‘anlaşılması güç’ yazan da vardı, ‘çok ağır ve ağdalı’ yazan da... 635 seyirciden sadece yüzde 22’si filme geçer not vermişti. Alarm sinyallerin-
“Prometheus”da rol alan Logan Marshall-Green, Noomi Rapace ve Michael Fassbender (soldan sa a).
den paniğe kapılan stüdyo, filmin kurgusuna hunharca müdahale etti. Filmin kendi ülkesinde “E.T.” ve “Şey / The Thing” gibi filmlerle aynı tarihlerde gösterime girmesi şansını iyice baltaladı ve vizyondan apar topar kaldırılarak unutulmaya terk edildi.
Zamanın ötesinde Ancak filmin zamanın ötesindeki duruşu keskin gözlerden kaçmayacaktı. 1989’da filmin kayıp sanılan ham kurgusunun sinema tarihçisi Michael Arick tarafından depolarda bulunması, Scott’da pek heyecan uyandırmamıştı. Gelgelelim, ertesi yıl 70 mm’lik bir kopyadan yapılan özel gösteriminin biletleri kapış kapış satılınca meselenin çehresi değişti. 1993’e gelindiğinde filmin VHS kopyası yarım milyondan fazla satmıştı. Bugün “Bıçak Sırtı” bilimkurgu sinemasını şekillendirmiş, yenilikçi ve asla eskimeyen bilimkurgulardan biri sayılıyor. Beş farklı kurgusunun olması da cabası. Zaman değiştikçe Scott da biraz değişti. Filmlerine geri dönmeyi sevmeyen o adam, iyi gişe yapmış bazı filmlerini fırsat buldukça yönetmen kurgusuyla tekrar canlandırdı mesela. Scott’ın bilimkurguda hiç yapılmamış özgün bir eser ortaya çıkarma hırsı, zamanında onu “Bıçak Sırtı”nın çekimleri tamamlanır tamamlanmaz başka filmlerde kullanılmasın diye tüm maketleri yaktırmaya kadar itmişti. Üçüncü bilimkurgusu “Prometheus” tıpkı öncekiler gibi türde özgün eserlerin sıkıntısının çekildiği bir dönemde gösterime giriyor. Ticari sinemanın bazı kuralları 30 yıl öncesine göre hiç değişmedi, ama bazı yeni alışkanlıklar ve beklentiler de var. Keza görsel ve işitsel bombardımana maruz kaldığımız böylesine verimli bir çağda, onun tazelik hissini bu kez nasıl yakalayacağını merak ediyoruz. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
51
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
PORTRE
‘Kara yıllar’ geride kaldı SEV N OKYAY sevino@gmail.com
Kırk yaşını geride bırakan Ethan Hawke, arayışını sürdürüyor. Bu ay “Gizemli Kadın / The Woman in the Fifth”le izleyeceğimiz aktörün Paris’te geçen filminde, özel hayatından da yansımalar var.
52
TİYATROYLA başlayan aktörlerin hayat hikayelerinde genelde bu ilk sevgiliden kopamadıklarından söz edilir. Ethan Hawke için bu bağ, fazlasıyla gerçek. Orta okuldayken “Meet Me in St. Louis” tiyatro oyununda oynamıştı. Profesyonel olarak sahneye ilk kez 13 yaşındayken Princeton’da George Bernard Shaw’un ”St. Joan”uyla çıktı. Oğulları beş yaşındayken boşanan öğrenci anne-babanın çocuğuydu, annesiyle kalıp gezgin bir hayat sürdü. Annesi ikinci kez evlenince New Jersey’e yerleştiler. 1970 doğumlu Hawke bir yandan okurken, bir yandan da McCarter Tiyatrosu’nda oyunculuk eğitimi görmeye başladı. Sinemaya 1985’te “Genç Astronotlar / Explorers”la adım attı. Bu filmden sonra profesyonel oyunculuğu bırakıp üniversiteye girmişti ama oyunculuk onu bırakmadı. Aynı yıl hem “Dad”de Jack Lemmon’ın torununu oynadı, hem de Peter Weir’in yönettiği “Ölü Ozanlar Derneği / Dead Poets Society”sinde oynamak üzere seçildi. Utangaç Todd Anderson rolünde gençlik sıkıntılarını, endişelerini öyle inanılır şekilde canlandırdı ki, kendine yeniyetme hayranlar edindi. Birkaç filmde daha oynadı. “White Fang /Beyaz Diş”te (1991) genç altın madencisi Jack Conroy rolü, macera kulvarında ilk adımı oldu. “Waterland”de (1992), duygusal olarak yabancılaşmış Jeremy Irons’ın sorunlu öğrencisiydi ama bu başarılı performansı pek gören olmadı. Aynı şey, isteksiz bir müfreze komutanını oynadığı Birinci Dünya Savaşı dramı “Cesaretin Bedeli / A Midnight Clear” için de geçerli. 1994’te ise, Ben Stiller’in ilk yönetmenlik denemesi olan “Gerçekler Acıtır / Reality Bites”da keçi sakallı, can sıkıntısından mustarip, pek duyarlı Troy Dyer olarak seyircilerin zihninde yer etti. Filmin şarkılarından “Stay”in videosunu da yönetti. Milliyet Sanat Haziran 2012
Ethan Hawke, “Gizemli Kadın”da ABD’den Paris’e çocu unu görmek için gelen bir babayı canlandırıyor.
Hawke, Sıra dışı filmlerde oynayan, mütevazı başarılar kazanmış kitaplar yazan, bağımsız sanat filmleri yöneten ve hatta Manhattan’da kendi tiyatrosunu kurmuş biri olmayı tercih ediyor.
ABD’li bir yazarı oynadı ı yeni filmi “Gizemli Kadın”da Kristin Scott Thomas’la (solda)...
Tiyatrodan kopmuyor Ama tiyatrodan da kopmadı. 1991’de New York’ta Shakespeare Festivali’nde “Casanova”da oynamıştı. Aynı yıl, iki arkadaşıyla Chicago’daki Steppenwolf Tiyatrosu’nu ziyaret etti. 1992’de ise, Çehov’un “Martı”sıyla ilk kez Broadway’e çıktı. Sonraki yıl bu kez New York’ta “Sophistry” ile sahneye çıktı. 1993’te bir hayalini gerçekleştirdi, kâr amacı gütmeyen tiyatro grubu Malaparte’yi kurdu. “Dead Poets Society”den rol arkadaşı Robin Williams da grubun mali destekçilerindendi. Aynı yıl kısa filmi “Straight to One”ı yazdı, yönetti, kurguladı. Ethan Hawke 1994’te Malaparte’nin ilk ful sezonunu açan “Wild Dogs!” ile tiyatro yönetmenliğini de denedi. Ertesi yıl Steppenwolf Tiyatrosu’nda, Sam Shepard’ın yazıp Gary Sinise’nin yönettiği “Buried Child”da oynuyordu. O yıl gönlüne göre bir yönetmen ve bir oyuncuyla, çok sevdiği bir film olan “Gün Doğmadan / Before Sunrise”ı da yarattı. Bunun devam filmi “Gün Batmadan / Before Sunset” 2004’te geldi. Şimdi de üçüncü filmin hazırlıkları sürüyor. Richard Linklater’ın yönettiği, Hawke’un başrolünü Julie Delpy ile paylaştığı “Before Sunrise”ın diyalogları iki oyuncunun ağzına öyle yakışıyordu ki, bunlarda oyuncuların da payı olduğu belliydi. Ethan Hawke’un en büyük şikayeti ise karşısına çıkan herkesin üçüncü filmin nasıl olması gerektiği hakkında fikir beyan etmesi. “İltifat sayıyorum,” diyor: “Ama elbette ne anlatmak istiyorsak onu anlatacağız.” Aktör, 1996’da ilk romanı “The Hottest State”i yayımladı. Ertesi yılın “Gattaca”sı ile hem meslek hayatı, hem de özel hayatında biraz farklı bir düzeye geçecek olsa da, o noktaya kadar kendi sınırlarını çizmiş, kendi tanımını yapmıştı. Sıra dışı filmlerde oynayan, mütevazı başarılar kazanmış kitaplar yazan, bağımsız sanat filmleri yöneten ve hatta Manhattan’da kendi tiyatrosunu kurmuş biri olmayı tercih etmişti.
Gerçi “Gattaca” (1997), “Great Expectations / Büyük Umutlar” (1998) ve “Training Day / İlk Gün” (2001) gibi yapımlarda da yer aldı ama hep büyük ücretlerle şöhretin değil, sanatsal kaygıların peşinde olmuştur. Belki yönetmen Richard Linklater ile işbirliği yapması, şimdi de yeni filme hazırlanması bile bunun kanıtı olmaya yeter. İki Teksaslı, “Before...” serisinin dışında “Waking Life”, “Kaset / Tape”, “The Newton Boys” ve “Hamburger Cumhuriyeti / Fast Food Nation”da birlikte çalıştılar. Linklater ile Hawke çekimine 2002’de başlanan ve daha üç yıl sürecek olan bir filmde de birlikteler. “Growing Up”, bir çocuğun büyüyüşünü sunuyor. Ellar Salmon’un oynadığı çocuğun annesi rolünde Patricia Arquette, babasında da Ethan Hawke var. Her yıl parça parça çekilen filmin, iki buçuk saat olması bekleniyor.
Dönüm noktası “Gattaca” “Gattaca” ise gerçekten de onun için bir dönüm noktasıydı. Her şeyden önce, ilk eşi Uma Thurman’la bu filmde tanıştı. Düğün sırasında Thurman, bugün 14 yaşında olan kızları Maya Ray’e yedi aylık hamileydi. Evlilikleri, Hawke’ın sadakatsizliğine ilişkin dedikodularla sona erince, aktör tabloidlere yem oldu. Onlarla ilk olarak “Reality Bites”ı çevirdiği yıl, o sıralar evli olan Julia Roberts’la dans ederken çekilen fotoğrafları yüzünden tanışmıştı. Bu ikinci tanışıklık hayli uzun sürdü, kötü kişi ilan edildi. Ne de olsa, Hawke’un ikinci eşi, Ray Shawhughes, çocuklarının dadısıydı (Maya Ray’den dört yaş küçük, Levon Roan adlı bir de oğulları var). Aktör, Thurman’dan ayrıldıktan dört yıl sonra evlendiler, gelin gene birkaç aylık hamileydi. Çift halen evli, iki çocukları var: Clementine ve Indiana. Hawke, Thurman’la boşanmasını izleyen yıllara ‘kara yıllar’ diyor. Birkaç yıl meşhur Chelsea Oteli’ne çekildi (2001’de “Chelsea Walls” diye bir film yönetmişti), tiyatroya sığındı. “Çok zordu, bir rüyanın ölüşü,
Kariyerinin dönüm noktası olan “Gattaca”da ba rolü Jude Law’la payla tı.
Hawke, “Hamburger Cumhuriyeti”nde.
istediğim şekilde babalık edememek... Dante mi demişti? ‘Hayatımın ortasında ormanın doğru yol olmayan bölümüne geldim.’ Hiçbir şey insanı hizaya getirilmek kadar terbiye etmez. Ben de 30’lu yaşlarımın başında hizaya getirildim. Lanet olsun, annemle babamın hatasını tekrarlamamak için o kadar uğraştım ve sonunda aynı şeyi yaptım.”
Pawel’e göre depresyon Richard Linklater, “Ethan risk almaktan korkmaz,” diyor: “Tutkulu bir merakı vardır, her şeyi kurcalar. Kafası durmaksızın çalışır. Ağzı da öyle.” Tanıyanlara göre, konuşurken gözünü de gözünüzden ayırmazmış. Meraklı olabilir ama sevdiğini yapmaktan da şaşmıyor. Başkalarını star yapan rolleri gözünü kırpmadan reddeder. Bunun hayatının en büyük mücadelesi olduğunu söylüyor: “Yılanı ne ölçüde besleyeceğimi hiç bilemiyorum çünkü.” Öyleyse en iyisi, yüreği ne diyorsa onu yapmak. Bu ay gösterime girecek olan “The Woman in the Fifth” ise, biraz ‘kara yıllar’ını hatırlatıyor. Pawel Pawlikowski’nin yönettiği filmde karısından ayrılıp Paris’e gelmiş, çocuklarının velayetini almaya çalışan bir yazarı oynuyor ve şöyle diyor: “Vaktiyle umut vaat ediyormuş ama 40’ında bunun pek faydası olmaz insana. Pawel’e göre depresyon, insanın kendisi dışındakileri görmemesi.” ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
53
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
İNCELEME
Yaz vizyonundan korkmalı mıyız? SEL N GÜREL gurel.selin@gmail.com
Bir dönem dillerden düşmeyen “Yazın sinemaya gidilmez” lafı tedavülden kalktı, ama bu, yazın vizyonun yaşadığı rehavete kayan dönüşümün seyirciyi ürkütmediği anlamına gelmiyor. Neyse ki madalyonun bir de öteki yüzü var.
EVET KORKMALIYIZ!
“You Will Meet...”te Naomi Watts ve Anthony Hopkins yer alıyorlar.
Tutunamayanlar
spanyol yapımı korku filmi “Emergo”da ba rolde Kai Lennox bulunuyor.
kinci sınıf korku filmleri Korku sineması takipçilerinin, piyasadaki diğer adı ‘çantada keklikler’. Bu, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu hiç de azımsanmayacak grup, vizyondaki korku filmlerinin tümünü birden basar. İşte bu yüzden sezon içinde iş yapacağı düşünülen korku filmleri seyirciyle buluşurken, yaz
aylarında kapılar ardına kadar açılır. Kış aylarında dikkat çekmeyecekne kadar korku filmi varsa içeri buyur edilir. Ayın filmlerinden “The Incident” bu gruba girerken, Temmuz’da “Chernobyl Diaries” ve Ağustos’ta “Emergo” ile “El Callejon” kollarını açmış, genç seyircilerini bekliyor olacak.
Vizyon programından bir anda çekilip kendini yaz programında bulan filmler bu sınıfa giriyor. Örneğin son olarak Mayıs programında kendine yer bulan, ancak daha sonra kimbilir kaçıncı kez ertelenen Woody Allen filmi “You Will Meet a Tall Dark Stranger” son bir buçuk yıldır daldan dala atladığı için artık kimsede izleme isteği uyandırmıyor. Haziran programında görünen “The Divide” da benzer bir durumdan muzdarip.
Sevimsiz romantik komediler
54
“What a Man”de Matthias Schweighöfer. Milliyet Sanat Haziran 2012
Yaz aylarında gösterime giren romantik komedilere temkinli yaklaşmak için çok sebebimiz var. Kışın parsayı toplayan türün Amerikan örnekleri sakin sakin yeni sezonu beklerken, meydan Avrupa’dan çıkan yapımlara kalıyor. Ama ilginçtir, bu filmler bile göze hoş görünüp, sınırlı bir gişe başarısına ulaşabiliyor.
Almanya’dan çıkan, Sibel Kekilli’nin başrollerinden birini üstlendiği “What a Man” bu sınıfa giren bir film. Woody Allen’ı takıntı haline getirmiş bir kadını anlatan, Fransız yapımı, yöhetmenliğini Sophie Lellobche’nin yaptığı “Paris Manhattan”, Allen’ı bizzat filmin içine katan bir ‘geçmişe özlem’ filmi.
HAYIR KORKMAMALIYIZ!
Parlak kadrolu tür örnekleri Süper kahraman filmlerinin gişe başarısından pay alması en muhtemel grup bu. Ortak noktaları, bilinçli olarak yaz aylarına konuşlanmış olmaları ve birbirine yakın türleri hedef almaları sebebiyle seyirciye hiçbir şekilde tercih hakkı tanımamaları. Ridley Scott’ın “Prometheus”u ile başlayan bu döngü, “Prometheus” ve “Snow White and the Huntsman” ile devam edecek. Haziran’ın ilk haftasını bu şekilde atlattıktan sonra, Tim Burton’ın gotik komedi denemesi “Dark Shadows” ile haşır neşir olacağız. Temmuz’da Oliver Stone filmi “Savages”, Ağustos’ta Colin Farrell’lı “Total Recall” yeniden çevrimi listeye eklenmiş.
Bu yaz üçüncü kez Bruce Wayne / Batman olarak izleyece imiz Christian Bale.
Süper kahraman filmleri Yaz aylarında gişenin kaymağını yiyen süper kahraman filmleri, bu rahat koltuğa öyle bir yerleşti ki kalkmak bilmiyor. Meydanda varlıklarını tehdit edecek herhangi bir dev bütçeli Hollywood yapımı yokken etrafta gönüllerince at koşturan “Spider Man” ve “Batman” serileri aynı yolda devam etmeye kararlı. Temmuz başı, yeni “Spider Man” serisinin ilk filmi “The Amazing Spider-
Man”e; Temmuz sonu ise Christopher Nolan’ın “Batman” üçlemesinin son filmi “The Dark Knight Rises”a ayrılmış durumda. Bu filmler durgun vizyona canlılık getirmekle ve seyircinin ayağını zorunlu olarak sinemaya çekmekle yükümlü. Bu iki geleneksel süper kahramanın yanına, gerçek dünyadan bir kahraman eklemek isteyenler Ağustos sonunda “The Bourne Legacy”yi tercih edebilir.
“Savages”in güçlü oyuncu kadrosunda Blake Lively ve Benicio Del Toro da var.
Meydanı bo bulan ba ımsızlar Bu grup altında örnekleyeceğimiz üç film de bağımsız sinema izleyicisinin sevinçle karşılayacağı özelliklere sahip. “Friends with Kids” samimi ve hayli eğlenceli bir komedi. “Take This Waltz” daha sık film yönetmesi gereken bağımsız sinemanın sevilen oyuncusu Sarah Polley’nin ikinci uzun metrajı. “Being Flynn” ise Paul Dano, Robert De Niro ve Julianne Moore’u buluşturan bir Paul Weitz filmi. “La Fee”de ba rolleri Dominique Abel (solda) ve Fiona Gordon (sa da) üstleniyorlar.
Festivalden kalanlar İşte yazın sinemaya gitmenin en güzel tarafı! Festivallerde başka bir seansta izlemeyi planladığınız ama birtakım aksilikler sonucu buluşamadığınız kimi filmler, yaz vizyonunda kendine yer bulmakta zorlanmıyor. Haziran’da “Persepolis”in yönetmenlerinin ikinci filmi “Poulet aux prunes” ve “Rumba” ile gönüllerde taht kuran oyun-
cu/yönetmen üçlüsünün yeni harikaları “La Fee” vizyonda alternatif arayanlara ilaç gibi gelecek. Temmuz’da Berlin’den En İyi Yönetmen ödülü ile dönen Alman filmi “Barbara” ve Cannes’da Jüri Ödülü alan “Polisse” öne çıkıyor. Ağustos’ta ise Taviani Kardeşler’in “Cesare Deve Morire”si bir mucize eseri vizyonda kendine yer bulmuş.
55
“Being Flynn”de iki karakter oyuncusu kar ı kar ıya: Paul Dano (solda) ve Robert De Niro (sa da). Milliyet Sanat Haziran 2012
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
İNCELEME
İnsanı sarhoş eden bir
“Faust”
Johannes Zeiler ve Isolda Dychauk, “Faust”ta rol alıyorlar.
CÜNEYT CEBENOYAN cebenoyan@gmail.com
Ünlü Rus yönetmen Aleksandr Sokurov güç dörtlemesini bu ay vizyona giren, Venedik’ten Altın Aslan Ödüllü “Faust” ile tamamlıyor.
56 Sokurov, “Faust” ile Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan kazandı.
Milliyet Sanat Haziran 2012
ALEKSANDR Sokurov’un sineması, tarifi en zor sinemalardan biri. Birçok eleştirmen / yazar Sokurov’u ele alırken ne olduğundan çok ne olmadığına odaklanıyor ya da en fazla dini bir metin gibi mealen ne dediğini anlatmaya çalışıyor. Yine de yönetmenin bazı karakteristik özellikleri var elbette. Mesela, bir Sokurov filminde çarpık görüntülerle karşılaşmaz iseniz eğer, makiniste dönüp nerde yanlış yaptığını sorabilirsiniz. Anamorfik görüntüler Sokurov’un alamet-i farikalarından biridir. Eğer bunu bilmiyorsanız,
makinistin objektif değiştirmesini boşuna bekleyip durursunuz. Sokurov’un sinemaya girişi epey eski, 1978’leri buluyor. Eski sosyalist ülkelerden komünist bir yönetmen çıktığı görülmüş, duyulmuş şey değildir. Varsa da biz görmedik, duymadık. Ken Loach gibi Troçkist komünistler, Fernando Solanas gibi ulusalcı solcular hep kapitalist ülkelerden çıkar. Sokurov da eski Sovyetler Birliği’nde doğan (1951) bir aydın olarak, geleneğe uymuş ve sıkı bir anti-komünist olarak safını almıştır. Bu durum Sokurov’un istediği eğitimi görmesini ve filmler üretmesini engellememişse de bu filmleri gösterime sokması hayli sorunlu olmuştur. Hoş artık Sovyetler Birliği yok, Rusya artık kapitalist ama Sokurov için de değişen pek bir şey yok. Yine gö-
rece kolay bir biçimde filmlerini finanse edebiliyor (çünkü Sokurov’un Putin’le arası iyi) ama filmlerini yine de gösteremiyor. Hatta 2004 yılında Rus Film Akademisi’nin “Güneş / Solntse”yi yılın en iyi filmine aday göstermesini, Rus halkının kendi adını bilip, filmlerini bilmemesini doğru bulmadığı için reddetmişti. “Filmlerim ne televizyonda ne de sinemalarda gösteriliyor, onun yerine ticari Amerikan filmleri her yeri işgal ediyorsa, varsın ‘Güneş’ aday olmasın” demişti. Yani, sistemler değişse de bazı şeyler değişmiyor.
Nick Cave’in yazısı Biz faniler Sokurov’un ismine, beklenmedik bir başka sanatçının yazdığı bir yazı vesilesiyle aşina olduk. Bu aykırı isim Nick Cave’den başkası değildi. 29 Mart 1998’de Nick Cave, alışık olmadığımız bir şey yaptı, İngiliz Independent gazetesinin Pazar ekine “Başından Sonuna Kadar Ağladım, Ağladım, Ağladım” başlıklı bir yazı yazdı. Nick Cave ciddi bir sanat tarihi, sinema ve psikoloji bilgisine sahip olduğunu kanıtlayan bu yazıda “Ana ve Oğlu / Mat i Syn” filminden yola çıkarak Sokurov’un sinemasının belli başlı özelliklerini de saptamıştı. Neydi bu özellikler? Öncelikle Sokurov sineması resim sanatıyla doğrudan bir ilişki içindeydi. Filmin her karesi Alman Romantik ressamlarından Caspar David Friedrich’in (ki Tarkovski’ye de ilham vermiştir) puslu manzara resimlerini çağrıştırıyordu. Film eleştirmenleri de Cave’le aynı kanıda olduklarını daha sonra yazdı. Sonra, diyaloglar çok da anlamlı değildi, daha çok atmosfer ve yaşanan anın duygusu ön plandaydı. Filmde pek bir şey olmuyordu. Ölmekte olan yaşlı bir kadınla oğlu bir eve gidiyorlar, oğul annesine yemeğini yediriyor, saçlarını tarıyor, sonra çıkıp biraz dolaşıyordu. Geldiğinde annesini ölmüş buluyordu. Ölenin değil, kalanın, yasa bürünenin duygusunu anlatmıştı Sokurov. Nick Cave’in müzisyen kimliğini dışına çıkıp, sinema eleştirmenliğine soyunmasıyla, Sokurov adı çok geniş bir kitle tarafından duyuldu. Yönetmen yine ölmekte olan iki insanın, bu kez bir baba ve oğlunun hikayesini de “Baba ve Oğlu / Otets i syn” (2003) filminde anlatacaktı. Yönetmenin ilham kaynağı ressam bu kez Turner’dı. Sevgi eksikliği değil de, sevgi çokluğunu anlattığı bu iki filmlik dizi, “İki Erkek ve Bir Kız Kardeş” filmiyle bir üçlemeye dönüşecek önümüzdeki yıl. Sokurov, üçlemeleri, dörtlemeleri seviyor. Aile üçlemesi nasıl ardı sıra çekilen filmlerden oluşmadıysa, güç dörtlemesi (tetraloji) de birbiri ardına çekilen filmlerden oluşmadı. “Ana ve Oğlu”nu, şaşırtıcı bir şekilde Hitler’in hayatından bir kesit sunan “Moloch” izledi. Hannah Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ ya da ‘banalliği’ kavramı etrafında örülmüş gibi duran bu filmi, Lenin’in son gün-
Hitler’in hayatından bir kesit sunan “Moloch”ta Yelena Rufanova ve Leonid Mozgovoy rol alıyordu.
“Politika ve tarih beni ilgilendirmiyor” diyen Sokurov’un derdi, güçlü tarihsel kişilikleri basitlikleri içinde anlatmak, bir tiyatroya dönüştürdüklerini düşündüğü hayatlarını sergilemekti. “Taurus”ta Stalin’i Sergei Razhuk canlandırdı.
lerini anlatan “Taurus” takip etti. “Politika ve tarih beni ilgilendirmiyor,” diyen Sokurov’un derdi, güçlü tarihsel kişilikleri basitlikleri içinde anlatmak, bir tiyatroya dönüştürdüklerini düşündüğü hayatlarını sergilemekti. Ama bireyi tarihsel ve toplumsal çevresinden soyutlayarak ne kadar anlatabilirsiniz? Bu konuda, Sokurov, Zeki Demirkubuz’la aynı görüşte, tek farkları, farklı kaynaklara referans vermeleri. Demirkubuz “1001 Gece Masalları’nda söylenecek her şey söylenmiştir,” derken, Sokurov “İncil”de anlatılacak bütün hikayelerin anlatıldığını söyler. Sanatta yenilik imkansızdır. Sanat bitmiş bir binadır. İçine yeni bir sanatçı girebilir ama binada yapılabilecek yeni bir şey yoktur.
Politik uursuzluk Bu görüşlere bir yere kadar katılmak bence de akla yatkın. Nihayetinde Ödipal karmaşa gibi bir kavram da benzer bir biçimde, antik çağlardan beri aynı trajedilerin yaşandığına işaret eder. Fakat Sokurov’un, gücün doğasına dair yaptığı ‘sinematik tetralojisinde’ Hitler’i, Lenin’in, Lenin’i de Japon İmparator Hirohito’nun (“Güneş”) izlemesi, epey bir politik şuursuzluğa işaret ediyor. İki faşistin (Hitler ve Hirohito) arasında bir devrimci (Lenin) var ve Sokurov hepsini ‘hayatlarının kumarını kaybeden büyük kumarbazlar’ başlığı altında birleştiriyor. Dörtlemenin son filmi olan “Faust”, Sokurov’un bugüne kadar sinema festivallerinde elde ettiği en büyük başarıyı yakaladığı filmi oldu. “Faust”un Venedik’te Altın As-
Dörtlemenin üçüncü halkası “Güne ”...
lan’ı kazanmasına hayret edenler olduğu gibi, jüri başkanı Darren Aronofsky gibi hayatlarının filmi seyrettikten sonra hayatlarının değiştiğine inananlar da var. “Faust” anonim bir halk hikayesinden kaynaklanıyor. Yazılı ilk versiyonları 1587’ye uzanıyor. Christoph Marlow, 1593-94’te “Doktor Faustus” adlı eserini yayımlıyor. Filme temel teşkil eden eser ise, yaratım süreci Johann Wolfgang von Goethe’nin neredeyse bütün hayatına yayılan ve 1832’de tamamlanan meşhur “Faust”u. Sokurov’unki serbest bir uyarlama, Goethe’nin eserinin daha çok ilk bölümüne dayanıyor. “Faust”un, Sokurov’un genel çizgisinden farklı bir yanı var, o da filmin çok yoğun diyalog içermesi ve dur durak bilmeyen kamera hareketleri. Filmin kameranı Bruno Delbonnel’in filmografisinde “Amelie” ve “Harry Potter ve Melez Prens / Harry Potter and the Half-Blood Prince” gibi filmler var. Sonuçta kolay izlenen bir film değil “Faust”, insanı sarhoş eden bir yanı var. Fakat, gerçekten de garip, açıklanması zor bir rüya gibi insanın aklında kalıyor film. Zaten rüyaya benzerlik de Sokurov filmlerinin temel özelliklerinden biri. Dörtlemenin özünü Sokurov, Goethe aracılığıyla şöyle ifade etmiş: “Kötülük yeniden üretilebilir bir şeydir ve Goethe bunu şöyle formüle etmiştir: ‘Mutsuz insanlar tehlikelidir’.” Hayatında hiç komedi filmi yapmamış ve gülümseyen bir resmine pek de rastlanmayan Sokurov için de aynı şey söylenebilir belki. Ya da belki de insanlığın büyük çoğunluğu için. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
57
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
PORTRE
Cüneyt Arkın markasının hikayesi AGÂH ÖZGÜÇ milsanat@milliyet.com.tr
Cüneyt Arkın için ti ört koleksiyonu hazırlandı.
Eskişehirli Fahrettin Cüreklibatur, bizim bildiğimiz ismiyle Cüneyt Arkın, Türk sinemasının tartışmasız yıldızlarından biri. Şimdilerde ise ismi bir markaya dönüştü.
Cüneyt Arkın, “Malkoço lu” dizisinin ilk filminde Selma Güneri ile (üstte). Ba rolünde Türkan oray’ın bulundu u “Sürtük”te (solda).
58
Cüneyt Arkın’ın ilk dönem foto raflarından...
Milliyet Sanat Haziran 2012
TÜRKAN Şoray, Yılmaz Güney, Orhan Günşiray ve Fikret Hakan gibi, anıları yazılması gereken uzun soluklu, sıra dışı ve kendine özgü bir ‘macera adamı’dır Cüneyt Arkın Türk sinemasında. Kaldı ki, eskilerin deyişiyle ‘bitaraf’ yani tarafsız, yansız bir ‘hesaplaşma’ içinde yazıldığında, sayfalara, kitaplara sığmaz Arkın’ın anıları. O dolu dolu yaşanan, o çok özel yaşam serüveninin toplamı, bir ‘nehir roman’ dizisi gibidir çünkü... Ama Arkın, başında kavak yelleri estiği, hele o Giyom Tell’vari fırtınalı günlerinde yaşadıklarını ‘yazamaz’ değil, ‘yazmak’ istemez. Haklıdır ve o yıllar öncesiyle yüzleş-
mesi de, kendi kendini yargılaması da öylesine zordur ki... 11 yıl önce, 2001’de kaleme aldığı bol espri, ironi içeren “Adını Unutan Adam” üst başlığıyla yazdığı kitap, “Bu adam kimdi?” sorusunun yanıtını veremez. İran’da Fahrettin, İtalya’da Steve Arkın, Avrupa sinemasında George Arkın adıyla afişlere yazılıyorsa, elbette bu isim karmaşası içinde kendi ülkesindeki adını nasıl unutmasın... Arkın’ın gerçekte asıl unuttuğu (aslında yaşamından dışladığı, silmeye çalıştığı) öyle fotoğraflar, yüzler ve isimler var ki... Ama mesleki yaşamında bir temel ger-
çek vardı ki, asla dışlanamazdı. Bu, Cüneyt Arkın sinemasının bir anlamda ‘önsöz’üydü. Eskişehirli Fahrettin, kale burçlarında ve havalarda uçarak perendeler ata ata, kolunu bacağını kıra kıra, başını taşlara vura vura Cüneyt Arkın olmuştu. Ve kuşkusuz, bu, yürek ve sabır isterdi.
Kim ke fetti? 1960’da İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olan Fahrettin Cüreklibatur, eli kalem tutan ‘edebiyat heveskarı’ ve 23 yaşlarında bir gençtir, sinema yaşamına geçmeden önce. Öyküler yazmaktadır. Öğrencilik günlerinde de sahneye çıkmıştır, amatör bir tiyatro oyuncusu olarak... Sanata karşı duyarlı bir altyapısı olan Eskişehirli Fahrettin’i sinemaya doğru yönlendiren kimdir? Ya da onu kim keşfetmiştir? Halit Refiğ mi, Leyla Sayar mı, Recep Ekicigil mi? Söz sırası öncelikle Halit Refiğ’indir: “1963 yılında Göksel Arsoy, Leyla Sayar ve Nilüfer Aydan’la ‘Şafak Bekçileri’ adlı filmin jet pilotlarıyla ilgili bölümlerini çekmek için Eskişehir’e gitmiştik. Askeri hava üssündeki çekim sırasında, genç bir subay dikkatimi çekmişti. Ve çok yakışıklıydı. Çok uzun bir süre sonra yeni filmim ‘Gurbet Kuşları’nın hazırlıklarını yaptığım sıra, kapım çalındı. Bir de baktım ki karşımda o yakışıklı genç...” Evet, yönetmen Refiğ’in Şişli’deki evinin kapısını çalan, Eskişehir’de dikkatini çeken, o yakışıklı gençti. Ve askerliğini yeni bitirmişti. 171 sayılı, 29 Ekim 1963 tarihli Artist Mecmuası’nda “Dr. Cüneyt Arkın” üst başlığı ve “Mecmuamızın ikinci yarışmasını kazanan müsabıkımızdır” alt başlığıyla ilk tanıtımı yapılan bu yeşil gözlü yakışıklı delikanlı şöyle diyecektir: “Askerliğimi Eskişehir’de yapıyordum. Göksel Arsoy film ekibi ‘Şafak Bekçileri’ni çekmek için geldi. Hemen hemen tüm ekiple tanıştım. Ve Leyla Sayar’ın tavsiyesiyle müsabakaya iştirak ettim.” Cüneyt Arkın takma adıyla oynadığı ilk filmi “Gurbet Kuşları”nın yapımcısı ve Artist Mecmuası’nın sahibi Recep Ekicigil ise Fahrettin’in Halit Refiğ’le tanışmasından önce yarışmaya bir fotoğrafla başvurduğunu söyler. Genç Fahrettin’in gönderdiği fotoğraf, Artist’in arka kapağında yayınlanır. İlginç olan, yarışma fotoğrafının kime ait olduğu belli değildir. Adı Fahrettin Cüreklibatur’dur ama nedense yazılmaz. İsim değişikliği “Gurbet Kuşları”nda oynamaya başlamadan önce gerçekleşir. Bundan böyle Cüneyt Arkın’dır yeni adı. İyi de neden Cüneyt Arkın? Cüneyt, Ekicigil’in oğlunun adıdır. Arkın soyadı ise yine Ekicigil’in yakın dostu ve Babıâli’nin ünlü gazetecisi Ramazan Arkın’dan ödünç alınmıştır. İşte, savaş yıllarında Kırım’dan göç edip, Eskişehir’e yerleşen Tatar Türklerinden göçmen
bir ailenin oğlu Fahrettin’in Yeşilçam’la ilişkisi böyle başlar...
Milliyetçi kimlik 1964’de Halit Refiğ’in yönettiği, Orhan Kemal’in diyaloglarını yazdığı “Gurbet Kuşları”yla ilk kez kamera karşısına çıkan Cüneyt Arkın, şanslı sayılır. Yıllar geçse de, yarına kalan özelliklerinden bir şey yitirmez Türk sinemasında. Turgut Özakman’ın “Ocak” adlı oyunundan uyarlanan “Gurbet Kuşları”, Luchino Visconti’nin “Rocco ve Kardeşleri”nden bazı masum esintiler taşısa da, Türk sinema tarihindeki en nitelikli ‘iç göç filmleri’nden biridir. Yine Halit Refiğ imzalı senaryosunu Kemal Tahir’in yazdığı 1965 yapımı “Haremde Dört Kadın” da düzeyli ‘ilk dönem filmidir’ Arkın’ın; ancak vakit erkendir. Ve henüz Cüneyt Arkın olmamıştır. Bir arayış içindedir. Bu ilk döneminde, özellikle ‘akıl hocaları’ tarafından yönlendirilen Cüneyt Arkın, kadın kahramanları ağır basan filmlerle oyalanacaktır bir süre. Örneğin Hülya Koçyiğit’li “Aşk ve İntikam”, “Dudaktan Kalbe”, “Sevgim ve Istırabım”, Türkan Şoray’lı
ideolojik açıdan ‘milliyetçi’ bir kimlik sergilemeleridir. Sinema tarihçisi, eleştirmen Giovanni Scognamillo da bu konuda, “Türk sinemasında Bizans denildiğinde ilk akla gelen ve neredeyse en bilinen örnekler, başını Cüneyt Arkın’ın çektiği ‘kostümlü’ ve bir hayli ‘şoven’ destanlardır” der.
‘Mamçako lu Cüneyit’ Yaratıcısı Ayhan Başoğlu’nun 1964’de çizmeye başladığı Osmanlı İmparatorluğu akıncılarından Malkoçoğlu tiplemesi, Cüneyt Arkın’la öylesine özdeşleşmiştir ki... 1980’lerin başlarında ünlü mizah dergisi Fırt’a “Mamçakoğlu Cüneyit” adıyla bir çizgi roman konusu oluşturur. Nuri Kurtcebe’nin çizgileriyle gerçekleşen bu gönderme, “bir Cüneyt Arkın parodisi”ne dönüşür. Arkın, “Malkoçoğlu” ve “Kara Murat”la Arap ülkelerine dek uzanan yaygın bir ün sağlasa da Yavuz Özkan’ın “Maden” (1975), Melih Gülgen’in “Cemil” (1978) ve yönetmenliğini de kendisinin üstlendiği “Vatandaş Rıza” (1979) gibi sola göz kırpan, ‘sosyal içerikli filmler’le de kendini yenilemeye çalışır.
İsim değişikliği “Gurbet Kuşları”ndan önce gerçekleşir. İyi de neden Cüneyt Arkın? Cüneyt, Ekicigil’in oğlunun adıdır. Arkın soyadı ise Babıâli’nin ünlü yayıncısı Ramazan Arkın’dan ödünç alınmıştır. “Gözleri Ömre Bedel” gibi filmlerle... 1965 yapımı Türkan Şoray’lı “Sürtük” ise önceki bu tür filmlerinden farklıdır. En azından bir Ertem Eğilmez filmidir sonuçta. Ama bu kez de Arkın, pasif bir karakter olan bar piyanisti rolüyle deneyimli ve eski kurt oyuncu Ekrem Bora karşısında yenik düşer. “Sürtük”, ne Şoray’ın, ne Arkın’ın; Ekrem Bora’nındır yalnızca. 1965 tarihli birini Natuk Baytan, diğerini Tunç Başaran’ın yönettiği “Horasan’ın Üç Atlısı” ve “Horasan’dan Gelen Bahadır” Cüneyt Arkın üzerine kurulan ilk tarihsel filmlerdir. Ve 1966’da “Malkoçoğlu”, 1971’de “Battal Gazi”, 1972’de “Kara Murat” dizilerinden önce çektiği o ilkel düzeydeki iki film, Arkın’ı ‘ikon’laştırmaya giden yolun kapılarını açan ilk dönem denemeleridir. Arkın, sinemasal özgürlüğüne kavuşup, özellikle de arkasına aldığı seyircisinin desteğiyle büyük güç oluşturduğu bu en hızlı dönemlerinde 8 “Kara Murat”, 6 “Malkoçoğlu” ve 4 “Battal Gazi” filminde oynar. Şimdi ipler ve güçler, onu yönlendirenlerde değil, Cüneyt Arkın’ın elindedir artık. O yıllarda tarihsel çizgi roman kahramanlarını canlandıran Arkın’ın tek zorlu rakibi “Karaoğlan” ve “Tarkan” tiplemeleriyle Kartal Tibet olsa da Cüneyt Arkın, çok farklı bir konumdadır. Ortak benzerlikleri,
Arızalı olayları nedeniyle başı derde girdiğinde, onu her türlü beladan kurtaran yapımcısı Türker İnanoğlu’nu ayrı bir yere koyarsak, en etkin dört yönetmen vardır, Arkın’ın sinema yaşamında. Sırasıyla Natuk Baytan, Remzi Jöntürk, Melih Gülgen ve özellikle de 1970’lerin ‘jet rejisörü’ Çetin İnanç. Ve 1981’de “Su” filmiyle başlayan Çetin İnanç-Cüneyt Arkın birlikteliğinin her dönemde yeniden keşfedilen unutulmaz filmleri “Dünyayı Kurtaran Adam”, ‘ilkelliğin, saçmalığın bir kült filmi’ olarak hep konuşulacak, hep tartışılacak. Oysa Cüneyt Arkın, ne üçüncü dünya ülkeleri sinemasının Alain Delon’u, ne bir George Arkın, ne de bir Steve Arkın’dır. Bizim Cüneyt Arkın, yalnızca kendine benzer: Kafası sarılı, gözü bandajlı, eli kolu kırık, ayağı alçılı görüntüsüyle, her kaza sonrası... Yeşilçam’daki bu ‘ölüm cambazlığı’ sürekli öne çıkıp oyunculuğunu gölgelese de, bir Türk olarak dünya starı yakışıklılığı tartışılamaz. Kaldı ki, o bir Yılmaz Güney, bir Türkan Şoray gibi ‘efsane oyuncu’dur; kusurlarıyla da, erdemleriyle de seyircisinin gözünde... Yıllar boyu bir hamal gibi sırtında taşıdığı şöhretini, tekstil dünyasına pazarlayarak değerlendiriyor bugün. Bir reklam malzemesi olarak Cüneyt Arkın markalı tişörtleriyle... ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
59
■ ■ ■ ■ ■
S NEMANIN HAZ NELER
ATİLLA DORSAY aldorsay@yahoo.com
1960 yapımı “Circus of Horrors” kült film denilen türün yalnızca meraklılarının bildiği, keşfe açık, görkemli bir örneği.
Sirki dehşet alanına çeviren kült-film
60
“Circus of Horrors / Büyük Sirkin Maceraları” Yönetmen: Sidney Hayers. Senaryo: George Baxt. Görüntü: Douglas Slocombe. Müzik: Franz Reizenstein, Muir Mathieson. Oyuncular: Anton Driffing, Erika Remberg, Yvonne Monlaur, Donald Pleasence, Jane Hylton, Kenneth Griffith, Conrad Phillips, ngiltere, 1960, 92 dakika. Milliyet Sanat Haziran 2012
“Büyük Sirkin Maceraları”nın avantajlarından biri, doktoru oynayan Anton Diffring (sa da).
1960’ların başında Saray Sineması’nda gördüğümüz “Circus of Horrors/Büyük Sirkin Maceraları”, fantastik/korku türünün kaba, ama etkileyici bir ürünü olarak zihinlerimize özenle yerleştirdiğimiz bir mücevherdi. Ama zaman içinde kendi türünde bir kült-filme dönüştü. Yıllar sonra bir DVD’den çıkıp karşımıza gelince, tam bir ‘kavuşma’ hissi duyduğumu itiraf etmeliyim.
Film, bir büyük sirki tam bir suç ve cinayet mahaline çeviren çılgın bir adamın hikayesi. 1947 yılındayız. Doktor ve estetik cerrahı Schuler, bir kadına yaptığı plastik müdahalenin fiyaskoyla sonuçlanması ve kadının yüzünün felaket bir hal alması nedeniyle, iki yardımcısıyla birlikte arabasına atlar ve Fransa’ya kaçar. Taşrada yolu bir sirke düşer, sirk sahibinin gencecik kızının yaralı yüzünü yaptığı operasyonla dü-
zeltir ve yine kanlı bir entrikayla, sirkin sahibi olur.
Deh et duygusu 10 yıl sonra, sirki bu kez Berlin’de buluruz. Cermen gotiğinden onca yararlanan bu film için iyi bir dekor! Doktor Schuler’in sirki, soğuk savaştan bunalmış seyirci için tam bir eğlencelik olmuştur. Birbirinden heyecanlı gösteriler, riskli oyunlar, güzel kadınlar... Kadınların çoğu, kadın yüzünden, özellikle de ‘yaralı’ ve damgalı yüzlerden hoşlanan, adeta cinsel bir keyif alan Schuler tarafından ameliyat edilerek asıl hallerine dönüştürülmüştür. Dolayısıyla, ona minnettardırlar ve adeta doktorun emrindedirler. Ama ne zaman ki bağımsızlıklarını ilan etmeye, başka âşıklar bulmaya veya sirke müdahale etmeye kalkışırlar... O zaman ölüm kaçınılmaz olur. Hem de sirkte bolca bulunan riskli gösteriler sırasında vuku bulan ‘kaza’larla: Yanlış saplanan bir bıçak, tepesinden düşülen bir cambaz sırığı veya birden azgınlaşan aslanların sivri dişleri gibi...
Açılışta, yaralı yüzlü kadının iç burucu isyanıyla başlayan dehşet duygusu, ortalama on dakikada bir gelen ürkünç sahnelerle sürer gider. Kurbanların kadın olması, sanki karşı cinsten intikam almaya yemin etmiş bir kadın düşmanını akla getirir.
“Büyük Sirkin Maceraları”, bir keyif, beceri, emek, hatta sanat mekanı olan sirki, görülmemiş bir dehşet ve cinayet mahaline dönüştürür. Daha açılışta, yaralı yüzlü kadının iç burucu isyanıyla başlayan dehşet duygusu, ortalama on dakikada bir gelen ürkünç sahnelerle sürer gider. Kurbanların hemen hep kadın olması, sanki karşı cinsten intikam almaya yemin etmiş bir kadın düşmanını akla getirir. Gerçekten de, birbirinden güzel kadınlar insafsızca harcanır. Aralarından biri bizim için ilginçtir: güzel Alman oyuncusu Erika Remberg. Sıkı sinemaseverlerin hatırlayacağı gibi, o ‘50’li yıllarda Refik Halit Karay’ın Hürriyet gazetesinde tefrika edilip çok popüler olan “Türk Prensesi Nilgün” romanının Münir Hayri Egeli tarafından yönetilen filminde prensesi oynaması için Avrupa’dan ithal edilmiştir: Sonraları, hatta hâlâ yapamadığımız bir şey!..
Kan banyosu Ama erkekler de bu kan banyosundan nasibini alır. Hatta bizzat doktor bile: Bir kez kaçarken kaza yapar ve yüzü yarılır. Finale doğruysa, film boyunca kötü davrandığı bir orangutanın okşamasına maruz ka-
lır!.. Öyle ki, hayvanseverler onun asıl günahının hayvanları sevmemesi olduğunu ve bunun ilahi bir ceza olduğunu bile düşünebilir! Ama kadınlar merak etmesin: Bu kadın düşmanından intikam alma hakkı bir vahşi hayvana değil, yine bir kadına bırakılmıştır. Elbette tüm kadınlar adına... Filmin avantajlarından biri, doktoru oynayan Anton Diffring’dir. 1918- 1989 arası yaşayan bu ilginç Alman oyuncusu, 1950’lerde İngiltere’de başladığı kariyerinde, bir ova, hatta bir kıta gibi geniş ve aydınlık yüzünde birer göl imişçesine duran mavi gözleri, dalgalı saçlarıyla tam da Cermen ırkının kusursuz bir temsilcisi olarak, birçok filmde Nazi rollerine çıkmış, 1950’lerdeki “I Am A Camera / Ben Bir Kamerayım” (dönemin ünlü bir oyununun uyarlaması), “The Man Who Could Cheat Death / Ölümü Aldatan Adam” gibi filmlerle doruğa yükselmiştir. Yüzüne yansıyan ırkının kötü adam rollerine mahkum ettiği talihsiz bir oyuncu... Yoksa o yüzle pekala farklı filmler yapabilir, örneğin müzikli filmlerde Chopin veya Liszt karakterlerine çok uygun düşerdi. Ama, ah o Bazilik! Diffring’in filmin soğuk ve barok ürkünçlüğünde önemli payı vardır. Emrindeki adam ve eski sevgilisi olduğu anlaşı-
F il m i n a s e d in ir s in ıl iz
?
Filmin Stu dio Canal’ ın Horror Cla ssics seri s inden çıkan oriji nal, ama h iç altyazısız bir DVD’s i var.
lan kadınla kurdukları ‘üçlü çete’, film boyunca bir ölüm mangası gibi çalışır.
Uyumlu bir arkı Filmin hatırlanan bir özelliği de “Look for A Star” adlı şarkısıdır. Mark Anthony bestesi ve Garry Mills tarafından söylenen bu şarkı, filmin gerilimiyle ilişkisi olmayan yumuşak bir aşk şarkısıdır. Ancak bu gerilimin soğuk ve metafizik havasına garip biçimde uyum sağlar ve izleyicilerin belleğine yerleşir. Sonuç olarak “Büyük Sirkin Maceraları”, sinemada tam da kült-film dedikleri türün görkemli örneklerinden biridir. Hemen yalnızca tutkunlarının bildiği... Örneğin ünlü Amerikan sözlüğü, Leonard Maltin imzalı “Movie Guide” filme yer bile vermezken, çok daha ‘sinefil’ olan İngilizlerin Time Out film kılavuzu şöyle der: “Aynı yıl çekilen Michael Powell başyapıtı ‘Peeping Tom / Kadın Katili’ (Röntgenci) başyapıtının sanki biraz kılıksız bir akrabası. Belki George Franju’nun başyapıtı ‘Les Yeux sans Visage’dan da esinler taşıyor. Gerçi o filmin vahşi şiirinden yoksun, ama yadsınamaz biçimde tuhaf ve kanlı olduğu da kesin” ■. Milliyet Sanat Haziran 2012
61
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
ELEŞTİRİ
Türkiye’de baba, anne ve evlat olmak! AL ULV UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com
“Ate in Dü tü ü Yer”de babayı Hakan Karahan, kızı Ay e’yi ise Elifcan Ongurlar canlandırıyor.
“Ateşin Düştüğü Yer”de bir baba kız ilişkisi merkezde yer alıyor. “Vücut”, Türk sineması için ‘girilemez’ bir sahaya giriyor. “Can”da ise anne ve çocuğu canlandıran iki oyuncunun kimyası ön plana çıkıyor.
“Ate in Dü tü ü Yer” Yönetmen / Senaryo: smail Güne . Oyuncular: Hakan Karahan (Osman), Elifcan Ongurlar (Ay e), Ye im Ceren Bozo lu (Hatice). Görüntü: Ercan Yılmaz. Müzik: Saki Çimen.
Cinayet töre değildir!
62
TÖRE, davranışlara, alışkanlıklara yani yaşamaya aitse, öldürmek değildir zaten... Cinayet de töre gereği işlenemez! Cinayet cinayettir! Bu topraklarda yaşayan insanlara, her şeyden önce inançları gereği yasaklanmıştır. Günahtır cinayet işlemek! Hele hele bir baba, canından can verdiği kızını öldüremez! Sinemamızın ‘usta’ payesini hak etmiş sanatçılarından İsmail Güneş, üç bölümde öykülediği ve gerçek bir olaydan yola çıkarak çektiği “Ateşin Düştüğü Yer”de, esas olarak bir baba kız arasındaki sevgiyi duyumsatıyor.
Ölüm yolculu u Karısı Hatice ve beş çocuğuyla Batı kırsalında meyve bahçesi işçiliği yapan Osman’ın, kalbinden rahatsızlanan 17 yaşındaMilliyet Sanat Haziran 2012
ki kızı Ayşe’nin, hastaneye kaldırdığında, hamile olduğunu öğrenmesiyle üzerine kara bulutlar çöküyor. Bağlı olduğu Doğu aşiretindeki ileri gelenlerin aldığı kararla, filmin ekseni oluşuyor ve baba, kızını eski bir Amerikan arabasıyla ölüm yolculuğuna çıkarıyor. Güneş, ilk iki bölümde sert insan gerçeğimizle hikayesinin toplumsal ve psikolojik içeriğini güçlendiriyor: Osman’ın karısına uyguladığı fiziksel ya da genç mafya lideri görünümündeki aşiret ileri geleninin Osman’a uyguladığı psikolojik şiddet gibi... Yüreği sanki ‘özgür kalmak’ için çırpınan Ayşe’nin, ruhsal yolculuğunu temsil eden alegoriler kullanıyor: Steadicam ile çekilen ev içi bölümü gibi. Baba - kız yolculuğu ise, bazı gereksiz tekrarlara karşın, ikisi arasında o güne dek
ilk kez bu denli yakın bir iletişim gerçekleştiği için, başlangıçtaki gerilimin yerini, giderek şefkate ve katıksız bir sevme gücüne bıraktığı, yetkin bir bölüm. Şoför koltuğundaki babanın tarafından gördüğümüz sarp kayalıklara karşın kızın penceresinden alabildiğine uzanan masmavi deniz ve giderek değişen mevsimle birlikte güneşin yerini karlı bir soğuğa bırakması, yolculuğun psikolojik seyrini simgeliyor. Renk seçimleri, kadrajlar, 1:2.35 görüntü oranı, sinemasal bir doyuma ulaştırırken, iki oyuncunun abartısız performansları gerçekliği pekiştiriyor. Bu yönetmenin damga vurduğu bir film sonuçta! İsmail Güneş’in “Gün Doğmadan” ile başlayan çeyrek asırlık deneyimi ve bilgisi, bir Türkiye gerçeğine etkili bir filmle tanık olmamızı sağlamış bulunuyor.
Kadın doğurmasa da annedir! “Can” Yönetmen-Senaryo: Ra it Çelikezer. Oyuncular: Selen Uçer (Ay e), Serdar Orçin (Cemal), Yusuf Berkan Demirba (Can). Görüntü: Ali Özel. Müzik: Tamer Çıray.
JOHN Cassavetes filmi “Gloria”yı anımsayın: Mafya eskisi, silahı çantasında, soğuk kadın Gloria, ailesi katledildiği için mecburen başına kalan Porto Rikolu küçük erkek çocuğa tahammül edemezken, finalde gerçek bir sevgiyle bağlanıyordu. Çünkü bir kadın, kendisi doğurmasa da, annelik içgüdülerini uzun süre bastıramaz, erkeklerden üstün olmasını sağlayan bu özel duyguyu filizlendirir ve o küçüğü korumak için büyütür. “Can”, baştan sona iki karakterin, nadirattan bir kimyayla mükemmel bir ikili oluşturmuş iki oyuncunun, Selen Uçer ile Yusuf Berkan Demirbağ’ın filmi olmalıydı. Süresi daha kısa olsa ne olur ki, içerdiği duygu yoğunluğu önemli zaten. Fakat hayır; kırsaldan gelip büyük kentte tutunmaya çalışan çifti-
mizin bir gün evi terk eden erkeği Cemal’in hikayesinin o gün bitmesi ve yasa dışı yollardan evlat edinilen Can’la, Can’a ‘ısınamayan’ Ayşe’nin baş başa kaldıkları öykünün kesintisiz akması gerekirken olmamış!
Oyunculuk ba arısı İkinci yarıda, çocuğunun olamamasının tıbbi ‘kusurunu’ taşıyan Cemal’in yeni hayatının yüzeysel hikayesi (biyolojik annenin ilgisizliğine vurgu gibi) filme saplanıp yapısını bozuyor. Kaldı ki, ikisinin geçmişi ve aralarındaki sevgi bağı da yeterince ‘dokunamadığı için’, Cemal’in Ayşe’ye kızarak çekip gitmesi de yeterince ‘inandırıcı’ değil. Ancak, bu zaafı geçelim; sonuçta Ayşe ile Can baş başa kalıyor! Bundan sonrası sadece ikisine odaklanılmalıydı; Cemal’e dönülmemeliydi! Selen Uçer, kırsaldan değil de, daha çok
Filmde Can rolünde izledi imiz Yusuf Berkan Demirba ile Selen Uçer...
alt sınıftan gelip açgözlü erkek dünyasında, tek başına savaşan kentli bir kadın gibi... Kocasız, çalışmak zorunda olan ve tam benimseyemediği bir çocukla aynı evde yaşayan bir kadını ince ayrımlarla oynuyor. Farklı sahnelerde farklı ruhsal hallerini farklı yüzlerle aktarıyor. Filmi görmeniz için başlıca neden.
“Can”ın ikinci yarısında, çocuğunun olamamasının tıbbi ‘kusurunu’ taşıyan Cemal’in yeni hayatının yüzeysel hikayesi (biyolojik annenin ilgisizliğine vurgu gibi) filme saplanıp yapısını bozuyor. “Vücut” Yönetmen / Senaryo: Mustafa Nuri. Oyuncular: Hatice Aslan (Leyla), Hakan Kurta ( zzet), Cengiz Bozkurt ( Yılmaz). Görüntü: A. Emre Tanyıldız. Müzik: Mehmet Erdem.
Hatice Aslan ve Hakan Kurta
Ve buyurdu ikiyüzlülük! KAPİTALİZMİN tuzakları arasında bireysel zaaflardan ve toplumsal ikiyüzlülüklerden yararlanmak da vardır. Bir yandan şişmanlatır, diğer yandan zayıflatır; her iki durumda da milyarlarca dolar kazanır. Bir yandan gencecik kızları soyup kadınların bilinçaltlarına ‘sıfır bedene ulaşmak için ne gerekiyorsa yapacaksın’ emrini verirken, diğer yandan da ‘kendi bedenimle barışık yaşamak’ türünden kitapları ‘çok satan’ listelerine yerleştirir; her iki durumda da kasalarını doldurur. Ve kapitalizm, her ülkede inanılmaz cirolar yaptığı porno endüstrisinde özellikle kadın vücudunu mal haline getirip, erkeğin cinsel zayıflıklarından yararlanmaktadır. En önemlisi de, internetin gelişmesiyle birlikte, en karanlık fantezilerin gerçekleştiği en yasak cinsel bölgelere girip cirosunu büyüt-
müştür. Yani, toplumun dayattığı ahlak göreceli ve riyakardır; asıl gerçek, maskemizin ardında sakladıklarımızda yatmaktadır; sistem de bundan para kazanır. Türk sineması için ‘girilemez’ bir sahaya girip, girişte anlatmaya çalıştığımız bağlamdaki bir fikri, yazık ki ‘ürkek’ biçimde ve ‘dağınık’ öyküleştiren Mustafa Nuri, fırsatı kaçırsa da övgüyü hak ediyor.
‘Utangaç’ yönetmen Kuşkusuz Türkiye’den, “Cennette Savaş / Batalla en el Cielo”da her anlamda ‘en çıplak haliyle’ toplumuna ayna tutan bir Carlos Reygadas’ın çıkmasını beklemiyoruz. Ancak Mustafa Nuri, kırklı yaşlarının sonunda bunalım geçiren porno yıldızı Leyla ile ayrıksı genç adam İzzet arasındaki tutkuyu ve ka-
rakterlerini derinlikli aktaramasa da, doğduğumuzdan başlayarak programlandığımız rollerin trajikliğine eğilebilmiş: Leyla’nın, bir aile kadını olan ablasının durumu gibi. Öte yandan, bu film, hatta sinemamız için ‘nadide bir mücevher’ niteliğindeki oyuncu, İzzet’in dul annesini oynayan Şeyla Halis ile ağabeyinin tersine, kalıtımda annesine çekerek obez olmuş küçük kız kardeşte İlayda Süren, ayrı bir filme konu olabilecek denli müthiş bir sinerji geliştirmişler. Leyla ile İzzet’in aşkı ve anne-kızın ilişkisi (annenin kocasıyla zamanında yaşadığı sorunlu cinsel ilişki de önemli mesela) filmin iki ana damarı... Yıllarca Leyla üzerinden Almanya’da para kazanıp şimdi Türkiye’de son bir iş yapmak isteyen Yılmaz’ın, sevgilisini cinsel fantezileriyle zorladığı hikâye ise maalesef ‘sırıtıyor’. “Vücut”, keşke, iki ana hikayesi ile destekleyici yan hikayeleri dağıtmadan geliştirse ve seyircinin yüzüne çarpmak için çıplaklıkları sakınmadan kullanan bir film olabilseymiş... Ama yineleyelim, Mustafa Nuri yönetmen olarak ‘utangaç’ olsa da, fikirde / tasarıda cesur. Kutlamak gerek. Milliyet Sanat Haziran 2012
63
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
YENİ FİLMLER “Karanlık Gölgeler”de Eva Green (sa da), Johnny Depp’in (solda) karakterinin ba ına bela açan cadı rolünde...
Vampirlerden mizah çıkar mı? N L KURAL nil.kural@milliyet.com.tr
64
ÜNLÜ Amerikalı yönetmen Tim Burton yeni filmi “Karanlık Gölgeler / Dark Shadows”da vampirlerle haşır neşir oluyor. Komedi - korku türündeki film, 1960’larda yayınlanan aynı adlı dizinin sinema uyarlaması. Burton, filmde başrolü yine gözde oyuncusu Johnny Depp’e vermiş. Depp’e Michelle Pfeiffer ve Eva Green eşlik ediyorlar. Depp’in 200 yaşındaki vampir Barnabas Collins’i, Pfeiffer’ın ise kuzeni Elizabeth Collins’i canlandırdığı film, 18. YY.’ın sonlarında başlıyor. Barnabas, güçlü, zengin ve çapkın bir adam. Büyük bir hata yapıp, Angelique (Green) adlı bir kadının kalbini kırıyor. Bir cadı olan Angelique, onu önce vampire çevirip, sonra da ‘diri diri’ mezara gömüyor. 200 yıl sonra, yani 1972’de gömüldüğü mezardan çıkmayı baMilliyet Sanat Temmuz 2011
Başarılı animasyon serileri “Buz Devri / Ice Age” ve “Madagaskar”ın yeni filmleri, küçük izleyicileri memnun edecek. Tim Burton ise gotik komedisi “Karanlık Gölgeler”le vampirlerin dünyasında geziniyor. şaran Barbanas, eski evine gittiğinde dünyanın değiştiğini görüyor ve geride kalan aile fertlerinin birbirleriyle pek de iyi anlaşamadığını fark ediyor.
“Buz Devri” açık denizde Bu ay iki büyük animasyon vizyona giriyor. Bunlarından ilki, Blue Star Stüdyoları’nın başarılı animasyon serisi “Ice Age / Buz Devri”nin dördüncü filmi “Buz Devri: Kıtalar Ayrılıyor / Ice Age: Continental Drift”. Filmde, Manny, Diego ve Sid, yaşadıkları kıta kırılmaya başladığında yeni bir maceraya atılırlar. Bir buz kütlesini gemi olarak kullanan kahramanlarımız okyanusta korsanlar ve okyanus canlılarıyla mücadele etmek zorundadırlar. Büyük gişe geliri elde eden seride, ilk üç filmi yöneten
“Ruh E im” adlı filmin ba rolünde Vanessa Paradis’i (solda) izleyece iz.
1 Haziran Cuma
HAZ
İRAN
■ “Prometheus”
Yön.: Ridley Scott / Oyn.: C. Theron
■ “Arıza Aşk”
Yön.: Evan Glodell / Oyn.: E. Glodell ■ “Aramızda Bebek Var” Yön.: R. Bezançon / Oyn.: P. Armai ■ “Pamuk Prenses ve Avcı” Yön.: R. Sanders / Oyn.: C. Theron
8 Haziran Cuma ■ “The Inbetweeners Movie” Popüler animasyon serisi “Buz Devri”nin yeni filmi “Buz Devri: Kıtalar Ayrılıyor” (üstte)... Adam Scott ve Jennifer Westfeldt’ın rol aldıkları “Friends with Kids” (altta).
gözlemler. Ve arkadaşlıklarını bozmadan bir bebek yapmaya karar verirler. Böylece hayatlarının aşkı karşılarına çıktığında eşleriyle ilişkileri sarsılmayacaktır. Ancak işler planladıkları gibi yürümez. Diğer bir bebek filmi de Fransa-Belçika ortak yapımı “Aramızda Bebek Var / Un Heureux Evenement”. Film, genellikle aşk filmleri çeken Remi Bezançon’un imzasını taşıyor. Başrollerini Louise Bourgoin ve Pio Marmai’nin paylaştıkları filmde, genç bir annenin bebeği sayesinde pek çok hissi keşfetmesi konu alınıyor.
Televizyondan sinemaya Carlos Saldanha, dördüncü filmde yerini Steve Martino ve Mike Thurmeier’a bırakıyor. Diğer iddialı animasyon ise “Madagaskar” serisinin üçüncü filmi “Madagaskar 3: Avrupa’nın En Çok Arananları / Madagascar 3: Europe’s Most Wanted”. Serinin yönetmen ekibi Eric Darnell, Tom McGrath ve Conrad Vernon, bu filmde de görev başındalar. Filmde sevimli hayvan kahramanlarımız, evlerine dönmeye çalışırken yolları Avrupa’ya düşüyor. Burada dikkat çekmeden evlerine dönmek için bir sirke katılmak zorunda kalıyorlar. Amerikan bağımsızlarında da seçenek bol. Evan Glodell’in ilk filmi “Arıza Aşk / Bellflower”, geçen yılki Sundance Film Festivali’nde dikkat çekmiş bir Amerikan bağımsızı ve şu sıralar popüler olan ‘kıyamet’ konusuna bulaşıyor. ‘Anne Medusa’ adlı bir çeteleri olan iki yakın arkadaş, kıyamet gününün yakın olduğuna inanır ve bugün kullanılmak üzere kitle imha silahları üretirler. Derken arkadaşlardan biri genç ve karizmatik bir sarışına âşık olunca, iki kişilik dünyaları sarsılır. Diğer bir Amerikan bağımsızı ise yönetmeni Jennifer Westfeldt’in başrollerini Adam Scott ve “Mad Men”in yıldızı Jon Hamm’le paylaştığı “Friends with Kids”. Filmde iki yakın arkadaş, çocuk yapan evli arkadaşlarının evliliklerinin bozulduğunu
İngiliz gençlik filmi “The Inbetweeners Movie”, İngiliz televizyonlarında yayınlanan bir sitcom’un beyazperdedeki final bölümü olarak çekilmiş. 18 yaşındaki bir grup arkadaş, liseden mezun olduktan sonra birlikte tatile çıkarlar. Gençlerin tatil maceralarının anlatıldığı, Ben Palmer’ın yönettiği film, İngiliz basınından kalburüstü eleştiriler topladı. Frederic Jardin’in yönettiği Fransız yapımı “Nuit Blance” ise bir suç filmi. Tomer Sisley, Serge Riaboukine’nin rol aldığı filmde, suç dünyasıyla yakın ilişkileri olan bir polis, güçlü bir uyuşturucu satıcısından kokain çalarken yakalanır. Bu olay oğlunun hayatını tehdit edecektir. “C.R.A.Z.Y.” (2005) ve “Genç Victoria / The Young Victoria” (2009) filmlerinin Kanadalı yönetmeni Jean-Marc Vallee’nin yeni yapımı “Ruh Eşim / Cafe de Flore” adını taşıyor. Film iki olay örgüsünü takip ediyor. Bu olay örgülerinden biri günümüzde Montreal’de geçiyor. Kulüplerde DJ olarak çalışan Antoine (Kevin Parent), yeni kız ardakaşı Rose (…velyne Brochu) ile eski karısı Carole (Helene Florent) arasında kalıyor. İkinci olay örgüsü ise 1960’ların Paris’inde geçiyor ve Down sendromlu çocuğuna tek başına bakan Jacqueline’ni (Vanessa Paradis) merkeze alıyor. Filmde bu iki hikaye sürpriz bir şekilde birbirine bağlanıyor. ■
Yön.: B. Palmer / Oyn.: B. Harrison ■ “Sleepless Night” Yön.: F. Jardin / Oyn.: S. Riaboukine ■ “Friends with Kids” Yön.: J. Westfeldt / Oyn.: A. Scott ■ “La Cara Oculta” Yön.: A. Baiz / Oyn.: Q. Gutierrez ■ “Liseli Polisler” Yön.: Phil Lord, Chris Miller Oyn.: Jonah Hill, Channing Tatum ■ “Madagaskar 3” Yön.: Eric Darnell, Tom McGrath Ses.: Ben Stiller, Jada Pinkett Smith
15 Haziran Cuma ■ “Şeref Madalyası”
Yön.: Mike McCoy, Scott Waugh Oyn.: Alex V., Roselyn Sanchez ■ “Gizemli Kadın” Yön.: P. Pawlikowski / Oyn.: Ethan Hawke, K. Thomas ■ “Will” Yön.: E. Perry / Oyn.: Damian Lewis ■ “Azrail’i Beklerken” Yön.: V. Paronnaud, Marjane Satrapi Oyn.: M. Amalric, Edouard Baer ■ “Karanlık Gölgeler” Yön.: Tim Burton Oyn.: Johnny Depp, Eva Green
22 Haziran Cuma ■ “Ruh Eşim”
Yön.: Jean-Marc Vallee Oyn.: Vanessa Paradis, Kevin Parent “Can Yoldaşım” Yön.: Lawrence Kasdan Oyn.: Charles Halford, Diane Keaton ■ “The Innkeepers” Yön.: Ti West Oyn.: Sara Paxton, Pat Healy ■ “Aşk Perisi” Yön. / Oyn.: D. Abel, Fiona Gordon ■ “Piranha 3DD” Yön.: J. Gulager / Oyn.: V. Rhames
29 Haziran Cuma ■ “Buz Devri: Kıtalar Ayrılıyor”
Yön.: S. Martino, Mike Thurmeier Ses.: Jennifer Lopez, William Scott ■ “Faust” Yön.: Aleksandr Sokurov Oyn.: Johannes Zeiler, Anton Adasinsky Milliyet Sanat Temmuz 2011
65
■ ■ ■ ■ ■
S NEMA
DVD
Ayın en gözde 10 DVD’si SEL N GÜREL gurel.selin@gmail.com
BU FİLME
DİKKAT! “ z - Reç” 80 yaşındaki Şeristan, Batman’ı son bir defa görmek ve oraya gömülmek için oğlunu ve torununu alıp yola çıkar. Tayfur Aydın, ilk yönetmenlik denemesi olan “İz”i ‘toprağına gömülemeyen anaların hatırasına’ adıyor. “İz”, topraklarından, ayrılmak zorunda kalan bir ailenin mecburi dönüş yolculuğunu anlatıyor. Hem zorlu doğa koşulları hem de baba-oğul arasındaki çatışma, Şeristan’ın son isteğini tehlikeye atıyor, ama yaşlı kadının büyük sırrı sabırla ortaya çıkacağı anı bekliyor.
KOLEKSİYONERLER
İÇİN The Ultimate Western Collection
66
Western tutkunlarının karşı koyamayacağı bir toplama. “Last Train from Gun Hill / Gun Hill’den Son Tren”, “The Man Who Shot Liberty Valance / Kahramanın Sonu”, “Once Upon a Time in the West / Bir Zamanlar Batıda” ve “Paint Your Wagon / Altın Avcıları” aynı sette.
Milliyet Sanat Haziran 2012
“Shame / Utanç” (2011) Yönetmen: Steve McQueen Oyuncular: Michael Fassbender, Carey Mulligan Öykü: ‘30’larında zengin ve başarılı bir işadamı olan Brandon Sullivan, seks bağımlılığından muzdariptir. Etrafındaki herkesten sakladığı bu hastalık, onu içten içe yiyip bitirmektedir. Sorunlu kızkardeşinin ani ziyareti, sorumluluk alamayacak durumda olan Brandon’ı iyice dibe çeker. Çarpıcı yönü: McQueen-Fassbender ortaklığı en az “Hunger / Açlık”taki kadar iyi bir sonuç veriyor. “Utanç”ta Fassbender’in parmak ısırtan performansı ve Carey Mulligan’ın şaşırtan katkısı, McQueen’in steril büyük şehir yalnızlığını yansıtma başarısıyla birleşince, sömürüye açık bir mevzu küçük bir başyapıta dönüşüyor.
“The Descendants / Senden Bana Kalan” (2011) Yönetmen: Alexander Payne Oyuncular: George Clooney, Shailene Woodley, Amara Miller Öykü: Karısının geçirdiği bir kaza sonucu hiç uyanamayacağı bir komaya girdiğini haber alan Matt King, yakın ilişkiler içinde olmadığı iki kızıyla bağ kurmaya çalışır. Hemen ardından karısının bir süredir onu aldattığını öğrenince, yaşam tarzına ve ailesine farklı bir gözle bakmaya başlar. Çarpıcı yönü: “Senden Bana Kalan” bir yakının ölümü sonrası karakterlerin içine girdikleri ruh halini merkezine oturtan filmlerden farklı olarak, ölmekte olan kişinin kendisine odaklanmıyor. Bu ölüm, daha çok karakterleri kendine getiren, birbirlerini tanımalarını sağlayan bir vesile görevi görüyor.
“The Artist” (2011) Yönetmen: Michel Hazanavicius Oyuncular: Jean Dujardin, Bérénice Bejo, Penelope Ann Miller Öykü: ‘20’lerin sonunda Hollywood’da yakın bir zamana kadar zirvenin tadını çıkaran bir sessiz film yıldızı, sesli filmlerin yükselişiyle çöküş dönemine girer. Bir yıldızken tesadüfen hayatına giren güzel bir oyuncu adayının, sesli dönemde büyük popülarite kazanması ise gururu ile aşkı arasında kalmasına sebep olur. Çarpıcı yönü: Geçtiğimiz Şubat ayında gerçekleşen Oscar Ödül Töreni’nin galibi olan “The Artist” Hollywood’un sessiz film dönemine bir saygı duruşu niteliğinde. .
“Jane Eyre” (2011) Yönetmen: Cary Fukunaga Oyuncular: Mia Wasikowska, Michael Fassbender, Jamie Bell Öykü: Yatılı okulda büyüyen Jane Eyre, mezun olduktan sonra tanımadığı bir ailenin yanında mürebbiye olarak çalışmaya başlar. Ev sahibi Bay Rochester’a aşık olan Jane, çok geçmeden onun büyük bir sırrı olduğunu keşfeder. Çarpıcı yönü: Charlotte Brontî’nin ünlü romanının durgun, sade ve yapaylıktan uzak havasını filmine büyük başarıyla geçiren Cary Fukunaga, “Jane Eyre”ı dönem filmlerinin tuzaklarına düşmeden kotarmış. Ortada bir gişe filmi değil bir atmosfer filmi var.
“Sherlock Holmes: A Game of Shadows / Sherlock Holmes: Gölge Oyunları” (2011) Yönetmen: Guy Ritchie Oyuncular: Robert Downey Jr., Jude Law, Noomi Rapace Öykü: Sherlock Holmes ve Dr. Watson, düşmanları Profesör Moriarty’yi alt etmek için kişisel intikam peşindeki çingene Madam Simza Heron ile güçlerini birleştirir. Çarpıcı yönü: Guy Ritchie’nin ikinci “Sherlock Holmes” filmi, ilkinin eksiksiz altyapısından mahrum olsa da, Robert Downey Jr.’ın ekran personasına yaslanarak ayakta kalmayı beceriyor.
“War Horse / Sava Atı” (2011) Yönetmen: Steven Spielberg Oyuncular: Jeremy Irvine, Emily Watson, David Thewlis Öykü: Babasının aldığı safkan atı eğiten ve onunla çok özel bir ilişki kuran genç Albert, atın orduya satılmasına engel olamaz. Yıllar sonra orduya katılan Albert’ın yolu, mucizevi bir şekilde bir kez daha en iyi dostu ile kesişir. Çarpıcı yönü: Baştan sona bir Steven Spielberg filmi olduğunu haykıran “Savaş Atı” yönetmenin geleneksel film formülüne sadık kalıyor. Öyküden etkilenmek ya da etkilenmemek tamamen bünyenizin kaldırabildiği Spielberg dozuna bağlı.
“40” (2009) Yönetmen: Emre Şahin Oyuncular: Ali Atay, Ntare Mwine, Deniz Çakır Öykü: İstanbul’da birbirinden farklı hayatlar süren üç yabancının hedefi, para dolu bir çanta yüzünden aynı paydada birleşir. Çarpıcı yönü: Birçok açıdan Türk sinemasında bir ilki gerçekleştiren “40” İstanbul’u gerçek, makyajsız yüzüyle gösterdiği için ayrı bir takdiri hak ediyor.
“Coriolanus” (2011) Yönetmen: Ralph Fiennes Oyuncular: Ralph Fiennes, Gerard Butler, Brian Cox Öykü: Yozlaşmış politikacılar tarafından sömürülen Roma’dan sürülen General Coriolanus, şehirden intikamını almak için düşmanının birliğine katılır. Çarpıcı yönü: Bir Shakespeare uyarlaması olan “Coriolanus” ilk kez beyazperdede boy gösteriyor.İlk kez yönetmen koltuğuna oturan ünlü aktör Ralph Fiennes, tragedyanın atmosferini günümüze yansıtırken harika bir iş çıkarıyor.
“I rymden finns inga känslor / A kın Formülü Yok” (2010) Yönetmen: Andreas Öhman Oyuncular: Bill Skarsgard, Martin Wallström, Cecilia Forss Öykü: Asperger Sendromu’ndan muzdarip olan ve değişikliklerle başa çıkamayan Simon, birlikte yaşadığı ağabeyi sevgilisinden ayrılınca ona yeni bir kız bulmayı kendine görev edinir. Çarpıcı yönü: İsveç’ten çıkan bu sımsıcak komedi / dram, vizyonda pek dikkat çekmedi. DVD’sini edinmenizi öneririz.
“Patlak Sokaklar: Gerzomat” (2011) Yönetmen: Kerim Barutçu Oyuncular: Volkan Öge, Tansu Tunçel, Doğa Rutkay Öykü: Azılı suçlu Black Jack, hapisten kaçtıktan sonra sinyalleri TV programlarına karışınca insanları aptala çeviren Gerzomat adlı makineyi, zorla alıkoyduğu dahi Mary Jane sayesinde çalıştırır. Çarpıcı yönü:Bir parodi filmi olarak “Patlak Sokaklar: Gerzomat”ın en büyük başarısı, Hollywood polisiyesi klişelerini Türk kültürüne uyarlama konusundaki engel tanımazlığı.
ARŞİV
GÜZELİ “Johnny Handsome / Yakı ıklı Johnny” (1989) Mickey Rourke’un hala ‘80’lerin asi çocuğu olarak prim yaptığı bir dönemde çekilen “Yakışıklı Johnny”, vizyona girdiğinde seyirci tarafından sevilmemiş olsa da sonradan arşivlerde kendine yer edinen bir suç gerilimi. Morgan Freeman, Lance Henriksen, Forest Whitaker ve Ellen Barkin, Rourke’a eşlik eden isimler. Konu ise birlikte soygun yapmayı planladığı kişiler tarafından oyuna getirilen Johnny’nin, hapisten çıktıktan sonra yeni bir hayata başlama çabası üzerine.
BAĞIMSIZ
SULARDA “Carnage / Acımasız Tanrı” Tek mekan filmleri konusunda uzman statüsüne erişmiş Roman Polanski, “Acımasız Tanrı”da, kavgaya tutuşmuş iki çocuğun aileleri arasında bir meydan savaşı başlatıyor. Üstelik sınırları çizilmiş bir savaş alanı üzerinde. Rüşdünü ispatlamış dört oyuncu, olayları büyütmek ve olduğundan daha karmaşık hale getirmek konusunda engel tanımayan dört karakteri canlandırıyor. “Acımasız Tanrı”nın, meşhur bir tiyatro oyunundan eğlenceli ve şaşırtıcı bir tek mekan filmine evrilmesi, en çok da Polanski’nin marifeti.
X YENİ BO
■ ■ ■ ■ ■
SETLER “Mission: Impossible” Quadrilogy / “Mission: Impossible 4” Film Set
Milliyet Sanat Haziran 2012
67
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
ATÖLYE
Sakinleri ‘çiçek’ olan atölye YASEM N BAY yasemin.bay@milliyet.com.tr
Tayfun Erdoğmuş’un küçük bir bahçeyle taçlanan atölyesi bildik sanatçı atölyelerinden değil kesinlikle. Burada boyanın yerini çiçekler, fırçanın yerini ise cımbız, delgeç alıyor.
68
Milliyet Sanat Haziran 2012
FOTO RAFLAR: OZAN GÜZELCE ozan.guzelce@milliyet.com.tr
Sanatçının 2007 yılında taşındığı atölyesi tam 250 metrekare... Zamanın çoğunu burada geçiriyor. Deyim yerindeyse evine sadece uyumaya gidiyor.
Tayfun Erdo mu , biriktirdi i çiçekleri 1 yıl boyunca özel defterlerin içinde saklıyor. Frezyadan, karanfile, sümbülden lilyuma kadar bir sürü çiçe in oldu u defterler üst üste sıralanmı durumda (solda). Kiminde 10 yıldır ı ı a çıkmayı bekleyen çiçekler bile var.Defterleri ileride sergilemeyi dü ünüyor, çünkü çiçeklerin ka ıda bıraktı ı izler inanılmaz güzel! Sanatçı üzerinde çalı tı ı eseri için cımbız yardımıyla tuvale özenle yerle tiriyor her bir karanfili (en solda)...
HARBİYE’DE merdivenlerle inilen ara sokakta neredeyse gizlenmiş demir bir kapı... İçeriye girdiğinizde hiç ummadığınız bir dünyayla karşılaşıyorsunuz: Şehrin göbeğinde olmasına rağmen sanki sahil kasabasındaymışsınız izlenimi yaratan devasa bir atölye... Kuş sesleri, çiçek kokuları, yemyeşil ağaçların ardından görünen küçük bir kilise... Bildiğiniz atölyelerden değil burası, en başta boyanın ne izi var içeride ne de kokusu. Kurutulmuş çiçeklerle dolu, kimi tuvallerin üzerine sepriştirilmiş kimi defterlerin arasında zamanını bekliyor. Tayfun Erdoğmuş’un atölyesi burası. Zamanın çoğunu geçirdiği yer; bütün ya-
şamı... Bilenler bilir sanatçı yaklaşık 10 yıldır hiç boya kullanmadan üretiyor yapıtlarını: Sadece kurutulmuş çiçekler, yapraklar, iplikler ve bir dolu akrilik malzemeyle. Önce tuvalin üzerini metal bir malzemeyle -mesela pirinç- ince bir tabaka şeklinde kaplıyor. Sonra bitkileri ince ince bu yüzeyin üzerine aplike ediyor. Arada devreye bir dolu kimyasal madde, akrilik malzemeler giriyor. Tüm bu işlem katman katman sürüyor. Bazen bir resmin yüzeyinde 100’e yakın katman olabiliyor. Ve tuvalin renkliliği de bitkilerin oksidasyonuyla oluşuyor. Şurası kesin, çok zor ve zahmetli bir yöntem. Milliyet Sanat Haziran 2012
69
➔
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
ATÖLYE
Tayfun Erdoğmuş biriktirdiği çiçeklerin bir kısmını satın alıyor bir kısmını ise kendisi topluyor. Hatta tatillerini bile buna göre ayarlıyor. Mesela her yıl sırf bunun için Bozcaada’ya gittiğini söylüyor; çünkü orada aradığı çiçekleri buluyor. Bu çiçekleri kuruttuktan sonra olduğu şekliyle tuvaline aplike ettiği gibi kimi zaman da delgeç yardımıyla onları küçük parçalar haline getirip kullanıyor. Yukarıdaki fotoğrafta içi çıkarılmış ortancaları görebilirsiniz.
Çalışırken mutlaka ama mutlaka müzik dinleyen, genelde de caz ve klasik müziği tercih eden sanatçının atölyesi aslında yekpare bir atölye ama kendiliğinden, iki ayrı alanmış izlenimi yaratıyor: Biri teorik diğeri pratik... Üretim alanı olarak tanımlayabileceğimiz bölüm tuvalleri, defterleri, akrilik malzemeleri ağırlıyor. Sanatçının araştırmalar yaptığı, okuduğu alanda ise kitaplar, rahat koltuklar ve son derece düzenli bir masa var (üstte). İnsan şaşırıyor, bir ressamın böyle düzenli bir masaya sahip olmasına! Erdoğmuş kitaplarının atölyesinde olmasını tercih ediyor. Hatta evde işi biten kitaplarını bile buraya getiriyor.
Tayfun Erdo mu , çiçekleri tuvale yerle tirdikten sonra kuruma a amasında kimi zaman i nelerle onları sabitliyor.
70
Tayfun Erdo mu ’un atölyesinde 25 resim var tamamlanmayı bekleyen... Çünkü sanatçı bir resmi bitirip di erine ba layan biri de il, aynı anda birkaç resim üzerinde çalı mayı seviyor. Zaten tekni i de aslında bunu gerektiriyor; bir eserin biti tarihi uzun süreçler istiyor. Milliyet Sanat Haziran 2012
“Cezanne, Cezanne oldu yaşlanınca; ben de Burhan Doğançay...”
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
AY EGÜL SÖNMEZ
FOTO RAF: MUHS N AKGÜN
sanatatak@gmail.com
1960’lardan bu yana kentin toplumsal, kültürel, politik dönüşümünü ortaya seren çağdaş Türk sanatının usta ismi Burhan Doğançay’ın Türkiye’deki en kapsamlı sergisi İstanbul Modern’de açıldı. Sergiyi bahane edip kendisiyle keyifli bir sohbet şansı yakaladık... “PARİS’te giderken babam iki şart koydu: Birincisi spor yapmayacaksın. Ben çok iyi futbolcuydum. Futbolda çok iyiydim. Bir, futbol oynamayacaksın. Oynayabilirdim profesyonel olarak Fransa’da. İkincisi ressam olmayacaksın. Ben de diyorum ki dünyanın en akıllı adamı babam. Çünkü ben daha dört yaşında her şeyi öğrendim babamdan. O at sırtında ben eşek sırtında... Biz dağlara çıkardık. O topograftı, askeri harita yapardı. Ben de rahat durayım diye kağıt kalem verirdi bana... Derken mola. Ayran içeriz vesaire. Alırdı. Bak yanlış, güneş buradan geliyor, gölge buraya gidiyor. Perspektif nedir
anlatırdı. Bana öğretti hepsini. O zamanlarda resim, müzik filan haftada bir gün vardı. Ben hocaların portresini yapardım. Degas da aynı şeyi söylemiştir: ‘Desen, desen, desen’. Deseni iyi olan insan her tür resmi yapar. Şimdi bile öyle... Turgutreis’de sürekli suluboya yapıyorum. Kaç tane albümüm var...” diye anlatıyor Burhan Doğançay... 1960’lardan bu yana duvarlar aracılığıyla kentin toplumsal, kültürel, politik dönüşümünü ortaya seren çağdaş Türk sanatının bu usta isminin Türkiye’deki en kapsamlı sergisi şu günlerde İstanbul Modern’de.
Doğançay’ın 50 yıllık üretimini, 14 ayrı dönemini ortaya koyan sergide 120 çalışması yer alıyor. “Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi” adlı sergi tamamen sanatçının duvarlar ilgili işlerinden oluşuyor. Kendi deyişiyle “İlk duvardan son duvara kadar” bütün duvarları var bu sergide... Ohio Müzesi’nden Louisiana Müzesi’ne ve elbette Guggenheim’a yurt dışından 17 müzenin koleksiyonundan 35 resmi bu sergi için getirtildi. Yıldız Holding sponsorluğunda gerçekleşen sergiyle eş zamanlı olarak Prestel Yayınevi‘nden çıkan kitabı da başta serginin de küratörü olan Milliyet Sanat Haziran 2012
71
➔
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
‘Doğançay nedir’in yanıtı bu sergi... Benim için hep dışarısı, dışarısı oldu. Her sahada bu böyle. Hanım voleybolcularımızı kim tanıyordu? Olimpiyatlara gidiyorlar şimdi. Bütün mesele bu.
Sergi, Do ançay’ın 50 yıllık üretimini ve 14 dönemini ortaya koyuyor.
İstanbul Modern Baş Küratörü Levent Çalıkoğlu, Richard Vine ve Brandon Taylor yazdı. Burhan Doğançay, bu kapsamlı sergisini anlattı...
72
Sergiyi kaç yılından başlattınız? 1960’lardan başlattık. Kronolojik mi ilerliyor? Evet, elbette... Bu sergi yalnız duvarlar dikkat edersen... Benim sanatım duvar sanatı. Ben wall-art’ın kurucusuyum. İlk duvarlarla başlattık. Türkiye’de ilk defa böyle bir şey oldu. 17 müzeden resim geldi. Bu görülmemiş bir şey. Mesela bir işi çok kırılgan diye yollamadı Guggenheim... Resimler nasıl geliyor biliyorsun? Resmi bir görevli getiriyor. Bütün yolculuğu yapıyor. Müzeye getiriyor. Asıldıktan sonra biniyor gidiyor. Toplanınca tekrar geliyor. Guggenheim’dan iki resim geldi. Biz bu müzelerden gelen resimleri hiç bilmiyorduk. Amerika’da üretirken orada satılmışlar. Görme şansımız yoktu... Ben bile güç hatırlıyorum bazılarını... 1964’te olan resim var mesela... Bir kısmı yok. Şahıslarda... Retrospektif deyince ben seyahat fotoğraflarınız, Brooklyn köprüsü, suluboyalarınız, guvajlarınız, baba oğul sergisinden işler hatta defterleriniz olur diye düşünmüştüm... Bütün resimlerim aşağı yukarı tarihi arşivdir. Fotoğraflar da öyle. Benim dünya duvarları fotoğraflarım... 114 ülkenin fotoğrafları. 40 bin slaytım var. Benim fotoğrafta iddiam yok. Ressam gözüyle görüyorum. Brooklyn Köprüsü fotoğraflarım... Üç sene Milliyet Sanat Haziran 2012
Do ançay’ın, 2,2 milyon TL’lik fiyatıyla Türkiye’de, ya ayan bir ressamın en pahalı tablosu unvanını elinde bulunduran “Mavi Senfoni”si Murat Ülker’in koleksiyonundan sergiye geldi.
çıktım o gökdelenlere... Deli gibi çalıştım. Keşke onlar da olsaydı bu sergide... Onlar ayrı bir sergide çıkacak... Türkiye’de o seviyeye gelinmedi. Bu sergi birkaç yabancı müzeye giderse... Rusya’ya gitme ihtimali olabilir. Asıl meselem benim duvarlar. Fotoğraflar, figüratif resimlerim, kara kalemlerim zamanla başka bir sergide olurlar... Bu sergi onun kapısını açacak. Kapılar var ama bu sergide.. Duvar olan yerde kapı olduğu için var kapılar bu sergide. Doğançay Müzesi’nden de çok resim var mı? Tabii ki çok... Bu kitap, MoMA’da Metropolitan’da çıkan kitapla aynı kalitede. ‘Doğançay nedir’in yanıtı bu sergi... Benim için hep dışarısı, dışarısı oldu. Her sahada bu böyle. Hanım voleybolcularımızı kim tanıyordu? Olimpiyatlara gidiyorlar şimdi. Bü-
tün mesele bu... Bizim 15 yıl önce yaptığımız söyleşide sizin lig fikriniz vardı. Sanatı birinci, ikinci ve hatta üç lige ayırıp asıl meselenin birinci lige girmek olduğunu söylemiştiniz. Artık kalmadı ama değil mi, birinci lig diye bir şey? Çin örneği bana bunu düşündürüyor çünkü... Çin’in egemenliği çökertmedi mi sizin teoriyi? Hayır, çökertmedi. Benim birinci lig dediğim şu... Nasıl ki futbolda var. Munch 120 milyona gitti iki hafta evvel. Ondan evvelki rekor Picasso’nundu. Evvela seni kendi ailen tutacak. Çin modern sanatı hiçbir yerde bilinmiyordu. Çin’de 11 milyarder var. Çin her sahada öne çıkmak istiyor. Onun üzerine Çinliler üç dört tane ressamını içeride iki milyon dolara çıkarttılar. Öbür türlü dışarı açılman imkansız. Benim sana on beş se-
“Gitmediğim kasino yoktur...”
“Spor benim hayatım. NBA seyrederim. Hokey bilirim. Pinpon oynardım. Tenis oynardım. Kayardım. Paris’te maçlara giderdim ben... Çok güzel bilardo oynardım. Yapmadığım spor yoktu benim.”
Hızlı bir gençlik mi yaşadınız? Alkol, gece hayatı çok az vardı. Kızlar bir parça vardı. Ankara çalkalanırdı. At yarışları vardı. İyi de oyun oynarım. Avrupa’da oynamadığım kasino yoktur... Kağıt oynarım. Poker. Bakara mesela... Briç? Briç oynadım ama benim karakterim değil. Briç ne evvel söylediğim... Türkiye’de de bir ressamın fiyatları bir milyonla satılmazsa, dışarıda unut onu. Çin’e gitti bunun üzerine herkes bu resimlere bakmaya... Bugün Çinlilerin resimleri 10 milyona filan gidiyor. Ama hâlâ birinci lige çıkamadılar. Bir Rauschenberg olmak için yüz sene lazım. Benim söylediğim şuydu. Birinci ligde oynayan, Real Madrid’de oynayan Türkler var. Eskiden bu düşünülemezdi. Arda mesela Atletico Madrid’de... O zaman Türk futbolunu tanımıyordu kimse. Birden bire atladılar birinci lige. Oynuyorlar. Türkiye’de sanatta kim oynuyor birinci ligde? Siz? Hayır o olmadı... Ben de hayır. Şimdi birinci lige yol açıldı. Size uzun zamandır sormak istediğim bir soru var: “Mavi Senfoni” evet bir rekor kırmıştır ama sizin başyapıtınız mıdır? Türkiye’de hangi resim rekor fiyata alıcı bulursa o hemen başyapıt ilan ediliyor. Başyapıt değil. Bilmiyoruz. Belki de öyle... Bir resmin değerini kim belirliyor? Müzayedenin belirlediği nihayetinde sadece fiyatı değil mi? Yedi asır yani Giotto’dan itibaren Rönesans dahil bir resmin fiyatı neyle ölçülecek, bunu bulamadılar. Müzikte sesi ölçersiniz. Edebiyatı da ölçersin. Senin çocuğun gitsin yetiştiği zaman Nadal’ı yensin bir numaradır. Ölçü budur. Oysa resim farklıdır. Benim şu resmime, biri “Bunu benim çocuğum da yapar” diyor. Diğeri “Bu şaheserdir” diyor. Picasso’ya şarlatan diyen var, dahi diyen var. En sonunda karar verilen şey, en pahalı resmin en iyi resim olduğu... Ve bu da bir sanatçıya iyi gelmez herhalde... Sizi rahatsız etmiyor mu? Hayır, hiç etmiyor. Öbür türlü nasıl öl-
oynamak zeka işi derler, değil! Bir hamleyi yaparken on sekiz hamleyi daha düşüneceksin. Kafanın çok boş olması lazım. Elimde şu vardı. Karo damı vale vardı. Akşam yediğim yemeği bile hatırlamıyorum. Resim düşünüyorum hep... Koşarken, yerken, konuşurken hep resim yaparım. Oturduğum zaman bir işçiliği kalır.
çeceksin? Beni asıl bu resim bizim möbleye iyi geliyor, alayım bari demek rahatsız eder. Bir galerinin benim resmimi 10 milyona satması gibi değil. Müzayede satışı başka. Tüm dünyada iki tane müzayede satışı var: Sotheby’s ve Christie’s. Sanatçı çok fakirlik yaşamazsa sanatçı olamaz. Bana bunu söylediklerinde ben gülüyorum. Çünkü ben de o günleri yaşadım. Ekmek alamadığım gün oldu. Karnım açken, kiramı ödeyemezken, evden atılırken nasıl resim yaparsın? Van Gogh yaptı diyorlar. 31 yaşında öldü sonuçta. Van Gogh yaşasaydı multi milyarder olurdu. Cezanne, Salon’a giremedi on altı defa... Cezanne, Cezanne oldu yaşlanınca. Ben de öyle... Ben de bu durumun duygusunu merak ediyorum. Nasıl hissediyorsunuz? Nihayet gibi mi? Resimler rekor kırıyor. Ölmeden görüyorsunuz pek çok şeyi... Maraton gibi bu olay. Ben kimseyi sükut-u hayale uğratmayayım diyorum. Dikkat et, en güzel eserler son zamanda geliyor... Sergideki en son resim 2010 tarihli... Her gün çalışırım ben. Benim New York’taki stüdyom artık showroom haline geldi. Yıllar önce diplomatik kariyeri bırakıp ressam olacağım dediğim zaman benimle herkes alay etti. Amerikalılar Türk diplomat resimle yaşamaya kalkışıyor diye televizyona bile çıkardı. Doğru. Ben bu işi yaparım dedim. Zor oldu. Kaç senemi aldı? 50 senemi aldı. Çerçeveli duvarlar serisi. Son serinizin adı... Çerçeve koymak ihtiyacı nereden çıktı? Yeni bir şey. Duvar kendi başına bir mixed media. Kendi fotoğraflarımı da koyuyorum onlara... Kedimi de; Rambo’yu... Sanatta hala millet kavramı olduğunu düşünüyor musunuz?
Tabii ki... Bunun en güzel misali Amerika, İkinci Dünya Harbi’ni kazandıktan sonra dünyanın her sahasında bir numara. Harp bitmiş. Bir numarayız her şeyde tamam ama sanatta Sovyetler var. Ben Paris’teydim talebe olarak. Aşağı yukarı herkes solcuydu... Siz? Ben değilim. Spor benim hayatım. Üç gazete okurum. Benim başka şeylerim var. NBA seyrederim. Hokey bilirim. Yüzlerce meşgul olacağım konu var. Pinpon oynardım. Tenis oynardım. Kayardım. Paris’te maçlara giderdim ben... Çok güzel bilardo oynardım. Yapmadığım spor yoktu benim. Onun için en az yaptığım şey cemiyetlere girmek oldu. Canlı bir tenis turnuvası mı Matisse sergisi açılışı mı? Matisse’e giderdim. Gayet tabii... Tenisçileri Roland Grass’da göremezsem Wimbledon’da görürüm. Orada göremezsem İtalya’da görürüm. Başarının sırrı? Üç şey var; çalışmak. İkincisi sabır. Beklemesini bileceksin. Üç de alınyazısı. Obama mesela. Ona yazılmış. Ben alınyazısına çok inanırım. Senin burada benimle konuşman daha evvelden yazılmış. Önüne duvar çıkar, mani olur, üzülürsün. Fakat o evvelden kararlaştırılmıştır. Sonra bir bakarsın çok daha iyi şeyler olur. Benim bütün hayatım böyle geçti. Türkiye’de başarının sırrı? Evvela Türkiye’de, özel sektör, şahıslar, dışarısının sayesinde dikkatini çekecek seviyeye geleceksin. Birdenbire herkes Keith Haring, Jeff Koons almadı ki... Evvela Amerikalılar aldı. Çinliler de bugün öyle yapıyor. Amerika’da Türklerin ilgisi yoktu o zamanlar. Bir dekoratör arada sırada benden gelir resim alırdı. Bin dolara veyahut beş yüz dolara resim satmışım o zaman. Bayram ederdik. Ekmek alacağım, boya alacağım diye. Alırdı bu dekoratör yaptığı dekorların içire koyardı benim resimleri. Bir gün geldi. Epey resim aldı gitti. Biz de Angela’yla seviniyoruz. Sattık. Hesap yapıyoruz. Borçları kapatacağız diyerek... Derken adam telefon etti. Resimleri geri getireceğim dedi. Brezilyalı birinin evine koyunca benim resimleri... Brezilyalı demiş ki, “Evvela Brezilyalı ressamların resimlerini koyarım ben evime, Türk’se koymam...” ■ İstanbul Modern / Bitiş tarihi: 23 Eylül 2012 / (0212) 334 73 00 Milliyet Sanat Haziran 2012
73
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
“Bir muz sadece bir muzdur ama...” SENA ÇAKIRKAYA cakirkayasena@gmail.com
KELİMELER ve fotoğraf arasında kurduğu kuvvetli bağ ile fotoğrafın alışılagelmiş kategorilerini bozan Taryn Simon bizi bilmediğimiz birçok farklı hikayenin ve mekanın içine çekiyor. Ne yazıyla ne de fotoğrafla anlatılması mümkün olan, tek bir yöntemin kifayetsiz kaldığı durumlar onun çalışmalarında anlam kazanıyor. Bu projelerinin hayat bulması için bir fikirden öte, çok uzun süren bir araştırma, yazışma ve izin sürecinin tamamlanması gerekli. Şu an MoMA’da sergilenmekte olan, “Ölü İlan Edilen Canlı Bir Adam ve Diğer Bölümler” (“A Living Man Declared Dead and Other Chapters”) serisinin oluşum süresi dört yıl sürerken bunun sadece iki ayında çekimler gerçekleşmiş. Sanatçı bu seri için tüm dünyada kan bağıyla ilgili hikayelerin peşine düştüğünde, ortaya Hindistan’daki kağıt üzerinde ölü gözüken insanlardan Avustralya’daki test tavşanlarına uzanan bir çeşitlilikte, hayatın içinden 18 adet hikaye, yüzlerce portre çıkmış. Galeri Manâ’da sergilenen “Kaçak Mal ve Gizli ve Alışılmadık Olana Dair Bir Amerikan Dizini” adlı seriler içinse sanatçının JFK havaalanında durmadan 5 gün boyunca çekim yapması veya kapalı kapıların aralayabilmesi için uzun izin süreçlerini atlatması gerekmiş. Seride Taryn Simon, Amerika’nın sınırları içinde gözden uzak tutulanın peşine düşüyor. Bilim, güvenlik, din veya çevre gibi
74
Kavramsal yaklaşımıyla fotoğrafın belgesel ve portre gibi kategorilerinin ötesine geçen sanatçı Taryn Simon, İstanbul’da sergilediği iki seriyle kültürel önyargıları gündeme getiriyor ve Amerikan kültürüne dair tekinsiz bir tablo sunuyor. konularda faaliyet gösteren kurumlarının arka odalarına girmeyi başaran sanatçı, uzmanlar ve sıradan halk arasındaki erişim ayrımını görünür kılarken, Amerikan kültürünün iç yapısına dair de tekinsiz bir tablo ortaya çıkartıyor. Bu seride yer alan “ABD Gümrük ve Sınır Muhafaza, Kaçak Mal Odası” adlı çalışma sergideki diğer serinin başlangıç noktası olmuş. “Kaçak Mal” adlı seri ise JFK Havalimanı’nda 5 gün boyunca gümrük kontrolleri sırasında ülkeye girişine izin verilmeyen objelere ait 1075 adet fotoğraftan oluşuyor. Kaçak çanta ve ilaçlardan, kurutulmuş hayvan cesetlerine uzanan çeşitlilik içinde tropikal meyveler gibi sıradan malzemelerin de yasaklı olması dikkat çekiyor. Taryn Simon’ın başarısı seçtiği konular kadar bu konuları ele alışındaki estetik ve gerçeklikle de ilişkilendirilmeli. Fotoğraflara eşlik eden metinlerin herhangi bir abartıdan uzak, objektif bir şekilde kaleme alınmış olması izleyiciyi duygusal yönlendirmelerden uzak tutuyor. Fotoğrafların düz gri bir arka planda ya da kendi ortamlarında çekilmiş olması estetik olarak güçlü kareler yaratırken durumun gerçekliğine hiçbir müdahalede bulunmuyor. Belgesel, portre ve kavramsal sanatın sınırlarını zorlayarak, çağdaş fotoğrafta yeni bir yaklaşımın öncüsü olan Taryn Simon’la Galeri Manâ’daki sergisi dolayısıyla konuşma
Dısney’in yer altı tesislerini görüntülemek istemiştim. Reddettiler. Fotoğraf makinemin inşa edip korudukları fanteziyi paramparça etmesinden korktular. Bu benim görüntüleyebileceğimden çok daha etkili bir kare oldu. Milliyet Sanat Haziran 2012
“Ku Le i” ev dekorasyonu olarak etiketlenmi , Endonezya’dan Florida’ya getirilirken gümrükte yakalandı.
imkanı bulduk. Fotoğraflara eşlik eden metinler, kitaba dönüşen sergiler derken çalışmalarınızda hep yoğun bir anlatı görüyoruz. Arşivsel, belgesel içeriği sanatsal bir forma dönüştürme sürecinden bahseder misiniz? Ben metin ve görsel arasındaki alanla ilgileniyorum. Çalışmalarımda iki somut kutup inşa ediyorum ama inşa ettiğim şey, aynı zamanda bu iki nokta arasında izleyicinin karşısındakini sürekli yeniden yorumladığı ve görsel materyalin daima dönüşüp şekillendiği görünmez bir alan. Bunun sonunda soyutluğa, çoklu gerçekliğe ve fanteziye uzanan bir görüntüye ulaşıyoruz. Metinse, bir rüyayı yeniden tanımlayarak bu soyut alanda bir çapa işlevi görüyor. Bu ikisi çeviri ve yalnızlığı çevreleyen konuları ön plana çıkararak iki kutup arasında gidip geliyorlar. İstanbul’da sergilenmekte olan iki çalışmanızın birinde dışarıdan gelebile-
Taryn Simon
“Evrimleşiyor muyuz yoksa takılmış bir plak gibi miyiz?” Her bir serinizi ortak bir payda da birleştirseniz de barındırdıkları konular ve özneler birbirinden hayli uzak. Bu kadar geniş bir alanda hareket etmeyi tercih etmenizin bir nedeni var mı? Bu görüntüler her şeyden önce bir arşiv oluşturuyor. Yaşamın ve ölümün; bu ikisi arasındaki sonsuz hikaye yığınının acımasız ve hissizleştirici malzemeleri arasındaki boşluklarda konuşulan bir şey var: Evrimleşiyor muyuz yoksa daha çok takılmış plak gibi miyiz diye soruyorlar bize. Bu sorunun peşinden giderek, geniş bir alanda hareket etmeyi tercih ediyorum. cek tehlikelere karşı bir koruma söz konusuyken diğerinde içerideki kurumların halktan gizli tutulması veya korunmasından bahsediyoruz. Bu, küresel dünyanın paranoyası mı? Bence bu durum tehdit algımızı görünür kılarken, aynı zamanda bilinmeyeni güce büründürme saplantımızın absürtlüğünü de ortaya koyuyor. Sırların korunması otoritenin de korunmasına olanak tanıyor. Bir muz sadece bir muzdur ama gümrüğün gözünde bir silaha dönüşüverir.
Simon’ın ABD Sınır ve Gümrük Muhafaza Dairesi, Kaçak Mal Odası’nda çekti i foto raf.
Bu kurumlara girmek için izin sürecindeki zorluklardan bahsediyorsunuz. En sık karşılaştığınız ret cevabı neye ilişkin oluyor? En büyük ret Disney’den geldi aslında. Yüzeydeki fantezinin yapılandığı çirkin sıradanlıktaki yer altı tesislerini görüntülemek istemiştim. Ret mektubunda bir Disney çalışanı “İçinde bulunduğumuz bu zor zamanlarda halka kaçabilecekleri bir fantezi vermek önemlidir” şeklinde bir ifadede bulunmuştu. Fotoğraf makinemi içeri almak istemediler çünkü onca özenle inşa edip korudukları fantezinin yanılsamasını ve konforunu paramparça etmesinden korktular. Bu benim görüntüleyebileceğimin çok ötesinde, gerçekleri gizlemeyi, makyajlamayı, zayıflıkların üzerini örtmeyi veya acıyı yok sayarak gülümsemeyi anlatan herhangi bir fotoğraftan çok daha etkili bir kare oldu. Her bir serinizi ortakj bir payda da birleştirseniz konuları ve özneleri birbirinden hayli uzak. Geniş bir alanı tercih etmenizin bir nedeni var mı? Bu görüntüler her şeyden önce bir arşiv oluşturuyor. Yaşamın ve ölümün; bu ikisi arasındaki sonsuz hikâye yığınının acımasız ve hissizleştirici malzemeleri arasındaki boşluklarda konuşulan bir şey var: Evrimleşiyor muyuz yoksa daha çok takılmış plak gibi miyiz diye soruyorlar bize. Bu sorunun peşin-
den giderek, geniş bir alanda hareket etmeyi tercih ediyorum. Fotoğraflar uzun bir araştırma sürecinin son aşaması olarak ortaya çıkıyor. Bu konuları seçerken sizi harekete geçiren, heyecanlandıran nedir? Hayatta olduğum kısa süre içinde her şeyi görüp mümkün olduğunca çok deneyim yaşamak istiyorum sanırım. Hem psikolojik hem de fiziksel sınırlarımla yüzleşmeyi amaçlıyorum, bu yüzden sürekli olarak zamanın akışıyla mücadele halindeyim ama sanırım bu duygu beni yaptığım işe daha çok bağlıyor, heyecanlandırıyor. “Ölü İlan Edilen...”de acı hikayeleri ve bunlardan etkilenen aileleri belgeliyorsunuz. Onları projenizin bir parçası olmaya ikna eden nedir? Fotoğrafını çektiğim kişilerle olan ilişkimde herhangi bir konuşma ve imadan özellikle kaçınıyorum aslında. Duygusal tetiklemelerden uzak durmak için, o kişiyle aramızda oluşabilecek hassas durumlarda kendimi bilerek bastırıyorum. İzleyicide bir gerilim veya rahatsızlık yaratacak şekilde fotoğrafçı olarak kendi bakışımı geri çekmek istiyorum. Bu şekilde fotoğraflarımda sanki durumdan haberdar değilmişim gibi bir pozisyon almayı tercih ediyorum. ■ Galeri Mana Bitiş tarihi: 30 Haziran 2012 / (0212) 243 66 66 Milliyet Sanat Haziran 2012
75
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Galeriden taşan ‘harf’ler AY EGÜL O UZ aysegulo@gmail.com
76
Mel Bochner’in “Go Away” adlı eseri. Milliyet Sanat Haziran 2012
Karaköy’de açılan ve özellikle kavramsal sanattan beslenen sanatçıları bünyesinde bir araya getiren Egeran Galeri’nin son sergisinde Mel Bochner’in 10 yeni çalışmasını görüyoruz.
Mel Bochner’in “Son Dönem Resimleri” sergisinde gördüğümüz 10 yeni iş, sanatçının bitmeyen inşasının, o yekpare yapının son tuğlası adeta; Mel Bochner, boyayı beyaz bir kadife zeminin üzerine uyguluyor. KAVRAMSAL sanat akımının 1960’lardaki öncü isimlerinden Mel Bochner, 10 yeni eserinin yer aldığı “Son Dönem Resimleri” başlıklı sergiyle İstanbul’a konuk oluyor. Mel Bochner’in sanat tarihindeki önemine, işlerine bakmadan önce, sanatseverleri bu sergiyle buluşturan ve henüz çiçeği burnunda bir galeri olmasına rağmen şehrin, Karaköy’ün gözde galerilerinden biri olmaya aday Egeran Galeri’yi yakından tanıyalım istedik. Egeran Galeri, Ocak 2012’de Suzanne Egeran tarafından kuruldu. 200 metrekarelik bir alanda yer alan galerinin programı, farklı kuşaklardan gelen, kavramsal sanattan beslenen sanatçılara ayrılmış. Egeran Galeri bünyesinde Diana Al-Hadid, Mel Bochner, Tamar Halpern, İlhan Koman Vakfı, Ivan Navarro, Charles Sandison, Nasan Tur gibi isimler yer alıyor. Suzanne Egeran, aralarında White Cube, Lehman Maupin ve Max Hetzler Galeri’nin de bulunduğu Londra galerilerinde çalışmış, New York’taki New Museum ve MoMA’nın geliştirme bölümünde mesai yapmış bir isim. Uluslararası çağdaş sanat uzmanı olarak tanınan Suzanne Egeran, “Bugünlerde İstanbul’daki çağdaş sanat için büyük bir merak ve heyecan var. Bu etkileşimin bir parçası olmaktan mutluluk duyuyorum ve uluslararası çağdaş sanat üzerine bilgimi İstanbullu alıcılarla, izleyiciyle paylaşmayı heyecanla bekliyorum,” diyor. Heyecanın yanı sıra Türkiyeli sanatçıları, uluslararası müze ve koleksiyonerlerden oluşan geniş network’üyle tanıştırmak, bu bağı kuvvetlendirmek gibi bir hedefi olduğunu, Egeran Galeri’nin yeni bir diyalog, süregiden bir fikir alışverişi kurmak için önemli bir fırsat yarattığını da belirtiyor.
Fikir alı veri i Bir liman alanı ve takas yeri olan Karaköy’de bulunmayı ziyadesiyle arzu etmiş Suzanne Egeran: “Bu semtin bir galerinin ziyaretçilerine sunduğu fikir alışverişi için ideal bir bağlam olduğuna inanıyorum. Ayrıca Osmanlı döneminde burada birçok yabancı zanaatkâr yaşamış, çalışmış...” KaraSuzanne Egeran köy’de uzun zamandır farklı, yaratı-
cı insanların kümelenmesi söz konusu. Bir başka açıdan, kentsel dönüşümün, mutenalaştırma hareketinin gözde mekanlarından biri. Geçen yıl artSümer Galeri’nin de Beyoğlu’ndan Karaköy’e indiğini hatırlayalım. Tophane’de başlayan aynı gün, aynı esnada açılış yapma âdetinin Karaköy’de de devam edeceği “Mel Bochner: Son Dönem Resimleri” sergisinin açılış gecesinde kesinleşti. Aynı gece Egeran Galeri’nin komşusu artSümer’de de genç sanatçı Gökçe Er’in “Zemin Kontrol” adlı sergisi izleyiciyle buluştu. Galeri programındaki birçok sanatçının İstanbul’da ilk kez sergi açacağını da vurgulayan Egeran, bu vesileyle yeni fikirlerin ışığında ilerleme olanağı yakalanacağını ifade ediyor. Galerinin çizgisini özetledikten sonra Mel Bochner’in sanatına giriş için küçük bir tarih parantezi açalım. 1960’larla birlikte, estetiğin ötesinde, politik, felsefi, sosyolojik, psikolojik ve ekolojik kaygılarla yakın temasa geçen bir sanatçı kuşağı doğdu. Mel Bochner de ilk kavramsalcılar arasındaki yerini aldı. En başından beri, üretimini dil meselesi etrafında şekillendirdi Bochner; dili bir sorunsal olarak sanat düşüncesinin baş köşesine yerleştirdi. Akımın bir diğer öncüsü olan Joseph Kosuth, “Sanatın sanat olma hali kavramsalın ta kendisidir” der ve ekler: “Dil yoksa, sanat da yoktur.” Mel Bochner ise farklı dil biçimlerini ve algılarını tekrara dayalı bir yapı içinde kurdu, çok kimlikli bir dil algısı yarattı, bir dil olarak kendi sanatını kurmanın ötesinde, dili sanatının temel sorusu haline getirdi. Sanatçı, alâmet-i farikası olan, 1960’larda oluşturmaya başladığı “Thesaurus Portreleri / Roget’s Thesaurus”ta Roget Sözlüğü’nü kaynak olarak kullandı ve 1967 yılında “Kavramsal Sanat Üzerine Paragraflar”ın da yazarı olan yakın arkadaşı Sol LeWitt’i, bir başka yakın arkadaşı Eva Hesse’yi bu seri içinde resimledi. Her betimleyici kelime, Bochner’in kurduğu dil yapısı içinde yeniden anlam buldu, kendi lzgatını oluşturdu. “Thesaurus Portreleri” serisi sanatçı için düşünme, görme ve dilin şeffaf ol(a)ma-
Mel Bochner
yışı arasındaki ilişkinin araştırması oldu bir nevi.
Tesadüfün anlık geli imi Otuz yıl sonra Bochner, Roget Sözlüğü’nün yeni baskısındaki güncel konuşma dilinin değişimine dikkat kesildi. Bu kez, yıllar içinde Roget Sözlüğü’ne paralel oluşturduğu kendi sözlüğü de devreye girdi. 2000 sürümü yeni dünyanın olanakları ve yaşanılan kültürel değişim tuvale Bochner’in filtrelerinden sızdı elbette, her kelimenin arasına giren virgülün varlığı ise yeni eser grubunun doğuşunu tam anlamıyla şekillendirdi. Mel Bochner’in “Son Dönem Resimleri” sergisinde gördüğümüz 10 yeni iş, sanatçının bitmeyen inşasının, o yekpare yapının son tuğlası adeta; Mel Bochner, hidrolik baskı makinesi kullanarak boyayı beyaz bir kadife zeminin üzerine uyguluyor. İşlerini oluştururken tesadüfün ilham verici, anlık gelişimiyle hareket ederken, hidrolik makinenin katkısıyla boya yıkamaları yine kendi alfabesinden çıkan harfleri belirginleştiriyor. Rengin algımızdaki etkileriyle oynamak sanatçı için ilk andan beri önemini koruyan bir başka adım. Zihnimizi kelimelerin anlamından uzaklaştırırken metni bir nesneye dönüştürüyor Bochner. 10 Mayıs günü, açılış öncesi Mel Bochner’le, resimleri ve 40 yıllık sanatının nasıl şekillendiği üzerine kısa da olsa sohbet etme şansı bulduk. Bitirirken mekanı dolduranlara son soru Bochner’den geldi: “İstanbul’a ilk gelişim. Nereye gitmemi tavsiye edersiniz?” Tam olarak nasıl bir yanıt geldi, duyamadık ama Bochner’in bir Kapadokya seyahati yaptığı kulağımıza çalınanlar arasında. ■ Egeran Galeri Bitiş tarihi: 16 Haziran 2012 (0212) 251 12 51 Milliyet Sanat Haziran 2012
77
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
FOTO RAFLAR: OZAN GÜZELCE
Geleneksel sanatın iPad ile flörtü
iPad’inizin ekranını odadaki büyük üçlü koltu a çeviriyorsunuz ve ekranda ailenin o koltu un etrafında görüntülenmi eski foto rafları beliriveriyor.
EL F EK NC eelifekinci@gmail.com
78
BU yıl kuruluşunun 10. yılını kutlayan Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM) daimi Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu’nu, yeni bir tasarımla ziyarete açtığı haberi mail kutularımıza düşünce kendimizi, teknolojinin gelişim hızına yakın bir hızla, Emirgan sahilindeki Atlı Köşk’te bulduk. SSM, bu özel koleksiyonu için Boris Micka yönetimindeki GPD müze tasarım şirketiyle ortaklaşa bir çalışma gerçekleştirmiş. Bu çalışmayla, izleyici sergi girişinde kendisine verilen iPad’le serginin içeriğine çok daha hakim olacak. Son iki senedir dünya müzelerinde kullanılmaya başlanan bu uygulama Türkiye’de ilk kez Sabancı Müzesi tarafından hayata geçiriliyor. Sergi girişinde bize emanet edilen iPad’imizi alıp müze içinde bir seyahate çıkıyoruz. Müzenin 10. yılı kapsamındaki yeniliklerinden biri de köşk ve galeri arasındaki geçişi kolaylaştırmak adına yapılan mimari düzenleme. Müzenin yenilenmiş girişi için bir Sakıp Sabancı Anı Odası düzenlenmiş. Odanın duvarlarına yerleştirilen onlarca küçük ekranda Sakıp Sabancı’nın fotoğrafları sürekli bir akış halinde. Odadaki büyük inteMilliyet Sanat Haziran 2012
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin Atlı Köşk’te açılan “Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu”, 200’den fazla eseri bir araya getiriyor. Son derece çarpıcı bir yerleştirmeyle sunulan sergi iPad ile geziliyor. raktif ekranda ise Sabancı’nın hayatı, aile ağacı, ödülleri görülebiliyor, ayrıca Sabancı’ya sunulan ödüller, fahri diplomalar, kaleme aldığı kitaplar, ajandaları ve bazı özel eşyaları da bu odada sergileniyor. Müze görevlilerinin söylediğine göre, bu giriş niteliğindeki oda ilgi gören noktalardan biri.
şey hâlâ müzede. Bu da fena halde aile hâlâ köşkte yaşıyormuş hissiyatı yaratıyor. Odalara yerleştirilen tabak çanak sesleri, çocuk gülüşmeleri de bu hissi kuvvetlendiren bir başka etken. Sıra geliyor esas gündemimiz Kitap Sa-
Ceketini alıp çıkmı Her odanın girişinde iPad’inizi okutacağınız bir düzenek kurulmuş. Oda girişlerindeki qr code’a iPad’inizi belirli bir mesafeden yaklaşık 2 saniye tuttuğunuzda iPad’in ekranında Sabancı Ailesi’nin o odada çekilmiş fotoğrafları çıkıyor. Mesela iPad’inizin ekranını odadaki büyük üçlü koltuğa çeviriyorsunuz ve ekranda ailenin o koltuğun etrafında görüntülenmiş eski fotoğrafları beliriveriyor. Bu noktada heyecan duyup fotoğraflara dokunmaya çalışmak işten bile değil... Sakıp Sabancı, köşkü müzeye çevirmeye karar verdikten sonra tabiri caizse ‘ceketini alıp çıkmış’. Çatal bıçak takımından, çantalarına, ayakkabılarına kadar her
Sakıp Sabancı Müzesi’nin koleksiyonunda yer alan kitaplar...
natları ve Hat Koleksiyonu’na. Sabancı Müzesi’nin Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu, saray koleksiyonlarıyla kıyaslanamasa da, özel koleksiyon anlamında, Türkiye’deki en geniş koleksiyonlardan biri. 1970’lerde Sakıp Sabancı’nın satın aldığı bir levhayla başlayan koleksiyon, daha sonra Şevket Rado ve Halil Bezmen’den satın alınan iki büyük özel koleksiyonla iyice genişletilmiş. Köşkün ikinci katına yayılan sergi salonunun girişine bir sunum töreni canlandırması resmedilmiş. Osmanlı sarayında kitap çok değerli bir obje olduğundan, hediyeler kabul edilirken öncelik kitaplara verilirmiş. Salonun girişindeki duvarlarda sergilenen bu sunum da kitabın sarayda gördüğü öneme ithafen... İkinci katta girilen ilk oda, kitap sanatlarına ayrılmış. Her odanın girişinde bulunan qr code’ları okuttuğunuzda ise karşınıza hareketli minyatürler çıkıyor. Ayrıca odadaki altı farklı ekranda kağıdın hazırlanmasından ciltlenip kitap haline getirilmesine kadar her aşamayı gösteren video çalışmaları bulunuyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü işbirliğiyle hazırlanan videolarda, kâğıdın aharlanması (burada hemen belirtelim, kağıdın yazı yazmaya en elverişli hale getirilmesi için üzerine sürülen maddeye ahar, işlemin kendisine aharlamak deniyor), mürekkebin hazırlanması, farklı hat üsluplarıyla yazılan sayfaların tezhiplenmesi,
altın varakların ezilerek kullanıma hazırlanması, metinlerin resimlenmesi ve sayfaların dikilerek kitap haline getirilip ciltlenmesi aşamalarını görmek mümkün. İspanyol yönetmen Angel Tirado tarafından çekilen kitap sanatları konulu belgesel filmde de, elyazması kitap üretiminin aşamaları izlenebilir.
Duvardaki stanbul Odalar arasındaki seyahatimize devam ediyoruz. Sıradaki odada yine nadide elyazması kitaplarla karşılaşıyoruz. Elimizdeki iPad sayesinde, şehzadeler için hazırlanmış bir alfabe kitabının tüm sayfaları arasında gezinebiliyoruz. Müzeler için, kitap sergilemek oldukça zorlu bir iş. Fizik kuralları elvermediği için, bir kitabın yalnızca tek sayfası sergilenebiliyor. Oysa sergilenen kitabın her sayfasında ayrı bir ‘dünya’ var. İşte bu noktada iPad uygulaması devreye giriyor, iPad’i qr code’a tutuyoruz, kitabın tüm sayfalarını, içindeki tüm resimleri ekrana taşıyoruz. Çok ama çok basit... Sıradaki odada, İslam sanatının 14. YY.’dan 20. YY.’a kadar uzanan dönemine ait, ünlü hattatların ve sanatçıların elinden çıkmış Kuran nüshaları, nadir elyazması kitaplar, kıta ve murakkalar, levha ve hilyeler, tuğralı ferman ve beratlar ile hattatların yazı yazmada kullandığı araçlar yer alıyor. I. Mehmet’ten II. Abdülhamit’e kadar, sultanların tuğralarını ağırlayan bir diğer odada, yine elimizdeki iPad sayesinde ferman-
ların Türkçe ve İngilizce tercümelerini de okuyabiliyoruz. Burası benim, kendi adıma, en ilgimi çeken noktalardan biriydi. Fermanların çok farklı içeriklere de sahip olabileceğini öğrendim ama burada ipucu vermeyelim, yolunuzu müzeye düşürüp kendiniz tecrübe edin, çok daha eğlenceli... Sergi salonunun son dönemecinde özellikle çocukların çok ilgisini çektiğini gördüğümüz interaktif bir bölüm var: Büyükçe bir masa ve önündeki duvara yansıtılan ve sürekli değişerek bize dört mevsimi gösteren bir İstanbul Boğazı çizimi. Masada yer alan ekranın üzerindeki hareketli toplardan birini tutup duvara doğru ittiğinizde kaligrafik balık ya da leylek -ya da şansınıza ne çıkarsa- bir anda duvardaki çizimin içinde beliriyor. Sezer Tansu ve Tonguç Yaşar’ın çektiği ilk Türk animasyon filmi olan “Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü” isimli videoya da ev sahipliği yapan sergi, çağdaş sanatçı Kutluğ Ataman’ın “Mezopotamya Dramaturjileri: Su” adını verdiği video serisiyle sona eriyor. İstanbul Boğazı sularının farklı saatlerde çekilmiş görüntüleriyle tasarlanan çalışmada, kufi hat ile yazılmış “Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir” anlamına gelen, Arapça “La ilahe illallah, Muhammeden Resulullah” yazısı bulunuyor. Sağ ekrandaki yazının yansıması sol ekranda görülebiliyor, böylece Arapça ibarenin aynadaki görüntüsüyle karşılaşılıyor. Bu son video, serginin ilk etabında gördüğümüz hüsnühat sanatında ‘müsenna’ veya ‘aynalı’ adı verilen, simetrik yazı kompozisyonlarını hatırlatıyor izleyene. SSM, bu yeni sergileme için Türkçe ve İngilizce özel bir katalog da hazırlamış. Kataloğun arka kapağına yerleştirilen ve akıllı telefonların okuyabildiği qr code sayesinde http://muze.sabanciuniv.edu/200/ adresine girilerek Ataman’ın videosu da izlenebiliyor. Hat sanatı iPad uygulaması sayesinde, ilgi çekici bir hale bürünmüş. İtiraf etmek gerekirse, ben de bu sanatı biraz sıkıcı bulan kesimin içindeydim. Bu uygulama benim fikrimi değiştirdi, siz de bir deneyin derim... ■ Sergi, Sabancı Müzesi’nde süresiz olarak görülebilir. (0212) 277 22 00
iPad uygulaması sayesinde hat eserlerinin Türkçe ve ngilizce kar ılı ını okuyabiliyoruz.
79
Müzeler için, kitap sergilemek oldukça zorlu iş. Kitabın tek sayfası sergilenebiliyor. İşte bu noktada iPad uygulaması devreye giriyor. iPad’i qr code’a tutuyoruz, kitabın tüm sayfalarını ekrana taşıyoruz. Milliyet Sanat Haziran 2012
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Fluxus 50 yaşında! ÖZGE YILMAZ ozge7y@gmail.com
Kuad Galeri, Fluxus’un 50. yaşını “Fluxus 50” sergisiyle kutluyor. Almanya’nın köklü galerilerinden Galerie Inge Baecker’in koleksiyonundan yapıtları ağırlayan sergi, öncü isimleri İstanbullu sanat izleyicisiyle buluşturuyor.
80
1960’LI yılların başında Avrupa’da, ABD’de ve Japonya’da eş zamanlı bir hareket olarak ortaya çıkan Fluxus, adını Latince ‘akmak’ sözcüğünden alıyor. ‘Akış’ olarak Türkçeye çevirebileceğimiz Fluxus, sanatçıların kendileri tarafından kurulan ilk uluslararası ağ olarak da tanımlanabilir. 1960’lı yılların egemen muhalif ruhundan beslenen Fluxus’u bir ‘sanat akımı’ olarak nitelendirmekse doğru olmaz. Deneysel teknikleri benimseyen ve toplumu sanat yapıtının üretim ve izleme süreçlerine dahil etmeyi amaçlayan bir sanat ve kültür hareketi olan Fluxus, Litvanya asıllı Amerikalı sanatçı George Maciunas’ın hareketin isim babası olması ve gerek manifestoları, gerekse organizasyonlarıyla hareketi yaygınlaştırmaya çalışmasına rağmen kendisine bir önder seçmemiş; farklı mekanlarda, farklı organik yapılarla ilerlemiş, bir merkezden ve bir liderden azâde bir oluşumdur. 1950’li yılların sonundan itibaren Nam June Paik, Wolf Vostell, Benjamin Patterson’ın Batı Almanya; La Monte Young Dick Higgins, Alison Knowles, Robert Watts’ın ABD’deki üretimleriyle ilerleyen Fluxsus hareketi kısa zamanda çok geniş bir coğrafyaya yayılarak sanatçı - entelektüel ağına dönüştü. Özellikle Japonya’dan Ay-O, Yoko Ono, Takehsa Ksugi, Mieko Shiumi ve Shigeko Kubota, Fransa’dan Ben Vautier, Robert Filliou, Daniel Spoerri ve Emmett Williams, Danimarka’dan Arthur Köpcke, Eric Andersen ve Çekoslavakya’da Milan Knizak, Fluxus’un en önemli yapıtlarını ürettiler. ‘60’lı yıllarda Wiesbaden, Kopenhag, Düsseldorf, Paris, Amsterdam gibi Avrupa kentlerinde düzenlenen Fluxus festivalleri, sanatçıların günlerce bir arada müzik dinleyip tartıştıkları, kimi zaman da farklı sanat Milliyet Sanat Haziran 2012
üretimlerinde bulundukları efsanevi organizasyonlardı. Tüm bu sanatçılar - entelektüeller, alışılageldik sanat - sanat izleyicisi ilişkisini kırarak, izleyiciyi de sanat pratiğinin bir parçası kıldıkları işleriyle, 20. YY. sanat tarihinin önemli dönemeçlerinden birini yaratmış oldular.
Dü ünsel süreç Fluxus’u benzersiz kılan noktalardan biri de, birkaç önder sanatçının inisiyatifiyle ilerleyen, sınırları ve temsilcileri belirli bir akım değil, farklı tarzlar ve coğrafyalardan sanatçıların, galericilerin, akademisyenlerin, düşünürlerin, yazarların, şairlerin ve bilumum entelektüelin, ‘üyesi’ ya da ‘temsilcisi’ olmadan katılımda bulunduğu bir yaratıcı platform, bir düşünsel süreç olması. Fluxus’un özellikle karşısında olduğu bir olgu da, sanatın alınıp satılması ve estetik haz için kullanılması. Fluxus, kimi zaman ‘yeni Dada’ olarak tanımlansa da sanatçılar birçok kez, yeni bir Dada kulübü olarak tanımlanmak istemediklerini de ifade etmişlerdi. Fluxus’un en önemli yönlerinden biri de, disiplinlerarası bir ağ olması. Örneğin Amerikalı besteci John Cage, her zaman Fluxus’la iç içe oldu, hatta Fluxus’a ilham vermiş isimlerden biriydi. Temel bir Fluxus estetiğinden bahsetmek mümkün olmasa da, yapıtların üretim ve sergileme süreçleri göz önünde bulundurulduğunda, ortak prensiplerden söz edilebilir. Sanat Tarihçisi Ahu Antmen, “20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar” adlı kitabında şöyle demiştir: “Sanatla hayat arasındaki sınırları eritmek çabası içindeki sokak gösterileri, elektronik müzik konserleri, ses enstalasyonları ve performanslar gerçekleştiren Fluxus’çuların deneysel sanat etkinlikleri, 1960’lı yılların kaynayan
Louis Goodman’ın sergide yer alan i i.
toplumsal ortamında gençliğin ruh halinin bir ifadesine dönüşmüştür.” İstanbul, ilk kez Fluxus yapıtlarına ev sahipliği yapmıyor. 1991 yılında 4. İstanbul Bienali kapsamında AKM’de, ardından da 1996’da Şükran Aziz ve Eric Andersen’in ortak sergisiyle karşımıza çıkan Fluxus işleri, son olarak 1999’da yine Galerie Inge Baecker’in koleksiyonundan bir kesitin Borusan Sanat Galerisi’nde sergilenmesiyle İstanbul’a konuk oldu. Yine de Kuad Galeri, “Fluxus 50” sergisi ile ilk kez bu saydığımız sergi ve projelerden daha büyük bir organizasyonla, daha geniş bir yelpaze sunuyor izleyiciye. Bu sayede İstanbul da dünyanın birçok kentinde kutlanan Fluxus’un 50. yıl projelerinden birini ağırlamış oluyor. Beral Madra, Ayşe ve Alpagut Gültekin ile Erol Sağmanlı tarafından kurulan Kuad Galeri, ikinci sergisi “Fluxus 50”de Fluxus’un en önemli galerilerinden biri ve hatırı sayılır bir Fluxus koleksiyonuna sahip olan
Çek sanatçı Milan Knizak’ın sergide yer alan bir çalı ması.
Rus asıllı Amerikalı sanatçı Louıs Goodman’ın buluntu nesnelerle ürettiği eserlerinden “Zincir Kumpas” ve “Rıngo” ile Fluxus’un Danimarka’daki öncü isimlerinden Erıc Andersen’ın “Opus 20”si sergide görülebilecek işlerden birkaçı. Galerie Inge Baecker’in zengin koleksiyonunun bir kısmını İstanbul’a taşıyor. Sergide Eric Andersen, Detlef Birgfeld, Ugo Dossi, Louis Goodman, Al Hansen, Geoff Hendricks, Dick Higgins, Allan Kaprow, Milan Knizak, Alison Knowles, Nam June Paik, Ulrike Rosenbach, Endre Tot, Wolf Vostell, Emmett Williams’ın resim, desen, fotoğraf, kolaj, özgün baskı ve küçük boyutlu heykelleri sergileniyor. “Fluxus 50”de yeni dönem Fluxus işleri de var. Münihli tasarımcı Otto Künzli’nin yanı sıra, Türkiye’den ‘70’li yılların sonunda Fluxus özellikleri taşıyan işler üreten sanatçılar Serhat Kiraz, Ahmet Öktem ve İstanbul’da yaşayan Sırbistanlı sanatçı Zeljka Micanovic, sergide yeni yapıtlarıyla yer alıyor.
Önemli yapıtlar Allan Kaprow’un “Akış” (Course) adlı happening’inden beş fotoğraf “Fluxus 50”nin en tanınmış işlerinden. Rus asıllı Amerikalı sanatçı Louis Goodman’ın buluntu nesnelerle ürettiği çalışmalarından “Zincir Kumpas” (“Compass Chain”) ve “Ringo” ve Fluxus’un Danimarka’daki öncü isimlerinden Eric Andersen’ın “Opus 20”si sergide görülebilecek işlerden sadece bir-
kaçı. Bir dönem John Cage’le de çalışmış olan besteci, şair ve sanatçı Dick Higgins’in nota kağıtlarıyla ürettiği “Dört Mevsim” (“Four Movements”) ve tuval üzerine akrilik işi “Meredith Monk İçin” (“For Meredith Monk”) de “Fluxus 50”de yer alan önemli yapıtlardan. Dick Higgins, aynı zamanda Fluxus’un başat düşünürlerinden biri. Higgins’in oluşumu tanımlamak için yarattığı ‘inter media’ terimi, Fluxus’un kilit kavramlarından biri oldu. Küreselleşme, eşzamanlılık, ağ yapısı, oluşum, etkileşim gibi pek çok kavram da ilk kez Fluxus dahilinde kullanılıp yıllar sonra geniş kitlelerce benimsenen terimlere dönüştü. ‘Sosyal heykel’ kavramı ve performanslarıyla Fluxus’un önemli isimlerinden biri de kuşkusuz Joseph Beuys’du. “Fluxus 50”, bize Beuys’un değil ama bir dönem onun öğrencisi olmuş olan Alman sanatçı Ulrike Rosenbach’ın eserlerini de sunuyor. Video, performans ve yerleştirmeleriyle tanıdığımız Rosenbach, kendi bedenini kullandığı işleriyle feminist sanat pratiğinin önemli isimlerinden biri. Sanatçı sergide fotoğraf ve kolajlarıyla yer alıyor. “Fluxus 50” sergisi kapsamında, serginin açılışını takiben Beral Madra modera-
törlüğünde, galerici Inge Baecker, sanatçı Eric Andersen, Kunsthalle Düsseldorf Direktörü Gregor Jansen ve sanat eleştirmeni-küratör Fırat Arapoğlu’nun katılımıyla Kuad Galeri’de gerçekleştirilen söyleşi de, Fluxus’un dünü ve bugününe ışık tutması açısından, serginin kendisi kadar önemli bir kaynaktı. Konuşmada öne çıkan noktalardan biri, Eric Andersen’ın Fluxus’un sonlanmış bir dönem değil; varlığını sürdürmekte, devam etmekte olan bir fenomen olduğunun altını çizmesiydi. Yine Eric Andersen’ın üzerinde özellikle durduğu bir başka konu da, George Maciunas’ın Fluxus’un lideri ya da kurucusu olmadığı, Fluxus’u kendi sosyo-politik görüşleri ekseninde şekillendirmeye çalıştığı ve Avrupalı sanatçıların çoğu zaman Maciunas ile görüş ayrılıkları yaşadığıydı. 20. YY. sanatının en radikal oluşumlarından biri olan Fluxus’un önemli yapıtlarını sunan, farklı coğrafyalardan, çoğu bugün hayatta olmayan sanatçıların işlerini bir araya getirerek önemli bir kaynak oluşturan bir sergi “Fluxus 50”. ■ Kuad Galeri Bitiş tarihi: 30 Haziran 2012 (0212) 227 00 08 Milliyet Sanat Haziran 2012
81
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
SERGİ
Fırat Engin’in sergide yer alan çalı malarından biri.
Tavizsiz bir sergi BORA GÜRDA theeurotrash@gmail.com
82
1970’LERDEN günümüze uzanan süreçte heykel sanatının malzeme repertuvarı ve içeriksel kaygıları değişerek, dönüşerek ilerleyen bir yol izliyor. Söz konusu süreçte heykel sanatı, klasik heykelin biçim veren/yontan, modernist heykelin inşa eden/çatan biçimsel yaklaşımlarından farklılaşmaya başladı. Pop Art’ın sıradan/gündelik nesneleri ikonikleştiren tavrı, bu tavrı farklı ölçek/medya/fikirlerle geliştiren kavramsal sanat ve ‘bir şey’ anlatmayı tümden reddeden, birim tekrarlarıyla heykelin olanaklarını sorgulayan minimalist sanat ise 2000’lere uzanan süreçte özellikle formasyonu heykel alanında olan güncel sanatçıları etkiledi. Hacettepe Sanat Müzesi’nde “Kreşendo” başlıklı sergisiyle izleyiciyle buluMilliyet Sanat Haziran 2012
Ajitasyon ya da provokasyona başvurmadan da ‘dünyevi meselelerin’ sanat yapıtına aktarılabileceğinin farkında olan genç bir sanatçı ve sergisiyle karşı karşıyayız bu ay: Fırat Engin ve “Kreşendo”. şacak olan Fırat Engin de şüphesiz söz konusu dönem, akım ve sanatçılardan etkilenen ve bu etkiyi yapıtlarına taşıyan bir isim. Ancak sanatçının yapıtlarına bütüncül bir gözle bakıldığında belli başlı bazı eğilimleri sanatsal üretimlerinde dönüştürerek uygulamasına, yorumlamasına, ‘üsluplaşma’ya tereddütle yaklaşmasına karşın her halükarda özgün işlere imza attığını söylememiz mümkün. Sanatçının 2009 ve sonraki yıllardaki üretimlerine baktığımızda toplumsal dinamiklere dair kavramları görselleştirdiğini, lokal etkilerden uzakta konvansiyonel bir dil tutturduğu, hatta herhangi bir coğrafyaya dahil edemeyeceğimiz işler ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu noktada sanatçının kavramsal sanattan beslendiğini ve bu yaklaşımın belli başlı dü-
şünsel temellerini yaşadığı günün gerçeklerine taşıdığını vurgulamakta fayda var. Bu yıllarda biçem yönünden farklı anlatım olanaklarını (ses, video, enstalasyon) araştıran sanatçının zihinsel üretim sürecinde hangi kavramları irdelediğini serimlemek yapıtlarını okumayı kolaylaştıran bir tercih olabilir.
Tüketim toplumu Sanatçı bu süreçte ulus, bayrak, doğa, üçüncü dünya ülkelerinin 2000’lerdeki konumu, emperyalizm, tüketim toplumu, tekelci şirketler & satış politikaları ile kültürel istila gibi kavramlara, konulara odaklanmış. Söz konusu kavramları çıkış noktası olarak belirleyen Engin’in malzeme seçimi de çeşitlilik gösteriyor. Neon ışıklar,
“Ankara, açığını galerilerin varlığıyla kapatmak durumunda kalıyor” Mayıs ayında açılan ve sanat danışmanlığını Döne Otyam’ın yaptığı m1886, galeriden ziyade her yönüyle dört başı mamur bir sanat projeleri mekanı. Ankaralı sanatseverler mayıs ayında yepyeni bir sanat mekanı ile tanıştı. Sanatçılar, koleksiyonerler, galeri/fuar/müze yöneticileri, küratörler ve eleştirmenler arasındaki kimi noktalarda zayıflamış olan bağların da güçlendirilmesi gerektiği inancıyla yola çıkan bir galeri bu: Adı m1886. Sanat dünyasının muhtelif aktörleri arasında diyalog sağlayacak bir mekân olmayı amaçlayan m1886’nın sanat danışmanlığını yürüten Döne Otyam ile konuştuk. m1886’nın hayata geçirilme sürecinden bahsedebilir misiniz? Ankara ekonomisi hızla gelişirken, sanat ortamında geçmiş yıllara göre güç kaybetti. Oysa Ankara gibi hiçbir çekiciliği olmayan kentler dahi düzenledikleri sanat etkinlikleriyle gerek ulusal gerekse uluslararası alanda dikkatleri üzerine çekebiliyor. Bienallerden, müzelerden, dünyayı dolaşan ‘blockbuster’ sergilerin konaklayabileceği mekanlardan yoksun olan başkent Ankara, ‘açığını’ galerilerin varlığıyla kapatmak durumunda kalıyor. Geçmişe göre sanat ortamında kan kaybeden Ankara son yıllarda önemli kurumların destek verdiği galerilerin ve sergi mekanlarının çoğalmasıyla eski gücünü kazanmaya, periferi konumundan çıkmaya ve Türkiye’nin sanat platformunda güçlenmeye başladı. Ancak birçok sanat galerisine sahip olmakla beraber güncel sanat sergileyen, klasik sanat galerisi dışına çıkabilen mekanlar maalesef hâlâ çok yetersiz. Mercedes-Benz
dayanıklı tüketim malları, kumaş, polyester döküm gibi malzemeler Engin’in postmodern sürecin repertuvarıyla kurduğu bağı netleştiriyor.
Taptaze bir bakı açısı Baudrillard’ın çoğu kişinin huzurunu kaçıran saptamasında olduğu gibi “Günümüz sanatının gönderme, simülasyon ve temellük etme” üzerine kurulu olduğunun bilincinde bir sanatçı olan Engin, içsel enerjisini ve sanatçı imzasını geri çekmek hatta yok etmek pahasına, geriye dönük bir bakışla modern ve postmodern sanatın yolla-
bayii Hasmer Otomotiv ile bir sanat galerisi açma fikriyle yaptığımız görüşmelerde galeri mantığı dışında farklı bir platformda sanatı işleyen ve projelendiren bir mekan açma yoluna girdik. Mekanın, Ankara’nın yeni bir iş merkezi olan Tepe Prime Avenue’de bulunması da benim için çok önemli oldu. Çünkü ben genelde kamusal alanlarda sergiler açmanın önemini vurgulamak adına bu alanda çalışmayı yeğliyorum. m1886’nın güncel sanat ortamına katmayı hedefledikleri neler? Bir ‘sanat galerisi’ olmanın ötesinde farklı bir misyona sahip olduğunuz hissediliyor... m1886, bir sanat projeleri mekanı olarak kurgulanarak, adeta bir müze işlevini görecek bir konseptle hareket edecek. İçinde bir de sanat dükkanı barındırmak da klasik galeri tanımının dışına çıkmak için sadece bir örnek. m1886, ağırlıklı olarak güncel sanat sergileri açan, genç sanatçılarla iş birliği yapan, onlara gerek mekan sağlayan gerek danışmanlık sunan bir galeri. Dolayısıyla tüm ziyaretçilerine Türk sanatçıların işgal ettikleri son derece önemli konumları hatırlatmış, tanıtmış olacak. m1886, bünyesinde bulunduğu Bağcı Sağlam Eğitim Kültür Sanat ve Yardım Vakfı aracılığıyla burslar sağlamayı, sanat yoluyla ulusal ve uluslararası platformlar oluşturarak kültür sanat alanındaki tartışmaları zenginleştirmeyi de amaçlıyoruz. Mekanda şu anda izlenebilen sergi ve gelecek etkinlikler hakkında bilgi
rını yaşadığı günün gerçekliğine uyarak kat ediyor çalışmalarında. Öte yandan sanat yapıtının ticari dolaşıma girmesine ve ‘sanat yapıtı piyasası’nın genelgeçer kurallarına ‘alışamayan’ sanatçı için yapıtın ‘aura’sı, izleyici tarafından deneyimlenmesi, eserinin meramını izleyiciye dillendirmesi çok daha büyük önem taşıyor. Sherrie Levine’in de vurguladığı gibi “Dünya boğuluncaya kadar dolmuş durumda. İnsan her taşa izini bıraktı. Her söz, her imge, kiralanıp ipotek edildi.” Fırat Engin de sebatla yaşadığımız günlerin izini yeni önermelerle yapıtlarına taşıyor, ‘sanat yapıtı’ mef-
Döne Otyam, Kezban Arca Batıbeki’nin eserinin önünde.
verebilir misiniz? m1886 ilk sergisine pop art ve video art alanında başarılar yakalamış Kezban Arca Batıbeki’nin ‘’Kız Dalaşı Masalları’’yla başladı. Bu sergi 4 eser 4 disiplin kurgusu altında düşünüldü. 25 yılı aşkın bir süredir resim, enstalasyon, kısa film ve fotoğraf gibi farklı sanat disiplinlerinde eser üreten Kezban Arca Batıbeki’nin başlangıç noktasını, öncelikle, yakın çevresinde gözlemlediği kadınların karmaşık dünyası oluşturuyor. m1886’nın bulunduğu lokasyon dolayısıyla yaz boyunca gerek mekanda gerekse açık havada sergiler yapmaya devam edeceğiz. Yeni sezona ise Mehmet Güleryüz sergisiyle başlayacağız. Daha sonra Arzu Başaran gibi hem hepimizin tanıdığı yerleşik sanatçılarla hem de heyecanlı keşiflerimizle sergilerle devam edeceğiz. m1886 / Bitiş tarihi: 5 Haziran 2012 / (0312) 286 00 74 / 286 00 75
humunu üslupsuzluktan ürettiği ‘üslup’ ile taptaze bir bakış açısıyla ele alıyor. Dolayısıyla bu sergi vesilesiyle sanatçının ‘kreşendo’ya ulaşan sanatsal üretimi ve birikiminin izleyiciyle buluşması Engin’in gelecekte neler üreteceğinin ipuçlarını taşıması yönünden bir kez daha önemli. Zira güncel sanat dünyası ‘ajitasyon/provokasyon’a başvurmadan da ‘dünyevi meselelerin’ sanat yapıtına aktarılabileceğinin farkında olan genç bir sanatçı ile karşı karşıya.■ Hacettepe Sanat Müzesi Bitiş tarihi: 13 Haziran 2012 (0312) 305 43 43 Milliyet Sanat Haziran 2012
83
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
İNCELEME
Koleksiyon oluşturmak için izlenecek yollar!
Koleksiyon ama nasıl? ASLI AÇIKGÖZ asli.acik@hotmail.com
Sanat eseri satın almaya heveslenen taze sanatseverler için en büyük mücadele işe nereden başlayacağını bilememek. Yüzlerce galeri, onlarca müzayede evi ve sanal ortamda her gün binlerce sanatçıyla karşılaşan sanatseverler için eserlere nasıl ulaşabileceklerini ve koleksiyon yaparken nelere dikkat etmeleri gerektiğini araştırdık. GEÇTİĞİMİZ haftalarda bir arkadaşım yeni taşındığı evine orijinal sanat eserleri almak istediğinden bahsetti. İlerde eser alımına devam edebileceğini, şimdilik işe evini donatmakla başlayacağını ekledi: “Eserler özgün olmalı, hoşuma gitmeli, hem keseme hitap etmeli hem de sanatsal değeri olmalı ancak işe nereden başlayacağımı bilmiyorum.” Özellikle yolun başında olan
bir sanatsever için işe nereden başlayacağını bilememek, sanat eseri koleksiyonu yapmaktan ürkmesine neden olabilir; ancak ufak bir çabayla iyi bir mini koleksiyon yapmak ve zaman içinde koleksiyonu geliştirmek mümkün. Her zaman vurguladığımız gibi ilk iş bolca araştırma yapmak, öğrenmek ve kişisel beğeni geliştirmeye ek olarak yapıtı algılamak.
Nereden ba layalım İşe nereden başlayacağını bilmeyen bir sanatsever için sanal ortam kısa sürede bolca araştırma yapmaya imkan verir. Sanat dergilerinden ve sanal ortamın arama motorlarından kolayca ulaşılabilecek sanat portalları sayesinde yüzlerce galeri, müze, müzayede evi ve sanatçının iletişim bilgi-
Uzman isimlerden koleksiyon tüyoları Balkan Naci slimyeli: “Bilgi yanılma payını azaltır”
84
Kendisine koleksiyon yapmaya heveslenen kişilere nasıl bir yol izlemelerini sorduğumuz sanatçı Balkan Naci İslimyeli koleksiyonculuğun tıpkı sanat gibi, bir vizyonerlik işi olduğunu söylüyor: “Koleksiyonerlere tavsiyem öncelikle ilgilerinin doğal bir parçası olarak sanat konusunda bilinçlenmeleri. Bilgi yanılma payını azaltır. Büyük yatırımlarda başarısı ve sürekliliği kanıtlanmış tanınan isimlere, küçük bütçeli seçmelerde gençlere şans tanıyabilirler. Portföyü sayısal olarak çoğaltmak yerine belirli isimlerde yoğunlaşmalarını öneririm. Koleksiyonculuk manipülasyona çok açık ve tehlikeli bir alan. Alanın aktörleri yazık ki yalnızca kendi ellerindekinin şansını yükseltecek bir yol izliyorlar. Alanın değer ölçütleri henüz oturmadı. Aynı resmi kırk yıldır yapan sanatçılar kimlik, kişilik sahibi zannediliyor. Modern sanatın atak, araştırıcı, yenilikçi değerleri bizde hala alan bulamıyor. Kendini tekrarlayan, salt modayı
Milliyet Sanat Haziran 2012
izlemekle yetinen, suya sabuna dokunmayan, dekoratif işler sanat olarak sunuluyor.”
Ahmet Bitlis: “Sanatçı hakkında bilgi toplarım” Birkaç sene önce sanat eseri koleksiyonu yapmaya başlayan Polisan Yönetim Kurulu Üyesi Ahmet Bitlis, sanat eseri satın almaya sanat alanında çalışan güvendiği dostları sayesinde başlamış. Sanat dergileri, sanatçı katalogları ve sanat hakkında kitaplar okuyarak kendini geliştirmeye çalışan Ahmet Bitlis, etkinliklerden daha çok kendisine yollanan davetiyeler vasıtasıyla haberdar oluyor: “Ağırlıklı olarak müzayede ve galerilerden eser alıyorum. Bazen direkt sanatçılardan eser aldığım oldu ancak sanal ortamdan hiç eser almadım. Eser almadan önce sanatçı hakkında bilgi toplarım, özellikle gitmek istediğim sanatçıyı önceden tespit ederim. Özellikle belirtmek isterim ki, henüz kendimi koleksiyoner olarak görmüyorum. Ben koleksiyonunu öğrenerek ve ağır
adımlarla oluşturmayı amaçlayan yolun başında bir sanatseverim.”
Nilgün Beller: “Daha çok yurt dı ına satı yaptık” 2000 yılında hayata geçen Türkiye’nin ilk sanal sanat portallarından lebriz.com sanatçı ve galerin iletişim bilgilerini veren iyi bir sanat portalı. Sitenin kurucularından Nilgün Beller, sanal ortamda eser satışı ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Sanal ortamda sanat eseri satışları lebriz.com’u kurduğumuz 2000 yılından bu yana arttı. Başlangıçta müzayede şeklinde gerçekleştirdiğimiz sanal ortamdaki sanat eseri satışları şimdi sadece Lebriz Shop adı verilen sayfada, fiyatları bizim denetimimizde olmak kaydıyla devam ediyor. Ağırlıklı olarak 300 TL ile 1000 TL arasında değişen uygun fiyatlı eserlere en fazla talep yurt dışından geliyor. Bugün kadar başta İsviçre olmak üzere Amerika ve Çin’e kadar satış yaptık. Sanal ortamda yerli sanatseverlerin eser alımı biraz daha düşük oranda seyrediyor.”
LLÜSTRASYON: EMRE ÇILDIR
lerinin yanı sıra eserler, etkinlikler hakkında gereken tüm bilgilere oturduğunuz yerden ulaşabilirsiniz. Sanatçılara ulaşmak için sanal sanat portallarının yanı sıra sergi açtıkları galeriler ya da varsa sanatçıların kişisel web sitelerinden faydalanabilirsiniz. Galeriler, sanatçının sergi tanıtımı ve kurulumu için oldukça masraf yaptıklarından sergi sırasında haklı olarak sanatçıların atölyeden eser satışı yapmalarını istemezler. Dolayısıyla galerilerden sanatçıya ulaşmak her zaman kolay olmaz. Öte yandan pek çok sanatçı zaten bir galeri ile anlaşmalı olarak çalışır ve atölyelerinden satış yapmaz. Bu sanatçılar için galeriler bir tür menajer vazifesi görür. Sanatçılara ulaşmanın bir diğer yolu sanat fuarlarıdır. Sanat fuarları süresince eserleri sergilenen hemen her sanatçı ile fuarda tanışmak mümkün. Alelacele bir alım yapmadan önce bolca etkinlik ziyaret etmek ve sanat hakkında donanım kazanmak ise kişisel beğeni geliştirmenin en iyi yoludur. Özellikle sanata yeni ilgi duyan kişiler, sanatı sadece yağlıboya tuval resmi ile özdeşleştirme hatasına düşerler. Halbuki günümüzde sanatçılar yağlıboyanın yanı sıra tuval üstüne çeşitli malzemeler, çağdaş heykeller, yerleştirmeler, video, fotoğraf ve diğer pek çok malzeme ile üretim yapıyor. Şunu hatırlamakta fayda var: En iyi koleksiyon, sanatseverin yaşadığı çağı yansıtan eserler-
den oluşur. Eser alımı yapmadan önce kaç eser almak ve nasıl bir bütçe oluşturmak istediğinize karar vermek de iyi bir fikir olabilir. Örneğin “Bu yıl beş eser için şu kadar bütçe ayırabilirim” şeklinde bir planla yola çıkmak zaman içinde iyi bir koleksiyon oluşturmanıza yardımcı olacaktır. Orijinal sanat eserlerine galeriler, müzayedeler, sanat fuarları ve sanatçı atölyelerinden ulaşabilirsiniz. Ziyaretiniz sırasında çekinmeden sanatçı ve eser hakkında bilgi istemelisiniz. Eser alımında eserin özgünlüğünü ve ileride eserin bakımı için gerekebilecek bilgileri belgeleyen bir sertifika talep etmek yerinde olur. Eser fiyatları ile ilgili zihinleri en fazla karıştıran soru, eserlerin neye göre fiyatlandırıldığıdır. Bunun çok kesin bir kuralı olmamakla birlikte eserin ebadı, kullanılan malzeme ve en önemlisi hangi sanatçının üretimi olduğu (sanatçının kariyer donanımı) eser fiyatlandırmasında rol oynar. Uluslararası başarı sağlamış, çeşitli müze ve koleksiyonlara girmiş usta bir sanatçı ile yeni mezun bir sanatçı adayının eserinin, malzeme ve ebat aynı olsa da aynı şekilde fiyatlandırılmayacağı açıktır.
Saçma fikirler Günümüzde sanat eserlerini galeri ve müzayedelerden alabileceğiniz gibi sanat fuarları ve hatta sanal ortam da sizin için bir seçenek olabilir. Sanatçı atölyelerinden
eser almak isteyenlerin ise bazı noktalara dikkat etmelerinde fayda var. Örneğin sanatçının atölyesini ziyaret etmeden önce sanatçı hakkında bilgi almak ve onun zamanına saygı duymak bunlardan en önemlileri. Ayrıca sanatçıyı başka sanatçılarla kıyaslamak, eser fiyatları hakkında ucuz pazarlıklara girişmek (“Antalya’da bir sokak ressamı böyle bir eseri dörtte bir fiyatına satıyor”, gibi) ve sanatçıya üretimi ile ilgili saçma fikirler beyan etmekten (“Bu eseri beğendim ama bence biraz daha kırmızı renk iyi giderdi”, gibi yönlendirmelerden) kaçınılması şiddetle tavsiye edilir. Öte yandan iyi bir koleksiyon sadece usta sanatçıların pahalı eserlerinden oluşmak zorunda değil. Yeni çıkış yapmış genç ve kariyerinin ortalarındaki sanatçıların uygun fiyatla edinilecek eserleri arasında iyi bir usta sanatçının ufak boyutlu bir eserini bulundurmak koleksiyona değer katacaktır. Usta sanatçıların eserlerini pahalı bulan ve yeterli bütçeye sahip olmayanlar içinse baskı eserler güzel bir seçenek. Günümüzde pek çok usta sanatçının eserine ipek baskı, serigrafi, gravür ve litografilerini satın alarak daha uygun fiyatlara ulaşmak mümkün. Genç, kariyerinin ortalarında ve usta sanatçıların eserlerinin belli döneme ya da temaya odaklanmış uyumlu eserler bütününün, maddi manevi açıdan değerli bir koleksiyon olacağı unutulmamalıdır. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
85
■ ■ ■ ■ ■
PLAST K SANATLAR
İNCELEME
120 milyon dolara atılan “Çığlık” ÖZLEM ÜNSAL ozlemunsalart@gmail.com
Geçtiğimiz ay Edward Munch’un özel bir koleksiyonda yer alan tek eseri olan “The Scream”in Sotheby’s müzayede evi tarafından 120 milyon dolara satılması gözlerin bir kez daha bu ünlü esere çevrilmesine neden oldu.
86
SOTHEBY’s 2 Mayıs’da tarihin rekor satışlarından birine daha imza attı. Norveçli ressam Edward Munch’un “The Scream” (Çığlık) adlı tablosu 40 milyon dolardan satışa çıkarıldı ve 120 milyon dolara satıldı. Fiyat hakikaten duyduğunuzda çığlık attıracak cinsten... Ama resmin hikayesini de öğrenince satış fiyatı o kadar da şaşırtıcı gelmemeye başlıyor. Bilindiği üzere Munch’un “The Scream” tablosunun dört versiyonu var: Müzayedeye çıkan 1895 tarihli yapıt ise özel koleksiyonda bulunan tek işti. Eserin sahibi Norveçli iş adamı Petter Olsen’in babası Thomas, Munch’un arkadaşı ve destekçisi olduğu için esere sahipti. Ekspresyonist ressam Edward Munch’un 1893-1910 yılları arasında yaptığı baskı ve resimlerden oluşan ve genel adıyla “The Scream” olarak bilinen yapıtlar, sanatçı tarafından “Der Shrei der Natur / The Scream of Nature” (Doğanın Çığlığı) olarak adlandırıldı. Yapıtın her versiyonunda öndeki figür değişmez ve arka fonda ekspresyonizmin vurgusunu yapan gökyüMilliyet Sanat Haziran 2012
zü kıpkırmızı resmedilir. Fonda görülen manzara Oslo’dur; Ekeberg tepesinden Oslofjord’un görünümü yer alır. Oslo’daki Munch Müzesi’nde sergilenen “Scream”in 1893 tarihli versiyonu bir soygun sonucu Ağustos 2004’te birkaç tabloyla birlikte çalındı. Tablo iki yıl sonra 31 Ağustos 2006 tarihinde yıpranmış bir şekilde bulundu ve müzeye iade edildi, onarımları tamamlandıktan sonra tekrar sergilenmeye başlandı.
Do anın sonsuz çı lı ı Edward Munch, Norveç kültürel ve siyasi hayatında önemli roller üstlenmiş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçük yaşta kardeşini ve annesini kaybeden sanatçı, Püriten bir babanın baskıcı, korkutucu, ceza veren eğitim anlayışıyla büyüdü. Şizofren kardeşinin yaşamına etkileri, babasının didaktik, korkutucu ve melankolik hikayeleri, çocukluğunun hastalıklarla geçmesini, içindeki yalnızlık ve ölüm korkusunu büyüttü. Munch’un hikayesini duyduğunuzda
aklınıza gelen ilk isim Van Gogh olabilir, ki bunda çok da haklısınız. Hayat hikayeleriyle birbirlerine benzeyen bu iki sanatçının sanatsal tavırlarının da birbirini anımsatması şaşırtıcı değil... Munch, karanlık günler olarak hatırladığı çocukluk döneminden günlüğünde şu şekilde bahsedecektir: “Hastalık, delilik ve ölüm, beşiğimin başucunda nöbet bekleyen ve ömrüm boyunca yanımdan ayrılmayan kötü meleklerdir.” Sanatçının en önemli eseri olarak görülen “The Scream” ve versiyonları, Munch’un yalnızlık ve ölüm korkusunu en iyi anlatan yapıtı. Munch’un hastayken yaptığını bildiğimiz bu resmi hakkında günlüğünden şu satırları okuruz: “İki arkadaşımla güneşin batışında yürüyordum. Aniden gökyüzü kahverengiye dönüştü, durakladım, hissizleştim ve bir parmaklık üzerine dayandım. Kentin ve mavi fiyordun üzerinde ateşin dili ve kan vardı. Arkadaş-
sotheby’s kataloğunda “The Scream”in yanında belirtilen ‘imzalı’ ve ‘tarihli’ ibarelerinin yanı sıra ‘eser sanatçının orijinal çerçevesiyle saklanmıştır’ cümlesi yer alıyor ki bunlar onu daha da ‘özel’ kılıyor. “The Scream”, sanatçının duyduğu yalnızlık ve ölüm korkusunu görselleştirmesi açısından kusursuzdur. Sanat eleştirmenlerince ‘modern insan’ın ortak korkusunu yansıtan en güçlü yapıt olarak tanımlanır. Modern insanın korkularıyla, yapıtın bağdaşması popüler kültürü de etkiledi, filmlerden kitaplara hatta Andy Warhol’a da esin kaynağı oldu. Duyguyu izleyiciye aktarırken sanatçı bu resimde başka bir şeyi de dener; ekspresyonizmin beraberinde getirdiği çarpıcı parlak renk kullanımı, ressamın serbest bilek hareketleriyle yarattığı kıvrımlı çizgileri pekiştirir. Bu canlı, kıvrık çizgiler adeta sesin/çığlığın yüzeyde yarattığı titreşimi görselleştirir ve izleyicinin de bu sessiz çığlığı duymasını sağlar.
Yeni sahibi kim?
Sanatçının en önemli eseri olarak görülen “The Scream” (solda) Munch’un (üstte) yalnızlık ve ölüm korkusunu en iyi anlatan yapıtı.
larım yürümeye devam ettiler ben ise hala orada korkuyla titreyerek kalakaldım ve doğanın içinden gelen sonsuz çığlığı duydum.” Resim tam da bu satırların tasviri niteliğini taşıyor, öndeki figür sanatçının içinde duyduğu doğanın çığlığını sembolize ediyor. Amerikalı sanat tarihçisi Robert Rosenblum, bu figüre farklı bir yorum getiriyor. Rosenblum’a göre bu resimdeki insan figürünün yüzü Paris’teki Musee de l’Homme’da bulunan Peru’dan gelmiş olan mumyanın yüzünden etkilenerek yapılmış. Munch’un eğitimini Paris’de tamamladığı düşünülürse, bu müzeyi gezmiş olması ve mumyayı görmüş olması olası.
Modern insanın ortak korkusu Sanatçının diğer yapıtlarındaki figürlere baktığımızda da benzer bir figür çizim şeklini görmek mümkün. Sanatçı figürleri deforme ederek yeni bir ifade biçimi dener. İlginç olan ressamın aynı resmi dört kez daha yeniden çizmiş olması; bu obsesif tavır sanatçının o ‘an’ da yaşadığı duygunun travmalarını yıllarca canlı tuttuğunun bir göstergesi olsa gerek...
Gelelim bu eserin satışına... Eminim ki pek çok kişi servet niteliğinde bir bedele nasıl ulaştığını, kimin satın aldığını merak ediyordur. Her şeyden önce Munch’un hayatı boyunca yaptığı resimler içinde renk, konu, kompozisyonuyla ve üslubunu ele veriş biçimiyle sanatçının en önemli eserlerinden biri kuşkusuz “The Scream”. Dört versiyonu bulunan resmin, bir versiyonu taş baskı diğerleri pastel boya olmak üzere çeşitli tekniklerde üretilmiş. 1893’te yaptığı pastel boya, tempera ve yağlıboyadan oluşan 91x73.5 cm boyutlarındaki eser şu an Oslo’daki National Gallery’de sergileniyor. Diğer karton üzerine tempera tekniğindeki 1910 tarihli versiyon ise Munch Müzesi’nde ve 2004 yılında çalınıp 2006’da iadesi yapılan eser de bu. Diğer versiyonu taş baskı ve bilinen 50 civarında imzalı kopyası bulunuyor. 1895 tarihli pastel versiyonu ise Petter Olsen koleksiyonundaydı ve özel bir koleksiyon olması itibariyle tek satın alınabilir “Scream” tablosu niteliği taşıyordu. Sotheby’s kataloğunda eserin yanında belirtilen ‘imzalı’ ve ‘tarihli’ ibarelerinin yanı sıra ‘eser sanatçının orijinal çerçevesiyle saklanmıştır’ cümlesi yer almaktadır ki bu özellikler “The Scream”i daha da ‘özel’ kılıyor. Orijinal çerçeve el boyaması ve üzerinde Munch’a ait bazı yazılar okunuyor. Olsen Koleksiyonu’ndan çıkan bu eseri diğer varyasyonlarından farklı kılan bir özelliği de arka fonda yer alan iki figürden birinin farklı bir pozda resmedilmesi. 70 yılı aşkın bir süredir Olsen ailesinin koleksiyonunda bulunan “The Scream”,
Edward Munch’un dostu ve “The Scream”in artık ‘eski’ sahibi Thomas Olsen.
armatör Thomas Olsen’in 1920’lerden sonra Norveç’te Hvitsten’de Munch ile komşu olmasıyla başlayan bir süreçte hayatlarına dahil olacaktı. Genç bir iş adamıyken arkadaşlıkları büyüyen ve sanatçının destekçisi olan Thomas Olsen, Munch’un işlerinin korunmasını sağladı. Yapıt Sotheby’s’e satışının gerçekleşmesi için geldiğinde 40 milyon dolar açılış fiyatı belirlendi ve 80 milyon dolara satılması ön görülüyordu. 331 milyon dolarlık satışın yapıldığı Sotheby’s’in empresyonist ve modern sanat akşam müzayedesinde “The Scream” 119. 9 milyon dolara satıldı. Sotheby’s daha önce de yaptığı gibi dünyanın en önemli koleksiyonerlerine sunulmak üzere eserin izlenmesi için iki ön izleme daveti gerçekleştirdi; biri 13 Nisan’da Londra’da diğer ise 27 Nisan’da New York’da olan ön izlemelere katılanlar daha önce hiç kamusal alanda sergilenmemiş bu eseri ilk defa görme fırsatı buldular. New York’da düzenlenen, Sotheby’s çağdaş sanat departmanının başındaki Tobias Meyer tarafından yönetilen müzayedede “The Scream” adlı tablonun fiyatı ikisi telefonda olmak üzere 7 teklif veren koleksiyoner tarafından arttırılarak 107 milyon dolarlık çekiç fiyatına satıldı ve komisyonuyla birlikte 119.9 milyon dolarlık fiyatıyla ‘en yüksek fiyata satılan resimler listesi’ne 8. sıradan girmeye hak kazandı. Yapıtı kimin aldığı ise hâlâ merak konusu... Henüz ne Sotheby’s ne de alıcı koleksiyoner tarafından resmi bir açıklama gelmemesine rağmen, New York sanat dünyasında dönen dedikodulara göre yapıt Katar Şeyhi tarafından satın alındı. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
87
■ ■ ■ ■ ■
FOTO RAF
İNCELEME
Sinir bozucu ideal çiftin hikayesi
Andy Wiener, foto rafçı olmasının yanında çocuk ve ergen psikiyatristi olarak çalı ıyor. s
EBRU DEMETGUL ebrudemetgul@gmail.com
Andy Wiener, “Love Scenes” adlı fotoğraf serisinde Barbie, Ken ve He-Man üzerinden hayattan istediklerimizin bazen ne kadar bizim dışımızda, tasarlanmış ve yabancı olduğunu gösteriyor.
“Love Scenes”, 13 foto raftan olu uyor ve Barbie, Ken ile He-Man arasında geçen bir dramayı konu alıyor (yukarıda). “Love Scenes”, yeti kin bir kadının televizyonda Barbie’yi izlemesiyle ba lıyor (sa da).
88
EVCİLİK oyununun nesini anlamadığımı bilmiyordum. Bir şekilde bu oyunu oynamak gerekli geliyordu, deniyordum. Elimde bir adet Barbie, bir adet Ken vardı. Kalem kutularından ve silgilerden bir yuva inşaa etmeye çalışıyordum fakat evin sınırlarını belli edebilmiştim ancak. Barbie ve Milliyet Sanat Haziran 2012
Ken bu sınırın içerisinde bütün gün öylece oturuyor, küçücük fincanlardan kahve içiyor, birbirlerine bakıyorlardı. Suratlarındaki gülümseme hiç silinmiyor, zor bükülen bacaklarını uzatmış boşluğa bakıyorlardı. Arada sırada Barbie’nin saçlarını tarıyordum, kıyafetlerini değiştiriyordum. Ken’e yapa-
bileceğim pek bir şey yoktu, Barbie’nin başına bir şey gelmesi durumunda koruyacaktı belki, hazırda bekliyordu. İkisine baktıkça kendimle, evlilikle ve gelecekle ilgili kötü şeyler hissettiğimi hatırlıyorum. “Bu kadar mutlu olabilmek için böylesine güzel mi olmam gerek?” diye dü-
Mutlu bir aile tablosu içerisinde, televizyonda He-Man’i görüyoruz. Fiziksel güç, öfke ve soğukkanlılığı temsil eden bu karakter Ken’e hiç benzemiyor. Haliyle Barbıe’nin ilgisini çekiyor, televizyondaki bu görüntüye dönerek ailesine sırt çeviriyor.
Barbie ve He-Man mutlu günlerinde...
şünmeden edemiyordum. Sarı saç ve mavi göz imkanlar dahilinde değildi. Peki evleneceğim insan Ken gibi olacak mıydı? Temiz pak bir surat, güvenilir bir duruş, hep yanımda, hep yanımda... Bu bebeklerle birlikte verilen kısacık hikaye kitabını hatırlıyorum bir de. Tanışmaları, aşık olmaları, evlilikleri, her şeyleri anlatılıyordu çizimler eşliğinde. Onlara gıpta ile bakarken korkuyordum. Bu mükemmelliğe sahip olamama korkusu yaşıyordum. Barbie sadece ideal bir evliliğe değil aynı zamanda ideal mesleklere de sahipti üstelik. Hepimiz büyüyünce bir Barbie, bir Ken olamayacaksak yanmıştık. 1959 yılından beri milyonlarca çocuğun dünyasında yer alan Barbie, üzerime ağır bir cümle bırakmıştı boş bakışlarıyla: “Mutlu olmak, mükemmel olmakla başlar.”
Tuhaf bir foto rafçı Çok yıllar sonra gördüm ki Barbie ve Ken’in temsil ettiği sinir bozucu -ideal çift1988 ve 1989 yılları arasında layığını bulmuş. “Love Scenes” 13 fotoğraftan oluşan, Barbie, Ken ve He-Man arasında geçen bir dramayı konu alan sıradışı bir seri. Fotoğraflardaki modeller bu üç ana karakterin mas-
kelerini takarak kendilerini durumla özdeşleştiriyorlar. Bu tür bir maske kullanımını ‘yerine koymak’, ‘aklına sokmak’ olarak adlandıran Andy Wiener, tuhaf bir fotoğrafçı olmasının yanında vaktinin çoğunu çocuk ve ergen psikiyatristi olarak geçiren, geçimini bu şekilde sağlayan bir doktor. Londra Maudsley Hastanesi’nde görev yapıyor. Mesleği itibariyle insan ve onun iç dünyasında olanlar en çok ilgilendiği konular. Wiener çocuksu bir merakla insan malzemesiyle oynuyor, yetişkin bir vücuda taktığı maskelerle içimizdeki -aç- ve hala gerçekleşmemiş istekleri olan çocuğu seslendiriyor. Portrelerle, yüzümüzden okunan duygularla, bakışların ne ifade ettiğiyle ilgilenmiyor. Günlük yaşantımızın sakil gerçekliği altında kopan fırtınaları absürd bir anlatımla sunmayı tercih ediyor. “Love Scenes”, yetişkin bir kadının televizyonda Barbie’yi izlemesiyle başlıyor. Barbie’nin tasarlanmış ve ideal duruşunu inceliyor, kendisinde olmayanları, -olması gerekenleri- düşünüyor. Bu imajı ona televizyon sunuyor, bizim adımıza sahip olmamız gerekenler listesi yapan bir dünyada bir televizyon. Bir sonraki fotoğrafta kadın, aynanın karşısına geçiyor ve Barbie olmaya başlıyor. Doğuştan sahip olmadığı ve imkanları dahilinde de olmayan bütün değişiklikler için derme çatma bir çözüm olan ‘maske’yi yapıyor kendisine. Ardından yeni kimliğiyle tekrar televizyon karşısına geçiyor ve Ken’i görüyor. Barbie, en az kendisi kadar ideal bir kahraman olan Ken’le birlikte ‘olması gerektiğini’ düşünüyor. Burada aşktan bahsedilmiyor net bir şekilde. Konu aşktan ziyade, bir şekilde yaşanması gereken ideal durum. Sonraki fotoğrafta çift evlenmiş durumda. Mutfak, süpürge, halı, ütü ve televizyon arasında mutlu bir tablo yaşanıyor. Bir sonraki karede çifti, diğer ideal çiftlerle beraber görüyoruz. Hep beraber güzel bir pazar günü geçiriyorlar, birbirlerine çocuklarından, okul masraflarından, mutfağa aldıkları aspiratörden bahsediyorlar belki. Kareler ilerledikçe Barbie sıkılmaya başlıyor. Bu birliktelik içerisinde ulaşabileceği daha üst bir nokta bulamayınca heyecanı kalmıyor.
Barbie He-Man’le evlenince Yine mutlu bir aile tablosu içerisinde, tel-
Barbie Ken’le birlikte...
evizyonda He-Man’i görüyoruz bu sefer. Fiziksel güç, öfke, kahramanlık ve soğukkanlılığı temsil eden bu karakter Ken’e hiç benzemiyor. Haliyle Barbie’nin ilgisini çekiyor, televizyondaki bu görüntüye dönerek ailesine sırt çeviriyor. Bir kadın olarak bir erkek için mücadele etmek, belki peşinden koşmak, belki kıskanabilmek ona daha cazip geliyor. Ken’le evlilikleri bozuluyor ve boşanıyorlar. Barbie Ken’i aldattığı He-Man’le evleniyor bu kez. Yine bir pazar günü bütün ideal çiftlerin toplandığı yemekte bu sefer Barbie’yi ‘maço’ He-Man’iyle görüyoruz. Barbie üzerindeki hakimiyetini arttıran He-Man, hem maddi hem fiziksel gücü ile göz dolduruyor ama manevi olarak baskı altında bırakıyor kadını. Kareler ilerledikçe şiddet ve depresyon artıyor. Barbie’nin mutluluğu yine yanlış anlamış olduğunu görüyoruz dolayısıyla. Wiener bu çocukça ve tuhaf anlatımıyla aslında hiçbirimize yabancı olmayan tabloları fotoğraflıyor. Eş seçimimiz, iş seçimimiz, arkadaş seçimimiz kısacası hayattan istediklerimiz bazen o kadar bizim dışımızda, o kadar tasarlanmış ve yabancı oluyor ki, yıllar yıllar sonra kendimizi nereye koyduğumuza şaşırıyoruz ve bu şaşkınlıkla belki birkaç yıl daha geçiriyoruz. Kendisine bu nedenlerle başvuran hastalarını düşününce, Wiener’in konuya hakim olduğuna bir kez daha ikna oluyorum. İnsan hep aç ve ne yemek istediğini bilemeyen bir varlık mı olacak? Andy Wiener’in “Love Scenes” serisini ve diğer serilerini internetten bulabilir, dünyasına daha yakından şahit olabilirsiniz. Wiener’in fotoğrafları ‘inşaa edilmiş anlatım’, ‘düzeneği kurulmuş hikaye’ gibi tanımlarla anılıyor. Çalışmaları Londra ve Edinburgh şehirlerinde, Victoria Museum, Albert Museum, The Scottish National Portrait Gallery ve The Scottish Arts Council koleksiyonlarında yer alıyor. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
89
■ ■ ■ ■ ■
ARKEOLOJ
ENEZ KAZILARI
Ainos’un vazoları ne anlatıyor? DEVR M ER EN devrimersen7@gmail.com
Ainos yani Enez kazılarında Arkaik ve Klasik Dönem’e ait, üzerlerine kaliteli bir üslup ve teknikle mitolojik sahnelerin betimlendiği, tümü eksiksiz halde 9 vazo bulundu. Şimdi bu zengin koleksiyon sergilenmeye hazırlanıyor.
arap vazosuna Dionysos resmedilmi .
HOMEROS’un bıraktığı yerden Troia Destanı’na devam eden Vergilius, Troia’dan kaçanların, Aeneas adlı bir prensin önderliğinde, Kaz Dağları’nın gizli patikalarını kullanarak Antandros’a (Altınoluk) çıktığını söyler. Burada, Kaz Dağları’nın ormanlarından elde ettikleri kerestelerle yirmi teknelik bir filo oluştururlar ve denize açılırlar. Amaçları Troia’yı yeniden kuracakları uzak ve güvenli kıyılara ulaşmaktır. Oysa ki Ege’nin ters akıntıları, saldan hallice bu tekneleri Meriç’in denize döküldüğü kıyılara atar. Sığındıkları liman ve kurdukları kasaba yaklaşık üç bin yıldır, başlarındaki prensin adından türetilen isimlerle anılır; Ainos ya da Enez olarak. “Orada kurdum ilk surlarını kentin, Aineaslar kenti dedim, bağışladım ona kendi adımı” (Vergilius, Aeneas 3. kitap, 20. pasaj)
Çalı kan nehirler
90
arap servis edilen vazo, amphora. Milliyet Sanat Haziran 2012
Bu tip sempatik mitolojik öykülerin üstüne pek gitmese de, akademik bir takım eklemeler de yapmak gerekiyor. Nehirlerin denizlere döküldüğü ve balıkların yumurtlayabilmesi için muhteşem dalyanlar oluşturduğu yerler, Akdeniz’in hemen her köşesinde, çok erken çağlardan itibaren insanlar için birer çekim merkezi olmuştu. Söz konusu Enez olduğunda, ilk yerleşimciler için Aeneas’tan neredeyse bir beş bin yıl öncesine, yani Neolitik zamanlara uzanmalıyız. Ainos’un bilimsel olarak araştırılması ise 1970’lerde başlayan, aralıklarla devam eden ve 1995’ten beri İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sait Başaran’ın başkanlığında süreklileşen kazılar ve yüzey araştırmaları ile mümkün olabildi. Antik kent, Meriç Nehri’nin ‘çalışkanlığı’ sayesinde bugün deniz-
Troia Sava ı’na katılan prens Amphoranın bir yüzünün merkezinde tam da bir şarap vazosuna yakışacak bir şekilde, Dionysos betimlenmiş. Havaya kaldırdığı sol elinde, tanrıyla özdeşleşmiş spesifik bir şarap kadehi, başında bir asma çelengi ve bedeninden dünyaya fışkıran asma dalları ile esrik bir geceye davette bulunuyor. Başını çevirdiği figür, keçi sakalı, keçi kulakları ve kuyruğu ile Dionysos’un yoldaşlarından olan satyr adlı bir türün üyesi. Genelde ereksiyon halinde kadınların peşinde koşarken veya aylak ve sarhoş halde or2011 kazılarında elde edilen vazolar bir arada... manda kaval çalarken betimlenmekle birlikte, burada kendisinden beklenmeyecek bir sükunet içerisinde. Onu, bir erkeğin şarapla inos Nekropolü’nden gelen vazolar resim sanatının zıvanadan çıkma hali olarak da tasavvur edebirkaç yüzyıl içinde yaşadığı gelişimin küçük bir biliriz. Tanrının diğer tarafında, satyr’in tersine yavaş yavaş havaya girmeye başlamış, özetini verirken; mitoloji ve günlük hayata yönelik dans eden kadın figürü ise menad veya renkli bir konu repertuvarı sunuyor. bakkha olarak adlandırılan dişi bir topluluğun üyesi. Kendilerine verilen isimlerin Türkçe den dört kilometre içerde kalmış durumda. ke) ve şarapla karıştırılan suyun konulduğu karşılığının yaklaşık olarak ‘kudurmuş/çıldırNehir ağızlarına kurulan kentler, doğmalarını vazolar (hydria), içki kadehleri (kyliks) elimizmış’ gibi bir anlama geliyor oluşu da bu topbüyümelerini ve hatta bütün tarihlerini o deki koleksiyonun öne çıkan parçaları. Heluluk için yeterince açıklayıcı olacaktır. nehre borçlu oldukları kadar; ölümü, yani zamen bu cümlede kafa karıştırıcı olabilecek Aynı vazonun diğer yüzünde, ortada dumanla kıyıdan kilometrelerce uzaklaşmak gibir noktaya açıklık getirelim: Antik Çağ’da ran kılıçlı ve miğferli savaşçının, yanındaki dibi bir kaderi de aynı nehrin elinden yaşarlar. şarabı sek içmek ayıplanan ve görgüsüzce pinto (boyayla yazılmış yazı) sayesinde, TroMeriç ve Ainos ilişkisi, Küçük Menderes’in bulunan bir davranış biçimiydi ve barbarlara ia Savaşı’na katılan Diomedes adlı prens olEphesos’u veya Büyük Menderes’in Mileözgü bir tavır addedilirdi. Şaraplı sohbet ve duğunu öğreniyoruz. Prensin diğer tarafıntos’u var etmesi ve yok etmesine benzer; eğlence akşamlarında (symposion), ampda, anlamı anlaşılamamış “Doinkse” yazısı; Herodotos bunların tümünü ‘çalışkan nehirhora veya pelike ile getirilen şarap, hydria ile prensin arkasında duran, asası sayesinde ler’ olarak ifade eder. getirilmiş suyla büyük karıştırma kapları (krabilge biri olduğunu öğrendiğimiz yaşlı adam Ainos ‘70’li yıllardan beri kazılmakla birter) içinde birbirine karılırdı. Bire bir oran bive prensin kolundan tuttuğu kadın figürü, bir likte, 2008’in başlarında belediyenin yürütraz abartılı ve yadırganan bir miktara işaret bütün halinde bugünlere kalamamış mitolotüğü kanalizasyon çalışması esnasında buediyorken; karıştırılan suyun miktarı artıp, jik bir öyküyü anlatıyor olmalı. Antik Çağ valunan bir lahit kapağı, hiç beklenmedik bir şarabın miktarı azaldıkça ortamın kibarlaştızolarında bildiğimizi düşündüğümüz sahneanda kent nekropolünün keşfine giden yolu ğını varsayabiliriz. Nihayetinde bir kepçe lerde, aslında bilmediğimiz ve daha kötüsü açtı. Arkeolojinin insanı en kendine bağlayan (kyathos) ile karıştırma kabından alınan şabilmediğimizin farkında dahi olmadığımız birtarafı, aranılan şeyleri genellikle bulamazken rap, kadehlere servis edilir ve eş zamanlı çok detay bulunurken; neredeyse hiçbir fisıra dışı sürprizlerin gelip sizi bulması. Haliyolarak tüketilmeye özen gösterilirdi. kir yürütemediğimiz sahnelerde ise durum le uzun vadeli çalışma planları yapmanın en Ainos Nekropolü’nden gelen vazolar ayçok daha içler acısı bir hal alıyor. zor olduğu alanlardan biri arkeolojik kazılar. nı anda hem resim sanatının birkaç yüzyıl Nekropolden gelen diğer vazolarda, bir Bir anda binlerce çivi yazılı tablet bulunduiçinde yaşadığı gelişimin küçük bir özetini çeşit top oyunu oynayan genç kızlar, avcılağunda, kim “Ama bizim planlarımız içinde verirken; hem de mitoloji ve günlük harın av sahnesi, bir yapının avlubunları bulmak, çivi yazılarını çalışmak yokyatın detaylarına yönelik renkli bir konu Av sahneli vazo sunda çift saplı flüt (diaulos) tu” diyebilir ki? (bkz: Milliyet Sanat Mart repertuvarı sunuyor. Koleksiyoçalan gençler gibi günlük ha2012 sayısı, “Şapinuva” yazısı) Ainos’ta yanun başrolünü ise Arkaik Döyatın farklı görüntüleri de şanan da benzeri bir durum, önemli bir farknem’in (ki bu dönemi Hellen yansıtılmış. Enez kazısı la ki, bu sefer gelen sürpriz, kollarında son sanatının Olgunlaşma Evresi ekibi şimdi, 2008 yılınyıllarda bulunan en muazzam vazo koleksiolarak da okuyabiliriz) son büdan itibaren her geçen yonunu taşıyarak geldi. yük topluluğu olan Leagros kazı sezonunda zenginGrubu çizgisindeki bir ampholeşen bu koleksiyonun Suyla karı tırılan arap raya vermek yanlış olmaz. Kasergisine hazırlanıyor. dınlar hariç tüm figürlerin ve Birbirinden farklı üslup ve tekniklerle deEğer büyük bir şans motiflerin siyaha boyandığı kore edilmiş; kimileri yerel atölyelerde üreeseri bulunan nekrotilmekle birlikte büyük bir kısmı Attika’dan (kadınların ise beyaz zeminle pol, önümüzdeki yıllar(Atina ve yakın çevresi) ithal edilmiş ve göz bırakıldığı) ve bu nedenle moda da son üç yıldaki kaalıcı kısmı MÖ 7. YY. ile MÖ 4. YY. arasına dern araştırmacılar tarafından Sidar verimli sonuçlar vereyah Figür Tekniği olarak isimlendidizilmiş bir seri elimizdeki. Bu dönemin bücek olursa, planlanan sertün Antik Çağ tarihinde seramik sanatının rilmiş bir stilin ulaştığı zirveyi ve ayginin zamanla muazzam bir nı zamanda da bu stilin finalini temsil zirvesi olduğunu da eklemeliyiz. Şarap sereser topluluğunun sunumuna ediyor Ainos’tan gelen amphora. vis edilen vazolar (masa amphorası ve pelidönüşeceği düşünülebilir. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
91
■ ■ ■ ■ ■
M MAR
WANG SHU
Jinhua’da bulunan Seramik Evi...
Çağdaş Çin mimarlığına büyük ödül Wang Shu
REM MARO KIRI iremk@bahcesehir.edu.tr
Pritzker’in bu yılki sahibi Wang Shu, yıkılmış strüktürlerden elde edilen ve geri dönüştürülen malzemelerin yeni yapılarda kullanıldığı uygulamalar yapıyor. Bu dokularla, geçmişi de mimarlığına dahil etmiş oluyor.
92
GÜNÜMÜZ mimarlık dünyasının en prestijli ödülü Pritzker, bu yıl Çin Halk Cumhuriyeti’nden 48 yaşındaki Wang Shu’ya verildi. Resmi tören bu kez Pekin’de, 25 Mayıs’ta yapıldı. Wang Shu, çoğunlukla kendi bölgesinde, ülkesinde yapı yapan, Şanghay yakınındaki Hangzhou’da çalışan bir mimar. Uygur kökenli. Müzisyen ve marangoz bir baba ile öğretmen, kütüphaneci bir annenin çocuğu. Eğitimini Nanjing Teknoloji Enstitüsü Mimarlık Bölümü’nde 1988’de tamamlamış. Hangzhou’daki Zhejiang Akademisi’nde tarihi yapıların yenilenmesi, mimarlık ve çevre Milliyet Sanat Haziran 2012
ilişkisi üzerinde çalışmış. Eşi Lu Wenyu ile birlikte 1997’de Amatör Mimarlık Stüdyosu adını verdikleri bürolarını kuruyorlar. Serbest mimarlık çalışmalarını sürdürürken Wang Shu, 2000’den başlayarak Hangzhou Sanat Akademisi’nde Mimarlık Bölüm Başkanı. Amerikan üniversitelerinde dersler vermiş, Venedik, Hong Kong, Brüksel, Berlin ve Paris’te sergilere katılmış, ödüller kazanmış.
Pritzkerler ve ödül Pritzker 1979’dan bu yana, yaşayan bir mimara, gerçekleştirdiği mimarlık yoluyla,
insanlığa ve yapılı çevreye katkılarının değerlendirilmesi sonucunda veriliyor. Ödül, sahibine 100 bin dolarlık bir çek ve bir bronz madalya olarak iletiliyor. Ödüle adını veren ve sponsor olan Pritzkerler Amerika’nın en varlıklı ailelerinden biri.; Hyatt otel zinciri, Marmon Endüstri gibi büyük holdinglere sahipler. Pritzker ailesinin mimarlığa yoğun ilgisi, Hyatt otelleriyle başlamış. Ödülün uluslararası jüri, gizli oylama gibi prosedürleri, mimarlık alanını kapsam dışı bırakan Nobel’i örnek alıyor. Her yıl farklı ülkelerden yüzlerce mimar aday gösteriliyor ve değerlendiriliyor. Bu yılın mimarını ödüllendirenlerin başında jüri başkanı ünlü Lord Palumbo var. Palumbo, Serpentine Gallery Başkanı, Büyük Britanya Sanat Konseyi ve Tate Gallery Vakfı eski başkanı, MOMA New York Mies van der Rohe Arşivi eski kurul üyesi gibi unvanların yanı sıra Mies van der Rohe’nin Farnsworth House, Le Corbusier’nin Maisons Jaoul ve Frank Lloyd Wright’ın Kentuck Knob yapılarının da sahibi. Palumbo’nun, gerçekleştirilmemiş bir Mies yapısını St.Paul Katedrali’nin yakınına inşa etmeyi istediği için bozuşana kadar, Prens Charles’ın yakın
Wang Shu’nun 2008 tarihli yapısı Tarih Müzesi, uluslararası alanda saygı görüyor.
dostlarından olduğu söyleniyor. Jüride 2004 Pritzker ödüllü Zaha Hadid, Finli mimar yazar ve eğitimci Juhani Pallasmaa gibi başka ünlü isimler de var. Ayrıca, 2002 Pritzker ödüllü Avustralyalı mimar Glenn Murcutt, New Yorklu yazar mimari danışman Karen Stein, A.B.D. Anayasa Mahkemesi’nden Stephen Brever, Pekinli mimar ve eğitimci Yung Ho Chang, Santiago Elemental’den mimar Alejandro Aravena ve Madrid IE Mimarlık Okulu dış ilişkiler dekan yardımcısı Martha Thorne da bu jürinin üyeleri. Bu yılki seçimi deklare ederken Thomas J. Pritzker’in yaptığı konuşma, şu sözleri içeriyor: “Bu yıl Çinli bir mimarın ödüllendirilmesi yönündeki jüri kararı, mimarlık ideallerinin gelişiminde Çin’in üstlenmekte olduğu rolün algılanmasında önemli bir adımı temsil ediyor. Buna ek olarak gelecekte Çin’de biçimlenecek kentleşmenin başarısı, Çin için olduğu kadar dünya için de önemli. Bu kentleşme, yerel kültür ve gereksinimlerle uyum içinde olmalı. Çin’in kent plancılığı ve tasarım alanlarındaki benzersiz olanakları, hem uzun geçmişi ve özgün geleneği ile, hem de sürdürülebilir gelişime ilişkin, gele-
ceğe yönelik gereksinimleriyle uyumlu olmayı isteyecektir.” Karen Stein ise Wang Shu’nun bürosunu Amatör Mimarlık Stüdyosu diye adlandırdığı ama aslında çalışmalarının ‘form, ölçek, malzeme, mekan ve ışık gibi mimarlık enstrümanlarına tümüyle hakim bir virtüözün işleri’ olduğu üzerinde duruyor.
Takdir gören yapıları ‘Amatör’ sözcüğüne yapılan vurgu, zanaatçının ya da yapı ustasının işi ile arasında kurulan modern öncesi bağı anımsatıyor. Bu stüdyoda Wang’a göre, kendiliğindenlik, zanaat, profesyonel olmayanların sahip olduğu kültür geleneğine saygı var. “Mimarlık bir gündelik yaşam konusudur ve bu nedenle kendiliğinden gelişir” diye düşünüyor. Mesleki yaşamında yaklaşık on yıl boyunca tasarımla fazla uğraşmayıp yapı ustalarıyla çalışması onu farklı yapıyor. Yıkılmış strüktürlerden elde edilen ve geri dönüştürülen malzemelerin yeni yapılarda kullanıldığı uygulamalar yapıyor. Bu dokularla, geçmişi de mimarlığına dahil etmiş oluyor. 2000 yılında tamamlanmış olan Suzhou
Üniversitesi Wenzheng Kütüphanesi projesi, 2004’te Çin Mimarlık Sanat Ödülü’nü almış. Çevreye duyarlılığı Wang’ı, kitaplık yapısının neredeyse yarısını zemin altında tasarlamaya yönlendirmiş. Suzhou bahçe tasarımı geleneğine göre, su ve dağlar arasında yer alan yapının baskın bir kütlesi olmamalı; bu referansı da dikkate almış mimar. Haining Gençlik Merkezi (1990), Ningbo’da Çağdaş Sanat Müzesi (2005), ‘sürdürülebilir mimarlık’ ödüllü beş konut yapısı, Tarih Müzesi (2008), Hangzhou’da Çin Sanat Akademisi Xiangshan Kampüsü (2004, 2007), yine Hangzhou’daki altı adet 26 katlı, düşey avlulu konut kulesi (2007) ve Sergi Binası (2009) ile Jinhua’daki Seramik Evi (2006), Wang Shu’nun tümü Çin’de gerçekleştirilen ama uluslararası mimarlık ortamında da takdir gören yapıları... Çin Sanat Akademisi’nin Xiangshan Kampüsü, doğayla uyumlu mimarisi, iç ve dış mekanların, özel ve kamusal alanların birlikteliği ile öne çıkıyor. Yapı malzemelerinin tekrar kullanılması konusunda duyarlı olan Wang, yıkık durumdaki geleneksel evlerden alınmış iki milyondan fazla kiremiti kampüs yapılarında yeniden değerlendirmiş. Wang Shu’nun başarısını, ‘usta işi’ yapılarını, kendi bağlamındaki etkilerini bir yana bırakır ve uluslararası ortamda aldığı takdir ve teşekküre dönersek, jüri değerlendirmesinde, Pritzker’in ve Palumbo’nun sözlerinde, çağımızda Çin’in, Çin’deki kentleşmenin öneminin vurgulandığını görüyoruz. Ayrıca bu durumun (her nedense) ‘mimarlık geleneğe mi geleceğe mi dönük olmalıdır’ tartışmasını gündeme getirdiği belirtiliyor. Oysa bu tartışma her daim gündemde değil midir? Wang Shu’nun mimarlığının ise bu tartışmanın ötesine geçtiği, zaman dışı olduğu, çünkü bağlamcı ancak evrensel olduğu için ödüllendirildiği açıklanıyor. Dünyada bir yandan yersiz, bağlamsız, bireysel, biçimci, teknolojik ve sanal imgelere bağlı mimarlık son hızla üretilmeye devam ederken, diğer yandan yerel ama evrensel, geçmişe de geleceğe de göndermesi olan mimarlığın övülmesinin bir örneğini daha görüyoruz. Sanki yıllardır aynı masal anlatılıyor. Satır aralarında ise dünya mimarlık medyasında Çin çağdaş mimarlığına bir tanınma görünme olanağı verilmesinin, Çin’in giderek büyümekte olan global marketteki önemi ve payı ile ilişkili olduğu okunuyor. ‘Batı’ nezdinde bir ‘Çin’in önemini teslim, değerlerini takdir’ davranışı... ■
93
Suzhou Üniversitesi Wenzheng Kütüphanesi projesi 2000’de tamamlandı.
Suzhou Üniversitesi Wenzheng Kütüphanesi projesi, 2004’te Çin Mimarlık Sanat Ödülü’nü almış. Çevreye duyarlılığı Wang’ı, kitaplık yapısının neredeyse yarısını zemin altında tasarlamaya yönlendirmiş. Milliyet Sanat Haziran 2012
■ ■ ■ ■ ■
MÜZE
PROJE
Ania Bas geldi inde, Santralistanbul’un bulundu u bölge olan Eyüp’e ba lı dört okulla atölye çalı ması yapmı .
Tate Modern sizi çağırıyor! CANSU ÇOLAKO LU cansuc93@hotmail.com
EDEBİYAT derslerinde, Nazım’a, sonra Garipçilere gelinene kadar en çok tekrarlanan eleştiridir, ‘halka inememiş olmak’. Sanat hep elit bir zümrede sıkışıp kalmış. Hiçbir zaman ‘herkes’e hitap etmemiş, ucuz olmamış, uzakta, müzelerde, galerilerde kilitli, erişilemez görülmüş. Dünyanın en önemli modern sanat müzelerinden Londra’daki Tate Modern Sanat Müzesi, bu algıyı değiştirmek amacıyla bir proje geliştirdi: Turbinegeneration. Amaç, sanatı herkesin paylaştığı, katkıda bulunduğu, sınırın olmadığı özgür bir platforma yerleştirmek. Dört senedir devam eden proje, bu sene Türkiye’yi de dahil ediyor bünyesine. Tate’in Turbinegeneration Projesi’yle, projenin tanıtımı için kapılarını açan Santralistanbul Enerji Müzesi’nde tanışıyoruz.
Bir sosyal payla ım sitesi
94
Tate Modern’in, her sene başka bir sanatçının Unilever’in sponsorluğunda Tate için özel hazırladığı bir çalışmasının sergilendiği hangar gibi bir salonu var: Turbine Hall. 2011’de salon tamamen ayçiçeği çekirdekleriyle kaplanmış, 2007’de müzenin çeşitli katlarından kaydıraklar inmiş salona, 2004’te müzeyi ziyaret edenler kocaman suni bir güneşin altında uzanmış. Turbinegeneration Projesi, temalarında bu sergilerden esinleniyor. Tate’in yaptığı tek şey tema dolayısıyla bir oryantasyon sağlamak. Başka sınır yok! Olay, Turbinegeneration’ın kendi sosyal paylaşım sitesi üzerinden gerçekleşiyor. Siteye üye oluyorsunuz, dünyanın her yerinden herkesin o siteye yüklediği çalışmaları izleyip gözlemleyebiliyorsunuz. Üstelik, yükMilliyet Sanat Haziran 2012
Tate Modern, 4 yıl önce başlattığı Turbinegeneration Projesi’ne bu yıl Türkiye’yi de dahil etti. Özellikle öğrencilerin katılması amaçlanan projeden seçilen işlerin bir kısmı Tate’in resmi online galerisinde sergilenebiliyor. lenen işlerin seçilen bir kısmı da Tate Modern’in resmi online galerisinde sergilenebiliyor. Proje, herkese açık, sanat adına bir şey yapmak isteyen herkesi davet ediyor; ancak öncelik okulların teşvik edilmesi... Siteye, özellikle belirtilmiş, sanatçı, galeri veya başka kültürel bir organizasyon ya da öğretmen olarak başvurup üye olabiliyorsunuz. Öğretmenler bu sayede, kendi okullarına dünyanın herhangi bir yerinden bir okul seçiyor ya da Tate’ten onlar için uygun bir okul bulmasını talep ediyor ve iki okul beraber çalışmaya başlıyor. Başka türlü yollarının kesişmesi belki de imkansız olan insanlar tanışıyor, paylaşıyor, üretiyor. Bütün bunların yanı sıra siteye üye olmuş tüm sanatçılara, galerilere ulaşmak mümkün. İstediğiniz çalışmanızı istediğiniz sanatçıya gönderip yorum almak, tanışmak gayet doğal, sitenin sağladığı yakınlıklardan biri.
25 bin ö renci Tate, projeyi Türkiye’de tanıtmak ve bir atölye çalışmasıyla bu projeye katılırken nasıl eserler ortaya koyabileceğinizi uygulamalı olarak göstermek amacıyla İngiliz bir sanatçıyı görevlendirmiş: Ania Bas. Bas, sanatın hayattan kopuk, pahalı, günlük yaşamda bulunmadığı sanılan bir kavram olmasını anlayamayan bir sanatçı. İstanbul’a gelme se-
Turbınegeneratıon’ın sitesinde dünyanın dört bir tarafından ayda 25 bin öğrenci kendi yarattıklarını paylaşıyor.
bebi, projenin bu seneki teması olan “Zaman ve Mekan”a kendi yorumunu getirerek, yapılabilecek sonsuz işten, var olan binlerce perspektiften sadece biri olan kendisininkini göstererek projeyi tanıtmak ve devamına ön ayak olmak. Geldiğinde, bir tanesi Santralistanbul’un bulunduğu bölge olan Eyüp’e bağlı dört okulla atölye çalışması yapmış. Sanatçı, 10 yaşındaki çocuklara, yaşadıkları yer olan İstanbul’a gelen bir turisti nereye götüreceklerini sormuş, cevaplarını fotoğrafla, resimle ya da sahneleyerek karşılarındakilere aktarmalarını istemiş. Oyun parkına mı gidilmemiş, mahallede beraber top mu oynanmamış, Galata Köprüsü’nde balık mı tutulmamış... Her bir öğrenci, bir öğretmen ya da anne-baba gibi bir otoritenin görüşünden bağımsız olarak şehirlerinden kendi anladıkları, kendi sevdikleri şeyleri çekip çıkarmış, onlara emanet edilen hayali turiste sunmuş. Bunun yanı sıra, her çocuğun gösterilen her bir sanat çalışması hakkında söyleyecek bir şeyi varmış. Kimse yadırgamamış, boş gözlerle bakmamış, hepsi hemen bağdaştırmış, düşünmüş, fikir yürütmüş, anlamış. Turbinegeneration Projesi, eserlerinde sanatın yaratıcı ve katılımcı işlevini vurgulayan çok yönlü sanatçı Joseph Beuys’un bir sözünü referans alarak yola çıkıyor: “Fırsat verildiğinde herkes yaratıcıdır.” Gerekli olan tek şey imkan, sanat ulaşılamaz ya da pahalı olmak zorunda değil. Sadece fikirler, yaratmak ve paylaşmak. Dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Tate bunu kavramış, dünyaya yaymaya çalışıyor ve Turbinegeneration’ın sitesinde ayda 25 bin öğrenci kendi yarattıklarını paylaşıyor. ■ http://turbinegeneration.tate.org.uk
■ ■ ■ ■ ■
KÜLTÜR
AŞK
Iris Murdoch üçgeni M NE ÖZGÜZEL* mineozguzel@gmail.com
Tom Phillips’in Murdoch illüstrasyonu.
Her dönemin, her birimizin güncelliğini hiç yitirmeyen gündemlerinden ‘ikili ilişkiler’e; Iris Murdoch’ın üç romanı üzerinden etkileyici bir bakış... Çiftler, ebeveyn ve üçgen ilişkilere de... BAZEN öyle edebiyatçılarla karşılaşırız ki, eserleri psikoloji ve psikanalizin edebiyattaki karşılığıdır sanki. Ben böyle bir karşılaşmanın benzerini mesleğimin ilk yıllarında Irıs Murdoch’la yaşadım. Sadece çağdaş İngiliz edebiyatının değil dünya edebiyatının da önde gelen yazarlarından Iris Murdoch’un “Kesik Bir Baş” adlı romanını ilk okuduğumda felsefesi, düşünceleri ve kurgusu dikkatimi çekti. Neler mi barındırıyordu “Kesik Bir Baş”? İlişkilerin içindeki ahlak anlayışı, ensest sonra psikolojinin en önemli konularından oidipus ve üçgen ilşki... Bu konuların edebiyatın içerisinde bu denli tanıdık ve cesur bir biçimde işlenmesi ilgimi çekmişti. “Kesik Bir Baş”ta Freud’un izlerini adım adım görürüz. Odipus, ensest, tabular... Bu kavramların izlerini taşıyan bu romanda Iris Murdoch üçgen ilişkiyi bol bol sergiler. Önce şunu açmak gerek belki... Nedir üçgen ilişki? Yetişkin aşk ilişkilerimizi, ödipal idealleştirme veya ödipal rakiple ilişkiye girme ihtiyaçlarımız ve fantazilerimiz ışığında kurarız. İki kişilik aşk aslında, altı kişilik bir ilişkidir. (Bu altı kişinin kimler olduğunu bulmayı size bırakıyorum.) Bu yüzden her birimiz yaşadığımız ilişkide, birbirimizin bilinçdışı suç ortağıyızdır. Ama maalesef bunu fark edemeyiz ya da fark etmeyiz.
Fark edi in önemi İşte Murdoch’un ilişkilerimizi kabullenişindeki kesin tutumlarından hoşlanmamın sebebi de bu: Fark ediş. “Karımı ancak bu denli aklı başında bir insanla aldatabilirdim” cümlesiyle başlayan eserin içindeki güçlü diyaloglar, keskin vuruşlar bizleri kendi içimizde sorgulamaya götürüyor. Başka bir cümle: “Tartışılmaları yararsız kimi konular vardır ve her ikimiz de biliyorduk karımdan
ayrılmam söz konusu değildi.” Iris Murdoch burada evlilik ilişkisindeki bağımlılığı dile getiriyor. “Her ikisine de gereksinim duyuyorum ve her ikisi de benim olduğu için dünyadaki her şeye sahibim” cümlesi ise bireyin var olmasını, var olma ihtiyacındaki emniyet ve aşkı yaşama biçiminindeki bencilliği anlatıyor. Bu kadar net gerçekler; hiçbir şeyden vazgeçemeyip, hiçbir riske girmeden ihtiyacım olan her şeyi toplamak: Sen benim karımsın ve ben seni seviyorum, seninle evliliğimi sürdürmek istiyorum. Bunun için iyisi mi bir kocan ve bir aşığın olmasını kabul et.
Anne-o ul ili kisi Sonra Iris Murdoch’un başka bir romanıyla devam ettim; “Kumdan Kale”. Bu roman da evlilik kavramının içinde üçgen ilişkilerin en net işlendiği romanlardan biri sanırım. Aile olmanın ne ifade ettiğinin, aile kavramı içinde nelerin barındığının, ne kadar vazgeçilmez olduğunun ve içindeki emniyet kavramının bize net olarak anlatılışı... Mesela: “Beni yanıltanın sen olduğunu görüyorum. Ben kendimde kendimi kandırdım her şeyi basite indirgeyerek sadece senin sevmediğini ve onun da seni sevmediğini karını terk edecekmişsin gibi düşündüm, fakat hayatta bundan çok daha fazla şeyler var. Bu kadar çok şeyi bozabileceğimi görememiştim.” Bu satırlarla evlilik içinde yaşananların göz ardı edilemeyeceğini yaşam da bize
gösteriyor. Evlilik içinde yaşanılan üç kişilik aşk ise yaşanılanların sorgulanmasını bir kez daha dile getiriyor. Üçgen ilişkide her bireyin yaşadığı kendi gerçekleri neydi? Bir diğer Iris Murdoch romanı “İtalyan Kızı”... Bu romanda da, Freud’un en büyük keşiflerinden olan odipus bütün ihtişamıyla ortada. Kendisine has kurgusu içersinde işlemiş Murdoch anne-oğul ilişkisini ve bu ilişkinin gücünü, sınırlarınıÖEtrafındaki çarpık ilşkileri göz önüne sermiş. İlişkinin gücünü anneyle iki oğlunun ilişkilerinin çarpıklığında dile getirmiş: “Öfkenden suçluluğundan okuyamadığım mektuplarını yazdığın sırada gelmeliydim. O öldükten sonra onu yalnızca gömmek için geldim. Eskiden buraya gelmemin tek nedeni onun varlığıydı. Oysa şimdi beni buraya getiren onun yokluğu.” Bu üç romandan ilgimi çeken daha pek çok örnek var. Iris Murdoch’ın bu üçgeni nasıl böyle iyi hissetiğini ve kahramanları aracılığıyla nasıl bu kadar iyi anlattığını bilmek zor. Ama Iris Murdoch’u bu kadar usta yapan da bu olsa gerek. Burada dikkatimi çeken esas şey, psikolojinin ve psikanalizin içinde ilerlerken edebiyatın bu iki branşa verdiği güç. Yani sanki ikisinin de bilimsel olarak verdiklerini edebiyat işleyerek, bu kavramları daha elle tutulur hale getiriyor, birçok şeyi anlamamıza olanak sağlıyor. Bu da bizi daha güçlü kılıyor. Çünkü güçlenmek, fark etmek yaşadığımız ilişkileri derinleştirir ve büyütür. ■ *Psikolog
95
Edebiyat; psikoloji ve psikanalizin bilimsel olarak verdiklerini işleyerek, bu kavramları daha elle tutulur hale getiriyor, bir çok şeyi daha net anlamamıza olanak sağlıyor; Bu durum bizi daha güçlü kılıyor. Milliyet Sanat Haziran 2012
■ ■ ■ ■ ■
KÜLTÜR
SOSYAL MEDYA
Facebook’ta kim olduğumu biliyor musun? SÜREYYYA EVREN sureyyya@gmail.com
Süpermen artık Clark Kent olarak itilip kakılmak istemiyor. Süpermen’liği bilinsin istiyor. Twitter’da inşa ettiği persona ve o personanın başarıları, Facebook’taki emekleri ve başarıları bilinsin, bu emeklerinin kredisi ona yazılmış olsun istiyor.
96
1990’larda internet anonimliğin cennetiydi. Ali Büyükuğurcu’lar yoktu, albu77’ler vardı. Herkes her yerde takma isimleriyle bulunuyor, bu takma isimler etrafında ilave kimlikler yaratıyordu. Ekşisözlük o günlerden kalma, biraz da nostaljik bir dedikodu platformu gibi bugün. 2000’lerse gerçek isimlerle, gerçek kimliklerle sosyal medya denilen e-meydanlara yerleşmenin dönemi olarak akıllara kazındı. Şaşırtıcı biçimde insanlar kendi gerçek isimlerini, fotoğraflarını, bağlantılarını internetten yayınlıyorlardı. Buna sıklıkla, mahremiyetin çöküşü veya çılgın bir teşhircilik dalgası gözüyle bakıldı. 11 Eylül sonrası küresel gözetlemenin sıçradığı akılalmaz seviyelere tabandan bir ayak uydurma diye de görülebildi. Devletler denetlemek şirketler de soymak için herkesi en ufak detayına dek bilmek, fişlemek, istatistiklere bağlamak, bilgi olarak sabitlemek istiyorlardı evet, ama kullanıcılarda da bilinmek, fişlenmek, kaydedilmek için can atar gibi görünen bir yan dikkat çekiyordu. Kimsenin peşine arkadaşlarıyla otururken fotoğrafını çekecek bir özel dedektif takmaya gerek kalmamıştı çünkü insanlar kendileri yüklüyorlardı bu fotoğrafları. Öte yandan bu tür bir gözetlemenin çok naif kaldığı günleri yaşıyoruz, hele ki Türkiye’de. Telefonunun dinlenmediğini düşünen neredeyse kimse kalmadı, kimlerin teMilliyet Sanat Haziran 2012
lefon dinleyebildiği kimse için net değil. James Bond oyuncakları diye geçen dolmakalem veya gözlük kılığında kameralar gibi aksesuvarcıkların peynir ekmek gibi satıldığı internetten haber oluyor. Extramücadele ve Nazım Hikmet Richard Dikbaş’ın Galeri Non’daki sergileri “Nereden Gelmemiz Gerekiyorsa Oradan Gelmişizdir”de (4 Nisan-5 Mayıs 2012) Extramücadele’nin bir örümcek telefon yerleştirmesi var mesela. Sanatçı bu işi sunarken kendi telefonunun da dinlendiğini belirtmiş ve kendisi gibi telefonu dinlenenlere doğrultmuş işi.
Kendi özel mülkü Günümüzde e-anonimliğin tercih edilmemesinin bir nedeni hiç kimsenin internette harcanan içerik yükleme emeğinin kredisini kaptırmak istememesi. Yani Süpermen, Clark Kent olarak itilip kakılmak istemiyor. Süpermen’liği bilinsin istiyor. Sokağa çıktığında, ofise gittiğinde, iş başvurusunda bulunduğunda, yeni birisiyle tanıştığında, birini yemeğe davet ettiğinde, Twitter’da inşa ettiği persona ve o personanın başarıları, Facebook’daki emekleri ve başarıları bilinsin, bu emeklerinin kredisi ona yazılmış olsun istiyor. Bu durum prekerya çağında çalışanların boş zamanlarıyla iş zamanları arasındaki ayrımın radikal biçimde belirsizleşmesiyle de bağlantılı. Na-
sıl ki hangi gym’e gittiğiniz işyerindeki toplam kimliğinizi etkiliyorsa en son attığınız twit de etkiliyor. Hatta kişinin sosyal medyada sahip olduğu ‘yer’ler, sözgelimi Facebook sayfasını evi, kendi özel mülkü gibi hissetmesi ve öyle de hissettirmesi ile karşı karşıyayız. Gerçekte tamamen başkasına ait bir yeri kişi tamamen kendisine ait gibi hissediyor. Ama daha önemlisi bu bir yanılsamadan ibaret değilmiş gibi de çalışıyor: O ‘yer’den insanları kovuyor, insanları oraya davet ediyor, ortalığı temizliyor, süslüyor, iç mekan tasarlarcasına dizayn ediyor. Aşırı gerçek üretiminin gerçekle ilişkimizi içinden çıkılmaz bir hale getirdiği hipergerçeklik çağından sonra geldiği de unutulmasın sosyal medya akıntılarının. Sosyal medya gerçekliği regüle etme ipini bize sunduğunu hissetmemizi sağlıyor. Ansızın sanallık sayesinde kendimize dair gerçekliğin bütün kontrolünü ele alıyoruz. Ve böylece kendiliği ‘gerçek’ hayatta hiç olmadığı kadar tutarlı, bütünleşik bir kimlik olarak kuruyoruz. Sosyal medyada inşa edilen özel persona gelişkin, hesaplanmış bir bütünlük sergilemek durumunda. Facebook kullanıcısının her adımı aynı anda hem ilkokul arkadaşları, hem ailesi, teyzesi, karısı, ağabeyi, sevgilisi, eniştesi, hem iş arkadaşları,
hocaları, öğrencileri, hem de arkadaşlarının eşleri, hatta arkadaşlarının arkadaşları vd. tarafından gözlenebiliyor. Her Facebook sözcesi potansiyel olarak bunların hepsine sesleniyor. Halbuki gerçek hayatta kişi bu platformlar arasında geçişler yaparken maske değiştirebiliyor. Bakkalla konuşurkenki diliyle yataktaki dili kimsenin aynı olmak zorunda değil. Ama sosyal medyada seviştiğiyle de alışveriş yaptığıyla da aynı dilden konuşan bir özne yaratıyor her bir (deyim yerindeyse) oyuncu. Her bir Facebook-Twitter öznesi ‘ideal ben’i de yansıtabiliyor. Gündelik hayattaki roller, dağılmışlık, konsensus mecburiyetleri burada farklı oynanıyor. Sosyal medyada yarattığımız persona ideal ben tasavvurumuza sadık olduğu ölçüde gerçek, bakkalda veya meclis kürsüsünde, aile ziyaretinde ya da sevişmeden hemen önce kullanıma soktuğumuz maskelerin korunaklılığına sahip değil. Tutarlı olmak zorunda. Facebook’ta sabaha kadar içip dağıtıp sabah bir duş alıp giyinip hiçbir şey olmamış gibi işe gidilemiyor. Bütün sosyal medya persona inşa faaliyeti kişinin öz temsilini denetleme oyununun maksimize olduğu bir sahne doğurmuş durumda. Evet video oyunlarındaki ikinci kimliklerle de benzeşiyor ama kritik fark ertesi sabah işe ürettiğin kimliğin adıyla gidiyor oluşun.
Sanal alemde küslük Hatırlanacak olursa seçim dönemleri yaklaşırken siberalem seks kasedi dumanından geçilmez oluyor. Doğallıkla, milletvekillerinin Facebook/Twitter personaları son derece tutarlı bir söylemin içinden konuşuyorlar. Öyle ki artık kendilerinin de yazmadığı durumların çoğunlukta olduğu söyleniyor. Bu Twitter kürsüsünden danışmanlar konuşuyor. Ama eşlerle, sevgililerle, kankalarla danışmanlar konuşmuyor haliyle (ya da sanırım!). Hoş, o gizli/seks-kamerası dalgaları sırasında kimi milletvekillerinin sevişmeden önce parti politikalarına ters sözler etmelerinin gözümüze sokulmuş olması da yadırgatıcıydı. Bunda ne gariplik var? Tersi daha tuhaf olmaz mıydı: Yani milletvekili sevişmeden önce parti propagandasını yapsa?! Taze bir örneğini Avusturya’da yeni dinledim. Bir anarko-feminist kadın aktivistin sanatçı bir arkadaşı bir gün bir Facebook girdisi ekliyor kendi duvarına. Bu girdinin ne olduğu önemli değil. Herhangi bir girdi. Kendi duvarına kişinin bir şey eklemesi (aynı twit atmak da olduğu gibi) potansiyel olarak bütün katmanlara, bütün akrabalara ve
Sosyal medyada yarattığımız persona ideal ben tasavvurumuza sadık olduğu ölçüde gerçek, aile ziyaretinde ya da sevişmeden hemen önce kullanıma soktuğumuz maskelerin korunaklılığına sahip değil. bütün arkadaşlara aynı anda, aynı dille hitap etmek demek olabiliyor. Anarko-feminist kadın bu sanatçının girdisini seksist buluyor ve girdinin altına seksizm eleştirisi yansıtan bir yorum yazıyor. Bunun üzerine sanatçının ‘maço’ arkadaşları sinirleniyorlar ve anarko-feminist yorumun aleyhine yorumlar yazıyorlar. Yorumlar atışması çatışmaya dönüyor. Sanatçı kendi duvarında cereyan eden bu çatışmada taraf tutmak zorunda kalıyor ve ‘maço’ arkadaşlarının tarafını tutuyor ve sonuç olarak anarko-feminist yorumcuyla küsüşüyorlar (hem sosyal medyada hem de ‘gerçek’ hayatta). Anarko-feminist aktivist bana diyor ki: “İkimiz başbaşa olsaydık böyle tepki vermezdi, haklısın der geçerdi ama seyircilerin önünde olduğu için onlardan yana bir tutum alıp küslük çıkardı. Yani Facebook iklimi yüzünden küsüştük.” Kuşkusuz, e-persona tutarlılığı inşa edilirken olabilen kazalardan biri. Bir sayfadaki hareketliliğin o web sayfasının ekonomik değeri açısından temel belirleyenlerden biri olduğu sır değil. Kullanıcıların durmaksızın içerik sağlayanlar olduğu da. Üretip üşenmeden bir de dolaşıma soktuğumuz içerik için bize ödeme yapılmıyor ancak bu içeriğin varlığı ve gördüğü rağbet üzerinden büyük bir ekonomi dönüyor. Gelgelelim biz gene de kendimizi sömürülüyor gibi hissetmiyoruz. Bugün bir Facebook kullanıcısını her ‘beğen’i tıkladığında sömürüldüğüne ikna etmeye kalkışacak baba yiğit var mı? Ortada bir emek olduğunu en güzel gösteren anlardan biri Facebook hesabını kapatmayı tartışan insanların ifadeleri. Facebook hesabını kapatmak istiyor ama kapatamıyor çünkü ‘emeklerine acıyor’. Oraya yüklediği 40 fotoğraf albümünü elbet başka bir yerde de yayınlayabilir. Ama bu emeğe tekrar girişmek gözünü korkutuyor. Hazır bir ağ, hazır bir emek var orada verilmiş. Kişinin bir evlilikten kopmamak için de söyleyebildiği şeyler bunlar.
Te hircilik ça ı Buradaki yanılgı Twitter ve Facebook’ta mahremiyetin ihlal edildiği fikri olsa gerek. Bunun bir tür teşhircilik çağı olduğu ve kişilerin gönüllü olarak mahremlerini sergiledikleri fikri, sosyal medyada sergilenen personanın özenle inşa edilmiş ve sahibince sıkı denetlenen bir kimlik olduğunu ihmal ediyor. Sosyal medya hazır bir varlığın so-
yulup teşhir edilmesi değil, teşhir edilebilecek bir varlığın üretilmesi sürecine denk geliyor. Persona, ‘bir maskeden, yani canlandırılacak kişiden ve onu temsil edip görünür kılan bir bedenden’ oluşuyorsa eğer sosyal medyada kullanılan fotoğraflar da bu bedenin yaratımı işlevi görüyorlar demektir. Çöpçatanlık sitelerinde istatistiklere göre hemen herkesin temel bilgilerini biraz çarpıtarak vermesi gibi. Çok yüksek oranlarda katılımcılar yaşlarını, kilolarını, boylarını daha makbul olduğu varsayılana doğru biraz uyarlıyor. Ama herkes uyarladığı için bu oyun kimseyi düzenbaz yapmıyor, aksine oyunun kurallarından haberdar yapıyor. Twitter personası Twitter kürsüsünü nasıl bir dil olarak kullanacağınızı gösteriyor. Oraya çıkıp hangi kafede oturduğunuzu, yanınızdan ne geçtiğini de söyleyebilirsiniz. Sürekli siyasi tartışmalar da verebilirsiniz. Psikolojik durumunuzdan bahsededebilirsiniz, hiç bahsetmeyedebilirsiniz. Örneğin bir şairseniz, şairane hikmetler yazabilirsiniz. Hikmet üretimi, Twitter’da özellikle aranan bir nitelik. Twitter’ın Facebook’a göre daha ‘in’ olmasının, şirketlerce daha fazla sevilmesinin bir sebebi de Twitter’da çok sayıda ölçülebilir başarı olması. Twitter rakamların uçuştuğu bir mekan. Sürekli başarı/başarısızlık sözkonusu. Olası stratejilerden biri çekilmek elbette ya da girmemek. İçerik sağlamamak. Sosyal medya personası yaratmamak. Bir tür e-katatoni, ‘gerçek hayat’ta donakalma hali. Bir diğer strateji de çılgınca içerik yükleyerek, çılgınca beğen/beğenme oynayarak gözetlenişi anlamsızlaştırmak olarak anılıyor. Sosyal medya personasının inşasında ifrata kaçarak sistemin içinde durmak da bir yol. Sürekli her şeyi beğenmek, durmaksızın yükleme ve silme yaparak karmaşa yaratmak, bütün sosyal medya meydanlarında tutarsızca söz almak ve bir gürültü yaratmak, bir kakafoniye yol açmak mümkün. Yani bir tür e-şizofreni oynamak. Bu seçeneğin daha da yüklü ve karşılıksız bir emek gerektireceği üstelik ekonomiyi döndüren içerik yoğunluğuna katkıda bulunmayı da sürdüreceğini unutmadan elbet. Tek farkı gözetleme erkini sakatlaması, bir ucundan mobese kameraları önünde tiyatro oynayarak gözetlenmeyi anlamsızlaştıran, gözetleyicilere ekstra içerik sağlayarak onları protesto eden aktivistleri de hatırlatıyor. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
97
■ ■ ■ ■ ■
KÜLTÜR
ANADOLU’DA SANAT
Milas, sayılı kültür merkezlerine kafa tutuyor! Milaslılar kuklacılık gibi detay sayılabilecek sanat dallarını da unutmamı lar.
ASLI E. PERKER asliperker@yahoo.com
98
NEW YORK musun mübarek! Bu lafı Milas için ediyorum. Nüfusu Vikipedi’de 127 bin 94 olarak geçen bu ilçede hemen hemen her gün, dünyanın kültür merkezlerinden biri olarak addedilen 8 milyonluk New York’taki kadar çok sanat etkinliği düzenleniyor. Tesadüfen gidip bizzat görmemiş olsaydım ben de herkes gibi Milas’ı sırf İstanbulluları Bodrum’a ulaştıran havaalanı ve bir de muazzam halılarıyla anacaktım. Oysa ilçede kaldığım bir buçuk gün içerisinde başım döndü; ne yalan söyleyeyim olup biteni tam olarak idrak edemedim. Siz yemek yerken bir çift kalkıyor, çalan müzik eşliğinde son derece profesyoMilliyet Sanat Haziran 2012
Muazzam halılarıyla anılan Milas’ta neredeyse New York’taki kadar fazla sayıda sanat etkinliği var: Keman kursundan heykel atölyesine, tiyatrodan festivallere, edebiyat günlerine değin... Yok, yok! nelce tango yapıyor, ardından salsa. Bir şey değil canım, kursları varmış, halk da ilgi gösteriyormuş. Pek güzel. Bu hoşunuza gitmekle birlikte çok da abartmıyorsunuz. Elbette kurs vardır, gidiliyordur. Fakat oradan çıkıyorsunuz Milas’ın ana caddelerini şöyle bir turlayıp bir de şehrin eski sokaklarına bakayım dediğinizde Turhan Selçuk Karikatürlü Ev’e rastlıyorsunuz. Eski bir konak, içi çok hoş döşenmiş, duvarlarda Turhan Selçuk eserleri, dolapların içinde kıyafetleri, ustaya ait kıymetli eşyalar. Bahçesinde, sarmaşıkların arasına, taş duvarlara asılmış resimler, ilçede sık sık düzenlendiğini öğrendiğim sergilerden sadece birine ait.
Milas Belediyesi, Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü ile işbirliği yaparak Çocuk Kütüphanesi’nde (çocuk kütüphanesi diye bir yer olduğuna dikkatinizi çekerim) ebru, tezhip, minyatür sanatı ve yağlıboya resim kursları açmış. Yıl boyunca kursiyerlerin yaptıkları çeşitli zamanlarda sergileniyormuş. Peki.
“Demek gitar kursu ba ladı” Tek tek bakarak sergiyi bitirdiğinizde konağın alt bahçesine inen merdivenlere gelmiş oluyorsunuz. Burada da heykeller karşılıyor sizi. Milas Belediyesi Heykel Atölyesi varmış! Çalışmalar gaz betonla başlamış, Kayseri, Ören ve kireç taşlarıy-
Konağın terasında 10-11 yaşlarında bir kız çocuğu beliriyor. Aşağıya, bir adama sesleniyor: ‘’Hocam bugün keman kursu yok mu yoksa?’’ Yüzü gerçekten endişeli. Daha evvel kurs olmaması ihtimaline hiç bu kadar üzülen bir çocuk görmemiştim. la devam etmiş, şimdi de o meşhur Milas mermerleriyle heykeller yapılıyormuş. Anlayacağınız kursiyerler gitgide tecrübe sahibi olup bileklerini, kollarını kuvvetlendirmiş. Zaman zaman kil ve ahşap da kullanıyorlarmış. Birkaçı oradaydı, tanışma fırsatım oldu, birlikte heykeller arasında çay içtik. Kimi emekli öğretmen, kimi emekli polis, Bodrum’da otellerde teknik personel olarak çalışan var. Bazısı öğrenci. Hepsi gerçek bir sanat tutkunu. Boş vakitlerini hep yontarak geçiriyorlarmış. Kendi aralarında benim bilmediğim bir heykel dilinde konuşuyorlar. Biliyorum, abarttığımı zannedeceksiniz, fakat tam bu esnada, biz çayımızı yudumlarken bu sefer içeriden gitar sesi geliyor. Saatlerine bakıyorlar, “Demek gitar kursu başladı,” diyorlar. Konağın alt katındaki odalardan birinde gitar kursu varmış tam o saatlerde, her yaş grubuna açık. O bitince de bağlama kursu başlıyormuş. Sonra da piyano. Bu arada konağın üst katındaki terasında 10-11 yaşlarında bir kız çocuğu beliriyor. Aşağıya, bir adama sesleniyor: ‘’Hocam bugün keman kursu yok mu yoksa?’’ Yüzü gerçekten endişeli. Daha evvel kurs olmaması ihtimaline hiç bu kadar üzülen bir çocuk görmemiştim. Hocası, ‘’Ben burada olduğuma göre kurs var, merak etme, herkes gelsin öyle başlayalım,’’ diyor; sanki bu bir masal dünyası, gülüşüyorlar. Burada kurs görenler yıl içerisinde, çeşitli zamanlarda eğitmenlerinin şefliğinde konserler veriyormuş. Hepsine de eşit derecede ilgi varmış, hatta birkaç kursu birlikte alan da mevcut. Bu sadece konağın içinde olup bitenler, bir de bunun dışarısı var. Nitekim pek yakında restore edilecek olan daracık, tarihi sokaklarda yürürken iki adım atıp, sonra etrafına bakan, boyunlarında fotoğraf makinaları olan bir grup gördüm. Yerli turist zannettim. İçimden onlar da benim gibi
şans eseri gelmiş olmalı diye geçirdim. Zira Milas aslında pek çok tarihi eseri olmasına rağmen maalesef turist çekebilen bir yer değil. Halbuki kültür turizmi için ideal. Meğer onlar da fotoğrafçılık kulübünde ders alanlarmış. Yine hepsi başka işi gücü olan insanlar, hafta sonları bu kurslara katılıyorlarmış. Sık sık çevrede fotoğraf turları düzenleniyormuş. Bu kadarla da kalmıyor, eğitime devam eden kursiyerler çektikleri fotoğraflarla ilçenin tanıtımına katkıda bulunuyor. Çekilen fotoğraflarla yılda iki - üç defa sergiler açılıyor, yarışmalara katılınılıyor ve tanıtım için dergi, gazete, broşür vs. kaynak sağlanıyor.
Sahnedeki ba kan Edebiyat da Milaslıların ilgisinden nasibini almış. Orada bulunduğum 72 saat içerisinde bir aktivitelerine denk gelmedim ama Milas Belediyesi Edebiyat Günleri diye bir etkinlik olduğunu öğrendim. Bu da 2010 yılında, iki gün süren Milaslı şair Ulvi Akgün sempozyumuyla başlamış. 2011 yılında yine Milaslı bir şair Maksut Doğan günleri düzenlenmiş. Fakat Türk ve dünya edebiyatına, şiirine de önem veriyorlar. Örneğin kütüphane haftasında o hafta kütüphaneden en çok kitap alıp okuyan 12 çocuğu ödüllendiriyorlarmış. Kapıları onlara katılmak isteyecek, sempozyumlar düzenleyecek tüm yazarlara da açık. Tiyatronun ise Milaslıların gönlünde ayrı bir yeri olduğu hemen anlaşılıyor. Bir kere her şeyden evvel Milas Belediyesi Başkanı Muhammet Tokat, eski bir tiyatrocu. Asıl mesleği avukatlık olan Muhammet Tokat’a amatör tiyatrocu demek haksızlık gibi. Pek çok oyunda rol almış, hatta eşiyle de bu vesileyle tanışmış. 1990 yılında kurulan Milas Belediyesi Şehir Tiyatrosu son derece aktif. Bugüne kadar en çok sahneye çıkan oyuncusu ise yine
Gitar, ba lama ve piyano kurslarının birkaçına birlikte katılanlar da mevcut (üstte). Milas Belediyesi heykel atölyesi (üstte solda).
belediyede görev yapan Ersin Yeniceli. Yeniceli’nin Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları”nda, yörede çekilen “Baba Ocağı” ve “Dürüye’nin Güğümleri” gibi dizilerde de ufak tefek roller almış. İlçenin son üç yıldır düzenlenen bir de tiyatro şenliği var: Nebi Uslu Tiyatro Şenliği. Bu yıl En İyi Genç Tiyatro Ekibi Ödülü Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi oyunculuk bölümü öğrencilerinden oluşan tiyatro grubuna verilmiş. Gençlere Örnek Gösterilebilecek En İyi Genç Tiyatrocu Ödülü ise “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” dizisinde oynayan Tolga Güleç’e. İlçenin bir de çok yeni bir uluslararası festivali var. Bu yıl 31 Ağustos - 2 Eylül tarihleri arasında ikincisi düzenlenecek. Geçen yıl festivale ilgi büyükmüş, dünyanın 11 ülkesinden gelen gönüllülerin de desteğiyle mükemmel bir organizasyon gerçekleştirilmiş. İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, Alman Duo Taksim, Baba Zula konserler vermiş. Turkuaz Dans Topluluğu bir temsil yapmış. İzmir Sokak Sanatları Atölyesi canlı heykelleri ile katılmış. E daha ne olsun? Sanatsever Milas Belediyesi ve Milaslılar kuklacılık, karikatür gibi daha detay sayılabilecek sanat dallarını da unutmamışlar. Örneğin Kukla Atölyesi Genel Sanat Yönetmeni Engin Tansi okullarda ve festivallerde gösteriler yapıyor. Karikatürlü Ev’de birçok ünlü karikatürist, atölye çalışması yapıp sergiler açıyor. Bunlar arasında dünya çapında ünlü çizerler de var. Bu yıl ikincisi düzenlenecek olan Turhan Selçuk karikatür yarışmasını ise uluslararası boyuta taşımaya çalışıyorlar. İşin mimarı Kamil Masaracı, desteği veren yine belediye. Ama zannediyorum tüm bu etkinliklerde en büyük destek Milaslılardan geliyor ve alkışın büyüğünü onlar hakediyor. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
99
■ ■ ■ ■ ■
SAHNE SANATLARI
TİYATRO
Yeni bir mekan, daha çok oyun ECE BAKTIAYA ecebaktiaya@gmail.com
100
GÖZÜMÜZ aydın, artık yeni bir tiyatromuz ve beraberinde yeni bir tiyatro mekanımız var: Craft Tiyatro. Craft Oyunculuk Atölyesi’nin kurulmasıyla başlıyor aslında her şey. İsteyen gelsin ve özgürce bir şeyler üretebilsin diye Çağ Çalışkur, Bahar Bahar ve Erkan Kurtuluş’un girişimiyle kurulan Craft Atölye. Üstüne bir de mekan olunca tiyatro kurmak kaçınılmaz olmuş... Şenay Gürler’in de katılımıyla Craft Tiyatro sezonun sonlarına doğru üç oyunla (“Uğrak Yeri”, “Kayıp” ve “Kaset”) iddialı bir açılış yaptı. Doğrusu; tam da tiyatro tartışmalarının ayyuka çıktığı şu günlerde ‘yeni bir mekan, daha çok oyun’ fikri hepimize ilaç gibi geldi... Craft Tiyatro’nun Fındıklı’daki mekanının şahane manzaralı terasında “Uğrak Yeri” ve “Kayıp” oyunlarının oyuncu ve yönetmenleriyle bir araya geldik. Tiyatronun kurulması sohbetin çıkış noktası oldu. Öğrendim ki; kurucular Çağ Çalışkur ve Şenay Gürler hala sık sık birbirlerine bakıp “Bir tiyatromuz var” diyorlarmış. Bir hayalin gerçek oluşuna inanma süreci hala devam ediyor kısaca. Çok keyifli, birbirini acımasızca eleştiren, birlikte hareket eden, birbirini tamamlayan bir ekip vardı karşımda. Tiyatro 0.2’den destek atma amaçlı aralarına katılan Sami Berat Marçalı da yönettiği “Uğrak Yeri”yle ekibin bir parçası olmuş. Bol kahkahalı, biraz dedikodulu sohbet bir süre sonra iki ayrı oyunun ekiplerinin eleştirileriyle devam etti desek yeri. Hepsini yazmak zor tabii ama ekipler sonuçtan memnun. Gelecek sezonda eksikleri de tamamlayıp yeni oyunları bünyeye alıp repertuvar tiyatrosu olma yolunda devam etme niyetindeler. Tiyatro sahibi olmanın zorluklarını çok konu etmek istemiyorlar. Ortak payda bulmak, Milliyet Sanat Haziran 2012
Craft Oyunculuk Atölyesi, içinden bir tiyatro doğurdu ve Craft Tiyatro, üç oyunla birden aramıza katıldı. “Uğrak Yeri” ve “Kayıp” oyunlarının ekipleriyle Cihangir’deki mekanlarında buluşup yeni tiyatronun serüvenini konuştuk. işin maddi tarafı, tartışmalı bir süreç gibi gerçekler var evet ama “Herhangi yeni bir oluşumun getirdiği kadar zor” diyor Çağ Çalışkur ve ekliyor: “Zaman içinde öğreniyoruz da. Daha önce hiç tiyatromuz olmadı ki”.
Homofobik mahalle baskısı Craft Tiyatro’nun ilk oyunu Philip Ridley’in in-yer-face türündeki “Vincent River / Uğrak Yeri” adlı oyunu. Sami Berat Marçalı yönetiyor, Barış Gönenen ve İpek Bilgin oynuyorlar. Kanımca, tam da metnin gerektirdiği gibi görünmez bir yönetmen ve çok çok iyi oyunculuklar izliyorsunuz oyunda. Oyun, oğlu Vincent’ın ölümüyle sarsılan Anita’nın, kaybını kabullenme sürecinde yüzleştiği gerçeklerle yaşadığı travmayı anlatıyor. Bir yandan oğlunun cinayetini çözmeye çalışırken, bir yandan Vincent’ın homoseksüel olduğu gerçeğiyle karşılaşıyor. Anita’nın kabullenme süreci, gel-gitlerle dolu ve mahalle baskısıyla daha da zorlaşıyor. Marçalı, “Benim oyundaki temel amacım izleyiciyi oyundaki tuvalete sokabilmek. Onun için de onların gerçekten mahalle baskısıyla yaşayan bireyler olduğunu yansıtmaya çalıştım,” diyor ve ekliyor: “Bu oyun benim mümkün olduğunca gözükmemeye çalıştığım bir oyundu. Tersini yapsam İpek öldürürdü beni. Çok evrensel bir konusu var. Burada da benzer cinayetler işleniyor. Homofobik mahalle baskısı çok yoğun. Hala homoseksüellerin çoğu cinsel kimliğini gizliyor. Aileler daha büyük bir travma yaşıyor.” İpek Bilgin, oyundaki rolüyle bir geri sarma süreci yaşadığını söylüyor. “Çok gay arkadaşım var, benim için bu artık bir tartışma konusu değil. Birisinin cinsel ter-
cihini öğrendiğinde diğerini rahatsız eden ne? Bizde kabul ediyormuş gibi görünüp kabul etmeyen ikiyüzlü insan çok. Söylediğiyle yaptığı birbirini tutmuyor insanların. Benim için her insanı anlamaya çalışmak oyunculuk. Bu karakterde de yaptığım oydu,” diyor oyun ve canlandırdığı karakter Anita için. “Uğrak Yeri”nin konusunun aşinalığı nedeniyle oyunu önce. Balat’a uyarlamayı denemişler ancak işin içinden çıkılamamış. Süreci şöyle anlatıyor İpek Bilgin: “Sadece isimlerin değiştirilmesi yetmiyor. Kültürel fark var, reaksiyonlarda farklılıklar var. İnandırıcı olmuyor. İnandırıcı kılmaya çalışmak da oyunu yeniden yazmaya girecekti. Bunun üzerine uyarlamaktan vazgeçtik.”
Bunca felaket ya anırken... Craft Tiyatro’nun ikinci oyunu, Türkiye’de ilk “Şeylerin Şekli”yle tanıdığımız Neil LaBute’ün “The Mercy Seat/Kayıp”ı. Oyunun yönetmeni Çağ Çalışkur, oyuncuları ise Şenay Gürler ve Deniz Karaoğlu. “Uğrak Yeri”nde olduğu gibi “Kayıp”ta da oyunculuklar çok iyi. 11 Eylül felaketinin yaşandığı günlerde, New York’ta bir apartman dairesinde iki aşığın ilişkisini anlatıyor oyun. Çalışkur’un yorumuyla, oyun bir aşk hikayesi olmaktan çıkıyor. İzleyici olarak, “Bunca felaket yaşanırken aşk da neymiş?” diye sormanıza neden oluyor. Çalışkur’un tam da yapmak istediği gibi: “Benim metni algılayışım, bu kadar yakınımızda bu kadar büyük bir olay yaşanmışken bu derece hâlâ kendimizle ilgilenebiliyoruz? Bu kadar büyük felaket yaşanmışken, birbirimizi ne kadar kolay harcayabildiğimizi anlatıyor. Seyirci olarak biz de ‘kendileriyle bu derece meşgulken olayla nasıl ilgilenebilirler?’i sorguluyoruz.” Oyunda do-
FOTO RAF: BÜNYAM N AYGÜN
Craft Tiyatro’nun oyuncuları ve yönetmenleri bir arada: enay Gürler, Ça Çalı kur, Sami Berat Marçalı ve pek Bilgin (soldan sa a).
Gelecek sezonda yeni oyunları bünyeye alıp repertuvar tiyatrosu olma yolunda devam etme niyetindeler. Tiyatro sahibi olmanın zorluklarını konu etmek istemiyorlar. “Herhangi yeni bir oluşumun getirdiği kadar zor” diyor Çağ Çalışkur ve ekliyor: “Zaman içinde öğreniyoruz da. Daha önce hiç tiyatromuz olmadı ki”. minant ve aşkı için mücadele eden bir kadını canlandıran Şenay Gürler de Çalışkur’u destekliyor: “Dibimizde bir felaket varken, biz unutmayı seçip kendi küçük dünyamıza dönüyoruz. İçimizdekilerle uğraşırken dış dünyaya kendimizi kapatıyoruz. İnsan galiba böyle bir şey.” Oyunda anlatılan çok genel-geçer bir şey aslında. Yaşadığımız depremden, patlayan bombalardan, onlarca insan suçsuz yere hapse atıldıktan sonra da hepimizin hep yaptığı... Oyuna son yorum Sami Berat Marçalı’dan geliyor: “Bu sezon izlediğim en güzel tekst. Hikayesi çok etkileyici.
Çok büyük bir şey anlatmaya çalışmıyor. Çok küçük bir şeyi çok güzel anlatıyor. Neil LaBute’un özelliği bu sanırım. Çok büyük bir felaketin çevresindeki iki kişinin nasıl kendi hikayelerinde kaybolduklarını anlatıyor. Oyunda en etkileyici nokta sonu, onu söylemeyelim. Büyük bir felakette kaybolmak ne demek, kendi hayatlarımızda kaybolmak ne demek onu sorgulatıyor...” Söylememek olmaz; her iki oyunun çevirisini de Seda Yıldız yapmış. Ancak ona çevirmen demek biraz haksızlık. Daha önce DOT’un “Festen” adlı oyununda oynayan Seda Yıldız, Craft Tiyatro’nun
eli, kolu, yönetmen yardımcısı, gözü kulağı olmuş. Farklı kuşaklardan oyuncuların, yönetmenlerin buluştuğu, insanı heyecanlandıran bir oluşum Craft Tiyatro. Craft Oyunculuk Atölyesi’yle ilişki içinde ‘yeni’ oyunlar, oyuncular vaat edediyor. Oyunculuk Atölyesi demişken, atölye ilk meyvesini vermiş bile. Öğrenciler ilk oyunlarını oynuyorlar. Oyunun adı “Kaset”. Stephen Belber’in oyununu Tevfik Şahin yönetiyor. Begüm Kaya, İbrahim Aslan ve Metin Akdülger de oynuyor. Gelecek sezon Craft’tan daha çok bahsedeceğiz belli ki. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
101
■ ■ ■ ■ ■
SAHNE SANATLARI
Sanat, erkek ve alkol sarhoşu
TİYATRO
Stephanie Bataille, Guggenheim’ı büyük bir duyarlılıkla canlandırıyor.
T LDA TEZMAN tilda@tezman.com.tr
Paris’te, Petit Montparnasse Tiyatrosu’nda başlayan “Aynanın Karşısındaki Kadın / La Femme Face a Son Mirroir”, Amerikalı milyarder, modern sanat aşığı Peggy Guggenheim’in hayatına yapılan enteresan bir yolculuk.
Peggy Guggenheim ça ımızın en büyük özel koleksiyoncusuydu.
102
PEGGY Guggenheim (1898-1979) İsviçreli bakır madencisi ve Alman bankacı iki zengin ailenin torunu. Babasının Titanic faciasında ölümünden sonra büyük bir servetin sahibi olur. Deli bir annesi, genç yaşta ölen bir ablası, takıntılı bir sevgiyle bağlı olduğu ve zaman içinde intihar eden kızı... Peggy önce empresyonist akıma yakınlaşarak sanata bulaşır. 2. Dünya Savaşı’nda, Alman işgalinden kaçıp, New York’a yerleşir. New York’ta açtığı galeride, o dönem Avrupa’dan kaçan artistlerin ve çağdaş Amerikalı sanatçıların hamisi olur. Kübizm, sürrealizm ve soyut sanatın en büyük destekçisi bu kadın, Avrupa’ya dönüşünde artık nadide bir modern sanat koleksiyonuna sahiptir ve Venedik’te Venier Dei Leoni sarayını satın alıp, Peggy Guggenheim müzesini kurar.
Hem trajik hem komik Taşkın enerjisindeki inişler, çıkışlar, hatalar, hüsranlar, çapkınlıklarla Peggy’nin yaMilliyet Sanat Haziran 2012
şamı hem trajik hem de komik. Orijinal fikirleri, dostları, sanatçılarla yaşadığı aşkları, kocalarıyla (Laurence Vail, Max Ernst) yıllar içinde daima gündemde kalmış bu sıra dışı kadın, sanat, erkek ve alkol sarhoşu olarak ünlenmiş. Hiçbir zaman spekülasyon yapmayan ve kazara sanat eseri satın almayan Peggy Guggenheim’ın koleksiyonundaki her eseri satın almasının tek sebebi o esere tutkuyla âşık olması. Satın aldığı tüm eserlerden yaşam nefesi esmekte. Koleksiyonu Pollock, Ernst, Miro, Kandinsky, Delaunay, Duchamp, Chagall, De Konning, De Chirico, Henry Moore, Brancusi, Tanguy, Giacometti, Magritte, Picasso, Leger, Braque, Dali, Mondrian gibi büyük ustaların eserlerinden oluşuyor. Man Ray ve Calder’e göre Peggy Guggenheim’ın sanat zevki tamamen mutlu yaşama duyduğu aşkla ilintiliydi. Peggy dünyanın en büyük modern sanat koleksiyoncusu ve aynı zamanda çağı-
Oyun, Peggy’nin Venedik’teki odasında geçiyor. bu odada Peggy, geri dönüşlerle hayatını, çok ünlü ailesini, aşklarını ve sanata olan zaafını anımsıyor.
mızın en büyük özel koleksiyoncusuydu. “Aynanın Karşısındaki Kadın” adlı tek kişilik oyun, Peggy’nin Venedik’teki odasında geçiyor. Birkaç haute-couture elbisenin duvarlara asılı olduğu bu odada Peggy, geri dönüşlerle hayatını, çok ünlü ailesini, aşklarını ve sanata olan zaafını anımsıyor. Lanie Robertson’un yazdığı oyun, New York’ta Off Broadway’de ve Avustralya’da oynandıktan sonra, şimdi Paris’te.
Picasso’nun ünlü tablosu Oyun, adını Picasso’nun ünlü tablosundan alıyor. Lanie Robertson oyununa bu adı vererek, Peggy Guggenheim’ı 20. YY.’ın üstadının tablosunun içine yerleştiriyor. Büyük ustaların başyapıtları, bu orijinaltutkulu-sıra dışı kadının özel giyinme odasında buluşuyor. Aynanın karşısında bu kadının fantezileri, tutkuları anlatılırken, koleksiyonun ‘özel çocukları’ da ona eşlik ediyor. Güldürmek için hikayeler anlatan bu kadının, gözlüklerinin arkasında 20. YY. kadınının savaşçı kimliği öne çıkıyor. Müzikal duygusallık bu kadının yaşamındaki iyi ve kötü anıları çağrıştırıyor. Michael Stampe’ın uyarladığı oyunun yönetmeni Christophe Lidon. Aynasının karşısındaki kadın Peggy Guggenheim’ı, Stephanie Bataille büyük bir duyarlılık ve nükte kabiliyetiyle yorumlarken sanat tarihini ve komediyi başarıyla birleştiriyor. ■
■ ■ ■ ■ ■
SAHNE SANATLARI
TİYATRO
Shakespeare’in üzerinde Akdeniz rüzgarları SEÇK N SELV seckinselvi@canyayinlari.com
“Antonius ile Kleopatra” - Yazan: William Shakespeare, Çeviren: Bülent Bozkurt, Yöneten: Kemal Aydo an, Sahne tasarımı: Bengi Günay, Müzik: Tolga Çebi, I ık tasarımı: rfan Varlı, Sahne dövü ü ve kondüsyon: Janbi Ceylan, Oynayanlar: Zerrin Tekindor/ Haluk Bilginer/ Kevork Malikyan/ Mert Fırat/ Emre Karayel/ Onur Ünsal/ Evrim Alasya/ Muharrem Özcan/ Gözde Kırgız/ Zeynep Alkaya/ Tu çe Karao lun/ Mehmet Özbek.
OYUN Atölyesi, “Othello”, “Atinalı Timon”, “Hırçın Kız”, “7 Şekspir Müzikali”, “Macbeth” oyunlarıyla gelenekselleşen her yıl bir Shakespeare dizisini, bu yıl “Antonius ile Kleopatra” yapımıyla sürdürüyor. Bu yılın bir özelliği de “Antonius ile Kleopatra”nın dünya izleyicilerine açılması. 21 Nisan-6 Haziran tarihleri arasında Londra’daki Globe Tiyatrosu’nda Shakespeare’in doğum gününde başlayan altı haftalık Globe to Globe (Küre’den Küre’ye, bir başka deyişle dünya ülkeleri Shakespeare Tiyatrosu’na) festivalinde 37 uluslararası tiyatro topluluğu, Shakespeare’in 37 oyununu 37 farklı dilde sergileyecek. Dünya Shakespeare Festivali’nin ve 2012 Kültür Olimpiyatları’nın bir bölümü olan festivalde Oyun Atölyesi, “Antonius ile Kleopatra” oyunuyla yer alıyor. Oyun, 1 ve 2 Haziran’da da 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde Türkiye’deki seyircilerle buluşacak. Özgün metni 5 perde ve 42 sahneden oluşan oyun, Kemal Aydoğan’ın özenli dramaturji çalışmasıyla günümüz normlarına başarıyla oturtulmuş. Oyunun Bengi Günay tarafından gerçekleştirilen sahne tasarımı, Shakespeare’in tiyatrosu Globe’daki sahneleme düzenine çok paralel bir açık mekân
Oyun Atölyesi’nin “Antonius ile Kleopatra”sı iki güçlü kişiliğin, kendilerinden de güçlü olan aşk öyküsünü aktarıyor. Ama ‘oyun’ büyüsünü hiç yitirmeden. oluşturuyor. Sahne gerisindeki beyaz gergi, kalyonun yelkeni de oluyor, taht odasının fonu da. Sahnenin iki yanında kalyonun top taretleri ya da forsa küreklerinin denize uzandığı kapaklar sıralanıyor. Kemal Aydoğan’ın reji yaklaşımı da, Globe izlerini sürüyor. Oyuncular (zorunlu giysi değişimleri dışında) sürekli olarak sahnenin gerisinde oturuyor. İrfan Varlı’nın incelikli ışık tasarımıyla bazen ışık alarak, bazen siluet olarak. Oyun sırası gelen sahne önüne gelip rolünü canlandırdıktan sonra tekrar arkaya çekiliyor. O noktadan sonra ise, Akdeniz iklimi çıkıp oturuyor sahneye. Bazı tarihçiler Antonius’un kendini Dionysos’la özdeşleştirmesini yererken, bazıları da onun Efes’te ve Atina’da Dyonisos, Mısır’da ise (Dionysos’un Mısır’daki karşılığı olan) Osiris diye selamlanmasını politik bir manevra olarak değerlendirip Hellenistik Çağ’da Doğu’da ve İtalya’da yaygın olan Dionysos kültünün popülerliğini politik avantajı olarak kullandığını savunuyorlar. Antonius politik bir avantaj gözetmiş olsa da olmasa da, Dionysos Anadolu’daki bütün geçmişiyle, bütün birikimiyle ete kemiğe bürünmüş bir Haluk Bilginer suretinde çıkıyor karşımıza. Bir yanıyla Roma triumvirasının bir ayağı, diğer yanıyla ve bütün varlığıyla tutkulu bir âşık.
önüne alınca, Antonius’un şan, şeref, görev duygularını bile unutacak duruma gelmesi kolayca anlaşılabiliyor. Zerrin Tekindor, fiziğiyle kusursuz bir Kleopatra olurken, bu saydığım özelliklerin hepsini en inandırıcı, ama bir yandan da yabancılaştırarak hayata geçiren usta bir oyunculuk sergiliyor. Oyun Atölyesi’nin “Antonius ile Kleopatra”sı işte bu iki güçlü kişiliğin, kendilerinden de güçlü olan aşk öyküsünü aktarıyor. Ama ‘oyun’ büyüsünü hiç yitirmeden. Tolga Çebi’nin doğu motifli özgün müziğiyle, bir şenlik şölen havasında Anadolu’nun da, Akdeniz’in de esintileri serpiştirilmiş oyuna. Akdeniz’in iki yakasındaki Roma ve Mısır’dan Tarsus limanına uzanan bir coğrafyada sonuna kadar Shakespeare ve sonuna kadar Akdenizli bir yapım olmuş Oyun Atölyesinin “Antonius ile Kleopatra”sı. ■ (Oyun Atölyesi - 0216 345 39 39)
A ifte ve ölesiye sadık “Yıpratamaz zaman onun güzelliğini Solduramaz rengini, bozamaz ahengini” Yukarıdaki sözcüklerle tanımlanan Kleopatra, Wilson Knight’ın deyişiyle renkleri boyuna değişen, göz kamaştırıcı bir ipek kumaşa benzeyen, bin bir yüzeyli bir kişiliğe sahiptir. Aynı anda yalancı ve dürüst, bencil ve fedakar, mantıksız ve akıllı, gururlu ve alçakgönüllü, cesur ve korkak, bir mahalle karısı kadar bayağı ve kraliçelerin en şahanesi kadar soylu, şehvet düşkünü ve sevgilerin en gerçeğini duyabilen, aşifte ve de ölesiye sadık bir kadındır. Onun bu özelliklerini göz
Zerrin Tekindor, canlandırdı ı Kleopatra rolüyle usta bir oyunculuk sergiliyor.
Özgün metni 5 perde ve 42 sahneden oluşan oyun, Kemal Aydoğan’ın özenli dramaturji çalışmasıyla günümüz normlarına başarıyla oturtulmuş. Milliyet Sanat Haziran 2012
103
■ ■ ■ ■ ■
SAHNE SANATLARI
ANMA
Hadi kalk artık Cü! Tilbe Saran, I ıl Kasapo lu ve Cüneyt Türel (soldan sa a), 1996’da “Abelard ve Heloise”in prova döneminde.
I IL KASAPO LU milsanat@milliyet.com.tr
1 Mayıs’ta kaybettiğimiz Cüneyt Türel’i, Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu’nu Tilbe Saran ile birlikte kurduğu dostu, yol arkadaşı Işıl Kasapoğlu’nun kalemiyle, saygıyla anıyoruz... Bugüne değin yüz küsur oyun yaptım. Her seferinde sana ihtiyacım oldu be dostum. Oynadığın oyunları o kadar iyi bilirdin ki ezberin olmasa da yeniden yazardın be dostum!
104
“HADİ, kalk artık Cü”, “Okyanuslara gideceğiz...”Yunan adalarında arkadaşlarla uzo içeceğiz, “Havadan, denizden konuşacağız.” Sonra belki ‘Tiyatro’dan da konuşuruz. “Elin Elimde”nin ezberinden, Başar’dan, Metin’den, Celal’den... Zeynep’ten... Tilbe’den ya da. Ya da 1975’ten. ‘Yerinden Yönetim’den. Cü... 38 yıl önce yapılmak istenenleri, yapmak istediklerinizi (Ben küçüktüm, oyuncu parçası! Mızrak taşıyıcı...) şimdi Başbakanlık, Kültür Bakanlığı yapmak istiyor. Biraz acemice, kaba saba, yıkarak, dökerek. O dönemleri hatırlıyorum... Karşı çıkanlar gene ‘Tiyatrocular’ olmuştu. Ortalık toz duman. Neye, niçin karşı çıktığımızı bilen yok. Buna karşın ‘Tiyatro’ ile ne yapacağını bilen de yok! Kimse niye tiyatro yaptığını Milliyet Sanat Haziran 2012
bilmiyor. Sevgili Cü. Adın her yerde yazılı. Sesin her yerde. 60’lı yılların sonlarından bugüne gençlik tiyatroları, Şehir Tiyatroları, özel tiyatrolar... Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu, Kenterler, Tiyatro İstanbul... Filmler ve diziler Cü... Bir türlü sana yakıştırmadığım, inadına seyretmediğim bir sürü dizi... ★★★ Ameliyatından bir hafta önce Marsilya’ya davet edilmiştik. Sen Nazım şiirleri okuyacaktın, ben de Türk tiyatrosu üstüne bir konuşma yapacaktım. Hatırlıyor musun? En büyük sorunumuz ameliyattan kaç gün sonra yolculuğa hazır olabileceğindi. Ameliyatından iki-üç gün sonra gidecektik Cü... Doktora da telefon etmiştik, “Gidebilir miyiz?” diye. Cü... Hadi Marsilya’ya gidelim, sen şiirler okursun, ben tiyatro hakkında zırvalarım. Sonra belki Hollanda’ya ya da Stockholm’e (Tilbe çok istiyordu...). Nazım okursun demiştim ya... Sen Yahya Kemal’i de iyi okursun be Cü, Edip Cansever’ i de... Hatta canın isterse Necip Fazıl’ı da... Onlar da bunlar da karışmasınlar bizlere Cü. Biz karnımızla, midemizle, bağırsaklarımızla tiyatro yapıyoruz, roman, şiir yazıyor, müzikler besteliyoruz Cü. ★★★ Karışmasınlar bize. Bugüne değin yüz küsur oyun yaptım.
Her seferinde sana ihtiyacım oldu be dostum. Kafanın içi tiyatro ansiklopedisi gibiydi. Her şeyi hatırlar, bir oyunun daha önce oynanıp oynamadığını bilir, kimlerin hangi rolleri oynadığını ezbere bilir, kendi oyunlarını bir türlü ezberleyemezdin be Cü. Oynadığın oyunları o kadar iyi bilirdin ki ezberin olmasa da yeniden yazardın be dostum! Ne de güzel yapardın. Biliyor musun? Elbette biliyorsun, çünkü bu konu üstünde çok tartıştık. Heiner Müller tek kelime Fransızca bilmeden Bernard Marie Koltes’in bir oyununu çevirmişti. Asistanı ona oyunu anlatmış, o da yeniden yazmıştı. Daha sonraları Koltes “En iyi çeviri bu oldu” demişti. Bilge Karasu’yu çok seversin Cü. “Sevilmek” adlı oyununu ilk getirdiğinde “Arkadaşlar, ben Bilge Karasu’yu çok seviyorum. Tek kelimesini bile değiştirmek yok” diye ısrar etmiştin. Ne gülmüştük Köksal ve Tilbe’yle. Oyunu yeniden yazmıştın be Cü. Ne iyi yapmışsın. Biliyorum, Üçüncü Richard oynamak istiyordun. Beceremedim bir türlü. Yakışırdı sana. Olmadı. Bülent Emin ile yaparsam yanımızda olacağını biliyorum. Heyyyy! Adam! Zeynep yeni çeviriler yapıyor bizim için. Sana da rol var anılarımızda, hep var olacaksın. Tilbe provaya bekliyor... ★★★ Cü! “Songül pırasa yapmış, hadi uyan!” ■
■ ■ ■ ■ ■
EDEB YAT
YENİ YAYINLAR
“Bu kitabı anlamak 30 yıl alır” S BEL ORAL sibelo@gmail.com
Lale Müldür’ün yeni şiirlerini topladığı “Anne’ye ayetler ve o’nun postmortem alametleri”nin her satırı İsa’yı işaret ediyor ve bir yandan da ‘anne’ye karşı duyulan özlemi ilan ediyor. Kitap ‘dinlerarası bir diyalog’ kurmaya çalışıyor.
106
LALE Müldür’le geçtiğimiz yıl Milliyet Sanat’ın sayfalarında “Siyah Sistanbul” için yine evinde buluşmuş uzun uzun sohbet etmiştik. O zaman bana “Hıristiyan Müslüman oldum ben” demiş ve bir sonraki kitabını beklememi söylemişti. İpucu almaya çalışsam da başaramamıştım, “Bekle” demişti. O söyleşinin başlığını “Lale Müldür’ün ‘Kara Kutusu’ açılıyor” diye atmıştık. Nihayetinde bekledik, Lale Müldür’ün ‘kara kutusu’ açıldı ve “Anne’ye ayetler ve o’nun postmortem alâmetleri” yayımlandı. Lale Müldür’ün farklı dönemlerde yazdığı şiirlerden oluşan kitap her satırında İsa’yı işaret ediyor ve diğer taraftan da ‘anne’ye karşı bir özlemi ve çağrıyı ilan ediyor. Müldür’ün geçen yıl “Hıristiyan Müslüman oldum ben” deyişini doğrulayan şiirlerin olduğu kitap ‘dinlerarası bir diyalog’ kurmaya çalışıyor. Bir perşembe akşamı yine Müldür beni kapıda karşıladı, geçen yıl oturduğumuz koltuğun karşısındaki kanepeye oturduk bu sefer. Söyleşi boyunca Leonard Cohen dinledik. Arada durduk, sustuk, pencereden Boğaz’a baktık... Yeni kitap için “Anlamak 30 yılı alır” deyip “Bak sen de anlamamışın bir daha oku” diye de fırçasını attı. Ben mahcup gazeteci, sorular sordum ama o da benden geri kalmadı. Ben onu hiç sıkıştırmadım ama o tatlı tatlı benim canıma okudu sorularıyla. Geçen yıl olduğu gibi aramızda kalacak küçük sohbetler ettik. Bazı söyleşileri yapmak çok zordur. Lale Müldür beni iki söyleşide de terletmeyi başardı. Ama yine geçen yıl olduğu gibi bu yıl da bir ipucu verdi. “Roman yazacağım” dedi. Ve bakın daha neler neler söyledi... Milliyet Sanat Haziran 2012
“Anneye Ayetler ve Onun Postmortem Alametleri” Lale Müldür YKY 18.00 TL
Sizinle en son geçen “Siyah Sistanbul” için bir araya gelerek söyleşi yapmıştık. O zamandan bugüne neler yaptınız, bu yeni kitapla birlikte nasıl bir süreç yaşadınız? Kitap üzerine çeşitli tartışmalar, konuşmalar oldu. Yazılar yazdım. Şiir de yazdım tabii. Şimdi “Anne’ye ayetler ve o’nun postmortem alâmetleri” yayımlandı. Bu yeni kitapla ilgili neler söylemek istersiniz? Bu kitap “Buhurumeryem”in ters yansıması... Tamamen anlamak 30 yıl filan alır. Post-Hıristiyan, Post-İslam, Post-Yahudi bir noktada duruyorum... Dinler arası diyalogda duruyorum... Hele sonu, kitabın sonundaki o situasyonist paragraf tam anlamıyla fütürist duruş, sanki günümüz için bir duruş... İsa da anarkodur, bu slogan da... İlk şiirimin, ilk kitaptaki ilk şiirimin İsa’nın bir sözüyle açılması da ilginç tabii... Kitabın girişinde bir notunuz var: “Okurlar bu kitapta bulamadıkları cevapları bundan 135 yıl sonra Lâle Müldür’ün yanıtlar kitabında bulabileceklerdir” diyorsunuz. Nedir bunun perde arkası? O kadar yaşayacağıma ve hep yazacağıma inanıyorum.
Burada bize gelen soruların yanıtları nasıl bir kitapta olacak? Bir roman yazacağım. Henüz başlamadım ama konusunu buldum. “Bizansiyya” gibi mi mesela... Nedir konusu diye sorsam çok mu erken olur? Şu an paylaşamam ama ‘giz’le ilgili bir şey. Gizlerin etrafında dolaşan bir yazın hayatım oldu. Uzun sürecek bir roman, olağanüstü bir roman. Yaz Allah yaz bitmeyecek bir roman. İddialıyım bu romanla. Şu anda yazılan romanlar roman değil çünkü. Buradan çağdaş romancılığımızı beğenmediğiniz sonucunu çıkarabilir miyiz? Bizim yazarlar abuk subuk birtakım şeyleri giz diye yazıp satmaya çalışıyor. Sence de öyle değil mi? Ben sizin gibi karamsar değilim. Ne demek istediğinizi anlıyorum ama onların dışında çok iyi romanlar yazıldığını da düşünüyorum. Yok, ben karamsar değilim. Kötü roman demiyorum bak. İyi roman dediğinizde anlaşılır kriterlerin içinde olmalı. Onun da olmadığını görüyorum. Bir de eleştirmenlerin olmadığını görüyorum. Sence de öyle değil mi? Evet, bir edebiyat eleştirisinin varlığından söz edemeyiz gibi geliyor bana. Ne olacak peki sizce? Ne olabilir? Hiçbir şey olmayacak... Romanınızı merakla beklemekten başka bir çare yok anlaşılan... O zaman yine şiirlere dönelim. Şiirleri yazarken yaşadığınız süreci ve ruh halinizi merak ediyorum. Kitaptaki şiirler de hep İsa’yı işaret ediyor... Ben hep aynıyım aslında. İsa hayatıma girdiğinden bu yana... O bana gerçek se-
30 yaşındayken aldırdığım oğlumun Hz. İsa’nın oğlu olarak tekrar karşıma çıkartılmasından bahsetmek istiyorum. Bunu söylememi kendisi istiyor... Kendisi çok iyi ve herkese selam söylüyor... Bulunduğu kısa zaman müddetinde tanıdığı dünya için teşekkür ediyor. Biliyor musun kendisi gerçekten çok güzel bir adam ve diyor ki; güzellik her zaman, her zaman içimizdedir. vinci yaşattı. İsa yazmamda en büyük etken oldu. Her şeyimi İsa’yla birlikte yazdım. Aslında en başından beri o vardı ama ben onu biraz geç anladım. Daha ilk şiirlerimde İsa’ya göndermeler vardı ki ben o zamanlar ne İsa ne Musa biliyordum. İsa hep münzevileri tutuyor. Ben her zaman münzeviydim. İsa evlilik düşüncesinden hoşlanmayanları tutuyor. Benim hayatım hep öyle geçti. Siz ne zaman, ne oldu da fark ettiniz peki bunu? Robert Kolej’de okurken İtalya’da şiir bursu kazandım. Annem ve babamla oradaki okulun rektörüne gittik. 16 yaşındayım o zaman. Rektör bana bir isim verdi ve onunla git görüş dedi. Gittim o adam bana İncil’i okudu. Neden İncil’i okuduğunu sor-
FOTO RAF: ÇINAR ESLEK
“30 yaşındayken aldırdığım oğlum, Hz. İsa’nın oğlu olarak karşıma çıktı”
Lale Müldür, 11. Altın Portakal iir Ödülü’nün sahibi.
dum. Benim o zaman yazdığım şiirlerin İncil’e ve İsa’nın sözlerine göndermelerle dolu olduğunu söyledi. “Olamaz, çünkü ben Marksistim” dedim. Haberim yok hayatımda İncil mi okumuşum. Farkında bile değildim İsa’nın benim zihnime girdiğinin. İnanmamanıza ve İncil’den bihaber olmanıza rağmen bunu yaşadınız ve bu olaydan hemen sonra mı inanmaya başladınız? Bir gece bir şey oldu. Sanki bir yolculuğa çıkıyordum. Mor üçgenler gördüm. Picasso’nun, Miro’nun ve Dali’nin çizimleri de vardı. Daha sonra onu gördüm; İsa’yı. Odama indi. Çok güzeldi. O kadar güzeldi ki böyle bir güzelliği görmemiştim. Bak ne diyorum: İnsanların yapamayacağı bir güzellikti. Bana baktı. Hiçbir şey söylemedi. Daha sonra Hz. Muhammed’i gördüm. Bir şeyler söyledi ama aklımda kalmadı. Boş bir saksı verdi elime... Ne hissettiniz peki? Korku, tedirginlik, mutluluk... Heyecan ve mutluluktu tabii. İkisini görünce de aynı şeyi hissettim. Kaç yaşındaydınız? 33 yaşındayım. İsa’nın ölüm yaşıdır 33. Ben sizi biliyorum da yine de sora-
cağım; sonuçta yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede yaşıyoruz, söylem bu. Siz cesur açıklamalar yapıyorsunuz. Söyledikleriniz yüzünden eleştirilmekten korkmuyor musunuz? Hayır, korkmuyorum. Ben bunları yeni yaşamadım ki. Daha önce de korkum olmadı ama yazılması gereken kitaplarım vardı. Soluk almam lazımdı. Nihayet o soluğu alabildim ve artık bana bir şey olmaz diyebildim, yazmaya başladım. Korkum endişem yok. Şiirlerinizde anneye karşı bir özlem ve çağrı var. Annem çok güzel ve aristokratik bir kadın gibiydi. İlişkimiz iyiydi. Hz.Meryem hakkında ne düşünüyorsunuz? Söylemek istemiyorum. Bir şiirinizde “Kafamda görünmez bir taçla yıllarca gezdim” diyorsunuz. Bunu okurken işte dedim, Lale Müldür’ü anlatan en güzel cümleÖ Ne dersiniz? Bazen bildiğiz şeyleri bilmezden geldiğimiz ve öyle davrandığımız anlar vardır, bu da onlardan biri. ■
“Bir gece bir şey oldu. Sanki bir yolculuğa çıkıyordum. Mor üçgenler gördüm. Daha sonra onu gördüm; İsa’yı. Odama indi. Çok güzeldi. O kadar güzeldi ki böyle bir güzelliği görmemiştim...” Milliyet Sanat Haziran 2012
107
■ ■ ■ ■ ■
EDEB YAT
YENİ YAYINLAR
Murakami’den dünyanın sahteliği üzerine A. ÖMER TÜRKE aomert@gmail.com
Haruki Murakami’nin sadece Japonya’da 4 milyonun üzerinde bir satış rakamına ulaşan son romanı “1Q84” Türkçede. Yerelin sınırlarını çoktan aşmış bir isim olan Murakami bu kitabında basit bir dille çok sürükleyici bir hikaye anlatıyor.
Haruki Murakami “1Q84” Çevirmen: Hüseyin Can Erkin Do an Kitap Fiyatı: 48.00 TL
Haruki Murakami’nin “1Q84”ü George Orwell’ın kara ütopyası “1984”e gönderme içeriyor.
108
HARUKİ Murakami Japonya’nın yaşayan en önemli -Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmaya en yakın- yazarı olarak gösteriliyor. Doğrusu, yazarlığının önündeki Japon vurgusu yersiz ve yetersiz. Dünyanın hemen her köşesinde, onlarca dilde milyonlarca okuyucuyla buluşan Murakami yerelin sınırlarını çoktan aşmış bir isim. Beş yıllık bir aradan sona yayımlanan son romanı “1Q84”ün gördüğü ilgi Haruki Murakami’in bir dünya yazarı olduğunu kanıtlıyor. Murakami Japonya’nın Kyoto kentinde 1949 yılında doğmuştu. Babası Budist bir raMilliyet Sanat Haziran 2012
hip, aynı zamanda Japon edebiyatı öğretmeniydi. Bu nedenle edebiyatla erken yaşta tanıştı. Marukami’ye göre baba-oğul çatışmasına dönüşen bu tanışıklık onun ‘batı’ya yönelmesine yol açacaktı; “Caz müziğine ve Dostoyevski’ye ve Kafka’ya, Raymond Chandler’a...” Eğitimini Tokyo Waseda Ünivesitesi’nde drama bölümünde yaptı. Üniversiteyi bitirdiğinde hayatını caz bar işletmeciliğinden kazanıyordu. Zaten müzik Murakami’nin hayatında her zaman önemi bir yer kaplar; öyle ki, birçok romanının başlığı ya
da önemli temaları klasik müzik eserlerine gönderme niteliğindedir. Yazmaya biraz geç -29 yaşındaydı- başlamakla birlikte başarıya çabuk kavuştu. İlk kitabı “Kaze no uta o kike”(1979) Gunzou Edebiyat Ödülü’nü değer bulundu. Japonya’dan ayrılacağı 1986 yılına kadar yayımlanan üç romanı iki önemli edebiyat ödülü daha getirdi Murakami’ye. Yazarlığını uluslarası ölçekte kanıtlayan romanı ise “Norvei no Mori- İmkansızın Şarkısı”(1987) oldu. Kitap kısa zamanda 16 dile çevrildi, Japonya’da 9,2 milyon satış adetine ulaştı. Yazmayı
ABD’de sürdüren Murakami, Japonya’ya Kobe’yi yerle bir eden 1995 depreminden sonra, yardım aacıyla döndü. Romanları dışında öykü, deneme ve inceleme kitapları yazan, öykü ve romanları sinema ve tiyatroya uyarlanan Murakami, 2000’li yıllar boyunca kariyerini çok sayıda edebiyat ödülü ile perçinledi.
Paralel dünyalar Murakami romanları Türkçeye geç çevrildi, kısa zamanda sevildi ve benimsendi. Böylece 2004 yılından bu yana hemen her yıl yeni bir Murakami romanı çevirisi okuma fırsatı bulduk: “İmkansızın Şarkısı” (2004), “Zemberekkuşu’nun Güncesi” (2005), “Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında” (2007), “Yaban Koyununun İzinde” (2008), “Sahilde Kafka” (2009), “Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu” (2011) ve “1Q84”... Bu romanlar sayesinde yarattığı gerçeküstü dünyalara, bu dünyaları kaplayan hüzünlü havaya, yalnızlaşmış insanlara, yazarın tuhaf kurgularına yabancı değiliz. Okuduklarımdan yola çıkarak kısa bir değerlendirme yapabilirim; aşkın ve ölümün hiç eksik olmadığı, gerçeklikle masalın, polisiye ile bilimkurgunun kesişme noktasındaki hikayeleriyle, melez anlatım teknikleriyle, kolay anlaşılır dili, dünya edebiyatına göndermeleri ve ucu açık metaforlarıyla Haruki Murakami’nin post-modern edebiyatın günümüzdeki en iyi temsilcilerinden birisi olduğunu düşünüyorum. “1Q84”te bunların hepsi mevcut. Ancak 1256 sayfalık -aslında üç ciltlik- roman öncekilerden biraz daha kapsamlı ve karmaşık. 1984 yılındayız. İki karakter ekseninde gelişen hikaye içiçe geçmiş iki paralel dünyaya açılıyor. Romanın kadın kahramanı Aomame görünüşte spor öğretmeni. Gerçek işi adam öldürmek. Lafın gelişi değil, gerçekten sadece adamları, kadınlara eziyet edenlerini öldürmek için kiralanan bir katil. Otuzlu yaşlarda, klasik bir güzelliği olmasa bile çekici, pek çok yanıyla Stieg Larsson’un “Ejderha Dövmeli Kız”ındaki Lizbeth Salander’i hatırlatan bir kadın. Murakami’nin kadın cinayetleri bahsi ile Roberto Bolano’nun “2666”sına göz kırptığını da ekleyelim. Erkek kahraman Tengo da otuzlu yaşlarda. Geçimini matematik öğretmenliğinden temin eden edebiyata meraklı bir adam. Edebiyat dünyasını şaşırtmak isteyen editörünün ısrarıyla genç bir kızın -Fukaeri’nin“Pupa Hava” adlı taslağını romanlaştırmayı kabul ediyor. Fukaeri’nin “Little People” dediği topulukla ilgili fantastik hikayesine gömüldüğünde, hele ki kızla tanıştığında anlatılanların tuhaf bir gerçekliğe karşılık geldiğini fark edecektir Tengo. Hikaye Fukaeri’nin babasının kurucusu olduğu -bir zamanlar özgürlük adına mücadele eden- bir tarikatle il-
gilidir. Ve tarikat kitabın yayımlanmasından rahatsızdır. Aomame ise bir başa nedenle karşılaşır tarikatle. Sonunda Aomame ve Tengo’nun kaderleri de kesişecektir. Bir araya gelebilmeleri için; Tengo’nun roman yazarken hayal ettiği, Aomame’nin ise bir takside Janacek’in “Sinfonietta” adlı bestesini dinlerken geçiverdiği paralel evrenden çıkmaları gerekir. Ancak paralel evrenler birbirine öylesine karışmış durumda ki, acaba hangisi ‘gerçek’ hangisi ‘sahte’sidir?
Dü lerin gücü Gerçeküstü bir tarzda anlatmayı seven bir yazar olarak Murakami’nin romanlarında ‘gerçek’ ve ‘sahte’ ya da ‘düş’ ve ‘gerçek’ kavram çiftlerininin önemli bir yeri var. Romanlarının ötesinde, sözünü ettiğim kavramlar dünya görüşüne de yansımış durumda. Mesela “1Q84”ün hikayesinde akla yatmayan pek çok yan bulabilirsiniz. Ancak Murakami’nin gerçekçi olma gibi bir iddiası yok, okuyucuyu gerçekliğe davet etmiyor. Yazdıklarının ‘sahte’liğinin farkındalığı sayesinde gerçek dediğimiz dünyanın sahteliğini açığa çıkarıyor. Murakami’ye göre “Biz sahte bir dünyada yaşıyoruz, biz sahte akşam haberleri izliyoruz. Biz sahte bir savaşın içindeyiz. Bizim hükümetimiz sahte. Ama biz bu sahte dünyayı gerçek sayıyoruz.” Öyleyse romanın anlattığı hikayelerin sahteliği ile gerçek dünya arasında pek bir fark yok. Böyle bir fikriyattan hareketle, gerçek dünyanın yakıcı meseleleri ile uğraşmasına rağmen, kurmacanın bütüm imkanlarını sonuna kadar kullanarak, “1Q84” romanında kendine özgü bir evren kurmuş Murakami.
adı çıkıyor; Orwell’in ünlü kara ütopyası...
Ku atıcı bir roman Murakami sadece kitabının ismiyle değil, hikaye zamanıyla, romanın distopik yapısıyla ve roman içine eklediği alıntılarla da “1Q84”ün Orwell’in “1984”üne bir gönderme olduğunu, dahası “1984”ü referans noktası olarak aldığını açıkça belli etmek istemiş. Ama ne hikayesinde ne kurgusunda “1984”ü hatırlatan bir şeyler var. Orwell’in ‘Big Brother’ kavramını almış sadece; ama ters yüz etmek için... Orwell’in kötümser gelecek tahayyülünde 1984 yılı, totaliteryen bir yönetimin hüküm sürdüğü, herkesin ‘Big Brother’ tarafından denetlendiği bir zamandı. Hikaye Stalinizmin allegorisiydi. 1984’te Stalinizm hüküm sürmese bile, Orwell’in kehaneti günümüzde burjuva demokrasileri özelinde şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde doğrulandı. Meşru da kılındı. Öyle ki artık ‘Big Brother’dan söz etmenin bir anlamı yok. Onun yerini ‘Little People’ alıyor; yani ‘Küçük İnsanlar’... Murakami özgürlüğün bir başka yok ediliş biçimi olan işte bu durumu ele almış. ‘Big Brother’ zihniyetinin toplumdaki, ‘Küçük İnsanlar’daki, yani toplumun kollektif bilinçaltındaki karşılığını arıyor. Bulmakta fazla zorlanmamış; çünkü bireysel özgürlüklerden vazgeçilerek müridi olunan modern cemaatler -tarikatler- Japonya’da çok yaygın. “1Q84”ü yazarken 1995’de Tokyo metrosuna sarin gazıyla düzenlenen saldırının sorumlusu olan Aum Şinrikyo tarikatından esinlenmiş. Bu konuda bir de inceleme kitabı yazmıştı Murakami. Murakami yerelden evrensele açılan (ta-
Haruki Murakami yerelden evrensele açılan (tarikatlerle, kadın cinayetleriyle, hatta edebiyat alemleriyle bizim için çok güncel konulara temas eden), tarihe, edebiyata, felsefeye, siyasete, kısacası pek çok meseleye değinen kuşatıcı bir roman yazmak istemiş. Gerçek dünyanın yozlaşmasını ve bireyin yabancılaşmasını daha iyi yansıtmak için sahtesini yaratmış; ama bu sahte dünya gerçeğinin aynadan yansımasıdır: “Görünüş sizi aldatmasın. Gerçek daima tektir”... “1Q84” çok katmanlı bir roman. Heyecanlı bir aşk ve macera romanı gibi okumak da mümkün, karamsar bir dünya tasarımı çıkarmak da. Kısa bir yazıda katmanların hepsine temas etmek beyhude bir çaba olmaktan öteye gitmez. Bu nedenle önemli bulduğum bir konuyu tartışmakla yetineceğim. Önemli, çünkü romanın ismini ve hikayesini belirliyor. İsimle başlayalım; Japoncada Q harfi ve 9 sayısı eşsesliymiş. “1Q84”ün Q’sunu 9 ile değiştirirseniz karşınıza “1984”
rikatlerle, kadın cinayetleriyle, hatta edebiyat alemleriyle bizim için çok güncel konulara temas eden), tarihe, edebiyata, felsefeye, siyasete, kısacası pek çok meseleye değinen kuşatıcı bir roman yazmak istemiş. Basit bir dille çok sürükleyici bir hikaye -aslında hikayeler- anlatıyor. Buna rağmen önceki romanları kadar tat aldığımı söyleyemem. Belki sözü fazla uzattığındandır, belki piyasayı düşünerek ilgi çekecek hiç bir konuyu kaçırmak istememesinden, “1Q84”ü bitirdiğimde best-seller tadı kaldı geriye. Eğer Murakami ile ilk kez tanışacaksanız “İmkânsızın Şarkısı” ya da “Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu” romanlarından birisiyle başlamanızı öneririm. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
109
■ ■ ■ ■ ■
NOKTALI V RGÜL
YEKTA KOPAN yekta.kopan@gmail.com twitter.com/yektakopan
Tiyatronun özelleştirme sorunundan Emek Sineması ve AKM’nin akıbetine; dizi sektörünün yaşadığı sıkıntılardan edebiyattaki ‘bilirkişi’ çıkmazına kadar akla gelen sorular... Bunlar yanıtlanmadan yaza merhaba demek mümkün mü?
Zihin kurcalayan sorular
24 Nisan’da Taksim’de gerçekle tirilen “ ehir Tiyatroları Yok Edilemez Yürüyü ü”nden bir kare.
110
; Yıllarını tiyatroya vermiş, çok sayıda oyunda ayakta alkışlanmış, televizyon sayesinde daha geniş kitlelere ulaşmış ama gerçek sevdası tiyatrodan bir gün bile uzaklaşmamış bir oyuncuyla konuşuyorum. “Nasıl ayağa kalkacağız bu kamburla, bilemiyorum” diyor. Sırtında bir kamburla yaşadığını düşünen tiyatro oyuncuları, uzun süredir zihnimi kurcalayan/kurcalaması gereken soruları daha da yoğunluklu bir şekilde gündeme getiriyor. Bütün bu sorular yanıtlanmadan, konserlerle, festivallerle, etkinliklerle dolu bir yaz mevsimine merhaba demek mümkün mü? ; Şehir Tiyatroları’nda yapısal değişiklik ve hemen ardından tiyatroda özelleştirme. Geçen ayın çok konuşulan, eylemlerde protesto edilen başlıkları. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, çay demini alıp acılaşmaya başladıktan sonra, biraz uzaklarda Brüksel’de yaptığı bir açıklamayla, “Yeni bir model üzerinde çalışıyoruz, sonuçlanmış bir model yok. Sayın başbakan, özgürlük, özerklik ve özellik kavramları çerçevesinde bir model olmaya çalıştığımızı söyleMilliyet Sanat Haziran 2012
di. Ben de, sanatçıyı daha özgürleştirecek ama sanatı daha yaygınlaştıracak bir model arayışında olduğumuzu söyledim. Tabii çok kolay bir model değil. Avrupa’daki uygulamaları izliyoruz. Türkiye’nin geleneği var, o gelenekten bizi geriye götürmeyecek olan yeni bir model arıyoruz,” dedi. Üstelik bu özelleştirmenin sadece tiyatro alanında kalmayacağının da ipuçlarını verdi. Peki böylesi önemli bir kararın fitili, kimin cebindeki kibritle, neden böylesine alelacele yakıldı? Modelin henüz aranmakta olduğu söyleniyor; peki kimler arıyor? Bu arayışa katılan isimler neden şeffaf bir şekilde açıklanmıyor? Tiyatrocular bu model belirleme sürecinin neresinde olacaklar? Yapı çoğulcu bir kararla mı belirlenecek, yoksa tiyatrocuları bir azınlığın temsil etmesi yeterli mi görülecek? ; İstanbul Tiyatro Festivali’nin başlangıcıyla birlikte İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), konuya taraf oldu ve vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı “Tek elden desteklenen sanat modeli geçmişte kaldı. Daha çok karma sponsor modeli uy-
gulanıyor. Hem kamudan, hem özel sektörden, hem de vatandaşın gelirinden alınan destekle ilerleniyor. Türkiye için de böyle bir yapı kurmak gerekiyor,” diyerek bir ‘sanat konseyi’ önerisiyle geldi. Soru şu; hükümet, modelin belirlenme sürecinde İKSV ve benzeri sivil toplum örgütlerine ne kadar söz hakkı tanıyacak? ; Özelleştirme modelinin tiyatrolarla sınırlı kalmayacağı tahmini doğrultusunda akla gelen bir diğer soru: Opera, bale, modern dans ve tümüyle diğer sahne sanatlarının kaderi ne olacak? Yoksa amaç, elit azınlığın ve Cumhuriyet ideolojisinin evlatları olarak görülen bu sanatları, küçülterek görülmez hale getirmek midir? ; Bu konuyla ilgili son bir soru: İskender Pala’nın Şehir Tiyatroları’yla başlayan ve sonrasında özelleştirme-özerkleştirmeözgürleştirme diye adlandırılan bu süreçte nasıl bir rolü oldu? Gerçekten de “Leyla ile Mecnun”dan bu yana gelen bir hesaplaşmanın kelebek etkisiyle mi sarsıldı tiyatrocular? Pala, neden muhafazakar sanat bayraktarı kesildi? Neden oksimoron bir üst
Pes dedirtecek diyalog Fazıl Say
Nefret ve şiddet söylemi ; Peki klasik müzik ne olacak? Klasik müzik deyince... Dünyanın en önemli besteci ve yorumcularından, piyanist Fazıl Say’ın, İstanbul’da yaşayan, ülkesinin topraklarını, yaşamını, şiirini, düşünürlerini, sedalarını, tarihini bilen ve her gerçek sanatçının yapması gerekeni yapıp, birilerine sempatik görünme kaygısı gütmeden, içinden geldiği gibi fikirlerini söylediği için maruz kaldığı nefret ve şiddet söylemine karşın hâlâ ve inatla ülkesinin insanını seven biri olduğunu biliyor muyuz? Biliyoruz. Peki, bu nefret ve şiddet söylemi konusunda neden yetkili bütün diller lal oluyor? başlığın manifestosunu “Aklına hemen geliverdiği biçimde” kaleme alma acelesi içine girdi? ; Bir de destekler konusu var. Tiyatro destekleri neye göre veriliyor? Bu destekler neden şeffaf bir şekilde açıklanmıyor? Hangi tiyatronun ne kadar destek aldığını bizlerin ve sektörün bilmesinde ne gibi bir sakınca var? ; Sahne sanatlarının sıkıntılarından söz edince mekan sorunu konusundaki soruları da sıralamak gerekiyor elbette. Kendini özellikle İstanbul’da hissettiren ama bütün Türkiye’nin sorunu olan, kültür sanat etkinliklerine uygun, dünya standartlarında mekan sorununun daha ne kadar büyümesini bekleyeceğiz? ; Sevindirici haberler de var. Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) açılacak olması gibi. Ama hemen soralım; seyircisiyle yeniden
stanbul Kültür Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Ba kanı Bülent Eczacıba ı.
; Bir süre önce Kültür Bakanlığı’ndan katkı sağlayacak bir haber gelmişti. “Edebiyat Eserlerinin Teşvik Edilmesi Hakkındaki Yönetmelik” maddesiyle Kültür Bakanlığı artık yazarlara da destek olacak. Akla gelen soru şu; sinema ve tiyatro desteklerindeki karmaşa ortadayken, edebiyat teşviklerinde kimlerden oluşan kurul, hangi değerlendirme ölçütlerine göre karar verecek? Bu teşviklerde yeterince şeffaf olunabilecek mi? ; Bir soru da yayıncılık dünyasının ‘bilirkişi sorunu’ yaşayan iki davası için geliyor. William Burroughs’un yazdığı, Süha Sertabiboğlu tarafından dilimize çevrilen “Yumuşak Makine” adlı kitabın ve Chuck Palahniuk’in yazdığı, Funda Uncu’nun Türkçeye çevirdiği “Ölüm Pornosu” adlı kitabın, Başbakanlık Küçükleri Mu-
zır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun verdiği rapora dayandırılarak açılan ve sürmekte olan davaları. Son duruşmadan aktaracağım diyalog “Pes!” dedirtecek cinsten. Hakim sorar: “Siz kitabın edebi olup olmadığına toplumun karar vermesi gerektiğini mi söylüyorsunuz?” Sel Yayıncılık’tan İrfan Sancı “Tabii ki öyle olmalı,” deyince hakim “O zaman İngiliz ya da Batı Edebiyatı kürsüleri ne için var?” der. Bence bu diyalog karşısında akademinin de kendisine sorması gereken çok soru var. ; Bu “Kafka Dava’sı” devam etmekteyken basın özgürlüğü raporu da geldi önümüze; dünyada 148. sırada yer alıyoruz. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’na göre Türkiye cezaevlerinde 30 Nisan 2012 itibarıyla 19’u imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü olmak üzere 91 gazeteci bulunuyor.
Dizi sektörü ; Uzun çalışma saatleri, sigortasızlık, güvencesizlik, kazalar... Sözü edilen büyük paralardan nasibini alamayan düşük ücretlerle, çalıştırılan emekçiler... Bütün bunları bildiği halde daha çok para şehvetiyle yanıp tutuşan, ses çıkarmayanlar... Soru mu dediniz? Sektörün kendisi bu kadar büyük bir sorunken, soruya gerek var mı? buluşan AKM, kimler tarafından yönetilecek, nasıl bir yönetmelikle hizmet verecek? ; Mekan sorunu deyince kanayan yarayı görmezden gelemeyiz. Gerçi görmezden gelenler yok değil. Anladınız; Emek Sineması’ndan söz ediyorum. ‘Birileri’ bu konuda sektörden, sinema severlerden ve kamuoyundan gelen kararlı tavır neden görmezden geliyor? Bu bir ‘oyala ve unuttur’ taktiği mi? ; Emek Sineması’na kalıcı ve sinemamızın kimliği açısından önemli roller verebileceğimiz senaryonun çok uzağındayız. Çoğu Türk filminin, yeterli sayıda kopyayla ve seyircisine ulaşabileceği lokasyonlarda gösterim şansı yakalayamaması, sinema salonlarında tekelleşme sorunu önümüzdeki yıl daha da büyük bir sorun mu olacak?
Beş yıldır kapalı ; Narmanlı Han hakkında bir şey soramıyoruz; çünkü konu biraz çetrefilli. Ama Sait Faik Müzesi için rahatlıkla soru sorabiliriz. Müze beş yılı aşkın bir süredir kapalı. Anıtlar Kurulu nasıl bir karar aşamasından geçilmesini bekliyor? Neden bekliyor? Daha ne kadar beklememiz gerekiyor?
Milliyet Sanat Haziran 2012
111
■ ■ ■ ■ ■
DAMAK UNUTMAZ
ECE AKSOY
Yerde duran, henüz bitmemiş, koyu pembe saten, gül motifli yorgana daldı. Bugün bitmeliydi... Akşam eve giderken götürecekti karısına. Kaçıncı diye düşündü?
Beşik yorganı
Mavi, ye il, sarı, pembe
112
Kumaş, manifatura, peştamal, çeyiz, kilim, oyuncak, mali müşavir, çay ocağı dükkanlarının önünden geçip berberin yanında durdu. Motoru kenara çekti, betona çakılmış demir halkaya geçirilmiş asma kilidi açtı, kepengi kaldırdı. Cam kapıdan içeriye baktı. Mavi, yeşil, sarı, pembe, mor yorganlarla kaplıydı duvarlar. Yerden yarım metre yükseğe kurulmuş ahşap yorgan dikme setinin kenarına oturdu. Yerde duran, henüz bitmemiş, koyu pembe saten, Milliyet Sanat Haziran 2012
LLÜSTRASYON: MELTEM SÖZER
YORGANCI Samim, yataktan yavaşça kalktı. Odanın duvarlarına asılmış renk renk küçük yorganlar, çam ormanına bakan pencerenin yarı açık ahşap panjurundan sızan ışıkla yol yol görünüyordu. Parmaklarının ucunda odadan çıktı. Buz gibi suyla yüzünü yıkadı, giyindi, sokak kapısına eli gittiğinde akşamki gıcırtı aklına geldi, mutfağa döndü, kurumuş sünger parçasına ayçiçek yağı döktü, kapının menteşelerini yağladı, süngeri sıkıp yağı bitirdi, kapıyı yavaşça açtı, ses olmasın karısı tatlı uykusundan uyanmasın istiyordu. Bembeyaz çiçeklenmiş kiraz ağaçlarının arasından bahçenin en ucuna yürüdü, küçük ahırın kapısını açtı, annesinden süt emen iki günlük sıpa memeyi bırakıp kapıya baktı, tekrar başını memeye döndürüp ucunu buldu, emmeye devam etti. Samim kımıldamadan sıpanın doymasını bekledi, sabırla durdu. Sıpa, memeden ayrılıp kocaman gözleriyle ona baktı. Samim yaklaştı, uzun kulaklarından tutup, burnunun üstünü, gözlerinin arasını öptü, öptü. Sahibini on yıldır tanıyan anne eşek hiç tedirgin olmadı. Sevilmekten mutlu sıpa, başı Samim’in göğsüne dayalı öylece kımıltısız duruyordu. Sırtını okşadı, butlarına şaplaklar attı, öptü, süt kokuyordu. Yavaşça çıktı ahırdan, bodrumda duran motosikletini çıkardı, çalıştırmadan evin epey uzağına gitti. Sokağın ucunda denizi görünce pedala hızlı hızlı bastı. gül motifli yorgana daldı. Bugün bitmeliydi... Akşam eve giderken götürecekti karısına. Kaçıncı diye düşündü? Evlendiklerinin ikinci senesinden itibaren her yıl bir yorgan dikmiş, baharın çiçek kokularını gönderdiği mayıs ayında götürmüştü. Telaşla kalktı, ceketini çıkarıp duvardaki çiviye astı, kapıyı aralık bırakıp çıktı sokağa. Çay ocağına giderken seyyar poğaçacıdan iki tane aldı. Bu kısa sokağın esnafının çoğu kumaş, yün, pamukla uğraştığı için, pidecilere, dö-
nercilere dükkan kiralanmazdı. Seyyar yiyecek satanlar da hızla geçerlerdi. Kumaşlara koku sinmesin diye. Pamuk, keten, apre kokardı sokak, bir de berberden çıkan kolonya... Buna rağmen bazı esnaf tütsü yakardı kapısının önünde, günlük, andıç, tarçın. Samim, yorganı bitirmek için dükkandan çıkamayacağı aklına gelince iki poğaça daha almak istedi, gitmişti adam arabasını hızla iterek. Çay ocağında büyükçe tek masa vardı. Tabureler duvar dibinde duruyor, gelen çe-
kip masanın yanına oturuyordu. Dalgın, çayını içti, bir tane daha... Dükkanına geldiğinde uçları bükülmüş, kirlenmiş defterin sayfalarını çevirdi, bugün, yarın teslim etmesi gereken yorgan yoktu. Ayakkabılarını çıkardı, setin üstüne çıkıp, duvara sırtını dayayarak oturdu, yüksükler, çeşitli yorgan iğneleri, yorgan iplikleri bulunan sepeti yanına çekti, mermerşahiyi serdi, üstüne en iyi pamuktan döşeyip, gül desenli koyu pembe sateni ikinci kat mermerşahinin üzerine muntazam örttü. Gonca Hanım uyandığında güneş epey yükselmişti. Yatakta biraz keyif yaptı, sağa döndü, sola döndü. Gülümseyerek karnını okşadı, yavaşça avuçlarını yatağa dayayarak kalktı. Panjurları açtı, gıcırdayarak açıldı ahşap menteşeleri, ilk gördüğü çam dallarında kovalamaca oynayan uzun tüylü kuyruklu yavru sincaplardı. Bu sabah her zamandan daha neşeliydi Gonca, içi içine sığmıyordu. Verandaya çıktı, kenara sıralanmış çiçeklerin sararmış yapraklarını temizledi, su döktü taşlığa, ahıra gidip eşeğe yem koydu, suyunu değiştirdi, kendini uzak tutup sıpayı sevdi. Ahırın yanındaki kilerden bir kavanoz fasulye turşusu aldı. Türkü mırıldanarak eve gelip mutfağa girdi. Turşuları kavanozdan çıkarırken düşünüyordu. “Bu akşam getireceği yorganı merak ediyorum... Ne renk acaba? Bizim uğurlu rengimiz olsun.”
On yaprak kara lahana Bir ay önce hamile olduğunu anladığında, haber vermeden doktora gitmiş, tahlil yaptırmış, kesin olduğunu öğrendiğinde de söylememişti kocasına. Ya aksilik olursa?... Tahtalara vurmuş, dualar etmiş, adaklar adamıştı... 2,5 aylıktı artık. Bu akşam söyleyecekti. Bu sevinci daha fazla tek başına taşımaktan yorgun düşmüştü. Fasulyeleri sudan geçirip doğradı. İnce kestiği soğanları kavurup fasulyeleri ekledi, karıştırdı, iki domates rendeledi tencereye, ocağı kıstı. Güzel bir akşam yemeği, yorganı elinden alıp yatak odasına götürmeyecek, sofadaki kerevetin üstüne serecek, yemeğin ortasında verecekti müjdeyi. On yaprak karalahanayı ince kıydı. Akşamdan ıslattığı yarmayı biraz iç yağı ile ovalayıp su ekledi. Pişmeye bıraktı, yumuşayınca haşlanmış barbunyayla birlikte lahanaları atacak, tereyağında kırmızı biber kızdırıp dökecekti üstüne... Mısır unu çıkardı çuvaldan. Tepsiye koyup ortasını açtı, sütle erittiği mayayı döktü, una tuz serpti, mayaya bir kaşık bal koydu, üstünü unla kapayıp bez örttü. Un çatlayınca süt ekleyerek, boza kıvamından daha koyu oluncaya kadar, yağlanmış tepsiye döküp pişirecekti, akşam üstü kocası fırından çıkmış ekmeğin kabuklarını eli yana
yana koparıp yoğurda banıp yemeğe bayılırdı. Şimdi tatlıdaydı sıra. Çorba, dıble, mısır ekmeği, belki mıhlama da yapardı, tatlı... Zengin bir sofra olacaktı. Bu sekiz yıldır beklenen, belki bir süre sonra artık beklenmeyecek haberi Samim duyduğunda en sevdiği yemekleri yiyiyor olmalıydı... Bir büyük su bardağı şekere yarım bardak su az limon karıştırarak ağda kıvamına getirdi. Mutfak tezgahının mermer kısmını soğuk su ile sildi, ağdayı döktü. İki kaşık buğday ununu az tereyağı ile kavurdu, kahverengi oluncaya kadar... Kavurduğu kaptan tabağa döktü, soğuması için pencere önüne koydu. Ağdayı mermerden alıp çekiştirdi. Defalarca uzatıp topluyor, tekrar uzatıyor, rengi açılıp tel tel olabileceğine karar verdiğinde un soğumuştu. Birazını ağdanın üzerine serpti, tekrar çekiştirdi, un bitene kadar aynı işlemi tekrarladı. Elma büyüklüğünde halkalar yapıp tabağa sıraladı.
Pat diye çıkacaktı kar ısına Samim düşünceli teyelliyordu yorganın etrafını. Evlendiklerinden beri dokuzuncu yorgandı bu. İlk iki yıl gülümsemişti karısı yorganları görünce okşamış, yataklarının ba-
az şişmiş karnını kocasına göstermemeye çalışıyordu. En dar elbiseyi seçti. İyice belli oldu karnı, yetinmeyip şişirerek baktı aynaya, gülümsedi. Düğününde takılan bütün bilezikleri geçirdi koluna... Bir küçük altın, bir inci olarak sıralanmış gerdanlığı boynuna yakıştırdı. Aynanın karşısından ayrılamıyor, baktıkça bakıyor, en çok da karnını beğeniyordu. Limon kolonyasıyla açıkta kalan kollarını, boynunu iyice ovup kokuyu sabitlemeye çalıştı. Kiraz çiçeklerini, filbahrileri, papatyaları gün boyu içine çekmiş bulutlar, bembeyaz, çeşitli biçimlerde öbek öbekti gökyüzünde. Pastayı motosikletin selesine koymuş Samim, arada durup seyrediyor, mayıs ayında ilk defa eve yorgansız gitmenin hafifliğini yaşıyordu. Sıpa geldi aklına, gülümsedi, kokusunu duydu... Biraz hızlandı. Evin uzağında susturdu motoru. Karısı geldiğini duysun istemiyordu. Elinde pastayla pat diye çıkacaktı karşısına. “Benim karımsın, bebeğimsin, seni çok seviyorum” diyecekti. Bahçe kapısını yavaşça açtı. Motosikleti bodruma bıraktı. Verandadaki masa dikkatini çekmedi. Aralık kapıdan girdiğinde sofanın ortasında duran karısına şaşkın baktı. Bir değişiklik vardı Gonca’da, gelin oldu-
Fasulyeleri sudan geçirip doğradı. İnce kestiği soğanları kavurup fasulyeleri ekledi, karıştırdı, iki domates rendeledi tencereye, ocağı kıstı. Güzel bir akşam yemeğinin ortasında verecekti müjdeyi. şına asmıştı. Sonraları üç, beş, yedi, hem mayıs ayında taşın toprağın sevinçten çatladığı, oğlakların, kuzucukların çayırlarda koştuğu, kuşların yumurtadan çıktığı her zerrenin -yaşamak güzel- diye çığlık attığı bu ayda... “Haksızlık bu” dedi yüksek sesle kendi kendine: “Seviyorum karımı, neden üzüyorum bu kadar?” Gül desenli, koyu pembe saten yorganı siyah poşete tıktı, pamukların yanına attı. Bebek gelirse yorgansız mı kalacaktı? Tezgahını toparlamadan setten indi, ayakkabılarını giyip çivide asılı ceketini aldı. Hızla indirdi kepengi. Kilitledi. Yan sokaktaki pastacıdan pasta alacak, yorgan yerine tatlı götürecekti karısına. Akşam olmak üzereydi. Gonca, çimenlerin arasından dışı pembe içleri bembeyaz küçük papatyalar toplayıp demet yaptı. Verandaya çektiği masanın ortasına su bardağına koyduğu çiçekleri bıraktı. Biraz çekilip baktı, renk renk çiçekli muşamba üstünde görünmüyordu papatyalar. Örtüyü aldı, beyaz muşamba serdi, şimdi olmuştu... Ekmeği fırına attı. Kendini beğeninceye kadar kaşına gözüne, yanağına, dudağına boyaları sürdü. Kalın telli siyah saçlarını taradı. 2,5, hatta 3 aydır, en bol elbiselerini giyiyor çok
ğunda bile bu kadar güzel bu kadar süslü değildi. Elindeki pasta kutusunu kerevetin ucuna koyup kollarını açtı: “Gel bakayım, gel bana...” Gonca bi kutuya bi Samim’e bakıyordu. O da şaşkındı. “Yorgan nerede?” “Yok. Artık yalnız seni istiyorum.” Sevinemedi. Döndü arkasını yatak odasına girdi, duvardan güneş desenli yorganı çıkardı, sofaya gelip kerevete uzandı... Yorganı karnına örttü. Gülümsüyordu. Samim şaşkın “Delirttim hatunu yorganlarla, ben ne edeceğim şimdi. Geç geldi aklım başıma,” diye içi kan ağlayarak düşünürken “Gel” dedi Gonca: “Otur yanıma... Doğmadan örttüm yorganını, okşa onu.” Rüya olmalıydı... Rüyaydı canım. Ayakucuna oturdu. Gonca elini tuttu, karnına koydu: “Oldu bebek, oldu... Allah güldü yüzümüze...” Samim başını karısının memelerine dayadı hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi. Mutfaktan mis gibi mısır ekmeği kokusu geliyordu... Gonca doğrulmaya çalıştı: “Bi kalk, ekmeği yakacağım.” ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
113
■ ■ ■ ■ ■
YEN YAYINLAR
BİYOGRAFİ
Romancının romanı ORHAN TÜLEYL O LU otuleylioglu@hotmail.com
ÇAĞIMIZIN en büyük yazarlarından, büyülü gerçekçilik akımının en önemli temsilcisi Gabriel Garcia Marquez’in, resmi biyografisi Türkçede yayımlandı. Marquez, kendine saygı duyan her yazarın İngilizce bir biyografisinin yazılması gerektiğine ikna olmuş ve yaşam öyküsünü kağıda dökmek isteyen Latin Amerika edebiyatı uzmanı ABD’li Gerald Martin’in önerisini kabul etmiş. On yedi yılda Marquez’in biyografisini tamamlayan Gerald Martin, bu biyografi için yaklaşık üç yüz kişiyle röportaj yapmış, ‘resmi biyografi yazarı’ statüsüne ulaşmış. Biyografi, ünlü yazarın yaşamını doğumundan günümüze birçok ayrıntıyla ele alıyor. Yapıtlarından, dünyada uyandırdığı yankıya, siyasi yaşamından aile yaşamına değin pek çok konuya yer veriyor.
Dünyanın ilk küresel romanı
114
“Yüzyıllık Yalnızlık” yayımlanmasından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bunu ilk fark eden Arjantinliler oldu. İlk kez 30 Mayıs 1967’de Buenos Aires’te yayımlanan kitap, bir Latin Amerika dehasıydı. Adı sanı duyulmadık bir yazar, bir Latin Amerika romanı için görülmemiş bir başarı elde ediyordu. İkinci haftanın sonunda satış listelerinde birinci sıraya yerleşti. Julio Cortazar’ın “Seksek”i Latin Amerika’nın “Ulysses”i ise “Yüzyıllık Yalnızlık” da Don Kişot’uydu artık. Roman, dünyanın her ülkesinde ve kültürde çok sayıda okura ulaştı. Fransa’da 1969’un en iyi yabancı romanı seçildi. The Times, romanın ilk bölümüne koskoca bir tam sayfa ayırdı. New York Times, yılın on iki kitabından biri seçti. Hem konusu hem de ulaştığı alan itibariyle “Yüzyıllık Yalnızlık”, dünyanın ilk ‘küresel’ romanıydı. Marquez’in o yıllarda söylediği şu sözleri okuyoruz Martin’in kitabından: “Yazarlığım utangaçlığımdan dolayıdır. Asıl kabiliyetim sihirbazlığadır, fakat sihir yapmaya çalışırken o kadar telaşlanırım ki Milliyet Sanat Haziran 2012
Gerald Martin, çağımızın en büyük yazarlarından biri olan Gabriel Garcia Marquez’in bir anıta dönüşen yaşamını ustalıkla anlatıyor.
“Gabriel Garcia Marquez” Gerald Martin Çeviren: Zeynep Alpar Türkiye Bankası Yayınları Fiyatı: 55 TL
“Yazarlığım utangaçlığımdan dolayıdır. Asıl kabiliyetim sihirbazlığadır, fakat sihir yapmaya çalışırken o kadar telaşlanırım ki edebiyatın yalnızlığına sığınmak durumunda kaldım.” edebiyatın yalnızlığına sığınmak durumunda kaldım. Zaten, iki faaliyet de çocukluğumdan beri beni ilgilendiren tek şeye çıkar: Arkadaşlarımın beni daha çok sevmesine.” Gabriel Garcia Marquez, kuş uçmaz kervan geçmez denecek bir yerde, çoğu okuma- yazma bilmeyen 10 binden az nüfuslu, sokakları asfaltlanmamış, kanalizasyonu olmayan bir kasabada doğmuştu. 20. YY.’ın ikinci yarısında, yaşadığı kıtada 20. YY.’ın en büyük dört-beş insanından biri oydu. Ömrünün yarısı boyunca baş döndürücü bir şöhrete göğüs germeye ve buna katlanmaya mecbur kalan Marquez, daima ileri soldan yana oldu, iyi amaçları savundu, olumlu girişimler başlattı ki bunların arasından gazetecilik ve
film alanında etkin enstitülerin kurulması da vardı. Marquez, Latin Amerikalı büyük yazarlar arasında siyasi bakımdan en tutarlılarından biri olmuştu. İstediği sosyalizm Sovyetler Birliği gibi değildi, fakat Latin Amerikalı bakış açısından bunu ABD hegemonyasına ve emperyalizmine karşı bir siper olarak gerekli görüyordu. İlk siyasi eylemini 1973 yılında Şili’deki yeni cunta üyelerine bir telgraf göndererek yapmıştı: “Başkan Allende’nin ölümünün esas sorumlusu sizsiniz. Şili halkı Kuzey Amerikan emperyalizminin beslediği bir caniler çetesi tarafından idare edilmeye asla razı olmayacaktır.”
Yeni Cervantes Marquez, gelecek birkaç yıl içinde, derin siyasi karamsarlığına rağmen, siyasi bağlılık üzerine bir dizi açıklama yapacak ve sonunda şunları söyleyecekti: “Benim için, hayatımda siyasi olmayan hiçbir eylem yoktur.” Mart 1975’te “Başkan Babamızın Sonbaharı” Barselona’da yayımlandı. Kitap, İspanyol yayıncısı Plaza y Janes tarafından ciltli 500 bin adet gibi akıl almaz bir sayıda çıkarılmıştı. Kitabı beğenmeyenler bile onun besbelli ki büyük bir yazar tarafından yazıldığını inkar etmeye kalkışmadı. 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında gazeteler onun için ‘yeni Cervantes’ diye bahsetmeye başladı ve üç ülke onun kendi yazarı olduğunu iddia etti: Kolombiya, Meksika ve Küba. Üstelik üçü de haklıydı. Kolombiya, doğup büyüdüğü vatanıydı. Meksika, en uzun yaşadığı ve en rahat çalıştığı yerdi. Küba ise siyaseten vatandaşı hissettiği ülkeydi. Gerald Martin, Latin Amerika içinde, tüm zamanların en fazla hayranlık duyulan ve kıtayı en fazla temsil eden Marquez’in gazeteci olarak başlayıp yazar olarak sürdürdüğü ve daha sonra yaşayan bir anıta dönüşen yaşamını ustalıkla anlatıyor. ■
■ ■ ■ ■ ■
YEN YAYINLAR
POLİSİYE
Küçük kasabanın büyük sırrı SERP L GÜLGÛN serpilgulgun@yahoo.com
NEREDE o eski polisiyeler? Nerede o eski polisiyeciler? Nerede Simenon’un kılı kırk yaran Komiser Maigret’si? Nerede o canım Agatha Christie’nin kül yutmaz Hercule Poirot’su, cingöz teyze Miss Marple’ı? Diyorsanız, iki kere iki dört: Son 10-15 yılın gözde polisiyecileri, örnekse JeanChristophe Grange, pek hitap etmez. Onca trüğe rağmen pek yavan ve kolay kestirilebilir gelir “Kızıl Nehirler”i ya da “Taş Meclisi”. Hasılı, lafı dolandırmadan söylersek, nerede ”Taştan Hüküm”, nerede “Cam Hançer”, nerede “Kalp Taşları”, nerede “Sürücü Koltuğu”, nerede “Trendeki Yabancılar”, nerede becerikli Bay Ripley’ler diyorsanız, bizden söylemesi: Grange kadar da tecrübeli olmayan 1974 doğumlu Camilla Lackberg’in “Buz Prenses”i size çok şey söyleyemez. Dahası, 50 sayfayı devirmeden hikayenin sonunu görür, oraya giden yolu oldukça sıradan ve de tatsız bulabilirsiniz.
Kasvetli bir sveç günü Bu durumda size salık verebileceğimiz en iyi şey, klasik takılmanız. “On Küçük Zenci”yi, “Doğu Ekspresinde Cinayet”i, “Roger Ackroyd Cinayeti”ni ya da “Bella’nın Ölümü” veyahut da “Üç Dul Kavşağı”nı döne döne okumanız. Amma velakin, zaman bana uymuyorsa, ben zamana uyarım meşrebindeyseniz, tamam, yazarımız genç, çiçeği burnunda bir yazar. Henüz Ruth Rendell, Muriel Spark ya da Patricia Highsmith kıratında değil. Kim bilir, belki de, hiçbir zaman olmayacak. Ya da olacak, ama ileride. Bunun ne önemi var, carpe diem! Böyle düşünür ve okursanız, evet, içiniz ürperir, elinizden de bırakamazsınız Lackberg’in kitabını. Evet, Göteborg yakınlarında küçük bir balıkçı kasabadır Fjallbacka. Soğuk ve kas-
Kuşkusuz, Ruth Rendell, Muriel Spark ve Patricia Highsmith kıratında değil. Nasıl olabilir ki? Camilla Lackberg genç bir yazar. “Buz Prenses” de onun ilk kitabı. Böyle düşünür ve okursanız, içiniz ürperir, elinizden de bırakamazsınız.
“Buz Prenses” Camilla Läckberg Çeviren: Elif Günay Do an Kitap Fiyatı: 23 TL
Camilla Lackberg
ner’in beklenenden erken geldiğini düşünen Eliert, içeri girer, bir yandan da evde kimse var mı diye de seslenir. Banyoya girip çıkmasıyla kendisini sokağa atması, sokakta da Tore’un kızı Erica’yı görmesi bir olur.
ntihar de il cinayet
Erica, genç, Stockholm’de yaşayan, kasabaya da anne ve babasının cenazesi için geri dönmüş bir yazardır. Çocukluk arkadaşının cesedini bulan Erica bir anda olayların içine çekilir. vetli bir İsveç günüdür. Karısı Svea’dan kurtulma hayalleri kuran, yaşını başını almış, balıkçılıktan tekaüt Eilert Berg, hatırı sayılır bir meblağ karşılığında kolaçan ettiği eve doğru ağır ve zorlu bir yürüyüş tutturur. Eve ulaştığında tam anahtarı deliğe sokacakken kapının aralık olduğunu görür. Evin güzel hanımı Alexandra Wijk-
Erica, dünyalar güzeli, genç kızlık soyadıyla Alexandra Carlgren’in çocukluk arkadaşıdır. Erica, genç, dört biyografiye imza atmış, Stockholm’de yaşayan, kasabaya da anne ve babasının cenazesi için geri dönmüş, çiçeği burnunda bir yazardır. Çocukluk arkadaşının cesedini bulan Erica bir anda olayların içine çekilir, arkadaşının kocası, annesi babası, iş ortağı derken Alex’in intihar etmediği, öldürüldüğü gerçeğiyle yüzleşir. Alex ve geçmişi sırlarla doludur. Derken, kasabada ikinci bir cinayet daha işlenir. Genç, yetenekli ama ayyaş bir ressam asılı bulunur. Alex’in gerçek sevgilisi kimdir? Ressamla Alex’in ilişkisi nasıl bir ilişkidir? 25 yıl önce sırra kadem basan kasabanın güçlü ailesinin oğlu Nils Lorentz’in bu sırlarda rolü neydi? Derken Erica, ölümleri soruşturan çocukluk arkadaşı, polis Patrick’le yakınlaşır. ■ Milliyet Sanat Haziran 2012
115
■ ■ ■ ■ ■
YEN YAYINLAR
ROMAN
Sınırlarda gezinmek
David Vann’ın ergenlik ça ına babasının intiharı damgasını vurdu.
BUKET ÖKTÜLMÜ buketok@hotmail.com
David Vann’ın fonda Alaska’nın muhteşem bir güzelliğe sahip coğrafyasını yansıtan romanı “Caribou Adası”, bir evlilik üzerinden sevgisizliği, iletişim sorununu gözler önüne seriyor. DAVİD Vann, ilgi çekici bir yazar. Sınırların adamı. Çocukluğu Alaska sınırındaki Ketchikan şehrinde geçmiş. Dünyanın uç noktası gibidir (yeryüzünün sonu-toprak). İklimin uç noktası gibidir (havanın sertleşmesi; ılımanlığın, yumuşaklığın sonu-hava). Suların uç noktası gibidir (suların katılaşması, buzlaşması; buzullar -su). Ateşin uç noktası gibidir (çok sayıda aktif volkanın varlığı -ateş). Buzların ve karın yanında aktif volkanlar... Mucize gibi değil mi? Yazarın ergenlik çağına babasının intiharı damgasını vurdu. İntihar sınırdır. Yaşamın sınırıdır. Yaşamın sonlanmasıdır. Vann, bu intiharı, yaşamı anlamlandırma çabasında hareket noktası kıldı: Anlamsızlığın sınırı. Acısını, kâğıda akıttı. Niyeti, babasının ölümünün yüreğinde açtığı yarayı iyileştirmekti. Bu niyet, “Bir İntiharın Efsanesi” adlı kitaba dönüştü. Acının sınırı, verimin başlangıcı.
ması hali, ufak tefek sayılmayacak farklılıklarla tabii. Romanın geçtiği coğrafi doku, toprak, hava, su, ateş elementlerinin sınırlarını zaten içeriyor ki bunlara yazının başında değinilmişti. İlişkiler düzleminde de sözü edilen elementlerin sınırları söz konusu ve Vann, Gary ile İrene’in evliliği üstünden evlilik-birlikte yaşama süreçlerine bakmayı deniyor. Orta yaşın sınırlarında gezinen Gary ile İrene’in, biri kız biri erkek, iki yetişkin çocuğu vardır ve bu çocukların ikisi de kendi ha-
“Caribou Adası” David Vann Cem Alpan Can Yayınları Fiyatı: 23 TL
Ödüllü ilk kitap
116
Kitap, on iki yıl beklemede kaldı-düzinenin sınırı. Bu on iki yıl boyunca hiçbir yayınevi eserle ilgilenmedi. Vann denizi, denizciliği meslek seçti -karaların sınırı-; sulara açıldı. Yıllar sonra yayımlanan bu kitap, günümüzün en ilgi çekici eserleri arasında sayılıyor ve pek çok da ödülü var. İlgisizliğin sınırı-ilgi çekmenin, hayranlığın başlangıcı... Vann’ın dünya çapında ses getiren birçok ödül sahibi “Bir İntiharın Efsanesi” adlı öykü kitabının ardından yayımladığı ilk romanı “Caribou Adası” da sınırlarla ilgili bir kitap. Eserin, tıpkı yazarın kendisi gibi olMilliyet Sanat Haziran 2012
Yazarın dünya çapında ses getiren “Bir İntiharın Efsanesi” adlı öykü kitabının ardından yayımladığı ilk romanı “Caribou Adası”, sınırlarla ilgili bir kitap.
yatlarını kurmuştur. Birlikte yaşadıkları, ortak mekânları paylaştıkları insanlar vardır. Fakat bu ilişkilerin tümü de dikenlidir. Dikenlerin sayısı, büyüklüğü ve sivriliklerinin oranları değişse de varlığı sabittir. Gary, 30 yıl boyunca hayalini kurduğu hayatı gerçeğe dönüştürmek için karısıyla birlikte Alaska’daki Caribou Adası’na yola koyulur. Orada medeniyetten uzak bir hayatta yıllardır aradıkları huzuru bulacaklardır. Ancak erken bastıran kış ve çetin doğa koşulları karı koca arasındaki iletişimsizliği daha da derinleştirir.
Suçlama ve yargılama Gary-İrene ilişkisi egonun terki değil, tahkim edilmesi temellidir. Bu nedenle sevgi ilişkisi değildir. Bu ilişkinin tarafları kendi dünyalarında yaşar. Kendi kurgularına sahiptir; diğerinin düşünce ve duyguları hakkında senaryolar yazmakla meşguldür. İlişkileri şeffaf değildir; suçlama ve yargılama baskındır. İrene’in hayatında büyük bir travma vardır: Anne travması. Gary ile giderek büyüyen iletişimsizliği ruhunda uyuklayan travmanın aktifleşmesine yol açar: “Çıkış yoktu artık”, “Hayalini kurduğu gibi bir sükûnet yoktu. Ya da huzur. Bunu yapmak istemedi. Her parçası bunun yanlış olduğunu söylüyordu.”(s. 310) “...artık kendini asla affetmeyecekti.” (s. 310) “Kapıdan girip bunları görecek olan Rhoda’ydı. Irene bunu biliyordu artık. Ama daha önce neden görmemiş olduğunu bilmiyordu. Oyuna geldiğini hissetti. Ona yapılanın aynısını Rhoda’ya yapıyordu.”(s. 311) ■
■ ■ ■ ■ ■
YEN YAYINLAR
ŞİİR
“Yaralı bir kıvılcım gibi” UTKU ÖZMAKAS utkuozmakas@gmail.com
1975’ten beri şiirimizin çeviri semalarında kendine yer bulmuş bir şair Attila Jozsef. 2005 yılında Macaristan’da ölümünün 100. yılı nedeniyle Attila Jozsef Anı Yılı olarak ilan edilmiş, ülkesinin acılarını ve yoksulluğunu anlattığı için değeri geç de olsa anlaşılmış bir isim. Bugün elimizde Sevgi Can Yağcı ve Orhan Tüleylioğlu’nun hazırladıkları, ancak sadece ikisinin değil, Kemal Özer’den Edit Tasnodi’ye, Ahmet Oktay’dan Haydar Ergülen’e kadar pek çok değerli ismin katkısıyla somutlaşmış bir ‘armağan kitap’ var: “Yalan Söymez Çünkü Şairler / Atilla Jozsef”. Türkiye’de genellikle akademik türünün daha yaygın olduğu, ancak şiir adına da tek tük örneklerinin görüldüğü armağan kitaplar sadece adına hazırlanan kişinin ‘hatırlanması‘ amacını taşımaz, şiir eleştirisi ya da bu türden çalışmalar şiire verilmiş güç armağanları olduğu için aynı zamanda şiir ortamına bir işaret fişeği göndermek anlamına da gelir.
Kederi cebinde Attila Jozsef şiirinin bugün böylesine farklı bir coğrafyada karşılık bulmasının temel nedeni elbette şiirindeki ‘evrensel’ damardır. Bu evrenselliğin çeşitli görünümleri olmakla birlikte kanımca en önemlisi, yaşadığı hayatın tüm karanlığı-
“Yalan Söymez Çünkü airler” Editörler: Orhan Tüleylio lu, Sevgi Can Ya cı Nota Bene Yayınları Fiyatı: 22 TL
“Yalan Söylemez Çünkü Şairler”, ülkesinin acılarını ve yoksulluğunu anlattığı için değeri geç de olsa anlaşılmış bir isim olan Attila Jozsef’e hazırlanmış bir armağan kitap... na karşın şiirinde filizlenen umuttur. Öyle ki, “Umutsuzca” başlıklı şiirinin “sonunda ulaşıyor insan/kumlu, sulak bir ovaya” (s. 262) dizeleriyle başlaması bile bunu gösteriyor. Bu evrenselliğin çeşitli görünümleri tek tek örneklerle ele alınabilir; ancak böylesi bir incelemenin modernist bir şiir anlayışının evrensellik kavrayışından pek de farklı olmadığı açıktır. Yeniden, kısaca ‘umut’a dönersek bunun Jozsef’in sosyalizminin ufkuyla ilişkili olduğunu söylemek gerekir. Dünyanın olduğundan başka türlü ve daha iyi olabileceği düşüncesi Jozsef’in şiirinde kristalleşmiş bir fikir olarak satır aralarında kendisini gösterir. Kemal Özer’in Edit Tasn·di’ye mektubunda dediği gibi “yaralı bir kıvılcım gibi” bir şiir Jozsef’inki. Öfkeyle kalkmayan, gücünün sınırlılığından haberdar ve kederi cebinde... Tabii böylesi bir şiirin lirik karakterinin siyasi bir kalkana bürünmüş olması, Jozsef’in ülkemiz şiir coğrafyasında neden bir etki yarattığını da gözler önüne seriyor. Jozsef şiiriyle muhalefet bayrağını açıyor, düzenin ve düzenin yarattığı insanın kutsalının dışına çıkıyor. Tabii bunu benimsediği sosyalist çizginin bir sonucu mu yoksa bir nedeni mi olduğu tartışmaya açık olmakla birlikte kanımca çok da önemli bir mesele değildir. Asli önemi taşıyan Jozsef’in adalet duygusudur.
Dayanı ma duygusunun ürünü Burada dikkati son olarak Jozsef’in bir dizesinden gelen kitabın adına çekmek istiyorum. Platon’un “Devlet”inden şairler sıklıkla yanlış anlaşıldığı ve yanlış bilindiği üzere kovulmamıştır. Platon yalnızca gerçeği saptıran şairleri “Devlet”inden sürmüştür. Her ne kadar yazının hükmüne güvenmese de sözün değeri büyüktür bu düşünürde. Yalan söylememek ya da hakikate duyulan sadakat Platon için bir bilgi meselesiyse Jozsef için de bir adalet
Attila Jozsef
Attila Jozsef şiirinin bugün böylesine farklı bir coğrafyada karşılık bulmasının temel nedeni elbette şiirindeki ‘evrensel’ damardır. meselesidir. Politik bir mücadeleden ayrılamayacak bu adalet anlayışı muğlak bir muhalefete yar olamayacak kadar değerlidir. Bu anlamda “Yalan Söylemez Çünkü Şairler”in taşıdığı önemin bir başka göstergesi de bugün Türk şiirinde neredeyse unutulmuş bir dayanışma duygusunun ürünü olması. Ne var ki bu tekil istisnaların daha çarpıcı bir biçimde hatırlattığı üzere söz konusu duygunun ötesinde bir müştereklik için çoktan ‘McDonalds Çağı’na geçti sanırım şiirimiz...■ Milliyet Sanat Haziran 2012
117
■ ■ ■ ■ ■
AYIN Ç NDEN
AJANDA
■ ■ ■ ■ ■
Shrek müzikali ■ Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun
“La Fonten Orman Mahkemesinde” adlı oyunu Yalvaç Ural yazdı.
T YATRO ■ 2008’den bu yana 40 binin üzerinde çocuğa ulaşarak, çevreye duyarlı nesiller yetiştirilmesini amaçlayan Bosch Çevre Çocuk Tiyatrosu, Yalvaç Ural’ın kaleme aldığı “La Fonten Orman Mahkemesinde” adlı oyunu izleyicileriyle buluşturmaya devam ediyor. Oyun, insanların çevreyi ATÖLYE ■ Borusan Contemporary Yaz Okulu
16-17 ve 23-24 Haziran tarihlerinde, 7-12 yaş aralığındaki çocuklara temel sanat eğitimi ve güncel uygulamalar üzerine kurulmuş sanatsal bir macera sunan dinamik ve eğlenceli bir program sunuyor. Programda temel boyama teknikleri, renk teorisi, resimsel kompozisyon, şekilzemin ilişkisini temel alan farklı projeler üzerinden, çocukların görsel algı ve eleştirel düşünme becerilerinin geliştirilmesi amaçlanıyor. (0212) 362 00 96 http://www.borusancontemporary.com
118
koruma konusundaki özensizlikleri ve bilinçsizlikleri nedeniyle gün geçtikçe bozulan doğal döngüye dikkat çekiyor. Klasik La Fonten masallarının yaratıcı bir bakışla yeniden uyarlaması olan oyunda, bugünden gerekli önlemler alınmadığı takdirde gelecekte dünyamızın yaşayacağı olumsuzluklar ele alanıyor. Oyun, 2,3, 9,10, 6, 17, 23 ve 24 Haziran tarihlerinde saat 12.00’da Prof. Dr. Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde ücretsiz sahnelenecek.
Milliyet Sanat Haziran 2012
(0 212) 252 35 00-01 http://www.akbanksanat.com
“Shrek” müzikal uyarlamasıyla Be ikta Kültür Merkezi’nde izlenebilir.
www.tskm.org.tr
FEST VAL ■ Türkiye’de ilk kez 8, 9 ve 10 Haziran’da düzenlenecek olan uluslararası ekoloji festivali ECOFEST İstanbul, yetişkinlere olduğu gibi çocuklara da hitap ediyor. Festivalde sebzelerden ürettikleri aletlerle müzik yapan ünlü Viyanalı grup The Vegetable Orchestra, ABD’li şef ve perküsyon ustası Adam Rudolph yönetiminde sahne alan ‘Organic Orchestra’, atık malzemelerle müzik aletleri yapan ve çalan İsrailli sanatçı Gil Bohadana’nın da aralarında bulunduğu pek çok ismin konseri izlenebilecek. Ayrıca atık kağıtlarla inşa edilecek olan sergi mekanı ‘kağıtkulübe’, Yeşil Platform’un katkılarıyla gerçekleştirilecek ‘ekolojik ev’, çocuklara yönelik atölye çalışmaları festivalin etkinliklerinden sadece birkaçı... www.ecofestistanbul.com
Program çocukların görsel algılarını geli tirmeyi amaçlanıyor.
40. yıl kutlamaları çerçevesinde, 2 ve 9 Haziran tarihlerinde Beşiktaş Kültür Merkezi’nde “Shrek Müzikali” izlenebilir. Mehmet Ergen yönetiminde sahnelenecek olan “Shrek Müzikali”, Dreamworks’ün dünyaca ünlü çizgi filmini sahneye uyarlıyor.
ETK NL K ■ Akmerkez, Unicef işbirliğiyle, çocukların özgürce boyama yapabilecekleri, Türkiye’nin ilk ve en renkli tuvalden odasını oluşturdu.
Boyamiko adlı oda Akmerkez’de...
“Boyamiko” ismini taşıyan odada çocuklar 19 tuval panelden oluşan duvarları istedikleri şekilde boyayabilecekler. Boyamaya evlerinde devam etmek isteyenler için ise Unicef ve Boyamiko by Akmerkez imzalı, özel bir koleksiyon hazırlandı. Boyamiko alanının, 1000’de üç oranında küçültülmüş çantaları ve defterlerinden oluşan bu özel koleksiyona tüm Türkiye’de Unicef satış mağazaları, Unicef web sitesi ve tüm Remzi Kitabevi mağazalarından sahip olmak mümkün. Koleksiyon satışından elde edilecek gelirin tamamı Unicef’e aktarılacak. Boyamiko, 15 Haziran’a 10.00-21.00 arasında açık olacak.
■ ■ ■ ■ ■
A E
GAZİANTEP MUTFAĞI
Bir kitap, bir mutfak bir yazar HÜLYA EK G L heksigil@yahoo.com.tr
BU ay piyasaya içeriği zengin, albenili bir kitap çıkacak. Kendine çok yakışan adıyla “Güneşin ve Ateşin Tadı”, Gaziantep mutfağını en ufak ayrıntılarına kadar önünüze serecek bir çalışma. Türkiye’nin en zengin mutfaklarından birinin tariflerini bir araya getirdiği için bu kitabı çok önemsiyor ve söz etmek istiyorum ama çok daha fazla önemseyip söz etmeye değer bulduğum yazarını da bu bahaneyle olabildiğince tanıtmak niyetindeyim. Aslında Aylin Öney Tan’ın bu kitaptaki işlevi editörlük. Gaziantep Ticaret Odası’nın desteğiyle hazırlanan kitap mutfak bilgisi ve maharetiyle ünlü Antepli beş kişinin, Akten Köylüoğlu, Özden Özsabuncuoğlu, Ragıp Güzelbey, Sermin Ocak ve Gonca Tokuz’un, tariflerinden yola çıkıyor. Ama yolun sonunda varılan nokta, sanırım herkesin hakkını teslim edeceği gibi, tamamen Aylin’in eseri. Bir kuyumcu titizliğiyle ölçüp biçerek, kılı kırk yararak, en kıyıda köşede kalmış, gözden kaçması olağan detayları bulup çıkararak çalışan Aylin, eline geçen malzemeyi dört başı mamur bir kitaba çevirip, Anteplilerin zengin yemek kültürlerinin nişanesi olarak nesilden nesile geçirebilecekleri bir iş çıkarmış.
120
Çifte kariyer Aslında Türkiye’de değil, değerleri tepetaklak olmamış, taşların yerli yerine konduğu bir ülkede yaşasak, Aylin’i çok daha fazla insan biliyor olurdu. Şimdi uzun uzadıya geçmişinden söz etmek mümkün Milliyet Sanat Haziran 2012
Aylin Öney Tan’ın editörlüğünü yaptığı “Güneşin ve Ateşin Tadı”, Gaziantep mutfağını en ufak ayrıntısına kadar önünüze serecek bir çalışma. Tan, Anteplilerin zengin yemek kültürlerini nesilden nesile geçirebilecekleri bir iş çıkarmış. FOTO RAFLAR: TUBA ATANA
Sarımsaklı çorba beyran, Gaziantep mutfa ının klasik lezzetlerinden biri.
değil ama sağlam bir eğitimin üstüne inşa edilen çifte kariyeri es geçmemeli. Başarılı bir restorasyon mimarı olarak başladığı yaşamına yemek dünyasından gelen davetkar çağrıya karşı koyamayarak katıldığından beri, bu alanda Türkiye’nin entelektüel birikimine önemli katkıları oldu. Çıtayı hep daha yükseğe, benzerleriyle uluslararası arenada boy ölçüşecek bir yere koyma azmini ve becerisini gösterdi Aylin. 10 yıldır Cumhuriyet gazetesinde yemek yazıları yazmasının ve ilk günlerinden itibaren Slow Food ile haşır neşir olmasının dışında, Oxford Food Symposium gibi bu alanın kremasını bir araya getiren bir etkinlikte her yıl kabul görmeyi -üstelik bir de ödül aldı- becerdi. Bence bütün bunları bile gölgede bırakabilecek özelliği ise yemeğin etrafında gelişen herhangi bir
oluşumda zamanını ve enerjisini bonkörce veren, yeni bir bilginin peşinde kilometrelerce yol kat etmekten gocunmayan, amatörlüğün heyecanıyla profesyonelliğin gerektirdiği donanımı bir arada barındıran kişiliğiyle, Trabzon’un bir köyündeki özel bir tatlı ile, Sicilya’da bir pastanede satılan çöreğin arasındaki görünmez bağlantıyı sezip ortaya çıkarabilecek bilgi dağarcığı.
Duyulmamı lezzetler Tezgahı her zaman aşırı yükle dolu olsa da, zaman zaman aile hayatını düzenlemekte zorlansa da, Aylin gönül verdiği yeme-içme dünyasının her alanında seve seve var olan, iz bırakacak işler yapan biri. Yıllardır fırsat bulamadığı Cumhuriyet’teki yazılarını kitap yapma projesi ise
gerçekleşirse yemek okurları olarak hepimiz karlı çıkacağız. “Güneşin ve Ateşin Tadı”na dönersekÖ 200’e yakın tarifin yanı sıra Antep mufağı üzerine mükemmel bir sözlüğe ve her bölümün başında aydınlatıcı bilgilere de sahip olan çalışmanın birbirinden sempatik desenleri kitabın tasarımcısı Suzan Aral’ın, iştah açıcı fotoğrafları ise Tuba Şatana’nın imzasını taşıyor. Gaziantep Ticaret Odası başaşçısı Mithat Babacan ve İstanbul’daki Mabeyin’in şefi Mustafa Demircan’ın hazırladığı yemeklerin arasında yoğurtlu bir sarımsak yemeği olan şiveydiz, et suyuna yapılan ünlü pirinçli, sarımsaklı çorba beyran, cacıklı Arap köftesi, yemyeşil fıstıkların süslediği katmer gibi bu mutfağın klasiği olarak bilinen tatların yanı sıra maydanoz mücveri öcce, patlıcanla yapılan mıhlama, özel bir mantarla hazırlanan yoğurtlu keme aşı, sıra dışı bir sütlü tatlı olan çiğdem ile sütlü gibi muhtemelen daha önce duymadığınız lezzetler de var. Son derece detaylı açıklamalarla, herkesin uygulayabileceği biçimde anlatılan yemek tarifleri, en gönülsüz olanı bile mutfağa sokacak kadar cazip. Bu kitaba sahip olan biri için Gaziantep’in yemek kültürü kebapla baklavanın çok ötesine geçecek ve zengin çeşidiyle hepimizin sofrasında yer bulma fırsatına kavuşacak bu özel mutfağa, nihayet hakkı, hakkıyla verilecek. ■
Aylin Öney Tan
Aylin Öney Tan, 10 yıldır Cumhuriyet gazetesinde yemek yazıları yazmasının ve ilk günlerinden itibaren Slow Food ile haşır neşir olmasının dışında, Oxford Food Symposıum gibi bu alanın kremasını bir araya getiren bir etkinlikte her yıl kabul görmeyi -üstelik bir de ödül aldı- becerdi.
Vişne Kebabı
Kitaptan aldığım reçete kışın donmuş vişneyle de deneyebileceğiniz çok ilginç ve bir o kadar da leziz bir tarif. Malzemesi: 1 1/2 kg vişne, 750 g köftelik kıyma, 2 yemek kaşığı sadeyağ, 3 adet soğan, 1 yemek kaşığı domates salçası, 1 limonun suyu, 1 tatlı kaşığı şeker, 3-4 adet ince pide
ekmek, 1 demet maydanoz, 2 1/2 tatlı kaşığı tuz, 1 1/2 çay kaşığı karabiber, 1 1/2 çay kaşığı yenibahar, 1/2 çay kaşığı pul kırmızıbiber Yapılışı: Vişneleri yıkayıp saplarını ayıklayın ve yarısının çekirdeklerini çıkarın. Ezilmemelerine dikkat edin. Çekirdekli vişneleri elinizle süzgeçte ezerek suyunu çıkarın. Diğer tarafta bir tepside kıymayı 1 tatlı kaşığı tuz, 1 çay kaşığı karabiber ve 1 çay kaşığı yenibahar ile iyice yoğurun. Elinizi suya batırarak ufak parçalar koparın ve irice vişne büyüklüğünde misket gibi köfteler yuvarlayın. Bir tencereye az su ve 1 tatlı kaşığı tuz koyarak kaynatın. Köfteleri kaynayan suya atın ve bir iki taşım haşlayın. Su miktarı fazla
olmasın. Pişen köfteleri delikli bir kaşık ile alıp bir kenarda bekletin. Soğanları yarım ay şeklinde ince ince doğrayın. Bir tencerede yağı ısıtın. Soğanı yağda sote edin. İyice yumuşayınca domates salçasını ekleyin ve birkaç kere çevirin. Köfteleri de katıp kalan tuz ile baharatları ekleyin. Sıktığınız vişne ve limon suyunu şekerle birlikte köftelere ekleyin. Orta-kısık ateşte 30-40 dakika piştikten sonra çekirdeklerini çıkardığınız vişneleri ekleyin ve bir iki taşım kaynatın. Etin suyu biraz koyulaşmalıdır. Baklava dilimi gibi kestiğiniz pideleri servis tabağına birbirlerinin üzerine gelecek şekilde yerleştirin. Üstüne vişneli eti koyun. Biraz da suyundan gezdirin. İnce kıyılmış maydanozla süsleyerek servis yapın. Milliyet Sanat Haziran 2012
121
■ ■ ■ ■ ■
AYIN Ç NDEN
rehberi ■ ■ ■ ■ ■
22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ■ Ozan Çolakoğlu saat 20.00’de Turkcell
Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 OPERA ■ ”Agripinna” bugün ve 7 Haziran’da İzmir Opera Salonu’da. (0232) 489 04 74
3 HAZİRAN PAZAR SERG ■ Hülya Avunduk’un sergisi Bonart Sanat Galerisi’nde. (0212) 241 26 20 KONSER ■ Patrizio Buanne & Enbe Orkastrası
saat 20.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 T YATRO *”Yeni Kiracı” saat 20.00’de Sadri Alışık Küçük Sahne’de. (0216) 556 98 00
4 HAZİRAN PAZARTESİ SERG ■ ”Çiztanbul” başlıklı sergi 8 Haziran’a kadar St. Pulcherie Fransız Lisesi’nde. (0212) 244 25 36 KONSER ■ Akın Eldes & Çağlayan Yıldız saat
21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ■ Macy Grat saat 20.00’de Turkcell
Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 T YATRO ■ ”Kerem Gibi” saat 20.00’de Şinasi
Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00
5 HAZİRAN SALI SERG ■ Oktay Anılanmert’in sergisi 17 Haziran’a kadar Galeri Eksen’de. (0212) 219 08 50 KONSER ■ Öncer Focan ve Kağan Yıldız saat
21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO
Erkut Terliksiz’in “Uygun Dullar I” isimli tablosu.
122
■ ”Çok Güzel Hareketler Bunlar”
1 HAZİRAN CUMA
■ ”Bizde Yok” saat 20.00’de Mekan
SERG ■ Özkan Samioğlu’nun sergisi İfsak’ta. (0212) 292 42 01
2 HAZİRAN CUMARTESİ
6 HAZİRAN ÇARŞAMBA
SERG ■ Şahin Ceylan’ın sergisi As Merkez’de. (0312) 236 44 40
SERG ■ Navid Azimi Sajadi’nin sergisi Olcay Art’ta. (0216) 411 17 13
KONSER ■ Uraz Kıvaner Quartet saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO Milliyet Sanat Haziran 2012
Artı’da. (0216) 556 98 00
Bursa Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00
KONSER
KONSER
■ Elif Çağlar Muslu Quartet saat
■ Benny Golson saat 21.30’da Nardis’te.
(0212) 244 63 27
Sezen’den Anadolu konserleri
T YATRO ■ ”Ben Bertolt Brecht” saat 20.30’da Ankara Şinasi Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00
7 HAZİRAN PERŞEMBE
Bugüne kadar New York, Oslo, Bremen, Berlin, Paris ve Zürih olmak üzere Avrupa’nın çeşitli yerlerinde düzenlenen ve özel bir performans serisi olarak tasarlanan Sezen Aksu Akustik Band şimdi Anadolu’da. 2 Haziran’da Bursa’da başlayacak konser serisi Denizli, Antalya ve Adana olmak üzere pek çok şehirde devam edecek. Biletleri Biletix’te satılan etkinlik hakkında daha fazla bilgi almak için: (0216) 556 98 00
SERG ■ Handan Günaydın, Nazan Pamuk ve Yavuz Deniz’in sergisi Tepe Art Gallery’de. (0212) 241 66 47 KONSER ■ Madonna saat 20.00’de Türk Telekom
Arena’da. (0216) 556 98 00 T YATRO ■ Aşka Olan Meyilim Senin Yüzünden”
saat 20.00’de Karşıyaka Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00
8 HAZİRAN CUMA SERG ■ Mustafa Köseoğlu’nun sergisi Vakıfbank İstanbul Fuayesi’nde. (0212) 316 70 79 KONSER ■ Gevende saat 20.00’de Beyoğlu Hayal
Kahvesi’nde. (0216) 556 98 00 T YATRO ■ ”Canlı Yayın” saat 20.00’de Karşıyaka
Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00
9 HAZİRAN CUMARTESİ SERG ■ Otar Sharabidze’nin sergisi Pirosmani Sanat Galerisi’nde. (0212) 252 68 12 KONSER ■ Sibel Köse Quartet saat 22.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27 OPERA ■ İzmir Devlet Opera ve Balesi Çocuk gösterisi saat 15.00’te Opera
George Frideric Handel’in besteledi i üç perdelik opera “Agripinna” zmir sahnesi’nde.
Salonu’nda. (0232) 484 64 45
10 HAZİRAN PAZAR SERG ■ Erdem Aydın’ın sergisi İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi’nde. (0216) 346 50 16
11 HAZİRAN PAZARTESİ SERG ■ Gürol Sözen’in sergisi 16 Haziran’a kadar Akmelek Sanat Galerisi’nde. (0212) 265 38 51 ■ ”Red Kit İstanbul’da” 17 Haziran’a kadar Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde. (0212) 252 47 00 KONSER ■ Telvin saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Bayrak” saat 20.30’da Krek’te.
(0216) 556 98 00
12 HAZİRAN SALI
SERG ■ Işınsu Akyıldız’ın sergisi Ressamlar Derneği Sanatevi’nde. (0212) 230 77 42 KONSER ■ Burak Bedikyan Trio saat 21.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27 ■ Kenan Doğulu saat 20.00’de Cemil
Topuzlu’da. (0216) 556 98 00 T YATRO ■ ”Kamelyalı Kadın” saat 20.00’de
Darüşşafaka Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00
13 HAZİRAN ÇARŞAMBA SERG ■ Lara Berki’nin sergisi 14 Haziran’a kadar Galeri Espas’ta. (0212) 227 70 16 KONSER ■ Önder Focan Songbook saat 21.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27
14 HAZİRAN PERŞEMBE SERG ■ Uğur Çakı’nın sergisi 18 Haziran’a kadar Gallery Linart’ta. (0212) 347 47 29 KONSER ■ Şirin Soysal saat 21.30’da Nardis’te.
(0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Benimle Delirir Misin?” saat 20.00’de
Karşıyaka Açıkhava Tiyatrosu’nda.
15 HAZİRAN CUMA SERG ■ Siyah Beyaz” başlıklı karma sergi 25 Haziran’a kadar C.A.M. Galeri’de. (0212) 248 81 49 KONSER ■ Ece Göksu saat 22.30’da Nardis’te. Milliyet Sanat Haziran 2012
123
■ ■ ■ ■ ■
AYIN Ç NDEN
Johnny Panessa’nın sergideki çalı ması.
New York İstanbul’da New York’lu 10 fotoğraf sanatçısının “Kent Vatandaşlığı” temasıyla oluşturdukları “New Yorker” başlıklı sergi İstanbul Fotoğraf Müzesi’nde açıldı. Kutvan Proje Grubu, Amerikan Konsolosluğu Basın ve Kültür Bölümü’nün katkılarıyla organize edilen sergide New York’u kendi kadrajlarından bakarak çeken Jamel Shabazz, Daniel Norman, Mustafa Önder, Robert Herman, Joseph Holmes, Otto Schulze, Johnny Panessa, Michael Mundy, Attila Durak ve Craig Feder ‘kent vatandaşlığı’nı konu alıyor. Sergi 8 Haziran’a kadar görülebilir. (0212) 485 88 42
(0212) 244 63 27 ■ Sertab Erener saat 20.00’de
Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00
16 HAZİRAN CUMARTESİ SERG ■ Genç Çağdaş Sanatçılar sergisi 18 Haziran’a kadar Dünya Göz Hastanesi’nde. (0212) 362 32 32 KONSER ■ Selen Beytekin saat 22.30’da Nardis’te.
(0212) 244 63 27
17 HAZİRAN PAZAR SERG ■ Nedret Yaşar’ın sergisi 17 Haziran’a kadar Konak Belediyesi’nde. (0232) 465 31 07 KONSER ■ ”Bu Şarkıların 40 Yıl Hatırı Var”
saat 20.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ■ Yalın saat 20.00’de Küçükçiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00
18 HAZİRAN PAZARTESİ SERG ■ Gilbert Garcin’in sergisi 30 Haziran’a kadar Elipsis Gallery’de.
(0212) 249 48 92 KONSER ■ Yinon Muallem saat 22.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27
19 HAZİRAN SALI SERG ■ Devran Mursaloğlu’nun sergisi 22 Haziran’da Pg Art Gallery’de. (0212) 252 80 00 KONSER ■ Megadeth saat 22.00’de Maçka Küçükçiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00
T YATRO ■ ”Antonius ve Kleopatra” saat 21.25’te Enka’da. (0216) 556 98 00
21 HAZİRAN PERŞEMBE SERG ■ Kayıhan Keskinok’un sergisi Galeri Sanat Yapım’da. (0312) 222 19 06 KONSER ■ KDV saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO
20 HAZİRAN ÇARŞAMBA
22 HAZİRAN CUMA
SERG ■ ”Per-so-na #1 Bora Başkan” başlıklı sergi 23 Haziran’a kadar Pakt’ta. (0212) 243 56 87
SERG ■ Erkut Terliksiz’in sergisi 23 Haziran’a kadar X-İst’te. (0212) 291 77 84
KONSER ■ Volkan Polat Quartet saat 21.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27
KONSER ■ Sezgi Olgaç saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ■ Yeni Türkü saat 20.00’de Turkcell
“Sidikli Kasabası Müzikali” 22 Haziran’da.
Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 T YATRO ■ ”Sidikli Kasabası” saat 21.15’te
Enka’da. (0216) 556 98 00
23 HAZİRAN CUMARTESİ SERG ■ Ege Ömer Yüce’nin sergisi 24 Haziran’a kadar Artgalerim
Enka’da. (0216) 556 98 00
■ ■ ■ ■ ■
■ ■ ■ ■ ■
AYIN Ç NDEN
DÜNYADAN SANAT
■ ”Cam” saat 20.00’de Karşıyaka
Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00
26 HAZİRAN SALI SERG ■ ”Gerçekçilik Şimdi” başlıklı sergi 30 Haziran’a kadar Plato Sanat’ta. (0212) 621 12 47 ■ ”Sınırları Aşmak” başlıklı sergi 14 Temmuz’a kadar İş Sanat İzmir Galerisi’nde. (0232) 482 09 39 KONSER Tom Jones’un albümleri tüm dünyada 100 milyondan fazla sattı.
Tom Jones geliyor Müzik dünyasının kadife sesli efsane ismi Tom Jones Boğaz’ın kıyısnda müzikseverlerle buluşuyor. Albümleri 1965 yılından bu yana 100 milyondan fazla satan Jones, sesine olan hakimiyetiyle tanınıyor. Jones’un popüler parçaları arasında “She’s a Lady”, “Delilah”, “Chills and Fever”, “Sex Bomb”, “Thunderball”, “Love me Tonight”, “It’s Unusual”, “I Never Fall In love Again”, “What’s New Pussycat” var. 1999 senesinde çıkardığı ve çeşitli başarılı pop ve rock sanatçılarıyla düet yaptığı “Reload” isimli albümü en fazla satan albümlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Tom Jones 26 Haziran’da Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00
■ Jessi J saat 19.00’da Maçka
Küçükçiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00
27 HAZİRAN ÇARŞAMBA SERG ■ ”Fransız - Belçikalı ve Türk Çizgi Romanlarına Çarpraz Bakış” 31 Ağustos’a kadar Fransız Kültür’de. (0212) 393 81 11 KONSER ■ Sibel Köse & Önder Focan & Kağan
Yıldız Trio saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Kazaen - Beyoğlu’nda Çarpışmalar”
21.15’te Enka’da. (0216) 556 98 00
28 HAZİRAN PERŞEMBE SERG ■ ”Bir İsimsiz Seçki: Anlam ve Mahiyet” başlıklı sergi 14 Temmuz’a kadar Merkez Bankası Sanat Galerisi’nde. (0312) 311 97 42
KONSER ■ Melisa Kıral Quartet saat 22.30’da
Nardis’te. (0212) 244 63 27 ■ Sıla saat 20.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00
24 HAZİRAN PAZAR SERG ■ İz Öztat’ın sergisi 26 Haziran’a kadar Maçka Sanat Galerisi’nde. (0212) 240 80 23
25 HAZİRAN PAZARTESİ 126
SERG ■ Server Demirtaş’ın sergisi Çağla Cabaoğlu Gallery’de. (0212)291 37 91 KONSER ■ Defne Şahin & Can Olgun Quartet saat
21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 T YATRO ■ ”Bölge Hastanesi” saat 21.15’te Milliyet Sanat Haziran 2012
SERG ■ Feza Erkeller Yüksel’in eserleri 12 24 Haziran tarihleri arasında Londra’daki Lauderdale House adlı tarihi binanın sergi salonlarında izleyiciyle buluşacak. Sergide sanatçının ağırlıklı olarak Londra Olimpiyatları’nın da etkisiyle ünlü Thames Nehri ve çevresini konu alan peyzajları sergilenecek. Sanatçı sergisinde Türkiye’den manzaralar da sunacak; hatta Güzelyurt’u konu alan “Green Fair Chimney” isimli resmi İngiliz Kadın Ressamları’nın (Society of Woman Artists) Mall Gallery’de 28 Haziran-7 Temmuz tarihleri arasında açık olan sergisinde yer alacak.
KONSER ■ Nezih Yeşnil & Kaan Mete & Cyrille
Nişantaşı’nda. (0212) 265 10 34
Feza Erkeller’in sergide yer alan çalı ması.
Allaigre trio saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27
■ ■ ■ ■ ■
29 HAZİRAN CUMA SERG ■ Sera Uzel’in sergisi 17 Temmuz’a kadar Çırağan Palace Kempinski Sanat Galerisi’nde. (0212) 326 46 46 KONSER ■ Luis Ernesto Gomez y La Descarga Band saat 22.30’da Nardis’te. ■ MFÖ 21.15’te Enka’da. (0216) 556 98 00
30 HAZİRAN CUMARTESİ SERG ■ ”Kadına Dair” başlıklı karma sergi 15 Ağustos’a kadar Mine Sanat Galerisi’nde. (0216) 385 12 03 KONSER ■ Pitbull saat 20.00’de Maçka
Küçükçiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00
Jack White
KONSER ■ Eski karısı Meg White ile kurduğu The White Stripes grubuyla 2000’li yılların ilk 10 yılında rock müziğinin en beklenmedik çıkışına imza atan Jack White geçtiğimiz günlerde grubun dağılmasından sonra yayınladığı ilk solo albümü “Blunderbuss”ın Avrupa turnesi kapsamında 26 Haziran’da Berlin Tempodom’da. www.eventful.com
SERG ■ Son yıllarda düzenlediği 20. YY.’ın önde gelen müzisyenleri sergileriyle büyük bir başarı yakalayarak 100 bin ziyaretçi sayısını aşan Cite de la Musique bugünlerde Bob Dylan sergisiyle protest müziğin efsanevi sanatçısının altın çağına odaklanıyor. 15 Temmuz’a kadar süren sergide yer alan Bob Dylan’ın altmıştan fazla fotoğrafı Daniel Kramer imzasını taşıyor. www.citedelamusique.fr
Mehmet Erdem Proust Anketi’nin bu ayki konuğu “Herkes Aynı Hayatta” isimli albümünü yayınlayan Mehmet Erdem...
■ ■ ■ ■ ■
Daniel Kramer’in objektifinden Dylan.
■ ■ ■ ■ ■ KONSER ■ Bu yıl 19.’su düzenlenen dünyanın sayılı müzik festivallerinden Sonar, 14 - 16 Haziran tarihleri arasında müzikseverleri Barcelona’ya, Fira Grand Via L’Hospitalet’e çağırıyor. Festivalde New Order, Fatboy Slim, Richie Hawtin, Lana Del Rey, Laurent Garnier, The Roots, Luciano, Hot Chip gibi isimleri dinlemek mümkün. www.sonar.es
Lana Del Rey
■ ■ ■ ■ ■
PROUST ANKET
Sevdiğiniz karakteristik özelliğiniz nedir? İnsanlarla ilişkilerim iyidir, dost diyebileceğim çok insan var. Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Samimiyet. Bir erkekte aradığınız en önemli özellik? Samimiyet. Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Aceleci olmam. Mutlu olmak için ne yaparsınız? Müzik. Sizi en çok ne mutsuz eder? Yanlış anlaşılmak. Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? İstanbul Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? Oğuz Atay, Herman Hesse, Cemal Süreya... Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? “Figth Club”ın Tyler Durden’ı... Gerçek hayatta sevdiğiniz ‘kahramanlar’ kimler? Gerçek hayatta kahramanların olduğuna inanmıyorum. İsminiz ne olsun isterdiniz? Mehmet iyidir. En nefret ettiğiniz şeyler neler? Hoşgörüsüz insanlar. Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? Neden olmasın, uçmak isterdim. Nasıl ölmek isterdiniz? Kimseyi kırmadan, üzmeden, sakince.. Sevdiğiniz bir söz var mı?
“Yanlış hayat doğru yaşanmaz” (Adorno)... Sevdiğiniz müzisyenler kimler? Erkan Oğur, Fikret Kızılok ve sayısız birçok müzisyen var tabi. Sizin için en değerli şey nedir? Samimiyet. Yaptığınız en büyük savurganlık? Zaman konusunda savurgan davranıyorum. Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Barselona. Hangi durumlarda yalan söylersiniz? Doğrunun birini kıracağı durumlarda... En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? Peki... En büyük pişmanlığınız nedir? Keşke sigaraya başlamış olmasaydım. Eğer ölseydiniz ve bir insan ya da bir nesne olarak geri dönseydiniz ne/kim olurdunuz? Telli bir enstruman olarak geri dönmek isterdim. Şu anki ruh haliniz nedir? Rahat... Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Müzik. Kendinizde onaylamadığınız davranışlarınız neler? Zaman zaman kendime iyi davranmıyorum. En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Albümüm çıktığında. Kendinizde bir şeyleri değiştirebilseydiniz bunlar neler olurdu? Daha sakin bir insan olmak isterdim. Milliyet Sanat Haziran 2012
127
■ ■ ■ ■ ■
BULMACA
İLKER MUMCUOĞLU mumcuogluilker@gmail.com
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10 11 12 13 14 15
1 2 3
SOLDAN SA A
4
1. “acıyan bir şey vardı aramızda / bütün sözcükler ağır yaralı / kırgın bir yaprağa gül arardık da / tenimizde gül dalgınlığı” diyen şair - Sharespeare’in de yazdığı şiir türü. 2. “Carlos ...” (İspanyol sinema yönetmeni) Balıkesir’in bir ilçesi - “... Kalesi” (İsmet Özel’in tanınmış şiiri). 3. İşe yaramaz, yıpranmış eşya - Japon tiyatrosunun bir türü. 4. Ödeme - Dinleme salonu. 5. “... Hanım” (Necati Cumalı’nın, filme aktarılan hikayesi) - Carol Reed’in bir filmi - Askeri bir rütbenin kısa yazılışı. 6. “... Kızı” (Orhan Kemal’in bir romanı) - Çıkar gözetmeksizin her türlü yardımı esirgemeyen - Gümüşün simgesi - İkinci Yeninin Keşişi’ni simgeleyen harfler. 7. “... Saka” (şair) - Tunus’un plaka işareti - Athol Fugard’ıon bir oyunu - Türk müziğinde bir makam adı. 8. “Nisandır en zalimi ayların” diyen şair - “Hüznün ... Olur” (Ahmet Telli’nin bir şiir kitabı). 9. Ünlü bir çizgi roman dedektifi- İskambilde koz - Bir haber ajansı - Brezilya’nın plaka işareti. 10. Rodyumun simgesi - Murathan Mungan’ın bir öykü kitabı. 11. “... Sokağı” (Ercüment Uçarı’nın bir şiir kitabı) - Kar romanındaki temel tip - “Turgay ...” (şair). 12. Bir sayı - Hızlı Gazeteci’nin çok sevmiş olduğu kadın karakter - Asaf Halet Çelebi’nin bir şiir kitabı. 13. “Gecesefalarını bekletiyorduk / Beyaz sugülleri / Yolumuza bakıyordu / Kokusunu saçmak için” diyen şair - “... Kitabı” (J. L. Borges’in bir yapıtı). 14. Elveda Alyoşa ve Kedi Mektupları adlı yapıtları da yaratan yazar - “Gunter ...” (Alman yazar). 15. 1959’da kurulan, Mehmet Fuat’ın yönettiği yayınevi - Y. K. Beyatlı’nın aruz ölçüsü kullanmadığı tek şiiri - Albert Camus’nün yapıtlarında bolca söz ettiği Cezayir kenti - “Süha ...” (belgesel yönetmeni).
5
YUKARIDAN A A IYA
128
1. “dün bir gece buldum, şimdi eski bir çocuğun / bendeki gözlerini yumdum, onun için uyudum: / dün gece bütün yazılarımı açık unuttum” diyen Haydar Ergülen’in şiir kitabı - Bir şiir türü. 2. Kapton Nemo’nun denizaltısı - Öykü. 3.”... Bahadır Bayrıl” (şair) - “Şimdi uzun karlıklarda bir Lapon kızağı / Önünde ... geyiği2 (B. Necatigil) - Refik Durbaş’ın “hırsız” olarak nitelidği içk. 4. Blues, Doors, Kurt Cobain ve Led Zeppelin Milliyet Sanat Haziran 2012
6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 adlı müzik kitaplarını da yayımlayan yayınevi - Ferit Edgü’nün bir öykük kitabı - Küçük İskender’in ünlü bir şiiri - “Cilalı ...” (Feridun Karakaya’nın sinema karakteri). 5. “Şevket ...” (yazar) - Kropotkin’in tanımmış yapıtı - Ufuklar. 6. Frankfurt Okulu’nun tanınmış bir üyesi - “Jet ...” (ünlü aktör) - Disprosyumun simgesi. 7. Bir nota - Çin ve Kazakistan’da akan bir ırmak - Eksiksiz - Claude Sautet’in bir filmi. 8. Benedotte Croce tarafından kurulan İtalyan kültür dergisi - Kimi gemilerde, bas bodoslamasının dış yüzeyinden omurgaya kadar uzunan ve cıvadra donanımını desteklemek için yerleştirilen ek yapı öğesi. 9. Huds Peygamber’i dinlemedikleri için Tanrı tarafından yokedilen kavim - Aşklar ve Sevmek Sanatı adlı erotik şiir yapıtlarını da yazan Latin şair Buddha’yı ayartmaya ve doğru yoldan döndürmeye çalışan “istekler kralı”. 10. Nükteci - Kakım - Armoni kurallarına göre üst üste bindirilmiş sesler. 11. “... Şenocak” (aktör) - “Suat ...” (Karaoğlan’ın çizeri). 12. Koku - Ortaçağ inanışına göre, İsa’nın tilmizleriyle birlikte yediği Son Yemek’te kullandığı ve Yusuf’un, yüzbaşının mızrak darbesiyle peygamberin bedeninde açtığı yaradan akan kanı topladığı kap - “Necef ...” (yazar). 13. Kıraat - Zihin - Birleşik Arap Cumhuriyeti (kısa). 14. Suyu emme, ıslan-
ma - “... Miserables” (Sefiller romanının orijinal adı) - “... Sever misiniz” (Françoise Sagan’ın bir romanı). 15. Tanınmış bir şairimiz - Bir nota - Kalayın simgesi.
GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1
2
3
4
5
6
7
8
9
1
S
İ
Y
A
H
M
A
K
A
M
I
A
M
2
İ
D
E
F
İ
K
S
M
E
N
O
F
İ
S
3
Y
İ
N
G
R
E
T
A
4
A
L
T
M
A
N
T
O
K
5
H
L
E
Y
L
6
E
S
M
E
7
Ş
U
8
Y
A
9
A
T D
10
L
K
E K
A
B
A
R
A
M
Y
U
U
M
R
İ
11
A
E
12
B
R
13
E
V
14
C
İ
M
15
E
S
K
A
D
M
U
M A
S
A
R
A
E
R
B
İ
L
A
B
D
A
L
A
B
B
A
S
S
S
E
Z
U
C Ş
T
R
I
K
L
A
I
A
E
K
A
D
U
M
A
Ş
A
R
R
A
N
D
K
O
A
10 11 12 13 14 15
S
L
S
İ R
M
R
O
L
İ
G
R
A
F
İ
E
M
A
R
E
T
A
N
A
N
N A
A
T
I
L
N
E
A O
U
R
N
K İ
İ L
ATÖLYELER SERGİLER Leylek Sokak 20A Moda/Istanbul +902164186153
http://zelazolab.com