Milliyet Sanat Ekim 2012 No: 643

Page 1

K.K.T.C Fiyatı: 8 TL

YAŞINDA

Yaşar Kemal’in

‘ada’sında son perde

7 TL EKİM 2012

Toronto’dan Oscar tüyoları Kolera Sokağı’nın şuh kadını

SUMRU YAVRUCUK

BAHÇESİNİN BÜTÜN RENKLERİYLE

MONET Şimdi

Seyirlik değil ömürlük

Orhan Gencebay Şehir Tiyatroları’nda neler oluyor?

Barbra Streisand’dan hiç duymadıklarımız

iDANS zamanı

İstanbul’un ilk TASARIM BİENALİ



AYD A B İ R FİLİZ AYGÜNDÜZ

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

EKİM 2012 Sayı 643 / 126301

Sanat severlere iki özel davet

Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. ADINA

İSMAİL ERALP Genel Yayın Yönetmeni

TAYFUN DEVECİOĞLU

“BİR HAYALİN peşindeyim, imkansızı istiyorum. Diğer ressamlar, bir köprü, bir ev, bir tekne resmi yapıyor ve işleri bitiyor. Ben tekneyi, evi, köprüyü sarmalayan atmosferi resmetmeliyim. İçinde bulundukları atmosferin güzelliğini göstermeliyim... Ve bu da imkansızdan farksız!” diyordu İzlenimcilik akımına adını veren Oscar Claude Monet... Ne kadar alçak gönüllü bir yorum yaptığını bu ay 9 Ekim’de Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM) açılacak “Monet’nin Bahçesi” adlı sergiyi gezdikten sonra göreceksiniz. Sadece o atmosferin güzelliğini göstermekle kalmayıp, resme bakanı da içine çekiverdiğini, onun bir parçası yaptığını... Bu ay kapağımızda ağırladık kendisini. Doğrusu ağır misafirdi; içerideki dosyayı da dört başı mamur bir Monet ziyafetine dönüştürmeye çalıştık. Bahçesindeki çiçek şölenini, yazıya olabildiğince aktarmaktı derdimiz. Elbette hayat hikayesini, sergisini, izlenimciliği... Aslında derdimiz biraz da sizi nasıl bir görsel lezzetin beklediğine dikkat çekmekti. SSM’den gelen bu davete icabet etmeden evvel Milliyet Sanat’ta kendisiyle uzun bir buluşma yaşayacaksınız. Seversiniz umarım. ★ Bu ay, bir diğer davet de Milliyet Sanat’tan. Bundan böyle günün dilediğiniz saatinde, www.milliyetsanat.com adresinde onunla buluşabileceksiniz. www.milliyetsanat.com, geniş içeriğiyle birçok sanat dalını bir araya getiren, Milliyet Sanat dergisi kadar özenle hazırlanmış, güvenilir bir sanat sitesi.

Yayın Yönetmeni

FİLİZ AYGÜNDÜZ Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi

ALİ NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik

ASU MARO Plastik sanatlar ve edebiyat

YASEMİN BAY Sinema

NİL KURAL Yazı işleri

GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen

AYLA DÜNDAR Sayfa Sekreteri

ATİLLA ŞEN Reklam Grup Başkanı

SAVAŞ YILMAZER Reklam Grup Başkan Yardımcısı

SERKAN BAYOĞLU Reklam Direktörü

CENGİZ EKEN Reklam Müdürü

DORUK DAĞDELEN Reklam Rezervasyon Direktörü

GÜVEN ÖNEMLİ Sıra 854 / 7 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 8 TL Yurt içi abonelik bedeli 72 TL Ayda bir yayımlanır. ISSN 1300-4425 YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Doğan Ofset Yayıncılık ve Matbaacılık A.Ş. Hoşdere Yolu Doğan Medya Tesisleri C Blok Esenyurt-İstanbul Tel: (0212) 622 19 00 Yayın Türü: Yerel süreli

Milliyet SANAT Ekim 2012

1

Derginizi basılı olarak takip ederken, onun ruhunu ve adını taşıyan bu sitede, her gün güncellenen içeriklerle sanat konusundaki gelişmelerden an be an haberdar olacaksınız. Milliyet Sanat dergisinin dijital kopyası değil, web ortamına özel tasarlanmış versiyonu karşılayacak sizi... Sanatla ilgilenmek isteyip nereden başlayacağını bilmeyen okur için rehber niteliği taşıyacak www.milliyetsanat.com; konuya yabancı olmayan okurun da bilgisini derinleştirecek. Günlük sanat takviminizi oluşturma fırsatı verecek. Sinema için başka bir siteye, edebiyat için bir diğerine; farklı farklı sitelerde gezmenize gerek kalmayacak. Bütün sanat dalları aynı sitede sizi bekliyor olacak. Milliyet gazetesinin aylık kitap eki Milliyet Kitap da... Yazılarınızla, fotoğraflarınızla, yorumlarınızla... Milliyet Sanat dergisi evinizde, iş yerinizde, çantanızdaydı; artık ekranlarınızda olacak. Tablet versiyonu da bu aydan itibaren yayına girecek. Kağıda dokunmanın tadı baki... Yine gazete bayilerinde, dergi standlarında olacak Milliyet Sanat. Bir solukta okuyup bitirenler; dergisinin web versiyonunu merak edenler, güne sanat fasılaları vermek isteyenler için de bilgisayarında, laptop’ında, telefonunda, tabletinde... Ve yine aynı sloganla, popüler olanla olmayanı ayırmadan! Ana gazetenin “Basında güven” sözünü şiar edinerek... Daha çok görüşecek olmanın heyecanıyla, güzel bir ekim ayı dileklerimizle... MS


K.K.T.C Fiyatı: 8 TL

İÇİNDEKİLER

YAŞINDA

ekim

7 TL EKİM 2012

Toronto’dan Oscar tüyoları

Yaşar Kemal’in

‘ada’sında son perde

Kolera Sokağı’nın şuh kadını

SUMRU YAVRUCUK

BAHÇESİNİN BÜTÜN RENKLERİYLE

MONET Şimdi

iDANS

Seyirlik değil ömürlük

Orhan Gencebay

zamanı

Şehir Tiyatroları’nda neler oluyor?

Barbra Streisand’dan hiç duymadıklarımız

10

İstanbul’un ilk TASARIM BİENALİ

Renklerin ustası

Monet

Kapak: Claude Monet “Mavi Zambaklar”, 1914-1917

KAPAK Monet, Giverny’deki bahçesini İstanbul’a taşıyor ● İzlenimciliğin yaratıcısı Claude Monet’nin Sabancı Müzesi’ndeki sergisinde neler var? ● Çiçeklerin, doğanın ressamı üzerine... ● Monet’nin bilmeniz gereken beş resmi ● 10 maddede dünya sanatına yön veren izlenimcilik akımı...

98 Ali Poyrazoğlu ile 40 yıl!

68 Barbra Streisand’ın yeni albümü...

78 32 sanatçı Orhan Gencebay’ın albümü için bir araya geldi.

42 Sumru Yavrucuk Asu Maro’ya konuştu...

PLASTİK SANATLAR

18 İstanbul Tasarım Bienali’ni direktörü Özlem Yalım ve küratörleri Emre Arolat ile Joseph Grima anlattılar. 28 Soyut resmin büyük ustası Mübin Orhon’un kağıt işleri Galeri Nev’de... 30 Derya Bengi’nin küratörlüğünü yaptığı sergi 1960’lı yılları şarkılar, filmler eşliğinde sunuyor. 32 Fotoğrafın 160 yıllık tarihi... 36 Genç sanatçılar için kendini gösterme rehberi... 38 Side denizindeki tarih...

SİNEMA

106 “Çıplak Deniz Çıplak Ada” ile

Yaşar Kemal Sinemadan televizyona Kenan İmirzalıoğlu...

46

Milliyet SANAT Ekim 2012

46 Kenan İmirzalıoğlu, “Uzun Hikaye” ile vizyonda, “Karadayı” ile beyaz camda. 48 Bu ay vizyona giren “Cloud Atlas”taki dört Tom Hanks üzerine... 50 Antalya’da ‘Altın Portakal’ heyecanı! 52 Hem dikkat çekici hem ödüllü filmlerin durağı: filmekimi! 54 Filiz Akın’ın ‘doğuş’ öyküsü... 56 Atilla Dorsay’dan komedyen Danny Kaye’in en iyi filmi...

2

MÜZİK

68 Barbra Streisand 70. yayını “Release Me” ile kutluyor. 72 Natasha Khan’ın özgünlüğü “The Haunted Man”le tescilleniyor. 74 Ceylan Ertem’den ikinci solo albüm 78 Seyirlik değil ömürlük: 32 şarkıcıdan 33 Orhan Gencebay yorumu... 80 Borusan Filarmoni Orkestrası’ndan “Carmina Burana”lı açılış 82 Naim Dilmener’in ‘Müzikal Günce’si! 86 Akbank Caz Festivali, caz ruhunu her yere yayıyor!

SAHNE SANATLARI

89 İstanbul Şehir Tiyatroları’nda yönetmelik değişikliği sonrası... 92 buluT Tiyatro’dan ‘taze’ projeler... 94 İDOB’un sahnesindeki “Aşk İksiri! 96 Çağdaş dansın güncel örnekleri iDans’ta. 98 Ali Poyrazoğlu ile tiyatro ve hayat...

EDEBİYAT

106 Yaşar Kemal’den şiirsel bir roman: “Çıplak Deniz Çıplak Ada”... 110 Esmahan Aykol bu kez ‘medya’lı, ‘göç’lü bir cinayet romanına imza attı. 112 Başar Başarır’ın “Düzenboz” öyküleri! 114 İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali şehre yeni sürprizlerle geliyor. 116 Ece Aksoy’dan damağın unutmadığı ‘öyküler’... 118 Yeni yayınlar



AFİŞTEKİLER

Hopkins, Hitchcock oldu

Natalie Portman, filmde Tom Hanks’in kızını canlandıracak.

Portman, Nazi Almanyası’nda Michel Hazanavicius’un yeni projesinin “Garden of Beasts” olacağı açıklandı. Fransız yönetmen bu yeni filminde 2. Dünya Savaşı öncesinde Nazi Almanyası’nda görev yapan Amerikan büyükelçisinin hikayesini anlatacak. Filmin ana karakteri olan, Başkan Roosevelt tarafından Almanya’ya gönderilen tarih profesörü William Dodd’u Tom Hanks canlandıracak. Filmde Natalie Portman ise Nazi rejiminin karanlık tarafını fark eden Dodd’un kızı Martha rolünde izleyici karşısına çıkacak.

Alptekin’in eseri MoMA’da Hüseyin Bahri Alptekin’in “H-Fact: Hospitality/Hostility - H-Faktörü: Misavirperverlik/Husumet” adlı eseri, New York’ta bulunan Modern Sanat Müzesi’nin (MoMA) daimi koleksiyonuna katıldı. “H-Fact: Hospitality/Hostility”, Zühtü Müridoğlu’nun “The Unknown Political Prisoner - Bilinmeyen Siyasi Esir” adlı heykelinden tam 54 yıl sonra MoMA’nın resim ve heykel koleksiyonuna Türkiye’den kattığı ilk iş olma özelliğini taşıyor. MoMA’nın koleksiyonunda Picasso, Miro, Warhol, Marcel Duchamp, Bruce Naumann ve daha birçok saygın sanatçının işleri bulunuyor.

2007’de kaybettiğimiz Alptekin ve eseri.

Rowling’in kitabı 2013’te Türkiye’de

Haldun Taner Ödülü Kerem Işık’ın Milliyet gazetesi tarafından usta yazar Haldun Taner anısına 1987 yılından bu yana düzenlenen Milliyet Haldun Taner Öykü Ödülü’nün bu yılki sahibi Kerem Işık oldu. Prof. Tahsin Yücel’in başkanlığında, Behçet Çelik, Semih Gümüş, Cemil Kavukçu, Prof. Dr. Şara Sayın, Doğan Hızlan ve Demet Taner’den oluşan Seçiciler Kurulu, Haldun Taner Öykü Ödülü’nün Kerem Işık’ın “Toplum Böceği” adlı kitabına verilmesini kararlaştırdı. Seçici Kurul ödülün, günümüz dünyasının toplumsal sorunlarını irdeleyen, yenilikçi arayışlarla kaleme aldığı öyküleri ile kendine özgü bir öykü dünyası oluşturduğu gerekçesiyle Kerem Işık‘a verildiğini açıkladı. Milliyet SANAT Ekim 2012

Anthony Hopkins, film için özel bir Hitchcock pozu verdi.

Anthony Hopkins’in Alfred Hitchcock’u canlandırdığı ve yönetmenliğini, ilk filmi “Anvil: The story of Anvil” ile dikkat çeken Sacha Gervasi’nin üstlendiği “Hitchcock”un gösterim tarihi öne çekildi. 2013’te gösterime girmesi planlananan film, Oscar yarışına katılmak için kasım ayında ABD’de vizyonda olacak. Bu değişikliğin nedeninin Hopkins’i erkek oyuncu dalında Oscar adayları arasına sokmak olduğu tahmin ediliyor. Filmin oyuncu kadrosu da iddialı: Hitchcock’un eşi Alma Reville’i Helen Mirren, asistanı Peggy Robertson’ı Toni Colette, Janet Leigh’i Scarlett Johansson, Vera Miles’ı Jessica Alba ve Antony Perkins’i ise James D’Arcy canlandıracak.

4

“Harry Potter” serilerinin yaratıcısı J. K. Rowling’in yeni romanı “The Casual Vacancy”, 27 Eylül’de, İngiltere, Amerika, Almanya ve Fransa’da okurlarıyla buluştu. Yazarın yetişkinler için yazdığı bu yeni roman Türkiye’de Doğan Kitap tarafından 2013 yılında yayımlanacak. “The Casual Vacany”, sıradan bir İngiliz kırsalı gibi görünen Pagford’da J. K. Rowling geçiyor. Ancak Pagford, hiç de göründüğü gibi bir yer değil...



KAPAK

Monet’nin çiçekleri SSM’de açıyor Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi yine bir büyük ustayı, dünya resmine izlenimciliği hediye eden Claude Monet’yi ağırlıyor bu ay. Sanatçının Giverny Bahçesi’ni odağına alan sergi olgunluk döneminden 40 eseri bir araya getiriyor.

YASEMİN BAY yasemin.bay@milliyet.com.tr

MOR salkımlar, sarı zambaklar, güller ve ille de ‘nilüfer’ler... Grinin maviyle, yeşilin sarıyla kırmızıyla kucaklaştığı Pourville Kumsalı’nda güneşin batışı... Güneşli bir günde Argenteul yakınlarında kısa bir yürüyüş... Sen Nehri’nin günün her saatinde değişen rengi... Tüm bunlara, renklerle bezeli, muhteşem bir dünyaya açılacak Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM) kapıları; 9 Ekim itibariyle... Dünya resmine izlenimciliği hediye eden Claude Monet’nin olgunluk döneminin eserleri sayesinde... “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum,” diyen Claude Monet’nin Türkiye’deki bu ilk sergisinde yaşamının son 30 yılını içeren sanatsal üretiminin ana temasını oluşturan Giverny Bahçesi odağa alınıyor. Sabancı Holding’in ana sponsorluğunda gerçekleşen “Monet’nin Milliyet SANAT Ekim 2012

Monet’nin 1875 tarihli “Argenteuil Yakınlarında Yürüyüş” adlı tablosu.

Bahçesi” isimli sergi için SSM ünlü Marmottan Monet Müzesi ile işbirliği yapıyor. Sergiyi detaylandırmadan önce Marmottan Monet Müzesi’ne bir bakalım... 1882 yılında Jules Marmottan tarafından satın alınmadan önce Valmy Dükü Christophe Edmond Kellerman’ın av köşkü olarak kullanılan bina, 1934’te Marmottan Monet Müzesi olarak ziyarete açıldı. Müze, Monet’nin ikinci oğlu ve tek mirasçısı olan Michel Monet’nin bağışı sayesinde dünyadaki en geniş Monet koleksiyonuna sahip müze oldu. Michel Mo-

6

net’nin babasından kalan resimleri bu müzeye bağışlamasının nedeni ise Monet’nin izlenimciliğe adını veren ünlü tablosu “İzlenim: Gündoğumu”nun buradaki koleksiyonda oluşu... Bugün koleksiyonunda Edgar Degas’dan Edouard Manet’ye Pissarro’dan Renoir’a kadar pek çok önemli ustanın resimlerini barındıran müzedeki Monet koleksiyonunun yarısı SSM’ye taşınmış olacak “Monet’nin Bahçesi” adlı bu sergiyle birlikte... 40 eserlik bir seçki bu. Marmottan Müzesi’nden çıkan, bugüne kadar dünyada ilk kez İstanbul’u ziyaret


edecek bu kadar büyük bir seçki...

RENOIR’IN GÖZÜNDEN MONET Sergi sadece Monet’nin eserlerini de kapsamıyor üstelik. İçinde Monet’nin yakın dostu Auguste Renoir’ı da gizliyor! İzlenimciliğin bir diğer ustası olan Renoir’ın gözünden süzülen Claude Monet’yi, Monet’nin eşi Camille’i de tanıma fırsatı buluyoruz bu sergi sayesinde. SSM’deki bu seçkinin en önemli özelliği kuşkusuz Monet’nin yaşamı sırasında hiç sergilenmemiş ve satılmamış eserler-

den oluşması. Bu özellikleri nedeniyle de sanat hayatında özel bir yere sahipler. Öte yandan sanatçının olgunluk dönemi eserlerine yakın bir bakış sağlıyor sergi. Böylelikle Monet’nin erken üretimleriyle olgunluk eserleri arasında bir kıyas da yapabiliyoruz. Ve görüyoruz ki Monet bu döneminde daha da soyuta yaklaşıyor; bileğinin tek bir hareketiyle uygulanmış görünen enerji dolu fırça darbeleri, çarpıcı renkler... Monet’den çok sonra yaşamış Amerikalı soyut dışavurumcuları, 20. YY. ortasındaki önemli sanat akımlarını akla

7

getiriyor bu eserler. Mesela Jackson Pollock’ı. 1940’ların ortalarından itibaren Pollock’ın Monet’nin geç dönem ‘nilüfer’lerinin devamını yaptığı biliniyor. Serginin de odak noktasına yerleştirdiği Giverny Bahçesi’nin özel bir yeri var Monet’nin hem kişisel hem sanatsal yaşamında. 1883 yılında Paris’in 80 km. dışında Seine Nehri kıyısında bulunan Giverny köyüne taşınan Monet, burada ailesiyle birlikte yaşayacağı mekanı muhteşem bir bahçeyle çevreledi. Tutkulu bir bahçıvan olan, hatta maddi sıkıntılar yaşadığı zamanlarda bile Milliyet SANAT Ekim 2012


KAPAK

“Michel Monet’nin Bebeklik Portresi.”

Claude Monet’nin “Güllü Yol, Giverny” adlı tablosu, 1920-1922.

bahçesinin çiçeklerle dolu ve de özenli olmasına dikkat eden Monet, eve uzanan ana yolu sarmaşık güllerle kapladı. Sergi bu muhteşem yolu İstanbul’a taşıyor: Monet’nin “Gül Bahçesinden Giverny’deki Ev” ve “Gül Bahçesinden Sanatçının Evi” adlı tuval üzerine yağlıboya iki resimle...

ENVAİ ÇİÇEK Sadece bu kadar da değil; Japon sanatına yakın ilgi duyduğu bilinen Monet’nin bahçesine kurduğu gölete 1893’ten sonra yaptırdığı Japon köprüsünü bile görüyoruz; 1918-1924 tarihli “Japon Köprüsü” adlı eseriyle... Monet’nin diktiği salkımlarla kaplı, kırmızıların, sarıların adeta tablonun dışına sıçradığı, çiçeklerle örülü köprüyü... Monet, biriktirdiği Japon ağaçbaskılarında da bulunan bahçelerden esinlendiği su bahçesinin ilk resimlerini ise 1897’de Giverny’ye yerleştikten tam 15 yıl sonra yapmaya başladı. 20 yıldan uzun bir süre de su bahçesinden ilhamla eserler üretti. Monet’nin en sevdiği çiçeklerden biri olan mavi zambaktan tutun da sarmaşıklara, morsalkımlara, güllere, papatyalara hatta gelinciklere kadar envai çiçekle donattığı bahçesi doğaya duyduğu tutkunun bir yansıması aslında. Renklere duyduğu... 1889’daki Paris Dünya Fuarı’nda, Eyfel Kulesi’nin karşısında gördüğü nilüferlerden etkilenen ve buradan yola çıkarak Giverny’ye bir de su bahçesi ekleyen Monet’nin ünlü nilüfer tabloları bu mülkü satın alıp kendine zevkine göre düzenledikten birkaç yıl sonra ortaya çıktı. “Nilüferlerimi fark etmem biraz zamanımı aldı... Onları sırf zevk için dikmiştim; dikerken aklımda resimlerini yapmak yoktu. Bir görüntü tek gün içinde içinize işleMilliyet SANAT Ekim 2012

“Argenteuil Yakınlarında Yürüyüş” adlı tablosuyla Monet’ye eşlik ediyoruz. Monet’nin burayı, Paris’e trenle 30 dakikada ulaşılabildiği için sevdiğini biliyoruz. Hatta Argenteuil’de onu ziyaret eden Renoir ile birlikte kırlarda resim gezilerine çıktığını da... mez. Sonra aniden havuzumun aslında ne kadar güzel olduğunu fark ettim ve paletime uzandım,” der Monet, nilüfer resimlerinin doğuşunu anlatırken. Monet’nin Giverny’deki göletinden SSM’ye uzanan nilüfer resimlerinde sanki filtrelenmiş renk tonlarıyla birer rüyayı andıran hüzünlü manzaralarla karşılaşıyoruz...

ARGENTEUIL’DE YÜRÜYÜŞ Sonra “Süsenler” (1924), “Sarı Zambaklar” (1914-1917), “Morsalkım” (19191920), “Mavi Zambaklar” (1914-1917) ile Monet’nin bahçesinden çıkıp onun yolcuklarına da eşlik ediyoruz sergi sayesinde. “Pourville Kumsalı, Günbatımı” ile sanatçının 1882’de önce yalnız başına sonra ailesiyle birlikte gittiği Dieppe yakınlarındaki bir deniz sayfiyesi olan Pourvillesur-mer’e uzanıyoruz. Monet’nin burada aniden deği-

8

şen hava ve ışığı kaçırmamak için aynı anda sekiz tuval üzerinde çalıştığını hatırlıyoruz. Toplam 100 kadar deniz manzarası yapan Monet’nin kuvvetli fırça darbelerinden berrak ve saf renkler düşüyor bu resimlere. 1885 tarihli “Yelkenli, Akşam Esintisi” ya da 1917 tarihli “Honfleur Limanında Tekneler”de veyahut 1885 tarihli “Batı Falezi ve Porte d’Amont, Sabah Etkisi”nde de... Sonra “Argenteuil Yakınlarında Yürüyüş” adlı tablosuyla Monet’ye eşlik ediyoruz. Monet’nin burayı, Paris’e trenle 30 dakikada ulaşılabildiği için sevdiğini biliyoruz. Hatta Argenteuil’de onu sık sık ziyaret eden arkadaşı Renoir ile birlikte kırlarda resim gezilerine çıktığını da... Manzaralardan, kırlardan, çiçeklerden ve denizden çıktığımızda Monet’nin portrelerindeki ‘güç’le göz göze de geliyoruz bu sergide. 1880 tarihli “Jean Monet’nin Portresi”nde Monet’nin 1914’te kaybettiği ve ardından derin bir yasa büründüğü oğlu Jean Monet’nin hüzünlü bakışları yakalıyor izleyiciyi... İkinci oğlu Michel Monet, ponponlu başlığıyla sevimli bir bebek olarak; sonra mavi kazağıyla geçiyor babasının tuvaline; 1883 tarihli “Mavi Kazaklı Michel Monet” adlı tabloda... Henüz beş yaşında... Çığır açan, büyüleyen lakin ölümünden yıllar sonra gerçek takdire kavuşan tablolarının yanı sıra Monet’nin çalışma gözlükleri, piposu hatta tuvali de yer alıyor serginin baş köşesinde... SSM, çoğu, sanatçının 1883’te Giverny’ye taşındıktan sonra yaptığı tüm bu resimlerini keşfetmeye bekliyor izleyiciyi... Bahçesini, çiçeklerini, güllü yoluyla evini... Sadece bu da değil, 1926’da Giverny’de ölümünden yıllar sonra bile, yarattığı akımla pek çok sanatçıya ilham kaynağı olan bu büyük ustanın Monet’nin yaşamının ve ailesinin de kapılarını açıyor. MS Sakıp Sabancı Müzesi 9 Ekim 2012-6 Ocak 2013 (0212) 277 22 00



KAPAK

Keyif veren tuvallerin ressamı Claude Monet’nin gözleri 20. YY.’a gelmeden dijital kamera lensinden farksızdı. Lakin Monet sanat tarihinin, yapıtlarını kendi elleriyle yok eden ressamlarının başında geliyordu. Kimi zaman yakarak kimi zaman yırtarak... Monet SSM’yi ziyaret ederken biz de onu biraz daha yakından tanıyalım.

Claude Monet

AYSEGUL SONMEZ sanatatak@gmail.com

ÖNCE karikatürleriyle tanındı. Açık havaya adım atmadan, doğa içinde ve ortasında yaşayacağı büyük maceraya atılmadan önce Paris 1840 doğumlu Oscar Claude Monet, bir çizerdi. Ne zaman manzara ressamı Eugene Boudin’le tanıştı işte o zaman aslında doğayla tanışmış oldu. 1859 yılında Paris’e taşınıp Academie Suisse’e yazılsa da çok geçmeden doğanın içindeki yaşantısına geri dönecekti. Doğayı, çiçekleri, suyu izlemeye ve izlediklerinin onda uyandırdığı hakikate ulaşmaya çalışmayı sürdürecekti. Zaten küçük bir çocukken de içeriyi değil dışarıyı seviyordu. Okula gitmektense bahçede takılmayı... Monet, Afrika’da askerlik yaptıktan ve sağlık sorunları nedeniyle askerliğini kısa sürede bitirdikten sonra akademide resim eğitimi alacaktı. Okulda, resimlerinin ansiklopedik anlamda çok kıyaslandığı Camile Pissarro’yla tanıştı. Onu Auguste Renoir, Alfred Sisley, Frederic Bazille takip etti. Henüz İzlenimci adını almalarına çok vardı. Monet’nin resimlerinin kabul görmesi bir Van Gogh’unki gibi güç olmadı. Kısa sürede kendini kabul ettirecekti. Elbette her modern gibi, bazı resimleri ne akademiye ne doğaya sadık oldukları için kuruntular yaratacak ama en sonunda güzel olduklarında herkes ağız birliği yapacaktı. 1865 Salon’una kabul edilen Monet’nin bu sergide Milliyet SANAT Ekim 2012

iki manzarası sergilendi. Onu yine Salon’da sergilenen “Camille” portresi takip etti. Bu portreyi boyadığı sırada Camile Doncieux sanatçının henüz karısı değildi; modeliydi. Çiftin ilk oğulları Jean, 1867’de doğduğunda Monet ailesi finansal kriz yaşasa da, hatta bir söylentiye göre Claude Monet, Seine nehrine atlayarak intihara teşebbüs etse de çok geçmeden Louis-Joachim Guadibert’in Monet’nin meseni olmasıyla rahata kavuşacaklardı. Monet, Camille’le evlenecek, çift, Fransa-Prusya savaşının çıkmasıyla Londra’ya taşınacak, Monet orada ünlü sanat taciri Paul Durand-Ruel’le el sıkışacaktı.

GÜÇLÜ KADINLARI SEVDİ Savaşın sona ermesiyle Monet ailesi Argenteuil’e yerleşti. Monet, burjuva bir aileden geliyordu. Adolphe Monet, oğlunun onun işini sürdürmesini çok istese de Claude, eski bir şarkıcı olan ve şiir seven annesine çekmişti. Çocuklarına sanat aşılayan Louise, oğlu Oscar’ın babasıyla çalışmasını engelleyecek kudrete sahipti. Oscar da annesi gibi sanatçı olmalıydı. Annesinin Oscar’ı, sanat tarihinin Claude Monet’si, annesine yakındı ve onu kaybettiğinde çok sarsılacaktı. Güçlü kadınları seven Monet, önce sevgilisi sonra karısı olan Camille hastalandığında bir başka güçlü kadın olan zengin Ernest Hoschede’nin karısı Alice’le bir ilişki yaşamaya başlayacaktı. Hoschede iflas etmiş, Monet evinin kapılarını aileye açmıştı. Bir süre sonra Hoschede Alice’i Monet’nin evinde bırakıp, terk etti. Camille, Alice ile Monet’nin gizli ilişkisi baş-

10

ladıktan üç yıl sonra tüberkülozdan öldü. Ne var ki Claude ve Alice’in evlenmek için Alice’in kocası Ernest’in ölmesini beklemeleri gerekecekti. 1892’ye kadar ilişkileri resmileşmedi böylelikle. Ama o güne kadar ve o günden sonra Alice, Monet’nin iki oğluna kendi altı çocuğuyla birlikte annelik yaptı. Monet de sekiz çocuğun babası oldu. Alice, Monet için Camille gibi bir ilham kaynağı olmadı hiçbir zaman. Yaşı ondan çok çok gençti ve Monet’ye kıyasla çok daha fakir bir aileden geliyordu. Claude Monet’nin ikinci oğlu Michel doğduğunda, Camille hastalandı. Monet karısını ölüm yatağında resmetti. Karısının yüzü ve yatakla birlikte tek vücut olmuş bedeniydi bu resim. Sanatçının az sayıdaki üzgün, kederli resminden biridir bu... Bunu “Ice Drift” serisi takip edecekti. Burada da doğa Monet’nin ahenk, haz aradığı ve bulduğu doğadan çok, Romantik’lerin acı ve kederlerini yüklediği doğayı anımsatır. Monet’nin üye olduğu, akademi karşıtı yeni sanat ilkelerini benimsemiş olan bağımsız sanatçılar topluluğu 1874’te bir sergi açtı. Bu sergide Monet’nin “İzlenim, Gündoğumu” adlı 1873 tarihli resmi sanat tarihinin bu sergideki herkese empresyonist-izlenimci adını vermesini sağladı. Resim, Le Havre limanını sabah sisi altında gösteriyor. Top gibi küçük, turuncu güneş ve onun suyun üzerindeki kalın boyadan vahşi dokunuşları, doğaya ihanet ederken doğanın kendi üzerlerindeki etkisine yani bireye sadık kalan izlenimcilerin ilk örneğini vermiş oluyordu. Resmin verdiği bit-


Monet, Giverny’de kocaman bir bahçe ve Japon köprüsü inşa etti. Monet, Doğu’yu keşfeden ve kendi bilgisine uyarlayan her modernist gibi Japon sanatına olan ilgisini “La Japonaise” resmiyle ifşa etti. Monet’nin 1876 tarihli “La Japonaise” adlı resmi.

➔ Bugün yılda yaklaşık 600 bin kişinin gezdiği Monet’nin çiçeklerle dolu bahçesi 2.5 hektar araziye sahip.

11

Milliyet SANAT Ekim 2012


KAPAK

memişlik duygusu izlenimcilerin sloganı olacaktı. Bitmemiş resimler yaptıklarını iddia ederek avantgarddılar. Ernest ölünce, onun karısı Alice’le evlenen Claude Monet, Giverny’ye taşındı. Giverny’de Monet, kocaman bir bahçe ve Japon köprüsü inşa etti. Bugün yılda yaklaşık 600 bin kişinin gezdiği Monet’nin çiçeklerle dolu bahçesi 2.5 hektar araziye sahip. Giverny’deki evde dünya, Monet’nin etrafında dönerdi. Monet bir resme başlarsa evde her şey bu sürece uygun düzenlenirdi. Monet, çocukları çok sevse de onların bahçedeki çiçeklere dokunmasına izin vermezdi. Onları oynamaları için başka bahçelere gönderirdi. Sanatçı, meşhur ‘nilüferleri’ni burada boyadı. Çok büyük boyuttaki bu resimler bugün onlar için özel olarak düzenlenmiş Orangerie Müzesi’ndeki oval odalarda... Monet onların barışçıl bir meditasyon için cennet olmasını diledi. İmgeleri ziyaretçilerin savaş sonrası yıpranan sinirlerini yatıştırsın istiyordu. “Benim bütün maharetim doğayla dolaysız çalışarak onunla ilgili kendi izlenimlerimi, onlar kaçarken benim yakalamamdan ibarettir” diyen Monet, ısrarla aynı konuyu ele alışı, doğanın onda uyandırdığı duygudan yola çıkmasıyla Japonları andırıyordu. Ve Claude Monet bunu hiç saklamadı. Giverny’deki evinde 231 ukiyo-e baskıdan oluşan Japon baskı koleksiyonu vardı.

BAHÇEDEKİ JAPON KÖPRÜSÜ Ne var ki sanat tarihi Claude Monet’nin tam olarak ne zaman Japonizmden etkilendiğini tespit edemiyor. Bu Amsterdam’da bir şarküteride sandviçinin sarıldığı Japon kağıdıyla mı yoksa baskılar satan bir hediyelik eşya dükkanında gördüğü ukiyo-e’lerle mi oldu? Bu hâlâ bir soru işareti. Monet’nin kendisi de hatırlamıyor ama Japon sanatına duyduğu büyük ilgiyi asla saklamıyordu: “Benim gerçek anlamıyla Japonya’yı keşfim ilk Japon baskılarımı almakla oldu. 1856’dan itibaren... On altı yaşındaydım. Le Havre’da onları gördüm. Gezginlerin getirdiklerini satan bir dükkanda... Aslında hâlâ emin değilim doğrusu... Ama elbette Japonya’nın Batı’ya açılışından kısa bir süre sonra...” Monet, Doğu’yu keşfeden ve kendi bilgisine uyarlayan her modernist gibi Japon sanatına olan ilgisini 1876’da “La Japonaise” resmiyle ifşa etti. Giverny’deki evine bir Japon köprüsü yaptırdığında yıl 1883’tü. Monet tam 42 yaşındaydı. Peki ama fırçada çok ekonomik ama ifadede hiç ekonomik olmayan Japon baskı resmi Monet’nin sanatını nasıl dönüştürmüştü? Monet’nin fırçaMilliyet SANAT Ekim 2012

Claude Monet, atölyesinde dev boyutlardaki nilüfer resimlerini çalışırken...

ya inanmayı; fırçanın algıya giden yol olduğunu Japonlardan öğrendiğini rahatlıkla iddia edebiliriz. Ayrıca gündelik hayattan sıradan anların resimlerini yapmayı, fotoğraf çeker gibi sadece o ana odaklanmayı da Japonlarda gözlediğini... Monet’nin “Sahildeki Kızlar - Les Cousines” (1870) ve ukiyo-e ustası Utagawa Hiroshige’nin “Lamporo Teknesinde Üç Kız” (1825) tablolarına bakarak, Monet’nin kar manzaralarıyla hem Hiroshige’nin hem Japon sanatçı Hokusai’nin karlı tepelerinin mirasçısı olduğunu inkar etmekte güçlük çekeriz. Ukiyo-e sanatçılarının alışılmadık, asimetrik snapshot kompozisyonlarını, empresyonistlerin tekrar, bu kez boyayla ve kalın fırça izleriyle ürettiklerini görmek mümkün. Konu Monet’nin yapıtlarıysa buna en iyi örnek “La Barque”dır. 1887 tarihli “La Barque”da Monet, neredeyse resmin kenarına koyduğu tekneyle ve bomboş tuvaliyle alabildiğince moderndir. Monet’nin ısrarla aynı konuyu, aynı nesneyi çalıştığı bilinir. Rouen Katedrali’nin cephesine vuran ışıkların kaydını dijital kamera icat edilmeden önce sadece 30 resim yaparak tutacaktır. Japon ressam Hokusai ise Fuji dağını 36 kere yapmıştır. Her mevsim ve her saat başı olmak üzere... “Ben çimenlerin, ağacın, kuşların iskeletinin ve böcek - balık gibi hayvanların desenini yapmayı yavaş yavaş öğrendim. Yaklaşık 80 yaşımda... Daha iyi olurum umarım,” diyen Hokusai, “Doksanımda şeylerin özünü yakalarım umarım ve yüz yaşımda bütün cennetsel gizemlere ulaşırım. 110’da ise her nokta ve çizgi yaşar” diyen Monet... Gelecek ya da geçmiş değil onu ilgilendiren yakalanması güç olan ‘an’dı. Ele avuca sığmaz o an’ı, değişmeden dondurmak isteyen ressam “Resimlerim kişisel olarak ne hissettiğimin ifadeleridir,” derken resimlerinin dış dünyayı anlatmadıklarını ama araladıklarını ifade ediyordu. Fransa, endüstriyel bir toplum olmaya çabalarken özgür vahşi girişimcilerin yurdu olurken en kapitalistinden, ikinci imparoturluk çocuğu Oscar Claude Monet, Pa-

12

ris’in dönüşümünü, sermayenin üretim araçlarının gücünü görerek büyümüştü. Demiryollarının döşenişine, zenginlerin fantezilerini cesaretle çoğaltışına, büyük şehre büyük umutlarla göç edenlere, sabahın sisli gökyüzünde fabrikaya çalışmaya giden işçi yığınlarına tanık olmuştu. Fakat bir Zola romanı yazmak değil, kendi kendine, doğa ortasında ve içinde, asla onun karşısında değil, kapanışını anlatmak istemişti. ‘Güzellik’e sığınmıştı. Gerçekleri değil kendi gerçeğini anlatmak istemişti aslında, her ressam, yaratıcı, sanatçı, sanatçı olmayı isteyen insan gibi... Öte yandan 500’e yakın resmini yok etmişti. Sık sık geçirdiği sinir krizlerinin nedenini yakınları, kendine ve sanatına duyduğu şüphe olarak aktarıyordu. Hızın baş gösterdiği bir dönemin çocuğu olarak bunalımı modern hayatın ressamının bunalımıydı belki. Baudelaire’in kaçan her şeyi yakalamak peşindeki ressamından farksızdı. Otomobil tutkusu da hızla ilişkisini aralıyor olsa gerek biraz... Monet, ilk otomobil sahiplerinden biriydi. 30 km hızla kullandığı arabayla günde 12 saat yapıp İspanya sınıra kadar gelir, trenle Madrid’e geçerek Velazquez’i görmeye giderdi. Monet’nin suya sabuna dokunmayan lakin suyu bol manzaralarının haz verici göz okşayıcılığı onu rahat bir hayata kavuşturduğu gibi resminin izleyicilerini de onu gördükleri her yerde, müzelerde, takvim, bardak altlığı, tişört, bez çanta vs. aracılığıyla, ferah, barışçıl bir dünyaya hala kavuşturabilir. Bu hiper-realite ustasının son günlerinde katarakt olduğu; modern hayattan büyük kaçışlar organize eden göz sahibinin son günlerinde görmediği bilgisini de ekleyelim. Gözlerinin artık görmez olduğu 1923 yılında Monet avangard sayılmıyordu. Onun ve arkadaşlarının yerini hınzır Picasso ve Braque almıştı. Ve tuhaf bir şekilde Monet, hayatının tam bir başarısızlık olduğunu iddia ediyor, bütün resimlerini yok etmesi gerektiğini vurguluyordu. Monet buna cesaret edemedi. Resimleriyle dolu evinde öldü. MS



KAPAK

Monet

Monet renk, ışıktır öyle!

Işığa teslim ettiği fırçasıyla unutulmaz izlenimlere imzasını atarak sanat tarihine adını yazdıran Claude Monet’nin renk atlasından beş noktayı sizler için seçtik. EVRİM ALTUĞ evrimaltug@gmail.com

“Martılar”, tuval üzeri yağlı boya, 1904, Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi, Moskova

“MARTILAR”

Karbon bonkörü atmosferde martı avı Ressamın geç olgunluk döneminde, 1883 ve 1908 arasında yaptığı Akdeniz gezisinden bir parça olan “Martılar (Londra’da Thames Nehri, Parlamento Binası)” isimli tablosu, gerçekte sanatçının (farklı türlerini Giverny’deki atölyesinde de) ortaya koyduğu bir dizi Londra ‘Parlamento Binası’ manzara resminden biridir. Ressamın farklı ışık, sis düzeyi ve vakitlerde sabırla, usanmadan, harika yorumlarını ortaya koyduğu bu seriye ait olan, “Siste Güneşin Etkisi / Londra Parlamentosu” adlı aynı tarihli bir diğer tuvali, 2004’te 20 milyon dolarlık bir etiketle alıcı buldu. Monet “Martılar”da gözlerimizi Londra’nın kömürlü, karbon bonkörü atmosferi içinde martı avına çıkarır. Thames Nehri’nin ardında mor heybetiyle duran Parlamento Binaları ise ikonik mimarisiyle bize nerede olduğumuz konusunda çok tayin edici bir form aktarır. Gerçekte bu resimde bize göz yoldaşlığı eden ve resme tüm ritmini veren de, martıların çığlıklı konumlarıdır. Bu resim işte bu küçük detayıyla, serideki diğerlerinden, bencileyin sempatik bir akustikle ayrılır. Milliyet SANAT Ekim 2012

TÜRKİYE ’de ilk kez izlenecek Claude Monet sergisi vesilesiyle, sanatçının beş farklı yapıtını seçmem istenince, kişisel / duygusal ve tarihsel / rasyonel bir değerlendirme ölçeği arasında kaldığımı itiraf etmeliyim. Monet, Türkiye’de özellikle röprodüksiyonlardan ve puzzle kültüründen tanıdığımız ikonik işleriyle şöhret olan, ‘resim’ dendiğinde ortalama her sanatseverin kafasında resme dair izlenim uyandıracak, kült bir sanatçı. Bu koşullar altında, ukalalık edip Monet’nin farklı yönlerine methiye ve gönderme yapacağına inandığım, sanki bir koleksiyoner gibi, param yettiğince

kendime (pardon, evimin bir duvarına!) alacakmışçasına heyecanla tercih ettiğim bu, biri desen, beş ayrı yapıtı yorumlarken, mümkün mertebe kişisel bir okuma yapmış bulunursam, sizden bu ‘insani’ kusurumu, ressama beslediğim duygusal yakınlığa bağlamanızı hasseten rica ediyorum. Monet bence, yaratıcı ile izleyici / tüketici arasındaki bu ilişki başarısının en küresel ispatı. Güzel ve duygusal resimlerinin arkasında ağır dramlar ve arayışlar saklamayı başaran Monet için seçtiğim beş yapıta, gelin, bir kere de bu koşullar altında, bir daha bakalım.

“NİLÜFERLER, SU MANZARASI, BULUTLAR”

Mükemmellik hali Yaklaşık 25 yıl boyunca, diyelim 1890’dan itibaren takibe aldığı “Nilüferler” / “Nympheas” tuval dizisi, Claude Monet’nin önceleri yalnızca doğaya olan sevgisi nedeniyle yetiştirdiği bu çok romantik bitkilerden çıkmıştı. Dizinin 1903 tarihli bu küçük örneğinde bizi en çok çeken şey, olsa olsa “Bu bir Monet! O ne renk, o ne ışık öyle!” dedirten kişiselliği olabilir. Bir tablonun kişiselliği, sanırız o tablonun kendini dünya sahnesi önünde meşrulaştırdığı biricik anla açıklanabilir. “Nilüferler” bu bakımdan, tıpkı bir caz yorumcusu gibi, ele aldığı ‘standart’ konula-

14

“Nilüferler, Su Manzarası, Bulutlar”, tuval üzeri yağlı boya, 1903, özel koleksiyon

rı, sürekli olarak ‘cover’ eden, usanmadan, her anın biricikliğini bile bile yorumlayan sanatçının, birer lezzetli renk konseri kaydı olarak, sanat tarihine geçebilir. Bu tabloda sanırız en çarpıcı olan da, Monet’nin gökte ararken yerde bulduğu berrak mavi ve yansımaya duyduğu tutkunun mükemmellik hali ile açıklanabilir.


“SİVRİ ŞAPKALI RESSAM”

Figürdeki şeytan tüyü

“Camille Ölüm Döşeğinde”, 1879, tuval üzerine yağlı boya, Musee d’Orsay

“CAMILLE ÖLÜM DÖŞEĞİNDE”

Araftaki yüz ifadesi Monet’nin bu yapıtı, eserleri arasında dramatik gücü en yüksek olanlarından biri sayılabilir. Ressamın kariyeri boyunca pek çok yapıtına ilham ve konu kaynağı olan eşi Camille (Doinceaux) Monet, bu resimde -ikilinin Jean’dan sonraki ikinci çocukları Michel’in doğumu ile de tetiklenen- tüberküloz hastalığı nedeniyle ölüm döşeğindedir. Ressamın 5 Eylül 1879 tarihli bu trajik tablosunda hipnotize edici olan, eşi Camille’in ölü mü, yoksa diri mi olduğu henüz kesinleşmemiş, ‘araf’taki yüz ifadesidir. Bu çehre ile Camille’in her nasılsa tüm hayat sıkıntılarından kurtulmuş, rahatlamış bir ifade takındığı da düşünülebilir. Buna ek olarak, aynı kompozisyondaki fırça darbelerinin de perçinlediği baş döndürücü, yıldırıcı, depresif düşeylik ile, o ana seremonik bir dramatizasyon servis eden buz mavisi örtünün ölüm soğukluğu ayrıca dikkat çekicidir. Monet, sonradan, bir arkadaşına yazdığı mektupta bu eserin oluşum anındaki hislerini şöyle ifade etmiş: “Birden kendimi O’nun trajik başını izler halde buldum. Neredeyse mekanik bir şekilde, ölümün O’nun kaskatı yüzünde sürekli değişen renklerini takip eder, izler vaziyetteydim. Mavi, sarı, gri ve dahası... Reflekslerim bana, kendime rağmen bilinç dışı bir eylemde bulunmam için meydan okuyordu.”

Oscar Claude Monet, 14 Kasım 1840’ta, Paris’in 9. mahallesindeki Latiffe Sokağı’ndaki bir binanın beşinci katında, toptancı - bakkal bir baba ve şarkıcı bir anneden dünyaya geldikten kısa süre sonra -özellikle de 17’sinde, annesi Louise’i yitirdikten sonra- hayatını kazanmak ve evine destek olabilmek için, karikatürler çizmeye başlar. On yaşında girdiği La Havre Sanat Ortaokulu’nda okuduğu dönemden itibaren ürettiği, dahası 10 - 12 Fransız Frangı karşılığında sattığı, 1877 Fransa’sından figürleri derlediği bu füzen çalışmalar, bugün bildiğimiz ‘izlenimci’ Monet kimliğinden hayli uzaktır uzak olmasına ancak, renge, detaya, anatomiye, konu / özne seçiciliğindeki itinaya ve altına imza atılası bir özgüven, izlenim gücü (!) ve yeteneğe ilişkin pek önemli deliller vadeder. Sanatçının, yüksek bir olasılıkla kendi kendini hicvettiği düşünülebilecek “Sivri Şapkalı Ressam” isimli bu deseni, içerdiği gençlik enerjisi ve figürden yüzümüze vuran şeytan tüyü açısından sempatik ve merak uyandırıcıdır. Gördüğümüz figürde ressam gencimiz, elindeki iş çantası ile her an yeni bir konuyu bize sunabilecek kadar hazırlıklı ve heyecanlıdır.

“Sivri Şapkalı Adam”, desen.

15

“Capucines Bulvarı”, tuval üzeri yağlı boya, 1873, Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi, Moskova

“CAPUCINES BULVARI”

Hoş bir hafta sonu Her ne kadar doğa ve manzara ressamı olarak dünyaca tanınsa da, Claude Monet’nin erken olgunluk döneminde, 33 yaşında ortaya koyduğu bu tablosunda sanırız en çekici sayılabilecek şey, Monet’deki ‘köşe yazarı’, kent gözlemcisi ruhu olarak ifade edilebilir. Monet, her zaman içinde bulunduğu bir insan coğrafyasına, bu defa büyük ihtimalle ağaçların bize söylediği kadarıyla bir güz sonu / kış ikindisinden, bir bulvar yapısının balkonundan bakmakta. Sanatçının bu tablosunun bir diğer dikey versiyonu da, farklı bir kompozisyon ve ışıkla ayrıca aynı yıl içinde üretilmiş ve halen Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi koleksiyonunda. Karşılıklı Paris kahveleri ve atlı arabaların yoğunluğundan, hoş bir hafta sonu olduğunu düşünebileceğimiz bu tabloda, insanlar ve binalar ile ağaçlar arasında sanatçının sağ üstten sol alt köşeye değin ürettiği belli belirsiz geometrik üçgen renk prizmasının duyusal simetrisi, yapıtı tecrübe eden izleyiciye oldukça cömert bir göz parkuru hediye eder. Ancak bu eserin en lezzetli kısmı, yine bir Monet alametifarikası sayılabilecek, güneş ve gölge vurgusudur. Resmin karşı yakasındaki bulvar binalarına vuran gün ışığı ile insanlar ve atlı arabaların perspektif boyunca yittiği alt kısmı arasındaki ışık dengesi doğadan öylesine aşırılmış gibidir ki, izleyici de kendisini sanki Monet ve öteki Parisli soylular ile aynı balkondan, seyre ve uğultuya dalmış bulur. Milliyet SANAT Ekim 2012


KAPAK

İzlenimciliği tane tane anlatmak

İzlenimcilik, seçtiği konular, öne çıkardığı değerler ve kullandığı tekniklerle akademik sanata muhalif bir duruş ortaya koydu. Kendisinden beklenileni değil, istediği şeyi resmetti. İzlenimcilik ile ilgili 10 maddeyi bir araya getirdik...

ÖZGE YILMAZ ozge7y@gmail.com

İzlenimcilik nasıl doğdu? Paris’teki Güzel Sanatlar Akademisi (Academie des Beaux-Arts) tarafından 1673 yılında düzenlenmeye başlanan, 1725 yılından itibaren ise Louvre’da “Paris Salonu” adı altında gerçekleştirilen sergiler, akademi mezunlarının resimlerine yer vererek sanatçıları koleksiyonlerle buluşturur. Bu sergilere katılacak olan eserler, ödüllü akademik sanatçılardan oluşan bir jüri tarafından seçilir. 19. YY.’ın ortalarında, ilk kez akademik üsluba muhalif üretim başlar ve bu resimler Salon’a kabul edilmez. Salon sergilerine kabul edilmeyen tablolar, sanatçıların yoğun baskısı sonucu 1863 yılında “Reddedilenler Salonu” adıyla sergilenir. Buna rağmen, 1874 yılında bir araya gelen otuz avangard sanatçı, “Adsız Sanatçılar Birliği” (Societè Anonyme des Artistes) adıyla Salon’a alternatif bir sergi düzenler. Fotoğrafçı ve yazar Nadar’ın stüdyosunda düzenlenen bu sergide, bir üslup birliğinden söz etmek mümkün değildir. Monet’nin sergide yer alan “İzlenim: Gündoğumu” adlı resmi, sanat eleştirmeni Louis Leroy tarafından bitmemiş bir resme benzetilir. Hatta Leroy, resmin sadece bir ‘izlenim’ olduğunu söyler. Louis Leroy, iğneleyici eleştirisinde sergideki diğer resimleri de “İzlenimci” olarak tanımlar ve akım ismini bu tablodan alır.

Milliyet SANAT Ekim 2012

Renoir’ın “Le Moulin de la Galette” adlı tablosu.

Başlıca temsilcileri İzlenimcilik (empresyonizm) akımının en büyük ustalarından biri, resmiyle bu akımın isim babalığını da yapan Claude Monet’dir. Pierre-Auguste Renoir da izlenimciliğin bir diğer önemli ismi. Renoir, resimlerinde ağırlıkla kent dışındaki günlük hayatı, sayfiye yerlerinde dinlenen insanları konu etti. Edgar Degas, hareket halindeki insan bedenleriyle, özellikle de balerinlerle ilgili çalıştı. Paris meydanlarını -

çoğu kez kuşbakışı- resmeden Camille Pissarro, izlenimcilik için olduğu kadar post izlenimci dönem için de önemli bir figürdü. Alfred Sisley ise kendini doğa ve kent tasvirlerine adadı, resimlerinde neredeyse hiç figür kullanmadı. Berthe Morisot, Frederic Bazille, Gustave Caillebotte, Armand Guillaumin ve Mary Cassatt da izlenimciliğin başat ressamları arasında yer alıyor.

“İzlenim: Gündoğumu” ne anlatıyor?

Monet’nin izlenimciliğe adını veren ünlü “İzlenim: Gündoğumu” adlı eseri.

16

Monet’nin izlenimciliğe ismini veren eseri “İzlenim: Gündoğumu”, Le Havre limanındaki bir gündoğumunu betimler. 1872 tarihli resim, akademik sanatın o güne dek devam ettirdiği çizgiden çok uzakta, tarihi, dini ya da mitolojik bir içeriğe sahip olmayan, ressamın sadece o an gördüğü gerçekliğin kendisinde bıraktığı izlenimi resmettiği bir eserdir. Salon sergisine kabul edilmeyen bu resimle Monet, sanatın geleneksel yapıtaşlarını tersyüz etmiş ve sanat tarihinde bir devrim yaratmıştır. Işığın ve renklerin ön planda olduğu resimde ayrıntılı tasvirler yerine hızla vurulmuş fırça darbeleri görülür. Eserde form tamamen ortadan kalkar ve resim bir silüete dönüşür.


Sanatçı atölyeden çıktı Georges Seurat’nın eseri.

İzlenimciliğin ardından

Edgar Degas’nın balerinleri...

İzlenimciliğin sanat tarihinde yarattığı devrim uzun süre etkisini sürdürdü ve izlenimcilik bir süre sonra yine izlenimcilikten beslenen farklı yöntemleri ortaya çıkardı. Yeni izlenimcilik (neo-empresyonizm) çatısı altında toplayabileceğimiz Georges Seurat ve Paul Signac’ın Puantilist (Noktacı) çalışmaları, dönemin yenilikçi teknikleridir. İzlenimcilik sonrası (post-empresyonist) olarak tanımlanan Paul Cezanne, Paul Gauguin ve Vincent Van Gogh da kübizm ve fovizme öncülük etmiştir.

Fotoğrafın imkanları 19. YY.’ın başında ortaya fotoğraftan çok etkilenen izlenimci ressamlar, fotoğrafla yakalanan anlık görüntülerin izini sürdü. Dönemin ruhunu yakalamaya çalışan izlenimci ressamlar, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri yakından takip etti. Fotoğraf bu gelişmeler içinde en önem verdikleri alan oldu. İzlenimciler fotoğrafın kadraj, netlik, fluluk ve alan derinliği gibi öğelerinin resimde yaratabileceği imkânları araştırdı. Resimlerinde hareket halindeki bedenleri sıkça gördüğümüz Edgar Degas’nın çalışma pratiği de çoğunlukla fotoğraf üzerine kuruludur. Balerinler, yıkananlar gibi figürlerin an be an değişen hareketleri Degas resminin konularını oluşturur. Hatta Degas’nın resimlerindeki fotoğraf etkisini konu alan birçok araştırma yapılmıştır.

Modern sanata açılan kapı İzlenimciler, akademik geleneğe karşı sergiledikleri muhalif tavırla resimlerinde dini, mitolojik ve tarihi öğeler, soylu insanlar yerine günlük hayat, kent manzaraları ve kentli insanlara yer verdiler. Bu değişim, sanat tarihi içindeki önemli kırılma noktalarından biridir. İzlenimcilik, ressamın gerçeklik ve mükemmeliyetçilik sarmallarına girmeden kendi izleminlerini resmettiği bir anlayış olarak sanatçıya avangard bir kimlik kazandırdı. 19. YY.’ın son çeyreğinde atılan bu tohumlar, 20. YY. sanatının çekirdeklerini oluşturdu.

İzlenimciliğe dek, ressamların atölyelerinin dışında resim yapması çok yaygın bir durum değildi. 1830’larda ilk kez stüdyolarını terk edip doğaya çıkan Barbizon ekolü sanatçılarından sonra izlenimci ressamlar da atölyelerinden çıktı, doğayla, kentle, günlük hayatla buluştu. İzlenimcilerin açık havada rahatça resim yapabilmeleri, tüp boyanın o dönemde kullanıma girmesiyle başladı. Dolayısıyla açık hava, İzlenimcilik ile beraber sanatçıların yeni çalışma alanı oldu.

Işık, ışık

, ışık!

Işık ve re nk iz değerlerin lenimci resmin e n önemli de kimi resim ndir. Öyle ki, lerde kon unun ışık olduğunu da Barbizon hi söyleyebiliriz. Ö ekolü res ncüleri sam havada ça lışan izlen ları gibi açık im gün boyu ışığı izlem ci ressamlar, iş, gözlem gün ışığın le ın tüm oy unlarını tu miş ve taşımıştır vallerine . İzlenimc i re ışığın fark lı etkilerin ssamlar, i renk kullanım larıyla ya nsıtmıştır .

Kendini doğaya adayan ressamlardan Alfred Sisley’nin çalışması...

tkisi e ı t a n a s Japon cilik

nim atının, İzle Japon san ük etkisi vardır. büy e üzerinde ilerinin d ticari ilişk ı Japon in m e n ö D natç birçok sa etkisiyle, ilgilendi. a d yakın n le y ü r ü lt ü k sanatına, de Japon in n t’ e yük bir n o M mplara bü estamp ta s e e d özellikle ir dönem lduğu ve b zakdoğu o in in is g il .U i biliniyor on biriktirdiğ ektif ve kompozisy iği p s r e im izlen cil sanatı, p ından da ıs ç a i r le prensip besledi.

17

Pespektif değişiyor İzlenimcilik, akademik resmin kurallarından perspektif konusunda da ayrıldı. İzlenimci resimlerde alışılageldik bilimsel perspektif, yerini renk farklılıklarıyla yaratılan hava perspektifine bıraktı. Akademik resimde siyah renk kullanımıyla yaratılan gölgelerin yerini ise aynı rengin açık ve koyu tonlarının kullanımıyla yaratılan gölgeler aldı. Çizgisel perspektiften uzaklaşıp ışığın o anki hâliyle algılanan perspektife yönelen izlenimci resim, tuvalinde gerçeği değil, izlenimi göstermeyi amaçlar. Milliyet SANAT Ekim 2012


PLASTİK SANATLAR

“Benzeri olmayan bir bienal tasarladık” İstanbullular 9 hafta boyunca seyirlik değil içine girip deneyimleyebilecekleri bir etkinlikle tanışmak üzere. 13 Ekim’de başlayıp 12 Aralık’a kadar sürecek olan İstanbul Tasarım Bienali Türkiye’deki tasarım dünyasına bilgi akışı sağlarken konuşulması gerekenler için de bir tartışma ortamı yaratacak. EVRİM ŞENER evrimsener@gmail.com

GÜNÜMÜZDE kültür endüstrisinin vazgeçilmez aktörlerinden biri olan bienaller pek çok tartışmanın odağında olmakla birlikte hala vazgeçilmez cazibe merkezleri. 1987’den bu yana İstanbul Bienali’ni düzenleyen İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) bu sene yepyeni bir bienali İstanbul’a armağan ediyor: İstanbul’un dinamikleri ile yön bulan İstanbul Tasarım Bienali. Londra Tasarım Müzesi Direktörü ve İstanbul Tasarım Bienali Danışma Kurulu Üyesi Deyan Sudjic tarafından teması “Kusurluluk” (Imperfection) olarak belirlenen bienalin küratörleri ise Emre Arolat ve Joseph Grima. Her iki küratörün sergilerinin yanı sıra, üniversitelere yönelik olarak düzenlenen akademi programı projeleri, atölye çalışmalarının sergileri, seminer programı, yaratıcı film kuşağı ile paralel katılımcı etkinlikleri, iki ay süresince şehrin farklı noktalarına yayılacak. Mesela Tasarım Yürüyüşleri, İstanbul’un farklı bölgelerinden seçilen tasarım odaklı 90’ın üzerinde dükkân, atölye, imalathane ve mimari yapıyı gezme imkânı yaratacak. Bu yürüyüşler, Kuzguncuk’taki önemli dini yapılardan, Nişantaşı’ndaki ayakkabı tasarım ve yapım atölyelerine, Kapalıçarşı’daki bakır dövme ustasından, Çukurcuma’daki takı tasarım dükkânlarına kadar pek çok farklı mekânı kapsayacak. Kasım ayı itibariyle de Pera Müzesi, Fransız Kültür Merkezi ve Mimarlar Odası Karaköy Binası’nda 8 ülkeden 16 belgesel ve video izleyiciyle buluşacak. Eren Holding, Koray Şirketler Topluluğu, Vestel ve VitrA eş sponsorluğunda gerçekleştirilen, 12 Aralık’a kadar sürecek olan Milliyet SANAT Ekim 2012

bienalin direktörü Özlem Yalım ile bir araya geldik ve ilki düzenlenen İstanbul Tasarım Bienali’ni konuştuk. ● İstanbul’da bir tasarım bienali yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Aslında doğal bir gelişimin sonucuydu. Tasarımcının, mimarın, modacının, alıcının neyi nasıl ürettiği, meslek pratikleri hakkında konuştuğu; işlerini sergiledikleri, birbirlerinin işlerini tartıştığı, eleştirdiği bir platform yok. Elbette bu alanda bir takım etkinlikler var ama hiçbiri bir bienal formatında değil. Bienalde ele aldığınız konunun derinine iniyorsunuz, bir laboratuvar ortamı oluşturuyorsunuz. Biraz daha provokatif olmanız gerekebiliyor. Yaptıklarınız, ele alış biçiminiz daha ses getirici oluyor. Böyle bir ortam daha önce olmadığı için de bizlere ve meslektaşlarımıza artık bir şeyler tıkanmış geldi. Tasarım dünyasında kimler ne yapıyor, boş mu dolu mu, gelecek günler ne yönde şekillenecek, bunları bir masaya oturup konuşmak istedik. Diğer yanda hakikaten gelişen bir ekonomi var. Bir anda gündelik hayatımızda birçok tasarım kararı ile karşı karşıya kaldık. Taksi yarışması yapılıyor, trenimizi seçiyoruz, vapur, otobüs tasarımları halk oyuna sunuluyor; kentin çehresi değişiyor, yeni gökdelenler yükseliyor. Bienal tasarısının, bunların hepsinin bir ihtiyacı olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. ● İstanbul Tasarım Bienali’ni benzerlerinden ayıran özellikleri ne olacak? Dünyada birçok tasarım bienali var. Diğer tasarım bienalleri turizme yatırım amaçlı, tanıtım misyonlu bir etkinlik olarak düzenleniyor. Ve o çerçevede hükümet belli bir bütçe ayırıyor ve bir memur grubunu bienal için görevlendiriyor. Ciddi bir fon ayrılıyor. Buna Hong Kong, Kortrijk (Belçika), Liege (Fransa), St. Etienne (Fransa), Gwangju (Güney Kore) örneklerini verebiliriz. Bizdeki ise tabandan gelen istek ve ih-

18

tiyaç doğrultusunda şekillenmiş bir bienal. ● Bu ilk tasarım bienalinin tasarımı ne zaman başladı ve ne kadar sürede olgunlaştı? Bir etkinlik olarak bienali tasarlamak iki yıl sürdü. 2010’un başlarında çalışmaya başladık. O günden beri gittikçe artan bir ekip ve ilgiyle programlarımızı oluşturuyoruz. Aslında benzeri olmayan bir bienal tasarladık. Öyle ki önce diğer benzer etkinlikleri incelemek, yerinde görmek, anlamakla geçen bir süreç yaşadık. Bunun sonucunda anladık ki, İstanbul çok farklı bir metropol, çok da kalabalık, hiçbir kente de benzemiyor. Özgün, kendi dinamikleriyle besleniyor. Dolayısıyla bu çerçevede herhangi bir bienali ya da etkinliği model alıp buraya uygulamanın mümkün olmadığı ortaya çıktı. Bütün o görüp değerlendirdiklerimiz, olması gerekenler ve ihtiyaçlar göz önüne alındığında “İstanbul için ne yapabiliriz” dedik. ● İstanbul Tasarım Bienali’nin amacını nasıl tarif edersiniz? Bienalin amacı farkındalık yaratmak. Sokaktaki insanın tasarımın ne olduğunu anlamasını sağlamak. Tasarımı iş edinmemiş bir kişi sergilerimize gelip “Eldeki malzemeyle kahve makinesi yapmışlar, biz de evde bunu yapabiliriz” diyebilecek. İnsanların “Bu da tasarımmış. Biz zaten buna çok benzer bir şey yapıyoruz” demelerini istiyoruz. Tasarım bienali sergilerinde star mimarlar, star tasarımcılar görmek isteyenler, sükut-u hayale uğrayacaklar. ● Bu konuda eleştirilmekten korkmuyor musunuz? Eleştiriden korkmuyoruz ve aksine o provokasyon yaratmayı istiyoruz. Dergilerdeki o güzel şeyleri yan yana koyup bir sergi yapmak çok kolay. İstanbul bir oyuncu olarak bu dünyaya geliyorsa, iyi bir şey, yeni bir şey söylemesi lazım. İnsanlara yaşadıkları şehri; ne büyük bir zenginliğin, ne


Bienal kapsamında düzenlenen Anton Pairot’nun deri tasarımı atölyesi.

Bienalin Direktörü Özlem Yalım “Amacımız farkındalık yaratmak” diyor.

Bienalde Haliç Üniversitesi Tekstil ve Moda Tasarımı Bölümü’nün de çalışmaları var.

çok katmanlı bir yapının içinde yaşadıklarını fark ettirmek istiyoruz. ● Bienalin teması ve küratörlerin belirlenme sürecinden bahseder misiniz? Tema ve küratörün belirlenme süreci zordu. Tasarımda küratör alışılagelen bir kavram değil. Normalde temanın da küratörle beraber gelmesi bekleniyordu. Tasarım güncel sanat gibi değil. Birbirinden çok farklı dinamikleri olan 7-8 tane majör alanı kapsıyor. Bir yanda modaya, kentsel tasarıma diğer yanda grafiğe, endüstriyel ürün tasarımına hitap etmelisiniz. Burada tema kritik bir rol oynuyor. Bizim arayışımız bir yıl kadar sürdü. Aralarında dünyanın önde gelen isimlerinin de olduğu pek çok kişi ile görüştük. Kendi aramızda uzun uzun tartıştık. Bu tartışmaların birinde danışma kurulu üyemiz Dejan Sudjik tema olarak “Imperfection (Kusurluluk)” temasını gündeme getirdi. Bu temayı sahiplendik ve sonraki görüşmeleri bu çerçevede yaptık. Joseph Grima da

temayı aynı heyecanla sahiplendi. Sonrasında Emre Arolat ile bir araya geldik. İki küratör olması başta planlanan bir şey değildi. İstanbul gibi kocaman bir şehir ve tasarım gibi uçsuz bucaksız bir alan için tek bir bakış açısı, pratik ve algı yeterli olmayabilirdi. ● Temanın dışında iki ana başlıkta kurgulanıyor sergiler. “Musibet” ve “Adhokrasi”. İki küratör tek bir başlık yerine, farklı fikir daha da zenginleştirmiş bienali. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazıları kafa karıştırıcı olarak algılıyor ama aslında tema “Musibet” ile bağlantılı. “Adhokrasi” de demokrasinin karşıtı, ‘kusurlu’ bir dünyayı temsil ediyor. Bizimki gibi bir kurguda o temalar alınıp farklı farklı yorumlandığında anlam kazanıyor. Kim, neden, nasıl etkilenmiş, onu nasıl harmanlayıp sunmuş? Pratikte zor bir yöntem olmakla beraber zenginlik getirdiğini düşünüyorum. ● Bu ilk Tasarım Bienalinde İstanbullu izleyiciyi ne bekliyor?

19

İki ay boyunca tasarımın gündemde olduğu bir ortam bekliyor. Yaratıcılıkla, kentsel tasarımla haşır neşir olacakları bir 9 hafta. Duyarlı ve şehrin ekonomik-politik yapılanışı üzerine bir anlığına durup düşünen kişiler daha derinlere inebilecekleri bir platform yakalayacak. Öznesi İstanbul olan ve içinde yaratıcılık olan 100 eser var her iki sergide. Bunların her biri dolu dolu bir sergi ortamı vaat ediyor. Paralel etkinliklerde davet ve söyleşiler olacak. Kent sokaklarına yayılan birçok etkinlik olacak. İzleyicilerin etkinliklerden haberdar olup tasarıma ilgilerini çekmek üzere hazırladığımız iki haftada bir yayımlanan bir gazete (The New City Reader) ve 100 bin adet basılıp kentin birçok noktasında bulunabilecek bir yaratıcı kent haritası olacak. Bu iki ay boyunca hiç beklenmediğiniz yerlerde karşınıza ‘tasarım’ çıkacak. Böyle bir deneyim süreci bekliyor izleyicileri. MS www.istanbultasarimbienali.iksv.org Milliyet SANAT Ekim 2012


PLASTİK SANATLAR

Tasarımın ‘kusurlu’ haline ‘kusursuz’ ikili 1. İstanbul Tasarım Bienali’nin küratörleri iki ayrı sergiyle karşımıza çıkıyor. Emre Arolat’la “Musibet”, Joseph Grima’yla ise “Adhokrasi” başlıklı sergilerini konuştuk... TUBA PARLAK tuba.p.a@gmail.com

İSTANBUL Tasarım Bienali’nin ilki için geri sayımın başladığı günlerde, bienalde bizi nelerin beklediğine dair sır perdesini biraz aydınlatmak üzere küratörler Emre Arolat ve Joseph Grima ile içerik üzerine söyleştik. Uluslararası arenada seçkin bir isme sahip mimar Arolat, bienal kapsamında İstanbul Modern’de izlenebilecek olan “Musibet” adlı kürasyonunda kentsel dönüşüm musibetine odaklanıyor. Grima ise Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda yer alacak “Adhokrasi” adlı sergisinde tasarımın hem bugününe hem yarınına yönelik bir projeksiyonla toplumları değiştirme gücüne sahip bu aracın sorumlulukları üzerine bir sorunsallaştırma kurmayı amaçlıyor. Her iki sergi 46 ülkeden 200’ün üstünde tasarımcı ve mimarın, objelerden video yerleştirmelerine, maketlerden açık alan düzenlemelerine, fotoğraflara uzanan yaklaşık 100 projesini bir araya getirecek. Küratörlerin bu alt temalarını bienalin ana teması olan “Kusurluluk” kavramıyla nasıl ilişkilendirdiklerini kendilerinden dinliyoruz.

Milliyet SANAT Ekim 2012

Emre Arolat’ın “Musibet” adlı kürasyonundaki Cemal Erdem’in çalışması.

EMRE AROLAT

“Musibet, farklı kent kullanıcılarına ulaşmak istiyor”

● Bienal neden iki küratörün bireysel iki sergisi şeklinde tasarlandı, ortak bir kürasyon yerine? Emre Arolat: “Kusurluluk”, danışma kurulu üyelerinden Dejan Sudjic tarafından küratörlerin seçiminden önce bienalin ana teması olarak belirlenmişti. Gerek Joseph Grima ve ekibi, gerekse biz, bu temayı kendi düşünce alanlarımız bağlamında iki ayrı başlık altında yorumlamayı seçtik. Bu sebeple 1. İstanbul Tasarım Bienali, tasarımın farklı ölçeklerde ele alındığı birbirine paralel iki sergi olarak yapılanıyor. “Adhokrasi” sergisi tasarımın çeşitli alanlarına yönelirken, “Musibet” daha fazla mimarlık ve kentsel tasarıma odaklanıyor. İki ayrı mekanda gerçekleştirilecek olan bu iki sergi, gerek konu ettikleri tasarım nesnesinin varoluşsal koşulları, gerekse bu nesneyi konu ediş şekilleri ile birbi-

20

rinden ayrılıyor. Bu yüzden süreç boyunca iki serginin birbirini koşullamasını gerektiren bir ilişki kurmadık. Fakat bu iki serginin bütünüyle birbirinden kopuk olduğu anlamına da gelmiyor. Zira ürün tasarımı, mimarlık ve kentsel tasarım; ortak bir ‘tasarım’ disiplini içerisinde bulunuyorlar. Bu gözle bakınca bir bardak ile bir binanın tasarım süreçleri, özünde birbirine benzer mekanizmaları içeriyor. İki alanı farklı kılan temel etmenin, tasarlanan nesnenin ölçeği ile birlikte o nesnenin yer ile kurduğu ilişki olduğu söylenebilir. İki serginin önceden öngörülmüş ortak platformları olmasa bile kesişme anlarının olacağı ve dikkatli bir izleyicinin bunları yakalama şansı bulacağına şüphe yok. ● Kendi serginizi hazırlarken tasarımcılarla nasıl ilerlediniz, ilk planda aklınızda isimler var mıydı?


“İzleyicinin kafasında, tasarımın bizatihi kendisinin ne denli ayrıştırıcı ve dönüştürücü bir rol üstlenebileceği konusunda bazı soru işaretlerinin oluşmasını tetiklemek isterim.”

Emre A: Uluslararası mimarlık ve tasarım bienalleri iki farklı eğilim gösterir: Çoğunluğu oluşturan ilk eğilim, bir tür tasarım fuarı ya da tasarım festivali tadında ele alınıyor ve tasarım dünyasının ilgisini çekebilmek, bol izleyici toplamak ya da medyada geniş yer bulabilmek için mutlaka tanınmış isimleri içermeye dayanıyor. Bu anlayıştaki bienallerin -eğer varsa- temaları da hayli gevşetilmiş ve esnekleştirilmiş kavramlar üzerinden kuruluyor. Böyle olunca da parlak isimlerin hazırladığı ‘şık’ işler kolaylıkla, hatta zaman zaman fütursuzca yan yana getirilebiliyor ve bienal izleyicisi bir tür görsel zenginliğe boğuluyor. Herhangi bir konunun hakiki bir biçimde derinleştirilmediği, yeni problematiklerin orta yere geldiği bir platformdan ziyade dünya mimarlık piyasasındaki güncel üretimlerin afili yerleştirmelerle yan yana getirildiği bu tür bienallerin, sadık ve seçkin(ci) bir izleyici topluluğu tarafından bir tür huşu içinde tüketildiği kolaylıkla söylenebilir. ● Peki geçmişte nasıldı? Emre A: Bienallerin geçmişine bakıldı-

ğında, 1980 yılında Paolo Portoghesi’nin direktörlüğünde ilk kez düzenlenen Venedik Mimarlık Bienali’ndeki Strada Novissima sergisinin, mimarlık tarihine ‘postmodernizm hareketini başlatan sergi’ olarak geçtiğini görüyoruz. O sergi mimarlık dünyasının uzun yıllar boyu hesaplaşacağı pek çok soruyu gün yüzüne çıkarmış ve hatırı sayılır izler bırakmıştı. Bugün ise tasarım dünyasının geneline hakim olan apolitik bir ortamın varlığından bahsedebiliriz. Tasarımcının en önemli gündem maddesinin yalnızca kendisini ‘parlatmak’ haline geldiği bu durum, kente ve mimarlığa ilişkin pek çok sorunu görünmez hale getiriyor. Bu hızlı, kalabalık ve şaşaalı üretimin arkasında kentlerde ne olup bittiği, mimarlığın ve kentsel tasarımın kentlilerin yaşamı üzerinde nasıl bir etkisi olduğu gibi konulara ya hiç girilmiyor ya da bu konular ziyadesiyle çiğnenip sıradanlaşmış kalıplara mahkum bırakılarak gerçek bir tartışma konusu haline gelemiyor. ● Bu noktada sizin hedefiniz nedir? Emre A: Bu noktada bizim amacımız bugünün mimarlık dünyasında İstanbul gibi hızlı bir ivme ile gelişen kentlerdeki mimarlık üretiminin karşı karşıya olduğu ya da bizzat ürettiği meseleler ile yüzleşebileceğimiz bir platform oluşturmaktı. Katılımcıları belirlerken iki kanal üzerinden hareket ettik. İlki, küratoryal kavramsal çerçeve ile ilişki kurabileceğini ve bu çerçeve içerisinde üzerinden iş üretebileceğini öngördüğümüz kişileri davet etmek oldu. İkinci kanal olan ‘açık çağrı’ yöntemi ise şubat ayında ilan edilen açık çağrı davetine karşılık olarak dileyen herkesin bienale katılmak üzere bir öneri hazırlayıp bize yollayabileceği bir iletişim kanalı açtı. Açık çağrı yönteminin her şeyden önce serginin katılımcı dağarcığının küratörün iletişim ağının ötesine geçerek kamusallaşabilmesinin, isteyen herkesin ele alınan konu hakkında kendi sözünü söyleme olanağı bulabilmesinin önünü açtığını söylemek gerekir. Bu yöntem, ‘entelijensiya’ olarak tanımlayabileceğimiz belirli bir kesime hitap etmek yerine birbirinden farklı sosyal gruplara mensup ‘kent kullanıcıları’na ulaşmak isteyen “Musibet” sergisinin amaçlarıyla da örtüşüyor. “Musibet” sergisinin katılımcılarının yarısına yakını başvurular arasından seçildi.

21

Bienalin küratörlerinden Emre Arolat 2010 Aga Khan Ödülü’nün sahibi oldu. ● Bienalin Türk tasarım, mimari camiasına nasıl bir bakış kazandırmasını ve izleyicilere hangi soruları sordurmasını amaçlıyorsunuz? Emre A: Doğrusu uluslararası ziyaretçilerin Türk tasarımı konusunda nasıl bir izlenim edinecekleri konusu benim öncelikli sorunsallarımdan biri değil. Açıkçası Türk tasarımını yerli izleyicilere tanıtmak gibi bir hedefim de yok. Bienali bir tasarım fuarı ya da bir tür festival olarak görme yönelimi bana göre değil. Bunların yerine izleyicinin kafasında, İstanbul’da yaşanmakta olan büyük değişimleri omurgasına alan bir izlek üzerinden, tasarımın bizatihi kendisinin ne denli ayrıştırıcı ve dönüştürücü bir rol üstlenebileceği konusunda bazı soru işaretlerinin oluşmasını tetiklemek isterim. Merkezi iktidarların kendilerini en güçlü hissettikleri zamanlarda tasarımı ve mimarlığı nasıl da araçsallaştırabildiklerini, bu anlamda tasarımcının nasıl bir ajana dönüşebildiğini vurgulamak isterim. Yenilik ve gelişim uğruna ortaya konan değişim rüzgarının pek çok kere kentleri nasıl da yoksunlaştırabildiğini, İstanbul gibi tepeden inme dönüşümlere sahne olan metropollerin sürekli olarak maruz kaldıkları ağır operasyonlar neticesinde ‘iyi eskime’ konusunda nasıl da şanssız olabildiğini ortaya koymak isterim. Ve belki de hepsinin bir özeti olarak, uluslararası veya yerli izleyicinin, önüne konan her parlak ve afili tasarımın büyüsüne kapılmak yerine onun yaratabileceği toplumsal ve fiziksel sorunlara dikkat kesilebilmesine önayak olmak isterim.

Milliyet SANAT Ekim 2012


PLASTİK SANATLAR

JOSEPH GRİMA

“Bienal’de Parisli hacker’lar hakkında bir belgesel de var”

Mimar, editör, yazar ve küratör Joseph Grima çalışmalarını Milano’da sürdürüyor.

Grima’nın “Adhokrasi” sergisinde Unfold’un “Statigraphic Factory” adlı projesi. ● Serginizin ana temasını oluşturan “Adhokrasi” kavramını biraz açıklayabilir misiniz? Joseph Grima: “Adhokrasi” teması Bienal’in ana teması olan “Kusurluluk” temasına bir reaksiyondur. Kelime Latince ‘bu amaçla’ anlamına gelen ‘ad hoc’ ve Yunanca ‘yönetmek’ anlamına gelen ‘cracy’ kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşan bir kelimedir. Ben bu temayı tasarımın bugününe yönelik derinlikli bir anlayış geliştirebilmek için kullanıyorum. Günümüz tasarımı üstüne düşünmeye başladığımız anda aklımıza getirmemiz gereken ilk şey tasarımın görece çok yeni bir alan olması ve iki sanayi devriminin sonucunda toplumsal yaşantıda merkezi bir yer edinmiş olmasıdır. Şu anda tasarım hem kültürel hem sosyal hem endüstriyel hem de sanatsal bağlamda insan üretiminin belkemiğini oluşturuyor. Adhokrasi, bu bağlamda toplumları dönüştürme gücüne sahip olduğunu anlamaya yönelik bir çaba. Geleneksel olarak tasarım obje yaratmakla ilgili bir disiplin olarak görülür. Ancak son yıllarda tasarıma dair çok farklı bir anlayış gündeme geldi. Bu da tasarımı zamanımızın en merkezi ve en önemli disiplinlerinden biri olarak tayin eden bir yaklaşımdı. ● Bu yaklaşımın farkı nedir? Bu yaklaşım tasarımın sadece obje tasarlamak demek olmadığını politikadan sosyal bilimlere, tıptan deniz altı araştırmalarına kadar her alanda etkin bir disiplin olduğunu iddia ediyordu. Bu da tasarımı son derece kuvvetli bir etmen olarak göstermekteydi ancak bu tasarıma dair çok yeni bir anlayışın ürünü. Bundan birkaç sene öncesine

Milliyet SANAT Ekim 2012

kadar tasarım hâlâ obje tasarlamak demekti. “Adhokrasi”nin tasarıma dair bu yeni anlayışı somutlaştıracak bir seçkiyle kurulduğunu ve tasarımın ne denli geniş bir alan olduğunu göstermek amacıyla şehir tasarımı gibi büyük ölçekli pratiklerden tutun, web tasarımı gibi soyut alanlara uzanan yelpazesini tam teşekkülü bir biçimde temsil edecek bir yapıda olacağını söyleyebilirim. ● “Adhokrasi”nin bienalin ana temasıyla olan ilişkisini açıklayabilir misiniz? Joseph G: “Adhokrasi” tasarımın artık endüstriyel olarak kusursuz bir dizi ürünün yaratılması veya endüstriyel tekrar kavramlarıyla ilişkilendirilmediği fikrini benimser. Kusursuz tasarım ürünlerinin üretilmesinin imkansız olduğu fikrini doğuran ikinci sanayi devriminin bir ürünüdür. Geleneksel görüş büyük miktarlarda üretilen ve endüstriyel anlamda kusursuz olduğu gibi her biri bir diğerinin tıpatıp aynısı olan ürünlerin son kullanıcıya ulaştığı, bu son kullanıcının da onu işi bitince attığı ve bir sonraki ürüne geçtiği esasına dayanır. Bu geleneksel görüşün aksine tasarım şu anda tamamen farklı bir noktaya doğru seyretmekte. Tasarım artık kusursuz tasarımı milyonlarca insana ulaştırmak gibi bir gaye gütmüyor, aksine insanların kendilerini ifade edebilmelerine yer açan, kişiselleştirilebilecekleri ve kendilerine göre adapte edecekleri, sonucunda da kendi koşullarını ve gerçekliklerini yansıtabilecekleri ürünler sunmak istiyor. Dolayısıyla günümüz tasarımın ana derdi ‘kusursuz’ son ürünü değil, bu aralığı yaratmak. ● Bu anlayış çerçevesinde bir seçki

22

“Önceliğimiz her zaman bugünün tasarımına yönelik daha derinlikli bir anlayış getirip buradan yola çıkarak tasarımın geleceğine dair bir projeksiyon sunabilmekti.” oluşturmak ne gibi adımlar atmayı gerektirdi? Joseph G: Öncelikle çeşitliliği gerektirdi. Dolayısıyla tasarım deyince akla gelen geleneksel düşüncenin sınırlarını zorlayan ürünleri seçerek, tasarım fikrini daha geniş bir bağlama oturtmak istiyorduk. Tasarımın bugün nasıl endüstriyel üretimin ana notası olduğunu aynı anda da toplumlar için bir kendini ifade etme yöntemi haline geldiğini anlamayı amaçlıyorduk. Dolayısıyla ziyaretçilerin “Adhokrasi”de çok geniş bir yelpaze göreceklerini söyleyebilirim. ● Bu yelpaze sadece endüstriyel tasarım ürünlerinden oluşmayacak o halde? Joseph G: Kesinlikle oluşmayacak. Mesela sergileneceklerden biri Parisli bir grup ‘hacker’ hakkında bir belgesel. Bu adamlar bir sene boyunca bir kamu binasına yasadışı yollarla girip çıkıyorlar. Ancak amaçları hiçbir şey çalmak değil, tam tersine orada bir şeyleri tamir etmek. Yani bir amaca hizmet etmek için kuralları, hatta kanunları, yok sayıyorlar. Bu tam olarak Adhokrasi kavramını da somutlayan bir şey. MS



PLASTİK SANATLAR

Enstalasyon, dijital ve tuval Servet Koçyiğit’in aşk, ilişkiler ve toplumsal cinsiyete odaklanan “Aşk ve Diğer Meseleler”, bilgisayar programlama dilleri ve resim tekniği arasında bağlantılar kuran Yağız Özgen’in “Tayf” ve Türk resminin öncü soyut ressamlarından Abdurrahman Öztoprak anısına açılan sergi, bu ayın öne çıkan sergileri arasında yer alıyor. DENİZ GÜVENSOY denizgu@yahoo.com

Milliyet SANAT Ekim 2012

24

Servet Koçyiğit, 2012 tarihli “Honeymoon Walk” adlı eseriyle evlilik kurumuna bir eleştiri yöneltiyor.

RAMPA galerisindeki “Aşk ve Diğer Meseleler” isimli sergi Servet Koçyiğit’in eski ve yeni çalışmalarının bir araya getirilmesiyle hazırlanmış. Serginin temasını oluşturan aşk, ilişkiler ve toplumsal cinsiyet kavramları, sanatçının 9. İstanbul Bienali’nde sergilenen “Blue Side Up” isimli yerleştirmesinin devamı niteliğinde görülebilir. Tamamıyla insan saçından oluşan ve tavandaki raylı mekanizmayla bütün odaları dolaşan bir süpürgeden oluşan bu yerleştirme, dilimizdeki yerleşik deyimlerden biri olan ‘saçını süpürge etmek’ deyimine mizahi bir dille gönderme yapıyordu. Sergideki çalışmalardan biri; kan kırmızı renginde dantel oyalarla örülmüş “Fuck the Sunset” yazısı. Romantizmden


Yağız Özgen’in sergisinde yer alan “8 bit color palette entries” adlı çalışması.

çekmiş bir kadının isyanını yansıtan “Fuck the Sunset” aynı zamanda dantel örme eyleminin bir sürece yayılması ve küfrederek tepki vermenin ani hızı arasındaki tezatlığı vurgulayarak zaman ve dil kavramlarıyla bağ kuruyor. 2004 tarihli “Das Boot/Tekne” isimli enstalasyon; ütü masası yerine kullanılan bir sörf tahtası ve ütüden oluşuyor. Sörf tahtasının üzerindeki deniz manzarası, ütünün köpek balığını andıran görünümü, üzerindeki garip, işlevsiz fan; günlük yaşamımızdaki objelerin çağrıştırdığı anlık imgelerle ilgili. Ev işi yaparken dalıp gitmek ve gündelik rutinin sıkıntısını atmak için kurulan gündüz düşleri de bu eserin aklımıza getirdikleri arasında sayılabilir.

DAMADIN PAÇASINA YAPIŞMIŞ Sanatçının, farklı ülkelerin üniformalarını taşıyan bir grup askerin taşıdığı ve aşağı yukarı sallayarak ‘dans ettirdiği’ dan-

söz videosu, 2004 yapımlı “Anavatan”; doğu batı, sömürgecilik, cinsiyet ve iktidar kavramlarına göndermede bulunuyor. Dansöz kadının edilgenliği, yatay pozisyonu ve kendi çabası olmadan dans ettirilişi, Ortadoğu’nun bölgede etkili olan diğer güçlerle ilişkisini anlattığı kadar kadının erkek egemen iktidardaki konumuyla da bağlantı kuruyor. Koçyiğit’in “Honeymoon Walk” adını verdiği fotoğrafta ise damadın paçasına yapışmış sürüklenerek giden bir gelin görüyoruz. Evlilik kurumunun bir eleştirisi olarak okuyabileceğimiz bu fotoğraf kadının erkeğin hareketlerinde kontrol sağlama isteği ve de bunu yaparken kendisini düşürdüğü durumu düşündürüyor. Bir diğer evlililik üzerine çalışma ise gelinlik parçalarının kesilip birbirlerine eklenmesiyle oluşturulmuş uzun bir halat. Masallardaki yüksek kuleden kaçmak için yapılan ipe benzeyen bu çalışma; ‘evliliğin bir özgür-

25

leşme aracı olup olmadığı’ ya da ‘evlilikten kaçmak isteme’ gibi toplumumuzu ilgilendiren sorunsallara da değiniyor. Üzerinde kalın harflerle ‘seviyor sevmiyor’ yazan altın renkli metal muştalar kadına şiddetin giderek gündeme daha çok oturduğu, sevgi adına yapılan kadın cinayetlerinin arttığı toplumumuz için farklı bir öneme sahip. Bu muştalar; duygusal bağımlılığın yol açtığı hastalıklı hislerin sevgi ve aşk olarak tanımlanmasının bir simgesi olarak okunabilir. “Aşk ve Diğer Meseleler” sergisinde ana temadan bağımsız olarak sanatçının işlerindeki farklı yönleri anlatan diğer eserleri de görülebiliyor. Bunlardan bazıları; “Higher Education” ve “Kurşun Köşeyi Dönemez” isimli fotoğraf çalışmaları ve de “Truth” isimli video.

TUVALDEKİ İKONLAR Değinmemiz gereken diğer iki sergi ise Yağız Özgen’in “Tayf”ı ve Abdurrahman Milliyet SANAT Ekim 2012


PLASTİK SANATLAR

Müziği çalışmalarının temel noktasına koyan ve “Ben resim yaparken müzik dinlemem, müziğin kendisi olurum” diyen Abdurrahman Öztoprak’ın sergide yer alan bu son yapıtlarında tekrarların dengeli ve dinamik dağılımıyla oluşturulmuş ritm duygusu hissedilebiliyor.

Abdurrahman Öztoprak’ın “Resim 462” adlı tablosu.

Öztoprak’ın anısına düzenlenen sergisi. 1987 doğumlu Özgen ve geçtiğimiz sene mayıs ayında hayata gözlerini yuman Abdurrahman Öztoprak’ın sergilerini art arda izlemek Türkiye’nin biri öncü diğeriyse son dönem soyut sanatçılarını karşılaştırarak soyut resmin serüvenini takip etme gibi bir olanak sağlıyor. Daha önce Sanatorium galerisinde “C:/still_life” isimli bir sergi açan Yağız Özgen; bilgisayar programlama dilleri ve resim tekniği arasında bağlantılar kuruyor. İlk sergisinde kullanıcı arayüzlerini birer ölüdoğa veya peyzaj yerine koyan sanatçı, ekran görüntülerini, masaüstü ikonlarını büyük bir titizlikle tuvalde temsil ederek kendi kuşağını çevreleyen dış dünyanın sanal ortam olduğunun altını çiziyordu. Sanatorium’daki ikinci kişisel sergisinde sanatçı; betimlemeci anlayıştan giderek koparak dijital dünyanın görüntülerini soyuta yaklaşan bir dille yeniden kurguluyor. Windows ve Mac Os işletim programlarının masaüstü görüntülerini soyutlayarak oluşturduğu çalışmaları; soyut olarak mı tanımlanmalı yoksa sanal ve soyut olanı yeniden temsil ettikleri için betimlemeci resimler mi sorusunu yanıtsız bırakıyor. Dijital dilin, kodlar sisteminin görsel dille arasındaki ilişki bilgisayar dilinde her rengin numerik bir karşılığı olması ve de renk tayfının bu dil sayesinde yeniden yapılandırılması bu serginin çıkış noktalarından biri. Tıpkı konuştuğumuz dilde olduğu gibi görsel dilde de bir süreklilik hali Milliyet SANAT Ekim 2012

taşıyan birimlerin belli değerlerle sabitlenip, ayrık birimlere bölünerek bir sisteme oturtulduğundan bahseden sanatçı; photoshop programında oluşturduğu renk tayfını tuval üzerine yağlıboyayla simule etmeyi amaçlamış. Sonuç olarak farklı araçlarla benzer sonuçları yakalayarak parçabütün, zıtlık ve tamamlayıcılık, eşitlik gibi kavramları, renkler arasındaki ilişkileri ve dijital dilin süreçlerini sorgulamış. Kimi çalışmaları Bridget Riley, Victor Vasarely gibi Op Art sanatçılarını anımsatan sanatçı; renkleri kullanarak hareket, derinlik ve ilüzyon öğelerini de resmine katmış.

KIRMIZI, MAVİ VE YEŞİLİN TINISI Eylül ayının öne çıkan üçüncü sergisi Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde Abdurrahman Öztoprak’ın anısına düzenlenen sergi. Küratörlüğünü Haşim Nur Gürel’in gerçekleştirdiği sergi sanatçının son on yılında ürettiği çalışmalarından oluşuyor. Müziği çalışmalarının temel noktasına koyan ve “Ben resim yaparken müzik dinlemem, müziğin kendisi olurum” diyen Öztoprak’ın bu son yapıtlarında tekrarların dengeli ve dinamik dağılımıyla oluşturulmuş ritm duygusu hissedilebiliyor. Siyah ve gri ağırlıklı kompozisyonlarda altın ve gümüş yaldızlar ve kimi yerlerde geçişlerle kırmızı, mavi ve yeşilin ‘tınısını’ vurgulayan sanatçı kimi zaman sert ve kübik formlar, kimi zamanda sarmal kütlelerle kompozisyonlar oluşturmayı tercih ediyor.

26

2007 yılında Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde “Mekanın Şiirselliği: Öztoprak ve Jenerasyonu” isimli sergide kendi kuşağından Joseph Albers, Bridget Riley, Pierre Soulages gibi sanatçılarla eserleri birlikte sergilenen Öztoprak; 4. Documenta sergisinde gördüğü ve karanlıkta yarattıkları ışık oyunları, motor gücü ve mekanik düzenlemelerle hareketi yakalayan Enrico Castellani, Günter Vecker gibi kinetik sanatçılarının izinden gitmeyerek tuval resmine bağlı kalmak konusundaki kararlılığını sürdürdü. Amacının yardımcı malzeme olmaksızın tuval üzerinde hareketi yakalamak olduğunu belirten sanatçı; sergiyle eş zamanlı hazırlanan kitapta Dr. Julian Heynen’in belirttiği gibi ‘yeni bir çağdaş türünün’ algılanması ve incelenmesi için örnek teşkil ediyor. Öztoprak’ın eserleri; yüzeysel bir bakışla 1960’lı yılların Batılı soyut sanatçılarıyla ilişkilendirilip, geçmişte kalmış bir döneme oturtulabilir. Fakat “Öztoprak’ın Anısına” sergisi sanatçıyı kendi bağlamında inceleme ve onun tercih ve amaçlarını tarihsel kategorilerle etiketlemeden yeniden gözden geçirebilme olanağını sunuyor. MS Servet Koçyiğit Rampa Bitiş tarihi: 20 Ekim 2012 (0212) 3270800 Yağız Özgen Sanatorium Bitiş tarihi: 20 Ekim 2012 (0212) 293 67 17 Abdurrahman Öztoprak Elgiz Müzesi 20 Eylül - 1 Aralık 2012 (0212) 290 2525



PLASTİK SANATLAR

Mübin Orhon’un ışıklı kağıtları Türk soyut resminin usta isimlerinden biri olan Mübin Orhon’un 1970’lerin ilk yarısından sonra ürettiği kırmızı, magenta, yeşil gibi monokrom renklerin ağırlıkta olduğu, tamamı kağıt işleri bir araya geldi. ÖZLEM ÜNSAL ozlemunsalart@gmail.com

GALERİ NEV, yeni sanat sezonuna usta bir isimle başlıyor: Mübin Orhon. Sergide sanatçının 1970’lerin ilk yarısından sonra Paris’te hazırladığı kırmızı, magenta, yeşil gibi monokrom renklerin ağırlıklı olduğu, tamamı kağıt işlerine yer veriliyor. Sergideki resimleri, Mübin Orhon 1970’lerin ortalarında taşındığı 210 Boulevard Raspail adresindeki iki odalı ev-atölye olarak kullandığı mekanda üretti. Kaldığı daireden görünen bulvarın diğer tarafındaki evlerin geceleri ışık veren pencereleri, onun yalnızlığına eşlik ediyordu. Bu civarda oturan diğer Türk sanatçılar Mübin’in yalnızlığını azaltsalar da, sanatçı 1975 sonrasında dış dünyayla olan ilişkisini minimuma indirgedi ve kendisini çalışmaya verdi. Onun bu yıllarda yapmış olduğu özellikle kare formlu kompozisyonlarına uzaktan bakıldığında pencereleri çağrıştırmaları rastlantısal değildi.

PARASIZ ZAMANLARINDA... Sergide görebileceğimiz kağıt işleri hakkında kızı Benedicte (Orhon) Schribaux, 1996’da Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Mübin” adlı kitapta “Son yıllarda fiziksel yorgunluğunun arttığı ve parasız zamanlarında daha ucuz malzemeleri tercih ettiği düşünüldüğünde, Mübin’in bütün eserleri içinde kağıt üzerine guajla gerçekleştirilmiş işlerin öne çıkması olağandır, ancak bu eserlerin aynı zamanda, sanatının evrimine dair ayırt edici olma özellikleri vardır. Mübin, askerlik için Türkiye’ye seyahat ettiği 1964-67 yıllarında zirvesine ulaşan büyük boy yağlıMilliyet SANAT Ekim 2012

Mübin Orhon’un (solda) 1977 tarihli “İsimsiz” çalışması.

boya tuvallerden guajlara doğru gider. Başlarda kağıt üzerine gerçekleştirdiği çalışmalar bir hazırlık aşamasıdır, bunun kanıtları vardır, fakat derken bu çalışmalar sanatının özüne, en ince, en güzel haline dönüşür. Bu seyahatine herkes şasırmış ve karşı çıkmıştı ama 1970’lerden itibaren gelişen göz kamaştırıcı kağıt işleri, Mübin’in dünya sanat tarihine attığı imzası oldu” diyor. 1924’te İstanbul’da doğan, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde eğitimini tamamladıktan sonra Paris’e doktora yapmak üzere gittiğinde Jean Dewasne ve Edgard Pillet’in atölyelerinde soyut sanat üzerine çalışan sanatçı, 1965-67 yıllarında Türk vatandaşlığını kaybetmemek üzere askerlik yapmak için ülkesine döndü ve bu süreç onun bir süre resim yapmasına engel oldu. 27 Nisan 1981’de aramızdan ayrılan Mübin Orhon’un resimsel dilinde baktığımızda onun Batı sanatını tanıdığını ve iyi okumalar yaptığını görmek mümkün. Jack-

28

son Pollock, Sam Francis gibi ressamların ‘akıtma tekniği’nin izleri, Marc Tobey, Jean-Paul Riopelle’nin yüzeyi birbirinin aynısı elemanlarla kaplayarak oluşturduğu kompozisyonlarını, Mark Rothko’nun yüzeydeki alanları değerlendiriş biçimi... Orhon’un tüm bunları sentezleyişini ve kendine has bir şekilde yorumlama biçimini onun işlerinde görürüz. Orhon’un resimleri yıllarına göre üslupsal farklılıklar ve değişim gösterir. Necmi Sönmez bu dönemleri, Paris’te yaşadığı süreçte çalıştığı ilk resimler, 1950’lerde üretmeye başladığı ve 1956’lara kadar olan zaman diliminde yaptığı ‘geometrik soyut’ resimler, 1956 - 1962 tarihleri arasında yaptığı ‘lekesel soyut’ işler, 1962’den 1971’e kadar olan süreçte oluşturduğu ‘şiirsel soyut’ dönem eserleri ve 1971’den ölümüne kadar olan süreçte üretmiş olduğu ‘monokrom’ dönem olarak beş başlık altında toplar. Galeri Nev’de gerçekleşecek sergide sanatçı-


Sanatçı, 1971 yılı itibariyle kağıt üzerine guaj tekniğiyle çalıştığı son dönem işlerinde ‘iç ve dış bölge’ sorununa eğilerek kendisine yeni bir yol arıyordu.

nın yaşamının son on yılını kapsayan, tekniğini en çok geliştirdiği ‘monokrom’ dönemine ait işleri görülebilecek. Sanatçı, sanatsal serüvenini son derece iyi bir biçimde tahlil ederek, 1971 yılı itibariyle kağıt üzerine guaj tekniğiyle çalıştığı bu dönem işlerinde ‘iç ve dış bölge’ sorununa eğilerek kendisine yeni bir yol arıyordu. Önceki dönem işlerinde görülen sert fırça darbeleri, tek bir tonun hüküm sürdüğü veya bazen birbirine yakın renklerin bir araya geldiğini sandığımız ama yakından bakınca birçok farklı rengin ustalıkla seçildiğini gördüğümüz kompozisyonlarında var olan ‘ışık’ın hakimiyeti bu dönem resimlerinde de söz konusuydu. Ama bu sefer, Orhon yüzeyi farklı alanlara bölüyor, onları ayrı ayrı ele alıyor, yeniden birbirine bağlıyor, dengeliyor ve kompozisyonunu tamamlıyordu.

Mübin Orhon tablolarının piyasası Son on yıllık sürece baktığımızda hem Avrupa’da -özellikle Paris’teyapılan müzayedelerde hem de Türkiye’de gerçekleşen yerel müzayedelerde Orhon’un eserlerini takip eden bir koleksiyoner kitlenin var olduğu biliniyor. 2001 yılında en yüksek rakama satılan eseri 2 bin dolar olan Orhon’un tablosu Sotheby’s’in 2009’da Londra’da yaptığı ilk Türk çağdaş sanat müzayedesinde 193 bin pounda satılır. Orhon’un yapıtı müzayedenin en yüksek rakama satılan eseri olmasının yanı sıra ön görülen (60 bin - 80 bin pound) fiyatın da en çok üzerine çıkan eserdir. Bugüne kadar Sotheby’s müzayedelerine çıkan Orhon imzalı tuval üzerine yağlıboya resimlerin fiyat aralığı, kurum tarafından ortalama olarak 30 bin ile 50 bin pound arası verilmiştir. 11 Mart 2010’da New York’da düzenlenen Christie’s müzayedesinde ise sanatçıya ait iki eser satışa sunulur; her ikisi de tuval üzerine yağlı boya

BÜYÜK DEPRESYONLAR

olan ve aynı tarihli (1958) eserlerden biri 80.6 x 99.6 cm, diğeri ise 100.3 x 73.6 cm boyutlarındadır. Eserlerden biri 60 bin dolar, diğeri 52 bin 500 dolar’lık çekiç fiyatına satılır. 7 Nisan 2011’de Londra’da gerçekleşen Sotheby’s müzayedesinde Orhon’un 1953-54 yıllarında yaptığı tuval üzerine yağlı boya resmi 55 bin pounda satılır. Mayıs 2011’de gerçekleşen müzayedeler, sanatçının Türkiye’deki modern ve çağdaş sanat piyasasında kırdığı rekorların tarihi olarak karşımıza çıkar. Bali Müzayede’nin satışında Orhon’un eseri 1.05 milyon TL’ye, Antik AŞ.’nin satışında ise 1.3 milyon TL’ye alıcı bulur. Sanatçının en son müzayede satışı, Christie’s’in Paris’te Temmuz 2012 müzayedesindeki eseridir; o da yukarıda saydıklarımız gibi “İsimsiz” adını taşıyan 1957 tarihli 114 x147 cm boyutlarındaki, yeşil renkli, tuval üzerine yağlı boya resim 61 bin euro çekiç fiyatına alıcı bulur.

29

Sanatçının 1970’lerde yapmış olduğu işlerine baktığımızda, resimlerin ortasından yayılan aydınlanma ve renklerin saydamlaştığı, yüzeyin kenarlarına gidildikçe tonların koyulaştığı, gölgelerin arttığı görülür. Resmin aydınlanma biçimi Orhon’un ışık olgusunu ciddiye aldığının bir göstergesi niteliğinde. 1970’ler Mübin Orhon’un hayatında ve üretim sürecinde büyük depresyonların, yalnızlığın ve dış dünyayla iletişimini en aza indirgediği süreçtir. Bu içine kapanma sürecinde sanatçının Mevlana ve öğretilerine ilgi duyması rastlantısal mıdır? Orhon’un bu süreçte yaptığı çalışmalarında karşımıza çıkan karanlık ama bir noktadan ‘ışık kümeleri’nin belli belirsiz olduğu alanlar, sanatçının ruh durumunu ele veriyor. Karakterinden kaynaklanan özellikler sebebiyle ‘yalnız’lığı seçen bir sanatçının Mevlana’ya, tasavvufa ilgi duyması, 1974’te Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan demecinde belirttiği gibi şekilsel değil, var oluş olgusuyla ilgilidir. MS Galeri Nev Bitiş tarihi: 24 Ekim 2012 (0212) 252 15 25 Milliyet SANAT Ekim 2012


PLASTİK SANATLAR

Sergide dönemi anlatan pek çok kartpostal var.

Sergiye Zeki Müren de imzasını atıyor.

“Ah neydi o güzelim ‘60’lar lafı palavra değil” Küratörlüğünü Derya Bengi’nin yaptığı “Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu” adlı sergi sayesinde ‘60’ları şarkılar, türküler eşliğinde izleyeceğiz. AYŞEGÜL OĞUZ aysegulo@gmail.com

TÜLAY GERMEN, Zeki Müren, Süleyman Demirel, Ajda Pekkan, Erkin Koray, Keşanlı Ali Destanı, Moğollar, Orhan Gencebay... Bir sergide buluştular. Bu sergide yok yok; şarkılar, notalar, afişler, Yeşilçam, hippilerin Sultanahmet macerası... Hepsi de 1960’ların nabzını tutan “Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu” adlı serginin çatısı altında toplandılar. Tophane’deki Depo’da izlenebilecek olan sergi zengin bir arşiv seçkisiyle iki darbe arasını, 27 Mayıs 1960 ile 12 Mart 1971 tarihlerini kapsıyor. Roll, Express ve Bir+Bir dergilerinin yayın ekibinden Derya Bengi, küratörlüğünü üstlendiği sergi için şunları söylüyor: “Bu sergi, ‘60’larda dünyada yaşanan değişimin Türkiye’ye ne ölçüde yansıdığını, Türkiye’de ne tür dönüşümler yaşandığını, bunun hikâyesini anlatmakla ilgili...” Nâzım Hikmet’in, Brecht’in, şarkının, türkünün, “Keşanlı Ali Destanı”nın, Zeki Müren’in, Beatles’ın, rock’n’roll bir hayatın yarattığı cereyan etkisiyle zengini ve fakiri buluşturan, buluştuğu kadar da ayrıştıran bir kimya oluvermiş bu 10 yıl... Viyana, Zagrep, Erivan ve İstanbul merkezMilliyet SANAT Ekim 2012

li uluslararası araştırma projesi Sweet ‘60s kapsamında izleyici ile buluşan sergiyi Bengi’den dinledik... ● “Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu”nun muradı nedir? Son yirmi yıldır herkes bir efsane olarak ‘60’lardan bahsediyor. Hepimiz, bir avuç dahi olsa da bu yıllar hakkında net bir fikre sahibiz; ‘60’ların güzelliğine, ‘60’larda bir şeylerin değiştiğine dair bir kabul var. Bu ne derece gerçek, bunu test etmek isteyen bir sergi konsepti hazırlanmış: Bu tarihi yazan Amerika ve Batı Avrupa dışında kalan ülkelerde ‘60’lı yıllar nasıl yaşandı? Bu sorunun Türkiye’deki yanıtını biz arıyoruz. ● O yılların müzik anlayışı serginin rotasını belirliyor. Müziği tercih etmenizin nedeni ne? Bütün şarkı, ezgi formlarının değiştiği yahut birbiriyle tanıştığı bir dönem ‘60’lar; havada birbirinden habersiz, gökyüzündeki yıldızlar kadar yalnız gezen bir takım müzik türleri ya da enstrümanlar, müzisyenler birbirinden haberdar oldu ve el sıkıştılar. Maharetli olduğu için müzik, yoksa dönemin etkisini bütün sanatlarda görebiliriz. Tiyatroda da çok aktif bir dönem, zaten müzikle birlikte davranabildiği noktada aktif, müzikaller sahneye konuyor, mesela “Keşanlı Ali Destanı” Ana-

30

dolu popunun öncülerinden sayılıyor. Tülay German’ın yorumladığı ilk Anadolu ezgisi, bu müzikalin bazı bölümleri... Batı’da da gençliğin değişme arzusunun yansımaları bunlar. Bütün dünyanın içine girdiği bir tür anafor, bir cereyan oldu. Erkin Koray’ın dediği gibi, ‘uzayda bir elektrik hasıl oldu’! Tabii ki bunun toplumsal dinamikleri vardı. Türkiye, Amerika ve Sovyetler Birliği arasındaki gerilim olmaksızın o Türkiye olmazdı. İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış insanların çocuklarının getirdiği bir özgürleşme olarak da görülür; ‘65’lerden başlayarak, ‘68’le de iyice fokurdayarak patlayan kazan, ‘45 sonrası doğan çocukların işidir. Türkiye’deyse, 27 Mayıs’la başlayan uluslararası sermaye biçimine bir bakış ve alınan önlemlerle karışık bir uyum mekanizması var. Bir gümrük duvarı konuyor, ithal mallar geçmeyecek, ama onun felsefesine, iş yapma becerisine, sanayileşme görgüsüne aç bir ülke Türkiye. O gümrük duvarıyla örtülen kapıdan ciddi bir şekilde kültür de giriyor. ● Türkiye’nin 10 yılını, iki darbe arasını, 1961-71 dönemini masaya yatırıyorsunuz. 27 Mayıs’la beraber gelen ‘61 Anayasası’nın özgürleştirici olduğu söylenir.. Başka türlü Nâzım Hikmet basılmayacaktı, Brecht sahnelenmeyecekti... ‘71


“Beatles’ı üç kere Türkiye’ye getirmeye teşebbüs etmişler, sergide onların küçük öyküleri var. Rock grubu anlamında tek gelebilen Los Bravos olabilmiş, onlar da Seyyal Taner’i alıp götürmüş.”

● Oğuz Atay ve “Tutunamayanlar” da sergide olacak... Oğuz Atay denince ‘80’li yılları anlıyoruz, çünkü roman o zaman patladı. Halbuki ‘70’te TRT Roman Ödülü’nü alıyor, tipik bir ‘60’lı yıllar sonu romanı. Orada müzikle derinden alakalı bir öykü var: “Safter’in Şarkısı”. Efemine bir karakter Safter, sesi güzel, bir genelev ortamı, müşteriler ve kadınlar birlikte geceliyorlar. Turgut Özben “Safter, hadi bir şarkı söyle” diyor. Bizimki klasik Türk musikisi şarkısı söylemeye başlıyor, hep bir ağızdan söylenen o şarkı pencereden süzülüp

İstanbul’da bir gece dolaşmaya çıkıyor. Geziniyor, yoruluyor, bir tur attıktan sonra Turgut Özben’in koynuna dönüyor. O gezinti sırasında burjuva evlerine uğruyor, bir gramofonda çalınıyor, kırmızı ceketli bir takım delikanlılar onun peşine düşüp “Seni armonize edeceğiz” diyor... Bir şarkının özne olması, bir şarkının İstanbul’un çeşitli semtlerinde dolaşması... Bunu bir tür fotoroman haline getirebilir miyiz diye yola çıktık ve son derece serbest takılarak, bugün, 2012’de bu şarkı dolaşmaya çıksa nerelere uğrardı diyerek İstanbul gecelerinden çeşitli fotoğraflar çektik.

FOTOĞRAF: OZAN GÜZELCE

İstanbul’un semtlerini dolaşan şarkı

Serginin küratörü Derya Bengi.

Âşık İhsani (solda) ve Cem Karaca’nın (sağda) plak kapakları da sergide.

Anayasası, ‘61 Anayasası’nın budanması hikâyesidir. Sormamız gereken soru şu: Böyle bir anayasaya Türkiye’nin neden ihtiyacı vardı? ‘61 Anayasası’nın ekonomik ihtiyaçlar ve sanayileşme modeli üzerinden tarif edilmesi gerekiyor. Gümrük duvarlarını kapatarak uygulanan sanayileşme modelini CHP de, AP de pekala benimsiyordu. Bu modelin uygulanması için hem sanayiciye hem de işçi sınıfına bir şeyler sunmak gerekiyordu, çünkü bir sanayici kuşak ortaya çıkacak, adeta tekel gibi üretim yapacak, o ürettiklerini yine iç pazarda satacaktı. Bunu sağlayacak anayasayı askeriye getirmiş oldu. ‘71’de petrol krizine hazırlık ve krizli ortama geçiş

de darbeyle oldu. Türkiye’deki büyük dönüşümleri başlatan kuvvet hep asker oldu. Bu bir rezalet ama böyle. ● ‘60’lar Türkiye sinemasının bu sergideki rolü nedir? Müzik hızlı bir şeydir ama nedense ‘60’larda Türkiye’de hızlı olan sinemaymış. Bu da sinemayı tipsizleştirmiş. Bugün o müzikleri dinlediğimde bir müzik dinleme zevki tadıyorum, o oyunlar keşke tekrar sahneye konsa da izlesek diyorum. Sinema ise yirmi kadar filmi ayırırsak, bir sinema zevki vermekten uzak. ● Beatles neden Türkiye’yi çok etkilemiş? Beatles çok dünyalı bir müzik yaptı.

31

Her şeyle dalga geçen tipler bunlar, hakikaten bir neşe getiriyorlar. Türkiye’ye özgü bir Beatles’çılık var tabii ama bütün dünya ülkeleriyle paylaşılan bir durum bu. Beatles’ı üç kere Türkiye’ye getirmeye teşebbüs etmişler, sergide onların küçük öyküleri var. Dönemin gazetelerine baktığında, “Jimi Hendrix yakında Türkiye’ye geliyor”, kimler kimler... Rock grubu anlamında tek gelebilen Los Bravos olabilmiş, onlar da Seyyal Taner’i alıp götürmüş. ● Nostalji tuzağına düşmemek için özel bir çaba sarfettiniz mi? Doğrudan kaynağa, ‘60’ların gazete ve dergilerine bakınca onlarda bir nostalji duygusu yok, onlar ‘bugün’ü yansıtıyor. O gün Türkiye kendini nasıl görüyordu, o günkü Türkiye gazete sayfalarına nasıl yansıyordu... En çok bunun merakındaydık, sergiye aktardığımız ‘60’lar da genellikle o gazetelerin dilinden oldu. Ancak böyle kurtulabilirsin... Uzaktan bakınca ‘60’lar çok güzel geliyor ama şu da var: Sadece ‘60’ların gazeteleriyle dolu bir odaya kapatılsanız, bugünü, kendinizi unutup onları okusanız, üzerinize mutsuzluk gelmiyor. “Ah neydi o güzelim ‘60’lar” lafı palavra değil; insanlar o yıllarda yaşamaktan mutlu ve mesutlarmış. Ya da şu: Mutluluğa ulaşma yolunda elinde bir şeyler olduğuna dair bir inanç, bir hayal... MS Depo / Bitiş tarihi: 24 Ekim 2012 (0212) 292 39 56 Milliyet SANAT Ekim 2012


PLASTİK SANATLAR

Fotoğrafın ustalarından derin bir ‘bakış’ Bank of America’nın ünlü fotoğraf koleksiyonundan 52 fotoğraf ustasının, 160 yıllık fotoğrafçılık tarihine ışık tuttuğu çalışmaları İstanbul Modern’de... NİHAN BORA nihanbr@gmail.com

lerinden biri olan ‘daguerreotype’ bir fotoğraf bulunuyor sergide. Çeşitli ilk tekniklerle, deneye yanıla çekilen fotoğraflar o zamanların samimiyetini de içeriyor.

FOTOĞRAF MODA OLUYOR “İNSAN yüzünü kim daha iyi görür: Fotoğrafçı mı, ayna mı, yoksa ressam mı?” diye sorar Pablo Picasso. Sorunun sahibi her ne kadar önünde eğileceğimiz bir ressam olsa da, cevap sorunun içinde gizli. Fotoğrafçının gördüğü yüzdeki ‘bakış’ın geçirdiği evrim şu sıralar İstanbul Modern’in duvarlarında bizleri bekliyor. Bank of America’nın Richard Avedon, George Brassai, Manuel Alvarez Bravo, Robert Frank, Philippe Halsman, Yousuf Karsh, Man Ray, W. Eugene Smith’in de aralarında bulunduğu dünyaca ünlü fotoğraf sanatçılarının eserlerinin yer aldığı ünlü koleksiyonundan özenli bir seçki İstanbul Modern’in yeni konukları... “Bakış: Portre Fotoğrafının Değişen Yüzü” isimli sergide; kostümlerle inşa edilen kimlikler, fotoğrafın sanat olarak kabul mücadelesi, zamanın gerçekleriyle yüzleşme ve bugünün kimlik, iktidar politikaları gibi portrenin farklı katmanlarına dair bir bakış ortaya konuyor. Serginin küratörü Sena Çakırkaya, Bank of America’nın koleksiyonunda yer alan bu fotoğrafların dünyada ikinci kez Türkiye’de sergilendiğini söylüyor. İzleyiciyi, portredeki modeli ve fotoğrafçıyı bir araya getiren en önemli şey o portredeki ‘bakış’. Ne tuhaftır ki, bu bakış; zamana, mekana, kişiye göre değişebilecek nitelikte. 1830’larda çekilmiş bir fotoğrafa şimdi baktığımızda çıkardığımız anlam tamamıyla farklı olabiliyor. Bakış meselesi arka planda devam ederken sergi, fotoğrafçılığın tarihine de ışık tutuyor. Örneğin ilk fotoğraf teknikMilliyet SANAT Ekim 2012

Sergi dört ana başlıkta toplanıyor: “Benliğin Kurgusu”, “Esinlenmeler”, “Sahici Hayatlar” ve “Kişisel Gerçeklik”. “Benliğin Kurgusu” isimli ilk bölümde fotoğrafın ilk adımları takip ediliyor; önceden portre yaptırmak, aristokrasi ve burjuvaziye ait bir lüksken, fotoğrafla beraber çok daha ulaşılabilir hale geliyor. Halk, bir anlamda çok daha ucuz fiyatlara portreye sahip olabiliyor. Portre çektirmek bir asalet sembolü de bir yandan. Bu bölümde Roger Fenton’ın çektiği dünyadaki ilk savaş fotoğrafları da yer alıyor. Bu fotoğrafların çok gerçekçi olduğu söylemek zor, zira fotoğraf makineleri büyük olduğu için savaş alanına girmekte zorlanan Fenton, karargah tarafında poz veren askerleri fotoğraflamış. Disderi’nin bulduğu kartvizit tekniği yeni bir çığır açıyor fotoğrafta. Bu teknik sayesinde bir fotoğrafın birçok kopyasını çıkarmak mümkün oluyor. Dolayısıyla fotoğraf daha da ucuzluyor ve herkes fotoğraf çektirmeye başlıyor. Ticarileşen fotoğraf, artık moda haline geliyor. Dekor ve fotoğraf stüdyosu kavramlarını büyüten ve fotoğrafı ilk ticarileştiren adam olarak tarihe adını yazdırıyor Disderi. Serginin ikinci bölümü “Esinlenmeler”de öne çıkan, fotoğrafın sanat olma mücadelesini de bu durum tetikliyor. Piktoryalistler yani resimselciler, fotoğrafı bir sanat dalı olarak kabul ettirmek için çaba harcıyorlar o dönem. Tabii o zaman sanat dediğimizde akla gelen iki şey var: Resim ve heykel. Fotoğrafın daha çabuk kabul görmesi için, fotoğrafı resme benzetmeye çalışıyorlar. Bunun için de fotoğrafın üze-

32

James & John Ross’un çalışması.

rinde oynuyor, renkleri ve netliği bozuyorlar. O bulanıklık ve keskin olmayan hatlar, resimsel bir etki yaratıyor fotoğrafa. Bu serideki fotoğrafları bir öncekinden ayıran en büyük özellik, modelin ilk dönem fotoğraflarda olduğu gibi kendi bakışından ziyade, fotoğrafçının yansıtmak istediği bakışın hakimiyeti. Fotoğrafçı modelini nasıl görmek istiyorsa onu o şekle sokuyor. İşte tam da bu noktaya, fotoğrafçının sanatçı olarak doğuşu dememiz gerekiyor. O dönemde fotoğraf çeken kişiler esasında ressammış da. Fotoğraf kavramı ortaya çıktıktan sonra ressamlar bir süre işsiz kalıyor ve yapacak bir şey kalmayınca fotoğrafa yöneliyorlar. Sanatsal anlamda fotoğraf çeken bir öncü olarak Julia Margaret Cameron’u bu bölümde anmadan geçemeyiz... “Sahici Hayatlar” isimli üçüncü bölümde, tamamen gerçeği yansıtma hali hakim. Zaman savaş zamanı ve herkeste bir kendine gelme durumu var. Gerçeklikle yüz yüze kalınca, bu durum fotoğrafa da yansıyor. Dolayısıyla fotoğrafın sanat olup olmaması konusu bir kenara bırakılıyor ve fotoğrafın ‘gerçeği olduğu gibi yansıtabilme’ hali çıkıyor ortaya. Gerçek hayatta ne görüyorsak onu veriyor fotoğraf bize. Resim veya başka


bir sanat dalında bunu yapmak imkansız. Tam bu dönemde, gerçeği yansıtma durumuna yoğunlaşılıyor ve fotoğraflardaki resimsel duygu yerini daha keskin hatlara bırakıyor. Bu bölüm August Sander ile başlıyor. İkinci Dünya Savaşı öncesi çektiği sıradan Almanların fotoğrafları, başına bela oluyor ve bu fotoğraflar Hitler tarafından yasaklanıyor. Sebebi, Almanları fazla sıradan göstermiş olması!

Halsman’dan ilham alarak, bir fotoğraf düzeneğinin yerleştirildiği sergide izleyici zıplayacak, makine çekecek ve duvarda zıplayan seyircinin fotoğrafı yer alacak. Daha sonra seçilen fotoğraflar İstanbul Modern’in facebook sayfasında paylaşılacak.

AYKIRI KAHRAMANLAR Lewis Hine; fotoğrafın dünyayı nasıl değiştireceğini kanıtlayan isim. Çocuk işçilerin fotoğrafını çekerek bir farkındalık yaratmaya çalışan Hine, bu amacında başarılı da oluyor. Göçmenleri de fotoğraflayan sanatçı, bir şeylere dikkat çekmek için fotoğrafı kullanmaya özen gösteriyor. Ve böylece fotomuhabirlik kavramından söz ediliyor. Bir başka efsane fotoğrafçı, Diane Arbus da sergide yer alan isimler arasında. Arbus, önceleri moda fotoğrafçılığı yaparken sonraları çirkinler, cüceler, travestiler gibi toplumdan ayrıksı olan insanları çekmeye karar verir. Uyku hapı içerek intihar eden Arbus’un hayat hikayesini konu alan “Fur” isimli filmde Nicole Kidman başrolde oynamıştı, bir parantez açıp belirtelim. Son bölümde artık günümüze geliyoruz: “Kişisel Gerçekçilik”. Hâlâ bir ‘bakış’ hakim elbette fotoğraflara. Fakat bakışın daha da belirgin olduğu fark ediliyor. İktidarın gözetlemeci bakışı ile artık hem çağdaş sanatta hem sosyal bilimlerde bakış meselesi sorgulanmaya başlıyor. Bu bölümde güncel ve genç fotoğrafçılar öne çıkıyor. Mesela Thomas Struth, Rineke Dijkstra... Bu bölümün en ilginç fotoğrafçılarından biri de Nicholas Nixon. Karısı ve dört kardeşinin, yaklaşık 40 yıldır aynı sıralamayla fotoğrafını çekiyor. Şimdiye kadar birer yıl aralıklarla çekilen bu serinin tamamı, sergide dijital çerçevede gösterilecek. Sergiye izleyicinin dahil olduğu interaktif bir bölüm de bulunuyor. Philippe Halsman, şimdiye kadar ünlü birçok ismi çekmiş. Fakat her çekimden sonra çektiği kişiyi bir de zıplayarak fotoğraflamış. Hatta Salvador Dali’nin ünlü zıplarkenki fotoğrafının altında da Halsman imzası yer alır. Şimdi zıplama sırası seyircide! Halsman’dan ilham alarak, bir fotoğraf düzeneğinin yerleştirildiği sergide izleyici zıplayacak, makine çekecek ve duvarda zıplayan seyircinin fotoğrafı yer alacak. Daha sonra seçilen fotoğraflar İstanbul Modern’in facebook sayfasında paylaşılacak. MS İstanbul Modern / Bitiş tarihi: 20 Ocak 2013 / (0212) 334 73 00

Thomas Struth’un “Richter Ailesi I” adlı fotoğrafı (üstte). Hellen Van Meene’nin 1996 tarihli “İsimsiz” çalışması (altta).

33

Milliyet SANAT Ekim 2012


PLASTİK SANATLAR

Sanatçı adayları için kendini gösterme rehberi Tarih, yaşadığı dönemde sanatından geçimini temin etmekte güçlük çeken veya keşfedilmemiş nice dehayla dolu. Günümüzün imkanları sayesinde sanatçılar için artık kendilerini göstermek daha kolay. ASLI AÇIKGÖZ asli.acik@hotmail.com

RUBENS’İ nasıl bilirsiniz? Tüccarın teki mi yoksa şanslı bir deha mı? Peki ya Dali, Picasso, Warhol, Koons, Botero ve daha nice hem ünlü hem zengin sanatçı? Varsıl bir aileden gelen Rubens’in ya da hızlı üretim yaparak bol eser satan Picasso’nun salt üretimlerinden zengin oldukları için sanat yapmadıklarını iddia edebilir miyiz? Öte yandan hayattayken sanatından para kazanan, hatta bir tüccar kadar zengin olan sanatçılara karşın çoğu sanatçı genellikle Rembrandt veya Van Gogh gibi zor koşullar altında sanat üretmeye çalışıyor; okuldan mezun olan sanatçı adaylarının pek çoğu daha yolun başında geçimlerini temin etmek için ek işler yapmak zorunda kalıyor veya mesleklerinden vazgeçiyor. Sanatınızdan vazgeçmemek ve işi şansa bırakmamak için bir parça özgüven, azıcık cesaret ama en önemlisi günümüzün tüm imkanlarından faydalanmak işinize yarayabilir. Bunun için size ipuçları sunacağız bu yazıda.

İŞLERİNİZİ BELGELEYİN Günümüzde sanat üretme yolculuğuna çıkan bir kimsenin ilk yapması gerekenlerden biri de insanları kendi üretimi hakkında bilgilendirmek, işlerini görünür kılmak. Bunun için iyi hazırlanmış bir sanatçı dosyası oluşturun. İyi bir sanatçı dosyası, aldığınız tüm eğitimler, katıldığınız tüm etkinlikler, açtığınız tüm sergileri içeren bir biyografi ile başlamalı. Bu konuda abartılı davranmayın, ancak mütevazı da olmayın. Yaptığınız işe güveniyorsanız, özgüven ve cesaMilliyet SANAT Ekim 2012

ret, kendinizi ortaya koymanın en temel ilkesidir. Öne çıkan tüm sanatçılar kendi sanatını sonuna dek savunacak kadar iddialı olmalarıyla tanınır. Biyografinizin yanı sıra üretimlerinizi tanımlayan, kendi ağzınızdan yazılmış bir iki paragraflık bir sanatçı ifadesi (artist statement) ekleyin. Kullandığınız malzeme, teknik ve işinizi açıklayan bir metin yüzlerce sanatçı dosyası arasından sivrilmenizi sağlar. Kısacası işinizi sizi tanımladığı için, işinizi anlatarak kim olduğunuzu ifade edin. Son olarak dosyanıza işlerinizi olduğu gibi yansıtan yüksek kalitede görseller ekleyin. Günümüzün dijital fotoğraf makineleri sayesinde görseller için artık profesyonel fotoğrafçılara bağımlı değilsiniz. Görselleri kaliteli bir baskı veya CD ile dosyanıza eklemeniz yeterli olacaktır. İşlerinizi, malzeme ve ebatları, üretim tarihleri ve varsa sergilendiği yer, tarih veya ödülleriyle birlikte tanıtın.

SANAL ORTAM BİR FIRSAT Günümüzde her yıl binlerce sanatçı adayının sanat okullarından mezun olduğu düşünülürse, artık sadece atölyede oturarak birinin sizi keşfetmesini beklemek boş bir hayalden öteye geçmez. Kendinizi hazır hissettiğinizde sizi temsil etmesini istediğiniz menajer veya size sergi açmasını istediğiniz galeri, müze, vakıf vs. gibi tüm kişi ve kurumlara dosya bırakın. Başlangıçta zorlanmanız olasıdır. Birçok kurum kapılarını hemen açmayacaktır. Ancak pes etmeyin ve sergi açmak için tüm imkanlarınızı zorlayın. Gerekirse diğer sanatçı arkadaşlarınızla grup kurun, karma sergilere katılın, etkinlikler düzenleyin. Basına bültenler geçerek güncel etkinliklerinizden haberdar edin. Sanal ortam kendiniz ortaya koymak

34

için mükemmel bir fırsat. Bir web sitesi açarak ya da küçük bir ücret karşılığında sanal sanat portallarına üye olarak isminizin ve çalışmalarınızın uluslararası ortamda yüz binlerce kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. Yanı sıra kendinizi uluslararası ortamlarda gösterme imkanı sunan bloglar, sosyal medyada hayran sayfaları, grup kurma gibi ücretsiz fırsatlardan faydalanın. İngilizcenizi geliştirin ve SaatchiOnline gibi genç çağdaş sanatçılara kapılarını ücretsiz açmak suretiyle destekleyen sanal sanat galerilerinin sanatçı sayfalarına üye olarak dünyanın dört bir yanındaki uluslararası genç sanatçılarla aynı ortamda işlerinizi sergileyin ve satışa çıkarın.

SANAT KARİYERİ Ulusal hatta uluslararası sanat yarışmalarına katılmak ise sanat kariyeri yolculuğunda tecrübe kazanmanızı sağlar. Devlet müzeleri, sanata destek veren şirketlerin vakıfları veya ticari galeriler genç sanatçıları destekleyen ve ortaya çıkmalarını sağlayan yarışmalar düzenliyor. Yarışmalar her zaman bir kıstas olmayabilir. Öte yandan kendinizi dışarı açmanız yolunda bir fırsat sağlayabilir. Ödül alamasanız bile en azından işlerinizi yabancı gözlerin görmesi imkanı doğar. Kendinizi sorgulamanız veya geliştirmeniz yolunda fikir sahibi olabilirsiniz. Ayrıca sanal ortamdan kolaylıkla ulaşabileceğiniz yerel ve uluslararası sanat yarışmalarına hazırlanmak, sizi amaçsızca üretim yaptığınız duygusundan ve ataletten kurtarabilir. Belirli bir teslim tarihine kadar hedefe ulaşma mecburiyeti, daha verimli bir çalışma içine girmenizi sağlayacaktır. Son olarak, sanatçı ruhunun sıradan bir insan kadar sakin olamayacağı gerçeğine


Sanatçı ruhunun sıradan bir insan kadar sakin olamayacağı gerçeğine karşın Caravaggio gibi sefil bir final istemiyorsanız, elinizden geldiğince sosyal ilişkilerde uyumlu olmaya çalışın. Sergi, sanat fuarı açılışlarına gidin, sanatseverlerle dostluk kurun, koleksiyonerlere sanatınızı anlatın.

İLLÜSTRASYON: EMRAH ÇILDIR

Genç sanatçılar için faydalı sanat portalları ve yarışmalar ● www.SaatchiOnline.com ● www.agora-gallery.com ● www.lebriz.Com ● www.siemenssanat.com ● www.emergentartistaward.com

karşın Caravaggio gibi sefil bir final istemiyorsanız, elinizden geldiğince sosyal ilişkilerinizde uyumlu olmaya çalışın. Sergi, sanat fuarı açılışlarına gidin, sanatseverlerle dostluk kurun, koleksiyonerlere sanatınızı anlatın. Ne kadar cahil ve aptalca sorular

sorarlarsa sorsunlar insanlarla kavga ederek değil, olabildiğince anlayışlı bir şekilde iletişim kurmaya bakın. Tıpkı anlayışlı bir doktorun bilgisiz ve ürkek hastasına olan yaklaşımı gibi sanatınızı insanlara sevdirin, insanları sanatla korkutmayın. MS

35

● Nuri İyem Resim Ödülü Evin Sanat Galerisi (http://www.evinart.com) ● DYO Resim Yarışması (http://www.yasar.com.tr)

Milliyet SANAT Ekim 2012


ARKEOLOJİ

Mezar stelleri çıkarılırken...

Side denizi açıklarında ağustos ayından bu yana çalışmalar yürütülüyor.

Side denizinde yatan tarih Side denizinde yürütülen su altı arkeolojik araştırmalarda önce 3 mezar steline ulaşıldı; hemen ardından da Geç Tunç Çağı’na ait bir tekne, bakır ve tunç külçeleri yaklaşık 30 metrekarelik bir alana yayılmış halde keşfedildi.

Milliyet SANAT Ekim 2012

DEVRİM ERŞEN devrimersen7@gmail.com

2012 arkeoloji sezonunun sonlarına doğru, yani ağustos-eylül aylarında Side sahilinden art arda yeni haberler gelmeye başladı. MÖ 3. YY.’da Rhodos Adası’ndan yola çıkan, Side’ye ulaşmak üzereyken batan ve kargosunda (muhtemelen sipariş üzerine hazırlanmış) süslü mezar stelleri taşıyan bir teknenin yükleri, bir zamanlar Roma hamamı olan, şimdiki Side Müzesi’ne taşınıyordu. Bu sırada Geç Tunç Ça-

36

ğı’na ait (MÖ 1600-1200) ve henüz nereden geldiği bilinmeyen bir başka teknenin bakır ve tunç külçeleri yaklaşık 30 metrekarelik bir alana yayılmış bir halde keşfedildi. Teknenin kargosunun tam olarak yayıldığı alan tespit edilmeye çalışılırken Roma ve Bizans dönemlerine ait amphora yüklü batıklar ve daha erken çağlardaki denizcilik faaliyetlerinin değişmez işareti olan taş çapalar birbiri peşi sıra geldi. Aslında Side’nin ilk doğduğu günden beri tümüyle denizcilik üzerine kurgulanmış bir yerleşim birimi olduğu biliniyordu. Side’nin bu kimliği kimi zaman Doğu Akdeniz’de bir ticaret merkezi; kimi zaman Roma’ya kök söktüren bir korsan yatağı kimi zamansa Roma armadasının deniz üssü olarak tarihte hep yansımasını buldu. Fakat eksik olan parça, modern zamanlarda bu tarihi geçmiş üzerine bir şeyler söyleyebilecek arkeolojik verilerdi. Tüm bunların 2012 yazında arka arkaya gelmesinin nedeni ise Side Müze Müdürü Güner Kozdere’nin ifadesiyle, bu kıyıların ilk kez sistemli bir araştırmaya tabi tutuluyor olması. Doğu Akdeniz Üniversitesi’nden Dr. Hakan Öniz başkanlığında bir ekip “Antalya Kıyıları Arkeolojik Sualtı Araştırma Projesi” kapsamında dört yıldır Antalya sahillerinde çalışmalar yürütüyor ve bu çalışmanın şimdiki etabı Side’yi kapsıyor. Yani Side ilk kez kendisine zenginliği getiren denizi ve şöhretli limanı ile bir bütün halinde taranıyor. Gerçi kent, 1947 yılında Arif Müfit Mansel’in yönetiminde başlayan ve kısa aralıklar dışında bugüne kadar devam eden kazılar sayesinde Akdeniz’in Perge ile beraber en sağlıklı araştırılan iki lokasyonundan biri. Şimdilerde başlayan çalışma ise bugüne kadar eksik kalmış önemli bir parçayı tamamlıyor.

KARIŞIK HALKLAR ÜLKESİ Side Antik Çağ’da Pamphylia (Pamfülia) adıyla anılan bir bölgenin hemen hemen ortasında yer alıyor. Yaklaşık olarak Antalya’nın iki yanında çıkıntı yapan Teke


Denizden çıkarılan mezar steli.

Yarımadası ile Taşeli Yarımadası arasında kalan bölümü, bir diğer deyişle Kaş-Alanya arasındaki sahil hattını ifade eden Pamphylia’nın kelime anlamı bölge hakkında bir fikir verebilir: “Karışık halklar ülkesi”. Böyle bir yakıştırma yapılmasının nedeni bu coğrafyanın kaçaklar, göçmenler veya yurdundan ayrılan topluluklar için adeta bir sığınak işlevi görmesi. Roma İmparatorluğu Britanya’dan Fas’a ve İspanya’ya; Kartaca’dan, Mısır’a ve Karadeniz kıyılarına Akdeniz’in tüm çeperlerinde değil büyük krallıklar, diz çöktürmedik bir tane kent devleti bırakmamışken Pamphylia’nın korsan halklarıyla baş edemiyor. Ve sorunu ancak bütün enerjisini ve imkanlarını kullanıp, Akdeniz’de o zamana kadar görülen en büyük donanmayı inşa ederek çözebiliyor ve sonrasında da bu bölgeyi ve özellikle de Side’yi ‘Nauarchis’, yani Amiral Kent, yani donanma üssü ilan ediyor. Bölgenin Akdeniz dünyasına göre ayrıksı kimliği yerel inançlar, adetler ve dillerde de kendini gösteriyor. Örneğin Yunan ve Romalı yazarlar, Side’de yerel halkın konuştuğu ve başka hiçbir dille bağlantısı olmayan yerel bir dilden bahseder:

ya başladıktan sonra kavga bu sefer kimin metropolit olacağı üzerine dönmeye başlamıştı. Artık sorunların Roma’dan değil, Konstantinopol’den çözülmeye başladığı yıllarda, sırf bu bölge için özel bir düzenlemeye gidilmiş ve tek eyalet olan Pamphylia’ya iki metropolit kent atanmıştı. Side’nin kendi özel tarihine bakınca, yerleşimin yüzyıllarca, 400 metreye, 1 km boyutunda küçük ve mütevazı bir yarımada içinde varlığını sürdürdüğü görülür; ki bu yarımada bugün de modern yerleşimin çekirdeğini oluşturur. Antik Çağ’ın ‘resmi tarihine’ göre yerleşim ilk olarak MÖ 7. YY.’da Kyme’den (İzmir - Aliağa) gelen

Side’deki deniz araştırmaları henüz yaşını doldurmamış ve çıkan buluntular bilimsel analize tabi tutulamamış olsa da bu beldenin tarihinde yeni bir sayfanın açıldığı söylenebilir. Sidece veya Sidetan. Kentin ilk zamanlarından, terk edildiği güne kadar kimliğini şekillendiren denizle kurduğu ilişkisi olsa da, attığı her adımda ve her girişimde yegane motivasyonu Perge’ydi. Aslında genel olarak Pamphylia’nın tarihini bir Side-Perge rekabeti olarak okumak da mümkün. Roma’nın bu bölgede düzenlediği resmi oyun, yarışma ve festivallere hangi kentin ev sahipliği yapacağı konusu o kadar büyük bir sorun haline dönüşmüştü ki en sonunda imparator, iki kentin dönüşümlü ev sahibi olması konusunda karar çıkartmıştı. Gerçi bu düzenlemenin iki kenti de tatmin etmediği, oyunlar şerefine bastırılan sikkelerden fark edilir. Oyunlar o sene hangi kentte düzenlenirse düzenlensin, iki kent de sanki ev sahibiymiş gibi, kendi adına “Pamphylia’nın Birincisi” adıyla sikkeler bastırmaya devam etmişti. Keza Roma’nın bölgedeki baş tapınağı (Neokoros) unvanını elde tutabilmek için dönen entrikaların haddi hesabı yoktu. Hıristiyanlık yayılma-

göçmenlerce kurulmuştu. Her ne kadar modern araştırmacılar bu bilgiye hep şüpheyle yaklaşmış olsa da, şimdiye kadar bu bilgiyle örtüşmeyen ve yerleşimin daha erken tarihlerden beri varlığını sürdürdüğünü gösteren herhangi bir veri elde edilemedi. Bu durum aslında arkeolojinin kendi içinde yaşadığı bir çelişkinin sonucu da denilebilir. Yarımadanın çekirdeği baştan aşağı muazzam Roma ve Erken Hıristiyanlık dönemi yapıları ile donatılmışken, hangi arkeolog “Şu olağanüstü tiyatroyu kaldırayım da, altındaki erken tabakaları inceleyim” diyebilir ki? Tam da bu noktada deniz araştırmalarının sunduğu alternatifler devreye giriyor. Limanda keşfedilen Tunç Çağı batığı, şimdiden Antik Çağ yazarlarının verdiği tarihin yüzyıllarca öncesine giden ticari bir aktivitenin kanıtları niteliğinde.

KÖK SÖKTÜREN KORSANLAR Henüz deniz araştırmaları yaşını doldurmamış ve çıkan buluntular bilimsel analize tabi tutulamamış olsa da Side’nin

37

tarihinde yeni bir sayfanın açıldığı söylenebilir. Üstelik denizden çıkartılabilenler kadar, çıkartılması zor ve zahmetli olanlar da farklı imkanlar sunabilir; ne de olsa burası sıra dışı bir turizm potansiyeline sahip bir belde. Gerek karada, gerek denizde arkeoloji çalışmalarına büyük destek veren belediye, şimdi de su altından çıkarılması güç gözüken kimi buluntu alanlarını dalış lokasyonları şeklinde düzenleme ve yerinde koruma üzerine projeler geliştiriyor. Eskiçağ yazarları, kente ilk gelen Hellenlerin yerleşime ‘nar’ anlamına gelen Side ismini verdiğini belirtmişti. Bu muhtemelen geçmişi daha eskilere giden yerel bir sözcüğün, anlamlı Yunanca bir kelimeye devşirilmiş formu olmalıdır. Gerçi zamanla Sideliler, bereketi simgelediği için Antik Çağ’da kutsal kabul edilen narı bir hayli benimsemişler ve kentin tanrıçası Athena’yı elinde nar ile gösteren betimlerle sikkeleri üzerine işlemişlerdi. Gerçi bu hayli marjinal bir yaklaşımdı. Nar, toprağın bereketini simgelediği zamanlarda tanrıça Hera ile; üretkenliği ve doğurganlığı simgelediği zamanlarda ise Aphrodite ile özdeşleşen bir semboldü. Bu sembolün, uygarlığı ve yabanıl hayata karşı savaşı temsil eden Athena’nın eline yakıştırılması ancak Side’de görülen ünik bir yaklaşımdır. Side bugüne bıraktığı muazzam kalıntılarının ötesinde, konuştuğu benzersiz Sidece dili, marjinal dini motifleri, yüzlerce yıl Akdeniz’e kök söktürmüş korsanları ve binlerce yıl Perge’yle yaşadığı didişme ile arkeolojiye meraklı insanlar için değişmeyen bir sempati öznesi. Bugün ona can veren denizi ve limanının yeniden keşfi ise kentin Akdeniz’in tam kalbinde bir tarih ve arkeoloji mabedine dönüşmesi yolunda yeni ufuklar açıyor. Side, karada ve denizde dört üniversitenin (Anadolu Ü., Austrian Graz Ü., Selçuk Ü. ve Doğu Akd. Ü.) ve Side Müzesi’nin işbirliği ile yazları bir nevi arkeolojinin laboratuvarına dönüşürken, bir taraftan da yerel yönetimlerin yaratıcı projeleri ile sakinlerinin ve misafirlerinin tarihle buluşmasına zemin hazırlıyor. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


ANADOLU’DA SANAT ASLI E. PERKER

asliperker@yahoo.com

Depremde yerle bir olan Van’da sadece şehir değil sanat yaşantısı da yeniden şekillendiriliyor. Van’da bu aralar her türlü festival, kültür sanat organizasyonu, su sporları, grandprix yarışları gırla gidiyor.

‘’Savaşacaklarına artist olsunlar’’ düşük kesiminin yaşadığı mahallede açılan kurslara katılımın yoğun olacağı öngörülüyor. Biraz da talep üzerine böyle bir girişimde bulunulmuş zaten.

17 OKUMA SALONU

Van’daki kültür ve festival parkı açılışında Akunq Ensemble da sahneye çıktı.

ZANNEDİYORUM hayatın daha fazla katlanılamaz olduğu zamanlarda imdada çoğu zaman temel ihtiyaç gibi görülmeyen sanat yetişir. En sıkıntılı anda okunan birkaç satır sizi başka bir dünyaya taşır, insanın içi dibe çökmüş kahve telvesi gibi kararmışken duyduğu bir şarkı o anda bir sonraki ana tekrar umutla bakmasını sağlar. Artık dayanacak gücümüz kalmamışken sahnede bir komedya seyredip de biraz kıkırdasak fena mı olur? Diyeceğim o ki sanat insanın her türlü derdine deva olan bir dosttur. Van’daki depremin ardından hem belediyenin hem valiliğin hem de halkın sanata bu kadar tutunmasının, onu alıp da baştacı etmesinin sebeplerinden biri bu olsa gerek. Van’da bu aralar her türlü festival, kültür sanat organizasyonu, su spor-

Milliyet SANAT Ekim 2012

ları, grandprix yarışları gırla gidiyor. Bunun muhakkak evveliyatı da var, fakat Van’da şu son aylarda her zamankinden daha canlı bir sanat ortamı var. Bundan sadece birkaç hafta önce çok büyük bir kültür ve festival parkı açıldı örneğin. Açılışta Moğollar, Ermenistan’dan gelen Akunq Ensemble, Van Project ve Koma Nevaf grupları sahne aldı. 130 bin metrekarelik alana yayılan bu parkta dev bir festival sahnesi var ve Van Belediyesi bu sahnenin önümüzdeki yıllarda pek çok etkinliğe ev sahipliği yapacağını söylüyor. Şehirde bir başka yenilik ise bölgenin en büyük kültür merkezinin açılıyor olması. Bu ay aktif olarak çalışmaya başlayacak merkezde müzik, tiyatro, şan, opera, folklor, bale ve diğer pek çok sanat dalında dersler verilecek. Şehrin bilhassa gelir düzeyi

38

Merkezde bir müzayede salonu da yer alıyor. Şahsen orada bir müzayedede bulunmayı çok isterim, zira açık artırmalara ne gibi parçaların katılacağını merak ediyorum. Unutmamak gerek ki Van, Osmanlı İmparatorluğu’nun mühim bir eyaletiydi; şehirde Avrupa ülkelerinin konsoloslukları bile bulunuyordu. Dolayısıyla beklenmedik parçalarla karşılaşmak mümkün olabilir. Kim bilir? Kentin en büyük, 350 kişilik tiyatro salonu da bu merkezin içinde. Hatta depremden sonra sahneleri hasar gördüğü için turneye çıkan Van Devlet Tiyatrosu ekibi de artık yuvaya dönmüş. Kültür Merkezi bahçesine kurulan Van Valiliği Sanat Çadırı ‘Ertuğrul Günay’ sahnesinde oynanan “Entrikalı Dolap Komedyası” bir hayli ilgi görmüş.

Şehirde kültür sanat faaliyetleriyle birlikte su sporları da ilgi görüyor.


maya teşvik etmeye önem veriyor. Van Belediyesi tarafından diğerlerine ek, son olarak Şabaniye Mahallesi’nde halkın faydalanabileceği bir halk kütüphanesi kurulmuş. Kentteki mevcut kütüphane depremde hasar görünce kapatılmış, fakat bunun yerine konteyner kentlerde 17 okuma salonu açılarak bu boşluk doldurulmaya çalışılmış. İl Kültür ve Turizm Müdürü Muzaffer Aktuğ okuma salonlarını tek tek dolaşarak kontrol ettiğini söylüyor. Talep fazla olduğundan fazladan masa sandalye koymak dahi gerekmiş.

FEQİYE TEYRAN FESTİVALİ

Kütüphane depremde zarar görünce konteyner kentlerde 17 okuma salonu açıldı.

Van’da tarihi olarak varolmuş Ermeni ve Kürt kültürü bugün kültür sanat alanında önyargılara maruz kalmadan kendine yer buluyor. 3 gün süren “Kürtçe Okuyalım” etkinliği buna güzel bir örnek. Van Belediyesi’nin çok önemsediği bir diğer aktivite ise Van Gölü Kültür Sanat ve Doğa Festivali. Çok yeni olan bu festivalde paneller, şiir dinletileri, tiyatro oyunları, dengbej (Kürt ozanlar) divanı, dans gösterileri, yazarlarla söyleşiler yer alıyor. Katılımcı sanatçılar sadece Türk değil. Ortadoğu, Avrupa bölgelerinden pek çok sanatçı (yazarlar, müzisyenler, dansçılar) geldiği gibi Ermenistan yine baş konuklardan biri. Anlayacağınız şehirde sanat bakımından ciddi bir kültürlerarası etkileşim var ki umudum bunun başka alanlara da sirayet etmesi. Van’da tarihi olarak varolmuş Ermeni ve Kürt kültürü bugün bilhassa kültür sanat alanında önyargılara maruz kalmadan kendine yer buluyor. 3 gün süren “Kürtçe Okuyalım” etkinliği buna güzel bir örnek. Bu etkinlik çerçevesinde ilk kez Kürtçeye çevrilen Franz Kafka’nın “Dönüşüm”, John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar”, Charles Lamb’in “Ulysses’in Serüvenleri”, R. L. Stevenson’ın “Define Adası” ve J. M. Coetzee’nin “Utanç” isimli eserleri de ücretsiz olarak dağıtılmış. Van belli ki okumaya, en azından oku-

Van’da hem halk hem de valilik kültür sanata tutundu.

39

Van Valiliği aynı zamanda Kürt şair ve İslam bilgini Feqiye Teyran adına da bir festival düzenliyor. Bu festival pek çok yazarı ağırlıyor. Türk yazarların yabancısı olabileceği Kürt edebiyatını, Kürt yazarların da mesafeli olabilecekleri Türk edebiyatını bu festivaller ve organizasyonlar aracılığıyla daha iyi anlayıp, bildiklerini pekiştirebileceklerini söylemek herhalde yanlış olmaz. İlgimi çeken, bu kültür festivali kapsamında yöresel ev yemekleri yarışlarının da yapılması oldu. Bana göre yemek yapmak da bir sanat olduğu için not düşmek istedim. Bu arada hemen her organizasyonda olduğu gibi tüm bu aktiviteler için konteyner kentlerden etkinlik alanlarına ücretsiz servisler kalkıyor ve en önemlisi bilhassa depremzede çocukların kültür sanat aracılığıyla rehabilitasyonuna çalışılıyor. Beş bölgede özellikle çocukların etkinlik yapacakları çadırlar kurulmuş ve bu çadırlarda çocuklara psikolojik destek, kültürel etkinlikler, resim, heykel ve fotoğraf çekimi gibi atölyeler açılmış. Öte yandan Eti Çocuk Tiyatrosu, Van’a da ulaşmış ve Vanlı ailelerden duyduğum o ki “Çizmeli Kedi” adlı oyunları sayesinde çocuklar tiyatroya gönül vermiş. Van’a görevli giden biri ile konuşuyordum, ailelerin yorumunu söyledi: ‘’Savaşacaklarına artist olsunlar.’’ Belki de sanatın gelecek üzerinde sandığımızdan daha büyük bir etkisi var. Zaten Van Vali Yardımcısı Atay Uslu’nun Gençlik Haftası etkinlikleri kapsamında söylemiş olduğu bir söz beni gerçekten çok etkiledi. Biliyorsunuz ‘dağa çıkmak’ bizim ülkemizde çoktan anlam değiştirdi. Artos Dağı’na yapılan tırmanış ve yürüşten önce açılış konuşmasında Uslu şöyle demiş: ‘’Bu dağlarda artık kin olmasın, nefret olmasın, kardeşlik olsun, sevgi olsun.’’ MS

Milliyet SANAT Ekim 2012


PLASTİK SANATLAR

Hem ustalara hem gençlere Ankara sanat ortamı eylül ayı sonu itibariyle iki yeni sanat galerisiyle tanıştı. KAV Sanat ve KAV Genç Sanat’ı, Kılınçarslan Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Nermin Kılınçarslan ile konuştuk. BORA GÜRDAŞ eurotrash@gmail.com

● Bize KAV Sanat Galerisi ve KAV Genç Sanat’ın hayata geçirilme sürecinden bahsedebilir misiniz? Çok uzun yıllardır eşim Bülent Kılınçarslan’la vakıf kurma planımız vardı. Biz Kuanta A.Ş. olarak öğrencilere burs veriyorduk zaten ama 2011 yılında Kılınçarslan Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı’nı (KAV) kurarak öğrencilere verilen bursu daha profesyonel hale getirdik. KAV Sanat Galerisi ve KAV Genç Sanat, gelirleri Kılınçarslan Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı’na (KAV) bağışlanmak üzere kurulan iki vakıf galerisidir. Vakfımızı kurarken sadece öğrencilere burs vermekle kalmayıp aynı zamanda sanatı ve sanatçıyı da desteklememiz gerektiğini düşündük. Böylece KAV Sanat Galerisi ve KAV Genç Sanat oluştu. ● KAV galerilerinin sanat ortamına katmayı hedefledikleri ve diğer misyonları nelerdir? Vakfımızın temel hedefi eğitim, öğretim, bilim, kültür, sanat ve benzeri etkinliklerle eğitim ve öğretime katkıda bulunmak. Vakfımız bünyesinde kurulan KAV Sanat Galerisi ve KAV Genç Sanat’ta sergiler gerçekleştirilecek ve aynı zamanda seminer, konferans, eğitim ve atölye çalışmaları gibi birçok etkinlik düzenlenecek. Sinema günlerimiz ve workshoplarımız olacak. Başlıca amaçları, sanata olan ilgiyi artırmak, genç sanatçılara destek olmak ve sanatsal kavramların daha çok tartışılmasına zemin hazırlamak olan KAV Sanat Galerisi ve KAV Genç Sanat’ın bu sanatsal aktivitelerden elde edeceği tüm gelir Kılınçarslan Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı’na aktarılacak; öğrencilere karşılıksız burs olarak bağışlanacak.

Milliyet SANAT Ekim 2012

● KAV Sanat Galerisi ve KAV Genç Sanat’ta şu an izlenebilen sergiler hakkında bilgi verebilir misiniz? KAV Sanat Galerisi’ni Türkiye’nin ve dünyanın ünlü sanatçılarını sanatseverlerle buluşturmak, KAV Genç Sanat’ı ise hem yetenekli genç sanatçılara destek olup onların tanınmasını hem de her gelir düzeyinden sanatseverin sanatla daha rahat buluşabilmesini sağlamak amacıyla kurduk. KAV Sanat Galerisi’nde ilk sergimiz Devrim Erbil ile gerçekleşecek. Sergide sanatçının eserleri 23 Ekim tarihine kadar izlenebilecek. Burada sanatçılarla beraber birçok etkinlik düzenleyeceğiz. KAV Genç Sanat’ta ise 35 yaşa kadar genç sanatçıların sergileri yer alacak. Burada Türk ve yabancı gençler, yeni yüzler, genç soluklar daha çok sanatsever ile buluşma imkanı bulacak. Bu salondaki açılış sergimiz ise tüm sezon KAV Genç Sanat’ta sergileri olacak gençlerin bir karması. 23 Ekim tarihine kadar ziyaret edilebilecek KAV Genç Sanat “Genç Kuşak Sergisi I”, 21 genç sanatçının resim, heykel ve seramik çalışmalarından oluşuyor. ● Önümüzdeki aylarda galerileriniz ne gibi etkinliklere ev sahipliği yapacak ? Hem KAV Sanat Galerisi hem de KAV Genç Sanat’ta sergilerimiz devam edecek. Her iki galerimizde de Türk sanatçıların yurtdışında tanıtılması konusunda çalışmalarımız olacak. Yurt içi ve yurtdışındaki sanat organizasyonlarına katılımlarımız olacak. 8 Kasım’dan itibaren KAV Sanat Galerisi’nde Aydın Ayan sergisi, KAV Genç Sanat’ta ise genç ressamlar Mustafa Karasu, Burcu Ayan Ergen ve genç seramik sanatçısı Deniz Onur Erman’ın eserlerinden oluşan sergi izlenebilecek. MS Devrim Erbil ve “Genç Kuşak Sergisi I” KAV Sanat Galerisi / KAV Genç Sanat Bitiş tarihi: 23 Ekim 2012 Telefon: (312) 491 22 32

40

KAV Genç Sanat’ta gençlerin karma sergisi izlenebilirken KAV Sanat’ta ise Devrim Erbil’in sergisi (altta) yer alıyor.

“KAV Genç Sanat’ı genç sanatçılara destek olmak ve her gelir düzeyinden sanatseverin sanatla daha rahat buluşmasını sağlamak amacıyla kurduk.” Kılınçarslan Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Nermin Kılınçarslan.


AYIN SÖYLEŞİSİ asu.maro@milliyet.com.tr

“En güzel olduğum yer tiyatro sahnesi”

FOTOĞRAFLAR: BÜNYAMİN AYGÜN

ASU MARO

Son dizilerinde ailemizin ablası, annesi rollerinde izlediğimiz Sumru Yavrucuk, bu kez bambaşka bir rolle, “Ağır Roman”ın Tina’sı olarak karşımızda. Bir yandan da tiyatro sahnesinde bir travestiyi oynamaya hazırlanıyor. 41

Milliyet SANAT Ekim 2012


AYIN SÖYLEŞİSİ

ÜLKEMİZDE tiyatrodan yıldız olunmasından söz edilebilirse, sahiden sahnenin yarattığı son yıldızlardan biri, Sumru Yavrucuk. Yıllarca televizyonda pek az görünerek, yalnızca İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda oynadığı oyunlarla, aldığı bolca ödüllerle epeyce bir hayran kitlesi edindi kendisine. Sonra gün geldi, “Yabancı Damat”ın Antepli Feride’si oldu, birden ekranlardan evimize girdi, kaşla gözle, klasik bir güzellikle değil iyi oyunculukla televizyon yıldızı olunabileceğinin örneklerinden biri oldu. “Fatmagül’ün Suçu Ne?”de Ebe Nine olarak şöhretini daha da artırdı. Bu yıl, alıştığımız ‘ailemizin iyi kalpli ablası, annesi’ rollerinin ardından bambaşka bir karakterle, “Ağır Roman”ın frapan, yürek yakan Tina’sı olarak Star ekranlarında karşımızda. Sumru Yavrucuk ile Tina’yı konuşmak üzere buluştuk, karşımıza bir de yeni tiyatro oyunu haberi ve her anı sahneyle tamamlanan zengin bir dünya çıktı... ● Geçen sezon “Fatmagül’ün Suçu Ne?” biterken pek niyetiniz yoktu yeni bir dizi yapmaya. Ne oldu sonra? Aslında çok zor bir savaştan çıkmıştım ve gerçekten hiç dizi yapmayı düşünmüyordum. Tamamen tiyatroya ayırmıştım bu yılımı. Fakat bir anda “Ağır Roman” gelince, Metin Kaçan olması, senaryoyu Ayfer Tunç’un yazıyor olması, derken öyle bir ekip oluştu ki, sadece proje üstüne öylesine bir sohbet etmek için toplandık ve bir anda bana teklif edilen rol üstünde konuşmaya başlamış bulduk kendimizi. Şartlar da biraz benim düzenime göre ayarlanmaya çalışıldı. Bir de çok değişik bir rol, beni bugüne kadar televizyonda izleyen seyircilere bambaşka bir şekilde ulaşmak da heyecan verici. Uzun soluklu işlerime baktığınızda “Yabancı Damat” var ve “Fatmagül’ün Suçu Ne?” var. Onlardan sonra bambaşka bir kadın. ● Hem romanı var, sinemada da Müjde Ar oynamıştı, sizin Tina’nız nasıl bir kadın? Yeryüzünde ne kadar aktör varsa o kadar Romeo vardır, o kadar Juliet vardır. Onun için ben romanı referans alarak kendi düşündüğüm Tina’yı biraz paylaştım ve ekipte de çok kabul gördü. İzleyici doğrudan “Ağır Roman”ı izlemeyecek. Aradan bir zaman geçmiştir, Gıli Gıli Salih’in bir oğlu olmuştur ve Salih’in tekrar Kolera’ya gelmesiyle başlar hikaye. ● Bu arada Tina ne yapmış? Romanda Tina hayatına devam eder. Salih onun için çok güzel, heyecan verici

Milliyet SANAT Ekim 2012

“Dışarıda benim yaşımda insanlar ‘Babam sizi çok seviyor, annem sizi çok seviyor’ diyorlardı. Öyle bir şey oynayayım ki dedim 60 yaşında adam gelsin bu sefer ‘Oğlum sizi çok beğeniyor’ desin. Bir şeyi iyi canlandırmak da bazen handikap haline geliyor. Bu iyi kadın, ablamız faslını bitirdiğimi düşünüyorum.” bir aşktır ama yine de Tina yaşayabilmek için kendi koşullarında kuvvetli bir adamın peşine takılır ve hayatını öyle sürdürür. Filminde Tina’yı biraz kahramanlaştırmak istemişler, Tina da Salih’le beraber intihar eder. Roman biraz daha ayakları yere basan bir hayattan bahsediyor, bizde Tina hâlâ o mahallede, bir süre sonra artık bu işleri bırakıp çekilip belli yerlere dikiş dikerek hayatını sürdüren, hâlâ bakımlı, hâlâ hayata dört elle sarılmış, çevresindeki insanlara aşk tarifleri veren, hâlâ çevresindekileri etkilemeye çalışan bir kadın. Yani yelkenleri açmış da rüzgarın esmesini bekleyen bir hatun oynuyorum. ● Esecek mi acaba? E Tina bu. Bence durur durur ve rüzgarlara kapılır. ● Herhalde çekimler başlamadan önce tiyatrodan da gelen bir alışkanlıkla Tina üzerine uzun uzun düşünmüşsünüzdür. Ona bir hikaye yazdınız mı?

Tabii canım, Tina hangi müzikleri dinler, kimlerdir arkadaşı, yolda nasıl yürür... Hepsini düşündüm... Tina farklı olmalıydı, seyirciye bir nefes aldırmam gerektiğini düşündüm. İnsanların bambaşka görmeleri gerekiyordu beni. O yüzden süslü püslü, gösterişli ve seksi bir kadını, kendi yaşının arzu nesnesini oluşturmaya çalıştım. Sesler denedim, onun yaşıtlarına bakarak sadece e’leri kapalı kullanıp çok belirgin bir Rum şivesi değil de, daha artık natürel hale gelmiş, daha harmanlanmış bir Türkçeyi tercih ettim. Tabii biraz zorlukları da var, televizyonda “Ağır Roman”ı yapmak, az küfrederek, sigara içmeden, cigaralık tüttürmeden, yani aykırı olmadan bir karanlık dünyayı anlatmak da kolay değil. ● Son oynadığınız kadınlar seksi olmak şöyle dursun, neredeyse cinsiyetsiz kadınlardı... Çok iyi kadınlardı ikisi de. Dışarıda

“Kendi tiyatromu kurmayı düşünüyorum” ● Devlet Tiyatrosunda nasıl görüyorsunuz geleceğinizi? Devlet Tiyatrosunda hemen hemen bütün oyuncuların çok zorlandığı bir süreçten geçiyoruz. Keşke her şey daha iyi niyet ortamında tartışılsa, paylaşılsa, derdimizi biz de anlatabilsek. Çünkü yıllardan beri bir reorganizasyona ihtiyacımız olduğunu biz de biliyoruz, hiçbir zaman yadsımadık. Fikri Sağlar döneminden beri sürekli bunun eksikliği ve bu hantal sistemin yetersizliğiyle ilgili dertlerimiz oldu. Ama hiçbir zaman gerekli ciddiyet gösterilmedi. O nedenle buralara geldi. Umarım güzel kararlar verilir çünkü Devlet Tiyatrosu’nun çok önemli bir yeri var, en önemlisi bölge tiyatroları. Ama başka bir sistem konuşulabilir, ben de çok sıcak bakıyorum, sadece o projeye ait oyuncularla kontrat yapılmasına. Tabii ki olması gereken de bu. Ama tamamen yok edilmesine karşıyım. ● Yeni tasarı biraz onu getiriyor gibi görünüyor...

42

Ama kimlerle sözleşme yapılacağı da çok önemli... Ya da hangi eserlerin oynanacağı da... ● Kendiniz bir tiyatro kurmayı düşünüyor musunuz hiç? Aslında bütün bu tiyatro macerama baktığım zaman, özel işlerde çok mutlu, daha özgür hissetmişim kendimi. Belki bu Kumbaracı50 bir adım olacak benim için, ayak uydurursam ben de bir alternatif sahne oluşturmayı düşünüyorum. Daha çok gençlerin yapacağı işlere ağılık vererek, buna tiyatro atölyesi de diyebiliriz, böyle bir mekan sahibi olmak istiyorum. Biraz da televizyonla bu kadar içli dışlı olma nedenim de bu. Bir projeyi eline alıp birtakım yerlere gidip onu ispat etmeye çalışmak, onun hayata geçmesi için uğraşmak çok zor bir şey. Çıktıktan sonra evet, herkes çok mutlu oluyor ama çıkana kadarki süreci ben yaşadım. Bu enerjimi en azından kendi tiyatromda, “evet şu oyunu oynayacağız, şimdi prova başlıyor, şu şu insanlarla çalışmaya başlıyoruz” diye kullanmak istiyorum.


Sumru Yavrucuk’un bir travestiyi canlandırdığı “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” Kumbaracı50’de sahnelenecek.

“Sinema da şanssızlı bir ktır gidiy or” Sinemad a parlak ya ●

bir başla pmıştınız ngıç dev Olmadı. A amı gelmedi, niy e? lt ın Portakal beri, 22 se aldığımda ne gibi bir n sü çekmiyor um. Güze redir film l bir iş gels istiyorum in , ik zaman olu i proje vardı istediğ im ştu mu popüle ramadık. Bilmiyo , r um rb kadar pop uluyorlar? Bir zam , çok üler olma a na dığım için gelmiyord teklif u, ondan s on olduğum için mi, bil ra da popüler emiyorum ticari film ... Bütün ler aldım. Bö den hemen hemen yle sınıfla teklif ndırmak d ama içind a yanlış e kendim i bulabile olmadı. O ceğ rada bir ş anssızlıktı im iş r gidiyor.

gördüğüm benim yaşımda insanlar ya da benden çok büyük insanlar “Babam sizi çok seviyor, annem sizi çok seviyor” diyordu. Ya dedim öyle bir şey oynayayım ki 60 yaşında adam gelsin bu sefer “Oğlum sizi çok beğeniyor” desin. Çünkü bir şeyi iyi canlandırmak da bazen handikap haline geliyor. “Yabancı Damat”ı oynayalı 10 sene oldu, o zaman çok daha gençtim ve insanlar beni hiç kadın olarak görmüyorlardı. Çok fazla yapışsın da istemedim, yeter o

kadar, bu kez başka bir şeyle karşılaştıracağım izleyiciyi. Zaten bir oyuncunun ömrü ne kadardır ki? Bir şeye kapılıp gidiyorsunuz ve bir bakıyorsunuz zaman geçmiş gitmiş, elinizde bir şey yok. O nedenle de ben artık bu iyi kadın, annemiz, teyzemiz, ablamız faslını bitirdiğimi düşünüyorum. ● Kadın oyuncular çok çabuk bu anne-teyze kategorisine hapsediliveriyorlar değil mi? Bağımsız bir karakter yok, özellikle or-

43

ta yaş ve üstü için. Hep genç kızlar ve erkeklerin ilişkilerinde ya onları ayıran kötü karakterler, ya birleştiren iyi karakterler bizim yaşımızdakiler için biçilen roller... Bir şeyin hikayesini anlatan, sürükleyen niyeyse biz olamıyoruz. ● Tiyatro ne oldu bu arada? Hiç bu kadar ara vermemiştiniz sanki... Aslında yakın geçmişe kadar Devlet Tiyatrosu’nda çok faal olarak çalışan bir oyuncuydum. Skor yapma niyetinde değilim. Her yıl yeni bir oyun oynayarak perde açan, çalışkan oyunculardan olmak gibi bir iddiam hiçbir zaman olmadı. Ben bir role âşık olmalıyım ve o rolle çok uzun süre flört edebilmeliyim, aşk yaşamalıyım. Genelde de hep öyle oldu. Mesela “Leenane’in Güzellik Kraliçesi”ni 10 yıl hiç bıkmadan oynadım, altıncı yedinci senede de sahne üstünde bulduğum şeylere hayıflanarak, daha önce niye bulmadım diye kendimi suçlayarak çalışan bir oyuncuyum ben. O nedenle çok oyun okudum, iki oyunu çok sevdim. Fakat biri şansızlığa uğradı, bir doku uyuşmazlığı oldu, iki üç ay prova alıp bitirdik o projeyi. Sonra Martin Sherman’ın yazdığı “Mesih” adlı oyunla çok uğraştım, çok sevdim. Bir Yahudi kızın gözünden dine, cinselliğe, kadın kimliğine bakış vardı ve çok etkili bir oyundu gerçekten. Fakat Devlet Tiyatrosu’nda son yıllarda yaşanan kaostan dolayı epeyce bekledim, bu arada bana tekst verildiği andan itibaren rolü çalıştım, ezberimi yaptım çünkü ben soğukkanlı bakıp bekleyemiyorum, durduğum yerde duramıyorum. Bu yıldan çok umudum vardı fakat bu yıl da Milliyet SANAT Ekim 2012


AYIN SÖYLEŞİSİ

repertuvara alınmadığını gördüm. Ve onu unutmak zorunda kaldım. Bütün o ezberlerin üstüne bir sünger çekerek yeni bir maceraya yelken açtım. Yiğit Sertdemir, Kumbaracı50’de oynayıp oynamayacağımı sordu. Ben de hemen kabul ettim çünkü uzun zamandır takip ettiğim, tiyatro adına alternatif, heyecan verici, güzel işler yapan bir ekip. Onlarla provalara başlamak üzereyim. ● Nedir oynayacağınız test? Aslında çok yeni yazılmış bir oyun ve daha çok yeni elimde. Daha yeni biriktirmeye başladım. Ebru Nihan Celkan’ın yazdığı bir oyun, bir travestinin hikayesi. “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”, oyunumuzun adı. Tek kişilik bir oyun. Altı yerli yazar, altı yönetmen ve altı oyuncudan oluşan bir proje hazırlıyorlar, “Altı Üstü Oyun” adı, bu da o konseptin bir parçası. İki ay sonra çıkacak gibi bir takvimimiz var, İlyas Odman’la çalışacağım vücut diliyle ilgili. Ben şimdi bir konservatuvar öğrencisi gibi acaba bu sefer nerelere sürükleneceğim diye çabalıyorum. ● Aradan bunca yıl geçmişken hâlâ bir konservatuvar öğrencisi duygusu oluyor mu? Kesinlikle. Daha iyi değil. Tabii birbirine çok fazla yakın roller oynamadığım için hep yeni bir insanı yeniden bulmak üzerine benim derdim ve bu bir travesti... Nasıl görünüyor, yaşam koşulları, paylaştıkları şeyler, toplum içindeki mücadeleleri, bunlara çok hassas ve çok doğru yaklaşmak gerekiyor. Yine bilmediğim, yine keşfedeceğim bir kadın, adı Umut. Beni en çok etkileyen şu oldu: Türkiye’de her gün üç travesti cinayeti oluyormuş. Her gün. Bu gerçekten korkunç bir istatistik. Belki sadece bunu bilmek bile bu oyunu oynamam için yeterli. ● “Yine bilmediğim ve keşfedeceğim bir kadın” diyorsunuz. Halbuki bu kadar sene içinde cebinizde vardır bir sürü malzeme, birini çıkarıp oraya uydurmayı düşünmüyor musunuz mesela? O niyetle gözü açtığım zaman bile öyle bir malzememin olmadığını düşünüyorum. Bir role o kadar koşulsuz, o kadar önyargısız bakıyorum. Ve mutlaka bunda yaratacağım bir zenginliği arıyorum. Zaten bizim ömrümüz neyle geçiyor? Neyi fazla yaptım, ne hayatımda eksikti? Hep bunu kurmaya çalışıyorsun zaten. Bu da işin aslında en güzel yanı. Bundan hiç yüksünmüyorum, benim derdim aman hakkını vereyim, ne olur daha eksiği olmasın ve o prömiyere kadar sunabileceğim her şeyi toplamış olayım. Hakikaten tiyatro prova sürecinde ceMilliyet SANAT Ekim 2012

Sumru Yavrucuk’un Tina’sı “Yelkenleri açmış, rüzgarı bekleyen bir kadın.”

“En az 12 çocuk istiyordum” ● Hiç çoluklu çocuklu bir aile

hayaliniz oldu mu? Tabii ki. Ben beş yaşındayken babamla çocuk üstüne pazarlık yapıyordum. Yani 24’ten fazla çocuğum olmasın ama 12’den de az olmasın, bir çiftlik sahibiyle evleneyim, her gün tereyağ yiyeyim, yumurta yiyeyim gibi hayallerim vardı. Tabii babam da “Ya adamın ocağına incir ağacı mı dikeceksin kızım?” diyordu. Yine 18 yaşıma geleyim ve Japonya’da bir Japonla evleneyim gibi bir hayalim oldu. İlk mesleğim de köpek berberliğiydi. ● Sonra ne oldu, bu hayallerin size göre olmadığına mı karar verdiniz? Zaten çok vaktim olmadan küçük yaşta tiyatroyu seçtiğim için mesleğime kavuşmuş oldum. O meslek de bazı zamanlamalar, kısıtlamalar getirdi. Bir şeylere o izin vermedi, bir şeylere ben izin vermedim, o yüzden olmadı. ● Memnun musunuz bundan? Memnunum tabii. Ne yaşanması gerekiyorsa onu yaşadım. Hayıflanmıyorum, keşke dediğim de bir hennem gibi olsa da ondan sonra güzel bir oyun oynadığında da cenneti buluyorsun orada. Ki ben yeryüzünde en güzel olduğum yerin tiyatro sahnesi olduğunu biliyorum. Güzel bir yürek çıkarabilmeyi arzu ediyorum, güzel derken. ● Fiziksel olarak da güzel hissediyorsunuz herhalde sahnede... Kesinlikle. Ama sahne üstünde kusarken, ya da gözlerim akmış ağlarken, benim güzel insanlarım öyle insanlar. Kaybeden insanları seviyorum, sahnede kaybetmiş

44

şey yok açıkçası. ● Köpek berberi olmadınız ama her zaman köpekleriniz olmuştur değil mi? Hayvanlarım oldu. Doğayla ilgilenmeyen bir aktörün iyi bir oyuncu olamayacağına inanıyorum. Bir oyuncunun her şeyden haberi olması gerekiyor. Özellikle bu bastığımız yeryüzünden, gezegenden. Yine kötülük düşünen bir insanın da iyi bir oyuncu olamayacağını biliyorum. Çünkü her şey paylaşmakla başlıyor, ancak paylaştığımız zaman zenginleşebiliyoruz. Ya da çocuk sahibi olmamam çocuklara karşı bir duyarlılık taşımadığım anlamına gelmiyor. Birçok hayvan sahibi var, sokaktaki hayvanlar umurlarında değil, çünkü öbürü onların köpeği, onların çocuğu, böyle bir statü kuruyorlar kendilerine. Ben yeryüzündeki herkesin benim eşim, dostum, kardeşim olduğunu düşünüyorum. İnsanlardan sorumlu olduğumu düşünüyorum, çocuksuz olmam köksüz bağsız, insanların biraz da üzüntüyle baktığı bir yaşam biçimi anlamına gelmiyor. insanların güzelliğin çıkartmaya çalışıyorum. Çünkü bir şekilde hayatla rövanş alıyorsun sahnede. Hayatta belki başa çıkamadığın bir hadiseyi tiyatro sahnesinde oynayarak hem kendini tedavi ediyorsun, hem de yeniyorsun. “Şükürler olsun ki ben tiyatro yapıyorum” diyorum. ● Size bu anlamda iyi gelen, zor bir zamanınızda tedavi eden bir oyun hatırlıyor musunuz? Oldu tabii ki. Mesela “Kadınlardan Konuşalım” dönemi hayatımda karabasan gi-


“Kadın olmak, boşanmış olmak, üstelik çocuksuz olmak seni öyle yalnızlığa itiyor ki, bu sefer ‘Üç Kızkardeş’e taktım, evet, ‘Bizi çalışmak kurtarır ancak.’ Gerçekten biraz kafamı temiz tutabilmek için çalışmak zorundayım, oynamak zorundayım.” bi yaşadığım bir süreçti. O oyun geldi ve beni tedavi etti. Şey düşünüyorum, konservatuvarda pek çok oyun çalıştık fakat hayatımızla birleşmesi henüz erken oluyor o dönemlerde. “Martı”yı oynamamış bir kız çocuğu yoktur konservatuvar sürecinde ama “Bir oyuncu gerçekten kötü oynadığını hissedince ne acı çekermiş bilemezsin” cümlesi, insan hakikaten tiyatro sahnesine çıkıp da istemediği bir oyunda elini kolunu nereye koyacağını bilemediği zaman karşılığını buluyor. Şimdi de çevreme baktığım zaman çok iyi şeyler görmüyorum, her alanda. Tiyatroya ilk başladığım günlere bakınca, bu zamana kadar gitgide yalnızlaştırılmışım. Başlı başına kadın olmak zaten bizi niyeyse bir yalnızlığa çekmeye başladı. Kadın olmak, boşanmış olmak, üstüne üstlük çocuğunun olmaması, bunlar hep statü ve seni öyle yalnızlığa itiyor ki bu sefer de “Üç Kızkardeş”e taktım, evet, “Bizi çalışmak kurtarır ancak”. Çünkü gerçekten biraz kafamı temiz tutabilmek için de çalışmak zorundayım, oynamak zorundayım. ● Hiç oldu mu istemeden oynadığınız oyun? Olmaz olur mu? Hemen hemen 30 yıldan beri Devlet Tiyatrosu’nda oynuyorum, ilk 10 yılımda dışarıda işitme engellilerle çalışmıştım, onlarla beraber oluşturduğumuz tiyatro müthiş bir şeydi ve inanılmaz şeyler öğreniyordum. Sonra Yıldız Üniversitesi”nde oyunlar koydum, bunlar tiyatrodaki ilk 10 yılımın acısını unutturdu. O dönemde tiyatroda bir repliklik oyunlar oynuyordum, ya da en iyi ihtimalle biri hastalandığı zaman da onun yerine joker gibi oynuyordum. Aslında bir düşündüğüm zaman “İyi ki oynamışım” dediğim oyunlar topu topu beş tanedir. ● İlk kendinizi iyi hissettiğiniz ve kendinizi ispat ettiğiniz oyun hangisidir? Cüneyt Gökçer yönetmişti, “Yedi Kocalı Hürmüz”de Havva’yı oynamıştım. Orada kendimde bir kıpırtılar hissetmiştim çünkü biraz da “Ay ilahi Sumru” gözüyle bakılıyordu bana ben dışarıda işitme engellilerle filan çalışırken. Sonra Kenan Işık’la 10 yıl gerçekten güzel oyunlar çalıştık. “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” 10 yıl sürdü, onunla beraber “Macbeth” oynadım o güzeldi, “Abdülcambaz” oynadık, o

iyi bir iş çıktı, “Olmayan Kadın” oynadık. Daha sonra oynadığım “Yalnız Kadın” “Şişman Kadın” benim çok sevdiğim bir projeydi. Ardından da “Leenane’nin Güzellik Kraliçesi”, Devlet Tiyatrosu maceram böyle. Son oynadığım Devlet Tiyatrosu’ndaki oyundan bahsetmek istemiyorum. ● Şu anki yaşınızda hayal ettiğiniz yerde misiniz? Benim hayallerim tiyatroda o kadar küçüktü ki. Konservatuvara girdiğim zaman televizyonda olabileceğim hiç aklıma gelmezdi. Derdim ki hep “Işık Yenersu ve Cüneyt Gökçer’in oynadığı bir oyunda sağdan sola geçeyim, vazo rolü oynayayım, onların bu macerasına tanık olayım”. Ondan sonra buna başka ustalar katıldı. Çok önemli şeyler yapayım diye bir derdim hiç olmadı benim. Ben sadece kendimi o rolle, o rolün dünyasıyla bir yolculuğa çıkardım. İyi oyaladı beni tiyatro, sadece bunu söyleyebilirim. ● Oyunculuğun hangi aşamasını seviyorsunuz? Çok fena bir şey, rol daha benim elime geldiği anda finale doğru bir geriye sayma başlıyor bende. Hazırlanma sürecini çok seviyorum. Biraz asosyal, pardon biraz mı, çok asosyal bir insanım. Genelde evimde ve prova yapacağım salonlarda yaşamayı, oralarda vakit geçirmeyi seviyorum. Onun için prova süreci en güzel zamanlarım benim. ● Hâlâ ezber yaparken örgü örüyor musunuz? O terapi. Örgü örerken kaç ilmek atarsın? Milyonlarca... Belki de hiçbir şey yapmadan salt o ezberi yapmaya çalışırsam bu kadar sabrım olmayabilir açıkçası. O yüzden şimdi müzik dinleyerek yapıyorum onu, örgü örmeye boyun fıtığım izin vermiyor. Bir de onu hayatın her yerine yaymak için evimin mesela her mekanında yapıyorum... Yemek yaparken, spor yaparken, yürüyüş bandının üstünde, her koşula yaydığım zaman o başkası olmaktan çıkıp bana ait hale geliyor. ● Bir oyuncu olarak bedeninize de iyi bakıyorsunuz, değil mi? Amacım tabii ki bedenime iyi bakmak değil ama sahneye çıkabilmek için en önemli özelliklerden biri sağlıklı olmak. Sağlıklı olmak için de spor yapmak ve ken-

45

“Hırçın, beni yak kendini yak ilişkileri sevmiyorum” ● Savaşarak ve didişerek çalışan bir oyuncu musunuz? Didiştiğim anda ne ekibe bir faydam olabilir ne kendime. Benim kendimle kavgam bana yeter. Ben yönetmenle ve ekiple buluşana kadar kendi kendime büyük kavgalar ediyorum. Ondan sonra genellikle kendi bildiklerimi bir kenara bırakarak yönetmene ve onun dünyasına hizmet etmeye çalışıyorum. Ama ben huzursuz ortamlarda ya da işini sevmeyen insanlarla çalıştığım zaman çok kötü işler çıkardığımı da biliyorum. Didişmeyi özel hayatımda da sevmiyorum. Hırçın, beni yak, kendini yak gibi ilişkileri sevmiyorum. Ha yapmadım mı, belki yaptım ama artık başka bir yerdeyim, artık kafam orada değil. ● Aşk var mı hayatınızda? Aşksız olur mu?

dini ödüllendirmekten başka çaren yok. Hele benim yaşımda artık, yememe içmeme, sporuma, kendime bakmaya dikkat ediyorum. Bir de iyi şeyler düşünmeye gayret ediyorum. Ama bu, hani iyiyi düşünelim, çağıralım, gelsin, öyle şeylere hiç takılmıyorum. Ben o teze hemen bir antitez getireyim; ben hayatımda hep “Ay rezil olacağım, kimse beni beğenmeyecek” diye sahneye çıktım. “Herkes beni beğensin” diye çağırmadım. ● Bu hep böyle mi oluyor? Bunun çaresini keşke bulsam. Ve çok özeniyorum inan, oyun öncesi bir saat kestireyim diyebilenlere, gerçekten çok özeniyorum, hiçbir kinaye yok bu sözümde, daha relaks olabilsem, gayret ediyorum ama. ● Siz ne yapıyorsunuz oyun öncesi? İlk zamanlar beş saat önce gidiyordum tiyatroya, şimdi üç saate indi. Kuliste olmak, yavaş yavaş makyajını yapmak telaşsız, gün içinde yaşadıklarından arıtmak kendini, orada yeni bir dünyaya hazırlanmak... Yıllar evvel sana demiştim ya, “Ben demode bir oyuncuyum” diye, pek bir şey değişmedi, hala öyleyim. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


SİNEMA

Bir ‘karakter jön’ü mü? Bu ay Osman Sınav’ın yeni filmi “Uzun Hikaye”yle ve yeni dizisi “Karadayı”yla karşımıza çıkacak olan Kenan İmirzalıoğlu, Türkiye’deki genel oyuncu profilinin aksine, sinemada da, televizyonda da ne istediğini bilen bir isim görüntüsü çiziyor. BURÇİN S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com

İmirzalıoğlu, senaryo seçiminde titiz, sınırlarının farkında ama hududun ötesini zorlamaktan çekinmeyen bir aktör görüntüsü çiziyor. Milliyet SANAT Ekim 2012

46

OYUNCULUK yıllar yıllar öncesinin etiketleriyle yorumlanamayacak denli yön değiştirdi. 1940 ve ‘50’li yıllarda Amerikan sinemasında zirvesini gören ‘yıldız sistemi’ zamanla hükmünü kaybetmeye başladı. Marlon Brando, James Dean ve Paul Newman gibi kendilerini ‘method oyunculuğu’na vakfetmiş yeni bir kuşak geliyordu. Film yıldızlarının devri kapanmaya, karakter oyuncularının yıldızı parlamaya başlamıştı. Bugünün sinemasında oyunculukları bu eski kavramlarla okumak kolay değil. Yıldız, jön ve karakter oyuncusu gibi kavramların içinin çoktandır boşaldığı bir dönemden geçiyoruz sinemada. Kimin hangisine tekabül ettiğini, günümüzün dijital ve teknolojik sinemasında tespit etmek eskisi kadar basit değil. Sağ olsun, magazin basınımız da devasa bir cehalet marifetiyle bu kavramları bol kepçe kullanıyor, hepsinin içini boşaltıyor. Bir oyuncu için en makbulünün hepsi arasında belli bir denge tutturmaktan geçtiğini ise hepten unutuyorlar. Peki Kenan İmirzalıoğlu bunların neresinde duruyor? İlk bakışta şunları söyleyebiliriz: Senaryo seçiminde titiz, bir oyuncu olarak sınırlarının farkında ama hududun ötesini zorlamaktan çekinmeyen, hem sabırlı ama hem de obur bir oyuncu... “Oyunculuğu bir meyve sepeti gibi düşünürsek,” demişti Boğaziçi Üniversitesi’nde katıldığı bir söyleşide mesleğinin keşfe açık yönlerinden bahsederken: “Ben oradaki bütün meyvelerin tadına bakmak istiyorum. Hepsine karşı bir şehvetim, açlığım var. Hepsini merak ediyorum.” Bununla birlikte, fiziğinin getirdiği kimi dezavantajlar var. Öncelikle bir model için gerekli uzun boy (1.90 metre) bir oyuncuya faydadan çok zarar getiren bir özellik. Kameramanlar rol arkadaşınızla sizi aynı kadraja dengeli ve estetik biçimde sığdırabilmek için akla karayı seçer. Buna bir de İmirzalıoğlu’nun kemikli ve sert ifadeli yüzünü ekleyin... Canlandıracağı rollerin geniş genelinin ‘sert erkek’ modeline oturması şaşırtıcı değil anlayacağınız. 1990’ların sonunda


Uğur Yücel ilk sinema filmi “Yazı Tura”da ona zorlu bir rol emanet etti. Askerliğini Güneydoğu’da yaptıktan sonra İstanbul’a dönünce günlük yaşamın gerçeklerine bir türlü uyum sağlayamayan Cevher onun belki de hâlâ en iyi performansı. 1950’lerde geçen “Uzun Hikaye”de Kenan İmirzalıoğlu, Bulgaryalı Ali rolünde.

“Deli Yürek”teki gözüpek genç olarak başlayan bir kariyerin “Uzun Hikaye”deki göçmen baba olarak sürmesi de... Hazır laf oraya gelmişken, neredeyse akıl hocası olarak gördüğü Osman Sınav’la yeni sinema projeleri “Uzun Hikaye”den ve oradaki karakterinden de söz edelim. 1950’li yıllarda Bulgaryalı Ali’nin (Kenan İmirzalıoğlu) delikanlılık çağlarında Eyüp’te yazlık sinema işletmecisinin kızı Münire (Tuğçe Kazaz) ile kaçmasını ve birbirlerine olan sevda öyküsünü anlatıyor. Bulgaryalı Ali’nin bir de oğlu var. Eh, İmirzalıoğlu’nun 38 yaşına geldiğini düşünürsek, artık -en azından filmlerde- baba olma zamanı gelmişti! Ailesiyle birlikte kasaba kasaba dolaşan Bulgaryalı Ali’yi karakterin kendi ağzından dökülen sözcüklerle anlatırsak, ‘haktan, eşitlikten, alın terinden yana’ bir adam. Dönemin Türkiye’sinde bunları dile getirenlerin ‘komünistlikle suçlandığı’ bilinen vakıa. Gelsin suçlamalar, ithamlar...

ANADOLU KÜLTÜRÜ Kenan İmirzalıoğlu 18 Haziran 1974’te Ankara’nın Bala ilçesine bağlı Üçem Köyü’nde dünyaya gelmiş. İlkokulu bu köyde, ortaokulu ve liseyi Ankara’da teyzesinin yanında okumuş. Çiftçilik yapan babası okumasını ısrarla istiyormuş. Bu destek onu okulda başarılı kılmış. Okulun basket takımında oynamış ve ardından da Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Bölümü’nü kazanmış. Şöhretle tanışıklığı ise aşina olduğunuz türden bir öykü: Arkadaşlarının ısrarıyla bir ajansta mankenliğe başlıyor, Best Model of Turkey’in elemelerine katılıyor. Yarışmayı kazanınca Best Model of the World’e katılıyor. Orada da birinci seçiliyor. O noktada dizi teklifleri devreye giri-

yor ve İmirzalıoğlu bunlar arasından Osman Sınav’ın teklifini kabul ediyor. “İkimiz de Anadolu kültürüne çok düşkünüz,” dediği Osman Sınav’la başladığı bu dizi, yani “Deli Yürek” bir televizyon fenomenine dönüşmüştü. ‘90’larda Türkiye’yi allak bullak eden ‘derin devlet’ rezilliklerine kendince yorumlar getiren “Deli Yürek”, ‘dizi üstü az sinema’ geleneğinin de Türkiye’deki başlatıcısı olmuştu. Diziden sonra gelen “Deli Yürek: Bumerang Cehennemi” isimli sinema filmi de 1 milyon izleyiciyi aşarak o dönem için epey ilgi gördü. Dizideki dublajı filmde bir kenara bırakılmıştı ve İmirzalıoğlu kendi sesiyle Miroğlu’na hayat vermişti. Yine de görevini layığıyla yerine getirmiş olacak ki, kimse bu ‘sözel’ değişikliği yadırgamadı.

2 MİLYON İZLEYİCİ Karakteri bıçkın Miroğlu’nun üzerine yapışma emareleri gösterdiği anda, İmirzalıoğlu da dil eğitimi için Amerika’ya gitti. Dönünce Uğur Yücel’le “Alacakaranlık” dizisini çektiler. Anlaşmış olacaklar ki, Uğur Yücel 2003’te yöneteceği ilk sinema filmi “Yazı Tura”da ona zorlu bir rol emanet etti. Askerliğini Güneydoğu’da yaptıktan sonra İstanbul’a dönünce günlük yaşamın gerçeklerine bir türlü uyum sağlayamayan ‘hayalet’ lakaplı Cevher onun belki de hâlâ en iyi performansı. Bu satırların yazarının da içinde bulunduğu Altın Koza Film Festivali jürisi o yıl En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü onun bu bol nüanslı performansına layık görmüştü. 2005’te yine bir Osman Sınav dizisi, “Acı Hayat” geldi. İki sezon ömürlü bu diziyi Suat Yalaz’ın efsanevi çizgi roman kahramanına beden verdiği “Son Osmanlı: Yandım Ali” filmi izledi. Bu ‘yeni usul aventür’ de 1 milyondan fazla izleyiciyi salonlara

47

İmirzalıoğlu, “Yazı Tura”da başrolü Olgun Şimşek’le paylaştı.

çekti. Onu 2007’de Yavuz Turgul’un yazdığı, Ömer Vargı’nın yönettiği “Kabadayı” izledi. 2 milyon biletin kesildiği film onun için bir ilkti çünkü kötü adamdı. Her şeye rağmen, klişelerle sarılıp sarmalanmış bir kötü adam olmadığı için, mafya babası Devran’da hayli parlak bir iş çıkardı. 2009’da Uğur Yücel’in heyecanlı polisiyesi “Ejder Kapanı”nda son derece kilit bir rolde karşımıza çıktı. Daha doğrusu, karakteri Akrep Celal, filmin finalindeki kilidi açan anahtarı cebinde taşıyor, film onda düğümleniyordu. İki sezon boyunca kendisine has bir takipçi kitlesi edinen “Ezel” dizisi kuşkusuz onu hayranları nezdinde daha da özel kıldı. Bu ay Osman Sınav’ın “Uzun Hikaye”siyle birlikte “Ezel”in yönetmeni Uluç Bayraktar’la yeniden buluştukları “Karadayı” isimli yeni dizisi de start alıyor. Özellikle “Karadayı”nın tanıtımlarıyla birlikte biraz aynı karakterleri tekrar etmeye başladığına dair homurtular yükselmeye başladı. Tam da aynı dönemde “Uzun Hikaye”nin vizyona çıkması onun için bir şans olacak. İşin ‘jön’ yönü cepte, eğer önümüzdeki dönemde rol skalasını biraz daha genişletebilirse, karakter oyunculuğu yolunda kritik bir viraj almış olur. Hatta ikisinin harmanıyla gelecekte bir ‘karakter jön’den dahi bahsediyor olabiliriz. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


SİNEMA

İyi oyuncu, iyi adam Tom Hanks, Hollywood’un en sevilen, en fazla gişe yapmış oyuncularından biri. Ayrıca iki Oscar ödüllü, ekip oyunculuğunu yeğleyen, alçakgönüllü bir aktör. Bu ay vizyona giren filmi “Cloud Atlas / Bulut Atlası”nda ise dört ayrı karakteri canlandıracak.

“Philadelphia”da rol arkadaşı Denzel Washington’dı.

SEVİN OKYAY sevino@gmail.com

ASLINDA sadece bu başlık bile insanda antipati uyandırmaya yeter. Her şeyden önce, hakiki görünmüyor. Bütün iyi aktörler canavardır demek istemiyoruz tabii ama Tom Hanks gibi herkesle iyi geçinen, kimseye kötülük etmemiş olanı da az bulunur. Hal böyle olunca insanın gözünün önüne sakin, saf, oyunculuk ateşinden mahrum bir iyi adam imajı geliyor. Oysa Hanks, başlarda tırnaklarıyla kazımak zoMilliyet SANAT Ekim 2012

runda kalsa da başarıya nispeten çabuk ulaşmış, üstüne prova edilmiş gibi oturan romantik komedi karakterine takılıp kalmamış, sahiden iyi bir oyuncu. Tom Hanks, “Philadelphia”da ona ilk Oscar’ını getiren AIDS’li avukat Andrew Beckett’ten, “Azap Yolu / Road to Perdition”da oynadığı, 1930’ların Chicago’sunda, öldürülen aile üyelerinin intikamını alma peşindeki gangster Michael Sullivan’a kadar uzanan bir galerinin her karesinde aynı derecede başarılı oldu. Aynı zamanda, kendi çıkarını rahatlıkla göz ardı edebileceğini “Apollo 13”te ilk hakiki hayat karakterini, astronot Jim Lowell’i canlan-

48

dırırken kanıtladı: Ona bir Oscar daha getirebilecek olan bu rolde, kendini geri plana çekip, ekip oyunculuğu içinde kaybolmayı bildi.

HER DEVRİN AKTÖRÜ Bu ay da onu Wachowski Kardeşler ile Tom Tykwer’ın “Cloud Atlas”ında, dört ayrı karakter olarak izleyeceğiz: Dr. Henry Goose, Isaac Sachs, Dermot ‘Duster’ Hoggins ve Valleysman Zachry. “Her şey birbirine bağlıdır” türünde bir tanıtım cümlesine sahip olan filmde, tarihin çeşitli dönemlerinden karakterlere hayat veriyor Hanks. Evet, halim selim Tom Hanks, her dev-


na yakındı. Benzer romantik komediler ardı ardına sıralandı. Ama onun yetenekli bir aktör olduğu kanısını pekiştiren ve ilk Oscar adaylığının yanı sıra bir de Altın Küre getiren film, Penny Marshall’ın “Big / Büyük”ü (1988) oldu. Hanks bu filmde büyük adam bedeni içine hapsolmuş 12 yaşındaki Josh’u oynamıştı. Ne yazık ki, bu filmden sonra rol aldığı filmler beğenilmedi. Üstelik de birinde, “Joe Versus the Volcano / Joe Yanardağa Karşı”da (1990) daha sonra çok başarılı bir ikili oluşturacağı Meg Ryan’la oynadığı halde.

Hanks, yeni filmi “Bulut Atlası”nda Halle Berry ile.

rin aktörü. Komediyle dram arasında dolaşıyor, her türde başarılı oluyor. Filmografisi de ‘en iyi filmler’ listesinden farksız. Çeşitli ‘Gelmiş Geçmiş En Büyük Sinema Yıldızları’ listelerine de dahil. Hollywood’un çılgın gece hayatından uzak duran, dedikodulara karışmayan iyi bir aile babası oluşu da cabası. Çocukluğunda ‘alışkın olduğu yerden koparılma’ tecrübesi yaşamış. İstikrarlı bir aile hayatını her şeye tercih ettiği belli. Tom Hanks, sıradan bir adamın, sıradan bir aile babasının yaklaşımına sahip. Zaten onun yakışıklılığı da rahatsız etmeyen, fazlaya kaçmayan bir sıradan adam yakışıklılığı. Onu biraz bu ‘sıradan’ görünme özelliği ve de oyunculuğu nedeniyle eskinin yıldızlarıyla karşılaştırıyorlar: James Stewart, Cary Grant, Henry Fonda ve Gary Cooper. Ama ille de James Stewart. Daha önce “Philadelphia” ve “Forrest Gump”la iki Oscar alan aktör, ödüle üç kere de aday oldu: “Big”, (1988), “Saving Private Ryan / Er Ryan’ı Kurtarmak” (1998) ve “Cast Away / Yeni Hayat” (2000).

SAHNE ARKASI “Philadelphia”dan sonra ikinci kez rolü için zayıflamak zorunda kaldığı “Cast Away”i, “Denizkızı / Splash” ve “Forrest Gump”ta da birlikte çalıştığı Robert Zemeckis yönetti. Geçen yaz, “The Polar Express”te de işbirliği yapan ikilinin yeni bir projede, “Major Matt Mason” uyarlamasında yeniden bir araya geleceği söyleniyor.

ROMANTİK KOMEDİ DÖNEMİ Thomas Jeffrey Hanks, 1956 yılında California’da doğdu. Annesiyle babası o beş yaşındayken boşandı. Gezgin aşçı olan babası Tom’u ve üç kardeşini alarak Reno’ya gitti. Çocukluğunda oradan oraya epeyce dolaşan Tom Hanks, sonunda Oakland’da liseyi bitirdi. Komedyenlik yeteneği daha o zamandan ortaya çıkmıştı. Sonra tiyatro okumak için California Devlet Üniversitesi’ne yazıldı ama Lakewood, Ohio’daki Great Lakes Shakespeare Festivali’nde staj yapmak için okulu bıraktı. 1978’de, 22 yaşındayken, “Veronalı İki Centilmen”deki Proteus rolüyle eleştirmenlerden ödül aldı. O yıldan başlayarak üç yıl boyunca yaz aylarını Shakespeare festivallerinde, kışları da tiyatroda, sahne arkasında geçti. Bu üç yılın sonunda, oyuncu olmak için önce New York’a, sonra Los Angeles’a göç etti. 1980’de düşük bütçeli korku filmi “He Knows You’re Alone”da küçük bir rol kaptı. Sonra, kısa ömürlü sit-com “Bosom Buddies”de kadın kılığına giren bir adamı oynadı. Bu rol Hanks’in popüler dizilerde konuk oyuncu olmasını sağladı. Dizilerden birinde, “Happy Days”de Ron Howard da oynuyordu, genç aktörün oyunundan etkilendi. Ona yönettiği “Splash / Deniz Kızı”nın (1984) başrolünü verdi. Şahsen ben denizkızı Madison’ı da (Daryl Hannah), önce onunla nasıl başa çıkacağını, sonra ruhsuz bilim adamlarından onu nasıl kurtaracağını bilemeyen Tom Hanks’in canlandırdığı Allen’i de unutamadım. Genç Hanks, rahat bir komedyendi, ca-

Meg Ryan’la “Joe Yanardağa Karşı”dan sonra yeniden bir araya geldiği Nora Ephron filmi “Sevginin Bağladıkları” 1993’ün en çok iş yapan filmlerinden biri oldu. Aynı ekip, beş yıl sonra aynı başarıyı “Mesajınız Var” ile tekrarlayacaktı. 49

Hanks’i bu tatsız dönemden, “A League of Their Own / Kızlar Sahada” (1992) ile yönetmen Penny Marshall kurtardı. Hanks, bu filmde kadınlardan oluşan bir beyzbol takımının alkolik, tükenmiş hocasını oynuyordu. Meg Ryan’la yeniden bir araya geldiği Nora Ephron filmi “Sleepless in Seattle / Sevginin Bağladıkları” ise 1993’ün en çok iş yapan filmlerinden biri oldu. Aynı ekip, beş yıl sonra aynı başarıyı “You’ve Got Mail / Mesajınız Var” ile tekrarlayacaklardı. Aynı yıl Jonathan Demme’nin yönettiği “Philadelphia” geldi, Hanks ilk Oscar’ına kavuştu. Artık bir A-Listesi aktörüydü. “Forrest Gump” (1994) ise ona, Spencer Tracy’den sonra, arka arkaya iki yıl Oscar alan ikinci aktör olma onurunu kazandırdı. Saygınlığı yerli yerinde, onu stüdyolar da seviyor, yönetmenler de. Tabii, seyircilerini ve “Toy Story / Oyuncak Hikayesi”nde (1995) seslendirdiği Woody’ye âşık olan bilumum çocukları da buna ekleyebiliriz. Ben onun ilk yönetmenlik denemesi olan “That Thing You Do!” (1996) ile de başarıyı yakaladığını düşünüyorum. 1998’de bir mini dizi yarattı ve bazı bölümlerini yönetti: “From the Earth to the Moon”. Bu işten anlıyor gerçekten. Kanıt lazımsa, hemen yapımcılığını üstlendiği iki televizyon serisini, “Band of Brothers” ile “The Pacific”i örnek gösterelim. Filmografisinde “The Green Mile / Yeşil Yol” (1999), Spielberg’in yönetmenliğinde rol aldığı iki filmi, “Catch Me If You Can / Sıkıysa Yakala” ve “Terminal” (2004) ve “Charlie Wilson’s War / Charlie Wilson’ın Savaşı”nın da önemli köşe taşları olduğunu da unutmayalım. Tom Hanks, hep kuşağının en yetenekli, saygın aktörlerinden biri, eğlence dünyasının en geçimli kişisi, en güvenilen şöhret oldu. Dedik ya, sıkıcı sanki ama elden bir şey gelmiyor. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


SİNEMA “Pazarları Hiç Sevmem”de başrollerde Edhem Dirvanavar ve Melisa Sözen.

İlk filmlerin kalesi Antalya ‘Mizah, muhalefet ve demokrasi’ temasıyla, 6-12 Ekim tarihlerinde düzenlenecek olan 49. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ulusal yarışma seçkisi güçlü mü? Kaçırılmayacak filmler ve etkinlikler neler? CEYDA AŞAR ceydaasar@gmail.com

GEÇEN sene, ‘kadın’ temasıyla yola çıkan Antalya Altın Portakal Film Festivali, gerek ulusal yarışmadaki bazı filmlerin kadın temasına sorunlu bakış açısıyla, gerek jürinin kadınlardan kurulu oluşuyla, gerekse kadına karşı şiddete ‘karşı’ duruşunu müsamere biçimindeki bir gösteriyle aktarmasıyla tepki toplamıştı. ‘Tema’ konusunda ısrarlı olan festival, şimdi de ‘mizah, muhalefet ve demokrasi’ diyor. Tema seçiminin bu kez çok daha yerinde olduğunu teslim etmek lazım. Bakalım, ‘tema’ bu kez festivale ayak bağı mı olacak yoksa onu ileriye mi taşıyacak? Dahası tema ile bütünleşen bölümler ve filmler doyurucu olacak mı?

ANTALYA- ADANA ÖDÜL KURU Geçtiğimiz yıllarda, Adana Film Festivali’nin atağa geçip, tarihini değiştirmesi, Milliyet SANAT Ekim 2012

para ödüllerini arttırması ve yıllardır yerli sinemanın ‘prömiyer’ önceliğine sahip Antalya kalesini tehdit etmesiyle Adana- Antalya hattı üzerinde çekişmeler yaşandı. Bu yıl da 17- 23 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Altın Koza, Yeşim Ustaoğlu’ndan, Derviş Zaim’e, Erden Kıral’dan, İnan Temelkuran’a ve Pelin Esmer’e kadar pek çok yönetmenin dünya ve Türkiye prömiyeri için tercihi oldu. Altın Portakal ise bu yıl, para ödülünü arttırıp rekora imza attı. Adana’nın en büyük para ödülü olan, en iyi filme verilen 350 bin lira, Antalya’da 400 bin liraya tekabül ediyor. Bakalım seneye dalgalı ödül kurunda ne tür iniş-çıkışlar yaşanacak? Siyasi ve ödül odaklı rekabet, kültürel rekabetin önüne mi geçecek yine? Antalya’nın her sene tartışılan önemli başlıklarından bir diğeri olan jüri meselesi de henüz festival başlamadan Levent Kırca’nın tepkisiyle gündeme gelmişti. Jüri sonuçları da yine gündeme etki edebilir. Keza bu yıl da jüri hem çok sayıda üyeden oluşuyor hem de disiplinlerde sadece sinema alanı ile kısıtlı kalınmamış. Başkanının Hülya Avşar olduğu jüri, popüler isimler ile alanı-

50

Antalya’dan seçmeceler ● Peki mizah nerede? Tema, her bölümde kendini göstermiyor. Yer yer sergilere, yan etkinliklere sıkışmış durumda. Türkiye Mizah Zirvesi kapsamında, Tan Oral, Metin Üstündağ, Behiç Ak, Erdil Yaşaroğlu gibi çizerlerin karikatürlerinin yer aldığı bir sergi mevcut. Tan Oral’ın, 1970 yapımı ödüllü animasyon filmi “Sansür” de gösterilecek. ● Kaçmaz filmler: Istvân Szabû, Michael Haneke, Kim Ki Duk, Abbas Kiarostami, Dariush Mehrjui, Ken Loach ve Bernardo Bertolucci’nin yeni filmleri... Şehri temizleyerek ruhunu da arındırmaya çalışan ünlü bir fotoğrafçının eğlenceli öyküsünü anlatan “The Orange Suit”in galasına İranlı ünlü yönetmen Dariush Mehrjui de katılacak. ● Anılarına: Metin Erksan’ın kült filmi “Kuyu”yu, Seyfi Teoman’ın yönettiği “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” i ve Emin Alper’in yönettiği “Tepenin Ardı”nı bir daha izlemek için... ● Onur Ödülleri: Festival bu yıl yaşam boyu onur ödüllerini, oyuncular Salih Güney, Meral Zeren, Güler Ökten; yapımcı Necip Sarıcı ve yönetmen Duygu Sağıroğlu’na takdim ediyor.

nın uzmanlarını bir araya getirmesiyle hem tribüne oynuyor, hem sektöre hem de akademik çevrelere... Bu karma jüriden çıkacak sonuçlar da büyük bir merak konusu. Jüri üyeleri ise şöyle: Barış Pirhasan (yönetmen), Prof. Dr. Barbara Boyle (yapımcı akademisyen), Levent Kazak (senarist), Uğur İçbak (görüntü yönetmeni), Prof. Dr. Gülseren Güçhan (akademisyen, Uluslararası Eskişehir Film Festivali Yönetmeni),


Genç yönetmenlerin çoğunlukta olduğu ulusal yarışma filmlerinde, ‘çok genç karakterlerin yolculukları’ gibi ortak bir eksenden bahsetmek mümkün. Selçuk Yöntem (oyuncu), Sümer Tilmaç (oyuncu), Ayşegül Aldinç (müzisyen oyuncu), Pelinsu Pir (oyuncu), Tunca Arslan (SİYAD Başkanı, sinema yazarı), Mine Kırıkkanat (sosyolog - yazar), Erdil Yaşaroğlu (karikatürist - mizah yazarı).

ULUSAL YARIŞMADA ‘GENÇLİK’ Yarışmaya başvuran filmlerin daha önce hiçbir ulusal festivalde gösterilmemesi koşulu Adana ülkesinden Antalya ülkesine geçişi engellese de, yine filmlerin 4’ü Türkiye, 6’sı ise dünya prömiyerini Altın Portakal’da gerçekleştirecek. Önceki yıllarda olduğu gibi yine ‘ilk’ filmini çeken, ‘80 sonrası doğumlu yeni bir sinemacı neslin ağırlığı dikkat çekiyor. Altın Portakal, başvuran 44 filmden 11’ini yarışmaya değer bulmasıyla yola ilk kez çıkanlar için önemli bir ‘sınanma mercisi’ ve görücüde beğenilmeyen vasat örnekler için de bir nevi ‘ilk ve son durak’ kimliğini kazanmış durumda. Bundan sonra da Antalya, Adana ile rekabet hususunda yeni bir karar almazsa, ‘ilk’lerin kalesi olmaya devam edecek gibi görünüyor. Filmlerin konusu itibariyle de bu ‘genç’ ruh hissediliyor. Ulusal yarışmada, ağırlıklı olarak, çok genç karakterlerin yolculukları gibi ortak bir eksenden bahsetmek mümkün. M. Çağatay Tosun’un “Derin Düşün-ce” sinde annesini ölü bulan Derin’in babasını hayata döndürme

Ağustos ayında kaybettiğimiz usta yönetmen Metin Erksan anısına gösterilecek “Kuyu” filminde Hayati Hamzaoğlu ve Nil Gömcü rol alıyorlar.

çabası aktarılıyor. Ahmet Sönmez’in “Elveda Katya”sı, 18 yaşına giren Rus kızı Katya’nın Trabzonlu kaptan babasını bulma macerasını anlatırken, Rum nine Agapi ile 20’li yaşlardaki torun Elpida’nın Ege’ye yolculuğunu konu alan “Evdeki Yabancılar”, Dilek Keser- Ulaş Güneş Kacargil ikilisinden geliyor. Türkiye’yi ailesi ile terk etmek zorunda kalan 12 yaşındaki Veysel’in öyküsünü anlatan “Güzelliğin On Para Etmez”in yönetmen koltuğunda ise eğitim aldığı Viyana Film Akademisi’nden onur ödülü alan Hüseyin Tabak yer alıyor. Film, dünya prömiyerini Karlovy Vary Film Festivali’nde ana yarışmada gerçekleştirmişti. Yaşlı- genç karşılaşmasını biri 50 biri 19 yaşındaki iki kadın üzerinden anlatan “Kuma” ise yine Viyana’dan bir başka ismin, Umut Dağ’ın imzasına sahip. Yurt dı-

Fatih Al, Melpo Zarokosta ve Romy Vasiliadis’in (soldan sağa) rol aldıkları“Evdeki Yabancılar”, ulusal yarışmada.

51

şında sinema eğitimi alan bu iki isim festivalde dikkat çekebilir. Rezzan Tanyeli de 1980 kuşağı değil ama “Pazarları Hiç Sevmem”de ‘genç’ bir hikayenin peşinden gidiyor. Melisa Sözen, Umut Kurt gibi oyuncularla, baba vasiyetini yerine getirmek için çıkılan bir yolculuğu anlatıyor. Vizyona girdiğinde, mizah ile dram dozu ve senaryo omurgasındaki sorunlar nedeniyle olumlu eleştiriler alamayan film, bakalım Antalya’da nasıl karşılanacak? Küçük kızı ve annesi ile hayata tutunan Zeynep’in hikayesini anlatan “Zerre” ise yine bir ilk film. Seçkide farklı bir eksende yer alan “Küf” ise büyüklerini arayan diğer karakterlerin aksine, tutuklanan oğlunu 18 yıldır arayan demir yolu bekçisi Basri’nin hikayesini anlatıyor. Yönetmen Ali Aydın, Antalya’dan önce, Venedik Film Festivali’nde Geleceğin Aslanı ödülünü kazanarak adını duyurmuştu. Bu film de yarışmanın güçlü adaylarından olacak gibi... Köy enstitülerini işleyen konusu ve Erkan Can’ın yapımcılığı nedeniyle vizyona girdiğinde dikkat çeken Ali Adnan Özgür’ün “Toprağın Çocukları” ise seçkiye ‘toplumsal’ bir doku katıyor. “Hile Yolu” da işlenmeyen bir konuya farklı bir cepheden bakarak, azınlıklara ve gayrimüslimlere yönelik cinayetler işleyen suç hücresinin iki üyesi üzerinden Hrant Dink cinayetine kadar uzanıyor. 11 filmden 9’unun ‘ilk’ film olduğu yarışmada ise ‘deneyimli’ bir isim olarak Tunç Okan, Fakir Baykurt’un “Kaplumbağalar” adlı romanından uyarladığı “Umut Üzümleri” ile piyasa ekonomisi ve kırsal yaşam arasındaki çelişkiyi irdeliyor. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


SİNEMA Romen sinemacı Cristian Mungiu’nun yönettiği “Tepelerin Ardında” adlı filmdeki performanslarıyla Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü paylaşan Cosmina Stratan (solda) ve Cristina Flutur...

Şekerci dükkanına girmek gibi... filmekimi, 29 Eylül - 7 Ekim tarihlerinde, festivallerin dikkat çeken, ödül alan filmlerini; usta yönetmenlerin yeni yapıtlarını izleyici karşısına çıkarıyor. ESİN KÜÇÜKTEPEPINAR esin@sinema.com

FİLMEKİMİ’NİN programı şekerci dükkanına girmek gibi. En halis yönetmenlerin en yeni filmlerini görmek isteyen sinemaseverler için tam bayramlık. Ne var ki Michael Haneke, Bernardo Bertolucci, Abbas Kiarostami, Kim Ki-duk, Ken Loach derken, bu göz alıcılıkta sağa sola saldırıp, hazmı da zorlamak mümkün. Bazıları vizyona girdi girecek ama festival ortamında film görme ve ödüllü filmleri bir an önce izleme ayrıcalığı çok cazip elbette. ‘Festival’ tarafına dönersek İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, 39 filmlik yani artık ‘mini’likten çıkmış festivalimiz 29 Eylül - 7 Ekim arasında İstanbul’da olacak. Gösterimler İstanbul’da Atlas, Beyoğlu ve Nişantaşı Citylife City’s sinemalarında... filmekimi, aynı tarihte Bursa’da da başlıyor ama kısa kesip memleketin yakın ve uzak başka cenahlarına; İzmir, Ankara, Erzurum, Diyarbakır ve GaziMilliyet SANAT Ekim 2012

antep’e de gidiyor. Ayrıca Van ve Batman’da da ücretsiz gösterimler yapılıyor. Detaylı bilgi isteyenlere iksv.org’da her şey mevcut. Vodafone FreeZone sponsorluğunda gerçekleştiğini belirtmeyi de unutmayalım; bir de, Vodafone abonesi bir bilet aldığında ikincisi bedavaya geliyor.

HAYATIN KAÇINILMAZI “Aşk / Amour” hakkında izlemeden de yeterince bilgi sahibisiniz. Michael Haneke’nin Altın Palmiyeli yeni filmini ‘yaşlı bir çiftin son demleri’ olarak özetleyebilirdik. Ne var ki üstat yaşlılığın kaçınılmaz arızalarıyla ilgili müthiş bir derinliğe iniyor ve “Beden iflas ettiğinde ne kadar onurlu olabilirsiniz?” gibi hayati bir soruyla ilgileniyor. Haneke samimiyet ve yalınlıkla tespit ediyor ki, Paris’te bir apartman katında incelikle kurulmuş, sakin yaşama ‘müdahale eden parazitler’ bazen bizzat öz kızınız olabilir. Veya, kendini savunamamak bazen yaşlılığın ne demek olduğunu kavrayamayan bir hemşirenin eli hoyrata kaçan bir şevkle taradığı saç gibi feci can acıtıcı bir şey olabilir. Jean-Louis Trintignant’ın canlan-

52

Bob Marley belgeseli “Marley”, filmekimi’nde gösterilecek.


dırdığı karakter, sevgili karısının (Emmanuelle Riva) savunmasızlığında kendini bekleyen benzer akıbeti de görmezden gelemeyecektir elbette.

‘AŞKIN’ TEZAHÜRLERİ “Aslı Gibidir / Certified Copy”nin ardından ikinci kez memleketi İran dışında film çeken Abbas Kiarostami, “Sevmek Gibi / Like Someone in Love”la bu kez Japonya’da. Aslında fazla uzağa da gitmemiş; İran’la Japonya arasında ‘doğulu’ ortak bir damar bulmuş. Yönetmen, yaşlı bir adamın şehvet dürtülerinden kerhen baba figürlüğüne çark ettiği filmde genç bir kadının refah toplumundaki erkekler tarafından algılanış biçimleri hakkında tespitler yapmış. Refah toplumu insanı, Danimarkalı ünlü yönetmen Thomas Vinterberg’in “Onur Savaşı / Jagten”inin de mevzusu. Başrol oyuncusu Mads Mikkelsen’in Cannes’dan En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldığı “Onur Savaşı / Jagten”, cinsel tacizle suçlanan öğretmenin dışlanma sürecini gayet etkileyici anlatıyor. Gelgelelim küçük kızın masumane sevgi talebinin şeytani bir ‘Chucky bebek’ edasına dönüşmesi feci irkiltici. Aile kurumunun ve çocuğun selameti adına aynı çocuğun gözden çıkarılması ise hayret verici! “Onur Savaşı”nın Cannes’da birlikte yarıştığı “Tepelerin Ardında / Dupa Dealuri” de filmekimi’nde. “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün / 4 Luni, 3 Saptamani si 2 Zile” (2007) filmiyle Altın Palmiye kazanan Romen sinemacı Cristian Mungiu’nun Cannes’dan senaryo ve kadın oyuncu ödülleriyle döndüğü film gerçek bir olaydan esinlenmiş. Film, Tanrı aşkı adına manastırdaki bir şeytan çıkarma ayetinde hayatını kaybeden genç kızın öyküsü üzerinden cehalet musibetini ve ülkenin içinde debelendiği durumu ‘serinkanlı’ bir sinemayla anlatıyor. Bernardo Bertolucci’nin yeniyetme dürtüleri ve büyüme sancılarını anlattığı “Ben ve Sen / Io e Te” adlı yeni filmi ise şaşırtacak. Şahaneliğinden değil de bir zamanların çağ açan filmlerine imza atan bir üstadın eski moda ile incelikli olmayı birbirine karıştırması dolayısıyla...

‘BASTIRILDIM’ O HALDE VARIM! Mizahın da bir başkaldırı biçimi olduğunun bilincinde olan İngiliz usta sinemacı Ken Loach, “Meleklerin Payı / The Angels’ Share”ında komedi kisvesiyle vasıfsız ve seçeneksiz bırakılan işçi sınıfından gençlere destek vermiş. Adını, fıçılarda bekletilen viskinin her yıl yüzde ikisinin buharlaşıp yok olmasına verilen deyişten alan film,

Emmanuelle Riva, Haneke’nin Altın Palmiye ödüllü “Aşk”ında başrollerden birinde.

“Aslı Gibidir”in ardından ikinci kez memleketi İran dışında film çeken Abbas Kiarostami, “Sevmek Gibi / Like Someone in Love”la bu kez Japonya’da. Aslında fazla uzağa da gitmemiş; İran’la Japonya arasında ‘doğulu’ ortak bir damar bulmuş. ‘soygun filmi’ türüne de meylederek damakta gayet şahane bir tat bırakıyor. Verdiği hak arayışında mucizelere ihtiyaç duymamızdan da kaynaklı bir keyif... Sert bir uyarı için Venedik’ten taze ödüllü, Altın Aslan kazanan “Pieta” var. Adını Michalengo’nun meşhur Meryem Ana’nın İsa’nın cansız bedenini kucağına yatırdığı meşhur heykelinden alan Kim KiDuk imzalı film, günümüzün acımasız kapitalist aleminde telef olan insanlığa dair şiddetli bir uyarı mahiyetindeymiş. Bu arada haksızlığa, yenilmişliğe direnen, sömürge sonrası Jamaika’nın özgürlük davasını ‘kahramanca’ sırtlanan Bob Marley’nin belgeseli “Marley” sadece bir müzisyen filmi değil; felsefesi ve yankılarıyla da bu iki ucu bıçaklı durumu anlamaya çalışan iyi bir yapım! Şili’deki Pinoche diktatörlüğünü anlamayı ve anlatmayı adeta saplantı haline getiren genç yönetmen Pablo Larrain’in bu mevzudaki üçüncü filmi “No”ya da ilgi göstermek şart. Yılın en parlak filmlerinden “Düşler Diyarı / Beasts of the Southern Wild”, ABD’nin doğal felaket sonrası ihmal edilmiş bölgelerinden Louisiana’da ‘fantastik’ bir hayatta kalma öyküsüyle karşımıza geliyor. Genç yönetmeni Benh Zeitlin da, her adımda klişelere saplanacak gibi görünen ama layıkıyla altından kalktığı filmi “Düşler Diyarı” da gözünüzden kaçmasın! “Kar / Snijeg” ile ilgiye mazhar olan Saray Bosnalı genç kadın yönetmen Aida Begic ise bu yıl Cannes’da izleyiciyle buluşan yeni filmi “Çocuklar / Children of Sarajevo”

53

Tadashi Okuno (solda) ve Rin Takanashi, “Sevmek Gibi”de...

ile gayet etkileyici. Savaştan neredeyse 20 yıl sonra dâhi görünüşteki barış havasına rağmen bölgedeki gerilimin arka sokaklarda aynen devam ettiğinin resmini çiziyor film. Lakin savaş acılarının kolay sarılmayacağını bilmemize rağmen yönetmenin de yer yer kendini alamayarak bazı tiplemeleri keskinleştirmesi göze batıyor. filmekimi’nde yeni filmi “Killer Joe”yla bulunan William Friedkin’in merakımızı cezbediyor. Brian De Palma’nın Venedik’te yarışan filmi “Tutku / Passion”ı ise adının altını doldurmayan ruh haliyle fazla şablon kalıyor. Fatih Akın’ın baba memleketindeki çevre felaketini anlattığı belgeseli “Cennetteki Çöplük” ise, en çok da kokuyu önlemek adına çöplüğün etrafına duvar ören ‘uçuk’ zihniyetimizle iç acıtıyor. Adlarını anmaya yer kalmayan diğer filmleri keşfetmek ve dünya hallerinin bu farklı tezahürlerine seyirci kalmamak adına festivali izlemek de yine bize kalıyor. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


SİNEMA

Yeşilçam’ın kırılgan sarışını Geçen ay 7. kez düzenlenen Datça Altın Badem Kültür ve Sanat Festivali’nin onur konuğu olan Filiz Akın’ın sinemaya giriş öyküsü Artist Dergisi’nin yarışmasıyla başlıyor. Akın’ın Artist’in yarışmasına gönderdiği fotoğraf. AGAH ÖZGÜÇ milsanat@milliyet.com.tr

kasyalar filmi “A sel Akın, ilk rolü Gök ”de baş n e rk a ç A . paylaştı Arsoy’la

‘60’LI YILLARDA ‘beyaz perdenin ideal çifti’ olarak tanımlanan Belgin Doruk - Göksel Arsoy ikilisi arasında bir anlaşmazlık çıkmasaydı, belki de Filiz Akın olmayacaktı. O kırılgan sarışınlığıyla Yeşilçam’a tipleme açısından devrimci bir yenilik getiren Filiz Akın’ın ‘doğum öyküsü’ şöyle gelişir: “Bir Demet Yasemen” (1961) ünlü çiftin, Belgin Doruk - Göksel Arsoy ikilisinin son filmleridir. Ve birlikte yeni çekecekleri film için, yapımcı eşi Özdemir Birsel, “Belgin öpüşemez” diye bir madde ekler sözleşmeye. Arsoy’un şartı ise, afişlere ve filmle ilgili tüm reklamlara isminin başta ve Belgin Doruk’tan önce yazılmasıdır. Ayrıca Arsoy’un izni alınmadan, filmin hiçbir sahnesi çıkarılmayacaktır. Bu koşullarda taraflar arasında uzlaşma asla gerçekleşemez. Arsoy, yeni filmleri için aldığı bonoları iade eder. Sonunda mahkemelik olurlar. Tam bu sırada dönemin ünlü sinema - magazin dergisi Ses’te “Arsoy, hiçbir şey değildir, bugüne kadar filmlere Belgin Doruk iş yaptırdı” diye bir röportaj yayımlanınca, sinirler iyice gerilir. Ve Göksel Arsoy, “ Ben sokaktan bir kız alırım, o film kapıları kırar” diyerek, Ses’in rakibi Artist Dergisi’nin sahibi Recep Ekicigil’le ortaklaşa, gençler arasından bir ‘artist yarışması’ düzenler. Göksel Arsoy’un ‘partöner müsabakası’dır bu. Arsoy’un iddiası bir yere kadar doğrulanır. Gerçekten, ismini kimsenin bilmediği yeni bir yıldız adayı Filiz Akın’la oynadığı “Akasyalar Açarken” vizyona girdiğinde sinema önlerinde kuyruklar oluşur. Milliyet SANAT Ekim 2012

Filiz Akın va oğlu çocuk yıldız İlker İnanoğlu, “Yumurcak” adlı filmde...

54


Oysa o yıllarda magazin basınının dikkatle izlediği olaylı bir ayrılıktan sonra, zor durumda olan Göksel Arsoy’dur. Arsoy’un Belgin Doruk’la aralarının açılmasından çok önce, başka yapımeviyle yapılmış bir sözleşmesi vardır. Yapımcı-yönetmen Hulki Saner’in şirketine Belgin Doruk’la bir film yapmak zorundadır. Aksi halde yüksek bir tazminat ödeyecektir. Başka çaresi de yoktur. Saner, hem Göksel’i, hem de kendi durumunu kurtarmak için araya girip, önce ünlü ikiliyi barıştırır. Aralarında yeni bir anlaşma sağlanır. Ve Göksel Arsoy, Artist Dergisi’nin yarışma sonuçlarını beklemeden Belgin Doruk’la “Aşka Karşı Gelinmez” adlı filmde yeniden bir araya gelmek zorunda kalır.

BİRİNCİ VE İKİNCİ KIZ KİM? Yarışmaya dönersek, İzmirli Türkan Aksu, Ayşe Nur Aksoy, Tülay Akatlar, Selma Akçan, Seban Saltukap ve Sevil Yurtmen, Arsoy’a ‘partöner’ olabilmek için yarışmaya katılan iddialı adaylar arasındadır. Özellikle de Ayşe Nur Aksoy ve Tülay Akatlar öne çıkıp Arsoy’un dikkatini çeker. Kazanan, 8 Mayıs 1962 tarihli ve ‘94 sayılı Artist Dergisi kapağında “Müsabakamızın birincisi Göksel Arsoy’a ‘partöner’ oldu” başlığıyla duyurulur. Ve kapakta fotoğrafı yayınlanan genç kız, önceki sayılarda adı geçmeyen, Ankaralı Maarif Koleji öğrencisi, 18 yaşındaki, Yunan yıldız Aliki Vuyuklaki benzeri Filiz Akın’dır. Ve yıllar sonra 2006’da bir Boğaziçi Üniversitesi söyleşisinde Göksel Arsoy, kafaları karıştıran ilginç bir açıklama yapar: “Birinci ve ikinci kız çeşitli aksilikler nedeniyle oynayamadı. Şans üçüncü kıza güldü. Üçüncü kız, Ankara’da bir turizm şirketinde çalışıyordu. Bu kız, Filiz Akın’dı. ‘Akasyalar Açarken’ filmini yaptık. Ve çok uzun bir kuyruk oluştu, sinema önlerinde” der. Bu arada Göksel Arsoy’un kendi adına kurduğu şirketin ilk filmini çekmeye hazırlanan Memduh Ün’ün yarışma sonuçlanmadan, aday kızlardan Filiz Akın’ın Artist Dergisi’ne gönderdiği fotoğraf dikkatini çeker. Ve ilk kez kamera karşısına çıkacak olan Filiz Akın’a bir deneme filmi çekilmesi gündeme gelir. Aslında o prova filmi çekilmez, çekilir gibi yapılıp, Yeşilçam’a özgü bir oyunla Filiz Akın aldatılır. Ve Memduh Ün de bu olayı dürüstçe şöyle anlatır: “Şişli Camii’nin yanında daha önceki yıllarda polis atlarının kaldığı ahırdan bozma Halil Kamil Stüdyosu’nda deneme filmi çektik, ışıkları yaptırdım, ama kameraya film koydurtmadım, çünkü negatif pahalı bir malzemeydi. İki provadan sonra gerçekten çekiyormuşum gibi motor dedim.” Bu numaradan yapılmış çekim sonrası

Filiz Akın, “Umutsuzlar”da Yılmaz Güney’le.

Türker İnanoğlu’nun Yılmaz Güney’le oynamasına önce karşı çıkıp, sonra izin verdiği 1971 yapımı “Umutsuzlar”, sinema yaşamındaki en iyi, en unutulmaz filmidir Filiz Akın’ın. Filiz Akın, kendini gerçek bir film setinde bulur. Ünlü bir şarkının adından alınan “Akasyalar Açarken” (1962) ilk filmidir Filiz Akın’ın. Memduh Ün filmin çekimi sırasında, “Söyleneni yapıyor, ama üstün yetenekli bir oyuncu değil” dese de, yıllar sonra yanıldığını anlayacaktır. Filiz Akın, sinemaya girişinin bu acemilik döneminde Memduh Ün, Metin Erksan (“Sahte Nikah”), Orhan Elmas (“Zoraki Milyoner”) ve Ülkü Erkalın (“Aşk Merdiveni”) gibi sıra dışı yönetmenlerle çalışsa da ve arkasında Artist Dergisi olsa da beklenen çıkışı yapamaz. Sempatik, sıcak ve çocuksu ‘jön kız’ tiplemesi, daha sonraki yıllarda yerine oturacaktır. 1964’de Halit Refiğ’in yönettiği ve Türk sinemasının en nitelikli yapımlarından biri olan “Gurbet Kuşları”, ilk döneminin en dikkat çekici filmidir. Ancak filmin afişlerinde ikinci isim olarak yazılan Filiz Akın, bir ‘kenar süsü’ olmaktan öteye geçemez. Aynı filmde birlikte oynadığı Pervin Par, tipleme ve karakter olarak Akın’ın çok önündedir.

HER KARESİNDE BİR İKON... 1960’ların izleyicileri onu eşi Türker İnanoğlu’nun şirketi adına bir ‘memur oyuncu’ olarak birbiri ardına çektiği popüler iş filmleriyle hatırlar. Ama Filiz Akın’ın en parlak dönemi ‘70’lerdir. Türker İnanoğlu’nun Yılmaz Güney’le oynamasına önce karşı çıkıp, sonra izin verdiği 1971 yapımı “Umutsuzlar”, sinema yaşamındaki en iyi, en unutulmaz filmidir Filiz Akın’ın.

55

Yılmaz Güney’in yönettiği, Gani Turanlı’nın görüntülediği her karede bir ‘ikon’dur Filiz Akın. Ve gerçekten de Filiz Akın denince, hemen “Umutsuzlar” akla gelecektir. İlk bakışta Yılmaz Güney ağırlıklı ‘gangster romantizmi’ içeren bir film olarak görülse de, balerin Çiğdem rolündeki Filiz Akın’ın da bir tutku filmidir “Umutsuzlar”. Bir yıl sonra Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Utanç” filmindeki işçi Bahar karakteriyle de ‘cici kız’lıktan kurtulacaktır. 1962’den 1975’e dek, 14 yıllık süre içinde yaklaşık 112 sinema filminde oynar Filiz Akın. Bu toplamın 39’u ise, evli olduğu yıllarda yapımcı eşi Türker İnanoğlu’nun yönetiminde çekilmiştir. İnanoğlu’nun sahibi olduğu Erler Film şirketinin yanı sıra, Acar ve Akün gibi büyük yapımevlerinin projelerinde oynayan Filiz Akın’ın yanına kalıcı filmleri (ticari ağırlıklı iş filmleri hariç) üç ya da en fazla beşi geçmez. Oysa Filiz Akın’la birlikte bir döneme ‘dört büyükler’ olarak damgasını vuran Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve Türkan Şoray’ın filmografilerine topluca baktığınızda çok sayıda yarına kalacak yapım görebilirsiniz. Yarına kalacak filmlerinin azlığı bir yana, doğal özellikleri açısından baktığınızda ise durum değişir. Şirinliğiyle, içsel masumiyetiyle ve de kendine özgü ‘çocuk kadın sarışınlığı’yla, ilginç bir Filiz Akın portresi ortaya çıkar. Ve işte Filiz Akın’ın yerleşik kalıpları kırıp, Türk sinemasına yenilik getirmesi, özellikle de tipolojik açıdan kaynaklanmaktadır. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


SİNEMANIN HAZİNELERİ ATİLLA DORSAY

aldorsay@yahoo.com

1947 yapımı “Rüyalar Peşinde / The Secret Life of Walter Mitty”nin Ben Stiller’ın yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği yeniden çevrimi yoldayken, büyük komedyen Danny Kaye ve bu klasik filmini hatırlayalım.

Savaş sonrası kaçış komedilerinin gözbebeği “Rüyalar Peşinde / The Secret Life of Walter Mitty” Yönetmen: Norman Z. McLeod Senaryo: Ken Englund, Everett Freeman Görüntü: Lee Garmes Müzik: David Raksin Oyuncular: Danny Kaye, Virginia Mayo, Boris Karloff, Florence Bates, Fay Bainter, Thurston Hall, Ann Rutherford, Gordon Jones, ABD, 1947, 110 dakika

Filmi na sı edinirsin l iz? Amazon.c o

Virginia Mayo’ya aşkını anlatmak isteyen Danny Kaye, bu karede beyazperdenin en ürkünç adamı Boris Karloff’la karşılaşıyor.

DANNY KAYE’İ NASIL BİLİRSİNİZ? Benim çocukluğumda büyük keyif aldığım popüler Amerikan komedyenleri vardı: Bob Hope, Red Skelton, daha sonrasında Jerry Lewis. Ama illa da Danny Kaye... 1913 yılında Ukrayna yahudisi bir göçmen ailesinin çocuğu olarak David Daniel Kaminsky adıyla doğan, inanılmaz bir sahne adamı olup daha 1930’larda ünlü bir ‘showman’e dönüşen ve ikişer bobinlik kısa filmlerle sinemaya da atlayan sanatçı, efsanevi yapımcı Samuel Goldwyn’in ilgisini çekince onunla anlaştı. Ve 1944’deki “Up in Arms”dan başlayarak bir seri çok popüler komedi çevirdi: “Wonder Man”, “The Kid

Milliyet SANAT Ekim. 2012

m’da film İngilizce in altyazılı bir DVD’si b ulunuyor .

From Brooklyn”, “A Song is Born”... Ve de “Rüyalar Peşinde”. Goldwyn filmleri ne yazık ki sağlam ellerde değil ve DVD’leri de çıkmıyor. Bu açıdan, bu filmin DVD’sini bulup getirtmek ve 60 küsur yıl sonra yeniden izleyip yazabilmek, benim için büyük bir keyif oldu.

ALLEN’IN ÖNCÜSÜ MÜ? Kaye, bir tür Woody Allen öncüsü sayılabilir mi? İkisi de Yahudi mizahından beslense de ve Kaye’deki sürekli paranoya hali Allen’ın da tipik özelliklerinden olsa da, bunu söylemek kolay değil. Çünkü her şeye karşın, Woody Allen ‘modern’ bir güldürü

56

ustasıdır, bir New York (hatta daha özel olarak Manhattan) entelektüelidir ve söze her zaman en başköşeyi verir. Oysa Kaye tam bir palyaçodur, komiği öncelikle mimiklere ve düşüp kalkmaya dayanır. Söze dayalı güldürüde ise daha çok ünlü şarkılarına sığınır. Gerçekten, uzun süre eşi Sylvia Fine’in yazıp bestelediği şarkılar ve Kaye’in onları ciddiye alınmış bir komedi anlayışıyla, tam bir laf kalabalığı ve bir espri, cinas ve alegori toplamı halinde ‘icra etmesi’, komedi anlayışının temellerinden biri olagelmiştir. Ama öte yandan, Danny Kaye’de de duygusallık vardır, hatta kimi zaman ‘pat-


hos’a dönüşerek filmlerine zarar bile verir. Ama bu ilk filmlerinde değil, son dönemin “Me and the Colonel / Albay ve Ben”, “The Five Pennies / Beş Kuruş Versene”, “The Madwoman of Chaillot / Çılgın Kadın” gibi filmlerinde ortaya çıkar. Kaye’in ilk dönem filmleri en iyileridir. Henüz ‘dramatik’ kompozisyonlara soyunmamıştır, güldürü anlayışı tazedir, mimiklerinden şarkılarına her şeyiyle döneminin en komiğidir. ‘40’ların ikinci yarısında bu film ve sonra gelen ünlü Gogol uyarlaması “The Inspector General / Genel Müfettiş”, onun en iyileri sayılabilir.

JAMES THURBER UYARLAMASI Bu film, ilgi çekici Amerikan yazarı James Thurber’in öykülerinden uyarlamadır. Thurber (1894- 1961) yaşadıklarını yazan ve böylece ün yapan o tipik Amerikan yazarlarındandır. 1. Dünya Savaşı’na katılıp bir gözünü yitirmiş, Paris’te muhabirlik yapmış, en çok absürd kısa öyküleri ve harika İngilizce kullanımıyla ön plana geçmiştir. Film, ana kuzusu bir genç adamın sürekli ayakta rüyalar görmesini ve bunlarda kendisini en belalı durumlardaki kahramanlar olarak bulmasını anlatır. ‘Ucuz roman’ denen ’pulp’ hikayeler ve resimli romanlar çıkaran yayınevinin genç elemanı Walter Mitty, annesinin buyrukları ve patronunun talepleriyle geçen tekdüze hayatından, ancak bu düşlere sığınarak kurtulur. Kendisini kah yarım milyon dolarlık baharat taşıyan bir gemiyi fırtınadan kurtarmaya çalışan bir denizci, kah gangsterlere savaş açmış bir görevli, kah Paris’in ünlü modacısı Anatole olarak hayal eder!.. O rüyaların birinde gördüğü bir genç kız sahiden karşısına çıkınca da, ona abayı yakar. Ama kızla birlikte gerçek kötülerin de hayata geçmesi gecikmeyecektir. Film, savaş sonrasında bunalmış bir toplumu eğlendirmek için hızlanan parlak Technicolor renkli müzikal ve komik fantezilerin en güzel örneklerindendir. Zaten filmde her yerde görünen ve insanları olmadık hayal alemlerine çağıran film ve kitapların reklamları, toplumdaki bu ihtiyacı çok iyi duyurur. Yayınevinin kitapları ‘spicys stories - baharatlı öyküler’, ‘exotic love stories - egzotik aşk öyküleri’, ‘sensational murders - sansasyonel cinayetler’, ‘hospital love stories - hastane aşk öyküleri’ gibi dallara ayrılmıştır. Patronunun ‘dream boy - hayal çocuğu’ diye çağırdığı Walter ise bir yandan kuşları besler, bu öykülere malzeme tasarlar, annesinin birbirinden garip siparişlerini bulup buluşturmaya çabalar. Arada dönemin gü-

Danny Kaye’in ilk dönem filmleri en iyileridir. Henüz ‘dramatik’ kompozisyonlara soyunmamıştır, mimiklerinden şarkılarına her şeyiyle döneminin en komiğidir. “Rüyalar Peşinde” ve Gogol uyarlaması “The Inspector General”, onun en iyileri sayılabilir. zel yıldızı ve kendisine de birkaç filmde eşlik eden Virginia Mayo’ya aşkını anlatmak, bir yerde hikayeye dahil olan beyazperdenin en ürkünç adamı, ‘Frankenstein’ Boris Karloff’la da mücadele etmek gibi işlere sıvanır.

KIVRAK YÖNETİM En çok komedilerle tanınan Norman Z. McLeod’un belli bir kıvraklıkla yönettiği filmin en başarılı bölümleri arasında ‘pet dükkanı’, Hollanda sanat eserleri müzayedesi, modacı Anatole’un şapka defilesi gibi sahneler vardır. Zaten şapkanın (hem kadın, hem erkek için) kesin egemenliği yıllarında çekilmiş filmin tümünde, özelKaye’nin güldürüsü mimiklere ve fiziksel komediye dayanıyor.

57

likle Virginia Mayo’nun şapkaları unutulacak gibi değildir!... Sylvia Fine damgalı şarkılardan da özellikle Anatole of France, Kaye repertuarının en hatırlanan şarkılarından biri olmuştur. Yine de James Thurber’in filmden hiç memnun olmadığı ve yapımcı Goldwyn’e “10 bin dolara karşılık filmin tüm haklarını almayı’ teklif ettiği söylenir!... Bu film şu günlerde yeniden çekiliyor; tam 65 yıl sonra!... Ben Stiller’in yönettiği filmde Walter Mitty olarak Jim Carrey, Owen Wilson ve Mike Myers’in adları geçti. Ama rol de Ben Stiller’a kaldı. Kadrosunda Sean Penn ve (herhalde anne rolünde) Shirley MacLaine’in oynadığı film, Aralık 2012’de gösterime çıkacak. Bakalım bize Danny Kaye’in klasik olmuş filmini unutturabilecek mi, göreceğiz... MS

Milliyet SANAT Ekim 2012


SİNEMA

Aldatma ve aşk “Sadakatsizler”, erkeklerin aldatma meselesinin mizahi yanlarına odaklanan, bazen de trajikomikleşen bir film. “İlk ve Son Aşkım” ise dünyadaki yaşam hızla yok olmaya yaklaşırken, iki yabancının birbirini sevmesi üzerine samimi bir yapım.

“Sadaka

tsizler / Les infid èles” Yönetm enler: Emman uelle Be rcot, Fred Ca vayé, Ale x andre Courtés , Jean D u ja rdin, Michel H azanavic ius, Jan Kou nen, Eri c Lartigau , Gilles Lellouch e. Görün tü: Guillaum e Schiffm an. Müzik: P ino D’An g iû , Evgueni Galperin e

Filmdeki başrollerden birini üstlenen Jean Dujardin ile Alexandra Lamy...

Çapkınım, yalancıyım... Korkum, iktidarsızlık! ALİ ULVİ UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com

ERKEK SADAKATSİZLİĞİ! Gezegende insan türü varlığını korudukça çözümlenemeyecek sorun yani. Bildiğiniz üzere, bilimsel sav, ilk çağlarda vahşi hayvanlar tarafından öldürüldükleri için sayıları az olan ve mağara mağara dolaşıp, türün devamı için dölleme görevini yerine getiren erkeğin, bu içgüdüyü nesilden nesile aktararak bugün de sürdürdüğü şeklinde... ZaMilliyet SANAT Ekim 2012

ten cinsel organlarının da simgelediği gibi, erkek ‘dışa’, kadın da ‘içe’ dönük varlıklardır. Fakat doğanın cilvesi sonucu, konu cinsellik olduğunda dayanıklı olan kadındır. Erkeğin performansı yıllar içinde erozyona uğradıkça, yalancılığı da artar, panikler, saçmalar, gülünç durumlara düşer, onuru zedelenir... Ancak yine de, ‘skor’ peşinde koşmaktan vazgeçmez.

SEKİZ YÖNETMENDEN KISALAR “Sadakatsizler”, tam da bu tür iki erkeğin başlarına gelenlere ve genel olarak da, yazılı - görsel basında sürekli yazılıp tartışılan, kitaplara konu olan bu aldatma

58

meselesinin en mizahi yanlarına odaklanmış; tabii ki, bazen de trajikomikleşmiş. Film, iki çapkın erkeği tek bir hikâyede ele almak yerine, onları iyice ‘yaramaz’ hale getirmiş. İkisi de kırk yaşında olan Jean Dujardin ve Gilles Lellouche, hovardaları beşer rolle canlandırmış. Ve kendileri de dahil sekiz yönetmenin çektiği, bazıları skeç niteliğindeki kısa filmlerle, toplam 109 dakikalık, edepsiz ve genel ahlaka (?) mugayir sürede, iki çapkın, farklı karakter ve tiplerde serbestçe ‘avcılık’ oynamış. Her oyunda da, düş kırıklıklarından utanç anlarına, abuk sabuk yenilgilerden fiziksel felaketlere sürüklenmeleri kaçı-


a Seeking Aşkım / n o ” S rl e o v eW d “İlk End of th e th r e fo n re Friend aryo: Lo en - Sen Carell e v Yönetm ular: Ste c n u y O . enny), Scafaria htley (P ig n K a ir Ke ntü: (Dodge), k). Görü en (Fran e ff, h S a in an S do Mart : Jonath ik z ü M . Tim Orr onsen. Rob Sim

Steve Carell ve Keira Knightley’i, filmin başrollerinde izliyoruz.

Gerçek aşkı bulmadan ölemem! nılmaz olmuş. Sadece, kamerasını, aldatma üzerinden ani ve şiddetli bir hesaplaşma yapmak zorunda kalan çifte yönelten tek kadın yönetmen Emmanuelle Bercot’nun bölümü, dramatik. “Sadakatsizler”in kadınlara ise bir kaç cepheden baktığını söylemek olası: Kocalarından sürekli yalan dinlemek zorunda kalıp hiçbirine inanmayan evli kadınlar, erkek gibi çapkın olanlar, salt para kazanma peşindeki seks işçileri, erkekleri parmağında oynatan akıllı lolitalar, kaygısız hedonistler... Fakat kadınlardaki bu renkliliğe ve çeşitliliğe karşı, çapkın erkek tipolojisi sadece iki sözcükten ibaret: Beceriksiz ve alık! 5 Oscar ödüllü “The Artist / Artist”in yönetmeni Michel Hazanavicius’un da aralarında olduğu erkek kanadı, güldürüyü, sanırım, kendi yaşamlarından deneyimlerle biçimlendirmişler. Öyle bazı mahrem diyaloglar ve uygunsuz davranışlar var ki, bir filmde kullanmak için gerçekten erkek bakış açısı gerekir. “Sadakatsizler”, tuhaf bir deneyim de sayılabilir. Bir olasılık, bu tuhaflığı en fazla hissedebileceğiniz, bir kadın tedavi uzmanının idaresinde seks bağımlılığından kurtulmaya çalışan erkeklere dair bölüm olacak. Filmin ortak senaryo yazarları da olan Dujardin ve Lellouche, aktörlüğün çok esnek spektrumunda kendi kuşaklarının çapkınları olarak müthiş ince ayrımlarla oynuyorlar. Filmin lokomotifi olan iki aktör, Hollywood’daki emsallerine alışmış bizlere sürprizli bir lezzet sunuyorlar.

YOKSA gezegendeki yaşamların sonunun asla gelmeyeceğini düşünlerden misiniz? ‘Mavi Bilye’mizin karşısına, kainatın sonsuz oyun alanında hareket eden bir asteroid çıkıp çarpışma kaçınılmaz olduğunda, inanamasanız da, tek gerçek olan ölümle randevulaşacaksınız. Ancak, aslında yeni bir başlangıç kabul edilen ölümü, aşkı gerçekten bulmuş olarak beklemek, tüm bir yaşamınızı anlamlı kılmayacak mı? Oyuncu Lorene Scafaria yazıp yönettiği “İlk ve Son Aşkım”da, belli ki çok kısıtlı zamanımız kaldığında ortaya çıkacak pişmanlıklarımız üzerine düşünerek sormuş: Kimin ya da kimlerin yanına koşmak ve sona doğru onlarla birlikte olmak isterdik?

AŞKLA VEDA ETMEK Penny, genç yaşına rağmen deli dolu hayatındaki son durağında sürekli kavga ettiği sevgilisini bırakıp ailesinin yanına gitmek arzusuyla her şeyi göze alabilen bir genç kadın. Komşusu Dodge ise, dünyanın kurtuluşu için son umudun da tükendiği haberini

Modern komedyenlerin değerli temsilcisi Steve Carell, Dodge rolünde bir risk almış. Bu risk, yaklaşık yarı yaşında ve tarz olarak ‘rol çalmaya yatkın’ bir İngiliz olan Keira Knightley ile oynaması. 59

aldığında hemen onu terk eden karısından sonra kimsesi kalmayan orta yaşa yakın bir adam. Peki, kader bu ikisini birlikte yollara çıkarırsa? Biri ailesine, diğeri de son bir çabayla lise aşkına veda edecek mi? Yoksa ilk ve son aşklarını, birbirlerinin gözlerinin içine bakınca mı fark edecekler? Modern komedyenlerin değerli temsilcisi Steve Carell, aynen Jim Carrey gibi, seyreden üzerinde etki bırakabilen bir dram oyuncusu ve romantizmin ruha iyi gelen dokunuşlarına sahip olduğunu ispatladığı Dodge rolünde bir risk almış. Bu risk, yaklaşık yarı yaşında ve tarz olarak ‘rol çalmaya yatkın’ bir İngiliz olan Keira Knightley ile oynaması. Zaten filmin ilk sahnelerinde bir kimya uyuşmazlığı hissediyor, rahatsız da oluyorsunuz. Ancak, ‘yol filmi formülü’ devreye girdikten sonra, öykü yan karakterler ve minik olaylarla güçlendikçe, bu uyuşmazlık parçalanmaya başlıyor; hele hele plak kayıtları lezzetinde sunulan ve bir düzine şarkıdan oluşan enfes ‘soundtrack’in büyüsüyle kayboluyor. Yani, kent karmaşasında yağmaya karışanlardan, Penny’nin eski militarist sevgilisinin felakete karşı direnişine (!), kocaman insanların en edepsiz düşlerini gerçekleştirme çabalarından, günlük rutinlerini devam ettirenlere, herkesin farklı tutum ve davranışlarının üzerine çıkıp, sadece aşkla veda etmek isteyen çiftimizin yanında yer alıyorsunuz. Büyük sürprizler ve mucizeler sunmayan bir film. Dünyadaki yaşam hızla yok olmaya yaklaşırken iki yabancının, birbirinin zıttı iki insanın birbirini sevmesi, aşkın nasıl sürprizli ve mucizevi olduğunu kanıtlıyor zaten. Aşkın güzelliği dışında bizlere kalan ne var ki zaten? “İlk ve Son Aşkım”, bence yeterince samimi ve bu nedenle de ilgiyi hak ediyor. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


DVD gurel.selin@gmail.com

“Intouchables / Can Dostum”

BA Ğ IM S IZ S U LA R D A

BU FİLM E D İ K K A T !

SELİN GÜREL

Fransız sinemalarını birbirine katan “Can Dostum”, ülkedeki gelmiş geçmiş en iyi ikinci açılışı yaptıktan sonra bir sinema olayına dönüştü. Bütçesini 30’a katlayan film, uluslararası alanda da başarısını kanıtlayarak sınırlarını genişletti. Sıradışı bir dostluk öyküsü anlatan “Sinemasal anlamda çok bir şey vaat etmese de, içinizi ısıtacak bir filme hasret kaldıysanız “Can Dostum” iyi bir seçenek. Fransa’nın 2013’teki Oscar temsilcisi olduğunu da ekleyelim.

“Un monstre Paris / Paris’te Çılgın Macera” ( 2011)

Yönetmen: Bibo Bergeron Seslendirenler: Mathieu Chedid, Vanessa Paradis, Gad Elmaleh Öykü: 1900’lerin başında Paris’te, hatalı bir deney sonucunda bir pire iki metre boyunda dev bir böceğe dönüşür. Şehrin güvenlik güçleri onu yakalayıp prim yapmaya çalışırken, pirenin harika bir müzisyen olduğunu keşfeden gece kulübü şarkıcısı Lucille ve arkadaşları ona yardım etmeye karar verir. Çarpıcı yönü: Yılın en iyi animasyonlarından biri olan “Paris’te Çılgın Macera”, “Notre Dame’ın Kamburu” ve “Güzel ve Çirkin” gibi eserlere saygı duruşunda bulunan, sıradışı bir yapım.

2

“La citadelle assiégée” (2006)

Yönetmen: Philippe Calderon Öykü: “La citadelle assiégée” beklenmeyen bir yağmur sonucu sığınakları sulara teslim olan beyaz karıncaların çok özel dünyasına götürüyor izleyiciyi. Çarpıcı yönü: Bir belgesel olarak “La citadelle assiégée”nin en büyük başarısı, beyaz karıncaların herhangi bir filmde hayatta kalmaya çalışan karakterlerden pek farkının olmaması. Kanadalı yönetmen Philippe Calderon, izleyiciye çıplak gözle göremeyeceği, her daim diken üzerinde oturtan bir felaket filmi armağan ediyor. Milliyet SANAT Ekim 2012

60

Perili ev filmlerinin bilindik formülünü aynen uygulasa da, “Öbür Dünyadan”ın odaklanmayı seçtiği hayalet avcılığı meselesi, öykü ‘20’lerin İngilteresi’nde geçtiği için seyir zevkini arttıran bir faktör. Diğer yandan Rebecca Hall’un ustaca çizilmiş güçlü kadın portresi ve kendinden emin performansı, filmin sürükleyici bir hal almasının en önemli sebebi. Doğaüstü ve gotik korkulardan hoşlananların kaçırmaması gereken, başarılı bir tür örneği.

10

Ayın en gözde 1

“The Awakening / Öbür Dünyadan”

DVD’si

3

“Being Flynn / Flynn Olmak” (2012)

Yönetmen: Paul Weitz Oyuncular: Paul Dano, Robert De Niro, Julianne Moore Öykü: Yazar olmak isteyen 20’lerindeki Nick Flynn, iyi bir yazar olduğunu düşündüğü, hiç görmediği babasını bulmaya karar verir. Sonunda bir evsizler yurdunda onunla karşılaştığında, kırılgan ilişkileri birçok sınavdan geçecektir. Çarpıcı yönü: “About a Boy”un yönetmeni Paul Weitz’ın dram türüne dönüş filmi “Flynn Olmak” kadrosundaki dev isimlerin varlığına rağmen pazarlanamadığı için birçok yerde sınırlı gösterim şansı buldu. Türkiye’de ise vizyona hiç uğramadı. Paul Dano’nun De Niro’nun çıtasına sıçrama denemeleri izlemeye değer.

4

“Hodejegerne / Kafa Avcıları” (2011)

Yönetmen: Morten Tyldum Oyuncular: Aksel Hennie, Synn¯ve Macody Lund, Nikolaj Coster-Waldau Öykü: Nitelikli çalışanları işverenlerle buluşturan Roger Brown, kazandığı paranın karşılayabileceğinden çok daha lüks bir hayat tarzına sahiptir. Sahip olduklarını kaybetmemek için ikinci bir iş olarak sanat eseri hırsızlığı yapmaktadır. Ancak bir gün baltayı taşa vurur. Çarpıcı yönü: Norveç’te büyük başarı kazanan “Kafa Avcıları” dünyaya açıldıktan sonra da ilgi çekmeye devam etti. Film, temposu hiç düşmeyen bir suç gerilimi olarak tarif edilebilir.


X YENİ BO

SETLER

A R Ş İ V G Ü ZE Lİ

“The Sting / Belalılar” (1973) “Belalılar” ortak bir arkadaşları öldürüldükten sonra onun intikamını almak için büyük bir dolandırıcılık projesine atılan iki kafadara odaklanıyor. Bir suç komedisi gibi görünse de, karakterlerin dramatik dünyalarının filmin mizahi yönünün üzerine çıkmasıyla öykünün tonu gitgide değişiyor. “Belalılar”, Redford ve Newman’ın sinema tarihinin en iyi ikililerinden biri olmasının en büyük kanıtlarından biri.

5

KOLE KSİ Y O N E R LE R İ Ç İ N “Titanic” 3D Özel Kutu “Titanic” ilk kez 3D Blu-Ray baskısıyla çıkıyor. Bu çok özel sette, 178 sayfalık bir Titanic kitabı, altı saatlik özel seçenekler bölümü, iki yeni belgesel ve 30 sayfalık fotoğraf albümü bulunuyor.

Tolga Örnek Filmleri (Özel Set) (“Devrim Arabaları”, “Kaybedenler Kulübü”, “Labirent”)

“Pontypool / Öldüren Kelimeler” (2011)

Yönetmen: Bruce McDonald Oyuncular: Stephen McHattie, Lisa Houle, Georgina Reilly Öykü: Sabah programını yapmak üzere radyo istasyonuna ulaşan Grant Mazzy, etrafta tuhaf bir şeyler döndüğünü fark eder. İnsanlar bir virüsün etkisi altına girmiştir. Çarpıcı yönü: “Öldüren Kelimeler” Türkçe ismiyle sürprizi açık etse de merak uyandırıcı bir tek mekan gerilimi. Anaakımdan uzak duran film, zombi alttürüne ilginç bir ekleme yapıyor.

“The Best Exotic Marigold Hotel / Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili” (2011)

“Almanya Willkommen in Deutschland / Almanya’ya Hoş Geldiniz” (2011)

8

Yönetmen: Yasemin Şamdereli Oyuncular: Vedat Erincin, Fahri Ogün Yardım, Demet Gül Öykü: ‘İşçi olarak Almanya’ya giden Hüseyin ve ailesi ülkeyi, Alman vatandaşı olacak kadar benimser. Yıllar içinde genişleyen aileyi, Türkiye’ye doğru bir yolculuk beklemektedir. Çarpıcı yönü: “Almanya’ya Hoş Geldiniz” sadece işin sosyolojik ve kültürel yanıyla ilgileniyor. Eğlence ve gözyaşı garanti.

9

6

Yönetmen: John Madden Oyuncular: Judi Dench, Bill Nighy, Öykü: Yaşlılar için ideal bir dinlenme mekanı olarak tanıtılan Marigold Oteli bir grup İngiliz’in ilgisini çeker. Bekledikleri gibi çıkmayan otelde yavaş yavaş kendilerini keşfetmeye başlar. Çarpıcı yönü: Film, İngiliz sinemasının bütün emektar oyuncularını topladığı için, ilk elden dikkat çekiyor.

7

Yönetmen: Dominique Abel, Fiona Gordon, Bruno Romy Oyuncular: Dominique Abel, Fiona Gordon, Bruno Romy Öykü: Bir otelde gece vardiyasında çalışan Dom’un hayatı, ansızın otelin kapısından içeri giren bir kadından sonra tepetaklak olur. Kadın bir peri olduğunu ve üç dilek hakkı bulunduğunu söyler. Çarpıcı yönü: “Rumba” ekibinin yeni filmi “Aşk Perisi” aynı şiirsel ve ritmik tarzı muhafaza ediyor.

“Un heureux evenement / Aramızda Bebek Var” (2011)

“The Grey / Gri Kurt” (2011)

Yönetmen: Joe Carnahan Oyuncular: Liam Neeson, Dermot Mulroney, Frank Grillo Öykü: Alaska üzerinde uçakları düşen bir grup petrol işçisi, kendilerini dondurucu havada vahşi doğanın ortasında bulur. Kurtlar tarafından etrafları sarıldığı için, çabucak hayatta kalmanın yolunu bulmak zorundadırlar. Çarpıcı yönü: ‘Hayatta kalma’ filmleri içinde iyi bir yere oturan “Gri Kurt”, Liam Neeson’ın varlığına çok şey borçlu. Filmdeki kurt-insan kapışmaları bir süre akıldan çıkmayacak cinsten.

“La fee / Aşk Perisi” (2011)

10

Yönetmen: Remi Bezançon Oyuncular: Louise Bourgoin, Pio Marmaî, Josiane Balasko Öykü: Çocuk yapmaya karar veren bir çift, ruhsal olarak büyük değişimler yaşar. Bebek, daha doğmadan ikili arasına görünmez engeller koyar. Çarpıcı yönü: Filmi ikiye ayırabiliriz: Hamilelik dönemine daha önce izlemediğimiz kadar dolaysız bir noktadan bakan ilk bölümü ve acı çektiği için anneyi yargılamaya başlayan ikinci bölümü. İlk bölüm, filme vakit ayırmak için yeterli bir sebep.

61

Milliyet SANAT Ekim 2012


SİNEMA Caner Cindoruk, Monica Bellucci, Yılmaz Erdoğan ve Behrouz Vossoughi (soldan sağa), “Gergedan Mevsimi”nde.

“Gergedan Mevsimi” nihayet vizyonda! Bahman Ghobadi’nin Türkiye ve Irak’ta çektiği “Gergedan Mevsimi”nden usta yönetmen Ken Loach’un Cannes’da yarışan “Meleklerin Payı” filmine kadar birçok alternatif film, sinema sezonuna iyi bir başlangıç yapmamızı sağlayacak. SİNAN YUSUFOĞLU sinan.yusufoglu@gmail.com

BU AY vizyona giren filmlere baktığımızda önemli uluslararası festivallerde gösterilen filmler ilk göze çarpanlar. Cannes’da yarışan usta yönetmen Ken Loach’un son filmi “Meleklerin Payı / The Angels’ Share”, Glasgow’da yaşayan bir grup serseri arkadaşın hikayesini anlatıyor. Çiçeği burnunda baba Robbie ve arkadaşlarının mizahla sarmalanmış hikayeleri ve bir viski fabrikasını soyma girişimleri, Ken Loach’un ustalıklı sinemasıyla birleşince ortaya kaçırılmaması gereken bir film çıkıyor. Ken Loach’un yıllar sonra yeniden komedi sularında yüzmesi ve filmin senaryo koltuğunda uzun yıllardır birlikte çalıştığı senaristi Paul Laverty’nin imzası filmin önemli artılarından. Festival kontenjanından vizyon gören bir diğer film İngiliz yönetmen James Marsh’ın Tom Brandy’nin romanından uyarladığı politik gerilim türünün iyi örneklerinden biri olan “Gölgede Dans / Shadow Milliyet SANAT Ekim 2012

“Aşk Yeniden”in başrolünde Merly Streep ve Tommy Lee Jones bulunuyor.

Dancer”. Filmde, Kuzey İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesine kendini adayan Colette’in İngiliz polisi tarafından yakalanması ve ardından hayatını etkileyecek bir seçim yapmak zorunda bırakılması, gerilim dozu düşmeden anlatılıyor. Filmin yönetmen James Marsch’ı Oscarlı belgesel “Teldeki Adam / Man on Wire” filmiyle hatırladığımızda, bu filmdeki gerilimin sınırlarını da az çok tahmin edebiliriz. Daha önce de önem-

62

li politik gerilim filmlerinde gördüğümüz başarılı İngiliz oyuncu Clive Owen’in yanı sıra “Made in Dagenham” ve Madonna’nın yönettiği “W.E.” filmleriyle dikkatleri üzerine çeken Andrea Riseborough filmin kadrosunda yer alan isimler.

SANCILI BİR AŞK Ayın kuşkusuz en önemli filmlerinden biri İranlı Kürt yönetmen Bahman Gho-


EKİM 5 EKİM CUMA ● “Gölgede Dans”

Yön.: James Marsh Oyn.: C. Owen, A. Riseborough ● “Görünmeyenler”

Yön.: Melikşah Altuntaş Oyn.: Nihan Okutucu, Duru Ok ● “New York’ta İki Gün”

Yön.: Julie Delpy Oyn.: J. Delpy, C. Rock ● “Cennetteki Çöplük”

Yön.: Fatih Akın ● “Sammy’nin Maceraları 2”

Yön.: B. Stassen / Oyn.: Pat Carroll ● “Striptiz Kulübü”

“Gölgede Dans”ın oyuncu kadrosundaki isimlerden biri de Andrea Riseborough...

Yön.: S. Soderbergh / Oyn.: C. Tatum ● “Aşk Yeniden”

badi’nin çekimlerinin bir bölümünü Türkiye’de gerçekleştirdiği “Gergedan Mevsimi / Rhino Season”. İran’da şahın devrilmesinin ardından İran İslam devrimiyle başlayan politik değişimi konu alan film, farklı dönemlerde yaşanan sancılı bir aşkın izini sürüyor. Filmin kadrosunda İranlı usta oyuncu Behrouz Vossoughi ve İtalyan oyuncu Monica Bellucci’nin yanı sıra, Türkiye’den Yılmaz Erdoğan, Caner Cindoruk, Belçim Bilgin ve Beren Saat’in olması da filme dair merakı artırıyor. Merakla beklenen bir diğer filmi “Before Sunset” ve “Before Sunrise”la hafızalara kazınan başarılı oyuncu ve yönetmen Julie Delpy’nin yazdığı, yönettiği ve oynadığı “New York’ta İki Gün / Two Days in New York”. Delpy tarafından 2007’de çekilen “Paris’te İki Gün”de karşımıza çıkan çift Marion ve Jack’in beraberliklerinin uzun sürmediğini anlarız bu filmde. Marion’un (Delpy) New York’taki hayatında artık yeni sevgilisi Mingus (Chris Rock) vardır. Kedileri ve bir çocuklarıyla mutlu yaşarlar. Ta ki Marion’un sorunlu babası ve kız kardeşi bu mutlu yuvaya gelene kadar. Filmin bundan sonrası Amerikalılarla Avrupalılar arasındaki farkları komedinin sınırları içerisinde ortaya koyuyor.

LIAM NEESON İSTANBUL’DA Ayın romantik komedisi “Aşk Yeniden / Hope Springs”, iki usta oyuncuyu, Merly Streep ve Tommy Lee Jones’u bir araya getiriyor. Heyecanı bitmiş bir evliliği yeniden canlandırmak için türlü türlü yollar deneyen Maeve’in (Merly Streep) ilişki gurusu (Steve Carrell) ile tanışmasından sonra evliliğine heyecan katmasını ince bir mizahla anlatan filmin yönetmen koltuğunda “Şeytan Marka Giyer / Devil Wears Prada” filminden tanıdığımız David Frankel var. Filmin senaryosu ise fenomene dönüşen “Game of Thrones” dizisinin senaristi Vanessa Taylor’ın elinden... 2008 yılında gösterime giren Fransız

yapımı “96 Saat / Taken ” filminin devamı olan “Takip: İstanbul / Taken 2” de ilki gibi bir kaçırılma hikayesi etrafında şekilleniyor. Ama filmin merkezinde bu kez İstanbul var. Emekli CIA ajanı Bryan Mills’in (Liam Neeson) İstanbul’da kaçırılan karısını çetenin elinden kurtarmak için verdiği mücadele, Luc Besson’un incelikle senaryosuyla birleşince ortaya izlenirliği artan bir aksiyon filmi çıkıyor. Chris Butler ve Sam Fell’in imzasını taşıyan animasyon “ParaNorman”, ölü insanların ruhlarını görebilen ve onlarla konuşan 10 yaşlarındaki sevimli çocuk Norman’ın hayaletlerle, zombilerlerle ve bunlardan korkan kasaba halkıyla verdiği mücadeleyi konu alıyor. Film ayrıca stopmotion tekniği ve üç boyutlu çekilen ikinci animasyon olma özelliği taşıyor. Bu ayın korku filmlerinden biri “Paranormal Activity 4”. Önceki filmdeki olayların şokunu atlatmaya çalışan yeni evli çift Kaite ve Hunter’ın yeni eve taşınmalarıyla başlayan ve komşularının da dahil olduğu hikaye, yeni şeyler vadetmese de türün ve serinin takipçileri için iyi bir seçenek. Korku sinemasının Türkiye cephesinde ise “Paranormal Activity” serisine benzerliğiyle dikkatleri çeken, Melikşah Altuntaş’ın ilk filmi “Görünmeyenler” var. Selin ve Onur’un küçük kızları Merve’yle birlikte yeni bir eve taşınmalarının ardından evin içinde yaşanan garip olayları gerilim dozu yüksek biçimde anlatan filmin yönetmen koltuğunda bir sinema yazarının olması filme dair merakı artırıyor. Filmin senaristlerinden biri ise filmin oyuncu kadrosunda da yer alan Caner Özyurtlu. Çanakkale Savaşı üzerine çekilen filmler artarken bu ay gösterime giren “Çanakkale 1915”in yönetmen koltuğunda Yeşim Sezgin var. Başrollerinde ise Şevket Çoruh, İlker Kızmaz, Serkan Ercan gibi genç oyuncuların yer aldığı film, yazar Turgut Özakman’ın “Diriliş” isimli romanından uyarlanma... MS

63

Yön.: D. Frankel / Oyn.: M. Streep ● “Takip: İstanbul”

Yön.: Olivier Megaton Oyn.: Liam Neeson, Maggie Grace 12 EKİM CUMA ● “La vie d’une Autre”

Yön.: Sylvie Testud Oyn.: J. Binoche, M. Kassovitz ● “Uzun Hikaye”

Yön.: Osman Sınav Oyn.: K. İmirzalıoğlu, Tuğçe Kazaz ● “Tetikçiler”

Yön.: Rian Johnson Oyn.: J. Gordon-Levitt, B. Willis 18 EKİM PERŞEMBE ● “Çanakkale 1915”

Yön.: Yeşim Sezgin Oyn.: Şevket Çoruh, İlker Kızmaz 19 EKİM CUMA ● “Histeri”

Yön.: Tanya Wexler Oyn.: M. Gyllenhaal, Hugh Dancy ● “Tot Altijd”

Yön.: N. Balthazar / Oyn.: K. Gaeve ● “Oğlum Bak Git”

Yön: K. Çetin / Oyn.: Yavuz Çetin ● “Meleklerin Payı”

Yön.: Ken Loach / Oyn.: R. Allam ● “Paranormal Activity 4”

Yön.: Henry Joost, Ariel Schulman Oyn.: K. Featherston, Matt Shively ● “ParaNorman”

Yön.: Chris Butler, Sam Fell Oyn.: Leslie Mann, John Goodman 26 EKİM CUMA ● “Tres Metros Sobre El Cielo”

Yön.: Fernando Gonzalez Molina Oyn.: Marîa Valverde, Mario Casas ● “Bulut Atlası”

Yön.: T. Tykwer, A. Wachowski, Lana Wachowski Oyn.: Susan Sarandon, Tom Hanks ● “Gergedan Mevsimi”

Yön.: B. Ghobadi / Oyn.: M. Bellucci ● “Kanunsuzlar”

Yön.: J. Hillcoat / Oyn: Tom Hardy Milliyet SANAT Ekim 2012


Milliyet Sanat’ın Toronto notları Gelecek sezonun nabzını tutan Toronto Film Festivali, ödüllerin verilmesine daha uzun bir süre olmasına rağmen, şimdiden büyük ipuçları sunuyor bizlere. İşte en iyilerden en tartışmalılara gelecek sinema sezonundan seçmeler... SELİN GÜREL gurel.selin@gmail.com

FESTİVALİN EN İYİLERİ

SİNEMA

Anna Karenina’yı Keira Knightley, başarılı bir performansla canlandırıyor.

“Anna Karenina” Joe Wright’ın yine Keira Knightley’li bir dönem filmi çektiği haberini alınca, akla ilk gelen, yönetmenin kendini tekrarladığıydı. Üstelik de hayli aşina olduğumuz Rus roman kahramanı Anna Karenina’nın hikayesiyle. Ancak anlaşılan o ki, en iyi bildiğimiz öyküler bile Wright’ın ellerinde inanılmaz bir orijinalliğe kavuşabiliyor. “Anna Karenina” sadece bir sinema filmi değil, her saniyesi tek tek hesaplanmış bir sahne gösterisi. Sanat yönetmenliği, set tasarımı gibi alanlardaki üstünlüklerin yanı sıra, Wright’ın kurgu çalışması ve tiyatro ile ritmi filme yedirme başarısı akıllara durgunluk veriyor. Keira Knightley, kariyerindeki diğer performanslar göz önünde bulundurulunca sadece Wright ile çalışmalı. Tabii eğer öyle bir şey mümkünse...

“Seven Psychopaths” Olayların sarpa sardığı filmlerin en nadide örneklerinden “In Bruges”, aksiyon, suç ve komediyi harmanlama becerisiyle Martin McDonagh’nın adını bir kenara yazdırmıştı. “Seven Psychopaths” yine zevkle dünyayı Colin Farrell’ın başına yıkan, ancak bu kez de her biri ayrı bir filmin kahramanı olabilecek karakterlerin bolluğu ile “In Bruges”u geride bırakan bir suç komedisi. McDonagh’nın kendisiyle dalga geçme alışkanlığı da bu filmde daha yoğun şekilde hissediliyor.

“Frances Ha”

7 psikopattan ikisi: Colin Farrell ve Sam Rockwell.

Milliyet SANAT Ekim 2012

Mickey Summer ve Greta Gerwig.

64

Amerikan bağımsız sinemasının en sevilen isimlerinden Noah Baumbach’ın, başrol oyuncusu muhteşem Greta Gerwig ile birlikte yazdığı senaryo, Gerwig’in uçarı performansıyla birleşince, ortaya bir rüya film çıkıyor adeta. Frances’in maceralarını izlemek, onu yavaş yavaş tanımak, onunla yeteri kadar zaman geçirmek, kısa süre sonra içinizden biri yapıyor karakteri. Hayatının akışı, gündelik yaşamınızın bir parçası gibi görünmeye başlıyor. Doğallığı ve samimiyeti ön planda tutan Baumbach, filmi siyah-beyaz çekerek karakteri daha da sempatik hale getirmiş.


Jennifer Lawrence ile Bradley Cooper...

“Silver Linings Playbook” Derek Cianfrance, ikinci kez Ryan Gosling’e başrol emanet ediyor.

“The Place Beyond the Pines” “Blue Valentine” ile yürekleri dağlayan Derek Cianfrance yeni filmi “The Place Beyond the Pines”da mesaisine kaldığı yerden devam ediyor. Ancak bu kez konumuz kadın-erkek ilişkisi değil. Film, doğru olanı yapma güdüsü üzerine kurulmuş. Birbiriyle bağlantılı iki öykü anlatan yönetmen, her şey onların gücüyle gerçekleşiyor olsa da duyguları bu kez ikinci planda bırakıyor ve eylemlere odaklanıyor. Bunu yaparken de taraf tutmuyor, yargılamıyor, lafı dolaştırmıyor. Ama yine de “The Place Beyond the Pines” izlerken insanın kalbine iğneler sokan bir film. Hem acının ve vicdanın türlü muhasebesini izliyoruz hem de Cianfrance’ın eleştiri oklarının izini sürüyoruz.

Toronto’dan İzleyici Ödülü ile dönen “Silver Linings Playbook”, bu sayede Oscar’daki şansını kuvvetlendirdi. Son olarak “The Fighter”ını izlediğimiz David O. Russell’ın yeni filmi eleştirmenleri ve izleyiciyi mutlu edecek cinsten. Russell, yazdığı senaryoyla Jennifer Lawrence ve Bradley Cooper’a kariyerlerinde yeni bir sayfa açtırıyor.

“Looper” “Brick”in dışarıya kapalı dünyasından birkaç adım dışarı çıkan Rian Johnson, “Looper”da bilimkurgunun kilometretaşlarına saygı duruşunda bulunduktan sonra kendi orijinal hikayesinin peşine düşüyor ve tür içinde sıradışı bir noktaya varıyor. Film, bilimkurgu namına tatsız günler geçirdiğimiz şu dönemde, güneş gibi doğuyor üzerimize.

“The Master”dan iki müstakbel Oscar adayı: Joaquin Phoenix ve Philip Seymour Hoffman...

“The Master” Telaşa lüzum yok, Paul Thomas Anderson sinemasının en sevdiğiniz öğelerini “The Master”da hazır bulacaksınız. Anderson’ın Scientology’yi andıran bir inanç sistemi ile yolunu kesiştirdiği savaştan yeni çıkmuş, arızalı asker Freddie Quell, filmin yerden bir karış yüksek, boşlukta süzülür halini pekiştiren, tuhaf bir karakter. Filmde The Cause adını verdiği sisteme dışarıdan bakan ve en baştan seyirciyi ona yabancılaştıran Anderson, Quell’in dalgalı ruh halini vurgulamayı daha kayda değer buluyor. Böylece film, Scientology tarihi olmaktan kurtulup, bir karakterin sıradışı geçiş sürecine dönüşüyor. Joaquin Phoenix ve Philip Seymour Hoffman’ın Oscar adaylıkları kesin gibi.

BEKLENTİLERİ KARŞILAYAMAYANLAR Ben Affleck ve Rachel McAdams, filmin çiftini canlandırıyorlar.

“To the Wonder” Diğer Terrence Malick filmleri gibi “To the Wonder” da görsel açıdan mest eden bir akışa sahip. Ancak bu kez aşk ve kadın-erkek ilişkilerine eğilen yönetmenin, konuyu ele alma şekli hem kadın hem erkek açısından sorunlu bir noktaya saplanıp kalıyor. Filmdeki kadın-erkek figürleri son derece kalıplaşmış özelliklere sahip. Aşk ise bu sancılı tabloda hiç kendini gösteremiyor. Diğer yandan Malick muhafazakarlığı bu filmde de güçlü şekilde hissediliyor.

Jim Sturgess ve Ben Whishaw da filmin iddialı oyuncu kadrosunda...

“Cloud Atlas” “Cloud Atlas”ın Toronto’daki en büyük hayal kırıklığı olmasının sebebi, yapılan tanıtım kampanyaları sayesinde fazlasıyla göz önünde durmasıydı. Beklenti ne kadar büyükse, düşüşü de o kadar hızlı oldu. Tabii çoğunlukla eleştirmenler için. Halk, fil-

65

mi yere göğe sığdıramadı. Ülkemizde de böyle bir tabloyla karşılaşmamız olası. Ancak işin aslı şu: Yönetmen üçlüsü, aynı oyuncuları değişik öykülerde kullanma fikrinin altından kalkamamış, ortaya büyük bir karmaşa çıkmış. Milliyet SANAT Ekim 2012


SİNEMA

“Passion”, Rachel McAdams’ın kariyerinde yeni bir sayfa açıyor.

“Passion”

Filmin yönetmenliğini ve başrolünü üstlenen Robert Redford ile Richard Jenkins...

“The Company You Keep” Robert Redford son filminde, eski filmlerinden parçalar toplayıp yeni bir bütün yaratmış sanki. “The Company You Keep”, “Bu filmi daha önce izlemiştik” hissi yaratıyor. Bir yandan polisten kaçmak bir yandan kendini aklamak zorunda olan Redford ve

özveriyle doğru haberciliğin peşinden koşan Shia LaBeouf size neler hatırlatıyor? Filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu olan Redford, iki işi bir arada yapamadığı gibi, sadece bir tarafa da odaklanamadığından iki alanda da yarım yamalak bir performans sergiliyor.

Brian De Palma’nın tekinsiz kadın karakterlerinin geri geldiğini düşünüyorsanız haklısınız, ama “Passion”da De Palma dehasının kırıntılarını bulacaksınız. Alain Corneau’nun “Crime d’amour”un yeniden çevrimi olan “Passion”, karşıt iki kadın karakteri aşama aşama birbirine benzetip, denk hale getirerek daha önce birçok kez izlediğimiz bir düello çıkarıyor ortaya. Filmde, nostaljik De Palma tadından zevk almak mümkünse de, senaryo konusundaki şaşırtıcı acemilikler, katlana katlana büyüyor. Diğer yandan filmin Rachel McAdams’ın kariyerinde heyecan verici bir boyut açtığını belirtmek gerek.

DİKKAT ÇEKİCİ AMERİKAN BAĞIMSIZLARI “The Sessions” John Hawkes’un bu yıl “Paranoya / Martha Marcy May Marlene” ile alamadığı Oscar adaylığı gelecek yıl için kesinleşti gibi görünüyor. “The Sessions”da Akademi’nin seveceği her şey var: Gerçek hikaye, boynundan aşağısını hareket ettiremeyen bir şair, cinsel içerikli gülümseten espriler ve komedi ile dramı çok iyi harmanlayan bir senaryo.

Aaron Paul ile iyi bir oyunculuk sergileyen Mary Elizabeth Winstead...

“Smashed” Alkolik bir kadının bağımlılığından kurtulma kararı sonrası yaşadıklarını konu alan “Smashed”de Mary Elizabeth Winstead kariyerinin en iyi performansını veriyor. “Smashed” geçmişte başka tür karakterlere yakıştırılan içki bağımlılığı meselesine, hayatında her şey yolunda giden genç, güzel, evli ve çalışan bir kadın üzerinden yaklaşarak, olaya yeni bir boyut kazandırıyor. Basit, gerçekçi ama asla sıradan değil. Milliyet SANAT Ekim 2012

Helen Hunt ile John Hawkes...

“Stories We Tell” Son yıllarda oyunculuğundan çok yönetmenliğiyle ses getirmeye başlayan Sarah Polley, bu kez kişisel bir projeyle gündemde. Çok da uzak olmayan bir tarihte, annesinin geçmişte yaşadığı evlilik dışı bir ilişkinin meyvesi olduğunu öğrenen Polley, bu keşfi aile üyeleriyle yaptığı bir tür soruşturma denemesi olarak belgesele dönüştürmeye karar vermiş.

66

Bol karakterli filmde, Paula Patton ve Alexander Skarsgard da var.

“Disconnect” Bol karakterli çoklu hikaye filmlerinde yolları kesiştirmek gelenektendir. Artık kabak tadı vermeye başlayan bu yöntem, hâlâ rağbet görüyor. Siz de kesişen yollardan sıkıldıysanız, başlangıçta o tür filmlerden biriymiş gibi görünen “Disconnect” size ilaç gibi gelecek. Filmde yönetmen Henry Alex Rubin’in tek derdi karakterler ve öyküler.


İstanbul’un çok kültürlü hayatına odaklanan Pera Fest, 2-16 Ekim tarihlerinde gelenek ve modernite ilişkisi ana temasıyla izleyiciye disiplinlerarası bir sanat şöleni sunuyor. MİNE ÖZDEMİR mineozd@gmail.com

RÜZGÂR, sararıp solan yaprakları dört bir yana savururken sonbahar, bu yıl 11. yaşına giren Pera Fest’le İstanbul’u teğet geçiyor. Konserler, tiyatro oyunları, sergiler, film gösterimleri, panel ve söyleşileri içine alan geniş yelpazede iddialı bir programla izleyici karşısına çıkan festival, 15 gün boyunca İstanbul’a yazdan kalma bir sıcaklık getiriyor. Roma’dan Bizans’a, Osmanlı’dan günümüze uzanan tarihi geçmişi ve çok kültürlü yapısıyla diğer şehirlerden ayrılan İstanbul, çokkültürlülük kavramına odaklanan festivale 2-16 Ekim tarihlerinde kucak açıyor. Kültürlerarası İletişim Disiplinlerarası Sanat Derneği ve Pi Prodüksiyon işbirliğiyle düzenlenen Pera Fest’in ana teması “Geleneksel Sanatlar ve Yaratıcı Endüstriler.”

FLAMENKO VE CAZ BİR ARADA Festival programında sinema sanatına ilişkin çok sayıda etkinlik yer alıyor. Bunlar arasında, İstanbul İtalyan Kültür Merkezi’nin katkılarıyla “Antonioni Retrospektifi” başlığında İtalyan sinemasının ünlü yönetmeni Michelangelo Antonioni’nin filmlerinin ve 4 Ağustos’ taramızdan ayrılan Metin Erksan’ın yönetmenliğini yaptığı, oyuncular arasında usta sanatçı Müşfik Kenter’in yer aldığı “Sevmek Zamanı” filminin gösterimi öne çıkıyor. Bu yıl Antalya Film Festivali Jüri Başkanı olan Istvan Szabo ile bir söyleşinin yapılacağı festivalin sinema alanındaki etkinliklerinden biri de, Derviş Zaim’in geleneksel sanatlardan yararlandığı üçlemesi, “Cennneti Beklerken”, “Nokta”, “Gölgeler ve Suretler” filmlerinin gösterimi. Pera Fest’in müzik ayağına geldiğimizde ise Nardis’te 8 Ekim akşamı İspan-

yol Kind of Cai topluluğunun Flamenko Caz konseri, 9 Ekim’de Salon’da sahne alacak günümüz Türk bestecileri arasında özel bir yeri olan Evrim Demirel triosu dikkat çekiyor. 6 Ekim’de İTÜ Taşkışla’da Europa Nostra 2012 Kültürel Miras Ödülleri’nin törenine ev sahipliği yapacak olan festivalde Golden Horn Brass Ensemble da bir konser verecek. Pera Fest bu etkinliklerle de sınırlı kalmıyor. Filiz Kutlar’ın “Kutsal ve Büyülü Mekânlar” adlı fotoğraf sergisi, 5 Ekim’den itibaren Bahçeşehir Üniversitesi’nde izlenebilecek. Sergide Türkiye başta olmak üzere Tayland, Meksika, İtalya, Suriye, Hindistan, Endonezya, Peru ve Venezuella gibi farklı coğrafyalarda bir yolculuk gerçekleştiren sanatçının objektifinden bu ülkelerdeki dini ve kutsal yerler, yakından görülebilecek. Üniversitenin Fazıl Say Oditoryumu’nda ise mezzosoprano Özay Güray’a piyanoda Aylin Özuğur’un eşlik edeceği “Barok’tan Romantizm’e” başlıklı bir dinleti sunulacak. Tiyatroseverler de Ayşe Lebriz Berkem’in yönettiği, 9 Ekim’de Küçük Sahne’de sergilenecek olan Bursa Devlet Tiyatrosu’nun “Tek Kişilik Yaşam” adlı oyununu izleme şansı yakalayacak. Devlet Tiyatroları tarafından festival için bir günlüğüne İstanbul’a getirilecek oyunda, geleneksel sanatlara çağdaş yorumlar katan ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yaşam öyküsü anlatılıyor. 10 Ekim’de ise Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda Yiğit Sertdemir’in yazıp, yönettiği tek perdelik oyun “Surname” izlenebilecek.

YARATICILIK KÖPRÜLERİ Schneidertempel Sanat Merkezi’nde 13 Ekim’de açılacak karikatür sergisi de, festivalin bu yılki temasını bütünler nitelikte. Adını Karikatürist Tan Oral’ın belirlediği “Gelenek ve Gidenek” sergisi fes-

67

Evrim Demirel Trıio.

Festival kapsamında, 4 Ağustos’ta aramızdan ayrılan yönetmen Metin Erksan ve usta sanatçı Müşfik Kenter’in anısına “Sevmek Zamanı” filmi izleyiciyle buluşacak. “Sevmek Zamanı”nın meşhur kayık sahnesi.

tival süresince ziyaret edilebilecek. Türkiye ile Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılı nedeniyle planlanan kültürel etkinlikler kapsamında açılacak “Geleneksel Sanatlardan Yaratıcı Endüstrilere” başlıklı sergi ise festivalin son günü 16 Ekim’de Bahçeşehir Üniversitesi’nde görülebilecek. Kültürlerarası İletişim Disiplinlerarası Sanat Derneği ve Hollanda’nın ünlü tasarım okullarının işbirliğiyle hazırlanan sergide çini, cam, keçe ve kuzu derisinden giysi tasarımı atölyelerinin işleri yer alacak. Sergi, aynı zamanda İstanbul Tasarım Bienali’nin yan etkinlikleri arasında yerini alıyor. Ruhi Su’nun 100. doğum yılı anısına Mehtap Meral de Ruhi Su’nun türkülerini söyleyerek festivalin kapanış konserini verecek. MS Milliyet SANAT Ekim 2012

FESTİVAL

İstanbul Pera Fest’le güneş açıyor


MÜZİK Barbra Streisand, toplamda altmışı aşkın albüme imza attı ve bunlardan 31 adedini ilk 10’a sokmayı başardı.

“Hiç de fena bir şarkıcı değilmişim” Barbra Streisand, 70. yaşını 1963’ten günümüze uzanan bir zaman diliminde seslendirdiği, ama yayınlanmamış 11 şarkıdan oluşan “Release Me” albümüyle kutluyor. Streisand, albümdeki şarkılar için, “Zamanında severek seslendirdiğim şarkılardı, şimdi de bana o günlerdeki kadar hitap ettiklerini söyleyebilirim,” diyor.

ALİŞAN ÇAPAN alisancapan7@hotmail.com

Milliyet SANAT Ekim 2012

ALTI AY önce 70 yaşına giren 20. YY.’ın popüler müzik ikonu Barbra Streisand, yeni yaşını “Release Me” adlı daha önce gün yüzü görmemiş şarkılarından oluşan bir arşiv seçkisiyle kutlamaya hazırlanıyor. Bir müziksever olarak benim Streisand’la tanışmam, yaklaşık otuz yıl önce Nilüfer tarafından “Ben Seni Seven Kadın” adıyla da yorumlanan “Woman in Love” şarkısıyla oldu

68

desem yeridir. Ablam Leylâ ilk gençlik iştahıyla bu şarkıya kafayı takmış, gün boyunca tekrar tekrar başa alıp dinliyordu, bir süre sonra ben de şarkının esiri oluverdim. Streisand’ın gelmiş geçmiş en popüler şarkılarından biri olan “Woman in Love”, 1980 tarihli “Guilty” albümünde yer alıyor. Oysa o günlerden başka bir Streisand şarkısı kalmamış aklımda. Muhtemelen dönemin gen-


çliğinin vazgeçilmezleri arasında yer alan karışık doksanlık Raks kasetlerden biriydi dinlediğimiz, albümün tamamını hâlâ dinlemiş değilim. Sekiz - on yaşlarında bir Türk erkeği ‘80’li yılların başında ne bulmuş olabilir “Woman in Love”da o da ayrı bir muamma. Belki “Kadın cinsi aşık olduğunda böyle oluyormuş demek ki,” gibilerden kör topal bir çıkarsama, belki de TRT’de seyredilip bölük pörçük hatırlanan 1976 tarihli “A Star Is Born / Bir Yıldız Doğuyor” filminden gelen bir aşinalıktır, kimbilir? Streisand’ın “A Star Is Born”un yerli uyarlaması “Minik Serçe”yle, rahatlıkla Türkiye’nin Streisand’ı olarak adlandırılabilecek Sezen Aksu’ya rol modeli olması basit bir tesadüf olmasa gerek. Barbra Streisand’ın elli yılı aşkın müzik serüveni o kadar göz kamaştırıcı başarılarla dolu ki, bu noktada rakamların diline sığınarak manzarayı netleştirmekte fayda var. 1963 tarihli ilk albümü “The Barbra Streisand Albüm” ile albüm listelerinde 1 numaraya tırmanan Streisand, toplamda altmışı aşkın albüme imza atmış ve bunlardan 31 adedini ilk 10’a sokmayı başarmış. Dünya çapında 140 milyona ulaşan satışlarıyla modern zamanların gelmiş geçmiş en başarılı kadın sanatçısı olarak kabul ediliyor. İki Oscar, sekiz Grammy ödüllü sanatçı, Emmy, Tony ve Golden Globe ödülleriyle de göz kamaştırıcı bir koleksiyona sahip.

SAHNE VE FİLMLER Ayaklarının her zaman yere basmasıyla övünen Streisand bu özelliğini, doğup büyüdüğü Brooklyn’in alçakgönüllü mizacına borçlu olduğunu söylüyor. Belki de bu mizaç sebebiyle Streisand adından hiç haz etmemekle birlikte hepten değiştirmenin ayıp olacağını düşünüp, usta şairimiz Cemal Süreya’nın soyadından bir ‘y’ harfini eksiltmesi gibi Barbara’dan bir ‘a’ harfi atarak adını Barbra yapıvermiş. 1960 yılında Greenwich Village’in popüler gay barlarından The Lion’da profesyonelliğe adım atan Streisand’ın kariyeri, satış rekorları kıran albümlerinin yanı sıra benim diyen sanatçıyı kıskandıracak sahne ve film çalışmalarıyla dolu. 1964 yılında başrolünde oynadığı Broadway yapımı “Funny Girl” müzikalinin başarısı Streisand’ı ilk defa Time dergisinin kapağına taşımış. Aynı yapımla 1966’da Londra’nın West End’ini de fethetmekte zorlanmamış. “Funny Girl”ün William Wyler tarafından beyaz perdeye aktarılması Streisand’a 1968 yılında Katharine Hepburn’le paylaştığı en iyi kadın oyuncu Oscar’ını da

getirmiş. ‘70’li yıllarda çemadığı yüzlerce şarkı araşitli gişe komedilerinde rol sından on bir şarkı seçmesi alan Streisand’ın o dönemkolay olmasa gerek. Streide çevirdiği en kalburüstü sand “Release Me”de yer filmlerden birinin, başrolalan şarkılar için düşüncelelerini Robert Redford ile rini “Zamanında severek paylaştığı “The Way We seslendirdiğim şarkılardı, “Release Me” Were” adlı dram olduğu şimdi dinlediğimde hâlâ baBarbra Streisand söylenebilir. Bu filmdeki na o günlerdeki kadar hitap 23.80 $ performansıyla ikinci kez ettiklerini söyleyebilirim. Columbia en iyi kadın Oscar’ı almaya Düşünüyorum da hiç de feçok yaklaşan sanatçı ikinci na bir şarkıcı değilmişim,” Oscar heykelciğini 1976 yılında bu defa “A diye özetliyor. 1970 yılında “The Singer” Star Is Born” filmi için yazdığı “Evergreen” adlı albüm için kaydedilip daha sonra alşarkısıyla en iyi şarkı dalında almış. 1981 büm projesinin rafa kalkmasıyla dinleyici yılında oynadığı “All Night Long” filminin karşısına çıkmamış Jimmy Webb şarkısı beklenen ticari başarıyı gösterememesi “Didn’t We”den tutun da, düzenlemesini üzerine sinemayı ikinci plana alan Strei- Billie Holliday ile yaptığı çalışmalarla efsand’ın o günden bugüne sadece altı film- sane katına yükselmiş olan Ray Ellis’in de oynadığını da notlarımıza ekleyelim. yaptığı, 1967’de kaydedilmiş olan “Willow Oyunculuktan sonra kamera arkasına da Weep For Me”ye, Randy Newman’ın kengeçen Streisand “Yentl” (1983), “The Prin- di bestesinde Streisand’a piyanosuyla eşlik ce of Tides”(1991) ve “The Mirror Has ettiği 1971 tarihli “I Think It’s Going to RaTwo Faces” (1996) filmlerine yapımcı, yö- in Today”e, “A Star Is Born” için kaydedinetmen ve oyuncu olarak imza atmış. Son lip arşivde kalan “With One More Look at yıllarda Streisand hayranı sinemaseverleri You”ya uzanan şarkılar, Streisand’ın ne-

Barbra Streisand, 140 milyona ulaşan satışlarıyla modern zamanların gelmiş geçmiş en başarılı kadın sanatçısı olarak kabul ediliyor. İki Oscar, sekiz Grammy, Emmy, Tony ve Golden Globe ödülleriyle de göz kamaştırıcı bir koleksiyona sahip. en mutlu eden gelişmeyse kendisinin 2004 yılında “Meet the Fockers” filmiyle sahalara dönüş yapmış olması. Dustin Hoffman, Robert de Niro ve Ben Stiller gibi isimlerle beyazperdedeki alışılmış başarısını tekrarlayan Streisand serinin devam filmi niteliğindeki 2010 tarihli “Little Fockers”da da yer alıyor. Barbra Streisand’ın müzikal yolculuğu boyunca ağırlıklı olarak Columbia Records’la çalışmakla birlikte, Atlantic Records ile de önemli albümler yayınladığını görüyoruz. Bu da bizi Ahmet Ertegün ve Arif Mardin gibi tanıdık isimlere götürüyor.

BAŞARISININ İSPATI Gelelim Streisand’ın bu yazıya da vesile olan son çalışması “Release Me”ye. Sanatçı yeni toplama albümünde 1963 yılından günümüze uzanan bir zaman diliminden seçtiği, daha önce hiç yayınlanmamış on bir şakıya yer vermiş. Altmışın üzerinde albümü olan Streisand’ın zamanında seslendirip çeşitli nedenlerle albümlere al-

69

den bu kadar başarılı bir müzisyen olduğunun birinci sınıf bir ispatı. Yıllar önce söyleştiğimiz efsanevi Alman techno prodüktörü Thomas Brinkmann ile konuşurken laf dönüp dolaşıp da insanın bir müziksever olarak kendi beğenisini oluşturma sürecine geldiğinde, usta müzisyen; “İnsan ergenlik çağında bir gün dükkana gider ve kendi kafasına göre bir iki albüm alır, işte annenizin babanızın müzik beğenisinden kopup da kendi beğeninize yöneldiğiniz o gün sizin de bireyliğe, yetişkinliğe adım attığınız, kendi hayatınızın soundtrack’ini oluşturmaya başladığınız gündür,” diyerek güzel bir yorum yapmıştı. Şimdi düşünüyorum da anneler babalar bir yana, abilerimizin ablalarımızın sevdiği şarkılar bizim hayatlarımızın soundtrack’ine girer mi? Bence girer. O halde ne yapmalı, bir defa daha Streisand’in “Release Me” albümünde yer alan şarkılara kulak kabartıp, âşık olan kadınların sırrına hiçbir zaman vakıf olamayacağımızı bile bile Streisand’in olağanüstü şarkıcılığına teslim olmalı. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


MÜZİK

Anti-sanattan şarkı ilmine John Cale’in yeni albümü “Shifty Adventures in Nookie Wood”, tarihe bıraktığı derin ize çok şeyler katmayacak. Ama dinleyene her yerde bulamayacağı bir bulanık dünya vaat edecek.

MERVE EROL merveroll@gmail.com

YAPTIĞIN şey her ne olursa olsun, başkasının işine benzemeyecek, hatta andırmayacak bile: Avangardın öğrettiği en sağlıklı arızaların başında bu geliyormuş, John Cale’in söylediğine göre. Yeni albümünden dinlediğimiz şarkılar, yedi sene önce çıkan “blackAcetate” ve hemen önceki albümleri göz önüne alındığında bulunmaz Hint kumaşı üretimini epeydir durdurduğunu söylemek kolay, ama sebebi var: Kendi yarattığı dalga boyu artık kitlesel beğeniyi öyle etkilemiş durumda ki, o da modern rock sularında zevkle ve herkesten daha rahat kulaçlar atıyor. Zaten rock’ta atonal, minimalist, kompozisyon kırıcı bir eğilimden, bir antisanat geleneğinden söz edilecekse, en başa da onun adını yazmak gerekiyor. Yeni albümü “Shifty Adventures in Nookie Wood”, bu yüzden, diskografisine ve tarihe bıraktığı derin ize çok şeyler katmayacak; yarattığı karanlık alemde, muhayyel belde Nookie Wood’daki tekinsiz gezintisi eski işlerinin kaderini paylaşıp onu radyolara, klip kanallarına taşımayacak. Ama, uzun zincirin iri halkalarından biri olarak bu albümü de gururla göğsünde taşıyabilecek Cale, dinleyene de ilk dinlemede çözülemeyecek sürprizler, her yerde bulamayacağı bir bulanık dünya vaat edecek. John Cale’in her albümü saygıyla karşılanır. Belki o tarihsel yükü taşımasa, her biri daha büyük bir ilgiye mazhar olurdu. Ama o yükü kaldırıp atmak imkânsız: Orada Velvet Underground var, Warhol ve Lou Reed, Nico, Stooges, Patti Smith var, çağdaş klasik müziğin dünyanın tersine akan cesaretinden devşirilmiş ilk rock’n’roll serserisi var. Milliyet SANAT Ekim 2012

FABRİKA MAMULÜ ROCK

mekteymiş. Aklı fikri Amerika’dayken, Amerikan müziğinin bütün biçimlerinin en özcü Cale’in makus talihi de bu: İlk insan, sanatkarlarından Aaron Copland ona bu ama adı hep eski grubuyla, beraber çalıştığı yolculuğu ayarlamış. Burada Cage’le çalma başka insanlarla anılacak. Çünkü, esas olaimkanını da bulan çağdaş klasik müziğin rak sound’cu. Lou Reed’le ilk tanışıklık yılgenç heveslisi, La Monte Young’ın Dream larında, soyutlanmış bir form olarak müziSyndicate’inin de üyesi olmuş. Velvet Unkal ifadenin sözden güçlü olduğuna inanırderground’un hamurunda rock’un o zamamış. İçine kuşku tohumunu serpen, Reed’in na kadar görmediği, duymadığı bu incelmiş elinde bir folk gitarıyla çaldığı “Heroin”, ve bozguncu sanat var. “Waiting For The Man” gibi şarkıların sözBaşta şair ve öykücü Delmore Schzwartz, leri olmuş. Bugün Lou Reed, eşi Laurie AnLou Reed’in de ustaları, edebiyatta kendine derson ve John Zorn’la beraber kulak zarhas bir duyuşu ve söyleyişi var. Bir plak şirlarını patlatmakla, ses duvarını aşmakla, ketine söz satmak için debelenirken tanışmelodinin içinde yitip gimışlar. Bol serserilik, eroin ve deceği distorte ses kütleamfetamin, kavga dövüş, ayırt leri aramakla meşgul. etmek güç olmuş doğru ile eğriMetallica, çok eleştirilen yi New York sokaklarında. Doortak albüm “Lulu”da minatrix’ler, mistress’ler, toronun bu gitar takıntısına, bacılar ve iğneler, izbehaneler sound kurmaktaki ısrarıve nezarethaneler, çiçek çocukna vurgundu. John Cale larının filizlendiği folk yıllarınise Peter Gabriel ayarında pek dinleyici bulamamış tada bir şarkı yazarı olup biatıyla. Ama New York’ta herçıktı. Scott Walker bu kakese ekmek var: Piyanodan vifaya poptan gelmişti, o John Cale yolaya, oradan basa koşarak Fluxus’tan Walker Brot“Shifty Adventures in grubun terazinin altın oranında hers’a doğru ilerledi... duran, saldırgan ve hüzünlü soNookie Wood” Rock tarihinin eşsiz und’unu Cale belirlerken, bu DOMİNO buluşmalarından biri, garabetin değerini Andy War10.27 dolar Cale’le Reed’inki. Bu buhol anında fark etmiş. Artık yeluşma olmasaydı rock deni evleri Fabrika: Warhol’un resi farklı akar mıydı sorusu sık soruluyor, çalışma, performans ve parti atölyesi... ama Cale’e bakarsanız, onlar olmasa formüCale ve Reed, yıllar süren küslüğün arlü başkaları zaten bulacaktı. Galli bir madından biraraya gelip kaydettikleri Wardenci - öğretmen çiftin çocuğu John Cale. hol’a veda albümü “Songs For Drella”da Babası tek kelime Galce bilmezken annesi ilkokula kadar İngilizceyi oğlunun kulağına (1990) müziği değil, Warhol’un hikayesini fısıldatmamış. Baba, evdeki yabancı gibi bir öne çıkararak bu yılları anlattılar. Bol pronevi. Müziğe istidadı erken yaşta keşfedil- valı ve dumanlı yıllar bunlar, aynı kadınlara miş, viyola ve piyanoda ilerlemeye başlamış, aşık olup duruyorlar, soyut müzikle sokak Fluxus’u, John Cage’i erken yaşta keşfetmiş. rock’unu yekdiğerinden üstün görmeden ve Fakat daha önce benzeri görülmemiş bir dı- üzerlerinde fazla düşünmeden harmanlarşavurumcu üslup olarak rock da ilgisini çek- ken bir queer cemaatin ilk özgün müzikle-

70


John Cale, şarkılarını stüdyo cambazlıklarıyla süslüyor ve bitmek bilmez provalar esnasında kulaklarında yaşattığı ve ulaşmaya çabaladığı dokuyu kolayca yakalayabiliyor.

John Cale’in her albümü saygıyla karşılanır. Belki o tarihsel yükü taşımasa, her biri daha büyük bir ilgiye mazhar olurdu. Ama o yükü kaldırıp atmak imkânsız: Orada Velvet Underground var, Warhol ve Lou Reed, Nico, Stooges, Patti Smith var. rini ortaya çıkarıyorlar. Viyola, Cale’in elinde, belki de çalgılar tarihinde ilk defa bu kadar belirleyici bir hüviyete bürünüyor, Velvet müziğiyle özneleşiyor.

ŞİDDETİN TEKİNSİZ SESLERİ Velvet Underground’un ardından John Cale, eski gözağrısı minimalist müziklerle sofistike bir şarkı yazarlığı arasında gidip geldi. Andy Warhol’un Velvet’çilerin arasına ‘prezantabl’ bir solist olarak soktuğu Nico’ya yaptığı solo albümler, buzul çağının virüsü gibi dolaşmaya başladı birkaç kuşak sonranın müzisyenleri arasında. Nico’nun mesafeli okuyuşunu neredeyse sessiz düzenlemelerle, harmoniumla viyolanın barışık atışmasıyla öne çıkarıyordu Cale. Ses işinden anlıyordu, çiğ ve ham haykırışların değerini ve manasını da biliyordu: Iggy Pop & The Stooges’ın, Patti Smith’in, Jonathan Richman’ın ilk albümlerinin altında onun

imzası var. Velvet’in en şaşaalı günlerinde Lou Reed’e Lulu diye seslenirlermiş, John Cale’e Black Jack. İkisi de ‘90’larda hiphop’a, özellikle gangsta rap’e çeşitli söyleşilerinde arka çıktılar, has sanat yapıtı diye saygılarını sundular. Şiddeti daha çocukluk yıllarında tanımışlardı. 1968 bir dekadansa dönerken Reed’in “Berlin”i varsa, Cale’in “Paris 1919”u vardı. Orkestra popunun bu nadide örneklerinden sonra, ‘70’lerin ortalarında ikisi de kendilerine has yöntemlerle iki arada bir derede proto-punk’lar ürettiler. Cale’in 1974-75 yıllarındaki üçlemesi, “Fear”, “Slow Dazzle”, “Helen Of Troy”, makus talihe uyarak sonradan kıymete bindi. İçten patlamalı, sert, öfkeli, şiddet yüklü bir rock vardı bu albümlerde, sahneye de buz hokeyi maskesiyle çıkıyordu John Cale, “13. Cuma” serisinin manyak katili Jason Voorhees’in habercisi gibi.

71

‘80’lerde kendi ölçülerine göre ticari ve makul bir rock üretmeye çalıştı. Kayıp yıllar sayılabilir, başka birçokları için olduğu gibi. ‘90’lara ve 2000’lere gelindiğindeyse elektronik ve endüstriyel müzikler çoktan geniş kitlelerin kulağına girmeyi başarmıştı. Bugün artık Animal Collective’den Gaslight Anthem’e kurgu veya buluntu seslerle bir atmosfer ve duygu yaratmaya çalışan pek çok bağımsız ekibin müziği vakayı adiyeden sayılıyor. İşte bu yüzden Cale şarkılarını stüdyo cambazlıklarıyla süsleyebiliyor, vaktiyle çok peşinden koştuğu, bitmek bilmez provalar esnasında kulaklarında yaşattığı ve ulaşmaya çabaladığı dokuyu kolayca yakalayabiliyor. Vaktiyle piyanosunun tuşlarını çekinmeden yumrukladığı, viyolasının tellerini sarsarak gıcırdattığı içindir ki bugünün indie’lerinde ve pop’larında tamamen uyumsuz seslerin birliği bizi rahatsız etmiyor. Cale de haleflerinin ürettiğinden aşağı kalmadan örüyor şarkılarını: Yeni teknolojilere, elektronik seslere, güçlü ritmlere açık, elinde cereyanlı viyolası, kendi zihninde yarattığı sürreel korku hikayelerine davet ediyor: Ernest Hemingway’den Uçan Hollandalı’ya, Kafe Vampir’den sonbahar yağmurlarına, ruh halimize uygun sularda gezinen, güvenilir şarkılar bunlar... MS Milliyet SANAT Ekim 2012


MÜZİK Natasha Khan, “Bat for Lashes” ismini hem kadına hem geceye dair öğeleri çağrıştırdığı için kullanıyor.

Dışlanmanın getirdiği uluslararası başarı ASLI ONAT aslionat29@gmail.com

DOLAYLI ya da dolaysız olarak dinlediğimiz ‘gurbet’ öykülerinden biliyoruz ki yurt dışında hayat, hiç de kolay değil. Özellikle Türkiye’den Almanya’ya göçmüş ailelerin üçüncü kuşak olarak adlandırılan çocukları, ne buralı ne oralı. Kimlik bunalımları kenMilliyet SANAT Ekim 2012

Pakistan kökenli İngiliz müzisyen Natasha Khan’ın yaratıcı projesi Bat for Lashes, üçüncü albümü “The Haunted Man” ile karşımızda. Sesi ve tarzıyla Björk ve Kate Bush ile karşılaştırılan Khan’ın özgünlüğü, bu albümle nihayet tescilleneceğe benziyor. dilerine yeterken, Alman toplumuyla bütünleşmekte güçlük çekiyor, dışlanmadan ırkçılığa kadar uzanan sevimsiz tepkilerle karşılaşabiliyorlar. Aynı durumu yıllar önce İngiltere’ye yerleşen Hindistan ve Pakistan kökenli aileler

72

de yoğun olarak yaşadı. Esmer tenli, kara gözlü çocuklar, sarışın, açık tenli yaşıtlarının arasında yabancılık çekti, çoğu zaman dışlandı. ‘Biz’ ve ‘onlar’ uçurumunu çok çalışarak kapatmaya çalışsalar da çoğu, üçüncü sınıf insan muamelesi görmekten kurtulama-


Khan, albümün kapak fotoğrafında sırtına kendisi gibi çıplak bir adamı almış şekilde poz verdi. Kimileri bunu dikkat çekmeye yönelik ucuz, pornografik bir fotoğraf olarak değerlendirse de Khan “Kadın görselliğinin gözümüze bu kadar sokulmasına tepki vermek istedim,” diyor: “Verdiğim poz, Patti Smith gibi sade, dürüst kadınlara bir saygı duruşu niteliğinde. Yüzümde makyaj bile yok.”

dı. Ancak ‘yazgılarına’ meydan okuyan ve durumu tersine çevirenler de yok değil. 2000’li yılların sonuna doğru hayatımıza giren Bat for Lashes’ın ardında da bu başarı öykülerinden biri var. Daha doğrusu Bat for Lashes adı altında müzik yapan Natasha Khan adlı genç bir kadının öyküsü var. Bat for Lashes’ın prestijli Mercury Ödülü’ne aday gösterilen ilk albümü “Fur &Gold” ve ardından gelen “Two Suns”, insana zaman zaman hayal dünyasında dolaşıyormuş hissini veren Khan’ın müzikalitesini tescilledi. Bat for Lashes’ın bu yazının yazılmasına vesile olan yeni albümü “The Haunted Man” ise 15 Ekim’de piyasada olacak. Yine nahif melodilerle örülü, tipik bir BFL albümü var karşımızda. Bas ve klavyenin ustalıkla kullanıldığı ritimler, dinleyiciyi bambaşka bir duygu boyutuna sürüklüyor adeta. Natasha Khan’ın ilginç de bir özelliği var. Kendi hayatında var olan kişileri aynı ismi taşıyan kurgusal kişiliklerle birleştirerek anlatıyor şarkılarında. Örneğin 2009 yılında yazdığı “Daniel”, hem eski erkek arkadaşına hem de Karate Kid’in baş karakteri Daniel’a

leri ve saçlarıyla kökenini bagönderme yapıyordu. Yeni ğırarak ilan ediyor neredeyse. albümdeki “Laura”da da Hal böyle olunca pek arkadaş böyle bir durum var. “İkiz edinemiyor; dışlanıyor. Son Tepeler”deki Laura Paldönemdeki en yaratıcı projemer’ı da “Küçük Ev”in lerden biri olarak dikkat çeken Laura Ingalls Wilder’ını da Bat for Lashes Bat for Lashes’ın tohumları da çağrıştırabilen bir parça bu. “The Haunted Man” aslında Natasha fark etmese Şarkıdaki “You say that de bu dönemde atılıyor. Yaşıtthey’ve left you all behind / 14.46 $ ları tarafından dışlanmak, Your heart broke when the EMI genç kızın müzikal kimliğini ve party died” (Dedin ki hepsi seni bırakıp gitmiş / Eğlence bitince kalbin tavrını daha o yıllarda şekillendiren bir unkırılmış) sözleri, ister istemez Khan’ın ken- sur olarak öne çıkıyor. Khan’ın çocukluğu, annesiyle babasının di hayatını da getiriyor akla. Khan da albüboşanmasına kadar son derece dindar bir mü hazırlarken kendine döndüğünü ve buortamda geçiyor. Biraz da babasının peşinnu bilinçli bir şekilde yapmamış olsa da şarde göçebe hayatı sürüyor. Natasha Khan’ın kıların kendi psikolojisiyle ilintili olduğunu anlattığına göre yaratıcılığını geliştiren en belirtiyor. “The Haunted Man” müzisyenin büyük etken, babasının ona uyumadan önkendi hayatından ‘hayaletlerin’ izini taşırken ce anlattığı fantastik hikâyeler. Çocukluk “Lilies” yeni başlangıçlara umutla bakıp hayatı kucaklamayı işliyor. Albüm kapağı da dönemindeki zıt unsurlar, yaşadığı acı ve “The Haunted Man”de anlatılan, geçmişin farklı ortamlar, onun hayal gücünün gelişyükünü taşımaya yönelik görsel bir gönder- mesinde, mistik parçalar yazmasında büyük rol oynuyor. me aslında. Film ve müzik eğitimi alan Khan, bu sıTARTIŞMALI KAPAK rada Steve Reich ve Susan Hiller’dan etkileÖte yandan kapak, albüm daha piyasa- nerek deneysel çalışmalar yaptı. İlk albümüya çıkmadan çıplaklık öğesi nedeniyle tartı- nün çalışmaları devam ederken aynı zamanşılmaya başlandı. Khan, albümün kapak fo- da bir hemşirelik okulunda öğretmen olarak toğrafında sırtına kendisi gibi çıplak bir ada- çalışmaya devam etti. İlk single’ı “Wizard”ı mı almış şekilde poz verdi. Adam, Khan’ın kendi olanaklarıyla plak formatında yayınlaomuzlarından avlanmış bir hayvan gibi sar- dı. Daha sonra Echo firmasıyla anlaşarak ilk kıyor. Kimileri bunu dikkat çekmeye yöne- albümü “Fur and Gold”u piyasaya sürdü. Allik ucuz, pornografik bir fotoğraf olarak de- büm gerek Khan, gerekse müzik camiası açığerlendirse de alakası yok. Aslına bakılırsa, sından iyi bir dönüm noktası oldu. Son derefotoğrafta erotizm bile yok; söz ve müzik ce olumlu tepkiler alan şarkıcının sesi, Björk üzerinden bir çıplaklık hali anlatılmak iste- ve Kate Bush’la karşılaştırıldı. Ancak yeni alnen. Khan da bu konuda şunları söylüyor: bümünde farklı sulara yönelmesi, bu benzet“Kadın görselliğinin gözümüze bu kadar so- meleri ortadan kaldıracak gibi görünüyor. Khan, bilinçaltının düşüncelerini yönkulmasına tepki vermek istedim. Bu nedenle kapağı son derece sade bir kompozisyon lendirdiğini, hayal gücünün bu kadar geniş olarak tasarladık. Verdiğim poz, Patti Smith olmasından ötürü kendisini şanslı hissettiğigibi sade, dürüst kadınlara bir saygı duruşu ni söylüyor. “Bat for Lashes” ismi, bir gün aniden aklına gelmiş ve hem kadına hem geniteliğinde. Yüzümde makyaj bile yok.” Bu vurucu kare, nü çalışmalarıyla tanı- ceye dair öğeleri çağrıştırmış ona. Başta nan Amerikalı fotoğrafçı Ryan McGinley Björk ve Kate Bush’la karşılaştırılmaktan sıtarafından çekildi. Khan, öteden beri işleri- kılsa da artık kendi tarzını oturtmuş ve karşıne hayran olduğu McGinley ile özellikle ça- laştırıldığı Björk ile Radiohead’den Thom Yorke’a kadar pek çok hayran edinmiş dulışmak istemiş. rumda... Bunda, gerçekten samimi olması‘ESMER TEN’İN LANETİ nın, dinleyiciye allı pullu bir paket şeklinde Khan’ın macerası, 1979’da başlıyor. Pe- sunulmamış olmasının etkisi büyük. “Lilies”i şaverli ünlü bir squash oyuncusu olan Pakis- dinleyen birinden “Thank God I’m Alive tanlı bir baba ile İngiliz bir annenin kızı ola- (Tanrıya şükür hayattayım,) cümlesi bana rak geliyor dünyaya. Dış görünüşü İngiliz tuhaf bir his yaşattı,” yorumunu duyduğunu genlerine çekse belki melezliği bile anlaşıl- söyleyen Khan, “Kendimiz olmaktan, hislemayacak; İngiliz arkadaşları onu ayırt etme- rimizi birbirimize açmaktan ve hayatta olden aralarına kabul edecek. Ancak böyle ol- maktan korkuyoruz,” diyor: “Ben de buna muyor; Natasha esmer teni, koyu renkli göz- dikkat çekmek istedim.” MS

73

Milliyet SANAT Ekim 2012


MÜZİK

Baştan sona ‘kadın’ bir albüm 10 yıl önce Anima grubunun solisti olarak tanıdığımız Ceylan Ertem, ikinci solo albümü “Ütopyalar Güzeldir”de yine derdi olan şarkılar söylüyor. Ertem, “Herkesi sevmek ve saymak zorunda değiliz, sertleşmemiz gereken bir dönemdeyiz!” diyor.

ÖMÜR KEYİF omursahin1@gmail.com

CESUR parantezine alabileceğiniz vokali, görünüşü ve söylemleriyle kimileri için hayli marjinal diye adlandırılabilecek biri olsa da Ceylan Ertem, sınırlı ve kent merkezli bakıştan oldukça uzak şekilde icra ettiği müziği onu kategorilerin dışına taşımakta büyük rol oynuyor. Kendini olduğu gibi kabul ettirdiği, bugünün müzik piyasası içinde, onu son derece kıymetli kılan özelliklerinden biri de bu. İkinci albümü “Ütopyalar Güzeldir”in lansman konserini Beşiktaş’ın Abbasağa Parkı’nda yaparken dinleyen kitlenin heteMilliyet SANAT Ekim 2012

rojenliği, kendi seçimi olmasa bile onun bu özelliğinin altını çiziyordu. Konserde mahalle sakini olduğu ve Ertem’e pek aşina olmadığı belli olan yaşını başını almış bir kadın, gözlerini ayırmadan baktığı Ertem’in döpiyesinin sessizce ifade ettiği hanım hanımcıklığı ‘maşallah’ diyerek seslendirirken, hemen arkadaki genç bir adamın ‘bu kadın deli yahu’ ifadesiyle konserden aldığı keyfi ifade etmesi tam ona yakışan bir kontrast içeriyordu. Ertem’in 2010’da çıkan “Soluk” albümünün “Mi Minör”ünde tezatın ahengini anlatırken hissettirdiği samimiyeti ikinci albümün o ilk konserinde yaşanıyordu. Konserde seslendirilen şarkılar, 10 yıl kadar önce Anima grubunun solisti olarak karşılaştığımız kadının içinde yaşattığı farklı karakterlerle dinleyicisini bir kez daha kucaklaştırdı. O karakterlerin albümdeki te-

74

zahürünü kendi blogunda şöyle anlatıyordu Ertem: “İçinde kadınlar var... Tanışmayı bekleyen sizinle. Çocuk ruhlu kadınlar, eski kafalı kadınlar, terk eden ve terk edilen, Platoncu, canı acıyan, can acıtan, kadınlar var.” Dünyaya gözünü kulağını kapatmadan yaşayan bir kadın Ertem. Bugün Türkiye’deki çoğu kadın bestesine baktığımızda oldukça bireysel sözlere rastlarken Ertem’in müziği aşkı anlatırken bile toplumsal kodlara göndermeler yapıyor.

NE OLURSAN OL GEL-ME! Albüm henüz piyasaya sürülmeden klibiyle sosyal medyada viral olarak yayılan şarkı “Ne Olursan Ol Gelme”, onun hem aykırılığını hem de kişisel ahlak ve inançlarını vicdanıyla besleyişini anlatıyor sanki. “Ayağın altında yol eğri engebeli yürünmüyor.


Dünyaya gözünü kulağını kapatmadan yaşayan bir kadın Ertem. Bugün Türkiye’deki çoğu kadın bestesine baktığımızda oldukça bireysel sözlere rastlarken Ertem’in müziği aşkı anlatırken bile toplumsal kodlara göndermeler yapıyor.

Albüme ismini veren şarkı “Ütopyalar Güzeldir”, Ferhan Şensoy’un “Ferhangi Şeyler” isimli oyununda geçiyor.

Ağaçlar el ele verdiler yine ufukta umut görünmüyor. Gel gidelim uzağa gel varalım buradan başkaya” diyen şarkıdaki “Gel avuç açmayalım olmuyor, tanrım utançtan yüzüme bakmıyor” sözü dinleyiciyi onun dualarının müziğe dökülmüş biçimiyle sert şekilde yüzleştiriyor. Ve hatta bu duaları yaratan vicdanda ortaklaşamıyorsak ‘gelme’ diyor Ertem. Mevlana’nın sözü olarak tarihe geçen ‘Ne olursan ol gel’e inat hem de: “Ne olursan ol gelme. Kötüysen dur gelme.”

KIRMIZI RUJLU KADIN Ertem, Neyzen Tevfik’in hayatından özellikle de mevlevihaneden kovulmasından ilham alarak yazdığını söylediği şarkıyı “Herkesi sevmek ve saymak zorunda değiliz, sertleşmemiz gereken bir dönemdeyiz!” sözleriyle açıklıyor. Ertem’i takip edenler, özellikle onu sah-

nede izleyenler bilir. Kıpkırmızı dudakları, mevsimsel depresyonları ti’ye alan “Kış Suçojeli tırnakları, savurup durduğu saçları... lu Çok”da da aynı çabayı görüyoruz. Uyumla uyumsuzluğun sınırlarını bulanıkHer geçen gün nefret suçu haberleriyle laştırarak kuralsızlık olup bas bas bağıran kı- sarsılan bünyemize güç katan bir şarkı da yafetleri var onun. Bedenini var albümde. Adı “İstisna”. ve kadınlığını inatla ifşa ede“İtilir istisnalar kaideler olrek cinsiyetli bir müzik yadukça” diyen Cihan Müttepar. “Ütopyalar Güzeldir” de zapoğlu’yla birlikte bestelebaştan sona ‘kadın’ bir aldikleri şarkı ‘genel ahlak kibüm. Yakıcı şarkılardan biri min ahlakı?’ diye sormaya de, kadınların yaşadığı acılagayret ediyor. rı dile getiriyor. Ertem’in Albümde bir de Ömer “En güzel şarkısını bana veHayyam şiiri var. “Evren kırerek büyük bir hata yaptı” rıntısı bu güzelim yıldızlar. dediği Mabel Matiz imzalı Gelir giderler, dünyayı be“Cennetin Irmakları”, “Ah zer dururlar. Göklerin ete“Ütopyalar Güzeldir” beyim yapma dur bir kızım ğinde toprağın koynunda Ceylan Ertem var benim aslında doğmadı doğdukça doğacak daha ne15 TL ama...” diyerek hayatın tüler var...” diyen şarkı ErAda Müzik kürdüğü kadınları anlatıyor. tem’in pek çok sorunu kalem kalem sıraladığı albümAlbümde başka bir şarkı ise çocukluğu boyunca hayran olduğu Aysel de bir umut ışığı gibi göz kırpıyor. Gürel’e adanmış. “Küçükken Aysel gibi olALBÜME ADINI VEREN ŞARKI mak isterdim” diyor “Ertesi Gece” isimli şarVe albüme isim olan şarkı, Ferhan Şenkıda Ertem. Albümün hazırlık aşamasından çok önce yazılan ve Ertem’in ifadesiyle ‘eski soy imzalı; “Ütopyalar Güzeldir”... Ertem’in defterlerden çıkan’ şarkı Gürel’in normları iki yıldır sahnede söylediği şarkı Şensoy’un alaşağı eden hallerini anlatıyor. Büyürken “Ferhangi Şeyler” oyunundan. Şarkıyı albüiçinde çok kadın büyütmüş Ertem. Önceki me almak için Şensoy’un kızı Ferhan Şensoy albümünü Sezen Aksu ve Türkan Şoray’a it- yardımcı olmuş Ertem’e. Cenk Erdoğan’ın haf eden şarkıcının içine girdiği ve içine al- sazbüşünün şarkının Ertem versiyonunda dığı kadınlar sadece ünlüler değil. “Çingene- çok önemli bir imzasının olduğunu söylemek nin gırnatası”nı hatırlatan şarkısında “Çıka- gerek. Albümdeki tüm şarkıların aranjelerini mazdık balkonlara, çamaşır ipi olmayanla- yapan Erdoğan aynı zamanda albümün Ertem’le birlikte prodüktörlüğünü üstlenmiş. ra” diyerek bunu yeterince anlatıyor... 11 şarkı ve bir intro’dan oluşan Ada Müzik KİMİN AHLAKI? etiketli albümdeki Alp Turaç’ın mikslediği Bütün albüm boyunca Müzeyyen Se- eserler Murat Çopur, Alp Ersönmez, Göknar’ı da Meredith Monk’u da Björk, Bergen, han Sürer, Amy Salsgiver, Ediz Hafızoğlu, Edith Piaff, Billie Holiday’i de okuyoruz Ertan Şahin, Tunçay Korkmaz, Adam Matta, onun sesinde... Her şarkısında içini boşalta- Aslıhan Güngör tarafından icra ediliyor. Ez cümle, en az ‘ütopyalar’ kadar güzel rak kişisel tarihini bizimle paylaşan sanatçının vokali bir yandan da müzik tarihinden kadın Ceylan Ertem. Her albümünde benkesitleri önümüze sererek hafızalarımızı ta- zer şeyler anlatan farklı kılıklara karşımıza zeliyor. Ağlamak ve kahkaha atmak arasında çıkıyor. “Ütopyalar Güzeldir” en az ilk algelip giden sesiyle devam eden albümde mı- büm “Soluk” kadar iyi. Ve hatta bestelerin rıldanmalar yerini açık ifadelere, bu ifade- sınırlarının daha net çizilmiş olmasıyla daha lerse yerini çığlıklara bırakıyor. Giderek dra- rahat dinleniyor. Albümü almalı, döndürüp matikleşen vokali derdini anlatmak için tüm döndürüp dinlemeli, Ceylan’ın elinden tuyolları deneyen bir kadını andırıyor. “Paçav- tup ütopyalarını yaşattığı diyarlara gidilmeraya Dönen” bir aşk hikâyesini anlatırken de, li. Oralarda hayat var sanki... MS

75

Milliyet SANAT Ekim 2012


MÜZİK

Niyazi Koyuncu, “Nasıl yapayım?” diyor Karadeniz’in çocuğu, Kazım Koyuncu’nun kardeşi Niyazi Koyuncu, ilk albümü “Muço Pa”yı hazırladı. “Nasıl yapayım?” demek, ‘muço pa’. Koyuncu’nun kendisine ve dünyaya sorduğu bir soru. Cevabını da biraz biliyor aslında, çare şarkılarında... MELİSA KESMEZ kesmezmelisa@yahoo.co.uk

SESİNİ ilk duyduğumda, aklıma Kazım Koyuncu’dan başkası gelmedi. Hem sevindim, hem içlendim. Mayasında aynı şey var çünkü. Karadeniz var, sevda var, hüzün var, o delişmen neşe de. “Kardeşiz, aynı topraklarda büyüdük, aynı kültürle yoğrulduk. Kulağımıza aynı ezgiler mırıldandı,” diyor abisinden konu açılınca. Yine de söylemeden geçmiyor onun izinde olup olmadığını sorduğumda: “Abimin izinden gideyim gibi değil de, kendi yolumun yolcusu olmak istedim. Bu yolda abimle de karşılaşıyorum elbette. Her şeyden önce aynı düşün yolcularıyız; hayata karşı, müziğe karşı...” Milliyet SANAT Ekim 2012

Niyazi Koyuncu ilk albümü “Muço Pa” ile hasretle beklediğimiz bir sese karşılık geldi. Her şeyi konuştum onunla. Müziği, hayatı, abisini, memleketin halini... ● Öncelikle sorayım: Nasılsınız? Memleket her gün başka bir tuhaflığa sahne olurken, bir müzisyen olarak bugünlerde nereden yakalıyor bu tantana sizi? Sırf Türkiye’de değil tüm dünyada olup bitenler elbette bir müzisyen olarak beni de etkiliyor. Şarkıları sadece kendimiz için değil daha güzel günler adına söylüyoruz. En nihayetinde derdi olan insanlarız, tüm dünya halklarının kardeşliğine inanarak söylüyoruz şarkılarımızı. ● Nasıl başediyorsunuz hayatla? Delirmemek için ne yapıyorsunuz? Elbette Türkiye’nin son yıllardaki durumuna baktığımızda iç açıcı şeyler yaşamıyo-

76

ruz. Bir müzisyen değil bir insan olarak yaşanılan her olumsuz olayda nasıl yapmalı diyorum. Tıpkı albüme adını verdiğim “Muço Pa” gibi. ‘Nasıl Yapayım’ yani. Belki de bu yüzden “Muço Pa”! Ama bu her şeyi kaderine terk etmek değil, yapılması gereken bir şey varsa yola koyulmalı. Çaresiz kalıyoruz ya çoğu kez, ama bu çaresizlikten cesaret de doğmalı. Dediğiniz gibi Türkiye şartlarını düşündüğünüzde delirmemek elde değil, her gün haber bültenlerine bakıyoruz, ölen onca masum insan, yok olan hayatlar, yok olan doğa... Ama biz müzik yapıyoruz zaten; o yüzden çok da akıllı sayılmayız. ● Umut var mı sizce? Şarkılar varsa umut da vardır. ● Müzik ne zamandan beri var hayatınızda? Çocukluğumdan beri var olan bir şey müzik... Doğanın ritmiyle büyüyen, dalga-


“Her şeyin hızla kirlendiği bir dünyada, yaşamak gibi ağır bir yükü omuzladık, buna şimdi bir de şarkı söylemek eklendi. Bu ülkeyi güzellikler kurtaracaksa, şimdi şarkı söyleme vakti...”

“Muço Pa” Niyazi Koyuncu Metropol Müzik 15 TL

ların sesiyle şarkı söyleyen, tulumla horona duran biriyim. İçimize işliyor müzik, başka türlüsü olmazdı. ● Ailenizde var mı bir müzik geleneği? Sizden ve abinizden başka bir müzisyen var mı? Ailemde herkesin sesi güzeldir. Ama abimin dışında profesyonel olarak müzik yapan bir ben varım. ● Nasıl bir çocukluktu sizinkisi? Karadeniz’de çocuk olmak sanırım daha başka bir şey... Çocukluğumun büyük bir kısmı köyümde geçti. Yeşille, dereyle, denizle, ormanla... ● ‘Karadeniz müziği’nin şu anki halini genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Şu anki durumunu gayet olumlu ve anlamlı buluyorum. Bir sürü müzik grubu ve sanatçı dostumuz var ve herkes en iyisini yapmaya çalışıyor, düşündürüyor. Politik olarak baktığımızda da, Karadeniz’in böyle insanlara ihtiyacı var. Ha yeterli mi? Değil. Daha fazlası lazım. ● Siz bu müziğin neresindesiniz? Beslendiğim yer Karadeniz. Oradan besleniyorum ve oradan şarkılar söylüyorum. Ama ülkenin diğer tarafını da düşünüyorum. Yok olan diller, yok olan kültürler, bütün yok oluşlara karşı şarkılar söylemek istiyorum.

“Abimin izinden gitmek değil, kendi yolumun yolcusu olmak istedim” ● Abiniz Kazım Koyuncu ile nasıldı ilişkiniz? Nasıl bir abiydi size, nasıl bir insandı? Abimle aramızda 12 yaş fark vardı. Bir abiden daha fazlasıydı benim için. Yol gösteren, ışık tutan biriydi. Tarifi cümlelere sığmaz. Bence o kendini yeterince anlattı, benim anlatmam eksik kalır. Onu bilenler, tanıyanlar tarafından bakınca, başka bir yerde şu an... Bugün herkes Karadeniz deyince onun adıyla başlıyorsa söze. Benim hakkında bir şey söylemem gereksiz olur. ● Kazım Koyuncu’nun müziği ile kendi müziğinizi karşılaştırmanızı istesem... Bunu hiç düşünmemiştim. Benim karşılaştırmak gibi bir durumum olamaz. Bence insanların da olmamalı... ● Seslerinizi çok benzetiyorum ben. Bunu sık sık duyuyor

olmalısınız. Nasıl hissettiriyor nu durum? Sık sık duyuyorum, doğru. Çünkü kardeşiz, aynı topraklarda büyüdük, aynı kültürle yoğrulduk. Kulağımıza aynı ezgiler mırıldandı. Bu hissiyat ne kadar zor da olsa, onunla birlikte yaşıyor olmak bir o kadar gurur verici. ● Kazım Koyuncu hem çok iyi bir müzisyen hem de belli bir duruşu olan biri olarak, büyük bir kitleyi etkilemiş biri. Onun izinde misiniz peki? Öyle mi çıktınız yola? Abimin izinden gideyim gibi değil de, kendi yolumun yolcusu olmak istedim. Bu yolda abimle de karşılaşıyorum elbette. Her şeyden önce aynı düşün yolcularıyız; hayata karşı, müziğe karşı... Söylediğimiz her şarkıda sevda kadar hayat da var. O yüzden önce kendi yolumu bulmak istiyorum

77

● Karadeniz müziğini temsil ettiğinizi düşünüyor musunuz? Oradan yola çıkıyorum, oranın dilleriyle şarkılar söylüyorum, oradaki insanların acılarından bahsediyorum, doğamıza sahip çıkıyorum. Eğer bütün bunlar temsil etmekse, evet... ● Sahneye ilk ne zaman çıktınız? Her şey Eskişehir’de başladı. Önce bir çocuğun hayatını kurtarmak için bir gece yaptık. Sahneyle değil daha çok sahne arkasıyla ilgileniyordum. Sahneyi düşünmemiştim. Ama sahneye çıkmamız gerekti ve o gün bugün sahnedeyim. ● Biraz albümü anlatır mısınız? Nasıl biraraya geldi bu şarkılar? Önceden kulağımıza fısıldanmış şarkılar birçoğu. Bazıları da derleme ve araştırmalarla ilgili... Albümde iki eser de bana ait. İki şarkının sözleri ise benim için çok önemli bir şair olan İbrahim Karaca’ya ait. Anonim türküler de var elbette, otantik yapısını bozmadan kullandığımız derlemeler de... Albüm Megrelce, Gürcüce, Hemşince ve Türkçe şarkılardan oluşuyor. “Muço Pa” nasıl yapayım, ne yapayım demek. Kendime de dünyaya da sorduğum bir soru bu. Ne yapacağımızı ben de, insanlar da biliyor. Sadece birazcık cesaret ve en önemlisi vicdan lazım. ● Albüm bir parça hüzünlüyse dahi satır aralarında neşe var hep. Neşeliyse de hüzün var illa bir yerlerinde. Nasıl oluyor bu? Siz de böyle biri misiniz? Sanırım birazcık ben de öyleyim. Yaşadığımız hayata bakınca, ne hüznü tam olarak yaşıyoruz, ne de sevinci. Biraz hayat gibi, bu gerçeklik belki de albüme yansıdı. Böyle de olması gerekiyordu. Çünkü dediğim gibi derdi olan insanlarız bizler, sadece müzik yapıp kenara çekilmek değil, yaptığımız müziğin bir karşılığı olsun istiyoruz. ● “Zefir”de gördük sizi değil mi? Ucundan sinemaya da el ettiniz. Var mı böyle bir hayal? Başka projeler ya da? “Zefir”in senaryosunu okuduğumda çok etkilenmiştim ve bu yüzden böyle bir rolü bana uygun gördüklerinde kabul ettim. Şu anda görünürde herhangi bir proje yok ama iyi bir proje olursa neden olmayayım? ● Şimdi ne var sırada? 13 Ekim’de Londra’da, 6 Ekim’de İzmir-Çeşme’de konserim var. ● Sözünüz var mı bitirmeden? Her şeyin hızla kirlendiği bir dünyada, yaşamak gibi ağır bir yükü omuzladık, buna şimdi bir de şarkı söylemek eklendi. Bu ülkeyi güzellikler kurtaracaksa, şimdi şarkı söyleme vakti... MS

Milliyet SANAT Ekim 2012


MÜZİK

Ömürlük şarkılar Bitti bitiyor, çıktı çıkıyor derken, yılın ‘merakla beklenen’ klişesini en çok hak eden albümü, 32 şarkıcıdan 33 Orhan Gencebay yorumuyla, kulakları şenlendirmek üzere piyasada. “Orhan Gencebay ile Bir Ömür”, dev kadrosuyla müzik tarihine not düşülecek şahanelikler içeriyor. YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com

rınca bir şeyler yapmış. Albüm birçok açıdan müzik tarihine not düşülecek şahanelikler içeriyor. Bir kere bildik bileli Ajda, Sezen, Nilüfer, Nükhet ve yoncanın beşinci yaprağı Zerrin’i bir araya getirebilen tek albüm Zülfü Livaneli’nin 35. yıl albümüydü ki o da aslında bir konser kaydıydı. Bugüne dek yapılanlar içinde bu kadar kalabalık kadrolu ve bol şarkılı tek saygı albümü ise Ortaçgil’e aitti ama onda da büyük yüzdeyle alternatif isimler yer alıyordu ve haliyle ana akımı bu kadar göbeğinden yakalamıyordu. Oysa bu albümde her dönemde yeri sabitlenmişlerin yanı sıra Demet Akalın, Mustafa Ceceli, Hande Yener, Serdar Ortaç ve illa ki Tarkan gibi bugünün çok satarları da vazife başında. Kadro öyle böyle değil yani. Bir nevi asri zamanın fuar gazinosu gibi.

NİCEDİR tane hesabı albüm satan Unkapanı’ndan bu kez kamyonla sevkiyat yapılıyor olması albümün yapımcısı tarafından Twitter’da fotoğraflanarak duyuruldu ve pahalı pastanelerin havalı çikolata kutularına benzeyen altın yaldızlı “Bir Ömür Orhan Gencebay” paketi müzik marketlerin baş köşelerine yerleşti. ‘Paket’ tabir ettim zira çift diskten oluşan albümün kallavi bir kitapçık da içeren kartoneti, piyasa muadillerine enine boyuna fark atıyor. Kitapçıkta Orhan Gencebay albüme emeği geçen herkesin tek tek ‘berhudar’ olmasını diMİNİBÜS MÜZİĞİ liyor, sonra albüme emeği geçenler de duydukları Taksilerde, dolmuş ve onur ve mutluluğu, bu deminibüslerde 45’lik plaklafa Orhan Baba’nın ‘berhurın, kartuş kasetlerin çalındar’ olması temennileriyle dığı, en çok da Orhan Gendile getiriyor. Baba’nın 32 cebay ve Ferdi Tayfur şarkışarkıcıya tek tek teşekkülarının söz konusu toplu ta“Orhan Gencebay ile rü ile 32 şarkıcının tek tek şıma araçlarının şoför macevabı (aslında 31 çünkü Bir Ömür” hallinden ‘ful stereo’ yankıCandan Erçetin o bildik landığı o yılları hatırlıyor olOrhan Gencebay serinkanlılığıyla yine susmasam, o dönemde arabesk 29.90 TL mayı tercih etmiş) eğer müziğe neden ‘minibüs müPoll Production ziği’ dendiğini anlayamayahepsini okumaya azmetbilirdim bugün. TRT Detiyseniz, havadan bir yanetleme Kurulu’na göre ise ‘yoz müzik’ti rım saatinizi alıyor. Gerisi ise şarkıcıların illüstrasyon haline getirilmiş fotoğrafları arabesk. Ya taşrada ya da kentlerin taşrave şarkı sözleri, künyeleri... Gönül bir bi- dan göç edenlere mesken olan eteklerinyografi, bir diskografi, şarkıların ilk yayın de, gecekondularında dinlenilir, klasikçitarihleri filan da olsun ister miydi?.. İster- sinden halk müzikçisine, ortak paydaları müzikte statüko olan bir kesim tarafından di elbet; ama yok. Zarfı bırakıp mazrufa bakar isek şayet, asla itibar görmezdi. Yıllarca da görmedi. epeyce şenlikli bir albümün sizi beklediği- Görmedi de ne oldu?.. Memleketin Kurni söyleyebilirim. Arabeskçisinden türkü- tuluş Savaşı’ndan bu yana gördüğü belki cüsüne, popçusundan ‘rock’çısına bütün de tek halk hareketi olarak arabesk, sademahalle toplanmış, herkes karınca kara- ce bir müzik türü değil, bir yaşam biçimi, Milliyet SANAT Ekim 2012

78

Kim hangi şarkıyı söyledi? ● Ajda Pekkan / Severek Ayrılalım ● Athena

/ Bir Araya Gelemeyiz / Dünya Dönüyor ● Candan Erçetin / Beni Böyle Sev ● Demet Akalın / Farkında mısın ● Deniz Seki / Benim Dünyam ● Duman / Gönül ● Ebru Gündeş / Dil Yarası ● Emel Sayın / Hayat Devam Ediyor ● Emre Aydın / Bir Teselli Ver ● Hande Yener / Kaderimin Oyunu ● İzel Kabahat / Seni Sevende ● Kutsi / Ben O Zaman Ölürüm ● Manga / Ya Evde Yoksan ● Mustafa Ceceli / Yarabbim ● Mustafa Sandal / Kır Gönlünün Zincirini ● Nilüfer / Dertler Benim Olsun ● Nükhet Duru / Gitti de Gitti ● Özcan Deniz / Vazgeç Gönlüm ● Rafet El Roman / Beni Biraz Anlasaydın ● Seksendört / Dokunma ● Serdar Ortaç / Hor Görme Garibi ● Sezen Aksu / Akşam Güneşi ● Sibel Can / Bilmesin O Felek ● Şevval Sam / Kahrolayım ● Tarkan / Hatasız Kul Olmaz ● Volkan Konak / Gurbet ● Yaşar / Yorgun Gözler ● Yıldız Tilbe / Aşkımı Sakla ● Yıldız Usmanova / Neyi Değiştirdik ki ●Zara / Dilenci ● Zerrin Özer / Sev Dedi Gözlerim ● Koro / Batsın Bu Dünya ● Berkay


Gencebay şarkılarının tam da bu albümle tescillendiği gibi ‘bir ömürlük’ olduğu gerçeğine, müzikoloğundan sokaktaki adamına dek herkes kanaat getirdi. Çalarken de, söylerken de, dinlerken de kimse saklamak/utanıp sıkılmak gereği duymuyor artık.

Orhan Gencebay’ın sahnede canlı şarkı söylememe gibi bir de prensibi var; kendisi gazinoların zamanında önüne serdiği servet değerinde tekliflere dahi düşünmeksizin hayır demiş bir müzisyen.

bir üslup, bir tarz, hatta abartmak gerekirse, bir ekol olarak aldı yürüdü. Sonra arkasından bir dönem yılbaşından yılbaşına televizyonlara çıkarılan, şarkıları ancak Polis Radyosu’nda çalınan arabesk müzik icracılarına iade-i itibar yapıldı, suyunu çıkarmak pahasına arabeske sahip çıkıldı. Oysa Gencebay arabesk tabirine başından beri karşı çıkar, müziğini ‘serbest çalışma’ diye tanımlamayı tercih ederdi. Çünkü arabesk kelimesinin çağrıştırdığı Arap etkisinin tersine, halk müziği, alaturka ve dahi klasik batı müziğinin bir bileşeniydi üstadın peşinde koştuğu. O bizden birkaç fersah öndeydi, biz anlamadığımız o bileşime bir kılıf uydurma gayretindeydik. Nihayetinde uzlaştık ve Gencebay şarkılarının tam da bu albümle tescillendiği gibi ‘bir ömürlük’ olduğu gerçeğine, müzikoloğundan sokaktaki adamına dek herkes kanaat getirdi. Çalarken de, söylerken de, dinlerken de kimse saklamak/utanıp sıkılmak gereği duymuyor artık. Hep beraber severken bu şarkıları, bir de fena halde fark ediyoruz ki aslında başından beri, hep sevmişiz. Tabii bu açıdan baktığınız zaman da bu albüm riskleriyle de beraber çıkıyor önümüze. Mesela Mustafa Sandal’dan bir Gencebay şarkısı dinlemek ister miyim sahiden, buna gerek duyar mıyım diye soruyorum ister istemez kendime. Ya da Volkan Konak’ın asla edebi ve şiirsel değil, olsa olsa Karadeniz şivesiyle şirin şiirlerin-

den birini daha dinlemek ister miyim bir Gencebay şarkısının orta yerinde bilmiyorum. “Kaderimin Oyunu”yla dans etmeye hazır mıyım acaba?.. Ya da Rafet El Roman’ın yirmi senedir düzeltemediği Türkçe telaffuzuyla en sevmelere layık Gencebay şarkılarından birine getirdiği ‘sesli harfleri sorunlu’ yorumuna?.. Bunlar ve benzeri birçok soru işaretini cebinize koyup, epeyce de mesai harcayarak bu upuzun albümü başından sonuna dinlediğinizde ise Tarkan’a, Yıldız Tilbe’ye, Duman’a, Manga’ya, Athena’ya ve elbette Nükhet’e, Ajda’ya bir daha, bir daha kulak kabartmak istemeniz çok muhtemel. İzel, Kutsi, Özcan Deniz, Şevval Sam, Yaşar ve Deniz Seki de peşlerinden gelebilir. Sibel Can ve Ebru Gündeş türün içinde yoğrulmuş iki solist olarak yeni bir şey vaat etmiyorlar. Nilüfer, Sezen ve Zerrin ise stüdyoya yorgun girmiş gibiler. Berkay belli ki ‘yapımcının sanatçısı’ kontenjanından albüme girmiş. İyi de olmuş zira yapımcının bir de aranjör-şarkıcısı var ki, ola ki o da albümde yer alsaydı, biz doğrudan sözün bittiği yere toslayabilirdik.

ALBÜMÜN ‘BİS’İ KORODAN Kartonetteki şarkı künyelerinde vokalistlerin adları yazılmamış. Ben mesela Demet Akalın’a vokal yapanı merak ettim en çok. Keşke yazılsaydı. Emre Aydın’ın son şarkılarından sonra “Bir Teselli Ver”de, Seksendört’ün bütün şarkılarından sonra

79

“Dokunma”da da aynı derecede başarılı olduklarını söyleyebilmek mümkün. “Hayat Devam Ediyor” Emel Sayın için doğru şarkı değilmiş gibi duruyor. Zara ve Yıldız Usmanova ise gayet hakkını veriyorlar söylediklerini şarkıların ama gözler (daha doğrusu kulaklar) ister istemez bu tür kolektif albümlerin gediklilerini, mesela bir Ferhat Göçer’i, bir Yavuz Bingöl’ü de aramıyor değil. Olsalar bir türlü, olmasalar bir türlü, onu da benim kulağı yorgun dinleyici hezeyanlarıma verin. ‘Gedikli’ demişken, ister misiniz bu albümün konserinde Ömür Gedik sahneye çıkıp Orhan Gencebay taklidi yapsın?.. Düşük ihtimal; zira Gencebay’ın sahnede canlı şarkı söylememe gibi bir de prensibi var ki gazinoların zamanında önüne serdiği servet değerinde tekliflere dahi düşünmeksizin hayır demiş, sadece bu prensibiyle bile ülke (hatta belki de dünya) müzik tarihinde eşsiz benzersiz bir yer edinmiş bir müzisyen Orhan Baba. Her iki diskin sonunda da yer alan “Batsın Bu Dünya”nın koro icrası, albümün ‘bis’i olarak değerlendirilebilir. Sahiden bir konser olursa/olabilse sözgelimi, bu şarkının yeri tam da orası. Yalnız naçizane şunu söylemek isterim ki sevgili Orhan Baba; biz bu şarkıya hep bu dünyanın sahiden batmasını istediğimiz efkarlı anlarda bağır çağır eşlik ediyoruz. Yani o ‘barış için, insanlık için, kardeşlik için’ kısmında saklı hidayete hâlâ erebildiğimiz söylenemez. Ötesi fevkalade, o ayrı. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


MÜZİK

Ortaçağ’ın avare ve aylak sesi

1999’da Gürer Aykal yönetiminde kurulan BİFO’nun “Carmina Burana”yı seslendireceği konserine Ruth Ziesak konuk olacak.

BİFO 2012-2013 sezonunu Carlf Orff’un ünlü “Carmina Burana”sı ile açıyor. Orkestra, 16 Ekim’de Lütfi Kırdar’daki konserde Devlet Çoksesli Korosu ile birlikte seslendirecek yapıtı. İzleyiciye de o herkesin aşina olduğu parçaya eşlik etmek düşecek: “Ey Fortuna! Ay gibi değişkensin. Ay gibi büyür ya da küçülürsün...” UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com

HİÇ klasik müzik bilmeyenlerin bile kuvvetle aşina olduğu, ilk duyuşta muhakkak tüyler ürperten o meşhur “O Fortuna”, Carl Orff’un “Carmina Burana” sahne kantatının ilk parçası. Büyük bir koro timpaninin uyandırıcı vuruşundan hemen sonra, senfoni orkestrası eşliğinde Roma döneminin kaMilliyet SANAT Ekim 2012

der tanrıçası Fortuna’ya haykırıyor. “Ey Fortuna! Ay gibi değişkensin. Ay gibi büyür ya da küçülürsün... Fukaralığı da gücü de buz gibi eritirsin” Evet, gürlemedeki Latince sözler işte bu anlama geliyor. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın (BİFO), 2012-2013 sezonu açılışında seslendireceği eserin metinleri 1800’lerin başlarında Almanya’nın Bavyera bölgesinde Benedictenbeuern Manastırı’nda bulunan bir el yazmasına dayanıyor. Bu el yazması, Cambridge’deki bir diğeri ile birlikte, 11 ila 13. YY.’larda Ortaçağ’ın en ilginç ve renkli sosyolojik simalarından olan gezgin

80

keşişlerce yazılan şiirleri içeriyor; çoğunun şairi kati olarak bilinmese de. Konular, zihnimizdeki Ortaçağ klişelerinden (karanlık, daraltıcı, cezacı, dogmatik) çok uzak. Çoğu zaman flörtten, bahar sevincinden bahseden, bazen açık saçık hatta müstehcen olabilen şiirler bunlar. Kumarın yüzü güldürmesinden ya da ağlatmasından bolca söz ediyorlar. Hatta aralarında bazıları var ki kilisenin en büyük dogmalarıyla, mesela Tanrı’nın varlığı gibi düşüncelerle alay ediyor. İçlerinde, bir tavernada herkesin zıvanadan çıktığı, kumar, çıplaklık ve şarabın gırla gittiği, kopuk orjiler anlatanları da var.


Eserin metinleri 1800’lerin başlarında bulunan bir el yazmasına dayanıyor. Bu el yazması, Ortaçağ’ın en ilginç ve renkli sosyolojik simalarından olan gezgin keşişlerce yazılan şiirleri içeriyor. Flörtten, bahar sevincinden bahseden, bazen açık saçık hatta müstehcen olabilen şiirler bunlar. tam da o değerleri ters yüz eder nitelikte. Kimi zaman da işsizlik güçsüzlük, amaçsızlık, berduşluk ve başıboşluktan şef) ( l e özgürce dem vuruyorlar. tz e o scha G t Çoksesli le v e BİFO, Sa D Başkalarının oturup ciddi ı ğ şef) Bakanlı liorman ( e Kültürü D n ciddi yazmış oldukları şarkı a C emi’i en Korosu, C cuk Korosu, Güls sözlerini ti’ye alan şarkılar Ço Borusan da bestelemişler. Örneğin, l (şef) o Yavuzka n a r Haçlı seferlerinde cesaret p sak, so Ruth Zie shev, kontrtenor vermek için kullanılan çok oro Vasily K n o it r a ünlü bir ezgi (Vogelweiıcı, b dar Eralp Kıy 2, Salı, Lütfi Kır de’nin “Haçlı’nın Şarkı201 16 Ekim sı”) üzerine, alaylı bir 0 .0 0 2 UKSS, metin döşemişler (Alte Clamat Epicurus = Epikür bağırıyor). Onlara Goliard denmesinin bir sebebi kendilerine hayali ve matrak bir ‘Psikopos Golias’ tiplemesi yaratmış olmaları. Bir başka neden de, Eski Ahit’te ilk peygamberlerden Davud’un düşmanı olan ve dolayısıyla tektanrıcı anlayışın düşmanı olan, pagan Goliath’a gönderme yapmaları. Yani bu şairler kendilerini Davud’la değil de Goliath’la özdeşleştirmişler. Carl Orff, Benedictenbeuern Manastırı’nda bulunan işte bu 254 şiirin yalnızca 24 tanesini alıp bir sahne kantatı haline getiriyor. Yani bu konserde dinleyeceğimiz “Carmina Burana” müziği 1936’da yazılmış bir GOLİARD ŞAİRLERİ eserdir. Bunu özellikle vurgulamamın sebeOrtaçağ gibi katı bir şekilde kodladığı- bi şu: El yazmasında kimi şiirlerin yanlarınmız bir devirde, böylesi içeriğin nasıl oluş- da yazılan müzik işaretlerinden yola çıkılatuğunu anlamak için gezgin keşişler ya da rak, zamanında hangi müziklerle, çalgılarla rahiplerin yaşam biçimlerine göz atmak ge- ne şekilde icra edildiğine dair bir başka çarek. Gezgin keşişler ya da literatürde bilinen lışma daha var. Örneğin, erken müzik uzdiğer adıyla Goliard şairleri, bildiğimiz ruh- manlarından Rene Clemencic’in “Carmina ban sınıfı üyeleri aslında. Üniversite (o dö- Burana”sını alırsanız, bu araştırmacı şefin, nemde dini kurum) eğitimi görmekteler ve şiirleri o çağın müziği ve dönem enstrütek farkları eğitimlerini tamamlamak için manlarıyla canlandırdığını göreceksiniz. ülkeden ülkeye dolaşıp farklı kurumlarda Dolayısıyla, müzik eseri olarak iki adet bulunmaları. Bugünden bir benzetme yapa- “Carmina Burana” var. Biri Ortaçağ’da söycak olursak, çok uzaktan da olsa, değişim lendiği şekliyle “Carmina Burana”. Diğeri (exchange) öğrencilerini hatırlattıklarını de Carl Orff bestesi olan “Carmina Burana”. söyleyebiliriz (ve rahatlıklarıyla da onlar- İkisi de farklı tatlar içeriyor. dan geride değiller.) Bu sebeple onlara gezgin keşiş deniyor. Kimbilir belki ülkeler ara- RİTMİK YAPI ÖNDE sı yolculuğun getirdiği kozmopolit bakışla BİFO’nun çalacağı Carl Orff “Carmina ya da bir yere ait olma duygusunu daha az Burana”sı, bestecinin kendi zamanının ortattıklarından, yazdıkları şiirler kilisenin kestra ve armoni olanaklarını, hafif Ortaçağ göksel bakışından uzak kalmış. Hatta bazen üslubu benzetmesi yaparak kullandığı bir

Program

81

yaklaşım. Ritmik yapının çok ön planda olduğu, armoni ve ezgi yapısı olarak basit (hatta kimi müzikologlara göre, ve bana göre de, fazla basit) bir yaklaşım. Orkestra kullanımının Stravinsky’i anımsattığı da söyleniyor. Orff bu eseri, sahnesel canlandırma için uygun görmüş aslında. Yani şiirler belirli bir konu akışı içinde gerçekleşirken, hafif reji ve oyunculuk da görsel olarak buna eşlik edecek. Ancak eser bugün dünyanın pek çok yerinde, safi konser olarak da seslendiriliyor. Sascha Goetzel yönetimindeki BİFO ve Can Cemi’i Deliorman yönetimindeki Devlet Çoksesli Korosu da bir konser olarak seslendirecekler yapıtı. 1999’da kurulan BİFO, İstanbul’un konser hayatını renklendiren bir topluluk. Hem Anadolu, hem Avrupa yakasında konserler veriyor. Bugüne kadar iki albüm yaptı. Ondan on yıl önce kurulmuş olan Devlet Çoksesli Korosu 900’ü aşkın eserden oluşan repertuvara sahip, Türkiye koroları içinde oldukça deneyimli topluluklardan. Koroyu yöneten ve genç kuşağın parlak şeflerinden biri olan Cemi’i Can Deliorman, geçen sezonda da Verdi’nin “Requiem”i için Sascha Goetzel yönetimindeki orkestrayla birleşmişti. Konser sırasında dinleyiciler, şiirlerin çoğunun Latince olduğunu fark edecek, ama ara ara Latince’den farklı ve başka bir dile kolayca benzetilemeyecek diller de duyacak. Bu şiirlerin çoğu, 12. ve 13. YY.’ın keşişlerinin akademik dili olan Latince’de yazılmış. Ancak, yazmaların bir kısmı Ortaçağ Almanca’sında. Bir bölümü ise, eski Fransızca ya da diğer adıyla Provençal dilinde. Goliard şairlerinin, kendilerine çok benzer bir başka din dışı Ortaçağ geleneği olan, gezgin şarkıcılarla (Provençal dilinde yazan Güney Fransa’lı Troubadour’lar ve Ortaçağ Almancasıyla yazan Minnesinger’ler) ortak özellikler taşıdıklarına şaşmamalı. Ne de olsa hepsi aynı yaşam severlikten pay alıyor. Gerçi Carl Orff, eseri “O Fortuna”yla başlayıp bitirerek bir nevi kader döngüsünü vurgulamak istemiş; belki de dramatik bir kaygıyla. Fakat şunu göz ardı etmemek lazım ki Goliard şairleri pek de dramatik tiplere benzemiyorlar. Dünyadan zevk alan, düşünceye zincir vurmamış, aylak ve avare ruhlar bunlar. Her dönem var oldular. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


MÜZiKAL GÜNCE NAİM DİLMENER

naimdilmener@gmail.com

Eurovision’a şarkıcı seçiminde yeni dönem... Nilüfer’in yeni albümü... Biraz Tarkan, biraz Fatih Erkoç: Barbaros... Mehmet Akbaş’ın “Pia”sı, Soul Sacrifice’in “Carpe Mortem”i...

Ne oluyor diye gözümüzü açmak için... 1 EYLÜL CUMARTESİ TRT önümüzdeki yıl bizi Eurovision’da temsil edecek ismi belirlemek için başka bir yolu tercih ediyor. Gelen mail’den anladığım kadarıyla, TRT bazı isimler belirledi ve onları 2 Kasım’da İstanbul Radyosu binasında yapılacak Özel Danışma Kurulu’na davet etti. Daveti kabul edip gidenler, “Eurovision Şarkı Yarışması İçin Nasıl Başarılı Seçmeler Yapılır?” üst başlıklı toplantıda seçme metotlarını tartışacaklar. Yıllardır “TRT bir yarışma yapmalı, kapalı kapıların ardında memur tayin eder gibi Eurovisioncu tayin etmek olmaz” der dururduk; TRT nihayet sesleri duymuş olmalı. En azından, duymazdan gelmeyi bıraktı, diyelim. İlginç bir gelişme.

3 EYLÜL PAZARTESİ On günder fazladır Taylan Yıldız’ın “Reçhe/İz”ini dinliyorum. Ara verdiğim, araya başka albümlerin girdiği olmadı değil, oldu; ama her seferinde geri döndüm bu albüme. Kelimelerle anlatılamaz/tarif edilemez bir hüzün ihtiva etmekte. “Yüzlerindeki derin izleri ve nasırlı elleriyle Dersim’in tarihine tanıklık edenleri bir bir uğurlarken, acısını ve hüznünü içimde taşıyorum,” diyor Taylan albümün kapağında; her kelimenin hatta her harfin, insanın kalbine niye/nasıl bir bıçak gibi saplandığının cevabı bu işte: Dersim. Albümü kapayan şarkıda Karacaoğlan’ın söylediği gi-

Milliyet SANAT Ekim 2012

bi: “Yol ver dağlar ben sılama gideyim... Bizi ayırana intizarım var.” Var ya; Karacaoğlan’ın da var, şarkıyı besteleyen Musa Eroğlu’nun da, Taylan Yıldız’ın da. Hepimizin intizarı var.

4 EYLÜL SALI Genç kuşağın en iyi erkek seslerinden/vokalistlerinden Barbaros ikinci albümünü de (“Hayırdır”) çıkardı. Kendi adını taşıyan ilk albümünde, (kendisinin ve sesinin) hak ettiğinin çok altında şarkılar söylemek mecburiyetinde kalmış şarkıcı, ikinci albümünde de aynı şeyi tekrarlamış. Onu sahnede seyretmiş ve vokal gücüne çarpılmış biri olarak, ilk albümdeki zayıflıkları kendisine değil de, plak firmasına ya da işin mutfağındakilere bağlamış ve ikinci albümünde ipleri eline alıp daha iyi şeyler yapacağını ummuş ya da beklemiştim... Öyle ol(a)mamış ama. Yeni albüm, biraz Tarkan (özellikle de “Gül Döktüm Yollarına” zamanları) biraz Fatih Erkoç, biraz ‘70’lerden Tanju Okan havası, biraz da ‘80’lerden çekilip alınmış ve yenilik eklenmiş Barbaros’un bir Ferdi Özbeğen ikinci albümü nefesi. Tutar mı? “Hayırdır” Hayır. Her şeye rağadıyla çıktı. men, tutabilecek/satabilecek kadar kötü (ya da bayağı) değil.

82

Nilüfer


12 EYLÜL ÇARŞAMBA

müzik, belki de hepimizin hayrınadır.

24 EYLÜL PAZARTESİ

Anne, 12 Eylül!

14 EYLÜL CUMA “Ben de şaştım nasıl oldu yüreGime inmedi” diyor Şevval Sam, ikinci tekini attığı sıralarda; “yüreĞime” değil de “yüreGime”. Ve bu dizenin böyle seslendirilmiş olması, Şevval Sam’ın Türk Müziği turları/tekleri atma çabasının komik ama sağlam bir özeti. Bir şeyi beceremeyecek ya da layıkıyla yapamayacak olduktan sonra, ne diye bu kadar peşinde koşar, neden bu kadar tutturur ki insan? İki disklik ikinci tekin tamamı (muhteşem repertuvarına rağmen), “Mır-mırr-mırrr...” Birileri Türk Sanat müziğini kolay sanıyor; ya da birileri, elbirliği ile (sırf tek atmanın atmosferiymiş gibi) ‘bayağı’ hale getirmeye çalışıyor.

19 EYLÜL ÇARŞAMBA Nilüfer’in, sağlığına kavuştuktan sonra “12 Düet”in devamına çalışmaya başladığını duymuştum. Bugün (twitter sağolsun) bu albümün bitmeye yakın olduğunu öğrendim. Bu sefer kimlerle düet yapıyor, repertuvar nasıldır bilmiyorum ama dilerim ilki gibi bir ‘gürültü antolojisi’ değildir. İlkinde, rock gruplarımız (muhtemelen, bir pop star ile çalışıyor olmanın yaşattığı suçluluk duygusuyla) gitarlara abanmış ve albümün tamamı düşünüldüğünde ya da dinlenildiğinde kolay kolay tahammül edilmez bir durum çıkmıştı ortaya. Keşke birileri (mesela daha serinkanlı bir prodüktör) bu sefer daha dengeli bir yapı tasarlamış ya da planlamış olsa.

20 EYLÜL PERŞEMBE Soul Sacrifice’in “Carpe Mortem” albümünün demosunu geçen yıl dinlemiştim, bazı arkadaşlar sayesinde ve çok sevmiştim. Bana fazla sert, fazla gürültülü gelen bir müzik yapıyorlardı ama geçen yılın ekim ya da kasım ayıydı sanki, haleti ruhiyeme iyi gelmiş ve onlarla epey vakit geçirmiştim. Albüm nihayet Ada Müzik tarafından yayımlandı. İyi olan her şeyin Ada’sı, Soul Sacrifice’a de kucak açmış. Çok da iyi etmiş çünkü tam da böyle bir müziğe ihtiyaç duyabileceğimiz zamanlardan geçmekteyiz. O kadar uyuşmuş, o kadar kafamızı kendi içimize gömmüş durumdayız ki, ne oluyor diye gözümüzü açmak, bu kadarı da yapılır mı diye ayağa kalkmak için, kafalara indirilen darbeler şeklindeki bir

Erdem Helvacıoğlu’nun Kürt bir müzisyenle bir albüm hazırlamakta olduğunu duyunca çok heyecanlanmış ve beklemeye başlamıştım. Mehmet Akbaş’ın “Pia”sı ilk şarkısından başlayarak farklı olduğunu söyleyen/gösteren bir albüm. Akbaş’ın kimselere benzemez müthiş sesi, Helvacıoğlu’nun yarattığı sound/trafiğini ayarladığı enstrüman hareketliliği; Koma Denge Azadi ile başlayan, Çer Newa, Mehmet Atlı, Nilüfer Akbal, Jan Arslan ve Dodan ile devam eden ‘zincirlerinden kurtulmak’ hareketinin dört dörtlük bir son örneği haline getiriyor “Pia”yı.

Şenay Lambaoğlu’nun albümü “İçimde Aşk Var” adını taşıyor.

Kadro müthiş, vokal tutarsız 13 EYLÜL PERŞEMBE Albümünü epeydir heyecanla beklediğim isimlerden biriydi Şenay Lambaoğlu. Mükemmel bir eğitim almış, başta; Neşet Ruacan, Şenova Ülker, Selçuk Sun, Yaz Baltacıgil olmak üzere, çok mühim isimlerle çalışmıştı. Önlerine ceket iliklemeden çıkmanın ayıp olacağı bu kadrodan dolayı, “İçimde Aşk Var” albümünü beğenmeye azimli bir biçimde dinlemeye başladım. Hatta beğenmek için çırpındım dahi, diyebilirim. Ama yok; rüya gibi (Cem Tuncer, Eylem Pelit, Şenova Ülker ve diğerleri) müzisyen kadrosuna rağmen, bunu başaramadım. Sebebi de vokaldeki tutarsızlık. Vokal kayıtları ya bir çırpıda yapılmış yani aceleye getirilmiş ya da her bir kaydın arasına günler/haftalar girmiş gibi. (Caz gibi) bir tür bütünlüğü yakalamaya çalışan Ercüment Orkut’a ve bütün müzisyen kadrosuna rağmen, Lambaoğlu’nun vokal performansı türlerarası gezinmekte. Bu kurak günlerde, tutunacağımız sağlam bir dal olabilirdi Lambaoğlu ve albümü ama olmadı.

83

Mehmet Akbaş

25 EYLÜL SALI 2005 yılında çok genç yaşta kaybettiğimiz Kazım Koyuncu’nun kardeşi Niyazi Koyuncu, “Muço Pa!” adlı ilk albümünü nihayet yayımladı. Epeydir hazırlandığını/çıkacağını duyuyor ve çok merak ediyordum. Yeteneğin genetik olduğundan en ufak bir şüphem yok, bu nedenle küçük Koyuncu’dan iyi bir albüm beklemiyor değildim. Ama “Muço Pa!” bütün beklentilerimin ötesinde; çok iyi, hatta mükemmel bir albüm. Repertuvarıyla, çokdilli yapısıyla, insandan yana tavrıyla ve her şeyden önemlisi hem sözleri, hem düzenlemeleri hem de yorumculuğuyla eksiği/gediği olmayan bir albüm. Niyazi Koyunca sadece ağabeyinin namını aydınlatmakla kalmıyor, yarına ait umutlarımızı da yeşertiyor. Onu dinlerken, her şeyin daha iyiye gideceğine dair inancımı tazeledim. MS

Milliyet SANAT Ekim 2012


ALBÜM alisancapan@hotmail.com

yerli

ALİŞAN ÇAPAN

“Kıskaç” / Tibet Ağırtan (İMM Müzik) ★★★ 1980 sonrası Türkiye Rock Müziği’nin öncü grubu Mavi Sakal’ın mimarlarından Tibet Ağırtan, on beş yıllık aradan sonra yayınladığı üçüncü stüdyo albümü “Kıskaç” ile müzikseverlerin karşısına çıkıyor. Mavi Sakal’ın solisti olarak haklı bir şöhrete kavuşan Ağırtan, solo yıllarına bir Avustralya macerası sıkıştırmanın yanı sıra, 1995 tarihli “Yat Geliyorum” ve 1997 tarihli “Kalk Gidiyorum” albümleriyle de ses getirmiş, “Boşuna Yıllar” adlı parçası 1997’nin hitlerinden biri olmuştu. Ağırtan’ın sabırlı çalışmasının ürünü “Kıskaç”ta yer alan sekiz parçadan “Sensiz Olmuyor” ile “Senle” ilk dinleyişte aklımızda kalanlar. 14.90 TL.

“The Best of - 55. Sanat Yılı” / Erkin Koray (Mega Müzik) ★★★★★ Erkin Koray‘ın en iyileri yeniden piyasada. Bu defa Erkin babanın 55. sanat yılı şerefine yeniden mastering yapılan Koray’ın “Best of Erkin Koray” albümü şüphesiz arşivlik bir çalışma. Türkiye’de doğup büyüyen nice nesil için efsane olmuş “Yalnızlar Rıhtımı”, “Şaşkın”, “Fesupanallah”, “Estarabim”, “Arap Saçı”, “Öyle Bir Geçer” ve “Çöpçüler”in de aralarında bulunduğu on beş Erkin Koray klasiği her daim dönüp dönüp dinlenir. Nice yıllara Erkin Baba. 19.90 TL.

klasik

Milliyet SANAT Ekim 2012

★★★ Beyrut doğumlu olduğu için sık sık Lübnan asıllı şarkıcı olarak anılan, oysa aslen İskenderunlu olan Jehan Barbur prodüktörlüğünü kendisinin üstlendiği üçüncü albümü “Sarı” ile müzik marketlerde. Bu çalışmasında da ağırlıklı olarak kendi şarkılarına yer veren Barbur’un iki istisnası Ortaçgil’in “Dalyan Deltası” ile sözlerini kendisinin yazdığı Cahit Berkay’ın “Kırık Bir Aşk Hikayesi”. Kayıtları Kadıköy’de, mix ve mastering aşamaları San Fransisco ve Los Angeles’ta yapılan 11 şarkılık yeni Jehan Barbur albümü hayranlarını fazlasıyla memnun edeceğe benzer. 15.90 TL.

“Claude Debussy Preludes” / Alexei Lubimov ECM New Series

ERAY AYTİMUR

Rus piyanist Alexei Lubimov.

“Sarı” / Jehan Barbur (Ada Müzik)

★★★ 19. YY geleneğinden bağımsız değerlendirmek imkansız olsa da Debussy müziğinin Schoenberg’in dışavurumculuğuna yakın olduğunu söyleyebiliriz. Debussy, izlenimcilik kavramını aşırı tasnifleyici yönü nedeniyle yapıtın müzikal lisanına ve yapısal mantığına aykırı bulur ve bu nedenle 24 prelüdünü tasnif etmek yerine bağımsız yapıtlarının en sonlarına eklentiler. Böyle olunca tüm popülerliğine karşın parçaların isimlerini unutmak ve Debussy’nin bir zamanlar söylediği bir öze ulaşmak yorumcular için mümkün. “Müzik özgür sanata ait çok güçlü bir kaledir, hiçbir unsura bağlı olmayan bir açıkhava sanatıdır, tıpkı rüzgar, gökyüzü ve deniz gibi”... İşte Debussy’nin bu vurgusuyla Lubimov’un “Preludes” yorumladığını söyleyebiliriz. Bir panın öğleden sonrasına ve Fransız müziğinin çok daha fazlasına ithafen başucu niteliğinde bir kayıt çıkarmış Lubimov. 57 TL

84


yabancı

caz

“The Orbserver in the Star House” / The Orb & Lee Scratch Perry (Sony Music) ★★★★ İngiltere’nin elektronik müzik alemine sayısız armağanlarından “The Orb”, Jamaica’nın efsanevi Reggae ustalarından Lee Scratch Perry ile beraber kaydettikleri yeni albümlerini yayınladı. Albümün ilk single’ı olarak ağustosta piyasaya sürülen “Golden Clouds”, The Orb’un artık klasikleşmiş şarkılarından “Little Fluffy Clouds”un yeni ve hayli başarılı bir yorumu. The Orb elektronik müzik ile ‘reggae’yi büyük bir ustalıkla birleştirmiş; böyle bir albüme ancak şapka çıkartılır. 24.90 TL.

“The 2nd Law” Muse (EMI ) ★★★ Kimilerince İngiliz rock müziğinin günümüzdeki en yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Muse, 1 Ekim’de altıncı stüdyo albümleri “The 2nd Law” ile görücüye çıkıyor. Adını meşhur bir termodinamik kuralından alan albümde yer alan şarkılardan single olarak dinleyiciyle buluşan ilk şarkı “Survival” aynı zamanda 2012 Londra Olimpiyatları’nın da resmi şarkısı. Birçok şarkısıyla son dönemin gözde türü Dub Step’e göz kırpan albümün öne çıkan parçaları arasında ikinci single “Madness”in yanı sıra, “Follow Me”, “Liquid State” ve “Panic Station” sayılabilir. 24.90 TL.

“Adios mi amorDuets for vihuela” / Delitiae Musicae Brillant Classics ★★★★ Vihuela derin ses aralığı ve vurgulu tonu ile gitarın atası sayılan bir enstrüman. Özellikle 16.YY’da soylu sınıfın ve kadınların duygularını ifade ederek yaygınlaştırdığı vihuelanin Rönesans boyunca ikili yorumları öne çıkmış. İspanyol Rönesans müziğine dikkat çekme amacıyla kurulmuş ikili Delitiae Musicae de vihuela performansları üzerine odaklanıyor çoğunlukla. Delitiae Musicae doğaçlamalarıyla yine eşine az rastlanır bir kayıt ortaya koyuyor ve erken dönem müziğine yönelik tüm festivallerin gözdesi oluyor. 17 TL

Tenor saksofonun büyük ismi Pharoah Sanders.

“In the Beginning” (1963 -1964) / Pharoah Sanders (ESP Disk) ★★★★★ Pharoah Sanders’ın John Coltrane ile yaptığı olgunluk dönemi kayıtlarının hemen hemen tamamı son yıllarda yeniden yayınlanmışken tenor saksofonun bu büyük isminin Don Cherry, Paul Bley ve Sun Ra Arkestra ile yaptığı 1963-64 yıllarını kapsayan çıraklık kayıtları arşivlerin tozlu raflarında keşfedilmeyi bekliyordu. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan 4 CD’lik “In The Beginning 1963 - 1964” adlı çalışma bu alandaki boşluğu fazlasıyla doldurmuş görünüyor. Avangart cazın bu ilginç şahsiyetini öğrenmek istiyorsanız, “In The Begining” biçilmiş kaftan. 45 dolar

“Believe” / The Cookers (Motema) ★★★ Şöhretler karması olarak bir araya gelen grupların pek azının grup kimyası içinde başarılı olduğu hemen hemen tüm müzisyenlerin malumu. Bir arada beş yılı deviren, bu süre içinde üç de albüm yayınlayan “The Cookers” grubunun bu kuralın istisnasını oluşturduğunu hemen söyleyelim. Yılda yaklaşık otuz kırk konser veren “The Cookers” tenor saksofonda Billy Harper, alto saksofonda Craig Handy, trompette Eddie Henderson, piyanoda George Cables, basta Cecil McBee ve davulda Billy Hart’tan oluşuyor. Albümlerinde yer alan “Tight Squeeze” ve “But He Knows” sıkı şarkılar... 22.90 TL.

85

Milliyet SANAT Ekim 2012


MÜZİK

Caz özgürlüktür, bir düşünün abiler Akbank Caz Festivali, 22. yılında da caz ruhunu zenginleştirip tabana yayma görevini hakkıyla yerine getiriyor. Cazın zor olduğunu söyleyenlere kulak asmayın, herkesin sevip anlayacağı bir konser mutlaka var...

Miles Davis’in tek trompet öğrencisi Wallace Roney, Miles Smiles grubu ile 7 Ekim’de sahnede olacak.

ERAY ERTİMUR erayaytimur@gmail.com

CAZI anlamak kolay değil, kabul. Alışık olmayan kulaklar için kuyu kazmak filan da değil, denizdeki kum tanesini iğneyle aramak gibi bir şey. Kaldı ki, benim diyen cazcılar bile kimi zaman çok ‘kazık’ bulabiliyorlar cazla ilgili bir şeyleri. Buna karşılık cazı sofistike olmakla adeta ‘suçlayanlar’ da var ki, onlar zaten her konuda işin kolayına kaçanlar olmalı. Kendileri için yapacak çok bir şey yok. Fakat sadece dinlemenin yollarını öğrenerek, Thelonious Monk’un söylediMilliyet SANAT Ekim 2012

ği noktaya ulaşmak aslında hiç zor değil, “Caz özgürlüktür”... Arkasından da Archie Shepp’in dediği evreye ortak olmak işten bile değil, “Caz insan ruhunun zaferinin sembolüdür”... Velhasıl; caz iyidir, güzeldir. Özgürdür, özgürlüktür. Ve bizim gibi hissedenler için Ekim ayı daima beklenendir, yılın Akbank Caz Festivali zamanı gelir. Bir, iki, üç, dört derken 22. Akbank Caz Festivali de geldi. 3 Ekim’de başlayıp 21’inde tamamlanacak festivalin basın toplantısında Akbank Genel Müdürü Hakan Binbaşgil`in söylediği gibi, bu sene 22. yılını kutlayacak olan Akbank Caz Festivali sürdürülebilirliği temel alan bakış açısını festivalin ruhuna da yansıtıyor. 22 sene boyunca her biri hafızamıza

86

nakşolan konserlere ev sahipliği yapan festival bu yıl ilk kez gerçekleştirilecek olan Liselerde Caz Atölyeleri ile caz müziğini daha da zenginleştirip, tabana yayıyor. Yine bu sene dördüncüsü düzenlenecek Kampüste Caz etkinliği de öyle. Bu sayede festival ritminin ve duygusunun sadece İstanbulla sınırlı kalmayıp Anadolu’ya ulaşmasını, tüm ülkeye yayılmasını sağlıyor. Bu çabanın ardında yatan temel amaç ise kuşkusuz lise ve üniversite çağındaki gençlere ulaşmak, onlara caz müziğini tanıtmak ve sevdirmek. Biz de cazı kendimizce tanıtma ve sevdirme misyonumuza binaen 22. Akbank Caz Festivali’nde olup biteceklere şöyle bir göz atalım isterseniz. Maksat dostluğumuz pekişsin...


Cecilie Norby (solda), The Act Jubilee Night ile 7 Ekim akşamı sahne alacak. Anthony Braxton (sağda) ise Diamond Curtain Wall Quartet’le 17 Ekim’de konser verecek.

NE DİYORSUN BU HUSUSTA? 22. Akbank Caz Festivali,, “Cazın Ustaları” bölümünde Amerikan cazının yanı sıra Avrupa caz sahnesinin de saygın isimleri bir araya geliyor. Bu kapsamda izleyeceğimiz Miles Smiles,, The ACT Jubilee Night ve Anthony Braxton Diamond Curtain Wall Quartet konserlerine tek tek değinmekte fayda var. Miles Smiles: Eksik milleri sayıp, üye işyeri filan araştırmaya kalkmayınız sakın. THY’nin meşhur programıyla en ufak bir alakası yok bu Miles Smiles isimli güzide ekibin. Ama ben olsam, tek bir ‘&-ve’ için kalp kırmaz, bu konsere sponsorluk ederdim. Değil mi ki uzaklarda bir yerlerde bir Miles var (tabii ki Davis) bize tüm güzelliğiyle gülümseyen... Amerikan caz müziği geleneğinin gelişmesinde çok etkin bir rol oynayan 20. YY.’ın en etkili caz müzisyenlerinden Miles Davis’in mezunlarından Larry Coryell’in, Rolling Stones’un basçısı Darryl Jones,, Joey DeFrancesco,, Omar Hakim,, Bill Evans ve Miles Davis’in tek trompet öğrencisi Wallace Roney gibi tüm yıldızlarını bir araya getirdiği Miles Smiles, 7 Ekim Pazar günü İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştireceği konser ile müzikseverleri caz müziğinin sınırlarında bir yolculuğa çıkaracak. Saat 18.00’da başlayacak bu konserin ardından çok önemli bir başka konsere geçeceğiz.

The ACT Jubilee Night: İşte o da, saat 20:30’da başlayacak bu konser. Avrupa cazının doruklarından bize selam, bize selam getiriyor. Dünyanın önde gelen caz ‘label’larından ACT Music ailesinden müzisyenlerin katılacağı konserin iki CD’den oluşan albümü geçtiğimiz nisanda yayınlanmıştı. Her ne kadar tam kadro gelmeseler de İsveç’in caz dünyasına en önemli katkılarından biri olan trombon virtüözü ve vokalist Nils Landgren, postmodern cazın yenilikçi isimlerinden ECHO Jazz Ödülü sahibi Alman piyanist Michael Wollny, İskandinav müzik sahnesinin en saygın gitaristlerinden biri olan Johan Norberg, enstrümanıyla kontrbasın sınırlarını yeniden çizen İsveçli Lars Danielsson, göz kamaştırıcı bir diskografiye sahip Alman baterist Wolfgang Haffner, ipeksi ses rengi ve kusursuz yorumu ile dinleyicileri büyüleyen Danimarka’nın caz divası Cecilie Norby, bariton saksofonun Fransa’dan çıkmış en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Celine Bonacina ve lirizm yüklü sololarıyla dinleyenleri kendine hayran bırakan Finlandiyalı trompetçi Verneri Pohjola’dan oluşan The ACT Jubilee Night’ı iple çekiyoruz. Anthony Braxton with Diamond Curtain Wall Quartet: Öncelikle bininci baskı olsa da tekralayayım, saksafon değil. Saksofon. Sak-so- fon! Amerikan caz sahnesinin efsane isimlerinden biri olan müzisyen, besteci, filozof ve eğitmen Anthony Braxton, 17 yıl

87

aradan sonra yeniden Akbank Caz Festivali’nde. Daha 1970’lerde 400’ün üzerinde besteye ve 70`i kendi gruplarıyla olmak üzere, 120`nin üstünde albüme imza atan cazın kilometre taşlarından biri olan Braxton, bu kez Diamond Curtain Wall Quartet ile festival kapsamında sahne alıyor. Alto saksofon ve diğer üflemeli çalgılarda Anthony Braxton; sopranino, soprano ve alto saksofonda James Fei; kornet ve diğer nefesli çalgılarda Taylor Ho Bynum; kemanda Erica Dicker’den oluşan Anthony Braxton & Diamond Curtain Wall Quartet projesi, 17 Ekim 2012 Çarşamba günü The Seed’de olacak. Nat King Cole ve diğerleri tabii muazzam ama yeni nesilde erkek caz sesine marka oluşturacak isim çok az. Otoritelerin ‘bir sonraki en büyük erkek caz vokali’ olarak nitelendirdiği isim ise Gregory Porter. Porter caz, funk, R&B, blues ve gospel tınıları üzerine kurduğu büyüleyici vokaliyle “Be Good” albümünün turnesi kapsamında, 11 Ekim Perşembe günü Babylon’da sahne alacak.

RENGARENK CAZ Zürihli besteci ve piyanist Nik Bartsch’’in önderliğinde geleneksel groove müziğin önemli temsilcilerinden biri olarak kurulmuş Ronin, funk, modern, klasik müzik ve Japon geleneksel müziği gibi apayrı müzikal dünyalardan unsurları post-modern tarzla birleştiriyor. Nik Bartsch’s Ronin, 4 Ekim Perşembe günü Babylon sahnesinde. Şamanizm akımını müzikal doğaçlamaMilliyet SANAT Ekim 2012


MÜZİK

İstiklal Caddesi kolla kendini, Eleni Karaindrou geldi Ses ve görüntüye dair bir buluşma: “Eleni Karaindrou Hommage· Theo Angelopoulos”: Eleni Karaindrou’nun bir önceki İstanbul ziyaretinde kendisinin mihmandarlığını yapmış kişi olarak bu başlığı atmamı çok görmeyiniz lütfen. Kendisi gerçekten yeteri kadar ünlü olmasa İstiklal Caddesi boyunca bunca sevilip öpülmezdi herhalde. Ah o “Eternity and a Day” müzikleri yok mu hele... Ama şaka değil. Eleni Karaindrou günümüzün en önemli film ve tiyatro müziği bestecilerinden biri. Her biri ayrı bir başyapıt olarak değerlendirilen “Sonsuzluk ve Bir Gün”,“Ağlayan Çayır” gibi Theo Angelopoulos filmleri için bestelediği müziklerle dünya çapında bir hayran kitlesine sahip olan Eleni Karaindrou, Akdeniz ve Balkanlar’ın yerel enstrümanları ile klasik Batı müziği enstrümanlarını birlikte kullanarak kendine has müzikal renkleriyle ülkemizde de en çok sevilen yabancı sanatçılar arasında yer alıyor. Ender Sakpınar yönetiminde 31 kişilik görkemli bir orkestra eşliğinde 6 Ekim 2012 Cumartesi günü İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilecek olan Eleni Karaindrou konseri, 24 Ocak 2012’de hayatını kaybeden usta yönetmen Theo Angelopoulos’un anısına düzenleniyor.

larına başarılı bir şekilde yansıtan ünlü Alman caz piyanisti Jens Thomas, Avustralyalı hard rock grubu AC/DC’nin müziğini baladlar halinde yorumladığı ve Şubat 2012’de “Speed of Grace” adıyla yayınladığı yeni albümünün tanıtım turnesi kapsamında keşfedilmemiş renklerin peşine düşüyor. Ellinin üzerinde albüm kaydeden ve müzikleri Ken Loach, Jean-Luc Godard gibi pekçok yönetmenin filminde yer alan, Norveçli ünlü piyanist Ketil Björnstad; Kuzey Avrupa cazının en önemli isimlerinden biri. Caz trompete yepyeni bir boyut kazandıran günümüzün en yenilikçi müzisyenlerinden olan İbrahim Maalouf ise kuzey ülkelerine has lirizmi doğuya özgü renkler le bir araya getiriyor. Cazdan rock’a, Arap ezgilerinden Milliyet SANAT Ekim 2012

Eleni Karandirou günümüzün en önemli film ve tiyatro müziği bestecilerinden.

usta işi doğaçlamalara kadar onlarca farklı rengi barındıran Lübnanlı trompet ustası, 9 Ekim’de garajİstanbul’da olacak. Dünya caz tarihinin en büyük piyanistlerinden Chick Corea`nın Ağustos 2000’de Jazztime dergisine verdiği röportajda ‘dünyanın en iyi piyanisti’ olarak tanımladığı Aydın Esen ise aynı akşam 22 Belçikalı topluluk Octurn ile birlikte Babylon sahnesinde olacak. Türkiye - Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılı kutlanması kapsamında, cazdan elektronik müziğe zengin bir program sunan Hollanda Müzik Atlası bölümünde; Talking Cows; Rembrandt Frerichs Trio Coltrane Project; The Kilimanjaro Darkjazz Ensemble; Dutch Sunday: Michiel Borstlap & Sibel Köse; Dutch Sunday: Oğuz Büyükberber & Guus Janssen; Barana feat Ceylan Ertem konserleri yer alıyor. Türk Cazının Ustaları ve Genç Yetenekleri isimli bölüm yenilikçi çalışmalardan standartlara, sürpriz konukların yer aldığı birlikteliklerden folklorik tınıların renk verdiği çalışmalara uzanan bir çeşitlilik içeriyor. Günümüz Türk cazının geniş bir panoramasını sunan bölümde; Erkan Oğur Anatolian Blues, Baki Duyarlar & ”Time of Spring”, Önder Focan & Meltem Ege Group-Songbook, Islak Köpek & Serra Yılmaz, KonstruKt, Yurodny & Hezarfen Ensemble konserleri dikkat çekiyor. Kampüste Caz ‘da bu yıl rotasına yeni şehir ve isimler ekleyerek yoluna devam ediyor. Festivalin en önemli etkinliklerinden biri olan Kampüste Caz, 8-18 Ekim tarihleri arasında İstanbul’un yanı sıra dokuz farklı şehirde toplam 14 üniversitede cazın coşkusunu üniversiteli gençlerle buluşturuyor. Türk müzisyen Behsat Üvez ve Hollandalı saz ustası Steven Kamperman’ın ortak buluşmasıyla oluşan, geçmişin derin ve saklı köklerinden vazgeçmeden onu modern müzikle harmanlayan çoklu ve eğlenceli doğaçlamaların ustası Barana grubuna, güçlü sesi ve kusursuz yorumu ile şimdiden kendine has bir hayran kitlesi oluşturan Ceylan Ertem eşlik ediyor. Ayrıca, genç yaşına rağmen Türk caz müziğinin en beğenilen isim-

88

leri arasında gösterilen Elif Çağlar ve küçük yaşlarda müzik eğitimine piyano dersleri alarak başlayan, ilerleyen yllarda caz müziği ile tanışmasıyla birlikte ülkemizin önde gelen caz piyanistleri arasındaki yerini alan Çağrı Sertel, Kampüste Caz konserleri kapsamında gençlerle bir araya gelecekler. Akbank Caz Festivali`nin başlattığı ve kısa zamanda kurumsal hale dönüşme yolunda önemli adımlar atılan JAmZZ, yani bu yılki sloganıyla “Cazın ustalarıyla genç yetenekleri JAmZZ’de buluşuyor” projesinin başında geçen sene Baki Duyarlar vardı, bu yıl yeni JAmZZ`de ise İmer Demirer var. Genç müzisyenlerin katılımlarının başladığı proje 30 yaşını aşmamış amatör genç yeteneklere festivalin parçası olma, sanatçılarla birlikte sahnede jam session yapma imkanı sunan bir yarışma ve bu yıl “Nefesli”, “Vurmalı”, “Tuşlu”, “Telli” ve “Vokal” olmak üzere 5 ayrı kategoride gerçekleşecek.

BUNLAR DA VAR Caz var olduğundan beri onu gölgesi gibi takip eden sanat disiplinlerinden biri de dans oldu. 22. Akbank Caz Festivali, DJ performanslarından swing ve rock’n roll’un modern yorumlarının ses verdiği projelere uzanan Caz & Dans bölümünde bu birlikteliğin izini sürüyor. Akbank Caz Festivali’nin yeni başlıklarından birisi olan Liselerde Caz Atölyeleri bu yıl festivalin en önemli etkinliklerinden biri olmaya aday. Etkinlik; 8 Ekim’de Üsküdar Amerikan Lisesi ve Kadıköy Amerikan Lisesi, 9 Ekim’de Özel Şişli Terakki Lisesi ve Özel Enka Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi, 15 Ekim’de İstanbul Lisesi ve Galatasaray Lisesi, 16 Ekim’de İstanbul Amerikan Robert Lisesi ve FMV Işık Lisesi’nde ücretsiz gerçekleştirilecek. Şapkada Caz Devrimi, Ezo Sunal Çocuk Atölyesi , Tap Away,“Beden Müziği ve Caz”, Drum & Bass Magazine Gitar Dergisi atölyeleri ile Caz Coverları, Türkiye’de Caz Eğitimi, Türkiye’de Cazın Öyküsü panelleri 22. Akbank Caz Festivali’nin konserler dışındaki etkinlikleri olarak meraklılarını bekliyor. MS


SAHNE SANATLARI

Sel gitti, ne kaldı? İstanbul Şehir Tiyatroları’nda yönetmelik değişikliğinden sonra neler olduğunu merak ettik. Gördük ki genel olarak bir belirsizlik hakim, yeni sezona hazırlanan sadece dört oyun var. Sürmekte olan provalara katılarak, size özel bir ön gösterim hazırladık...

“Dar Ayakkabıyla Yaşamak”ın oyuncuları İbrahim Can, Yeliz Gerçek, Müge Akyamaç ve Nihat Alpteki.

FOTOĞRAF: AHMET ÇELİKBAŞ

EZGİ ATABİLEN eatabilen@hurriyet.com.tr

Mutlu olduğun bir gün hatırlıyor musun? İSTANBUL Şehir Tiyatroları, nisan ayı sonunda gerçekleşen yönetmelik değişikliği nedeniyle 2011-2012 sezonunu bir depremle kapatmıştı. Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu ve yönetim kurulu istifa edip görevi Hilmi Zafer Şahin devralırken, sanatçı ve izleyiciler yönetmelik değişikliğini bir dizi eylemle protesto etmişti. Sezonun açılmasına çeyrek kala, Şehir Tiyatroları’nda neler olduğunu merak ettik. Gördük ki, henüz provalarına başlanmış dört yeni oyun var. Çalışmalar son hız sürerken, belirsizliğin yarattığı endişe ise baki.

M. Nurullah Tuncer, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun Genel Sanat Yönetmenliği görevini üstlendiğinde “Tasarımcıdan genel sanat yönetmeni mi olur” minvalinde eleştiriler almıştı. Görevi son bulur bulmaz da Duşan Kovaçeviç imzalı “İntiharın Genel Provası” adlı oyunu sahnelemişti. Üçlemenin ikinci oyunu “Buluşma Yeri”ni geçen sezon çıkardı. Şimdiyse sıra geldi dizinin son halkasına. Yani, “Dar Ayakkabıyla Yaşamak”a. Nurullah Tuncer, yeni oyunda da yalnızca rejiden değil, dekor, kostüm ve ışık tasarımından da sorumlu. Tuncer’e Duşan Kovaçeviç’te onu etki-

89

Nurullah Tuncer, oyunun medya-işçi sınıfı ilişkisini öne çıkardığını söylüyor.

leyenin ne olduğunu soruyoruz. “Çağıyla yüzleşirken, onu kara mizahla buluşturarak, sade ve duru bir biçimde seyirciye akMilliyet SANAT Ekim 2012


SAHNE SANATLARI

Modern ve absürd bir Çehov tarıyor. Seyirciyi eğlendirirken aynı zamanda düşündürüyor ama asla ders vermiyor. Ayrıca hepimizin işsizlik, ölüm korkusu, yaşamak arzusu gibi ortak sorunlarına değiniyor,” diyor. Kovaçeviç’in üçlemesi ölüm teması üzerinden şekilleniyor. “İntiharın Genel Provası”nda bireysel ölüm, “Buluşma Yeri”nde ideolojik ölümü getirmişti sahneye. “Dar Ayakkabıyla Yaşamak” ise, sınıfsal bir ölümü anlatıyor. Oyunun sade bir dekor tasarımı var. Çok işlevli kullanılan dört adet xray cihazı görüyoruz sahnede, şimdilik hepsi bu. Beş işçinin kapatılan fabrikalarının ardından verdikleri mücadeleyi anlatıyor, “Dar Ayakkabıyla Yaşamak”. Haklarını alabilmek için açlık grevine giren bu beş işçinin yolları bir reality show’da kesişiyor. Medya patronu Maldiv Bey, işçilerin direnişini bir ölüm show’una dönüştürüyor. Topluca ölen işçiler öteki dünyada birbirlerine şu soruyu soruyor: “Mutlu olduğun bir gün hatırlıyor musun?” Nurullah Tuncer, metnin medya-insan ve medya-işçi sınıfı arasındaki ilişki boyutunu öne çıkartıyor. Bu hassasiyetin sebebini sorduğumuzda “Ülkemizde, her dört saatte bir işçinin öldüğü gerçeğini kabul edersek, onların trajik ölümlerinin Şehir Tiyatrosu’nda uzun süreden sonra ilk kez gündeme geldiğini söyleyebilirim,” şeklinde yanıtlıyor. Nurullah Tuncer, Şehir Tiyatrosu’ndaki yönetmelik değişikliği sürecinde, “Yönetmelikte müdürlüğü müdür temsil eder diyor. Yoruma açık bir durum. Çok önemsenmemeli, uygulamaya bakmak gerek,” demişti. Tiyatro perde açmaya hazırlanıyor; uygulama süreci çoktan başladı yani. Nurullah Tuncer’e bugünkü gözlemlerini sorduğumuzda şöyle yanıtlıyor: “Uygulama süreci başladı, ama bu sürecin ne olacağı konusunda henüz bir netlik yok. Gerek Devlet Tiyatroları gerekse Şehir Tiyatroları ile ilgili bir yasa çalışmasının gündemde olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu yasanın netleşmesi ve bu doğrultuda yeni bir yönetmelik yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu yönetmeliğin, gerek sanatçıların, gerekse bürokratların ortak fikirlerinin ürünü olması gerekiyor. Temennim budur.” “Dar Ayakkabıyla Yaşamak”, 3 Ekim’de, oyunun yazarı Duşan Kovaçeviç’in de katılımıyla, prömiyer yapacak. Oyunda Bora Seçkin, Müge Akyamaç, İbrahim Can, Nihat Alpteki, Yeliz Gerçek, Bennu Yıldırımlar, Tankut Yıldız, Volkan Ayhan, Çağrı Hün ve Uskan Çelebi rol alıyorlar. Milliyet SANAT Ekim 2012

İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Engin Alkan rejisiyle sahnelenecek “Vişne Bahçesi”, özgün ve absürd bir yorum. “Absürd tiyatronun en iyi örneklerinden biri sayabiliriz,” dediği oyunda yönetmenin yaptığı, “Vişne Bahçesi”nin absürd yanını seyirci tarafından daha net okunabilir hale getirmek. Çehov’un bugüne dek çok da iyi anlaşılamadığını söyleyen Alkan, yazara bakışta özgürleşmeden ve metinleri üzerinden yepyeni bir yapı kurmadan Çehov’un dünyasını aktarmanın çok zor olduğunu düşünüyor. Zira, 20. YY. Rusya’sının kır hayatı, sınıfsal çatışmaları, kıyafetleri ve oyundaki şiirsel gerçekliğin bugünün seyircisinde nostaljik bir tat bırakmaktan öteye geçmeyeceğini düşünüyor. Ona göre; Çehov da Shakespeare kadar yeni sahneleme arayışlarına imkan tanıyan özgürlükte davranılmayı hak ediyor. “Vişne

Bahçesi”ni eskimeyen bir metin yapan, belki de oyundaki o absürd yapıyı ayakta tutan aile figürü. Kendi elit yaşamını korumak uğruna kafasını kuma gömen bir aile, izlediğimiz. Tüm değişimlere kapalı; geçmişe duyduğu özlemle kendi sınıflarının varlığını ayakta tutabilmek için sadece ‘laf üretip’ durmakla yetiniyor. İhtişamlı bir ziyafet sofrasında başlayan oyun, yenecek hiçbir şeyin kalmadığı sahneye gelinceye dek, tüketme alışkanlığı üzerinden okunuyor. Cem Yılmazer imzalı dekor da buna uygun olarak tasarlanmış. Sahneyi üç tarafı tamamen kapalı yekpare bir duvar sarıyor. Yerde çimenler, yapraklar var. Vişne bahçesi evin içinde gibi duruyor, yani. Engin Alkan da oyunda tüccar Yermolay Alekseyeviç Lopahin rolünde. Çoğunlukla yönettiği oyunlarda rol almayı tercih eden yönetmen, sahnede olmayı özlediğini ve oyunculuktan bes-

Açıl susam açıl...

Can Doğan’ın “Ali Baba ve Kırk Haramiler”i büyüklere de sesleniyor.

“Ali Baba ve Kırk Haramiler”, çocuk dünyamızın bir numaralı masallarından biriydi. Can Doğan, masalın o çok iyi bildiğimiz hikayesini almış ve ondan yepyeni bir metin yaratmış. Bir müzikli çocuk oyunu “Ali Baba ve Kırk Haramiler” ama yetişkinlerin de keyifle izleyebileceği nitelikte tasarlanmış; alt metni de kuvvetli. Yönetmen Can Doğan, kalabalık kadrosu sebebiyle tiyatrocular tarafından rağbet görmeyen oyunda kırk haramiyi tiyatro sahnesine sığdırmanın yolunu da bulmuş. Ama onca ısrara rağmen, sır vermiyor. İşin orası sürpriz olacak anlaşılan. Oyunun sürprizlerinden bir diğeri

90

de sinemayla tiyatroyu buluşturan tasarımı. Oyun sırasında sahnenin arkasına yansıtılan perdede 100 kişilik kadroya sahip bir film oynatılacak. Ama Doğan’ın söylediğine göre, bu kırk haramiyi sahneye sığdırmanın sırrı değil. Sürpriz başka... Can Doğan’a bu oyunu yapma fikrini veren “Türk sinemasının en iyi örneklerinden biri” dediği film. Yani, masalın Sadri Alışık’ın oyunculuğuyla can bulan sinema uyarlaması. Filmdeki gibi, Can Doğan da oluşturduğu yeni metinin iskeletinde masala sadık kalmış. Ali Baba, Kırk Haramiler’in çaldıkları malları sakladıkları mağaranın şifresini öğreniyor. Açıl susam açıl diyerek içeri süzülüyor ve altınları alıyor. Kendi hazinesi olmadığının gayet bilincinde tabii. Ne yapıp edip altınları halka bölüştürmenin yollarını arıyor. Can Ertuğrul, Cem Uras, Defne Gürmen Üstün, Deniz Evrenol, Doğan Şirin, Emre Narcı, Erhan Özçelik, İbrahim Gündoğan, Melisa Demirhan, Ömer Barış Bakova, Özgür Atkın, Selin İşcan, Tuğçe Açıkgöz, Uğur Dilbaz ve Yasemin Gezgin’in rol aldıkları oyun, 13 Ekim’de prömiyer yapacak.


lendiğini söylüyor: “Benim gibi ağırlıklı yönetmen olarak çalışan birine diğer yönetmenlerden oyunculuk teklifi gelmiyor ne yazık ki. Ama ben üç dört yılda bir, oyuncu olarak yeni oyunlar çıkartmak istiyorum. Haliyle kendi yönettiğim oyunlarda rol almaktan başka çare kalmıyor. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nu oyuncuları, izleyicileri ve teknik ekibiyle sokağa çıkaran yönetmelik değişimi sürecinde sesi en gür çıkan isimlerden biriydi, Engin Alkan. Alkan’a şimdi durum nedir diye soruyoruz: “Biz Şehir Tiyatrosu’nun kısmi özerk yapısını tamamen bürokratlara devredecek

bir dayatmaya zorbaca maruz bırakıldık. Ama yönetmeliğin bütün maddeleri henüz işletilmiyor. Bunun için de henüz bir sorun yok gibi algılanıyor. İşletilmeye başlandığı anda sanatçıların inisiyatifi neredeyse sıfıra indirgenerek, burası bir partinin sanatsal faaliyetlerini yürüttüğü kültürel alan haline gelecek. Her yıl bu zamanlarda yeni repertuvarın 10 oyunu açıklanırdı ve biz de ne yapacağımızı bilirdik. Bu sezon biri çocuk oyunu olmak üzere, yalnızca dört oyun açıklandı, ki bunların iki tanesinin kararı zaten eski yönetim kurulu tarafından alınmıştı. Bu belirsizlik Şehir Tiyatrosu’nun her yerinde bir ürküntüye sebep oluyor. Ama patronumuz denebilecek Sayın Belediye Başkanı, bizi muhatap bile kabul etmiyor. Keza Ankara’daki bakanlık da bunu yapıyor. Bu doğru değil, çünkü bu deneyi-

FOTOĞRAFLAR: HÜSEYİN ÖZDEMİR

Engin Alkan’ın (solda) sahneye koyduğu “Vişne Bahçesi”nde Hümay Güldağ ve Zafer Kırşan oynuyorlar. (soldan sağa)

me biz sahibiz...” “Vişne Bahçesi”nde Alkan’ın dışında Hümay Güldağ, Aslı Nimet Altaylar, Berna Adıgüzel, Zafer Kırşan, Emre Şen, Hüseyin Tuncel, Işıl Zeynep Tangör, Murat Üzen, Selin Türkmen, Erhan Abir, Ahhan Şener, Çağlar Polat, Samet Hafızoğlu, Abdullah Topal, Başak Erzi ve Zeynep Ceren Gedikali rol alıyorlar. Oyunun prömiyeri 3 Ekim’de.

FOTOĞRAF: AHMET ÇELİKBAŞ

Kim daha dinsiz?

“Büyünün Gözleri”nde Kont Monteverdi’yi oynayan Kutay Kırşehirlioğlu, yönetmenleri Hülya Karakaş’ın (sağda) tezcanlılığıyla onları zorladığını söylüyor.

Hülya Karakaş, Mehmet Murat İldan imzalı “Büyünün Gözleri” oyununu sahneye koyuyor. Karakaş bugüne dek daha ziyade kadınların hikayelerini anlatan oyunlar sahnelemeyi tercih ederek belli bir çizgiyi korudu. Kadının tiyatro sahnesindeki yerine verdiği önemle, daha çok kadın oyuncularla çalıştı. Ama “Büyünün Gözleri”, önceki deneyimlerinden ayrılıyor. Yönetmen, metinde olmayan kadın karakterlere yer vererek, kadının rolünü kuvvetlendirmiş olsa da erkek oyuncular çoğunlukta. Söze buradan girince, şöyle bir itirafta bulunu-

yor: “İlk defa bu kadar erkek oyuncuyla çalışıyorum. Çok kolay bir şeymiş. Meğer anamı ağlatmışlar bugüne kadar, çok yormuşlar. Kadınlarla çalışınca hem birbirleriyle hem de benimle bir rekabet doğuyor. Her şeye muhalefet oluyor, dedikodu yapıyorlar. Erkeklerle çalışmak çok kolaymış vallahi...” Bir de ekibe sormak lazım diye düşünüyor, Hülya Karakaş’la çalışmak zor mu, diye bir soru atıyoruz ortaya. Oyunda Kont Monteverdi’yi canlandıran Kutay Kırşehirlioğlu, “Hülya gerçekten çok birikimli bi-

91

ri,” diyor: “Çok sıcak bir insan olduğunu söyleyemeyeceğim, ama işini çok ciddiye alıyor ve dersine iyi çalışıyor. Bizi zorlayan tek yanı, tez canlılığı. Bazen oyun gereği girmeniz gereken duyguya hemen geçemeyebiliyorsunuz. O zaman sabırsızlanıyor, hemen girmenizi istiyor. Zorlanıyoruz ama kriz anıyla baş etme çarelerini geliştirmemizi sağlıyor.” Komedi türündeki oyunun içeriğine gelecek olursak... “Büyünün Gözleri”, 1800’lü yıllarda geçiyor. Borç batağına saplanmış Kont Monteverdi, ‘dindar’ biri. Çirkin kızının zengin tüccarla evlenmesini sağlayarak borçlarından kurtulma derdinde. Bunun için de uşağı Pellico’yla birlikte Büyücü’nün yardımını istiyor, büyünün dinen yasaklanmış olmasına karşın. Dinsiz berber Tartini ise, kasabalılar tarafından aforoz edildiği için bir türlü evlenemeyen bir adam. Yakın arkadaşı Pellico’dan öğrendiği bilgiler sayesinde, büyü için kendi saçını vermesiyle olaylar karışıyor. Ortaçağ döneminin karanlığını mizahi bir dille araştıran oyun, aslında bugünün meselelerine de eleştirel bir yorum getiriyor. Oyunun iki farklı dekoru var. Her iki sahnedeki dekoru da oyuncular beraberinde getiriyor. Aksel Zeydan Göz imzalı illüstrasyon çalışması var. Müzikleriyse, Baba Zula yapmış. 14 Kasım’da prömiyer yapacak olunda Kutay Kırşehirlioğlu, Nazan Yatgın, Hülya Karakaş ve Murat Coşkuner rol alıyorlar. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


SAHNE SANATLARI

Üzerimizde çoksesli bir buluT dolaşıyor Ebru Nihan Celkan’ın ve grubu buluT’un adını geçen sezon “Tetikçi” ile duydunuz muhakkak. Güzel haber; ekibin bu sene kalabalıklaşıp sahneden yayıncılığa taze projelerle yola dökülmesi... Detaylar için Ebru Nihan Celkan’a bağlandık. BAHAR ÇUHADAR bahar.cuhadar@radikal.com.tr

İSMİNİ önce; kaleme aldığı ve sıfırnoktaiki tarafından sahnelenen “17.31”le, ardından Aslıhan Erguvan’ın yönettiği “Tilt” ile duymuştuk. Ama tabir yerindeyse asıl ‘patlamayı’, Hrant Dink suikasti üzerinden memleketteki ‘erkeklik&kahramanlık’ hallerini ve fail-i meçhul cinayetlerin ‘devlet katında’ nasıl karşılandığını önümüze seren, yazıp-yönettiği “Tetikçi” ile yaptı. Ebru Nihan Celkan, tiyatroda ‘yerli, zekice ve içten’ metinleri özleyenlere umut aşılayan ilk kalemlerden biri... Uludağ ve İstanbul üniversitelerindeki eğitiminin ardından profesyonel çalışma hayatına ‘pazarlama iletişimi’ alanında giriş yapan, ‘masal anlatmayı seven bir anneannenin torunu’ olarak kendini bildiğinden beri yazan bir genç kadınÖ 2007’den beri bir koldan heyecan verici oyunlar üretiyor, ‘mesai saatleri’ dahilindeyse özel sektördeki işini yürütüyor. Bu sezon onu daha da yakından tanımamızı gerektirecek bir işe koyuldu: “Tetikçi”yi hazırlarken kurduğu grubu buluT’u kalabalıklaştırdı. Celkan’ın tabiriyle ‘çokseslileşen’ buluT çatısı altında bu sene yeni bir oyun ve tiyatro kitapları üretilecek. Yeni oyun “Nerde Kalmıştık?”ın provaları sürüyor, buluT’un ilk kitabı “Perdesiz Metinler” de matbaa yolunda. Dahası da var: “Kıyıya Oturmanın Böylesi” ile tanıdığımız oyuncu Merve Engin artık buluT’un parçası. Feminist, anti-militarist, vicdandan, barıştan ve hayattan yana söz söylemek üzere yola çıktılar bir kere... Bize düşen; ismini daMilliyet SANAT Ekim 2012

ha çok duyacağımız Ebru Nihan Celkan’ı ve sezon planlarını dinlemek oldu... ● buluT’a gelmeden önce kendi tiyatro yolculuğunuzun nasıl başladığını sorayım... 2004’te zor bir dönemden geçiyordum. Bir pazar evde otururken gazetede bir tiyatro eğitim merkezinin seçmelerini okudum. Evden çıktım. Çıkış o çıkış... Eğitimin içeriğinde dramaturji ve yazarlık dersleri de vardı. İki senenin sonunda okul bir tiyatro festivali yapmak istedi. Ben bir oyun yazdım, Levent Ünsal yönetti, sınıf arkadaşlarım oynadı. Sonra “Oyun Yaz 2” projesi kapsamında “Tetikçi”yi yazdım. “Tetikçi”, MitosBoyut Oyun Yazma Yarışması’nda Özendirme Ödülü aldı. Ardından Şahika Tekand’ın kapısını çaldım. Orada eğitime devam ederken bol miktarda tiyatro kuramı okuma fırsatım oldu. Şahika Tekand’a teşekkürlerimle... Ardından DOT ve Murat Daltaban’ın kapısını çaldım; provalara, oyunlara gittim. Art arda oyunlar yazdım. Sıfırnoktaiki’nin yerli me-

Ebru Nihan Celkan, tiyatroda ‘yerli, zekice ve içten’ metinleri özleyenlere umut aşılayan ilk kalemlerden biri.

“Sözümüz hep 1-0 mağlubun yanında olacak” ● Hayata ve tiyatroya feminist bir perspektiften bakan bir tiyatrocu kadın olarak buluT’un adı konmuş bir feminist bakışı olacak mı? Yola çıkarken en önemli gündemimiz buydu: buluT ne söyleyecek? Metinlerimin sadece ‘feminist’ pencereden değerlendirilmesini hem yazar olarak kendim için, hem izleyici için hem de oyuncu, yönetmen için kısıtlayıcı

92

buluyorum. Bir meramı var buluT’un; bir değil yüzlerce... Hayata, kadınlara, erkeklere, insanlara, biz olmaya dair. Artık insan ölümlerinden tüyleri ürpermeyen bir zamana dair söylenecek çok sözümüz var. Bu sözler yeri gelecek ‘feminist’ olarak tınlayacak, yeri gelecek ‘anti-militarist’ denecek ama illa ki 1-0 mağlubun yanında olacak; hep ‘vicdan’, inadına ‘barış’ ve ‘herkes için hayat’ diyeceğiz.


buluT ekibi: Özge Ertem, Celkan, Özlem Karadağ, Açelya Celkan, Merve Engin, Gül Paycı, Özlem Karacaoğlu (soldan sağa).

tin aradığını duydum ve 2009’da “17.31” ile yol almaya karar verdik. Arkasından Studio’dan arkadaşım Aslıhan Erguvan ile Vicdan Filmleri yarışması için “10, 9, 8...” isimli bir kısa film yaptık. 2011’de de Aslıhan’ın yönetimiyle “Tilt”i sahneledik. ● “Tetikçi”ye kadar yazarken, onunla birlikte reji kısmına da geçmiş oldunuz... “Tetikçi”, 2007’den beri Devlet ve Şehir Tiyatroları repertuvarındaydı fakat bir türlü prodüksiyonu yapılmıyordu. Yönetmenlik yapmak istemediğim için oyunu yönetmesi konusunda birkaç arkadaşımla konuştum ancak davanın durumu, konunun hassasiyeti, ‘doğru’ bir zaman olmaması gibi nedenler öne sürerek hiçbiri niyetlenmedi. Çok sevdiğim bir arkadaşım “Sen yönetmelisin” dedi. “Ben yönetmen değilim, nasıl yaparım” derken bir destek aradım ve Merve Engin’e gittim. Merve, “Tetikçi”yi gayet iyi biliyordu, çok destek oldu. ● buluT’un ‘büyüme operasyonu’ nasıl gelişti peki? ‘Çoksesli’ olma süreci demek daha doğru... ‘Yek’ başıma devam etmek istemiyordum. Uzun yol koşmak, daha renkli üretimler yapabilmek ve daha iyi tiyatro yapmak için ekip şarttı. Beş kişilik ekip dışında sabit olarak Özlem Karadağ (Yabancı dilde metinler), Özlem Karacaoğlu (Fotoğraf) ve Özge Ertem (Metin değerlendirme ve raporlama) var. Bir de oyunlarıyla Merve Engin... ● Merve Engin’in web sitesinde ‘Bir grup kendisini evlat edininceye kadar...’ gibi bir ifade vardı. Nasıl oldu bu ‘evlat edinme’ süreci?

Evlat edinmedik, yol arkadaşı olduk diyelim. Merve projeleri, vizyonu olan çok yetenekli bir oyuncu. “Bu projeleri beraber yapalım mı?” diye sordum o da “Zaten artık tek olmak istemiyorum” dedi. Aslında ilk denemeyi geçen sene yaptık. Merve “Van’a gitmek, orada oynamak istiyorum” demişti. Bir arkadaşım sayesinde bu isteği oldu. Bunu çoğaltmanın yollarını arayacağız. Tabii ki buluT’un oyuncusu olarak Merve her oyunumuzda yer alsın istiyoruz. Ancak bir mül-

● Oyunun yönetmenliğini teslim ettiğiniz Mîrza Metin ile hangi noktada buluştunuz? Birbirimizin oyunlarını izleyip tanıştık. Başka bir metin yönetmek ister mi diye sordum ve beraber yol almaya karar verdik. Destar, meramı olan oyunlar yapıyor. Meramımızın benzer olduğunu görünce “Neden beraber yapmayalım” dedik. Mîrza yan yana durmak isteyeceğim isimlerden, gönül rahatlığıyla metni emanet ettim ona.

“Artık insan ölümlerinden tüyleri ürpermeyen bir zamana dair söylenecek çok sözümüz var. Bu sözler yeri gelecek ‘feminist’ olarak tınlayacak, yeri gelecek ‘anti-militarist’ denecek ama hep ‘vicdan’, inadına ‘barış’ ve ‘herkes için hayat’ diyeceğiz.” kiyet iddiamız hiç kimse için yok. ● Bu sene Destar Tiyatro’dan Mîrza Metin ile yeni bir oyun çıkarıyorsunuz: “Nerde Kalmıştık?” Nasıl bir saikle yazdınız bu oyunu? 2010’da yazdım. Kadro 12 kişiden oluşuyor. Askerlik, savaş, öldürmek ve biz... Neden durduramıyoruz? Bu anlamsız savaşları neden bitiremiyoruz? Bu sorulara cevap aramak için yazdığım bir metin. Askerlikten dönmüş Umut’un hayata uyamama sürecini izleyeceğiz. Ekipte Cem Uslu, Barış Gönenen, Ararat Mor, Filiz Kutlar, Merve Engin, Bahar Selvi, Fatih Özkan, Özer Arslan, Doğan Keçin, Mertcan Kayretli, Engin Aydın ve Ceren Kıran var.

93

● buluT yayıncılık kolunda nasıl bir çalışma yürütecek? buluT’un ilk kitabı “Perdesiz Metinler” için geri sayıyoruz. Üç başlık altında yayıncılık yapacağız. “Perdesiz Metinler”de yerli oyun yazarlarının kitaplarını basıyoruz. En önemli referans noktamız hayata dair bir meramının olması; ‘az’ olanın, sesi çoğunluğa yetişmeyenin sesi olmasıÖ İkinci olarak yabancı metinleri yayınlamayı hedefliyoruz. Gözettiğimiz temel aynı olmakla beraber; sesini duymadığımız coğrafyalardan oyunları kaynak haline getirebilmek amacındayız. Üçüncü başlığımız ise hayat pratiğimizi tiyatro pratikleriyle yan yana okuyan kuram kitapları ve referans kitaplar olacak. MS

Milliyet SANAT Ekim 2012


SAHNE SANATLARI

‘İksir’in formülünde yorum fazlası İDOB’un “Aşk İksiri” prodüksiyonunda, yönetmen Yekta Kara konuyu 2. Dünya Savaşı sonları Napolisi’ne taşıyor. “Savaş sonrası Amerika, yoksullaşmış ve yoksunlaşmış bir dünyaya sunduğu cicili bicili oyuncaklarla hepimizi kandırdı” demek istiyor. ZEYNEP AKSOY tuba.p.a@gmail.com

BİR İLAÇ, bir iksir, bir büyü olsa, karşılıksız aşkı mümkün kılsa, umutsuz aşıkları sevdiklerine kavuştursa... İnsanlık kadar eski ‘çaresiz aşk’ sayısız şiirin, şarkının, romanın teması olmuştur; tüm bir romantik dönem sanat üretiminin bu durum üzerine temel attığını bile söyleyebiliriz. Bu binlerce yıllık bilindik öykünün sonu genellikle acıklıdır da. Tüberkülozlu ölümler, intiharlar, mahvolan yaşamlar aşkına karşılık bulamayanı pusuda bekler. İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) Gaetano Donizetti’nin “L’elisir d’amore / Aşk İksiri” operasını sahneliyor. Çoğu bildiğimizin aksine, bir ‘iksir’ sayesinde mutlu sonla biten bir aşk öyküsü bu. Donizetti, İtalyan operasının en verimli çağlarından 19. YY. ortalarının, güzel şarkı söylemenin, melodik inceliğin, şancıların maharetinin ön planda olduğu ‘Bel Canto’ döneminin üç önemli bestecisinden biridir (Diğerleri Bellini ve Rossini). 75’i aşkın opera yazmış olmasına rağmen günümüzde sadece birkaç tanesi hâlâ opera repertuvarlarında yer bulabiliyor. Bunlar “Lucia di Lammermoor”, “Don Pasquale”, “La Fille du Regiment” ve “L’elisir d’amore / Aşk İksiri”. “Aşk İksiri” eğlenceli ve romantik konusu, konunun sade ve olabildiğince mantıklı işlenişi ama hepsinden önemlisi baştan sona dantel gibi örülmüş, akılda kalıcı, “Una Furtiva Lagrima” gibi tenor arya repertuvarının temeltaşı müthiş aryalar, düetler, korolarla bezeli ve şancılara kendilerini göstermeleri için birçok olanak sağlayan olağanüstü müziğiyle Donizetti’nin en çok sevilen, en çok sahnelenen operası Milliyet SANAT Ekim 2012

olmayı sürdürüyor. İlk kez 1832’de Milano’da sahnelenen “Aşk İksiri” bir Külkedisi hikayesi aslında, ama burada Külkedisi erkek... Auber’in “Le Philtre” adlı, Paris’te başarı kazanmış operasının librettist Felice Romani tarafından İtalyancaya uyarlanmışı. Bir İtalyan köyünde geçiyor. Yoksul ve romantik genç köylü Nemorino, köyün toprak sahibi, uçarı güzeli Adina’ya sırılsıklam aşıktır ancak aşkına karşılık bulamamaktadır. Adina’nın aklı, havalı çavuş Belcore’dedir. Operanın başında köylülere bir kitaptan Tristan’la İsolde’nin öyküsünü okur Adina. Bir iksir sonucu gerçeğe dönüşen bu karşılıksız aşk hikayesi operanın öyküsünü önceden haber veren bir meseldir aslında... (1. perde/ 1. cavatina). Bir gün köye kendini ‘doktor’ diye tanıtan şarlatan bir çerçi, Dulcamara gelir ve aslında kırmızı şaraptan başka bir şey olmayan bir sıvıyı her derde deva bir iksir olarak satmaya çalışır. Nemorino çerçiye kanıp iksirden satın alır ve olayların yön değiştirmesi sonucunda dolandırıcının şarabı gerçekten işe yarayarak fakir genci zenginleştirip karşılıksız aşkını mümkün kılar. Naif konusu, Dulcamara karakterinde cisimleşen İtalyan geleneksel tuluat tiyatrosu Commedia dell’arte karakterlerinden ‘İl Dottore’si ile tipik bir ‘opera buffa’ “Aşk İksiri”. Basit konulu, çok güzel aryalar, düetler ve koro pasajlarıyla bezenmiş, kolay izlenen ve dinlenen bir komik opera. Feodal düzende, toprak sahibi ile köylü arasındaki oldukça imkansız bir aşk ilişkisini anlattığı ve bir köyde geçtiği için, librettosunda rustik öğelerin önemli olduğunu ve ağır bastığını söyleyebiliriz.

YEKTA KARA’NIN YORUMU İDOB’un prodüksiyonunda, yönetmen Yekta Kara, konuyu 2. Dünya Savaşı sonla-

94

rı Napolisi’ne taşımış. Eser perdeye yansıtılan 2. Dünya Savaşı İtalyası görüntüleriyle başlıyor. Napoli, 1944. Bombalanmış binalar ve Amerikan askerlerinin gelişi... Kara, Adina’yı savaş İtalyası’nda kafe sahibi bir kadın, aşığı asker Belcore’yi ise bir tabur Amerikan bahriyelisinin komutanı bir ‘Johnny’ olarak yeniden tasarlamış. Düzenbaz çerçi Dulcamara ise yıldızlı melon şapkası, Amerikan bayrağının renklerinden oluşan, kuyruklu ceketli kostümü ile, bir dönem karikatürlerinde çokça simgeleştirildiği haliyle bildiğimiz ‘Sam Amca’. Sam Amca sahneye çerçi arabası yerine bir mopetle geliyor, koroyu oluşturan kızlara ve erkeklere, cocacola, pop-corn dağıtıyor ve iksiri şarap değil Amerikan viskisi, hatta galiba Jack Daniels. Yekta Kara rejilerinde dönemlerle oynamayı, eserin içinden çıkardığı ve vurgulamak istediği bir konu çerçevesinde operaları kendi dönemlerinin dışında başka dönemlere ışınlamayı sever. Günümüzde dünya operalarında da yaygın olan bu yaklaşımda başarılı da olur genellikle, çünkü yeniden tasarladığı çerçeve kendi içinde tutarlıdır. Bu reji de kendi içinde dönemsel tutarlılığı tutturmakta başarılı. Pastel tonlarında ipekli elbiselerden (kostüm Şanda Zapçı) İtalya’nın mimari simgelerinden beyaz ahşap pancuru asimetrik bir biçimde tavana taşıyan, palmiye ağaçlı, beyaz işli masa ve sandalyeli, limonatacı arabalı kafe dekoru, (dekor: Efter Tunç) düzenbaz Sam Amca’ya eşlik eden ponpon kızlar, pastelden canlıya uzanan, Amerikan neonlarıvari ışık skalası (ışık Bülent Darcan), hepsi bu konsept içinde uyumlu bir bütün, bu tamam. Aykırı olan, daha doğrusu Donizetti’nin bu operasıyla tam örtüşmeyen şey, basit, rustik bir aşk hikayesinden daha fazla bir şey olmayan bu hikayeyi böylesine karmaşık bir döneme taşıyıp, içinden politik bir duruş çı-


Yekta Kara, Donizetti’nin en çok sevilen ve en çok sahnelenen “Aşk İksiri” adlı operasında kapitalizm eleştirisi getiriyor.

karmak adına fazla zorlamak. “Savaş sonrası Amerika, yoksullaşmış ve yoksunlaşmış bir dünyaya sunduğu cicili bicili oyuncaklarla hepimizi kandırdı” demek istiyor Yekta Kara. Köy köy gezen binbir çeşit satıcısı bir şarlatanı Sam Amca kılığına büründürerek ciddi bir kapitalizm eleştirisi getiriyor. Ancak bu naif köy hikayesi bu kadar yoruma gerek duymuyor. Şarlatan dışındaki asıl hikaye bildik bir karşılıksız aşk/aşk üçgeni olunca da politik yaklaşım hikayeye oturmuyor ve yorum ilginç ve kendi içinde tutarlı olmakla birlikte havada kalıyor.

KORO ÇOK BAŞARILI Bazı operalar da kendi dönemlerinde, kendi öykülerine sadık kalınarak sahnelenebilirler ve güzelliklerinden hiçbir şey kaybetmezler. Bunlar özellikle müziğin, güzel şarkı söylemenin ön planda olduğu Bel Canto dönemine ait operalarsa zorlamaya hiç hacet yok. İDOB’da bunda 5-6 yıl kadar önce böyle basit, kendi dönemine ait, rustik bir yorumla sahnelenmiş gayet başarılı bir “Aşk İksiri” hatırlıyorum. Bunda da kostüm, dekor yine çok şık ama kendi

Kara, Adina’yı kafe sahibi bir kadın, Belcore’yi bir tabur Amerikan bahriyelisinin komutanı bir ‘Johnny’ olarak yeniden tasarlamış. Düzenbaz çerçi Dulcamara ise sahneye mopetle gelen Sam Amca. dönemine ait olsaydı, Dulcamara her yerinden bir şey sarkan, rengarenk boyalı, koca tekerlekli tahta bir arabayla çıkagelseydi, Nemorino pantalonu iple bağlı basit bir köy delikanlısı, Adina işli elbiseli bir toprak sahibi olsaydı “Aşk İksiri” karakterini daha iyi yansıtırdı diye düşünüyorum. Bu yorumla olmadığı bir şeye dönüştürülmeye çalışılmış ve karakterinden, naif opera buffa özünden bir şeyler kaybetmiş sanki. “Aşk İksiri” koronun neredeyse bir karakter kadar önemli olduğu, çokça yer aldığı ve çok güzel koral pasajlarla donanmış bir operadır. İDOB’un başarılı korosu bu eserde de çok iyi, ayrıca reji de bloklama da koroyu çok işlevsel, göz dolduran bir biçimde kullanıyor. Benim izlediğim kastta Adina’yı canladıran Ayten Telek ve Nemorino Caner Akın tek kelimeyle mü-

95

kemmeldiler. Telek’in billur gibi, yükseklerde de alçaklarda da dengeli, doygun ama hareketli sopranosunu ve Akın’ın kadifeden tenorunu aryalarda ve özellikle 3. sahnedeki düette dinlemek tam bir keyif... Belcore Önay Günay sağlam bir bariton ve rolüne yakışıyor. Fakat operanın lokomotifi olan karakter Dulcamara’yı canlandıran Ali İhsan Onat ne yazık ki ses ve performans olarak zayıf kalıyor.Onat, sonradan biraz toparladıysa da özellikle ilk aryası “Udite, Udite”de ritmi aşağı çekti ve orkestrayla uyumu tam tutturamadı. Genel olarak da bu çok renkli karakter için gerekli cazibeyi pek yakalayamadı. “Aşk İksiri”ni izleyin. Müziği, performansları ve konseptin kendi içerisindeki tutarlılığı takdir etseniz dahi, “Bu kadar yorum gerekli miydi?” diye soracaksınızdır. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


SAHNE SANATLARI

Dans sahnesinde cevherler ve baharatlar

Çağdaş dansın en son örneklerini Türkiyeli izleyiciyle buluşturan iDANS06, 2 Ekim’de başlayıp mekan sorunları nedeniyle uzatılmış programıyla Mayıs’a kadar uzanıyor. Festivalde bu yılın teması, “İpekyolu”.

“Risin”, Güney Asya dans dünyasının yeni yıldızı olarak görülen Aakash Odedra’nın imzasını taşıyor.

İLK KEZ 2007 yılında, Bimeras Kültür Vakfı tarafından, çağdaş dansın en güncel örneklerini Türkiye’deki dans sanatçılarına ve dans severlere göstermek ve bu alanda uluslararası sanat yönetmenlerini Türk sanatçılarla buluşturmak amaçlarıyla düzenlenen iDANS, bu sene de yine dopdolu ve uzatılmış bir programla karşımızda. Geçtiğimiz senelerde birçok öncü dans sanatçısını ağırlamış olan festival, mekan problemleri nedeniyle Mayıs 2013’e kadar uzatılmış. Ekim ayı programı son derece yoğun ancak mayıs ayında da, Anne Teresa De Keersmaeker gibi Jerome Bel gibi çağdaş dans alanının önemli isimleri seyredilebilecek. Festival Sanatsal Programlama ve AraşMilliyet SANAT Ekim 2012

MUTLU TANBERK zmtanberk@yahoo.com

tırmalar Yönetmeni Gurur Ertem ve Bimeras Kültür Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Aydın Silier, iDANS programını her sene bir konu çerçevesinde oluşturuyorlar. iDANS06’nın konusu İpek Yolu. Doğu, Güney ve Batı Asya’yı Kuzey ve Doğu Afrika’nın yanı sıra Akdeniz ve Avrupa dünyasıyla birleştiren, 6 bin 500 kilometrelik tarihi kervan yolundan esinlenilen program, Avrupa’nın yanı sıra, Doğu ve Güneydoğu Asya’daki çağdaş sanat yaklaşımlarını aynı platform üzerinde sunarak, bu farklı kültürlerin etkileşimini ‘hareket’ anlamında sorgulamayı, irdelemeyi hedefliyor. İpek Yolu, iDANS 06 kapsamındaki gösterileri sınıflandırmak anlamında, bu ticaret yolunda alışverişi yapılmış emtia-

96

lar kullanılarak, “Cevherler”, “Baharatlar”, “İpek” ve “Kağıt” alt başlıklarına ayrılmış. “Cevherler”, Belçika’dan Anne Teresa de Keersmaeker, Almanya’dan Rimini Protokoll, Japonya’dan Saburo Teshigawara gibi dünyaca tanınmış sanatçıların eserlerini içeriyorken, “Baharatlar”, İngiltere’den Aakash Odedra, Norveç ve Arjantin’den Anne-Linn Akselsen & Adrian Minkowitz gibi genç sanatçıların ‘keskin ve lezzetli’ çalışmalarını kapsayacak. “İpek”, Pekin’den Tao Dans Tiyatrosu ve Tokyo’dan Toshiki Okada gibi sanatçıları sunuyor. “Kağıt” ise iDANS’ın, “Kritik Çaba Türkiye 2012” ve “Eğitmenleri Eğitmek” gibi eğitim ve bilgi paylaşım etkinliklerini altında topluyor.


PROGRAMDA NELER VAR? iDANS06, 2 Ekim 2012’de, Avusturyalı çağdaş dans sanatçısı Anna Mendelssohn’un iklim değişikliğini içsel ve dış çevre anlamında konu alan solosu “Cry Me A River” (Gözyaşların Sel Olsun) ile start alıyor. Anna Mendelssohn bu eseriyle 2011’de, Almanya’da Dietmar N. Schmidt Oyunculuk Ödülü’ne layık görülmüş. 3 Ekim 2012’de Koreli dansçı ve koreograf Geumhyung Jeong, Oil Pressure Vibrator isimli eserinde, bir kepçeye olan garip tutkusunu, bir kadın olarak edindiği tecrübelerle harmanlayarak son derece kendine has bir yorum ile sunuyor. Yine festivalin ilginç gösterilerinden biri 4-5 Ekim 2012’de sahne alacak olan Stefan Kaegi’nin Rimini Protokoll projesi, ‘yeni belgesel tiyatro’nun en başarılı örneklerinden “Radio Muezzin”. Kahireli dört müezzinin, hükümet tarafından alınan bir kararla işlerine son verilmesini dokunaklı bir şekilde anlatan eser çağdaş performans sanatlarının en önemli festivallerinden biri olan Avignon Festivali dahil, birçok festivalden sonra ilk defa çoğunluğu müslüman bir ülkede sergilenecek. Programda, 6 Ekim 2012’de, Güney Asya dans dünyasının yeni yıldızı olarak görülen Aakash Odedra’nın “Risin” (Yükseliş)i yer alıyor. Odedra Akram Khan, Russell Maliphant ve Sidi Larbi Cherkaoui gibi uluslararası üne sahip koreografların yarattığı parçaların yanında kendi eserinde de dans edecek. Bir diğer önemli gösteri, Paris Operası da dahil olmak üzere eserleri dünyanın dört bir yanında sahnelenen ünlü Japon koreograf Saburo Teshigawara’dan “Obsession” (Saplantı)sı. Eserde bizzat kendisi ve topluluğu KARAS’ın önemli dansçılarından Rihoko Sato dans ediyorlar. Hareketi, film, müzik ve diğer güzel sanatlarla birleştirerek özgün koreografiler yapan Teshigawara, “Obsession”ı, senaryosunu Luis Bunuel ile Salvador Dali’nin yazdığı “Endülüs Köpeği” adlı kısa filmden ilham alarak yaratmış. “Obsession”, 9 Ekim’de Haliç Kongre Merkezi’nde sahnelenecek. iDANS’ın bu seneki ortak yapımlarından biri olan ve dünya prömiyerini festivalde yapacak “Dry Act # 2: South Domino”da, sanatçılar Anne-Linn Akselsen ve Adrian Minkowitz ülkelere özgü tavla (Türkiye), truko (Arjantin) gibi oyunların, sosyal etkileşimi nasıl sağladığı ile ilgili bir gösteri sahneliyorlar. Yine bir iDANS ortak yapımı da, biriken’in “Re: Fwd: die in good company” (Ynt: İlt: beraberce öl-

Anna Mendelsohn’un “Cry Me A River”ı iklim değişikliklerini konu alıyor.

iDANS’ın programı, Avrupa ve Asya’daki çağdaş sanat yaklaşımlarını aynı platform üzerinde sunarak, bu farklı kültürlerin etkileşimini ‘hareket’ anlamında sorgulamayı, irdelemeyi hedefliyor. mek) adlı performansı. 19-20 Ekim’de, Avrupa’nın en başarılı dans okulu PARTS’tan yetişen koreografların eserlerinden oluşan program yer alıyor. Bir dansçı ile hareket eden bir iş makinasının düetini anlatan “Transports exceptionelle” (İstisnai Taşıma), ödüllü Fransız koreograf Dominique Boivin’in eseri. Avignon Festivali, Cenevre Büyük Tiyatrosu, Lyon Operası Balesi için eserler yaratmış olan Boivin, Fransa’nın önemli dans topluluklarından Beau Geste’n kurucusu. Şu anda belirlenmiş ve Mayıs 2013’te, iDANS kapsamında gösteri yapacak çağdaş performans sanatçıları ise, Anne Teresa De Keersmaeker ve Jerome Bel yanında, TAO Dance Theater, William Yang ve Boris Charmatz.

DİĞER ETKİNLİKLER Geçen sene de festival kapsamında düzenlenen, Avrupa Birliği’nin desteğiyle ve Avrupa’da dans sanatını geliştirme konusunda çalışan Jardin d’Europe’un iDANS’la ortaklaşa gerçekleştirdiği sahne sanatları eleştirmenliği ve gazeteciliği atölyesi Kritik Çaba Türkiye (Critical Endeavour), bu sene de devam ediyor. Kritik Çaba’ya katılacak 15 kişi açık bir çağrıyla belirlenecek ve katılımcılar festival boyunca tüm etkinlik ve performansları takip ederek, bunlar hakkında hazırlayacakları Türkçe ve İngilizce içeriği, festival blogu idansblog.org üzerinden yayımlayacak. iDANS, Mimar Sinan Güzel Sanatlar

97

Üniversitesi Modern Dans Bölümü işbirliğiyle 20-21 Ekim tarihlerinde “Çağdaş Dans Eğitiminde Alternatif Pedagojiler ve Modeller” adı altında oturumlar düzenliyor. Bu program, yine Jardin d’Europe tarafından tasarlanıp uygulanan ve Avrupa Komisyonu’ndan mali destek alan “Eğitmenleri Eğitmek” dizisinin Türkiye ayağını meydana getirecek. Ayrıca bu sene iDANS’ın programında ilk defa bir fotoğraf sergisi de yer alıyor. Peggy Jarrell Kaplan’ın “Koreografların Portreleri: Beden’den Yüz’e” sergisi 4-9 Ekim tarihleri arasında Haliç Kongre Merkezi’nde ve daha sonra farklı festival mekânlarında izlenebilecek. 2010 yılından itibaren düzenlenen sosyal sorumluluk projesi iKEDi, bu senede gerçekleşecek. 2010 Dünya Futbol Şampiyonası’nın açılış ve kapanış gösterilerinde yer alan dev kuklaların yaratıcısı Güney Afrikalı tasarımcı Roger Titley’nin kedi kuklalarının, İstanbul mahallelerini gezdiği ve mahalle halkını yaratıcı bir atölyeye davet ettiği proje Avusturyalı tiyatro yönetmeni Airan Berg tarafından geliştirilmiş. iKEDİ atölyeleri 7 Ekim’e kadar devam edecek. Ayrıntılı program www.ikedi.info sitesinde. Çağdaş performans sanatlarında güncel olarak neler yapılıyor yakalamak adına, iDANS Festivali gerçekten kaçırılmaması gereken bir organizasyon. Festival programına, güncel mekan bilgilerine ve biletler ile ilgili ayrıntılara ulaşmak için www.idans.info sitesini ziyaret edin. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


SAHNE SANATLARI

“Tiyatro toplumu değiştirir mi bilmem ama beni değiştiriyor” Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, 2012’de 40. yaşına bastı. Olgunluk çağını “Beni Yeniden Sev”, “Asi Kuş” ve “Kaplumbağa” oyunlarıyla kutlayacak olan tiyatronun kurucusu Ali Poyrazoğlu ile tiyatro temalı, hayat alt metinli bir sohbet gerçekleştirdik. ONUR ŞİMŞEK onrsimsek@yahoo.com

● İlk ne zaman ruhunuzdan geçti tiyatro? 5 yaşımdayken tiyatroya götürdüler beni, “Hamlet” oynuyordu. Hamlet’in babasının ruhu çıktı. Ben “Hortlak çıktı” diye ağlamaya başladım,çok korktum. Korkuyu yenmem gerektiğini düşündüm. Sistemli bir şekilde değil tabii ki düşüncem. Çocuk korkar, kurcalar. Bir de ben icat çıkaran bir çocuktum. Bana söylenen on laftan dördü “İcat çıkarma!” idi. Normal akışın, düzenin dışında olmak, fark yaratmak istedim. Çocukken de yazardım, çizerdim. 5 yaşında kitap okumaya başladım. Korkumu yenmek için evde tiyatro kurdum. Kuklalar, bezler yaptım. Gittiğimizde gördük ki tiyatro kırmızı perdenin arkasında olur. Kırmızı kadife perde bizde yemek masasının üstünde var, ben de masanın altına girdim. Orada bir çocuk tiyatrosu kurdum. Süper bir prodüksiyon hazırladım, Broadway halt etmiş. Afrika çölleri için bahçeden kumlar taşındı, yapraklar koparılıp ağaçlar, palmiyeler yapıldı. Bilet sattım sonra müteşebbis bir özel tiyatrocu olarak. Annem, babam, iki kardeşim, evde çalışan Yeter Hanım. Köpeklerimiz vardı, onlara parayla satamadık tabii. İlk temsil başladı, babam uyudu. Annem babamı dürttü habire. Erkek kardeşim sıkıldı gitti. En iyi köpekler seyretti. Oyun bitip perde kapanınca kıyamet kopardılar, ayaklara kalkıp tepinip alkışlamaya başladılar. Gala gecesi büyük ba-

Milliyet SANAT Ekim 2012

şarı ama ertesi akşam kimse gelmedi. Oyun var hadi gelin deyince,”Biz seyrettik o oyunu, deli misin her akşam her akşam aynı şeyi mi seyredeceğiz?” dedi babam. Ben de bunun üzerine turneye çıkmaya karar verdim. Akraba evlerine gidiliyordu gece yatısına. Ben alıyordum kuklalarımı, torbalarımı. Yemek bitince giriyordum masanın altına. ● Babanızın tepkisi uyumak mı oldu ilerleyen süreçte de? İş ciddiye binip meslek seçme yaşım gelince karşı çıktı tabii. Eczacı olmam isteniyordu. Tıbbi bir aileyiz, ben de eczanede çalışıyorum 7 yaşımdan beri zaten. ● Ufak da olsa yılıp bir vazgeçiş süreci yaşamadınız mı? Yok, deyiş o deyiş oldu. Birinci sınıftayken, ikinci sınıflar Reşat Nuri Güntekin’in “İstiklal”ini yapıyordu. Ben de katıldım, Fransızca bildiğim için tercüman rolünü oynadım. Tabii daha sonra aile karşı çıkınca, eczacı olacağım diye İsviçre’ye gittim, palavra. Döndüm, konservatuvara gittim. Ama şanslı bir çocuktum. Benim dönemimdeki hocalar Yıldız Kenter, Melih Cevdet Anday, Sabahattin Kudret Aksal, Ahmet Kutsi Tecer, Ercüment Behzat Lav, Max Meinecke. Dönem arkadaşlarım da müthiş. Sema Özcan, Müjdat Gezen, Erdal Özyağcılar, Nilgün Belgün, Deniz Türkali, Mustafa Alabora... ● Hayal kuruyor muydunuz birlikte, bir gün ülkenin en bilinen oyuncuları olacağınıza dair? Avusturyalı önemli bir tiyatrocu ve tasarımcı olan Max Meinecke dedi ki, “Paris Konservatuvarı’nı birincilikle bitiren biri şu anda kasaplık yapıyor, bu meslekte ileride kimin şöhret olacağı, kimin fark yaratacağı,

98

kimin dikkatleri üzerine çekeceği belli olmaz.” Nitekim beraber okuduğumuz insanlardan Melisa Gürpınar yazmayı seçti, Oğuz Demircioğlu yönetmenliği seçti, sonra da gazeteci oldu, Metin diye bir arkadaşım tıp fakültesini bitirdi, operatör doktor oldu.Yani adamın dediği doğru çıktı. Ama isim yapmış olmak o kadar da önemli değil, isim yapmamış çok iyi oyuncular da vardır. ● Şehir Tiyatroları, Dormen, Kenter, Ayfer Feray, Ulvi Uraz, Gülriz SururiEngin Cezzar tiyatrolarında çalışıp, farklı disiplinleri bir bedende toparladınız. Kimlerden neler öğrendiniz? Ulvi Uraz’dan çok şey öğrenmişimdir. Tiyatrosunun bir okul olduğunu düşünürüz, maalesef şimdi adı pek edilmiyor ama. Çok emek vererek bir sürü genç oyuncu yetiştirdi ve hepsi fark yaratan esaslı oyuncular oldu: Zeki Alasya, Metin Akpınar, Ahmet Gülhan, Tolga Tigin, Ercan Yazgan, ben... Çok farklı bir adamdı, gençleri çok desteklerdi. O yüzden genç oyuncular her zaman tiyatromda, televizyon işlerimde benim için çok önemli olmuşlardır. Hem onlara bir şeyler öğretmiş, hem de onlardan sürekli öğrenmişimdir. Çok özel bir anım vardır Ulvi Bey ile. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Utanmaz Adam”ını koyuyor, Utanmaz Adam’ı da kendisi oynayacak. Provanın 20. gününde “Çocuklar ben bir yanlış yapıyorum. Tiyatronun patronu olduğum için başrolü ben oynuyorum, oysa ki bu rol bana uygun bir rol değil. Bu rol daha çok Ali Poyrazoğlu’na uygun,” dedi. Benim daha üçüncü - dördüncü profesyonel piyesim, çok büyük roller oynamamışım. Kendi rolünü bana verdi, kendi de ufak bir role geçti. Yıldız Kenter’den tiyat-


Şehir Tiyatroları, Dormen, Arena, Kenter, Ayfer Feray, Gülriz Sururi Engin Cezzar tiyatrolarında çalışan Ali Poyrazoğlu, 1972’de kendi tiyatrosunu kurdu.

ronun büyük bir disiplin işi olduğunu, sürekli okumak gerektiğini ve de aydın, aklı başında bir yurttaş olmanın önemli olduğunu öğrendik. Şiirden, romandan anlamanın, sosyoloji-psikoloji-felsefe okumanın gerekli olduğunu öğrettiler. Muhsin Ertuğrul’dan, Beklan Algan’dan, Tunç Yalman’dan, Vasfi Rıza Zobu’dan çok şey öğrendik. ● Siz neler yapardınız? Tiyatroda yaşardım ben, devlet dairesi gibi sabah 9.30’da gider çayı orada içerdim. Ya prova izler, ya tiyatronun kütüphanesinde kitap - piyes okurdum. Hey gidi hey! Kimse adını anmaz, ben anayım. Gülsüm Hanım vardı, kütüphane memuru. Bende çok hakkı vardır, bütün güzel piyesleri çıkarıp verirdi. İlk oyunumu Aziz Nesin yazdı, Haldun Taner’in “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”ını oynadık. Haldun Bey’den, Erol Toy’dan çok şey öğrendim. O zamanlar menajer lafı dahi duyulmamışken, Betül Mardin menajer müessesini kuracak. Anlattı bana, “Ben de ilk müşterin olmak istiyorum” dedim. İsmim cismim yok ama menajeri olan bir oyuncu oldum. Betül bana çok güveniyordu, çok şey öğrendim ondan ilişki kurma, süreklilik sağlama, kendini geliştirme, yeniden öğrenme konularında. Gülriz Sururi - Engin Cezar ile çalışırken James Baldwin geldi, “Düşenin Dostu”nu sahneye

“Özel tiyatro dünyanın en zor işi. Batıyorsun, çıkıyorsun, memleket çalkantılı. Ama ben inatçı bir laz olduğum için, direndim hep. Tiyatromu 40 yıldır bir gün bile kapatmamış olmakla iftihar ediyorum.” koydu bizim tiyatroda. Onlardan her dakika bir sürü şey öğrendim. Çok iyi partnerlerim oldu; Oya Başar, Aydemir Akbaş, Işık Yenersu, Korhan Abay, Turgut Boralı, İsmet Ay, Bülent Kayabaş, Levent Kazak, Derya Alabora, Zerrin Sümer, Serra Yılmaz, Eser Ali. Bir de en büyük hocan kim dersen; seyircidir. Seyirci bizim meslektaşımızdır, onlarla beraber tiyatro yapıyoruz. Bunu her seyirci için söyleyebilirim. Her akşam yeniden doğarım tiyatro sahnesinde onlarla birlikte. Çünkü sanat tarihinin belirli bir noktasının canlı yaratımının içinde seyirciyle bir oyun oynuyorsunuz, oyuncuyla seyirci karşı karşıya gelince bir kıvılcım çakıyor ve tiyatro denen mucize ortaya çıkıyor. ● Nasıl bir eksiklik hissedip, kendi tiyatronuzu kurma sorumluluğunun altına girdiniz? Ben kurduğum zaman çılgınlıktı tiyatro kurmak. Tiyatroda büyük kriz vardı, İstanbul’da 30 tane baba profesyonel tiyatro vardı. Her çocuk bir evde büyür, sonra kendi

99

evini kurmak ister. Ne şekilde var olabileceğini, farklı bir takımın içinde nasıl bir performans göstereceğini merak eder insan. Farklı bir şeyler yapmak istedim, yaptım da. Bizim tiyatro birçok değişik türden oyun oynayan bir tiyatrodur. Komedi, dram, trajedi, tezli oyunlar oynadım. Bütün bunların birbirini tamamladığını düşünürüm. Önemli olan bir oyunun izleyenlerin zihnine nasıl yerleştiği. Benim oyunlarımın tutmasının nedeni odur. Hem gündem açan, hem girilmemiş dünyalara giren, o dünyadaki karakterleri canlandırmaktan, seyirciyi de o dünyaya taşımaktan korkmayan, tiyatrodan gülüp-eğlenmiş-düşünmüş ama manen de zenginlenmiş, zihninde bir takım sorularla çıkmış seyirciler yaratmaya çalıştığım için tiyatrom tazeliğini korudu. ● İlk hangi oyun ile sahneyi açtınız? Aziz Nesin’in yazdığı “Hakkımı Ver Hakkı”. Çok güzel bir kadro yaptım, müzikleri Cenan Akın yaptı. Bir de John Fowles’un “The Collector”ını “Korkunç Koleksiyoncu” Milliyet SANAT Ekim 2012


SAHNE SANATLARI

adıyla oynadık Işık Yenersu ve ben. İlk günden itibaren dolu başladı tiyatrom. Seyirci yalnız bırakmadı. Ben şuna inanıyorum: Tiyatro toplumu değiştirir mi bilmem ama beni değiştiriyor. Tiyatro bireyi değiştirir. ● Önce iyi bir tiyatrocu musunuz, yazar mı yönetmen mi? Ben çok iyi bir tiyatro seyircisi ve kitap okuyucusuyum. Ve birinci sınıf bir aşçıyım, çok iddialıyım. Bunun dışında oyuncuyum tabii, her şeyi oyunculuğa borçluyum. Sanatların en zoru yaşama sanatıdır. Hepimiz yaşama sanatının usta birer oyuncuları olmak için çırpınıyoruz. O zaman direkt olarak sanatla ilgilenmeliyiz ve sanatın bizi değiştirmesine izin vermeliyiz. ● Başladığınız günlerde var mıydı kafanızda 40. yılı kutlayabilirim düşüncesi? 40. yıla geleceğin ne belli? Özel tiyatro dünyanın en zor işi. Batıyorsun, çıkıyorsun, memleket çalkantılı. Ama ben inatçı bir laz olduğum için, direndim hep. Sıkıyönetim döneminde kimse tiyatroya gelemezdi, kirayı,maaşları,vergileri ödeyemezdim. Ama hep başka işler yaptım, ödedim. Sinemada, gazinoda çalıştım. Radyoda program yaptım, senaryo yazdım, çeviri yaptım. Paraları tiyatroya getirdim. Tiyatromu 40 yıldır bir gün bile kapatmamış olmakla iftihar ediyorum. ● Hayalinizdeki oyunu oynayabildiniz mi? Tiyatro patronu olduğum için beş aşağı beş yukarı oynamak istediğim oyunları oynadım. Hamlet’ten daha zor bir rol oynamak isterdim, Kobay’ı oynadım. Ve çok oynamak istediğim “Uzaktan Piyano Sesleri”ni oynadım. Bir de çok istiyordum yapmak, herkesin bana yapma dediğini; “Orkestra”. Başrolde Ayla Algan vardı. ● Var mı büyük pişmanlıklarınız tiyatroya ait? Hiçbir pişmanlığım yok. Çok güzel oyunlarda çok güzel oyuncularla oynadım.Amerika’da Broadway’de İngilizce başrol oynadım, Fransa’da Fransızca olarak oynadım kendi yazdığım bir oyunu. Avustralya’da, Yunanistan’da, İngiltere’de, Almanya’da oynadım. Daha ne isteyeyim? Çok büyük ve keyifli bir macera benim tiyatro hayatım. Zaman zaman dalgalı,zaman zaman sakin bir denizde yelkenleri açmış giden bir teknedir benim tiyatrom. Ve ne olursa olsun biz yolculuğa devam ediyoruz. ● Tiyatro ego işi midir size göre? Dengede tutulması gerekir. Ben çok kontrollü bir insanım o konuda. Egomu bir kenara çekip net biçimde kendimi ortaya koyup yüzleşebilirim hatalarımla. Hatalarının üniversitelerinden mezun olmuş, bu yüzden Milliyet SANAT Ekim 2012

“Anadolu’da bizim yaptığımız turneleri kimse yapmıyor, masal okumasınlar” hakkımız olan desteği devletten ● 40 yıla sığdıramadıklarınız alamıyoruz, bunu bütün özel tiyatrolar var mı? için söylüyorum. Yani yaptığımız Var tabii, bazı oyunlar var ki onları çalışma, gösterdiğimiz gayret, yapacak zaman olmadı. Olanak olmadı verdiğimiz emek, özveri görmezden değil, ben olanak yaratırım. Bu ara bir geliniyor. Bunu bir şikayet anlamında tartışma var Türkiye’de ödenekli da söylemiyorum, ben tiyatro tiyatrolar bazı oyunları oynar da özel yapmaktan çok mutluyum. tiyatrolar oynayamaz diye. Saçma ● 40 yıllık tiyatronuzu sapan bir laf, neye dayanarak mevsimlerle ifade etseniz nasıl söylüyorlar? Benim tiyatromda olurdu durumlar? oynadığım oyunları, Şehir Tiyatroları İlk 10 yıl kıştı, sertti, karlıydı. ve Devlet Tiyatroları benden sonra Memlekette büyük politik çalkantılar oynadılar. Özel tiyatrolar 2-3 kişilik vardı, sıkıyönetim ilan edilmişti. İçeri oyun yapar diyorlar, ne münasebet? girip tiyatromuzda seyircilerden birini Ben “Kobay”ı yaptım, 15 kişi vurdular. Çok kötü koşullarda oynuyordu, 24 tane de ödül aldım. Anadolu’da turneler yaptık, süründük. “Çılgınlar Kulübü”nü oynadım 15 kişi, Saldırıya uğradım, paramparça ettiler müthiş cüretli bir oyundu. Onlar beni Aydın’da. Bütün kaburgalarımı sahnenin üzerine kırk kişi dizmenin kırdılar, 6 yerimden bıçaklandım marifet olduğunu düşünüyorlarsa çok Muzaffer İzgü’nün oyununu yanılıyorlar. Bazı bir kişilik oyunlar oynadığımız için. 3 gün sonra vardır, onları oynayamaz ödenekli hastaneden çıkıp oynamaya devam tiyatrolar, sıkıysa oynasınlar. Bu bir ettim. Kaç kere tevkif edildik, itibar kaybı kampanyasına dönüşmüş oyunlarımız yasaklandı, içeri vaziyette. Kendi dertleriyle atıldık. Ateşin içinden geçip uğraşırken ödenekli tiyatrodan geldik. Son 10 yıl ise güzel bir arkadaşlar, arada böyle laflar ilkbahar dönemi. Çünkü çok ediyorlar. Bu masala bir son sükse yapan oyunlar oynadım, vermek lazım. Kenter geniş seyirci kitleleri ile buluştu Tiyatrosu muhteşem Çehov tiyatrom. Oynadığım oyunları yaptı, Haluk Bilginer arkadaşlarla mutluyum. “Antonius-Kleopatra” İsteriz ki devlet daha oynuyor. Bizim bu yıl farklı olanaklarla oynayacağımız tiyatroya destek “Kaplumbağa” adlı sağlasın, oyunu hiçbir zannediyorum o ödenekli tiyatro konuda da bir oynayamaz. anlayış Anadolu’da bizim geliştiriyorlar. yaptığımız Sanıyorum. Ali Poyrazoğlu turneleri kimse Hiçbir şey yapmıyor, masal bildiğim yok. okumasınlar. Ve biz

geniş ve engin bilgi sahibi olmuş bir adamım. ● Sosyal portallerde egonuzun yüksek olduğundan bahsediliyor. Ne biliyorlar, gelmişler egomu mu incelemişler? Atıyorlar. Bütün bunlara karşı bir tek değişmez kuralım var: Benim arkamdan konuşuyorsa birileri, önden gittiğim içindir. En güzel cevabı vereyim Özdemir Asaf’ın ağzından: ‘Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.’ ● 20 yaşınızdaki, 35 yaşınızdaki, 40 yaşınızdaki siz’i bugünkü siz’e yemeğe

100

çağırdığınız şiirinizi “Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine” diye bitiriyorsunuz. Tanıyamıyor musunuz gerçekten? E doğru, hepimiz içimizde tanımadığımız bir sürü adamla dolaşıyoruz. Farklı yaşlardaki ben’ler, hepsi ayrı adamlar. Ve diyorsun ki “Bu ben değilim ya!” O, eski sen! Bugün sana benzetmediğin insanları da dışlıyorsun, halbuki sen o ötekileştirdiğin insan gibiydin. “Tanımadığım Adamlar” şiirin ismi, Türk halkı empati duygusu geliştiremediği için yazdım. MS


DÜN, BUGÜN, YARIN İLBER ORTAYLI

ilberortayli1@mynet.com

Temelde Arap dili kullanan ama hiç şüphesiz muhtelif milletler tarafından meydana getirilen tarih yazımı; yeryüzünde çok dikkatle incelenmesi gereken, çok ilginç hakikatleri tespit eden bir dönemdir. Bu tarihçilik üslup olarak da fevkalade ilginçtir.

Tarih yazımının hakikatleri 9. MİLADİ YÜZYIL ile, 15. YY. yani İbn-i Haldun arasındaki İslam tarihçiliği diye nitelediğimiz, temelde Arap dili kullanan ama hiç şüphesiz muhtelif milletler tarafından meydana getirilen tarih yazımı; yeryüzünde çok dikkatle incelenmesi gereken, çok ilginç hakikatleri tespit eden bir dönemdir. Bu tarihçilik üslup olarak da fevkalade ilginçtir. Zira burada tıpkı eski Yunanlılar gibi tefrika yapılmadığı görülüyor, yani muhtelif İslam kavimleri arasında tefrika yapılmadığı gibi bazen gayri İslami gruplar arasında da böyle bir ayrım yapılmadığı görülüyor. Mesela her zaman verdiğimiz örnek: 12. YY. Endülüslü tarihçisi Said ibn Ahmed elEndülüsi, ki eseri “Kitab-ı Tabakat v’elUmem”, milletlerin klasifikasyonu, “catÈgorie des nations” diye Regis BlanchËre tarafından da Fransızcaya çevrilmiştir. Böyle bir yaklaşım sergilemektedir.

SOSYOLOJİK GÖZLEM İslam tarihçileri arasında çok ilginç bir şey, adeta bir sosyolojik prologomena (mukaddime, girizgâh) ile vakaları anlatmadan evvel eserlerine giriyorlar. Yani Said ibn Ahmed El- Endülüsi’den aşağı yukarı üç yüz sene sonra, aynı memleketin adamı sayılan İbn-i Haldun biliyorsunuz “Mukaddime”siyle (ki prolegomena demek) ünlü tarihine başlamıştır. Ünlü tari-

Milliyet SANAT Ekim 2012

İspanya’da açılan “İbn-i Haldun” sergisinde tarihçiyi tasvir eden illüstrasyon.

102

hi şüphesiz prolegomenadan çok uzundur, ismi “Kitâbu’l İber”dir, bütün Ortadoğu milletlerinden, İran’dan, hatta Türklerden de bahsetmektedir ve doğru bilgilerdir. Daha da ilginci, orada Roma devrinden de Yahudilerden de bahsediyor. Bu çok ilginçtir, çünkü Yahudi hahamları bahsetmiyorlar o tarihten, Yahudiler’in Zakhor (hatırlama) geleneğine girmeyen bir tarih. İbn Haldun, geçen sayıda bahsettiğimiz Joseph Flavius’un eseri “Jossipon”un Yemenli bir Yahudi tarafından yapılan tercümesini kullanıyor ve tabii bu muhteşem esere bir giriş yapıyor. Bu girişte, işte bu tabakat da içeren “Mukaddime”de, biliyorsunuz tarihte kavimlerin oluşumunu, medeniyetlerin doğuşunu, yıkılışını sınıflandıran bir sosyolojik gözlem söz konusu. Tarihçi “Mukaddime”de bazı kavramlar üzerinde duruyor. Bunlar üzerinde Türkçede Ümit Hassan durdu, çok empresyone oldu, çok büyülendi bundan. Bunun üzerine bir çalışması var, fakat genellikle Avrupa’da İbn-i Haldun çok fazla ele alınmıştır. İslam Arap dünyası son yirmi otuz senedir bunu ele alıyor. Bizde İbn-i Haldun’u çevirmek, 18. YY.’da Şeyhülislam Pirizade Mehmet Sahip Efendi’nin aklına gelmiştir, ancak çeviriyi tamamlayamamış, bu projeyi 19. YY.’da Ahmed Cevdet Paşa


tamamlamıştır. Ahmed Cevdet Paşa’nın tahlilleri İbn-i Haldun metodolojisiyle pek tutmuyor aslında, onun olaya yaklaşımı bambaşka ve bu çok ilginç. Fakat bunun bir adet olduğu anlaşılıyor, mesela Endülüslü Said’de de böyle bir şey var, “Kitabü’l Tabakat”ta. Medeniyeti yaratan milletler diye saydıklarının hiç öyle Müslüman olmakla falan alakası yok. Eski Mısırlılar, İbraniler, Hintliler, Eski Yunanlılar, Romalılar ve Araplar nihayet. Türkler’le Çinliler tam medeni değil ama pragmatik milletler, faydalı şeyler yapıyorlar. Bu bir tasnif, burada milliyet, din farkları yer almıyor. Coğrafyaları dolayısıyla geri kalan milletler var çok kuzey ve çok güneyde. Onun için bu tarihçiliğin yaklaşımı çok farklıdır, yani Ortaçağ Avrupa tarihçiliğinden, kayıtlarından çok farklıdır.

ENTERESAN BİR HANDİKAP Mesela 6. YY.’da, beş yüzlü yıllarda yaşamış Frank tarihçi Gregoire de Tours, pagan milletleri, Hıristiyanlık öncesini adam akıllı küçümser, başka türlü gösterir onları her bakımdan, yani adeta o toplumun da kendine göre faziletleri, erdemleri, vurguları, kuralları olduğunu dikkate almamaktadır. Hıristiyanlıkla adeta toplumları insan olarak yeniden doğmuş gibi ele alır. Bu tip bir yaklaşım Arap tarihçiliğinde yoktur; onun için burada üslup da tabii çok önemlidir ve bu bazen metodu tayin ediyor, metod da hakikati yani gerçekleri sıralamayı veya saf dışı etmeyi doğurabiliyor. Şimdi bizim Osmanlı tarihçiliğindeki yaklaşım ne olmalı diye bakıyorsunuz. Osmanlı tarihçiliğinin çok enteresan bir handikapı var: Zaman. 14. YY.’ın çok başında kurulan bir devlet, bir yerleşim ve bu toplumun çağdaş tarihi yok. Yani bin üç yüzler boyunca hatta bin dört yüzlerin ilk yarısı boyunca bir tarih kaleme alınmamış. Yahşi Fakih adında bir tarihçinin eserinden bahsedilir, ondan Aşıkpaşazade duymuş. Aşıkpaşazade’nin kendisi 15. YY.’da yaşamıştır, dediği zat en erken 14. YY.’da yaşamış olabilir, ondan sözlü olarak çeşitli parçaları naklediyor. Şimdi tarihin kaleme alındığı dönem yani o ilk kuruluş devrini, romantik devrimizi anlatan tarihin alındığı dönem 15. YY. imparatorluk devri, yani bunların bir kısmı İstanbul fethinin evvelinde ama yazılanların çoğu sonrası, bunun nedeni de devletin imparatorluğa dönüşmesi. Yani Fatih’in imparatorluğu Bosna’dan başlıyor bugünkü Fı-

rat havzasının kuzeyine gidiyor. Mardin, Maraş henüz fethedilmemiş, Karaman alınmış, Çukurova ve diğer güney bölgeleri Memlûkler’in elinde ama Pontus’u almış, Kırım’ı almış, bu fevkalade önemli bir farklılaşma. Burada bir zaman handikapımız var, üslup bakımından emperyal bir üslup romantik devirden bahsediyor. Fakat daha da ilginci, kimin yazdığı belli olmayan anonim tarihler var. Onlar da buna çok yakın ama orada başka bir hava hakim. Yani daha halka yakın düşünce ve yorumlamalar var. Şimdi burada coğrafya ve tarihi olaylar bakımından büyük çelişki ve tutarsızlıkların oluşması bir yana, bir de üslup bakımından farklılaşmalar söz konusu. Bununla birlikte okuyucumuzun dikkat etmesi gereken bazı hususlar var. İlk devrin Osmanlı historiografisini (tarih yazımını) tamamen bir safsata, bir uydurma, bir rivayet kültürü şeklinde yorumlayan tarihçilerden çekinmeniz lazım, mesela Colin Imber gibi. Çünkü bu tip tarihi vesikalar yani kroniklerin, daimi surette, geçen yüz-

çisi İran’da, Farsça yazıyorlar. Onun dışında Sadi’dir yani bir (İbrahim) Peçevi’ye, hele bir (Mustafa Nâimâ Efendi) Nâimâ’ya (17. YY. başı - 18. YY. sonu), barok süslü bir dil kullanıyor demek çok yanlış. Hatta Nâimâ da geri avdet etti gibi laflar var. Yani biraz yanlış kullanım böyle değil mi? Biraz 16. YY.’ın Mustafa Âli’sinde öyle bir barok dil vardır ama o da Fars-Arap strüktürü (yapısı) değildir, kelimedir, yoksa adam son derece popüler Türkçeye dayanan ironik tamlamalar da kullanır. Dolayısıyla dil bakımından Osmanlı tarih yazıcılığını, kronikleri fazlaca abartmak mümkün değildir, dil ayrılığı gibi bir konuya vurgu yaparak.

UMUMİ DÜNYA TARİHİ Ortada ne kalıyor? Bütün mesele şudur: 19. YY.’da Ahmet Cevdet Paşa gibi bir dahi çıkana kadar Osmanlı historiografisinin (tarih yazıcılığının) şaşılacak derecede coğrafyaya açık sayfaları vardır, Peçevi’de olduğu gibi, bir dünya seyyahı Evli-

İlk devrin Osmanlı historiografisini (tarih yazımını) tamamen bir safsata, bir uydurma, bir rivayet kültürü şeklinde yorumlayan tarihçilerden çekinmeniz lazım, mesela Colin Imber gibi. yılın, 19. YY.’ın Avrupa tarihçiliğinde de görüldüğü gibi, coğrafi tetkikler ve başka yan kaynaklarla desteklenmesi lazım, epigrafik malzeme ve etrafındaki yazıtlar gibi bulgularla sınanmalı ki, bu bizde yapılmamış. Yani yapılmaya da yakın zamanda başlandı. Hatta diyebiliriz ki bu çalışmaların öncüsü Halil İnalcık’tır. İlk Osmanlı devrini, Bitinya dediğimiz Marmara havzasını gezen ve Troia bölgesini ilk tetkik eden odur. Onun için bu kroniklerin verdiği bilgileri doğrulamaya çalışan bu usul zamanla kendisini değiştiriyor. Burada kabahati hemen Arapça ve Farsça’ya atıyorlar çok yoğun olarak, halbuki bu doğru değil. Çünkü Hacı Saadeddin, ki 16. YY. sonu tarihçisidir, Hace-i Sultani’dir, yani padişah hocası. Hasan Can’ın yani Yavuz’un sadık musahibinin çocuğudur. Onun dışında böyle büyük bir filolojik deha yok. O bir filolojik deha, Farsçayla adeta bir müzik gibi oynuyor eserlerinde, örneğin “Tac üt-Tevarih”de... Bu tip adamlar vardır. Ana dili Farsça olan mesela Vassaf, İlhanlılar devri tarih-

103

ya Çelebi’de olduğu gibi. Evliya Çelebi’nin eseri bir tarih değil ama bir seyahatname olarak muhteşem bir şeydir. Bir yanıyla da mesela Rönesans sonrası Avrupa tarihçiliğinden yöntem ve üslup olarak çok büyük farkları vardır. Ama burada basit tanımlamalar ve sınıflamalar yapamayız. Ortada büyük problemler var. Nihayet 19. YY.’da Ahmet Cevdet Paşa çıkıp, tarihiyle umumi dünya tarihine de temas eder. Ortaya çıkana kadar Osmanlı tarih yazıcılığının klasik dönemi ve yenisi arasında hem usul hem bilgi hem muhakeme bakımından çok büyük farklar vardır. Cevdet Paşa’nın tarihlerini şimdi yeni harflere çeviriyorlar, Tanzimat için yeni bir Türkçe getirmiştir kendisi halen de yeterince değerlendirilmiş değildir. Bunlar başka zamanların tartışma konusudur. Türk tarihçiliğinin üslup bakımından en çok gerilediği alan ve zaman üniversitelerin doktora çalışmaları oldu. İnsanlar tarih yazımında tızlaştılar, zamanımızın en büyük tehlikesi de internetteki bilgiler ve yazım biçimidir. MS

Milliyet SANAT Ekim 2012


ZAMANSIZ PERTAVSIZ ÖMER FARUK ŞERİFOĞLU

oserifoglu@gmail.com

Hat sanatının tarihinde Osmanlı döneminin çok önemli bir yeri vardır. Türk hattatları, İslam yazısına yeni bir ufuk açtı ve ‘hat’tı güzel sanatların önemli bir şubesi haline getirdi.

Güzel sanatların ‘güzel yazı’ şubesi İSLÂM SANATININ temelinde hat (yazı) sanatı vardır. Diğer sanatların hemen hepsi hat sanatından doğdu ve beslendi. Arapçada çizgi anlamına gelen hat, terim olarak Arap alfabesini estetik kurallara bağlı kalarak güzel yazma sanatı olarak tanımlanabilir. “Cismani aletlerle meydana getirilen ruhani bir hendesedir” şeklinde tarif edilen hat sanatında, temel yazı olarak kabul edilen kufi yazısından hareketle aklâm-ı sitte (altı kalem) adı altında bilinen 6 ana yazı sınıflandırması bulunmaktadır. Bunlar; sülüs, muhakkak, tevki, reyhâni, rikaa’ ve nesih’dir. Ana malzeme, aher denilen özel bir karışımla kaplanan kağıt, kamış kalem ve is mürekkebidir. ‘Kufi’ yazısı, İslam yazısının en eski örneğidir, düz çizgiler ve köşelerden oluşan bir yazı çeşididir. Kufi yazıdaki düz ve köşeli şekiller ‘sülüs’te yerini yuvarlaklığa ve eğri çizgilere bırakır. Sülüs yazının, bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına ‘celi sülüs’ adı verilir. Nesih yazısının gövdesi, sülüs ve celi tiplerine göre çok yalındır. Muhakkak, sülüs yazıdaki harflerin yatay kısımlarının daha genişletilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. ‘Rikaa’ için nesih yazının dişsiz, yuvarlak ve kıvrak bir çeşidi diyebiliriz. ‘Tevki’, sülüs yazının daha değişik ve ufaltılmış bir türü; ‘talik’ ise bütün harfleri yuvarlağımsı olan yazı çeşididir. ‘Reyhani’ ise muhakkakın kurallarına bağlı olup onun küçük yazılan şeklidir.

KUR’AN İSTANBUL’DA YAZILDI Türk hattatları, İslam yazısına yeni bir ufuk açtı ve güzel sanatların önemli bir şubesi haline getirdi. Yüzyıllar boyunca yazıya büyük emek veren, ekoller üretip, büyük üstatlar yetiştirerek sanat şaheserleri meydana getiren, onu sanatların zirvesine yükselten Osmanlı hattatları oldu. Zaman içinde atasözüne dönüşmüş bir kelam-ı kibar

Milliyet SANAT Ekim 2012

Mehmet Özçay’ın “Vav”ı.

(güzel söz) vardır: “Kur’an Hicaz’da nazil oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı.” İstanbul’un hat sanatı ve Kur’an yazıcılığı konusundaki başkentliğini vurgulayan bu kelam-ı kibardan da anlaşılacağı üzere, hat sanatının en önemli ustaları, her yüzyılda İstanbul’da yaşadı. Cumhuriyet döneminde Harf İnkılabı ile kısmi bir kırılma ve fetret devri yaşanmış olsa da zincirin halkaları tamamlandı ve İstanbul hat sanatındaki yerini yeniden kazandı. İslâm yazısına İstanbul/Türk tarzının yerleşmesinde en kayda değer isim olarak

104

Hattat Şeyh Hamdullah (ö. 1520) zikredilir. Sultan II. Bâyezid’in hat hocası da olan Şeyh Hamdullah, kendisinden önceki büyük hattatların ellerinde süzüle süzüle gelen “aklâm-ı sitte”ye (altı çeşit yazı) Sultan II. Bâyezid’in isteğiyle yeni bir şive katarak Osmanlı hat ekolünün kurulmasına öncülük etti. Kıbletülküttab (hattatların kıblesi) diye bilinen Şeyh Hamdullah’ın Türk hattatları arasındaki yeri o kadar ulvidir ki; hat çalışacakların kamış kalemlerini Karacaahmet Mezarlığı’ndaki kabir toprağında bir müddet beklettikten sonra meşke başlama-


ları ve böylelikle onun feyzinden yaralanacakları inancı, bir gelenek olarak günümüze kadar devam etti. Kanuni Sultan Süleyman döneminde en önemli eserlerini vermiş olan Ahmed Şemsüddin Karahisari (ö. 1556), Şeyh Hamdullah’ın açtığı çığırı takip etmeyip Yâkut ekolüne dönmeyi tercih etti, ancak sıradan bir takipçinin çok ötesinde, hakiki bir sanatkâr edasıyla, daimâ yeni terkipler ve tasarımlar arayışında oldu. Gerek Kanuni için yazmış olduğu -halen Topkapı Sarayı Müzesi’ndegerçek bir şaheser olan Kur’an-ı Kerim, gerekse münferiden yaptığı birtakım kompozisyonlar onun dâhiyâne sanatçı ruhunu ortaya koydu ve “Şemsü’l-Hatt” (Hat Güneşi) nâmıyla şöhret buldu. Hat sanatı tarihinde halk nezdinde adından en çok söz edilen hattat Hâfız Osman’dır (1642-1698). Onun bu haklı şöhreti, elbette fevkalâde akıcı hatla yazmış olduğu Mushaf-ı Şerif’lerin basılarak yayılmış olmasından kaynaklanır. Hat sanatının altın çağı diyebileceğimiz 19. YY.’a girerken, celi sülüse ve tuğraya yepyeni bir soluk kazandıran Mustafa Râkım Efendi (1758-1825) de olgunluk dönemini yaşamaktaydı. Hüsn-i hat eğitimine ilâveten resim sanatını da öğrenen Râkım, celi yazıların harf mesafesini hesaba katarak menâzır (perspektif) kaidelerini yazıya tatbik etti.

TÜRK TA’LİKININ KURUCUSU Mahmud Celâlüddin Efendi (18001861) ise sülüs ve nesih yazılarında Şeyh Hamdullah ve Hâfız Osman yolunu takip etmekle birlikte celi sülüste kendine has bir üslzp geliştirdi. Bilinen kurallara tam riâyet etmeyerek, istiflerinde boşluklar bıraktı ve harekelerden çok, harfleri öne çıkardı. Sultan Abdülmecid de Mahmud Celâlüddin ekolünde yazılar yazdı ve ‘hattat padişah’ olarak tanındı. Mahmud Celâlüddin Efendi’nin önce öğrencisi, sonra zevcesi olan Esma Hanım (1780-?) hat sanatı tarihinde, hanım hattat olarak ‘İbret’ lâkabını alacak kadar mühim bir yer edindi. Ta’lik yazıya yeni bir şive kazandırdığı için Türk ta’likının kurucularından sayılan Mehmed Es’ad Efendi (ö. 1798) sağ tarafı felçli olduğu ve sol eliyle yazdığı için ‘solak’ manâsına gelen ‘Yesari’ adıyla anılagelmiştir. Devrinin tanınmış ta’lik üstadı Veliyyüddin Efendi (ö. 1768), kendisine getirilen Mehmed Es’ad’ın felçli olduğunu görünce, bu çocukta istidat olmadığına kanaat getirerek ders vermeyi reddeder. Ümitvâr olmadığı halde kendisini kırmamak için kabul eden Seyyid Mehmed Dedezâde (ö. 1759) de getirdiği meşkleri görünce kendisinin yazdığına inanamaz. Ancak üstün bir kabiliyete sahip olan Es’ad Efendi kısa sü-

rede icâzet alacak seviyeye ulaşır. Ta’lik yazıyı babası Mehmed Es’ad Efendi’den öğrenen ve ondan icazet alan Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi (ö. 1849), İran’da doğup gelişen ta’lik hattının İstanbul’da yeni bir tarzla yazılmasında ve ta’likte bir Türk ekolünün ortaya çıkmasında babasıyla birlikte önemli rol oynadı. Şehzâdelere yazı hocalığı da yapan, musikide de müstesnâ bir yeri olan Kadıasker Mustafa İzzet Efendi’nin ise bilhassa celi sülüs yazılarındaki tokluk ve akıcılığı fark etmemek imkânsızdır. Ayasofya’da yer alan ve dünyanın en büyük hat levhaları diyebileceğimiz, yaklaşık 7,5 metre çapındaki çeharyâr levhaları bile onun hat tarihindeki şöhreti için delil olmaya kâfidir. Washington’daki Âbide-i Hürriyet (Özgürlük Anıtı) için padişahın hediye olarak gönderdiği kitabenin yazıları da ona aittir. Kadıasker’in en sevdiği öğrencilerinden olan Şefik Bey (1820?-1880), hocasının yolunu geliştirerek celi sülüste kendisine has

hat sanatının derinliği karşısındaki aczini ve idrakini dile getirdi.

SON HALKA Türk hat sanatının müstesnâ sanatkârlarından biri olan Mustafa Halim Özyazıcı (1898-1964) Medresetü’l-Hattatin’de dört yıl eğitim görerek Hasan Rıza (1849-1920) ve Hacı Kâmil Efendi’lerden sülüs-nesih, Hulzsi Efendi’den ta’lik, Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey’den celi sülüs ve tuğra, Ferid Bey’den (1858-1925?) divani ve celi divani, Said Bey (1860-1938)’den rık’a meşk ederek 1918’de mezun oldu. Ders aldığı bu isimler, adı geçen yazı çeşitlerinde, zamanın en büyük üstadları olduğu için, Halim Efendi’nin sanat temeli çok sağlamdır. 1948’de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne hüsn-i hat muallimi olarak tayin edildi ve emekliye ayrıldığı 1963 yılına kadar burada hem hat öğretti hem de pek çok kıymetli eser vücuda getirdi. Son dönemin en büyük hattatlarından ve Osmanlı hattatla-

Mahmud Celâlüddin Efendi’nin önce öğrencisi, sonra zevcesi olan Esma Hanım, hat sanatı tarihinde, hanım hattat olarak ‘İbret’ lâkabını alacak kadar mühim bir yer edindi. tavrı ortaya koydu. İsmi zikredilince ilk akla gelecek yazılarından ikisi, İstanbul Üniversitesi taçkapısının üzerindeki “Dâire-i Umzr-ı Askeriye” yazısı ve Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra’nın 8 cephesindeki çini kuşaklar üzerinde yer alan Yâsin-i Şerif’tir. Asıl adı İsmail Hakkı olan Sami Efendi (1838-1912) ise celi yazıyı, hassas göz terazisi ve titiz tabiatı sayesinde bütün tafsilatını önemseyerek yazdı. Sami Efendi’nin Türk hat sanatı tarihindeki yerini kıymetlendiren sebeplerden biri de; yazıyı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e taşıyan büyük hattatların çoğunun hocası olmasıdır. Harf İnkılâbı’na kadar Medresetü’l-Hattatin’de de ta’lik ve celi ta’lik hocalığı da yapan Mehmed Hulusi Efendi (1869-1940), mütevazı kişiliğiyle ve Halim Özyazıcı, Macid Ayral, Ressam Şeref Akdik, Kemâl Batanay, Hâmid Aytaç gibi kendisinden ta’lik meşkeden kıymetli öğrencileriyle iz bıraktı. Hocalarının kıymetli yazılarını mütalâa ederek ilerleten Hacı Ahmed Kâmil Akdik (1861-1941), Muhsinzâde’nin (ö. 1894) vefatıyla boş kalan “Reisü’l-Hattatin” unvanını aldı (1914). ‘Hattatların Reisi’ mertebesine ulaştığı halde, vefatına yakın “Öleceğime gam yemiyorum, lâkin şu yazıyı öğrenemeden gidiyorum,” diyerek,

105

Bugünün hattatları Abdurrahman Depeler, Adem Sakal, Ali Toy, Davut Bektaş, Efdalüddin Kılıç, Erol Dönmez, Ferhat Kurlu, Fuat Başar, Hasan Çelebi, Hüseyin Gündüz, Hüseyin Kutlu, Hüseyin Öksüz, Muhammed Yaman, Mehmet Memiş, Mehmet Özçay, Mustafa Parıldar, Nurullah Özdem, Osman Özçay, Savaş Çevik ve Tahsin Kurt gibi isimler günümüz hattatları olarak ilk akla gelenlerdendir. rının son halkası kabul edilen Hâmid Aytaç (1891-1982) kendi kendini yetiştirdi ve yazının inceliklerini muhtelif üstadlardan öğrenmeye çalıştı. Hat sanatıyla ilgilenenler, Gülzâr-ı Savab, Menâkıb-ı Hünerverân ve Tuhfe-i Hattâtin gibi eski kaynakların yanı sıra Prof. M. Uğur Derman’ın bütün eserlerinden yararlanabilir. Günümüz hattatlarına www.istanbulun <http://www.istanbulun> ustalari.com adresinden ulaşılabilir. MS

Milliyet SANAT Ekim 2012


EDEBİYAT

Yaşar Kemal’den Türk edebiyatına hediye Türk edebiyatının en büyük ustası Yaşar Kemal, 90 yaşına yaklaştığı şu günlerde “Bir Ada Hikayesi”nin dördüncü ve sonuncu cildi “Çıplak Deniz Çıplak Ada”yı tamamladı. Akıllardan silinmeyecek bir hikaye anlatıyor Yaşar Kemal gürül gürül çağlayan şiirsel diliyle...

“BİR ADA HİKAYESİ”NE “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” ile 1998 yılında başlamıştı. Romanın ikinci - “Karıncanın Su İçtiği”- ve üçüncü - “Tan Yeri Horozları”ciltleri 2002 yılında art arda yayımlandı. Hikayenin sonunu okumak için on yıl beklemek gerekti. Ve nihayet, Türk edebiyatının en büyük ustası Yaşar Kemal, 90 yaşına yaklaştığı şu günlerde “Bir Ada Hikayesi”nin dördüncü ve sonuncu cildi “Çıplak Deniz Çıplak Ada”yı tamamladı. 270 sayfalık kitapla dörtlemenin tamamı yaklaşık 1500 sayfayı buluyor. Savaşa, şiddete, kine ve düşmanlığa karşı sevginin ve barışın umudunu barındıran “Bir Ada Hikayesi” görkemli bir yapıt. Kolay kolay akıllardan silinmeyecek bir hikaye, aslında yüzlerce hikaye anlatıyor Yaşar Kemal, gürül gürül çağlayan şiirsel diliyle.

ALTERNATİF TARİH “Çıplak Deniz Çıplak Ada”ya geçmeden önce adanın ve adada yeni bir hayat kurmak için toplanan insanların hikayesini baştan almak istiyorum. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, Ege kıyılarında mübadele nedeniyle boşalmış bir adadayız; Rumların Mirmingi dedikleri Karınca Adası bu. Savaşlardan yorgun düşmüş bir adam gelir adaya. Poyraz Musa, Allahüekber dağlarında, Doğu cephesinde savaşmış, asker kaçakları ile birlikte yağmacılık yapmış, istemese bile çok can almış bir asker... Savaş sırasında kardeşlerini öldürdüğü Bedevilerden saklanmak, kendisine yeni bir yaşam kurmak, dağlarda, çöllerde yitirdiği masumiyetini her tarafı denizle çevrili bir kara parçasında onarmak niyetiyle gelmiştir bu ıssız adaMilliyet SANAT Ekim 2012

ya. Ancak yalnız olmadığını fark edecektir. Yunanistan’a sürülmemek için orada saklanan, adaya gelen ilk kişiyi öldürmek için yemin etmiş, iç hesaplaşması hiç dinmeyen Vasili de oradadır. Gerginlik çok sürmez; henüz ateşi sönmemiş bir felaketin yarattığı dehşet ve şaşkınlıktan kurtulamamış bu iki insan dost olmayı başarırlar. Çok geçmeden yeni konuklar gelecektir dört bir yandan binbir savaş yarasıyla; çocuklarını savaşta yitirdiğini sanan Lena gönderildiği Yunanistan’dan kaçıp dönmüştür adasına. Kocasını Çanakkale’de yitiren Melek Hatun ve oğlu Kadir, Baytar Cemil, Nişancı Veli, Giritli Musa Kazım Ağaefendi, Musa Ağaefendi’nin yetişkin kızları Zehra ve Nesibe, Kaçak Hasan, doktor Salman Sami Bey, doktor Halil Bey ve Dengbej Uso da katılacaktır bu küçük ‘ülkeye’. Anadolu’nun dört bir yanından ya da suyun öte yakasından, oradan oraya dolaşarak kendilerine sığınacak bir yer arayanlara ön ayak olan Poyraz Musa, aldığı canların bedelini başkalarına hayat vererek ödemek ister gibidir. Poyraz Musa, adaya yalnızca Sarıkamış, Allahuekber Dağı, Ağrı Dağı, Van ve Bağdat çarpışmalarından geçmiş yorgun bir bedeni değil, aynı zamanda bu kadar vahşetten ‘ürkmüş bir ruhun çığrışlarını’ da getirmiştir. Yeni gelenlerin ruh halleri de hiç farklı değildir; herkes bir diğeri tarafından büyülenecek kadar zayıf, savaşın orasından burasından biçtiği, yaraladığı ruhlar henüz kendilerini onaracak vakti bulamamış... Çünkü bütün hikayeleri bastıran bir hikâye, bütün güçlerden daha büyük bir güç, bütün geçmişi, dostlukları silen, belirsizleştiren ve kendine hoyratlıktan, acımasızlıktan bir geçmiş edinen sa-

106

A. ÖMER TÜRKEŞ aomert@gmail.com

vaş var, yaşanılmış. Ancak bu zayıflık hali, insanların dayanışmacı yanını çıkarır ortaya ve roman hayatın yeniden kuruluşuna dair bir epiğe dönüşür.

BİR HUZUR ORTAMI Savaşın acısını birbirlerinin yaralarını ‘yalayarak’ sarmaya çalışan adalılar komşusunun etnik kökenine, diline, inancına bakmamayı kısa zamanda öğrenir ve kaynaşırlar. Türk, Rum, Arap, Kürt, Çerkez, Alevi, Yahudi, kadın, erkek... Herkesin eşit olduğu, saygı gördüğü, acısına ortak olunduğu bir huzur ortamı... Çelişkileri, zıtlıkları çok iyi kullanıyor Yaşar Kemal. İlk iki ciltte doğa tasvirleri savaş kareleri ile birleşirken, adadaki huzurun hâlâ bozulmaması bir gerilim hissi yaratmıştı. Çünkü okuyucuya bu huzur ortamının içeriden değilse bile dışarıdan tehdit altında olduğunu sezdirmişti Yaşar Kemal. Önce Musa’nın kanlılarının yolladığı fedailer, sonra adanın karşısındaki kasabanın güçlüleri ve Ankara’da kurulan hükümetin uyguladığı politikalar ada sakinleri için her an patlamaya hazır tehlikelerdi. Ancak başlarına gelebilecek her türlü tehlikeye hep birlikte göğüs germeye kararlıdır Poyraz Musa ve arkadaşları. Bu kararlılık “Çıplak Deniz Çıplak Ada”da perçinleniyor. Hem de aşklarla, düğün derneklerle, bir araya gelen dağılmış aileler, sona eren kan davalarıyla kötülüğe karşılık iyilik kazanıyor. Bu dostluk, kardeşlik ve dayanışma atmosferi sizi yanıltmasın; Yaşar Kemal, hamasi bir ‘halkların kardeşliği’ temasına takılıp kalmayacak kadar iyi tanıyor bu coğrafyanın insanlarını ve onlara dayatılan tarihi. Kardeşlik, hiç gerçekleşmeyecek bir düş değil ama olasılıklardan yalnızca biri; belki de en zayıf


olanı... Romanı, farklı kültürlerin alışıldık kardeşlik bildirilerinden biri olmaktan kurtaran, bir tür ‘iki yakanın insanları’ anlatısı olmaktan çıkaran şey, Yaşar Kemal’in öykünün arka planına yerleştirdiği tarih; mazlumun zalim, zalimin mazlum olabildiğine tanık olmanın sağladığı, biraz mistik de sayılabilecek bir yer değiştirmeyle karşılaşıyoruz... Yezidileri kıran Türkleri, Arapları, Kürtleri bu yüzden unutmuyor Yaşar Kemal; her bir karakter aracılığı ile Anadolu’nun farklı bir yöresinden savaş manzaraları yansıtırken, şimdi adada barış içinde yaşayanların bir zamanlar farklı taraflarda savaşıp can aldıklarını hatırlatıyor. Savaş kimilerini hayatlarından, kimilerini sevdiklerinden, kimilerini yerlerinden yurtlarından, savaşanları ise insanlıklarından etmiştir.

FOTOĞRAFLAR: ERCAN ARSLAN

YÖNETİLMİŞ İNSANLAR

Yaşar Kemal, her bir karakter aracılığı ile Anadolu’nun farklı bir yöresinden savaş manzaraları yansıtırken, şimdi adada barış içinde yaşayanların bir zamanlar farklı taraflarda savaşıp can aldıklarını hatırlatıyor.

107

Bir konuşmasında “Benim kitaplarımı okuyan bir kimsenin savaştan yana tutum alması mümkün değildir,” demişti Yaşar Kemal. Gerçekten de “Bir Ada Hikayesi”ni bitirdiğinizde kimin haklı kimin haksız olduğuna bakmadan keşke hiç yaşanmasaydı, keşke insanlar yurtlarından hiç ayrılmasalardı diye düşüneceksiniz. Düşünmekten ziyade hissetmek; Yaşar Kemal insanların, kuşların, böceklerin, çiçeklerin acılarına ortak ediyor okuyucusunu. Biçimsel olarak, bireyin oluşum sürecini, yaşadığı çatışmalar ve yenilgiler sonucunda olgunlaşmasını, içinde yaşadığı toplumla bütünleşmesini, ona uyum sağlamasını anlatan oluşum romanlarına benziyor “Bir Ada Hikayesi”. Ancak daha da fazlası var; kişilerin gelişimi ile zamanın, mekanın ve olayların eş zamanlılığını olağanüstü bir dille bütünleştiriyor Yaşar Kemal. İyilik ve kötülüğün, zalim ve mazlumluğun, ötekine duyulan düşmanlığın tarihsel kökenleri, siyasi ve toplumsal nedenleri üzerlerini örten sis perdesinden sıyrılırken, karşımıza çıkan her bir karakter de pek çok insani özellikleri ile canlanıyor. Üstelik bu karakterler hiçbir zaman yüksek mevkilerde bulunmamış ve yönetmemiş ama hep yönetilmiş, hikayeleri resmi dosyalara girme şerefine erişememiş, büyük tarihi anlatılarda figüran yerine bile sayılmamış insanlar... Savaşın acılarına bulanmış bir haber almadan geçmeyen günlerdeyiz. Patlayan bombalar, savaştan kaçmaya çalışırken insan tacirlerinin eline düşen göçmenler, parçalanmış bedenler ve hepsinden beteri ölümü kanıksanmışlığını dışa vuran hamasi koMilliyet SANAT Ekim 2012


EDEBİYAT Yaşar Kemal’in dörtlemesinin belki de asıl amacı, kimsenin sözünü etmek istemediği savaşlara dair bir şeyler anlatmak...

Savaşın acılarına bulanmış bir haber almadan geçmeyen günlerdeyiz. Patlayan bombalar, savaştan kaçmaya çalışırken insan tacirlerinin eline düşen göçmenler, parçalanmış bedenler ve hepsinden beteri ölümün kanıksanmışlığını dışa vuran hamasi konuşmalar... İşte bütün bunlara inat yazıyor Yaşar Kemal. nuşmalar... İşte bütün bunlara inat yazıyor Yaşar Kemal 90 yaşın bilgeliğiyle. Savaş çığırtkanlığının prim yaptığı bir zamanda hem tarihe hem bugüne edebiyatın içinden, destansı bir romanla muhalefet şerhi düşerken başka türlüsü de mümkün umudunu yayıyor. İnsana, doğaya, söze duyduğu sevgiyle yazıyor romanlarını. Okuyanlar, insanları aşağılamasın, sömürmesin, insanların onuruyla oynayamasın, insanlara zulüm edemesin, sevgiyle dolup taşsın, insanlar açken onlar tok yaşayamasın umuduyla yazıyor. Çevremiz, yası tutulmamış yenilgilerle, onların yerine ikâme edilen boş kahramanlık anlatılarıyla dolu. Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikayesi” dörtlemesinin belki de asıl amacı, mübadele sonrasının kıpırtısızlığından, şaşkın sessizliğinden yararlanarak, bu topraklarda yaşanan savaşlara, çoktan unutulmuş olan, kimsenin sözünü bile etmediği, etmek istemediği savaşlara dair bir şeyler anlatmak... Doğrusunu söylemek gerekirse anlatmak istediğini olağanüstü bir güzellikte, etkisinden kolay kolay sıyrılamayacağınız görüntülerle dillendiriyor.

İNSANI DOĞASIZ BIRAKMAZ Türk romanında Yaşar Kemal efsanesi, ilk romanı “İnce Memed”in 1953 yılında yayımlanmasıyla başlar. Zengin sözcük dağarcığıyla görselleşen doğa, mekan ve insan tasvirleri, geleneksel anlatı dilini kullanışı, geçimini yüzyıllardır doğaya ve toprağa bağlı sürdüren insanlardaki dış gerçeklik algısının hurafelerle, dogmalarla bezenmiş akıl dışılığını hiç aksamayan diyaloglarla yansıtması, feodalitenin mülkiyet anlamındaki tasfiyesiyle köylülük ideolojisi arasındaki uyumsuzluğu açığa çıkaran kurgusu ve tek tek her roman kişisinin psikolojik derinliğine nüfuz edebilmesi, Yaşar Kemal’e kariyerinin daha ilk basamaklaMilliyet SANAT Ekim 2012

rında ülke çapında ün kazandırmıştı. “Orta Direk”te, iş bulma umuduyla Çukurova’ya doğru yola çıkan köylüleri; “Yer Demir Gök Bakır”da çaresiz köylülerin kendi yarattıkları mite sığınışlarını; “Ölmez Otu”nda bu mitin yıkılışını; “Teneke”de Çukurova yöresindeki çeltik ağalarına karşı köylülerle birlikte mücadele eden genç kaymakamı; “Binboğalar Efsanesi”nde Türkmen göçebelerin yerleşik düzene geçme sancılarını, düş kırıklıklarını ve geçmişe özlemi; “Demirciler Çarşısı Cinayeti” ve “Yusufcuk Yusuf”ta Çukurova’daki geleneksel toplum yapısının yozlaşması ve çöküşünü; yarı özyaşam öyküsü niteliğindeki “Kimsecik” üçlemesinde bu çözülme sürecine tanıklık eden bir çocuğun korkularını; “Al Gözüm Seyreyle Salih”, “Kuşlar da Gitti” ve “Deniz Küstü”de bir deniz kasabasını ve İstanbul’u, küçük insanı bunaltan, yabancılaştıran ilişkileri; “Bir Ada Hikayesi”nde aşağıdan bir tarih anlayışıyla Cumhuriyetin kuruluş sürecini anlatırken doğayı insansız, insanı doğasız bırakmaz. Çünkü onun insanlarının kaderleri ovanın sıcağından, dağın soğuğundan, kardan, yağmurdan, meyveye durmuş ağaçlardan, altın renkli başaklardan, akan sulardan, meleyen kuzulardan, tan yerinde ötecek horozlardan etkilenmektedir. Bütün bunları yazarken hiç acele etmez Yaşar Kemal; sanki sınırsız zamanı varmışçasına, masalsı bir çekicilikle aktarır gördüklerini. Baştan başlar, tekrarlar yapar, ayrıntılara girer, bütünü bırakıp bir ana kilitlenir, hikayesini diyalog ve episodlarla çoğaltır. Epik anlatının ruhunu, ‘sabrın, sadakatin, direnmenin, sevgi ile zevk veren yavaşlığın, büyüleyen can sıkıntısının ruhu’nu yakalar. Epiğin sesi dinlenir romanlarında. Yaşar Kemal, nesnelerin şiirini, ritmini, senfonisini sözlü anlatı geleneğinin araçlarıy-

108

la seslendirir. Seslendirmek zorundadır; çünkü romanlarında nesnelerle insan hayatları, doğayla insan kaynaşmıştır. Cümleleri tükenmek bilmez bir kaynaktan fışkırırcasına coşkun, görkemli ve hayat doludur. Çiçeklerin, böceklerin, kurtların, kuşların, dağların, ovaların sesini, rengini, kokusunu, nefesini taşırlar.

EPİK ANLATI USTASI Yaşar Kemal, malzemesini içeriğiyle harmanlayan bir yazar, hemen herkesin hakkını teslim ettiği bir epik anlatı ustası. Karacaoğlan kadar Homeros’un da mirasçısı. Ama devr aldığı mirası korumakla kalmayıp çoğaltan, modern zamanlara taşıyan bir yazar. Yitirilmiş bir dünyanın ölü ruhunu değil, yaşadığı çağın insanının dramını yakalayan, dış dünyaya ve insan yaşantısına bir anlam veren, yaşam-doğa-insan arasındaki uyumu/uzlaşmayı arayan romanları, ‘Tanrı’nın terk ettiği bir dünyanın epiğidir’. Bağlanmış bir yazardır Yaşar Kemal. “Neye bağlanmış” diye soracak olursanız; özgürlüğe, barışa, kardeşliğe, insanca bir hayata bağlanmışlık elbette... İşte bu bağlanmışlıkla neredeyse bir asırdır anlatısız kalmış insanların hikayelerini anlatırken yepyeni bir gerçeklik koymaz ortaya. Varolan gerçekliği umutlar ve düşlerle zenginleştirir, başka herhangi bir dilde iletilemeyecek gerçekleri iletirken insandan insana giden yolları açar. Mazlumlarla özdeşleşir. Dünyanın durumunu gören gözleri, her zaman her şeyi duymaya açık bir kulağı, duyup gördüklerini ifade edecek bir dili ve cesareti vardır. Başka bir şey yapmak ister; bir düş dünyası, bir anlatma dünyası kurmaktır yaptığı, bu dünyayı sözle gerçekleştirmek... Ne mutlu bize ki edebiyat sevgisini, bu dilin güzelliğini Yaşar Kemal romanlarıyla öğrendik. Ustaya selam olsun... MS


Size Freud diyebilir miyim, Sigmund?

Sigmund Freud

D. M. Thomas, “Eğer Freud olmasaydı, onu icat etmemiz gerekecekti,” diyor, hemen ardından da gerek öz yaşamıyla, gerek yapıtlarıyla öyle renkli bir Freud portresi çiziyor ki, kayıtsız kalamıyorsunuz. SERPİL GÜLGÛN serpilgulgun@yahoo.com

NE BANAL değildir ki? Yukio Mişima, yapıtlarından birinde, bir kahramanına “üç aşağı beş yukarı ne bayağı değildir, vakt-i zamanında her şey banaldir, gelgelelim, gün gelir, her şey değişir,” dedirtir. İşte bu yüzden siz siz olun -özellikle de Ortodoks bir freudiyenseniz- ne “Size Freud diyebilir miyim Sigmund” cümlesi karşısında provokasyona gelin, ne galeyana. Hatta, inceden gerilmeyin bile. Bu biir. Keza, aynı şekilde D. M. Thomas’ın “Hayali Söyleşiler - Freud” kitabı da sizi manipüle etmesin. Ne de olsa kimimizin psikanalizin babası, kimimizin de bilinç altının arkeologu olarak andığımız Freud da neticede bir insan evladıydı.

EVLİLİĞİ, ÇOCUKLARI O da hepimiz gibi bu gezegende, herhangi bir zaman diliminde, herhangi bir yerde doğmuştu (6 Mayıs 1856’da, küçük

D. M. Thomas, 17 yıl önce Türkçeye çevrilmiş, Freud’u, Jung’u ve Ferenczi’yi bir araya getiren, “Beyaz Otel” adlı nefis romanın yazarı. Sırf bu referans bile “Hayali Söyleşiler”i dayanılmaz kılmaya kafi.

bir kasabada). Dolayısıyla, ya koyduğu yapıtları tıpkı kendisi gibi aynı yoldan ilerleyen onun da sizin bizim gibi Thomas Mann, Einstein, Zola, bir annesi bir babası vardı. Proust ve daha nicelerinin ya(At üzerinde Doğu ve Batı pıtlarıyla birlikte yakılan bir arasında kumaş boyamadeha. da kullanılan yün ve bal tiÜstelik de “Hayali Söyleşicareti yapan bir ailenin ler”in önsözünü yazan Edoğlu olan Jacob ve Yidward de Bono’nun dediği gibi diş’ten başka bir dil koeğer Freud olmasaydı, onu icat nuşmayan, dahası 95’ine etmek gerekecekti derecesinkadar yaşayan Amalie). de bir deha. D. M. Thomas’a Epeyce de kardeşi vardı göre de, kendinin bir bilim inöte yandan. (Baba Ja“Hayali Söyleşiler sanı, gözlemci, deneyci ya da cob’un ilk evliğinden olan Freud” filozof olmadığını bilen, “Ben, iki çocuğunu da sayarsak D.M. Thomas mizacım gereği bir kaşiften, bir tam yedi kardeş.) maceraperestten fazlası değiVelhasıl-ı kelam, zaÇeviren: Gonca Gülbey lim diyen” bir deha. İnsan ruman geçti. Kolektif Kitap hunun sürekli metafor ve semMektep medrese feşFiyatı: 14 TL boller yaratarak temelde şiir mekan derken evlenip yazdığına inanan deha. barklandı. (1886’da, ViyaBu arada, D. M. Thomas, 17 yıl önce na’da Martha Bernays’le). Çoluğa çocuğa karıştı. (Üç oğlu oldu, en büyük oğlu, Mar- Türkçeye çevrilmiş, Freud’u, Jung’u ve Ferenczi’yi bir araya getiren, “Beyaz Otel” adtin, 1. Dünya Savaşı’nda esir bile düştü. O da hepimiz gibi bocalamalar yaşadı lı nefis romanın yazarı. Sırf bu referans bile (Mesela, gençken önce avukat olmak iste- “Hayali Söyleşiler”i dayanılmaz kılmaya kadi.) Deneyimleri de oldu. Alışkanlıkları fi. Uzun sözün kısası: İyi romancı, iyi biyoda. (Kokaini saymazsak geçirdiği operas- grafi ortaya koyuyor. Onun da ötesinde iyi yonlar yüzünden kimi zaman çenesini bir araştırma da sunuyor okuruna. Evet, D. M. Thomas, psikanalizin kuruzorla açması gerekse de purolarından vazgeçmemiş hiç.) Tanrı bilir, yanlışları da. cu babası Freud’u yalnızca yaşamıyla değil (Jung’un söylemesi, bir rivayet, laf ara- yapıtlarıyla da okuyor. Shakespeare’den mızda 1898’deki bir otel kaydı sanki bu sa- Dostoyevski’ye, Leonardo da Vinci’den vı doğruluyor gibi, baldızı Minna’yla ya- “Mona Lisa”ya, rüyalardan çağrışımlara, dünyaca ünlü vakaları, “Dora”dan “Kurt sak bir ilişki de yaşadı.) Adam”a, ardılı olarak andığı sonradan yolBİR DEHA ları ayrıldığı Jung’dan Adler’e, Ödip komBütün bu banalliklere karşın hepimiz- pleksinden Elektra kompleksine, iki Dünya den farklı olarak Freud, Delphi Tapına- Savaşı arasındaki Viyanaları’yla hem de. Eh, bu ahval ve şeraitte, iki kere iki dört: ğı’ndaki ‘Kendini Bil mottosu’nun izinden giden bir dehaydı. Belki de bu yüzden orta- Bu kitap kaçmaz! MS

109

Milliyet SANAT Ekim 2012


EDEBİYAT FOTOĞRAF: HÜSEYİN ÖZDEMİR

“Yazarlığımı egomun bir parçası olarak görmüyorum”

Esmahan Aykol, “Ben biraz siyasi bakıyorum her şeye. Kadın erkek ilişkisi de benim için siyasidir mesela” diyor.

Polisiye edebiyatın usta kalemlerinden Esmahan Aykol’un kahramanı Kati Hirşel bu kez “Tango İstanbul” ile huzurlarınızda. Roman, Kati’nin izini sürdüğü cinayetin yanı sıra ‘göç’ten günümüz medyasına kadar pek çok konuya değiniyor. SİBEL ORAL sibelo@gmail.com

ESMAHAN AYKOL çok katmanlı bir kurguya sahip olan yeni romanı “Tango İstanbul”la yeniden aramızda. Aslında aramıza dönen sadece Aykol değil; Kati Hirşel’i de unutmamak lazım. Meraklı Kati bu kez yanında çalışan Pelin’in arkadaşı Nil’in başına gelenler üzerinden iz sürüyor; bazen şaşkın, bazen komik ama her hamlesi zekice. “Tango İstanbul”u bana göre en özel kılan şeylerden biri roman içinde roman olması. Esmahan Aykol öyle kurgulamış ki “Tango İstanbul”u bir taraftan aşina olduğumuz polisiye kurgu var, diğer taraftan da kahramanlardan birinin yazdığı romanın gizemi. Bu gizemli romanda kahramanı Arnavut Naci Bey’in Milliyet SANAT Ekim 2012

siyasi olmasa da toplumsal nedenlerle Arjantin’e göç edişi merkeze oturuyor. Zaten Aykol’un romanlarının merkezi göç, bu bizi şaşırmıyor ama bizi şaşırtan bu çok katmanlı romanı okurken hem günümüzde geçen esrarengiz olayların peşinden sayfalar boyu Kati’nin peşinden sürüklenmek hem de geçmişte maruz kalınan göçün soru işaretleri. “Tango İstanbul” hakkında daha fazla ipucu verirsem sizi o heyecandan mahrum bırakmış olacağım. Esmahan Aykol’la yaptığımız söyleşinin de roman kadar olmasa da heyecanlı geçtiğini söyleyebilirim. ● Ne olacak Kati’nin bu meraklı hali? Kati, amatör dedektif olduğu için olaylara bir şekilde eklemlenmesi gerekiyor. Bütün motivasyonu merak. Rasyonel olarak cinayet olaylarını çözmesini gerektirecek bir durum da yok. Ben merakın çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum.

110

Gazeteciliğe başladığımda da biliyordum; bir gazeteciyi iyi gazeteci yapan meraktır. Aslında hayatta hangi işi yaparsan yap meraklı olman lazım. O araştırma hali insanı çok geliştiren bir şey. Kati’nin de en iyi özelliği bu bence. Meraklı bir komşu gibi... Tabii kötücül olmamasının önemi büyük. Dedikodu yapmak için merak duygusuyla yaşamıyor. ● Arnavut Naci Bey’in ‘bir Rum’un peşinden’ Arjantin’e göç etmesi, Cumhuriyet baloları, Onasis... Tüm bunlarla bu hikayeyi kurgulamanızın nedenini merak ediyorum. Neydi sizi tetikleyen? Birkaç sene önce Arjantin’e gittim. Orada hem Türkiye’den giden Ermenilerin kurduğu cemaatle hem de Rumlarla tanıştım yine Türkiye’den giden. Onların hikâyeleri beni çok etkiledi; yazılmalı diye düşündüm. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok büyük bir göç oluyor oraya.


Göçte beni çok hüzünlendiren bir şey var. Kimse kendi rızasıyla bir yerden başka bir yere kendi toprağını bırakıp gitmez. Arnavut Naci’nin hikayesinde de aslında zorunlu bir iskândan çok bir aşk hikayesi var. O dönemde bir Rum ile bir Müslüman’ın birlikte olması hoş karşılanmadığı için göç ediyor. Bu da çok hüzünlü. ● Roman içinde bir roman var aslında “Tango İstanbul”da... Aslında benim çok yazmak istediğim bir roman Nil’in yazdığı roman. Çok hoşuma gitti hatta bir ara tereddüt ettim acaba bu romanı Nil’e yazdırmakla hata mı ediyorum, belki bir 10 yıl sonra bu romanı yazmak ister miyim diye. Çünkü bu insanlar neden gittiler sorusu beni çok ilgilendiren bir soru. Ermeni Soykırımı oldu mu, olmadı mı diye tartışırken şu soruyu sorsak; bu insanlar neden gittiler o zaman? Amerika’da Konya’dan göç etmiş Ermenilerin ne işi var? ● Sizin tarihe bir ilginiz vardır hep, bu romanda da bunu görüyoruz... Ama benim tarihe olan ilgim hep göç eksenli. Biraz tabii Almanya’da yaşamış olmakla da ilgili. Orada bakıyorum şimdi; üçüncü kuşak göçmenlerle konuştuğumda bana hep dokunaklı bir hikaye anlatıyorlar. Göçe dair bütün hikayeler böyle. Şimdi üçüncü kuşak var Almanya’da ama onlar da hâlâ orayı kendilerini ait hissetmiyor. ● AB’ye girsek bu durum değişir mi? Değişir tabii ama bence Türkiye ekonomik açıdan zenginleşse de değişir. Mesela 1960’larda Almanya’ya sadece Türkiye’den değil; İtalya’dan da, Yunanistan’dan da gidenler var. İşsizlikten dolayı gitmişler ama ülkelerinin ekonomik durumu düzelince ait oldukları topraklara geri dönebilmişler. Biz de öyle değil. Arkasında güçlü bir ülke olan göçmenin oradaki durumu da değişiyor aslında. En azından duygusal olarak değişiyor. Her an dönebilirim diyebiliyor. ● Neredeyse her romanınızda olduğu gibi bu romanda da toplumsal ve siyasal olaylara yönelik eleştirilere rastlamak mümkün... Ne Kati ne de siz bunlara girmeden edemiyorsunuz. Ben biraz siyasi bakıyorum her şeye. Kadın erkek ilişkisi de benim için siyasidir mesela ve bu da romanlarıma yansıyor. Kati’nin kendi biyografisinden de kaynaklanan bir şey. ‘68 öğrenci hareketi içerisinde bulunmuş, işgal evinde yaşamış, polislerden hoşlanmıyor. ● Romanda çok yerde medya eleşti-

“Kati Hirşel bu romanda da diyor ya; polisiye okumak zekayı geliştirir. Ben buna çok katılıyorum. En azından komplocu zekayı geliştiriyor. O da Türkiye’de çok lazım.”

Yazın İstanbul kışın Berlin ● Bu romanın ardından ne gelecek? Bu yaz İstanbul’da uzun bir araştırma dönemi geçirdim. Türkiye’de bir milyon kaçak göçmen var deniyor. Yeni roman bunu mesele edinen ve o camianın içinde geçen bir hikâyeyle ilerleyecek. Hayatımı yazları burada araştırma yaparak, kışları da Berlin’de tamamen inzivaya çekilip yazarak bölmeye ayırdım.

rilerine rastlıyoruz. Eski bir gazeteci olarak ne düşünüyorsunuz şimdiki medya hakkında? Medyanın çöküşü ‘80’li yıllarda başladı ve bugünlere kadar geldi diye. Medyanın içinin boşalması durumu var. Ortalama bir Alman ya da İngiliz gazetesindeki entelektüel seviyeyle Türkiye’deki ortalama bir gazetenin entelektüel seviyesi arasında dağlar var. Türk medyası entelektüel olarak gitgide kötüye gidiyor. Avrupa’daki bir gazetede yer alan bir makaleyi okuduğunda gerçekten tatmin oluyorsun, bir şeyler öğrendiğini hissediyorsun. ● Bu durumun mevcut iktidarla ilgisi olduğunu, medyanın bir takım derin güçler sayesinde baskı altında ve özgür olmadığını söyleyebilir misiniz? Medya özgür değil, ayrıca öyle bir zihinsel altyapısı da yok. Bir film, bir roman hakkında yazılanlara baktığında da çok fazla şahsi olduğunu görüyorsun. Sen diyelim benim romanımı beğenmesen ben bunun şahsi olduğunu düşünmem. Bana sinir oluyor o yüzden de romanımı beğenmedi demem. Herkes küçük çeteler halinde hareket ediyor. Herkes kendine benzeyen insanlarla birlikte oluyor. Bunu şimdi kültür sanat alanı için söylüyorum; bir resmi beğendiğinde sen resmi değil resmi yapan sanatçıyı beğeniyorsun. Ya da bir romanı beğendiğinde yazar senin arkada-

111

şın olduğu için beğeniyorsun. Sadece iktidarın gazetecileri baskı altında tutması değil sorun; adam tutma, kayırma gibi bir sorun var medyada. ● Böyle bir camianın içerisinde sizin yazar olarak kaygılarınız ne? Yazarlığımı, romanlarımı egomun bir parçası olarak görmüyorum ben. Sen benim romanımı beğenirsin beğenmezsin. Benim romanımı sevmenle, beni insan olarak sevmen benim için aynı şey değil. Romanımı beğenmemiş olabilir ama benimle söyleşi yapabilirsin. ● Size göre polisiye roman kurgusunun incelikleri ne olmalı? Çok zekice olmalı. Okura sürekli, her sayfada o soruları sordurtmalı, şüpheye düşürmeli. Polisiye romanı bir zeka oyunu gibi düşünüyorum. Okurdan bir şey saklamayacaksın. Bu işin ahlaki kuralları da var. Çehov’un dediği gibi; sahnede bir silah varsa, o patlamalı. Hem yanlış ipuçları vermeyeceksin, hem de verdiğin ipuçlarının romanın sonunda hakikaten bir yere gittiğini okur görecek. Kati Hirşel bu romanda da diyor ya; polisiye okumak zekayı geliştirir. Ben buna çok katılıyorum. En azından komplocu zekayı geliştiriyor. O da Türkiye’de çok lazım biliyorsun. ● Polisiye romanları daha çok erkekler okur diye bir görüş var... Tam aksine, daha çok kadınlar okuyor. ● Bu Behzat Ç. gibi, Başkomiser Nevzat gibi polisiye kahramanlarımızın erkek oluşundan mı kaynaklanıyor acaba? Şimdi “Behzat Ç.” dizisini izlerken görüyorum; erkek dünyasına bir pencere aralıyor. Bu ilk kez yapılıyor, bu kadar samimi. Belki o yüzden ama hem genel olarak edebiyat okuru hem de polisiye okuru çoğunlukla kadınlardan oluşuyor. ● Kati romanın bir yerinde “Yoksa İstanbul artık benim şehrim değil miydi?” diye soruyor. Ben Türk toplumunda kendinden olamayan insanlara karşı bir tepki olduğunu düşünüyorum. Hrant Dink’in öldürülmesinin Türkiye için bir milat olduğunu düşünüyorum. Bu yükselen düşmanlık beni çok rahatsız ediyor. Kati Hirşel’i de rahatsız ediyor. Yaşam alanlarımızın yavaş yavaş daraldığını görüyorum. Kitabın öne çıkan meselelerinden biri de bu; bu toplumda farklı bir insan olmak zor. En basitinden; bu toplumda yalnız yaşayan bir kadın olduğun için alanın daralabiliyor. Alman olduğun için, Hıristiyan olduğun için daralabiliyor. Biraz umutsuzum aslında. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


EDEBİYAT

“Hem dilde hem hayatta edebi olan bir şey arıyorum!” Başar Başarır sekiz yıl aradan sonra yeni öyküleriyle geldi... “Düzenboz”, hayatları sıradan görünen ama gerçekte hiç de öyle olmayan, bölünmüş bir dünyanın insanlarını kendine has üslubuyla anlatıyor... TÜLİN ER tuliner@gmail.com

BİZ içinde ‘ben’ olabilmektense ‘biz ve onlar’ diye konumlamak daha kolayımıza geldiğinden midir bilinmez, bölük pörçük bir dünyada yaşıyoruz. Sınırlar sert, köşeler sivri... Bu sivri köşelerin tam ucunda durup gözlerimizi kısarak uçurumun berisinden ‘ötekileri’ görmeye çalışıyoruz. Hiçbir şey görülmüyor tabii. Başar Başarır’ın sekiz yıl aradan sonra gelen öykü kitabı “Düzenboz”un, sıradan görünen ama hayatları uçurum içeren kahramanları da böyle bölünmüş bir dünyanın insanları. “Ben, sen, o, biz, siz, onlar” başlığını taşıyan altı bölümden oluşan kitap G Yayın Grubu’nun “Geniş Kitaplık” dizisinden yayınlandı. “Düzenboz”, Bülent Erkmen’in tasarımıyla biçimsel bakımdan da güzel bir öyküye dönüşmüş. Başar Başarır ile yeni öykülerini konuştuk... ● Öykülerinizde her gün gazetelerde okuduğumuz, televizyonda izlediğimiz haberlerin izleri var sanki. Yazarken en çok nelerden etkileniyorsunuz? Her şeyden etkileniyorum, hiçbir şeyden azade değilim. Biraz da işimin bir parçası olduğu için, çok gazete okuyorum. Keşke bu kadar çok okumasamÖ Ama hem dilde hem hayatta edebi olan bir şey arıyorum, bir yan arıyorum. Size o hissi veren belki, mevzuları biraz sarakaya alışım olabilir. Çok kasvetli, bunalımlı, sürekli sorular sorup kendini duvardan duvara vuran, dertleMilliyet SANAT Ekim 2012

nen bir anlatıdan çok daralıyorum. Muziplik arıyorum. Elbette dertlerimizi göz ardı edemeyiz, zaten düzenle ilgili bir şeyler söylerken gelip gelip dertlerimize çatıyoruz fakat bunu kendimize acıyarak, üzülerek, saçımızı başımızı yolarak değil de işleri biraz hafife alarak, neşeli bir üslupla yapmaktan yanayım. ● “Boğazlı Kazak” öyküsünün başkahramanı bana cinnetle gelen cinayetin ne kadar sıradanlaştığını düşündürdü. Eskiden katiller daha karmaşık, sıra dışı insanlardı sanki... Eskiden olmayan bir sürü şey çok kolay olmaya başladı. Örneğin, kesin bir yargım ve bilgim olmamakla beraber, bu kadar çok insanın dövme yaptırmasının da birilerinin bir şeyi dışa vurma ihtiyacından, kendini yeterince ifade edememe ya da gerçekleştirememe duygusundan kaynaklandığına vehmediyorum; emin değilim ama böyle gibi geliyor bana. Eskiden bu kadar çok ortalamanın dışında görünmek, öyle davranmak isteyen insanımız yoktu. Türkiye’de de yoktu, dünyada da yoktu. Şimdi bu bir tarz haline geldi. Farklılığı burada arıyor insanlar, bir şeyi ifade etmeye çalışıyorlar. Bunu anlamalıyız, burada düşünülmesi gereken bir şey var. Cinayet konusunu bilmiyorum. Belki eskiden bu kadar duyulmuyordu. Ama şimdi çok duyuyoruz, gün geçmiyor ki birisi bıçağı çekip ötekinin döşüne saplamasın. Ama “Boğazlı Kazak” hikâyesi, kesin bir cinayeti anlatmıyor. Adamın otostopçu kızı alıp almadığı bile belli değil. Bir hayal âleminde geçiyor her şey. Bunu da söylemek isterim. ● Bir de “Gören Gözler” öyküsü var. Biz başkasındaki şeyleri görüyoruz, baş-

112

“Sevdiğim bütün şairler şairane bir hayat yaşıyordu; oysa ben...” ● İlk kitabınızın yayımlanması nasıl olmuştu? Üniversitede, bütün Türk gençleri gibi şiir yazıyordum. Ama benim tanıdığım, sevdiğim bütün şairler aynı zamanda şairane bir hayat yaşıyordu. Benimse çok halim selim bir hayatım vardı, hâlâ da öyleyim. O halim selimlikle şiiri örtüştüremedim herhalde, düzyazıya geçtim ama onların çoğu da pek düzyazı gibi değildir. Dille oynayan, çok sert, çok cesur, çok genç... Asla öyle şeyleri bir daha yazamaz insan. 18-22 yaş aralığında yazmıştım o öyküleri. Yayımlanması gibi bir şey hiç kafamda yokken bir grup insanla tanıştım, sonradan çok iyi arkadaş olduk. Onlar aracılığıyla Cağaloğlu’nda bir soba etrafında toplanmış, gelmiş geçmiş en eski bilgisayarlarla dizgi yapmaya çalışan bir yayınevine gittim, Adnan Özer’le tanıştım. Ne gördüyse bende basmak istedi. Sağ olsun, o bir şövalyedir. Elimizden tuttu.


2003 Yılında Sait Faik Armağan’ını alan Başar Başarır’ın yeni kitabı “Düzenboz”un tasarımını Bülent Erkmen yaptı.

“‘Gören Gözler’ öyküsü 19 Ocak 2007 Cuma günü, Osmanbey’de işlenmiş gazeteci cinayetini anlatıyor. O günü hiç unutmuyorum. Televizyonun karşısında nasıl donup kaldığımı... İçimden o endişe hiç gitmedi.” kası da bizdeki şeyleri. Bu aynı anda aynı şeyi görememe rahatsızlığı hep var mıydı acaba? Daha fecisini söyleyeyim: Gerçekten bizi sürekli gören bir sürü göz var her yerde, elektronik olarak. Hikayenin merkezinde de biraz onlar var. O hikaye 19 Ocak 2007 Cuma günü, Osmanbey’de işlenmiş gazeteci cinayetini anlatıyor. O günü hiç unutmuyorum. Televizyonun karşısında nasıl donup kaldığımı... İçimden o endişe hiç gitmedi. Her zamanki gibi palas pandıras kaldırıp götürdüler adamcağızı. Hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam ettik. Bu kadar her şeyin görüldüğü, her şeyin bir şekilde kayıt altına alındığı bir ortamda hem de. ● Kitap altı bölümden oluşuyor: ben, sen, o, biz, siz, onlar. İnsan başkasını öteki olarak görürken, kendinin de öteki olarak görülmesinin huzursuzluğunu yaşıyor sanki... Bundan üç-dört sene önce taşınacaktık, bir ev arıyorduk. Çeşitli semtlerde emlakçılar bize bir ev gösterdiklerinde hep şu cüm-

leyi kuruyordu: “Burası tam sizin yaşayacağınız yer, çünkü çevrede hep sizin gibiler oturuyor.” Ben de her seferinde, “Kim onlar? Kim bizim gibi?” diye soruyordum. Gerçekten merak ettiğim için, şaka olsun diye değil. Ben neye benziyorum adamın gözünde acaba? Bizde vehmettiği şey neye benziyor ve diğerlerinde gördükleriyle nasıl örtüşüyor? Aynı sokakta yürümek, aynı yemekleri yemek, aynı televizyon kanallarını seyretmek, gelir seviyesi, yaş grubu... Az çok anladım sonradan ne demek istediklerini ama ben hiç bu kadar kabak gibi ortadan yarılmış bir Türkiye düşünemezdim. Paramparça bölünmüş, çeşitli boyutlarda sert bir şekilde ayrılmış bir ülkede yaşıyoruz. Kendimi hiçbir tarafta hissetmiyorum. Tam bizim gibi insanların oturduğu bir semt de hiç görmedim. ● Hayatın geneline yayılmış bir ikiyüzlülük var, “Düzenboz”un çoğu kahramanında da görüyoruz bunu. Her şey çok kötü olduğu için mi insanlar ikiyüzlü? Yoksa herkes ikiyüzlü olduğu için mi

113

her şey bu kadar kötü? Bu söylediklerinize katılamıyorum. Hepimizin içinde iyilikten, kötülükten, vs. biraz olduğunu düşünüyorum. Hiçbirimiz tamamen ahmak, tamamen akıllı, tamamen iyi, cömert, alçakgönüllü değiliz. Hepimizde her şeyden var. Yaradılış elbette önemli ama toplum seni şekillendiriyor. Ailen, arkadaşların, yaşadığın çevre... Bu hayat insanı canavarlaştırabilir de çok mülayim biri haline de getirebilir. Bunlar her haliyle, her durumuyla masum geliyor bana. Ama insanoğlunun denge noktası korkarım kötü bir yer. Ya da tersinden söyleyeyim, insanoğlunun iyilik bölümü dengede değil. En hareketli, en oynak olduğu bölümler oralar. Oradan geçiyorsun ama orada kalamıyorsun. ● Kitap tasarımını Bülent Erkmen yapmış. O nasıl kitaba dahil oldu? Bülent Hoca eskiden tanıdığım birisidir. Bana hep destek olmuştur, manevi manada. Çok toy bir delikanlıyken, “Sakın yazmayı bırakma,” demişti. 2004 yılında son kitabım çıktığı zaman, öykü kitabının formatıyla ilgili bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Öyküden öyküye geçişlerin okura verdiği karışıklık hissini giderebilmek için... O kitapta bazı denemeler yapıldı, iyi niyetle, gayretle. Bülent Hoca tabii ki çok takipçi, olan bitenden çok haberdar olduğu için, bir vesileyle karşılaştığımızda, “Bir dahaki kitapta birlikte bakalım,” dedi. Ben de unutmadım bunu. Aradan sekiz sene geçti. Ben de tabii hemen karşısına dikildim, hocam meramım var, meselem var diye. Meselesi olan insanı çok sever zaten. Hemen derdimize ortak oldu. Yaz başında teslim ettim ona bir şeyler. Çalıştı, etti... Bence bir nesne olarak, bir kitabı arzu nesnesine çevirmenin türlü yollarını çok iyi biliyor. Sanırım bu kez de yaptı. Şahsen gördüğümde hayran oldum. Bu arada, bir kitap yayımladı, “Kitap Nesnesi Nesne Olarak Kitap” diye, Burcu Dündar imzalı bir çalışma. Bu kitapta dünyanın çeşitli yerlerinde, çeşitli dillerde yayımlanmış çılgın kitaplar, arayışlar, bugün geldiğimiz noktayla ilgili denemeler var. Bir tanesi de şu: Ruslar devrim dönemlerinde, yani 20. YY.’ın başında kâğıt kıtlığından duvar kâğıdının desensiz tarafına kitap basıyorlarmış. Böylece hiçbir kitap birbirinin aynısı olmuyormuş. Ben de kitabım için hocanın yaptığı tasarımı görünce, “Hocam, yoksa duvar kağıdı mı!?” dedim. Bülent Erkmen, hayranlık duyulacak düzeyde yayıncılığı takip eden bir insan. Ve Türkiye’nin bir tane Bülent Erkmen’i var. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


EDEBİYAT

Nefes kesen bir edebiyat şöleni

Etgar Keret

İstanbul bir kez daha bir hafta boyunca edebiyatın başkenti olmaya hazırlanıyor. İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali (İTEF), bu yıl dördüncü yaşını 1-4 Ekim tarihleri arasında kutlarken, yeni yaşına yeni sürprizlerle giriyor. ELİF TANRIYAR elif_tanriyar@yahoo.com

İSTANBUL Tanpınar Edebiyat Festivali (İTEF) henüz dört yaşında genç bir festival olmasına rağmen rüştünü çoktan ispat etmiş görünüyor. Bu başarıda aslan payı ise kuşkusuz festivalin düzenleyicisi olan Kalem Kültür’e ve ajans çalışanlarının yanı sıra çok sayıda kişiden oluşan gönüllü ekibe ait... Festivalin genel koordinatörü Mehmet Demirtaş ve etkinlikler koordinatörü Cihan Akkartal ile festivalin bu yılki programını konuşmak için buluşuyoruz. İTEF’in en önemli özelliklerinden biri her yıl bir tema seçiyor olması... Bu yılın teması ‘şehir ve korku’ olarak belirlenmiş. “İTEF İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin temalarını yaşadığımız alan ve edebiyat ilişkisini öne çıkartmaya çalışarak kurgulamaya çalışıyoruz. Yaşantımızla ilgili konular temalarımızı belirliyor. İlk iki yılda önceliğimizi Tanpınar’ın eserlerinde öne çıkan temalara ayırdık. Geçen yıl kişileri birleştirici öğe olarak şehir ve yemek temasını işledik,” diyen Mehmet Demirtaş, bu yılın temasını ‘şehir ve korku’ olarak seçmelerinin nedenini ise şu sözlerle açıklıyor: “Bu yıl dünyada ve Türkiye’deki olayların da etkisiyle, şehir ve korku 2012 temamız oldu.” Cihan Akkartal’ın da ekleyecekleri var bu konuda: “Her yıl festival teması ile doğrudan ilgili tematik etkinliklerin yanı sıra temadan bağımsız konuların ele alındığı etkinlikler de yer alıyor programımızda. Bu yıl ‘şehir ve korku’ dedik, fakat korkuya yalnızca edebi bir tür olarak yaklaşmıyoruz. Yazarın ‘tıkanma’ endişesine değinen bir ‘Beyaz Kağıt Korkusu’ söyleşimiz veya şehirli olmaya dair korkuların edebiyata yansımasının konuşulacağı bir söyleşimiz de olacak örneğin. Dolayısıyla tür yazarlarının yanında, edebiMilliyet SANAT Ekim 2012

Festivalin genel koordinatörü Mehmet Demirtaş ve etkinlikler koordinatörü Cihan Akkartal, festivalin bu yılki temasında dünya ve Türkiye’deki olaylardan yola çıkmışlar.

yatında çeşitli korkuların yansımasını bulduğumuz yazarları da özellikle davet ettik.”

DÖRT ŞEHİRDE Festivalin dördüncü yılındaki sloganı ise “dördüncü yılında, dört şehirde” olarak belirlenmiş. “Bir İstanbul festivali olan İTEF artık şehir dışına da mı açılıyor?” diye soruyorum Demirtaş’a. 2012 senesini, İstanbul’daki etkinliklerden sonra eş zamanlı olarak Ankara, İzmir ve Hatay’daki etkinliklerin de eklenmesiyle büyük bir edebiyat şöleni yılı olarak planladıklarını söyleyen Demirtaş, bu kararın doğuş hikayesini şöyle

114

açıklıyor: “İTEF’in ilk yılından itibaren İstanbul’a gelen yabancı yazarların daha fazla okur ile buluşabilmesi için zaten diğer şehirlerde etkinliklere başlamıştık. Yani her yıl programımızda İstanbul dışında şehirler oldu. Birinci ve ikinci yıl Antakya Akademisi işbirliğiyle yazarlar İstanbul dışına, Hatay’a gitti. Üçüncü yıl Mersin’deydik. Bu yıl ise birçok önemli tarih bir araya geldi: Türkiye Hollanda 400. Dostluk yılı, Londra Kitap Fuarı’nda Türkiye’nin Odak Ülke seçilmesi gibi Türk edebiyatı ve yayıncılığı için önemli gelişmeler festival programının genişlemesine vesile oldu.”


Drago Jancar

Evet, festivalin dikkat çeken özelliklerinden bir diğeri ise çok sayıda yabancı kurum ve kuruluş tarafından destekleniyor olması... Örneğin dünyanın en prestijli edebiyat festivallerinden İngiliz Hay Festival de destekçiler arasında yer alıyor. British Council özellikle Ankara için, Hollanda Kraliyeti ve Hollanda Edebiyat Fonu tüm dört şehir için İTEF’e destek veriyor. İzmir’de Hollanda Edebiyat Fonu projesi, Cafe Amsterdam ikinci kez okurlarla Hollandalı yazarları bir araya getiriyor. Hatay için ilk yıldan beri festival partneri olan Antakya Akademisi destek olmayı sürdürüyor. Tabii hepimizin merak ettiği asıl konu bu yıl hangi yabancı yazarlarla tanışacak olduğumuz... “Bu yıl İTEF etkinliklerinde 19 ülkeden 35’in üzerinde yabancı yazar var,” diyerek anlatmaya başlayan Akkartal’ın bu noktada özellikle altını çizdiği nokta nicelikten çok niteliğin önemi oluyor: “Ne kadar farklı kültürle bir araya gelebilirsek kendimizi o kadar şanslı sayıyoruz. Keza bu yıl da Norveç’ten İran’a, Amerika’dan Avusturya’ya, Irak’tan Güney Afrika’ya geniş bir coğrafyadan yazarlarımız olacak. Ülke edebiyatlarının ödüllü yazarlarının yanında kariyerinin başında olan, önümüzdeki beş yıl içinde adından çokça söz edileceğini düşündüğümüz yazarlarımız da var bu yılki listemizde.” Akkartal, festivalin öne çıkan yazarları arasında ise “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” ile dünya çapında ün kazanan Louis de Bernieres, “Boksör Böcek” ile Man Booker ödülüne aday gösterilen Ned Beuman, Edgar ödülü sahibi Ian Rankin, Latin Amerika edebiyatının son 25 yılının en iyi isimleri arasında yer alan Kolombiyalı Juan Gabriel Vasquez, Etgar Keret ve Slovenya’nın Yaşar Kemal’i tabir edilen Drago Jancar’ı sayıyor bir çırpıda. İTEF’te yalnızca dünya starları yazarlar yok elbette, tabii ki ülkemizin önde gelen edebiyatçılarıyla da bir araya geleceğiz bu yıl da. Türk yazarlar arasında bu yıl, Ayfer Tunç, Hakan Günday, Murathan Mungan, Ömer Erdem, Mehmet Erte, Tuna Kiremitçi, Yekta Kopan gibi isimler var. Ayrıca bu yıl Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) ile işbirliği içinde Karga’da düzenlenen etkinliklerde İnci Aral, Barış Müstecaplıoğlu, Yiğit

İTEF’in öne çıkan yabancı yazarları arasında Louis de Bernieres, Ned Beuman, Ian Rankin, Juan Gabriel Vasquez, Etgar Keret ve Drago Jancar yer alıyor. Değer Bengi, Doğu Yücel, Altay Öktem, Sevin Okyay gibi isimler de olacaklar.

SANKİ BİR KAFEDEYMİŞ GİBİ Bu yılın etkinliklerinden Cafe Amsterdam’ın öyküsünü Mehmet Demirtaş’tan dinliyoruz: “Cafe Amsterdam standart konuşmacı - dinleyici anlayışının dışında, iç içe geçmiş, sohbet havasını, yazarların okurla, birbiriyle sahnede değil, sanki bir arkadaş grubunun beraber bir kafeye gitmişçesine sunulan bir etkinlik. Müzik de, görsel sanatlar da bu kafenin bir parçası olarak sunulacak. İstanbul’da edebiyatseverler Galatasaray’daki Cezayir Restaurant’da veya Kadıköy’deki Karga Bar’da Cafe Asmterdam’a katılabilecekler. İzmir’de ise Kültür Park içinde olacağız.” Writers Unlimited Tour da bir diğer öne çıkan başlık... İTEF’in Hollandalı kardeş festivali Winternachten Festivali’nin dünyada farklı ülkelerde gerçekleştirdiği yazarlar turunun bir parçası olan etkinlik, İTEF kapsamında bu yıl üçüncü kez Türkiyeli okur ile buluşuyor. Writers Unlimited edebiyat okumaları, yazarlar buluşması, okullardaki söyleşileri ile adeta bir şov olan programlarıyla bu yıl İstanbul, Ankara ve Hatay’a da gidecekler. Bu yılın ilginç iki diğer başlığı daha var. Manchester Mektupları ve Tramvay Rayları... Mehmet Demirtaş bu projelerin doğuşunu şöyle anlatıyor: “Kalem Kültür, İTEF’in organizasyonunu hazırlarken birçok uluslararası network’e de dahil olmuş durumda. Birçok edebiyat projesi için bizim kapımızı çalıyorlar artık. Manchester mektupları iki ayrı şehir arasında bir mektup arkadaşlığı diyebiliriz. Yazarın gözü ile iki şehir karşılıklı keşfediliyor, anlatılıyor, okur ile bir blogta da paylaşılıyor. Tramvay Hatları’nda ise yazarlar, kendi gözlerinden sekiz şehri, tramvay ile şehirde gezerkenki izlenimlerini, düşlerini aktaracak. İstanbul, Prag ile eşleşmiş durumda. Bu da çok özel bir edebi şehir rehberi olup proje bitiminde İngiltere’de kitabı basılacak.” Program henüz resmi olarak ilan edilmemiş olsa da birkaç başlığı örnek olarak paylaşıyor bizimle Akkartal: “Çatışma Anlatıları’ söyleşisinde Louis de Bernieres ve Juan Gabriel Vasquez savaşlar ve sosyal karı-

115

Murathan Mungan da festivalin konukları arasında.

Öykü ve roman yazarı İnci Aral...

şıklıklar hakkında kalem oynatmanın inceliklerinden bahsedecekler. ‘İsyankarın Sebebi: Gençlik Kabusları’ etkinliğinde Ned Beauman ve Jenn Ashworth, ‘Asi Gençlik’ ile ‘Freddy’nin Kabusu’ filmlerinden esinlenerek ortaya koyduğumuz ergenlik dertlerinin edebi dramatizasyonu konusunda konuşacaklar. Ian Rankin ile Sevin Okyay polisiye edebiyat etkinliğinde bir araya gelecek. Cafe Amsterdam’da Cezayir Restoran ve KargArt’ı birer Amsterdam kahvesine dönüştüreceğiz. Etkinliklerin ardından Hollandalı bir pop-rock grubu sahne alacak. Bu etkinliklerden birinde örneğin IMPAC ödüllü yazar Gerbrand Bakker yer alacak.” Ana destekçisi Vehbi Koç Vakfı olan festivale adını veren büyük usta Ahmet Hamdi Tanpınar da unutulmamış. Festival süresince her akşam Ahmet Hamdi Tanpınar Müze Kütüphanesi’nde Tanpınar’ın yapıtlarına odaklanan etkinlikler olacak. Dergah Yayınları işbirliği içinde yapılacak olan bu etkinliklerde Tanpınar yapıtlarının tiyatro ve sinemaya uyarlanması, Tanpınar ve İstanbul mimarisi, yurtdışında Tanpınar yapıtları gibi konular akademisyenler ve uzmanlar tarafından ele alınacak. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


DAMAK UNUTMAZ ECE AKSOY

eceaksoy@gmail.com

Bugünlerde Yunanistan’daki amca torunu Tanos gelecekti. Yıllardır haberleşiyorlar ama birbirlerini tanımıyorlardı. Heyecanlıydı, kimsesi kalmamıştı burada. Tanos’un gözleri ne renkti acaba? En büyük dedeleri gibi mavi mavi mi bakacaktı ona?

Yaban armudu RÜZGARIN avaz avaz savrulmasından şelalenin sesi duyulmuyordu. Sotiri sabaha kadar sesten uyandıkça, doğrulup pencereden gökyüzüne bakıyor, bildiği duaları yarım yamalak, Rumca, Türkçe mırıldanıyordu. Ay korkudan kaçmış, yıldızlar da sallanıyordu ona göre. Sersemlemiş, mahmur kalktı. Yatağın yanındaki iskemlede duran pantolonu, pijamasının üstüne giyerken annesinin sesi çınladı kulaklarında; “Madem uyandın kalk. Uyumadan, hastalar yatar. Hastaysan söyle çorba getireyim sıcak sıcak” derdi. Uzun, dar mutfağın bir duvarı iki raflı tel dolaptı. Karın yolları kapadığı kış günlerinde bostan da, kasap da, bakkal da o dolaptı. Ekim sonuna kadar doldurulur, nisan başında neredeyse boşalmış olurdu. Yaz boyunca, ayına göre, reçeller, turşular, salçalar, yufka ekmekleri, tarhana, kavurma, meyve kurularıyla yükünü tam alırdı. Akşam yemekten sonra yıkamaya üşendiği yumurta sahanını soğuk suyla yıkadı. Bulaşık yumurta kaplarını hep soğuk suyla yıkardı annesi, “Sıcak su yumurta kırıntılarını bir daha pişirir, sahanın da bakırına geçirir o kokuyu, sonra ne yapsan olmaz. Ya bahçeye bırakacaksın arılar yesin ya da soğuk yıkanacak” derdi. İyi yıkadı. Tel dolabın kulpunda asılı kırmızı beyaz çizgili pamuklu peşkirle kuruladı, kokladı... Yaşlıydı ama dimdikti Sotiri. Delikanlı gibiydi iskeleti. Boyu bir santim bile kısalmamıştı. Dışarı çıktı. Biraz hafiflemişti rüzgar. Bazı ağaçların dalları kırılmış, dağı sökerek edindiği ufak bahçesinde maydanozlar, kara lahanalar, son domatesler iz bırakmadan yok olmuştu. Üzüldü, sonra elini sağdan sola hızla atıp, “Boş ver, beni götürmedi ya, ananın bebeğini koynundan uçurur bu fırtına.“ Eve girdi, sofadaki renk renk yollu kilimle örtülü kerevete sırt üstü uzandı, kollarını başının altında birleştirip yastık yaptı. Ninesinin hikayesi geldi aklına. Gencecik, çok güzel bir kızken âşık olmuştu mahallenin bıçkın oğlu Vasili’ye. Mü-

Milliyet SANAT Ekim 2012

badelede deliye dönmüş, gitmesin sevdiği adam diye günlerce çareler düşünmüştü. Onu, evlerinden uzakta, önünden eşek bile geçmeyen yarı yıkık kulübeye saklamaya karar vermiş, yalnız tilkilerin, domuzların seviştiği bu yıkıntıya, peksimet, turşu, pekmez depo etmişti. Son kafile gitmeden bir gün önce çeyizlik ayırdığı paradan, kalın battaniye alıp Vasili’yle beraber bırakmıştı kulübeye. Korkuyla, heyecanla geçmişti aylar. Sonunda, yaşadıkları köyden uzakta, kimsenin onları tanımadığı bir köye gelmişler, Vasili’nin de ismi Hasan olmuştu. Tek çocuk doğurmuştu ninesi; annesini... Taptığı adama daha çok vakit ayırsın diye. Sotiri’nin annesiydi o.

ORMANIN DERİNLİKLERİ Şelalenin akışı duyuluyordu artık. Rüzgar, istediklerini almış, kırmış, dökmüş, oturmuştu bir yere. Sotiri kalktı, fındık ağaçlarının gövdesinden örülmüş sepeti aldı, çıktı evden. Dağa doğru kırılan ağaçların üstünden atlaya atlaya yürüyordu. Bugünlerde Yunanistan’daki amca torunu Tanos gelecekti. Yıllardır haberleşiyorlar ama birbirlerini tanımıyorlardı. Heyecanlıydı, kimsesi kalmamıştı burada. Çocuğu olmamış, yaşlılarıysa göçüp gitmişlerdi... Kimi Yunanistan’a kimi de o dönülmeyen yere. Nasıl bir şeydi bu Tanos? Kaç gün kalırdı acaba? Bütün bunları, dili unutup unutmadığını anlamak için Rumca düşünmeye çalışıyor, çıkaramadığı kelimelerin yerine Türkçeyi oturtuveriyordu. Epey tırmandı, yaban armutları dağılmıştı sağa sola. Her mevsim ağacından topladığı armutları eğile kalka yerden dolduruyordu sepetine. Yoruldu. Kesilmiş bir çam ağacı gövdesine oturup ormanın derinliklerine daldı. Kanlıca mantarını gördü. Turuncu turuncu bakıyorlardı ona. Sevindi. “Kavururum soğanla”. Beğendiklerini alıyor, sap ile birleştiği yerden koparıp kurt kontrolü yapıyordu.

116

Bir eliyle göbeğinden ileriye uzattığı gömleğinin eteğine doldurdu mantarları. Ah, bir sepet daha alsaydı ya yanına. Döndü, aynı ağaç gövdesine oturdu, armutlardan biriki yedi. Fındık sepetinin sapını koluna geçirip yokuş aşağı inmeye başladı. Kucağında mantarlar, kolunda sepet, arada sendeliyor, gömleğinden düşen mantarları alamıyordu. Düzlüğe gelince fırtınanın öldürdüğü bıldırcınların yola serildiğini gördü. “Demin geçerken bir şey yoktu, demek yorulup yorulup ziyan oldular.” Bir tane bile alamadı. Koyacak yeri yoktu. Eve yaklaşınca, beş evlik köyün komşularına seslendi; bağırıyordu: “Bıldırcın yağdırmış fırtına, gidin toplayın, bana da getirin yedi sekiz tane, koyacak yerim yoktu alamadım.” Duyanlar ellerinde sepetler yola doğru koşarken eve girdi. Mutfağa gitti. Armut dolu sepeti tezgaha bıraktı. Mantarları tek tek mutfak bezi ile sildi tel dolaba koydu. Kendisini hatırladığı günden beri mutfağı seviyordu. Karısının söylenmesine pek aldırmadan, her gün bir şey hazırlardı. Tanos gelecek diye “Bulunsun, iki üç yemek yapayım, hazır olsun, belki birbirimize merak ettiklerimizi sormaktan, anlatmaktan vakit kalmaz pişirmeye, kuru yufkayla turşu koymayım önüne.” Uzun saplı bakır cezvede kahvesini pişirdi. Sofraya geçti. Kerevete oturup, sapsarı tütününü dikkatle sardı, tüttürürken kahveden aldığı ilk yudumun sesi güldürdü onu. Karşısındaki duvarda asılı duran yün çoraba takıldı gözü. Çorap örme yarışmasında birinci olmuştu karısı. O çoraptı bu. Bordo-sarı-yeşil, çiçek, yaprak desenli. Öylece, bakarak bitirdi kahvesini, sigarasını. Kalktı, çorabın önünde durdu. Okşadı “Parmaklarının tombulluğunu, beyazlığını bıraktın bana. Ne sevinmiştin birinci olunca. Tulum çaldırmıştın bana o gece. Duvara asınca da ‘Pazardan çok yün al, her renk, gene örücem’ demiştin.” Mutfağa giderken “Yaptığın kalıyor, sen


İLLÜSTRASYON: MELTEM SÖZER

Orta olgunluktaki yaban armutlarını beş, altı parçaya bölüp dibine bir avuç nohut bıraktığı büyücek kavanoza doldurdu. Üzerine taşıncaya kadar su ekleyip, temiz bezle örttü. Duracaktı bu kavanoz, sirke olacaktı 40-45 gün sonra. yoksun, “ dedi: “Hey gidi dünya dedikleri!.....” Yaban armutlarını tezgaha boşalttı. Üç tepecik yaptı seçtiklerinden, çok olgun olanlar, orta kararlar, hamlar... Hepsini ayrı ayrı yıkadı. Olgunları doğramadan sapları çekirdekleri ile tencereye koyup kendi suyuyla kaynamaya bıraktı. Arada bir karıştırıyor, eziyor, püre haline getirmeye çalışıyordu. Üç dört dakika kaynadıktan sonra, pencereyi açıp tencereyi soğuması için pervaza bıraktı.

NİNELERİNİN LEZZETİ Orta olgunlukta olanları beş, altı parçaya bölüp dibine bir avuç nohut bıraktığı büyücek kavanoza doldurdu. Üzerine taşıncaya kadar su ekleyip, temiz bezle örttü. Duracaktı bu kavanoz, sirke olacaktı 40-45 gün sonra, elinin altından bir köşeye kaldırdı. Gözünden uzak olmamalıydı, unutursa, karıştıramazdı. İki günde bir karıştıracağı tahta kaşığı da kavanozun üstüne uzattı. Sıra hamlara gelmişti. Rendenin iri tarafıyla par-

117

çaladı. Zor oluyordu, küçücüktü yabanlar, çok da sertti. Derin kasenin içine koydu rendelediklerini. Göz kararı, bir bardak kadar toz şekerle karıştırdı. Şekeri emen armutlar biraz sulandı, o suyu içirinceye kadar mısır unu kattı, yağladığı tepsiye yaymadan üç yumurta ile şöyle bir karıştırdı. Bu armutlu mısır için bahçedeki fırını yakmaya değmezdi. Ocağı yaktı, kıstı tepsiyi üstüne oturttu, çevire çevire pişirecek, altı kızarınca da, öbür tepsiyi yağlayıp alt üst yapacaktı. Soğuyan armutları pencere pervazından aldı. Tel kevgirden geçirdi. Biraz tereyağ, bir bardak süt, az kuru nane ve tuzla bir daha kaynatıp, sıcakken kavanoza doldurdu. Ters çevirip kapağı aşağıda soğumaya bıraktı. Kavanozları sıcakken ters bekletirsen havası çıkar, çabuk bozulmaz içindeki demişti birisi ama, düşündü, çıkaramadı. Komşuların toplanıp her ev için yaptıkları erişteden pişirecekti Tanos gelince. O bilmezdi belki ninelerinin bu lezzetlerini. Erişteye, kesme de diyorlardı, az tuzlu iki-üç yağ damlattığı suda hamur yapmadan haşlayacak, armut sosundan iki kaşık alıp yine tereyağında çevirip dökecekti üstüne. Sonra da iri dövülmüş fındıkları serpecekti. Fındıksız olmazdı asla!... Adı ‘fındıklım’dı zaten. Mantarların yarısını aldı tel dolaptan, ince ince kıydı. Çok da ince değil. İri doğrayabildiği iki soğanla biraz pişirdi. Tuz karabiber ekledi. Bir lokma tadına baktı, dudaklarını dilini yaktı, kaşığı attı elinden, ağzına soğuk su doldurdu. Kuru yufkalardan dört adet çıkardı. Yufka büyüklüğündeki tepsiyi tereyağı ile yağlayıp bir adet döşedi. Parmaklarıyla serptiği suyla yumuşattı. Erittiği tereyağından iki çorba kaşığı gezdirdi yufkanın üzerinde. Üstüne ikinci yufkayı koyup aynı işlemi tekrarladı. Soğuyan Kanlıca mantarlarını yayıp, diğer iki yufkayı da aynı şekilde serdi. Üzerine yine bolca tereyağ. Bu tepsiyi de ocakta alt üst pişirecek, sonra da kare kare kesecekti. Mantar zamanı her evde haftada en az iki üç kere pişirilirdi bu börek. Sırtını geriye atıp iki avucuyla belini kavradı. Az iş yapmamıştı bugün. Kendi için olsa, bir çeşit yeterdi ama Tanos gelecek... Gözleri ne renkti acaba? En büyük dedeleri gibi mavi mavi mi bakacaktı ona? Kapıya yaklaşan ayak seslerini duyunca heyecanlandı, musluğu açıp yüzüne soğuk su çarptı, başını eğip üstüne baktı, kapıyı açtı. Komşusu uzaklaşıyordu mor donunun üstüne giydiği pembe çiçekli entarisiyle. Yerde, biri büyücek iki torba duruyordu. Birinde dokuz tane bıldırcın, diğerinde Tanos için yıkattığı sabun kokan çarşaflar... MS

Milliyet SANAT Ekim 2012


EDEBİYAT

İnsan insana bunu da yaptı “Köle Gemisi” Marcus Rediker Çeviren: Dilek Şendil Alfa Yayınları Fiyatı: 22 TL

Tarihçi Marcus Rediker “Köle Gemisi” adlı kitabıyla kaptanların seyir defterlerine düştüğü kayıtlar, görgü tanığı denizcilerin ve kölelerin anlattıkları ve mahkeme kayıtlarından yola çıkarak bir insanlık dramını anlatıyor.

BUKET ÖKTÜLMÜŞ buketok@hotmail.com

BAZEN bir kitap okur insan... İstemese de değişir. Kitap biter, aslında okur da bitmiştir. Oysa o, kitabı eline aldığı an başka biriydi; bitirdiğinde bambaşka biri olup çıkmıştır. Kitap onu alıp götürmüş, başka bir sahile bırakmıştır. İşte “Köle Gemisi” de bu tür kitaplardan biri. “İnsanlık tarihinde bir yolculuk” alt başlığıyla yayımlanan kitap, uzmanlık alanı Atlantik tarihi olan Marcus Rediker’e ait. Rediker akademik kariyer yapmış bir yazar. Ülkesi Amerika dışında dünyanın pek çok yerinde dersler veriyor ve çalışmalar yapıyor. O bir profesör; hem pek çok kitabı var hem de pek çok ödülü. “Köle Gemisi” adlı eseri de bol ödüllü kitaplarından biri: George Washington Kitap Ödülü, Amerikalı Tarihçiler Örgütü Merle Curti Ödülü ve Amerika Tarih Kurumu James A. Rawley Ödülü gibi üç ayrı kurumca onurlandırılmış bir yapıt bu. Ayrıca yazarın pek çok eseri de Fransızca, Almanca, Yunanca, İtalyanca, Portekizce, Rusça, İspanyolca ve İbranicede okura ulaşmayı başarmış.

PEKİ YA SAĞ KALANLAR “Köle Gemisi”, bir anlamda, insan üzerinden zenginleşme kararı ile yola çıkanların edimleri ile bunların sonuçlarını ele alıyor ve kitap, “Geniş bir zaman aralığında defalarca sahnelenen epik bir dram”ı; “tek bir kişinin değil milyonlarcasının etrafında” dönüp duran bir insanlık suçunu didikliyor: Köle ticareti... Milliyet SANAT Ekim 2012

Kitabın girişinde, “15. YY.’ın sonundan 19. YY.’ın sonlarına dek süren köle ticaretinde 12,4 milyon can, köle gemilerine yüklenip ‘Middle Passage’ üzerinden Atlantik aşırı binlerce kilometreye yayılan yüzlerce teslim noktasına taşındı” diyen Rediker, dehşet yolu boyunca 1,8 milyon insanın öldüğünü, cesetlerinin gemilerin peşinden ayrılmayan köpekbalıklarına yem olarak güverteden aşağı boca edildiğini söylüyor. Peki ya sağ kalanlar? Onlara ne olmuştu? “Sağ kalan 10,6 milyondan çoğu katil plantasyon düzeninin vahşi ortamına atıldı.” Bunlar ise “Orada akla hayale gelebilecek her türlü direnişi göstermeyi öğreneceklerdi.” Ya oynanan drama takılan canlar? Onlar nereden geliyorlardı? “1700-1808 yılları arasında Britanya ve Amerikalı tacirler köle toplamaları için Afrika’nın başlıca altı bölgesine gemiler gönderdiler: Senegambia, Sierra Leone/Winward Sahili, Altın Sahili (sonradan Gana), Benin Bükü, Biafra Bükü ile iç Batı Afrika (Kongo, Angola).”

Köleler ve kölelikle ilgili pek çok şey bilinse de köle gemileriyle ilgili neredeyse hiçbir şey bilinmiyor. Bu konu hakkında yazılı metin kıtlığı Rediker’in kitabını daha da anlamlı kılıyor. 118

Bu canlar nerelere gitmişlerdi, peki? “Gemiler tutsakları öncelikle Britanya’nın şeker adalarına taşıyorlardı. Daha sonra, tutsaklar için, dramın yeni perdeleri açılıyordu.”

ATLANTİK GİBİ ENGİN Rediker, “İlginçtir, büyük dram içerisindeki dokunaklı öykülerden pek çoğu hiç anlatılmaz, köle gemisi de Atlantik köle ticareti hakkındaki zengin tarihsel edebiyat içerisinde göz ardı edilen bir konudur. Köle ticaretinin kökenleri, zamanlaması, ölçüsü, akışı ve getirisine dair mükemmel araştırmalar yürütülmüştür, ancak dünyayı değiştiren ticareti mümkün kılmış yelkenli hakkında geniş kapsamlı hiçbir çalışma yapılmaz. Pek çok açıdan küreselleşme evresinin kilidini açan, tarihin en büyük zorunlu göçünün işleyişini aktaran hiçbir anlatı yoktur. Avrupa’nın ‘ticaret devrimine’, plantasyonlarla küresel imparatorlukların inşasına, kapitalizmin ve nihayetinde sanayileşmenin gelişmesine olanak tanıyan aygıtın analizi yoktur. Kısaca, köle gemisi ve onun içinde yaşanan sosyal ilişkiler modern dünyayı şekillendirmiş olmasına rağmen, onların tarihi pek çok yönüyle bilinmezliğini korur” diyor ve kitabında, bizzat kölelerin anlatımları, köle tüccarlarının anıları ve kaptanların seyir defterlerine de yer vermeyi ihmal etmiyor. Çünkü Rediker’e göre, köle gemisi üstüne bilimsel bilgi sınırlı olsa da köle ticaretine dair bilgiler tıpkı Atlantik gibi engin ve derin. Köleler ve kölelikle ilgili pek çok şey bilinse de köle gemileriyle ilgili neredeyse hiçbir şey bilinmiyor. Bu konu hakkında yazılı metin kıtlığı Rediker’in kitabını daha da anlamlı kılıyor. MS


AYIN İÇİNDEN

çocuklar için AJANDA YARIŞMA

2012 yılının yarışma birincisi Diana Fan’ın resmi.

Çocukların hayalleri kağıt üzerinde ● Bayer ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) düzenlediği 2013 22. Uluslararası Çocuk Resim Yarışması‘nın bu yılki konusu “Su: Hayatın Kaynağı Nereden Geliyor?” olarak belirlendi. Çocukların, su kaynaklarını tehdit eden konular ile ilgili duygularını ve hayal ettikleri dünyayı kağıda dökmeleri bekleniyor. Yarışmada birinci seçilecek eserin sahibi 2 bin dolar ile ödüllendirilecek. 6 -14 yaşındaki çocukların katılabileceği yarışmaya son başvuru tarihi 26 Şubat 2013. Yarışmaya katılmak isteyenlerin resimlerini Bayer Türk Kimya San. Ltd. Şti.- Fatih Sultan Mehmet Mah. Balkan Cad. No:53 34770 Ümraniye adresine göndermeleri gerekiyor. (0216) 528 38 08

SERGİ ● Pera Müzesi, 13 Ekim 2012 - 6 Ocak 2013 tarihleri arasında Yannick ve Ben Jakober Vakfı’nın Çocuk Portreleri Koleksiyonu’nu ağırlıyor. Sergi, 16. YY.’dan 19. YY.’a kadar, çoğunluğu kraliyet ailelerine ya da Avrupa aristokrasisine mensup 57 soylu çocuğun portresinden oluşuyor. www.peramuzesi.org.tr.

Prens Friedrich’in portresi.

● İstanbul Akvaryum, ritim eğitmeni Yaşar Morpınar’ın, dünyanın dört bir tarafından topladığı perküsyon koleksiyonunu, “Dümbelek Sergisi” adıyla 11-14 Ekim tarihleri arasında sergileyecek. Sergi boyunca Morpınar’ın kurduğu zihinsel engelli çocuklardan oluşan Bremen Mızıkacıları Perküsyon Grubu’nun da konseri izlenebilecek. http://www.istanbulakvaryum.com/ ATÖLYE ● Fikir Sahibi Damaklar’ın gerçekleştirdiği Lüfer Bayramı bu yıl 19 20 Ekim’de İstanbul’da kutlanacak. Lüfer Bayramı’nda 5 - 15 yaş grubundaki çocuklar 2 günlük resim atölyelerinde lüferlerini çizecekler. www.fikirsahibidamaklar.org ● İstanbul Modern, 25 Kasım’a kadar “Dönüşüm: Çağdaş Çin Sanatına Bir Bakış” adlı sergiye ev sahipliği yapıyor. Sergi kapsamında çocuklar için atölye çalışmaları da düzenleniyor. Atölyede Çin

TİYATRO

Oyunları eğitim programı pazartesi hariç her gün çocukları ağırlayacak. Atölye kapsamında 4-6 yaş grubu için “Renkli Yelpazeler”; 7-9 yaş için “Fantastik Maskeler”; 10 - 12 yaş için ise “Çin Evleri” başlığı altında çalışmalar yapılacak. Ailece Program kapsamında aileler için de iki atölye düzenlenecek. 3-5 yaş aralığındaki çocuklar aileleriyle “Şakacı Pandalar”; 610 yaş grubundaki çocuklar ise “Büyülü Ejderhalar” adlı etkinliğe katılabilecek. www.istanbulmodern.org FESTİVAL ● İstanbul Tarihi Yarımada Güzel Sanatlar ve Kültür Derneği tarafından düzenlenen 2. Küçük Harfler Büyük Düşler Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatro Festivali, 4-14 Ekim tarihleri arasında izlenebilecek. Festival kapsamında “Orman Masalları”, “Pırtlatan Bal”, “Şirin ile Ferhat”, “Plastik Bahçe” ve “Kelebek”in de aralarında bulunduğu oyunlar izleyiciyle buluşacak. www.mybilet.com

Mie’de yeniler

● Tiyatro Mie, yeni tiyatro sezonuna 6 Ekim’de başlayacak. Topluluk geçtiğimiz sezondan devam eden oyunlarının yanına iki yeni yapım daha ekledi: “Sihirli Fasulyeler” ve “Komik Kurt ve Keçi Yavruları”. Mie’nin oyunları ekim boyunca her cumartesi ve pazar, Kozyatağı Kültür Merkezi ve Barış Manço Kültür Merkezi’nde izlenebilecek. (0216) 658 00 15

119

Milliyet SANAT Ekim 2012


İAŞE HÜLYA EKŞİGİL

heksigil@yahoo.com

Her lezzetle birleşebilen ve farklı tatları birbirine başarıyla bağlayabilen avokado yaratıcı mutfaklarda türlü kılıklarda karşımıza çıkmaya aday. Yıl boyunca üretilebilmesi de onu mutfakların vazgeçilmezleri arasına sokuyor.

Her mevsimin yumuşacık kalpli meyvesi kadar farklı adlar alan bu meyve defnegillerden bir ağaç. Meyvesi dalında kaldığı süreden çok toplandıktan sonra olgunlaşıyor. Kaç günde kıvama geleceğini kestirmek güç. Kabuğuna hafifçe bastırıp esnediğini hissettiğinizde olmuş demektir. O süreyi geçirirseniz çürür. En garantilisi satın aldıktan sonra sık sık kontrol edip, yumuşadığı noktada tüketmek. Buzdolabına konması tavsiye edilmese de, o anda kullanmayacaksanız olgunlaşmayı durdurmak için kaçınılmaz yöntem o. Zamanında kabuğunun yaptığı çağrışımla ‘timsah armudu’ da denen avokado dışarıya gösterdiği sert yüzüyle yumuşacık kalbinin ipuçlarını vermeyen tuhaf karakterler gibi. Satın aldığınızda taş gibi olan meyve olgunlaşınca boylamasına ikiye kesip iki yarıyı birbirine ters yönde çeviriyorsunuz. Bu şekilde kolayca bölünen avokadonun HERKESE olur mu bilmem ama ben bazı yiyeceklere dönem dönem fena halde takılıyorum. Son zamanlarda bilinmeyen bir nedenle avokadoya taktım. Aklım fikrim şöyle güzel bir ‘guacamole’ yapıp yemekte. Meksika mezesi de sayabileceğimiz bu ünlü yiyecek, kararmasını önlemek için yeşil limonun suyuyla ezilmiş avokadonun, minik minik doğranmış acı biber, soğan, domates ve taze kişnişle karıştırılmasıyla yapılıyor ve mısır cipsleriyle yeniyor. Gerçekten çok lezzetli ama çok da kalorili, öyle sabah akşam yenecek gibi değil. Zira avokado kendi gibi meyve sınıfına giren diğer yiyeceklerin aksine, ciddi miktarda yağ içeriyor. Ama onu fazla besleyici yapan özellikleri aynı zamanda vazgeçilmez de kılanlar. Orta Amerika’nın halklarına bin yıllarca bahçelerindeki ağaçtan koparıp tüketebildikleri değerli Milliyet SANAT Ekim 2012

bir besin olarak hizmet etti avokado. Bugün bütün dünyada kıymeti biliniyor ama 1600’lü yıllarda ABD tarafından yetiştirilmeye başlanana kadar özelliklerinden sadece yarı tropikal bölgelerde yaşayanlar yararlanabildi. Latince adı Persea Americana olan ve Aztekler tarafından testis anlamına gelen ‘ahuacatl’ olarak adlandırılan bu meyve şanını hem testise benzeyebilen formuyla hem de, tabii ki doğru tahmin ettiniz, son derece afrodizyak bir yiyecek kabul edilmesiyle elde ediyor. Aztekler bu inancı o kadar abartmıştı ki, üremeyle eş değerde gördükleri avokadonun toplanma zamanı geldiğinde bakire kızlarını sokağa çıkarmazdı.

GÖSTERDİĞİ SERT YÜZÜ Batı dillerinde ‘avocat’tan ‘avocado’ya

120

Genellikle salatalarda kullanılan avokado yağı meyvesi gibi değerli bir besin.


Avokadoya testis anlamında ‘ahuacatl’ adını veren ve müthiş bir afrodizyak olduguna inanan Aztekler bu inancı o kadar abartmıştı ki, üremeyle eş değerde gördükleri avokadonun toplanma zamanı geldiğinde bakire kızlarını sokağa çıkarmazdı. Avokado yapraklarından bira üretiliyor.

çekirdeğine bir bıçağı kesecek gibi, hızlıca vurduğunuzda bıçağa takılan çekirdek de kolayca çıkıyor. Bir kaşıkla kabuğunun içinde yiyebileceğiniz ya da aynı şekilde kabuğundan ayırabileceğiniz avokadonun ipeksi dokusuna, kaşığın kabukla meyvenin eti arasında yağ gibi kayışına ve göz okşayıcı yeşilinin güzelliğine hayran olmamak zor. Dokusu ve rengine hayran olunsa da, kendi başına pek de lezzetli bir meyve değil aslında. Ama biraz limon suyu, bir tutam tuz bile sihirli değnekle dokunmuşçasına değiştiriyor avokadoyu. Zaten limon suyu kabuğundan çıkmış bir avokadonun olmazsa olmazı. Yoksa havayla temas ettikten kısa bir süre sonra kararmaya başlıyor. Pasta ve kek yaparken tereyağı yerine kullanılması giderek daha sık uygulanan bir yöntem. O durumda kekteki sıvı malzemenin miktarını biraz artırmak gerekiyor. Her lezzetle birleşebilen ve farklı tatları birbirine başarıyla bağlayabilen avokado yaratıcı mutfaklarda türlü kılıklarda karşımıza çıkmaya aday. Yıl boyunca üretilebilmesi de onu tüm mutfakların vazgeçilmezleri arasına sokuyor.

“NE BU, MÜCEVHER Mİ?” İspanyollarla Amerika kıtasından Avrupa’ya gitse de eski kıtada yaygınlaşması ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra İsrail’in avokado üretimine büyük yatırım yapmasıyla başladı. O dönemde çoktan Amerika’da Kaliforniya ve Florida’da yetiştirilmeye başlanmıştı. Bugün kuvvetli güneşi olan birçok yerde meyve veriyor avokado. Çok sayıda çeşidi var ama en büyük üretim ‘haas’ türüyle ABD’de yapılıyor. Biçimi top gibi yusyuvarlak olanı da var, uzun bir armuda benzeyeni de. Daha ufak ve çekirdeksiz türünün üretimi de giderek yaygınlaşıyor. Türkiye’de ‘80li yıllardan itibaren düzenli olarak yetiştirilen avokado özellikle Mersin, Antalya ve

Avokado çorbası soğuk da içilebiliyor.

Avokado çorbası Malzemesi: 3 olgunlaşmış avokado 1 ufak kuru soğan 2 diş minik doğranmış sarmısak Ufak bir ceviz büyüklüğünde, doğranmış taze zencefil Bir tutam kırmızı pul biber 2 misket limonunun suyu 3 yemek kaşığı zeytinyağı 10 dal taze nane tuz, biber Yapılışı: Bir kaşık yağı tavaya koyup soğan, sarmısak, zencefil ve pul biberi sote edin. Bir bardak kaynar suyu, limon suyunu, tuz ve biberi ekleyip kaynatın. Bu malzemeyi, kabuğundan sıyırıp doğradığınız avokadolarla blendıra koyup çekin. Tekrar tencereye alıp kısık ateşte, kaynatmadan ısıtın. Kaynarsa hem lezzeti bozulur hem de güzelim yeşili. Nane yapraklarını havanda dövüp kalan zeytinyağı ile karıştırdıktan sonra çorbanın üzerine gezdirip servis edin.

121

Muğla bölgesinde yaygın olarak bulunuyor. Adana ve Hatay’da ise deneme bahçeleri kurulmuş durumda. İlk piyasaya çıktığında “Ne bu, mücevher mi?” dedirten fiyatı da son yıllarda makul bir seviyeye indi. Afrika’dan Güney Asya’ya, Avusturalya’ya kadar her yerde tüketilen bu meyvenin Hint mutfağında da yeri var. ‘Makhanphal’ ya da tereyağı meyvası dedikleri avokadoyu şeker, süt ve farklı lezzet vericilerle karıştırarak pudingler yapıyorlar. Avokado farklı salatalar yaratmaya da, humus yapmaya da, meyveli içeceklerden, muslardan dondurmaya kadar tatlı olarak değerlendirmeye de uygun. Giderek çikolatalı tatlılarda bile karşımıza çıkan bir malzeme artık. Birçok sandviçte ve sosta mayonez yerine kullanılıp üstelik de mayonezden daha iyi sonuç verebiliyor. Çorbaları, omletleri de var, karideslisinden tavuklusuna türlü çeşitli dolmaları da... Zaire’de yapraklarından ‘babine’ denen bir bira üretiliyor. Genellikle salatalarda kullanılan avokado yağı ise meyvesi gibi değerli bir besin. Her ne yaparsanız yapın, bilmeniz gereken temel kural şu: Bütün malzeme hazır olup piştikten sonra, son anda avokadoyu eklemelisiniz. Pastacılık ürünleri dışında, pişirilmeye gelmiyor. En ünlü lezzeti ‘guacamole’ye gelinceÖ Orta Amerika’daki tüm ülkelerin kendine göre bir ‘guacamole’si var. Kimi sirke, kimi limon kullanıyor. Kimininkinde sarmısak var, kimininkinde yok. Ama hangi tarifi uygularsanız uygulayın, ‘guacamole’ye gönül vermemek zor. Özellikle de acılı lezzetlerden hoşlanan biriyseniz. Ben yine de her yerde rahatlıkla bulabileceğiniz bir ‘guacamole’ tarifi yerine sonbaharın serinliğini karşılamak için ideal olduğunu düşündüğüm avokado çorbasında karar kıldım. Yazın da soğuk içilebilen çorba rengiyle, dokusuyla bu meyvenin en cazip özelliklerini sofranıza taşımaya aday. MS Milliyet SANAT Ekim 2012


AYIN İÇİNDEN

ekim

REHBERİ

1 EKİM PAZARTESİ SERGİ ● Yaşar Cengiz Çınar ve Hasan Hüseyin Savcı’nın sergisi 6 Ekim’e kadar Milli Kütüphane Başkanlığı Galerisi’nde. (0312) 212 62 00 ● Guido Casaretto’nun sergisi 20 Ekim’e kadar CDA Projects’te. (0212) 251 12 14 TİYATRO ● “Dertsiz Oyun” bugün, yarın, 6 ve 13 Ekim’de 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 2 EKİM SALI SERGİ ● “Karma Sergi” 14 Ekim’e kadar Madalion Sanat’ta. (0312) 439 93 53 ● ”Tesselation Make Up” başlıklı sergi 20 Ekim’e kadar Galeri Zilberman’da. (0212) 251 12 14 KONSER ● Yalın saat 21.00’de Sabancı Gösteri Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Korku Tüneli” saat 20.00’de İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 OPERA ● “Evlilik Senedi” bugün, 16 ve 28 Milliyet SANAT Ekim 2012

Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin sahnelediği “V. Murad” balesinin “GeceVakti” sahnesi.

Ekim’de Operet Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 3 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● Murat Ilgın’ın sergisi 12 Ekim’e kadar Düş Yolcusu Sanat Durağı’nda. (0216) 386 99 03 ● Hüsna Dişbudak’ın sergisi 5 Ekim’e kadar Sanko Sanat Galerisi’nde. (0342) 336 60 66 ● Barış Kara’nın sergisi 7 Ekim’e kadar Galeribu’da. (0212) 243 91 93 KONSER ● Oda müziği konseri saat 20.00’de CKM’de. (0216) 467 25 68 ● Borusan Quartet saat 20.00’de Sevgi Gönül Kültür Merkezi’nde. (0212) 284 63 63 TİYATRO ● “Lulabay Bir Cihangir Hikayesi” bugün, 8 ve 31 Ekim’de 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● “Limonata” saat 20.00’de İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 4 EKİM PERŞEMBE SERGİ ● Yusuf Tuvi Fotoğraf Atölyesi sergisi 9

122

Ekim’e kadar Kedi Kültür Sanat Merkezi’nde. (0232) 464 99 35 ● Yağız Özgen’in sergisi 20 Ekim’e kadar Sanatorium’da. (0212) 293 67 17 KONSER ● Mehmet Erdem saat 21.00’de Jolly Joker’de. (216) 556 98 00 ● Jehan Barbur saat 22.00’de Ghetto’da. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Fail-i Müşterek”, bugün saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 5 EKİM CUMA SERGİ ● Neslihan Aydınlıoğlu’nın sergisi 6 Ekim’e kadar Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi’nde. (0212) 249 26 10 ● “Algı Kapıları” başlıklı sergi 13 Ekim’e kadar The Marmara Pera’da. (0212) 251 46 46 TİYATRO ● “Yokuş Aşağı Emanetler” bugün, 9 ve 12 Ekim’de 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● “Kamelyalı Kadın” saat 20.30’da CKM Büyük Salon’da. (0216) 467 25 68 ● “Hasretinden Prangalar Eskittim”


20.30’da CKM’de. (0216) 467 25 68 6 EKİM CUMARTESİ SERGİ ● Fatih Kızılcan’ın sergisi 14 Ekim’e kadar Türk Amerikan Derneğine EHSG’de. (0312) 426 26 44 ● İsmet Değirmenci’nin sergisi 7 Ekim’e kadar Mabeyn Gallery’de. (0212) 261 60 60 KONSER ● Yeni Türkü saat 21.00’de Jolly Joker’de. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Tanrı” bugün ve 14 Ekim’de saat 20.30’da Tiyatro Ak’la Kara’da. (0216) 541 43 59 OPERA ● “Don Giovanni” bugün ve 15 Ekim’de 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 GÖSTERİ ● “Shaman” saat 20.30’da Harbiye Açık Hava Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 7 EKİM PAZAR SERGİ ● “Karma Sergi” 19 Ekim’e kadar Terrace Fulya Galerisi’nde. (0539) 681 48 46 ● Gabin Turk’un sergisi 13 Ekim’e kadar Galerist’te. (0212) 244 82 30 TİYATRO ● “Aptal” saat 16.00’da CKM Büyük Salon’da. (0216) 467 25 68 8 EKİM PAZARTESİ SERGİ ● Taner Alakuş’un sergisi 22 Ekim’e kadar Çırağan Kempinski Sanat Galerisi’nde. (0212) 326 46 46 ● Sezen Okur’un sergisi 12 Ekim’e kadar Şeref Ardik Sergi Salonu’nda.

Nina Kravitz, 26 Ekim’de ilk kez İstanbul’da.

Özdemir Altan’ın “Don Kişot’un Soyağaçları” sergisinden.

(0232) 482 03 93 ● Bahadır Baruter’in sergisi 13 Ekim’e kadar X-İst’te. (0212) 231 89 88 KONSER ● Elif Çağlar saat 20.30’da Galatasaray Üniversitesi’nde. (0216) 556 98 00 9 EKİM SALI SERGİ ● Gerard Caris’in sergisi 27 Ekim’e kadar Kuad Galeri’de. (0212) 227 00 08 ● Dominique Barreau’nun sergisi 31 Ekim’e kadar Gama Gallery’de. (0212) 245 69 22 ● Sara Baruh’un sergisi 15 Ekim’e kadar Gallery Linart’ta. (0212) 347 47 29 KONSER ● Sanem Kalfa Quintet saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 10 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● “Abdurrahman Öztoprak’ın Anısına” başlıklı sergi 1 Aralık’a kadar Proje 4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde. (0212) 290 25 25 ● Emre Senan’ın sergisi 20 Ekim’e kadar Galeri Apel’de. (0212) 292 72 36 ● Servet Koçyiğit’in sergisi 20 Ekim’e kadar Rampa’da. (0212) 327 08 00 KONSER ● Oğur Anatolian Blues saat 20.30’da CKM’de. (0216) 467 25 68 ● Yasemin Mori saat 21.00’de Jolly Joker’de. (0216) 556 98 00 ● Soul Sendikası saat 21.00’de Peyote’de. (0212) 251 43 98 11 EKİM PERŞEMBE SERGİ ● Tufan Baltalar’ın sergisi 27 Ekim’e kadar Pilot Galeri’de. (0212) 245 55 05 ● Viron Erol Vert’in sergisi 21 Ekim’e

123

kadar Hasköy Yün İplik Fabrikası’nda. (0212) 254 88 12 KONSER ● Ketil Bjornstad 20.30’da CKM’de. (0216) 467 25 68 TİYATRO ● “Bernarda Alba’nın Evi” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 BALE ● “V. Murad” bugün, 18, 22 ve 31 Ekim’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 12 EKİM CUMA SERGİ ● Nazım Ünal Yılmaz’ın sergisi 13 Ekim’e kadar Pilevneli Project’te. (0212) 259 03 94 ● Brigitte Kowanz’ın sergisi 20 Ocak’a kadar Borusan Contemporary’de. (0212) 393 52 00 ● Allan Sekula 31 Ekim’e kadar Akbank Sanat’ta. (0212) 252 35 00 KONSER ● MFÖ saat 21.00’de Jolly Joker’de. (0216) 556 98 00 ● Sharon Van Etten saat 21.00’de Küçük Çiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Basit Bir Ev Kazası” saat 20.30’da CKM Büyük Salon’da. (0216) 467 25 68 ● “Seninle Evlenir miyim” 20.30’da CKM’de. (0216) 467 25 68 13 EKİM CUMARTESİ SERGİ ● “Xiling Yüzüncü Yıldönümü - Çin Mühürleri” başlıklı sergi 20 Ekim’e kadar Ic Sanat Galerisi’nde. (0312) 417 82 64 ● Esra Ekşi Demir’in sergisi 19 Ekim’e kadar Ürün Sanat Galerisi’nde. (0216) 363 12 80 ● ”Body Worlds” 7 Ocak’a kadar Milliyet SANAT Ekim 2012


AYIN İÇİNDEN

Kentpark’ta. (0312) 444 7 477 KONSER ● Erhan Ersin saat 20.30’da CKM’de. (0216) 467 25 68 ● Sensation saat 20.00’de Ataköy Atletizm Arena’da. (0216) 556 98 00 ● Tuluyhan Uğurlu saat 20.30’de Aya İrini’de. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Alevli Günler” saat 20.30’da CKM Büyük Salon’da. (0216) 467 25 68 ● “Sherlock Holmes” bugün ve 21 Ekim’de Tiyatro Ak’la Kara’da. (0216) 541 43 59 14 EKİM PAZAR SERGİ ● Vahap Taşkınsoy’un sergisi 17 Ekim’e kadar Ege Art’ta. (0312) 223 33 39 ● Hüseyin Aksoylu’nun sergisi 15 Ekim’e kadar Art On The Gallery’de. (0212) 259 15 43 15 EKİM PAZARTESİ SERGİ ● Ahmet Güneştekin’in sergisi 20 Ekim’e kadar Armaggan Art & Design Gallery’de. (0212) 522 44 33 TİYATRO ● “Kara Sohbet” bugün, 15, 16 ve 17 Ekim’de Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 16 EKİM SALI SERGİ ● Hasan Khan’ın sergisi 6 Ocak’a kadar SALT Beyoğlu’nda. (0212) 377 42 00 17 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● “İçsel ve Dışsan Dönüşüm” başlıklı sergisi 25 Kasım’a kadar İstanbul Modern’de. (0212) 334 73 00 KONSER ● İncesaz saat 20.00’de İzmir AKM’de.

İlyas Odman, Şirin Keskin İndere ve İsmail Sağır (soldan sağa) oyunda rol alan isimler.

“Dertsiz Oyun”u izlemeye giden seyirciler, karşılarında bir oyun seyreden 12 kişiyi bulacak. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Ben Bertolt Brecht” 20.00’de SKS Hasan Tahsin Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 18 EKİM PERŞEMBE SERGİ ● “Modernin İcrası: Atatürk Kültür Merkezi” başlıklı sergi 6 Ocak’a kadar SALT Galata’da. (0212) 334 22 00 TİYATRO ● “Gerçek Hayattan Alınmıştır” bugün, 19 ve 20 Ekim’de 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● “Leyla’nın Evi” 20.30’da CMK Büyük Salon’da. (0216) 467 25 68 19 EKİM CUMA SERGİ ● Mehmet Ali Uysal’ın sergisi 8 Aralık’a kadar Nesrin Esirtgen Collection’da.

(0212) 243 78 53 KONSER ● Scorpions saat 21.00’de Küçük Çiftlik Park’ta. (216) 556 9800 TİYATRO ● “Barzo ile Konserve” bugün ve yarın 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● ”Beni Yeniden Sev” saat 20.30’da CKM Büyük Salon’da. (0216) 467 25 68 ● “Patron Kim” bugün ve yarın saat 20.30’da Tiyatro Ak’la Kara’da. (0216) 541 43 59 20 EKİM CUMARTESİ SERGİ ● “Tam Ekran / Full Screen” 24 Ekim’e kadar Art Suites Gallery’de. (0212) 251 55 61 KONSER ● Athena saat 21.00’de Jolly Joker’de.

SERGİ

Woolf’un ilham verdikleri Hatice Karadağ ve Gözde Başkent’in eserlerinin biraraya getirildiği “Kendine Ait Bir Oda” sergisi 20 Ekim’e kadar Daire Galeri’de. Virginia Woolf’un 1929 tarihli “Kendine Ait Bir Oda” adlı kitabından yola çıkan sanatçılar kendilerine ait atölyelerinden galerinin odalarına taşıdıkları eserlerinde Woolf’un öğüdünü yineliyorlar. Hatice Karadağ kadın, emek, kapitalizm kavramlarını irdelerken,Gözde Başkent çoğunluğu kadın olan figürlerini pop-illüstrasyonel bir yaklaşımla resmediyor. (0212) 252 52 59 Milliyet SANAT Ekim 2012

124

“Kendine Ait Bir Oda” sergisinde yer alan bir çalışma.


KONSER

Stefan Kendal Gordy ve Skyler Huston Gordy (soldan sağa) grubun liderleri.

LMFAO İstanbul’da Yaptıkları dans müziğiyle Amerika başta olmak üzere tüm dünyada parti fenomeni haline gelin LMFAO, 6 Ekim’de İstanbul’da. Geçtiğimiz yıl şubat ayında Madonna ile birlikte Superbowl’da birlikte sahneye çıkan grup aynı zamanda dünyada shuffling akımını başlatan isim oldu. Kendilerini müzik tasarımcısı olarak tanıtan grup üyeleri SkyBlu ve Redfoo 6 Ekim’de Küçük Çiftlik Park’ta. (216) 556 98 00 TİYATRO ● “Sonbaharı Beklerken” saat 20.30’da CKM’de. (0216) 467 25 68 21 EKİM PAZAR SERGİ ● “1960’larda Müzikli Türkiye” sergisi 24 Ekim’e kadar Depo/Tütün Deposu’nda. (0212) 292 39 56 TİYATRO ● “Cam” saat 16.00’da CKM’de. (0216) 467 25 68 22 EKİM PAZARTESİ SERGİ ● “İstanbul Eindhoven SALT Vanabbe” başlıklı sergi 30 Aralık’a kadar SALT Galata’da. (0212) 334 22 00 TİYATRO ● “Çıplak Ayaklar Kumpanyası” bugün ve yarın saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 23 EKİM SALI SERGİ ● Reysi Kamhi’nin sergisi 24 Ekim’e kadar Pg Art Gallery’de. (0212) 252 80 00 KONSER ● İdil Biret resitali saat 20.00’de CKM’de. (0216) 467 25 68

TİYATRO ● ”Babamın Oğlu” saat 20.00’de KKM Gazanfer Özcan Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 24 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● “Görünüşün Anlamı” başlıklı karma sergi Beyoğlu Akademililer Sanat Merkezi’nde. (0212) 245 02 29 KONSER ● Enrique Iglesias saat 21.00’de Küçük Çiftlik Park’ta. (216) 556 9800 25 EKİM PERŞEMBE SERGİ ● Sevim Sancaktar’ın sergisi C.A.M. Galeri’de. (0212) 245 79 75 KONSER ● Mick Harvet saat 21.030’da Babylon’da. (0212) 334 01 00 26 EKİM CUMA SERGİ ● Abdurrahman Öztoprak’ın sergisi 1 Aralık’a kadar Elgiz Müzesi’nde. (0212) 232 49 02 KONSER ● Nina Kraviz & Nikola Gala saat 23.55’te Babylon’da. (0212) 334 01 00 27 EKİM CUMARTESİ SERGİ ● Seydi Murat Koç’un sergisi 2 Kasım’a kadar Çağla Cabaoğlu Gallery’de. (0212) 231 37 91 ● Özdemir Altan’ın sergisi 4 Kasım’a kadar 44A Sanat Galerisi’nde. (0212) 233 33 80

KONSER ● Feridun Düzağaç saat 21.00’de Jolly Joker’de. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Sarı Ay” saat 20.00’de DOT’ta. (0216) 556 98 00 28 EKİM PAZAR SERGİ ● Nejat Satı’nın sergisi 18 Kasım’a kadar Pi Artworks’te. (0212) 293 71 03 29 EKİM PAZARTESİ SERGİ ● Bedri Karayağmurlar’ın sergisi Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı’nda. (0232) 422 65 32 TİYATRO ● ”Seni Yenicem İstanbul” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 30 EKİM SALI SERGİ ● Serkan Şen’in sergisi 30 Ekim’e kadar Teşvikiye Sanat Galerisi’ndeç (0212) 241 65 35 ● Dmitry Sokolenko 20 Kasım’a kadar Get Me Art Gallery’de. (0212) 268 82 17 31 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● Julian Botella Ucas’ın sergisi 18 Kasım’a kadar Pi Artworks’te. (2012) 245 40 87 TİYATRO ● ”Antonius ile Kleopatra” saat 20.00’de Sevgi Gönül Kültür Merkezi’nde. (0212) 284 63 63

Oyunda, Haluk Bilginer Antonius, Zerrin Tekindor Kleopatra rolünde.

“Antonius ile Kleopatra”, haziran ayında düzenlenen Londra'daki Shakespeare Festivali'nde sahnelendi. 125

Milliyet SANAT Ekim 2012


D Ü N YA D A N S A N A T

SAN FRANSISCO

VENEDİK

Satriani, Vai ve Morse.

BUENORS AIRES

Sherman, işlerinde model olarak kendisini kullanmasıyla ünlü.

SERGİ Günümüz sanatsal fotoğrafçılığının önemli isimlerinden Cindy Sherman’ın San Fransisco Modern Sanatlar Müzesi’nde açtığı yeni sergisi sanatçının, kimlik ve temsil sorunsalları üzerine provokatif fikirler ürettiği son dönem çalışmalarından oluşuyor. Model olarak kendini kullanmasıyla meşhur olan Sherman, kompozisyonlarını oluştururken sinemadan, TV’ye, dergilerden, sanat tarihine uzanan bir alandan yararlanıyor. Sergi 18 Kasım’a kadar açık. www.sfmoma.org

KONSER Rock müziğinin efsanevi gitaristlerinden Joe Satriani, Steve Vai ve Steve Morse, dünya turnesi kapsamında Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te sahne alıyorlar. Tam bir elektronik gitar düellosu şeklinde geçen konser 14 Ekim’de GEBA’da izlenebilir. www.eventful.com

Milliyet SANAT Ekim 2012

SERGİ Fatih Sultan Mehmet’in ressamı olarak tanıdığımız Giovanni Bellini’nin çırağı olan Tiziano Vecellio, 16. YY. Venedik resim ekolünün en önemli ustalarından biri olarak kabul ediliyor. Venedik Accademia Galerisi’ndeki sergide Tiziano’nun ilk başyapıtı olarak kabul edilen “Mısır’a Uçuş” sergileniyor. 2 Aralık’a kadar süren sergi için St Petersburg’daki ünlü Hermitage Müzesi tarafından özel olarak anavatanına yollanan yapıt, manzara resminde çığır açıcı bir resim olarak tanımlanıyor. www.gallerieaccademia.org

TİYATRO NEW YORK Edward Albee’nin modern klasikler arasına girmiş yapıtı “Who’s Afraid of Virginia Woolf”, tarihin en uyumsuz çiftlerinden George ile Martha’ya misafir olan genç çift Honey ile Nick’in yer yer kara mizaha varan misafirliğini anlatıyor. Pam MacKinnon tarafından sahneye konan oyunda Tracy Letts, Amy Morton, Carrie Coon, Madison Dirks rol alıyorlar. Oyun 1-29 Ekim tarihleri arasında Booth Theatre’da. “Who’s Afraid of Virginia Woolf”tan... www.broadway.com

MONTREAL

Jack White

Tiziano’nun “Mısır’a Uçuş” adlı eseri.

KONSER The White Stripes grubuyla yaptığı beklenmedik çıkışla rock&roll dünyasının altını üstüne getiren Jack White geçtiğimiz aylarda ilk solo albümü “Blunderbuss”ı yayınladı. Müzik otoritelerince günümüzün en önemli rock sanatçısı olarak kabul edilen White solo albümünün turnesi kapsamında 2 Ekim’de Olympia’da sahne alacak. www.eventful.com

126

TİYATRO PARİS Fransa devlet tiyatrosu olarak nitelendirebileceğimiz Comédie-Française, bu sezon perdelerini tiyatro dünyasının klasiklerinden “Antigone” ile açıyor. Sophokles’in trajedisini yeniden yorumlayarak tek perdelik bir oyun olarak kaleme alan Jean Anouilh’in yapıtını Marc Paquien sahneye koyuyor. Oyuncu kadrosunda ise Bruno Raffaelli, Françoise Gillard, Nâzim Boudjenah, Marion Malenfant yer alıyorlar. Oyun 24 Ekim’e kadar izlenebilir. “Antigone” www.comedie-francaise.fr


PROUST ANKETİ

SYDNEY

Mevlüt Akyıldız “Vinyetler” sergisi 23 Ekim’e kadar Hobi Sanat Galerisi’nde görülebilecek Mevlüt Akyıldız, Proust Anketi’nin bu ayki konuğu...

● Sevdiğiniz karakteristik

Maroon 5, 13 Ekim’de Sydney’de.

KONSER Adam Levine, James Valentine, Jesse Carmichael, Mickey Madden ve Matt Flynn’den oluşan Grammy ödüllü Amerikalı rock müzik grubu Maroon 5, 2012 yılında yayınladıkları üçüncü albümleri “Overexposed” ile dünya çapında şöhrete ulaştılar. “Move Like Jagger” şarkılarının Victoria’s Secret defilesinde kullanılmasıyla popülerliği zirve yapan grup, 13 Ekim’de Sydney Entertainment Centre’da hayranlarıyla buluşuyor. www.eventful.com

DOHA

İrfan Önürmen’in sergisinden...

SERGİ Günümüz Türk resminin önemli isimlerinden biri olan İrfan Önürmen’in Ortadoğu’daki istikrarsızlığı ele aldığı, tül katmanları üzerine boya tekniğiyle yaptığı çalışmalardan oluşan “Kaos” isimli sergisi, 27 Ekim’e kadar Doha’daki Katara Kültür Köyü’nde izlenebilecek. Sanatçı, soyut biçimlerin, gazete ve televizyonlardan alınmış görsellerin ve İslami süsleme sanatlarından motiflerin birbirine geçtiği kat kat tüller ve boyadan oluşan tablolarında, bölgesel şiddet ve iktidar olgusuna göndermeler yapıyor. http://www.katara.net

özelliğiniz nedir? Sanırım yaşama ironik bakışım. ● Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Samimi, dürüst ve eğlenceli olması. ● Bir erkekte aradığınız en önemli özellik? Kendisi ile barışık, onurlu ve ilkeli olması. ● Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Başkalarını kendim gibi zannediyor olmam. ● Mutlu olmak için ne yaparsınız? Mutluluk içsel birşeydir, haydi mutlu olayım diye bir şey yapmakla mutlu olunamaz ki... ● Sizi en çok ne mutsuz eder? Çevremde mutsuz insanlar bulunması. ● Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? İspanya, İtalya veya Thasos adası. ● Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? La Fontaine, Montaigne, Aziz Nesin ve elbette Nâzım... ● Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? Kahramanım Nasreddin hoca. ● Gerçek hayatta sevdiğiniz ‘kahramanlar’ kimler? ‘Kahraman’ dediğimiz insanlar kendisini adayan ve feda eden insanlardır. Oysa bugünkü gerçek hayatta böyle birisini ya da birilerini göremiyorum.. ● En nefret ettiğiniz şeyler neler? Kurnazlık ve iki yüzlülük, sanırım bir de b.kuna cila vermek diyebilirim. ● Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? Gerçekten isterdim ve yapacağım ilk şey de yaşamdaki tüm adaletsizlikleri ortadan kaldırmak olurdu. ● Nasıl ölmek isterdiniz? Akşam yatağımda uyurken. ● Sevdiğiniz bir söz var mı?

127

“Doğru duvar yıkılmaz, eğri duvar yıkılır” ve “El atına binen, çabuk iner”... ● Sevdiğiniz müzisyenler kimler? Elenie Karaindrou, V.Saleas, Yasmin Levy, Erkan Oğur... ● Sizin için en değerli şey nedir? Eşim ve kızım. ● Yaptığınız en büyük savurganlık? Televizyon başında vakit geçirmek. ● Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Yunan adaları, Kolombiya, Peru yani Güney Amerika Ülkeleri. ● Hangi durumlarda yalan söylersiniz? ‘Yalan’ yaşamın tadı tuzu derler ama galiba ben yaşamın tadından ve tuzundan uzak yaşıyorum. ● En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? “Her şeyin bir sonu vardır,” ve “Sanırım”... ● En büyük pişmanlığınız nedir? Sanırım öyle içimi yakan büyük bir pişmanlığım yok. ● Eğer ölseydiniz ve bir insan ya da bir nesne olarak geri dönseydiniz ne/kim olurdunuz? Bir arı olarak geri gelmek isterdim. ● Şu anki ruh haliniz nedir? Ülkem adına, çok endişeli. ● Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Resim tutkusu. ● Kendinizde onaylamadığınız davranışlarınız neler? Çok fazla konuştuğumu söylüyor yakın çevrem... Demek ki çok konuşuyorum... ● En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Geçen yıl Dublin’de yapmış olduğum sergide. ● Kendinizde bir şeyleri değiştirebilseydiniz bunlar neler olurdu? Her şeyi çok fazla ciddiye almamayı çok isterdim. MS

Milliyet SANAT Ekim 2012


BULMACA İLKER MUMCUOĞLU

mumcuogluilker@gmail.com

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10 11 12 13 14 15

1

SOLDAN SAĞA 1. Başrolünde Mehmet Ali Nuroğlı ve İpek Değer’in oynadıkları, Ela Alyamaç’ın filmi - Sinekli Bakkal yazarının soyadı. 2. Alan Parker’ın bir filmi - “... makinalı tüfekler hofçimis marka” (Cem Karaca) - Boru sesi. 3. “Külliyen ...” (Arif Dama’ın toplu şiir yapıtı) - “... Mucizesi” (Vittorio de Sica’nın bir filmi) - Gideceksin ...ların çalkantısında” (Orhan Veli). 4. Kır yaşantısını anlatan kısa şiir - Darren Aronofsky’nin, 1998 tarihli filmi - Japon pirinç tanrısı. 5. Kitap kılıfı - Yeğin, şiddetli - “... West” (1930’ların seks simgesi olan aktris). 6. Genişlik - “Rain ...” (otizm konulu film) - 1980’de, ABD’de kurulan alternatif bir rock grubu - “Korhan ...” (tiyatrocu ve sunucu). 7. “... Götürdüğü Yere Git” (Susanna Tamaro’nun bir romanı) - Değerli madenlerin saflık derecesi. 8. Sakaların bir destanı - “... Parsons” (geçtiğimiz ay İstanbul’a gelen müzisyen) - “... dağ rüzgarı / yaşıtımdı hep yirmi yaşında kaldı” (Kızılırmak). 9. Adnan Özyalçıner’in bir öykü kitabı - “... Şarkılar” (Yaşar Miraç’ın bir şiir kitabı) - Hud Peygamber’i dinlemedikleri için Tanrı tarafından yok edilen kavim. 10. “Martin ...” (Jack London’ın bir romanı) - “... Pacino” (aktör) - “Nezihe ...” (yazar) - Bir cetvel türü. 11. “Refik Ahmet ...” (İstanbul Nasıl Eğleniyordu adlı kitabı da olan yazar) - Aktinyumun simgesi - Kar romanındaki temel tip. 12. “İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar / Düşsün suya yer yer ... eski zamanlar” (Behçet Kemal Çağlar) - “Saim ...” (kemancı ve orkestra şefi) - Asaf Halet Çelebi’nin bir şiir kitabı. 13. “... Corbusier” (ünlü mimar) - Madam Bovary’nın önadı - “... Özkul” (aktör). 14. Ömer Seyfettin’in bir öyküsü Gerçeklik. 15. Rachid Taha’nın söylediği bir şarkı - Tayfur Pirselimoğlu’nun filmi - Tek, eşi olmayan.

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Enis Batur’un bir şiir yapıtı - “Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile / Avunmak istemeyiz öyle bir ...yle” (Y. K. Beyatlı). 2. Ömer Uğur’un yönettiği bir film - “Cansu ...” (aktris). 3. Tartım, dizem John Le Carre’ın bir romanı - Bir nota.

Milliyet SANAT Ekim 2012

2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15

4. “... Kuyruğu” (Aziz Nesin’in bir yapıtı) - Parça, kısım - BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü. 5. Eksiksiz - Bir cins av köpeği - Nikelin simgesi - Bir nota. 6. Alfred Hitchcock’un bir filmi - Enis Batur’un bir şiir kitabı - “... Grey” (Anne Bronte’nin romanı). 7. Necati Cumalı’nın bir romanı - “Pertev ... Boratav” (halkbilimcisi, halk edebiyatı ve folklor araştırmacısı) - Yılan. 8. “... Thurman” (Kill Bill’de de oynayan aktris) - Huzur Mikroskop camı. 9. Apansız - Bir nota Ödünç, borç. 10. Yaratıcısının adı bilinmeyen yapıt - “Yaşar ...” (“Ben bir küçücük sevdalı kuştum / Aklım ermedi ellere uçtum / Yaban ellere uçtum / Ben bir küçücük ak tomurcuktum / Aklım ermedi kış günü açtım / Kara yellere açtım” diyen şair) - İkinci Yeni’ni Keşişi’ni simgeleyen harfler. 11. Bir bağlaç - Ali Özgentürk’ün bir filmi - Bir haber ajansı Merhamet. 12. “... Esen” (aktris) - Köy oyunlarını yöneten kimse - “Roksan ...” (Tunç Başaran’ın, Vesaire Vesaire filminde oynayan aktris). 13. Sarhoş Ge-

128

mi’nin şairi - “Anais ...” (erotik yapıtlarıyla tanınan kadın yazar). 14. “Yılkı ...” (Abbas Sayar’ın bir romanı) - İsviçre’de bir ırmak - Fransız Polinezyası’ndaki en büyük ada. 15. “Yetenekli Bay ...” (Anthony Minghella’nın filmi) - “Ang ...” (sinema yönetmeni) - Amaç. MS

GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1

2

3

4

5

6

7

8

9

10 11 12 13 14 15

1

A

Z

K

A

B

A

N

T

U

T

S

A

2

N

İ

L

G

Ü

N

Ü

N

S

A

L

3

İ

K

U

S

A

E

L

E

4

T

İ

M

T

H

Y

A

L

O

5

T

R

T

A

S

N

İ

E

M

A

R

O

A

R

İ

R

A

Y

D

A

O D

U

6

A

7

N

A

R

8

I

R

A

M

E

V

A

E

L

E

N

E

N

K

O

B

A

L

A

P

A

K

T

A

9

N

10

L

11

A

Y

12

N

A

13

E

L

İ

14

T

A

K

T

15

İ

N

A

L

L

F

İ

S

İ

S

M

A

N

A

N

T

İ

R

N

A

İ

L

R

A

S

A

A

N

A

D

İ

R

O

S

S

C

N

E

P

A

N

Y

O

A

H

M

A N

A A

E

M

T

S

L

A

E

S

S

Y

O

A

N

I S

O

S

A

Ğ

R

U N

O

C

H

Y

A

A

N

A

A

K

N

Ş





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.