Umman Dergisi 5. Sayı

Page 1



ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ YAYIN VE İLETİŞİM KULÜBÜ YAYIN ORGANIDIR. Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi adına sahibi Kadir GEZER Okul Müdürü

Genel Yayın Yönetmeni Necati KARADAĞ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Yayın Kurulu Hüsna BAKA Feyza GÜRSOY Kevser TÜRKYILMAZ Ömer Faruk ÖZCAN Danışma Kurulu Ali ÇİNİCİ

editörden... Bilindiği gibi içinde bulunduğumuz 2010 yılı Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Kur’ân-ı Kerim’in nüzûlünün 1400. yılı münasebetiyle “Kur’ân ve Vahiy Yılı” olarak ilan edildi. Bu sayımızda dergimizin kapağında bir fotoğraf göreceksiniz; Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU elinde tuttuğu Umman dergisini okuyor. Evet bu sayımızda Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali BARDAKOĞLU’nu misafir ediyoruz dergimizin sayfalarında. 2010 yılı Kur’ân Yılı ve bu sene okulumuz Adapazarı Anadolu İmam-Hatip

Türk Dili ve Edb. Uzman Öğretmeni

Lisesi, Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün her

Cemâl TEMİZCE

yıl düzenlediği Kur’ân-ı Kerim okuma yarışmasının Türkiye finaline

Türk Dili ve Edb. Uzman Öğretmeni

ev sahipliği yapacak. Dikkatlerin Kur’ân-ı Kerim ve taşıdığı ilahi me-

Arif KÖSE

Meslek Dersleri Öğretmeni

Yazışma Adresi Umman Dergisi Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi Adapazarı / SAKARYA Telefon : 0264 274 34 60 Faks : 0264 277 37 62 İnternet : www.adapazariihl.com e-posta : ummandergisi@mynet.com

saja yoğunlaştığı böyle bir dönemde “Bütün yönleriyle Kur’ân-ı Kerim ve Vahiy” olarak belirlediğimiz dosya konumuzun içerdiği söyleşiler, kompozisyonlar, denemeler, anketler ve şiirlerle daha fazla ilginizi çekeceğini umuyoruz. Dosya konumuz dışında görmeye alıştığınız yazılar yine sizleri bekliyor olacak. Sakarya’da yaşayan edebiyatçı Recep Şükrü GÜNGÖR ile son çıkan hikâye kitabı Kayıp Ruhlar Kıraathanesi üzerine bir söyleşi, geçtiğimiz dönemin en çok izlenen ve en çok konuşulan filmi Avatar hakkında bir eleştiri yazısı, geçtiğimiz günlerde okulumuz Gezi-İnceleme Kulübü’nün organize ettiği Konya Gezisi hakkında ilgi çekici iki gezi yazısı, bu sene düzenlenen şiir, hikâye ve kompozisyon

Türü Yerel Süreli Yayın Yayın Tarihi Mayıs 2010

yarışmalarında okulumuzu başarıyla temsil eden eserler… Özetle

Tasarım ve Baskı SAKARYA GELİŞİM OFSET LTD. ŞTİ. 0264 273 52 53 Adapazarı www.sakaryagelisim.com

şekkürlerimizi sunuyor; yepyeni sayılarda buluşmak, görüşmek dile-

Bu dergi Şubat 2005 tarih ve 2569 sayılı Tebliğler Dergisi ortaöğretim kurumları sosyal etkinlikler yönetmeliğinin 24. maddesi doğrultusunda hazırlanmıştır.

Umman yine size İmam-Hatip Umman’ından olanca gücüyle seslenmeye devam ediyor. Lütfen siz de sesimize ses vermeye devam edin. Dergimize katkıda bulunan tüm kardeşlerimize en içten teğiyle sizi Umman’ınızla baş başa bırakıyoruz…

Necati KARADAĞ Editör


İÇİNDEKİLER Dosya

Bütün Yönlriyle Kuran-ı Kerim ve Vahy sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

06 Röportaj 12 Yerin Kulağı ve Göğün Fısıltısı 18 Edebiyatımızda Kur’an ... 23 Şiir 26 Kur'ân-ı Kerim Hakkında Bilgiler 29 Kur'ân-ı Kerim İle İnşâ Olmak 30 Anket 33 Bir Dost 35 Şiir 38 Filistinli Masum Çocuğa 43 Film Eleştirisi 44 Şiir 52 Haber Ummanı Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali BARDAKOĞLU

Abdülselam GÜNGÖRMEZ

Ali ÇİNİCİ

Duman

Abdülkadir AVCI

Afranur YILMAZ

Susacak mısın

Kevser TÜRKYILMAZ

AVATAR

Kim ?


değerli öğrenciler,

Kadir GEZER Okul Müdürü

Âlemlere rahmet, müjdeci ve rehber olarak gönderilen sevgili peygamberimize mukaddes kitap, hidayet kaynağı, Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin Hira mağarasında M.610 yılında inmeye başlamasının 1400. yılında saygıdeğer umman dostları olarak sizlerle buluşmanın mutluluğu ve onuru ile hepinizi hürmet ve saygılarımla selamlıyorum. 2010 yılının Kur’an yılı olarak ilan edildiği bugünlerde bizler de dergimizin Kur’an ve Vahiy başlığıyla bu etkinliğe özel bir gündemle katkıda bulunmasını istedik.Umarım bu sayımız tüm sevenlerimiz için hayırlara vesile olur. Muhterem dostlar, Kur’ân-ı Kerim kendisini “İnsana en doğru yolu gösteren ve hakikat bilgisini öğreten” bir kitap olarak tanıtır. Kur’an’da “Allah’ın insana öğretmesinden” ve ona yol gösterilmesinden söz edilir. Demek ki Kur’an; insanların her çağda ihtiyaç duyacakları ve doğruyu öğrenmek için kendisine başvurmaları gereken eşsiz bir kitaptır. İnsan Kur’an’ı öğreninirse Kur’an ona nerede, ne zaman ve nasıl davranacağının eğitimini verir. Kur’an'ın doğruluk ve değer ölçülerine uygun davranan kişi de iyi ve kâmil bir insan olur. Çünkü Kur’an; yüce Allahı’ın bütün insanlara sunduğu evrensel bir mesajdır. Müslümanların ruhu ve hayat kaynağı olmakla birlikte tüm insanlığın kurtarıcısıdır. Huzurun, mutluluğun, birlik ve beraberliğin, kardeşliğin, sevginin, hoşgörünün icapları yerine getirilirse tek kurtuluş reçetesi ve tertemiz pırıl pırıl hayat iksiri olur. Yeter ki insanlar bu kaynağa müracaat edip doya doya ondan içsinler. İşte bundan dolayıdır ki 15 asırdan bu yana insanlığın ilgi odağı olmuş, en çok okunan, ezberlenen ve emirleri uygulanan tek ve yegâne kitap olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’in yaşayan canlı örneği de M.610 yılında Hira mağarasında başlayan vahiy zinciri ile Hz.Peygamber (S.A.S) olmuştur. Hadis-i Şerif’lerde de belirtildiği gibi, onun ahlâkı, yaşantısı, tavsiyeleri ve örnekleri Kur’an ahlâkı olarak ilan edilmiştir. Beşer sıfatıyla Kur’an’ın insan hayatında nasıl diri tutulabileceğini, bu canlılığın hem bireysel ve hem de toplum genelinde nasıl güzellikler kazandıra3

umman


cağını bizzat yaşayarak göstermiştir. Bundan dolayıdır ki cahiliyye toplumundan altın bir neslin çıkmasına neden olmuştur. İşte bunun için Kur’an’ı çok iyi anlamalı, mesajlarını çok iyi okumalı ve uygulamalıyız. İlâhi kitabın gerçeği ile bize verilen kulluk görevini hiç aksatmadan yerine getirmeliyiz. Çünkü Kur’an; insanın Allah’ın kulluk sınavından geçirilmek üzere yaratıldığını ifade etmektedir. Kulluğu tarif edersek, en geniş anlamıyla; ona şirksiz imânı, ihlaslı ibâdeti, hilesiz ve lekesiz ameli, hayata doğru, aktif ve olumlu bir biçimde katılıp faydalı, meşru ve güzel işler yapmak olarak tarif edebiliriz. Allah’a kulluk sınavının verileceği yer ise dünya hayatıdır. Bu hayat ise sürekli değil, süreli olduğundan insanın kendisine takdir edilen ömrü en güzel, en doğru ve yaratılış gayesine uygun olarak geçirilmesi olmazsa olmaz hedeflerinden olmalıdır. Zira dünya her geçen günle arkamızda kalmakta, önümüzde ise âhiret bulunmaktadır. Bu dünyada amelin var, hesabın olmadığı, ahirette ise amelin yok, hesabın olduğu gerçeğini hiç ama hiç unutmamalıyız. O halde insanın vazifesinin Allah’a layık kul olma mükellefiyetini yerine getirmek olduğu gerçeğinden hareketle, Kur’an’ın rehberliğini ve Hz. Peygamber'in örnekliğini izleyerek, nitelikli insan, kâmil mümin ve firesiz müslüman olma idealinden asla vazgeçmemeliyiz. Hedefimiz daima Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Bütün bunların Kur’an ve sünnetin hayatımızda hak ettiği yeri ve değeri almasıyla gerçekleşebileceğini daima canlı ve diri tutmalıyız. Sizlere ifade etmeye çalıştığım, belki de tam ifade edemediğim bu gerçeklerin en geniş detaylarının, farklı bakışlarını dergimizin ilerleyen sayfalarında doya doya bulacağınızı müjdelerken, bir teşekkür ve bir davetimi sizlere yapmak istiyorum. Kur’an yılında, vahyin 1400. yılında bizlere çok önemli bir görev veren, Sakarya’mızda ilk defa gerçekleşecek olan, İmam- Hatip Liseleri arası Kur’ân-ı Kerimi güzel okuma Türkiye Finali organizasyonu güveni için sayın Din Öğretimi Genel Müdürümüz Prof.Dr.İrfan AYCAN Bey’e çok teşekkür ediyorum. Dergimizin kapağında da gördüğümüz gibi bizlere zaman ayırarak randevu talebimizi kabul eden ve güzel mesajları ile dergimizi onurlandıran Sayın Diyanet İşleri Başkanımız Prof.Dr. Ali BARDAKOĞLU hocamıza kurumum adına teşekkürü bir borç biliyorum. Sakarya halkımız başta olmak üzere tüm dostları, Kur’an yılında Kur’an bülbüllerini dinlemek üzere 6 Haziran 2010 tarihinde Sakarya Üniversitesi Kongre Merkezi’ne davet ediyorum. İnanıyorum ki bu mânevi ziyafet, bizi başka iklimlere taşıyacak, gönüllerimize huzur verecek, kulaklarımızı cilâlayacak, bizim yeniden Kur’an’a dönüşümüze, onda dirilmemize vesile olacaktır. Hepinize bu güzel duygularla veda ederken dergimizin bundan sonraki sayılarında farklı konular, farklı başlıklar ve daha güzel etkinliklerle sizlere yakışır en güzel çalışmalarda buluşmak üzere en derin saygılarımı ve hürmetlerimi sunuyorum. Kur’an’ın birleştirici, sevgi dolu, kardeşlik mesajlarının, hoş görü anlayışının bizleri kuşatması dileğiyle sizleri Allah'a emanet ediyorum.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

4


iklîl-i ümmet

Ebu Cehillerin kol gezdiği bir gece; Göğü alçakta sananların, Yere göğe sığdıramadıkları helvâlar; Hem de uğruna can verilen, Kan dökülen, o mukaddes evde. Bekliyorduk Ey Nebi! Sükût içinde seni. Biliyorduk geleceğini, Çünkü aksi; çekilmez bir çile. Ve bulutlar aralandı birden. Bir ışık ilişti gözlere, Göklerden Efsunla süzülen. Güneşin cürmü yetmezdi buna. Ya yıldızlar? Hepsinin bağı çözülmüş olamazdı Aynı anda. Kamer şaşkın Haberi olsa da gelenden. Umulmadık bir nurdu bu derinden. Şark ve garp aydınlanmıştı birden. Kâinat düşünceye daldı. O gece, O kadar hadise, Tesadüf olamazdı...

5

Büşra AYAZ

Bir yıldız doğdu önce; Yahudileri bir paniktir ki sardı. Medayin'de bir Kisra; Onu da yeller aldı. İbrahim'den miras Beyt'ül Cedîde'de; Putlar yıkıldı baş aşağı. Ve bin yıldır için için yanan O kocamış ateş, Yerini; tevhid meş'alesine bıraktı. İşte tüm bunlar İklîl-i Ümmet'in Zuhurunu haber veriyordu... Ne de çabuk geçti sonra zaman. Sözlerin mayalandı yüreklerimizde. Bir heyecan, bir çırpınış sarardı içimizi; Her seni gördüğümüzde. İlkbahardı sen gönlümüze Cemre gibi düştüğünde. Nûr-u Dilâra'ydın sen. Dilinde tekbir vardı. Ve gidişin; Acı, Doyulmayandan mecburi vazgeçiş, Kalplerin nişânesine vedâ. Ve sonra Yetimler Padişah'ının, son çağrısına Kesildi kulaklar. Ve bir sonbaharda uğurlandı sonsuzluğa...

umman


Diyanet İşleri Başkanı

Röportaj

Prof. Ali BARDAKOĞLU İtiraf edeyim ki; Umman Dergisi’nin beşinci sayısı için dosya konusu olarak Kur’ân-ı Kerîm’i teklif ettiğimde 2010 yılının vahyin nüzûlünün 1400. yıldönümü olduğunu bilmiyordum, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu münasebetle 2010 yılını “Kur’an Yılı” ilan ettiğini de. Ayrıca dergi yazı kurulu toplantılarında röportaj için isimler düşünürken kimse “Ali BARDAKOĞLU ismine ne dersiniz?” diye de sormamıştı. Bu yüzden Nisan başlarında bir gün Necati Hoca “Büyük ihtimalle Diyanet İşleri Başkanı’yla röportaj yapacağız, hazırlanın” dediğinde “Ciddi misiniz? Bu süper olur!” diyebilmiştim ancak. Bir hafta geçmeden “Bugün telefon bekleniyor, bir aksilik olmazsa yarın Ankara’ya gidiyoruz. Sorularınız hazır mı?” dediğinde ne kadar şaşırdığımızı tahmin edersiniz artık! “Ne! Bu kadar çabuk mu?” Ertesi gün Ankara yolunda randevunun şaşırtıcı ayrıntılarını öğreniyorduk; randevu için Diyanet personelinden başka bir isme ulaşmaya çalışırlarken Kadir Hoca’nın aklına Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan, İzmit İmam -Hatip Lisesi’nden eski bir arkadaşının gelmesi ve şu an Diyanet İşleri Başkanı’nın Özel Kalem Müdürü olan bu beyefendinin randevu sürecini ciddi ölçüde hızlandırdığını…

Ankara’da bizi sıcak ve misafirperver bir karşılama bekliyordu. Ekranda hep ciddi ve ağırbaşlı görünümüyle karşımıza çıkan Sayın Ali BARDAKOĞLU’nun ne kadar mütevazi ve babacan biri olduğunu görmek bizi çok mutlu etti. Laf arasında bize “cimcimelerim” diye hitap etmesi herkesi gülümsetti. Ayrılmadan önce bize bir isteğimiz olup olmadığı sorulduğunda Feyza’yla cevabımız çoktan belliydi: “Eğer mümkünse vav istiyoruz.” Telefonlar edildi, çekmeceler karıştırıldı ve Kur’an ve Vahiy Yılı hatırasına hazırlanmış iki adet vav biçimli broş bize takdim edildi. Bu sayede Necati Hoca’nın da vav biçimli bir rozeti oldu. Arabamız dönüş yoluna koyulduğunda, Necati Hoca’nın yakasındaki vav, Ankara güneşinin metalik yansımalarını etrafa saçmaya başlamıştı bile… UMMAN : 2010 yılının vahyin nüzûlünün 1400. yıldönümü olması münasebetiyle Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “Kur’an-ı Kerim” yılı ilan edildiğini biliyoruz. Bu konu hakkında bilgi verir misiniz? Ali BARDAKOĞLU: Öncelikle sizlere hoş geldiniz diyerek sözlerime başlamak istiyorum. Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi’nin çıkarmış olduğu bu güzel ve anlamlı dergide Diyanet İşleri Başkanı olarak bize söz hakkı vererek bizleri genç kardeşlerimizle buluşturmanız dolayısıyla memnuniyetimi ifade etmek istiyorum. Bu imkân vesilesiyle sizlere teşekkür ederim. Diyanet İşleri Başkanlığı, dinimizin temel kaynağı Kur'an-ı Kerim'in, Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e vahyedilmeye başlanmasının 1400. yılı münasebetiyle 2010 yılını ‘Kur’an Yılı’ ilan etmiştir. Başkanlık, bu çerçevede bir dizi etkinlikler düzenlemiş ve bu etkinliklerle toplumu Kur’ân-ı Kerim ve Hazreti Peygamber konusunda daha etkili bir şekilde aydınlatmayı planlamıştır. Bilgi ve ahlâk eksenli din hizmetini şiâr edinen Başkanlığımız, 2010 Kur’an Yılı etkinlikleri vesilesiyle milletimizin inancına, kültür ve medeniyetine kaynaklık eden Kur’an-ı Kerim’in insanlığa sunduğu rahmet yüklü mesajlarını, bütün toplum kesimleriyle paylaşmak ve getirdiği değerlerin anlaşılması ve yaşanması için üst düzeyde bir bilinçlilik hâli meydana getirmek düşüncesindedir. Bu kapsamda Başkanlığımız, insanımızın Kur’an’la, Hz. Peygamber’in sünnetiyle daha sıklıkla buluşabilmesi adına bir adım atmış ve insanlarımızın Kur’an’la daha fazla meşgul olmalarını amaç edinmiştir. UMMAN : Kur’an-ı Kerim yılı münasebetiyle planlanan ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

etkinlikler nelerdir? Ali BARDAKOĞLU: Başkanlığımızca Kur’an’ın nüzûlünün 1400. yılı vesilesiyle bu yıl içinde bir takım etkinlikler planlanmıştır. Bu çerçevede şunları sıralayabiliriz: Sempozyumlar, açık oturumlar, paneller, çalıştaylar, ilmi toplantılar, konferanslar, Kur’an tilaveti programları, yurt dışında “Kur’an Sadâsı” programları, mukabele günleri, Kur’an temalı bir seri kitap yayınlanması, TRT ve diğer kanallarda yayınlanmak üzere hazırlanacak “Kur’an Saati” programları, cep tefsirleri, ülkemizin yetiştirdiği ünlü kârîlerin tilavetlerinden oluşan Kur’an kayıtlarının yayınlanması, Diyanet İlmi Dergisi Kur’an özel sayısının yayınlanması, özel baskı Kur’an-ı Kerim yayınlanması, ülkemizin yetiştirdiği yaşayan hattatlarımıza Kur’an-ı Kerim yazdırılması, yarışmalar, belgeseller, alan araştırmaları, sinevizyonlar, Kur’an-ı Kerim dağıtımı, radyo ve tv reklamları ve Kur’an Araştırmaları Merkezinin kurulması vb. UMMAN : Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu etkinliklerle hedeflediği nedir? Ali BARDAKOĞLU: Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an’ın nüzûlünün 1400. yılı münasebetiyle biraz önce saymış olduğum söz konusu etkinliklerle, Kuran-ı Kerim’in çağlar üstü rahmet yüklü evrensel mesajını olabildiğince geniş kitlelere ulaştırmayı, onu okuma, anlama, inanç ve amellerimize hakkıyla yansıtabilme konusundaki çabaları desteklemeyi hedeflemektedir. Bu çerçevede Kur’ân-ı Kerim hakkındaki yanlış yargı ve abartılar karşısında; onun ruhuna uygun, Kur’an’ın hikmet dolu mânâ ufkunda rahmet ve bereketi yakalamaya çalışan yaklaşımların öne çıkmasını da son derece önemsemekteyiz. Şüphesiz, bu amaçla gerçekleştirilecek bütün faaliyetler, Diyanet İşleri Başkanlığımızın uhdesine verilen ‘toplumu din konusunda aydınlatma’ görevi doğrultusunda sunduğu din hizmetlerine ayrı bir ivme kazandıracak ve toplumda sevgi, dayanışma ve birliğe vesile olacaktır.

UMMAN : Kur’an-ı Kerim’i yaşamak nasıl olur? Kur’ân-ı Kerim ahlâkı, Kur’ân-ı Kerim ahlâkıyla ahlâklanmak ne demektir? Ali BARDAKOĞLU: Kur’ân-ı Kerim’i yaşamak, öncelikle O’nun mesajını doğru bir şekilde anlamayı gerektirir. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak her platformda İslam’ı doğru anlamanın yolunun Kur’an’ı ve Peygamber Efendimizin sahih Sünnetini anlamadan ve bu iki temel kaynağın bilgisini ahlâkî sorumluluk olarak hayatımıza yansıtmaktan geçtiğini ısrarla vurgulamaktayız. Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanmak da O’nun mesajını anlamak, hayatımıza tatbik etmek ve Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sas) örnekliğine uymakla olur. Çünkü hepimizin bildiği gibi “O’nun ahlâkı Kur’an’dı.”

6


Kur’ân-ı Kerim’i daha iyi anlamaya, bunun için de onun değerlerini yaşamaya, yaşatmaya ve bu çerçevede Kur’an ve bütün ahlâkî erdemleri şahsında toplayan Sevgili Peygamberimiz(sas)’in örnek hayatını ve ahlâkını da rehber edinmeye ihtiyacımız büyüktür. Çünkü ilâhî hitabı bizlerle buluşturan Rahmet Elçisi (sas), aynı zamanda o ilâhî kelâmı bize açıklamış ve onun hayat veren mesajını bizzat yaşayarak bizlere aktarmıştır. Dolayısıyla Enfâl Suresi 24. âyet-i kerimesinde ifade edildiği üzere, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (sas)’in insanlığın huzuru ve kalıcı mutluluğu için yaptığı çağrıyı günümüze taşıyarak hayatımıza yansıtmak, davranışlarımızı Kur’an’ın emirleri ve O (sas)’nun örnek ahlâkına ve tavsiyelerine göre şekillendirebilmek son derece önemlidir. Bunun için de, Kur’an’ı ve Sevgili Peygamberimizin hayatını okumamız, okuduğumuzu sorgulayarak ve düşünerek anlamamız, anladıklarımızı iyice hazmederek davranışlarımıza rehber edinmemiz gerekmektedir. Dürüstlüğü, emaneti korumayı, insan haklarına ve bunun önemli bir parçası olan kadın haklarına riayet etmeyi, yetim ve kimsesizlere kol kanat germeyi, ne sözle ne davranışla kimseyi incitmemeyi, iyilik yapmayı öğütleyen ve yaşayışıyla bunlara en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimiz, yetimin elinden tutmuş, kimsesizlerin kimsesi olmuş, hiç kimseyi incitmemiş, bütün varlığa şefkat nazarıyla bakmış, karşılaştığı onca çirkin iftiraya ve dayanılmaz ezâya rağmen kötülüğe kötülükle karşılık vermemiştir. Sahip olduğu ahlâkî erdemlerle, Rabbimizin “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” övgüsüne mazhar olan Sevgili Peygamberimiz, paylaşmayı, sevgi ve saygıyı, ötekini anlamayı ve ona yardım elini uzatmayı, müsamahayı, affı, rahmeti ve merhameti sadece tavsiye etmemiş, bunları aynı zamanda yaşadığı örnek hayatında hep uygulamıştır. Böylece Kur’an’ın bütün emirlerini bizzat uygulayarak göstermiştir. Böyle olduğu için de bizler Kur’an’ın emirlerine uymakla beraber bütün hayatımıza Sevgili Peygamberimizin bu örnek hayatını yansıtarak Kur’an ahlâkıyla ahlâklanabiliriz. UMMAN : Taha AKYOL’un CNN TÜRK kanalında yaptığı Eğrisi Doğrusu programında “Arapça sözlük alıp âyet tefsir etmek, baltayla saat tamir etmeye benzer.” şeklinde çarpıcı bir ifade sarf etmiştiniz. Buradan hareketle Kur’an-ı Kerim’i nasıl yorumlamalıyız, hatta yorumlamalı mıyız? Ali BARDAKOĞLU: Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek ve yo-

rumlamak, bilindiği gibi kolay bir mesele değildir. Kur’an’ın yorumu ve tefsiri, herkesin eline Arapça sözlük alarak yapabileceği basit bir şey değildir. Kur’an-ı Kerim’i açıklayıp tefsir etmek, başlı başına çok yönlü bilgi birikimini ve ihtisası, uzmanlaşmayı gerektirmektedir. Sözlük yoluyla Kur’an’dan belli bir derece istifade etmek mümkün olsa da, tefsir için gerekli olan ilimleri bir tarafa bırakıp, sadece sözlüğü kullanarak Kur’an âyetlerini izah etmek ve âyetlerden sonuç çıkarmak doğru olmaz. Bu nedenle Kur’an’la ilgili yorum yapabilmek için, lügatin (sözlük) yanında, âyetlerin iniş sebebini, sarf ve nahiv ilmini (dilbilgisi), belagat (edebi yön), kıraat (okuyuş biçimleri), akaid-kelâm, tefsir, hadis ve fıkıh usullerini, tarih ve siyer ilmini, hakikat-mecaz, muhkem-müteşabih vb. Kur’an’a ait ilimleri, âyetlerin siyak ve sibakını (öncesini ve sonrası-

7

nı/âyetlerin bütünlüğünü) ve âyetin indiği dönemin şartlarını bilmek, ayrıca âyetin Kur’an’daki diğer ilgili âyetlerle irtibatını kurmak ve Kuran’ı böyle bir arka plan, bütünlük ve bakış açısı ile anlamaya çalışmak gerekir. Kur’an’ı anlama konusunda gayret göstermek isteyen, ancak, yukarıda saydığım özelliklere sahip olmayan, daha doğrusu konunun uzmanı olmayan kişilerin yapacağı şey ise, muteber tefsir kaynaklarına müracaat etmektir. Sorunuzun ikinci kısmına gelince: Biliyorsunuz, dinimiz İslâm, kıyamete kadar bâkîdir, değişmez. Bu dinin değişmemesini sağlayan iki kaynak vardır. Kur’an ve Sünnet. Bu değişmez iki metin, Müslümanlığın ne olduğu hakkında açık seçik fikir verirler. İşte bundan dolayı bu iki metnin çerçevesini çizmiş olduğu din değişmez. Bununla birlikte hepimizin onayladığı gibi sosyal hayatta da değişim kaçınılmazdır. Sosyologların ifadesiyle “değişmeyen şey değişimin kendisidir.” Nitekim sosyal hayat değişiyor, aile hayatımız, şehir hayatı, ekonomik yapı, daha doğru bir ifadeyle insan hayatını ilgilendiren her alanda bir değişim yaşanıyor. Sözgelimi, ekonomik ilişkilerin de teknolojik gelişmeye bağlı olarak değiştiğini gözlemliyoruz. Tıp alanında da çok hızlı bir gelişme olduğu görülüyor. Bunların hepsi, doğrudan olmasa da, Müslümanlığın nasıl anlaşılması gerektiği hususunu bir şekilde etkilemektedir. İşte bu noktada bizler için bu gelişimlerle dinî hassasiyetlerimizin koruyarak muhatap olabilmemiz önem arzetmektedir. Bütün gelişmeler ve dönüşümlere rağmen bunlarla dini hassasiyetlerimizi koruyarak muhatap olunması, kendi dindarlığımızı yaşama ve bu dinin insanlık için getirmiş olduğu nimetlerden istifade etme noktasında, günümüzde yaşayan insanların dini sağlıklı bir şekilde anlamasına katkı sağlamak açısından Kur’an’ın hepimizin anlayacağı şekilde tefsir edilmesinin yararlı olacağında şüphe yoktur. Zaten hepimiz biliyoruz ki, İslâm dünyasında ilk dönemlerden itibaren Kur’an ve Sünnet’i yorumlama faaliyeti hiç eksik olmamıştır. Âlimlerin, bilginlerin kendi dönemlerinde yaşayan insanlar için dini daha iyi anlama ve yaşama gayreti olarak ortaya koydukları tefsir ve yorum faaliyetleri Kur’an’ın her dönemde rahmet ve şifa olması açısından da oldukça önemlidir. UMMAN : Kur’an-ı Kerim’i kutsallığını ön planda tutarak ele aldığımızda günlük yaşantımızdan tecrit edebiliyoruz. Günlük yaşantımıza dâhil ettiğimizde de kutsallığından tecrit etme tehlikesi ortaya çıkıyor. Bu dengeyi nasıl sağlayacağız, insanımızın Kur’an-ı Kerim’e yaklaşımı nasıl olmalı? Ali BARDAKOĞLU: Açıkçası bizim geleneğimizde Kur’an’a gösterilen saygıyı son derece önemsiyorum. Kur’an’ın evimizin başköşesinde yerini alması, gelinlerimizin çeyizlerinde en önemli unsur olması, ibadet niyetiyle olmasa dahi Kur’an’a abdestli dokunmaya gayret gösterilmesinin yanında tilavetinin dikkatle dinlenmesi, pek çoğumuzun Kur’an’ı hakkıyla tilavet etmek için üstün bir gayret göstermesi takdire şâyândır. Ancak, yüksek bir sadakat ve derin bir duyarlılıkla kendisine itibar ettiğimiz ve “sağlam bir melce’” olarak kendisine sığındığımız yüce Kitabımızın, günümüzde, bu ilgiye paralel bir duyarlılıkla anlaşılıp kavrandığından, inanç ve amellerimize hakkıyla yansıdığından söz etmek ne yazık ki zordur. Bu nedenle, Kur’ân-ı Kerim’le sadece duygu değil, bilgi ve amel yönüyle de irtibat kurmamız, inanç ve ahlâk değerlerimizin korunması, sağlıklı bir din anlayışının muhafaza edilerek geliştirilmesi ve dünya ve âhirette kalıcı mutluluğun yakalanması açısından hayatî bir önem arz etmektedir. Nitekim Kur’an’ın hikmet dolu mânâ ufkunda rahmet ve bereketi yakalamaya çalışmak, onu okumak, anlamak ve yaşamak, insanoğlunun dünya ve âhiret mutluluğu kazanmasının ve kurtuluşa ermesinin yegâne imkânıdır. Kur’an rahmettir, şifâdır, aydınlıktır ve bir hayat kitabıdır. Kur’an’ın insanlığa inmesi yetmez, bizim gönlümüze inmezse, bize hitap etmezse, davranışlarımızın rehberi olmazsa bir anlam ifade eder mi? Unutmamalıyız ki, Kur’an raflarda ya da kadife kılıflarda muhafaza edilmek için değil; hayatımıza ve gönlümüze inmesi için gönderilmiştir. UMMAN : Bir teknolojik buluş veya bilimsel gelişme olduğunda hemen bu gelişmelere işaret eden Kur’an-ı Kerim âyetlerinden bahseden yorumlara rastlıyoruz. Kur’ân-ı Kerim ve bilim ilişkisi hakkında neler söylenebilir? Ali BARDAKOĞLU: Kur’ân-ı Kerim, temelde bir din kitabıdır. Bize yaradılışı, varoluşun sırrını, ölümden sonraki hayatı, bütün bu varoluşun ne anlama geldiğini ve bizi anlatır. Dolayısıyla

umman


Kur’an bize varoluşun nihâî anlamını anlatan bir ilâhî hikmet kitabıdır. Bununla birlikte Kur’an, dağdan, sivrisinekten, hava basıncından, sayısız nimetlerden bahseder ve bu arada pek çok bilimsel gerçeğe de işaret eder. Bizden bunlara hikmet gözüyle bakmamızı ister. Bütün bunların Allah’ın bir nimeti olduğunu anlatır. Ancak dinin amacı, bizim sırf akılla, deneyle ve gözlemle bulacağımız bilgileri bize doğrudan vermek değildir. Din bize onun ötesini öğreterek ve vererek akılla elde edebileceğimiz bilgileri tamamlar. Bu itibarla, Kur’an’ı bir şifre ve sihir kitabı olarak görmek kadar, bir pozitif bilim kaynağı olarak görmek de doğru bir yaklaşım değildir. Dolayısıyla Kur’an’ı, bir fizik, kimya, biyoloji, tıp, hastalıklarla mücadele, zirai mücadele vb. kitabı gibi görmek doğru değildir. Allah insana akıl vermiştir ve insan aklıyla nice keşifler yapmaktadır. İnsanın aya çıkması, suyun kaynamasını öğrenmesi ya da hastalıkları tedavi etmesi için illâ Kur’an okuması değil; Allah’ın verdiği akıl nimetiyle pozitif bilimlerde ilerlemesi gerekir. Kur’an ise bütün bunları tamamlar. Bizim bu dünyada aklımızla, çabamızla elde edeceğimiz bilgilerin üzerine, bilemeyeceğimiz bilgileri ekleyerek daireyi bütünleştirir. Kur’an pozitif bilimlerle çelişmez. Çünkü bize aklı veren de, aklın keşfettiği bu kâinat düzenini yaratan da Yüce Rabbimizdir. Dolayısıyla kâinatı Yaratan’ın kâinata koyduğu hakikatler ve kurallarla, kâinatı Yaratan tarafından bir kâinat kitabı olarak gönderilen Kur’an’ın çelişmesi mümkün değildir. UMMAN : İmam-Hatip Liselerinde verilen Kur’an-ı Kerim eğitimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Ali BARDAKOĞLU: Her şeyden önce İmam-Hatip Liseleri millî eğitimimiz içerisinde köklü geçmişi olan ve Başkanlığımızın personel ihtiyacını karşılama noktasında bir anlamda ilk kademeyi oluşturan önemli orta öğretim kurumlarıdır. Temel eğitimin sekiz yıla çıkmasından sonra İmam-Hatip Liselerinin önemi bir kat daha artmış, Kur’an Kurslarına devam edemeyen, dolayısıyla yeteri ölçüde Kur’ân-ı Kerim eğitimi alamayan fakat İlahiyat fakültesi ve devamında da Başkanlığımızda görev almak isteyenlerin adeta can simidi olmuştur. Zira ister imam hatiplik mesleği olsun isterse din hizmetleri içerisinde her hangi bir meslek olsun, başarının ilk şartı Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden ve belirli sureleri de ezberden usûlüne uygun olarak doğru okumaktan geçer. Bütün bunları bir tarafa bırakalım, bizim Müslümanlar olarak da yüce kitabımız Kur’an’ı doğru okumak gibi bir görevimiz var. İmam-Hatip liselerindeki meslek derslerine baktığımızda Kur’ân-ı Kerim dersinin en yoğun ders ve her dönemde en az dört, hatta beş saat olduğunu görüyoruz. Bu da bize ders saatinin yeterli olduğunu gösteriyor. Zira Kur’ân-ı Kerim veya başka bir meslek dersi için her bir saat artırımı diğer ortak derslerin sayısının azalması anlamına gelir ki, bu durum da ayrı bir problem olarak karşımıza çıkar. Ders sayısı yeterli olmakla beraber (istisnai durumları bir kenara bırakacak olursak) genel mânâda dersin öneminin yeteri kadar kavranmaması durumunda bu derslerden alacağımız sonuçlar tatminkâr bir düzeyde olamayabilir. Dolayısıyla öğrencilerimizin bu dersin önemini bilerek, gerekliliğine inanıp ihtiyaç hissederek ve severek almaları önem arz etmektedir. Kur’ân-ı Kerim öğretiminin bir ders olmaktan çok, hayat boyu sürecek olan Kur’an’la yaşamın ilk basamağını oluşturması noktasında meseleye yaklaşmak eminim bizi daha güzel sonuçlara götürecektir. Bu husus biz din görevlileri için ifâ ettiğimiz görevin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Din görevlilerimiz, Kur’ân-ı Kerim’i güzel okumalı ve kıraatleri sahih olmalıdır. Bu noktada İmam Hatip Liselerinde verilen Kur’ân-ı Kerim derslerinin önemi ortaya çıkmaktadır. Din görevlilerimizin meslekî hayatta dinî eğitime başladıkları yer olan İmam Hatip Liselerinde titizlikle okutulan bir Kur’an-ı Kerim dersi, görevlilerimizin meslekî yaşantılarında büyük kolaylıklar sağlayacaktır. UMMAN : İmam-Hatip Liselerinde eğitim gören hâfızlık yapmış öğrenci sayısında büyük bir düşüş var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ali BARDAKOĞLU: Sorunuzun cevabına geçmeden önce bir konuyu aydınlatmakta fayda görüyorum. O da İmam-Hatip Liseleri’nde öğrenim gören hâfız öğrencilerin sayısı eskiye nazaran azalmakla beraber durum söylendiği gibi de vahim değildir. Hâfız öğrenci sayısının azalmasının birden çok nedeni olmakla beraber en önemli sebebi zorunlu temel eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıyla beraber hâfızlık eğitimi veren Kur’an kurslarına gelen öğADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

renci sayısında ciddi azalmaların olmasıdır. Buna bağlı olarak da İmam-Hatip Liselerine devam eden hâfız öğrenci sayısında bir düşüş yaşanmıştır. İkinci olarak orta öğretim kurumlarındaki çeşitliliğin artması sonucu öğrenciler genellikle üniversiteye girişte başarı ortalaması yüksek olan genel liselere devam etmek istiyor. Meselenin bir de dünyalık, ekonomik boyutu var. Çocuklarımız aileleri tarafından zorlu ama bir o kadar da kutlu olan bu hâfızlık sürecine maalesef teşvik edilmiyor. Burada geçirecekleri 2-3 yıllık bir zaman dilimini “beyhûde” veya sürecin sonunda yorulmalarına değecek bir dünyevi artının kazanç hanelerine yazılmayacağı vehmiyle gayretlerini başka alanlara kanalize ediyorlar. Gerek din hizmetinde ve gerek ilahiyat alanında hâfızlığın ne kadar önemli olduğunu bilen bir kurum olarak, atama ve nakillerde hâfız olan personelimize öncelik tanıdığımızı da ifade ederek bu sorunuzun cevabını tamamlamış olayım. UMMAN : Ilımlı İslâm kavramını nasıl yorumluyorsunuz? Ali BARDAKOĞLU: Öncelikle ifade etmeliyim ki, “Ilımlı İslâm” kavramı son zamanlarda daha çok siyâsî ve stratejik bir projenin adı olarak gündeme taşınmıştır. Müslümanlığın hoşgörüye dayanan, karşılıklı sevgiyi, saygıyı öğütleyen bir din olduğu ayrı; siyâsî ve stratejik bir projenin adı olan “Ilımlı İslâm” projesi ayrı konudur. Din dindir, İslâm İslâm’dır. İslâm’ın başına sonuna bir şeyler koymak doğru değildir. Radikal İslâm, siyasal İslâm, ılımlı İslâm gibi tabirler Müslümanlıktaki genel tasavvuru zedeler. Dolayısıyla ben “Ilımlı İslâm” şeklinde kullanılan bu tabiri doğru bulmuyorum. İslâm dininde ılımlılık yok mu, hoşgörü yok mu? Tabi ki var. Ama bunu bir paket haline getirip proje şeklinde sunmak, Müslümanlığı bulunduğu çizginin dışına iter. Bu şekilde isimlendirilen bir projeyi yürürlüğe koymak isteyenler ‘İslâm’ın tabiatında sertlik vardır, kendi çıkarlarımız doğrultusunda kenarını köşesini düzeltelim, kendi çizgimize çekelim ve bunu dünyaya empoze edelim’ diyorlarsa, bu şekildeki bir proje doğru değildir. Dinimiz kimsenin dindarlığına karışan bir din değildir. Allah insanlarımıza özgürlük tanımış. Ilımlılık, sevgi, saygı İslâm’ın özünde zaten var olan şeylerdir. Ama bunu proje şeklinde, yönlendirme ve bir hamle şeklinde değerlendirmek kabul edilemez bir durumdur. UMMAN : “Laiklik ve dindarlık tartışmaları gelip ba-

yanların giyiminde kilitleniyor. Müslümanlığın en büyük sorunu bu mu? Dinimiz yalnızca kadınların kapanması için mi yaratıldı?” ifadelerinizle adınız İslâm’da reform tartışmalarıyla birlikte anılır hale geldi. Ayrıca gerek Türkiye’de, gerek dünyada ılımlı İslâm’ın önde gelen temsilcilerinden biri olarak biliniyorsunuz. Bunu nasıl karşılıyorsunuz? Ali BARDAKOĞLU: Yukarıda da ifade ettiğim üzere, din insan ve toplum hayatını iyileştirmek, dünya ve âhiret hayatını mutlu kılmak için gelmiştir. Din, biz şekillendirdikçe etkinliğini ve saygınlığını yitirir. Dolayısıyla dinde reform olmaz. Din aslında bize yön vermek, hayatımıza ışık tutmak ve rahmet getirmek için vardır. Tabi din bizim günlük hayatımızı en ince ayrıntısıyla belirlemiyor. Hangi araca bineceğimize, evimize, işimize hangi yoldan gide-

8


ceğimize, yapacağımız binanın şekline karışmıyor. Din bize dünyanın, hayatın anlamını öğretiyor. Din geldiğimiz o ezel-ebed çizgisi ve gideceğimiz âhiret hayatının hakikatini idrak ettirir. Din, bu dünyada Allah’a inanmamızı, O’nu tanımamızı sağlayıp bize Allah’ın huzurunda olduğumuz bilincini kazandırarak hem kendimiz, hem de toplum ile barışık yaşamamızı temin eder. Böyle olduğu için de din ile modern hayat ve din ile bilim arasında çelişki yoktur. Dinde reform olmaz, ama bizim din anlayışımızı, dini bilgimizi sürekli taze tutmamız gerekir. Bizim hem 21. yüzyılda yaşamamız, hem de bu modern yüzyılda yaşayan bireyler olarak din ile bağımızı canlı tutup, onun rahmetinden istifademizi azaltmamamız gerekiyor. Bir de şunu ifade etmeliyim: Bizim verdiğimiz hizmette insanlara İslâm’ın hoşgörü, sevgi, saygı, merhamet, kardeşlik, diğerkâmlık gibi düsturlarını esas alarak 14 asırdır insanlığa sunmuş olduğu rahmet iklimini anlatmamızın, dünyada değişik bazı gerekçelerle son zamanlarda türetilmeye çalışılan siyâsî ve stratejik projelerle bir ilgisi olamaz. UMMAN : Dini çağın gereklerine göre anlama ve yorumlama dinde reformu gerekli kılar mı? Ali BARDAKOĞLU: Şöyle ifade edeyim: Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber Efendimizin sahih sünneti dinin iki ana kaynağıdır ve bunlar, dünyanın sonuna kadar hep var olacak ve bize ışık tutacaktır. Önemli olan bundan alacağımız ışığı sürekli olarak yaşadığımız çağda hayatımıza yansıtabilmek, dindarlığımızı taze ve diri tutmaktır. Onun için dinde reform, dinde yenileşme olmaz. Ancak 21. yüzyılda yaşayan bir Müslüman olarak bizim dini bilgilerimizi, dini algılamamızı ve dindarlığımızı sürekli güncellememiz gerekir. Meselâ bugün 21. yüzyılda bizler iyi bir Müslüman nasıl oluruz, yaşayan komşularımızla ilişkilerimiz nasıl olmalı, özel hayatımızda ve toplum hayatında dinimizi nasıl yaşamalıyız? Dinimiz bize hem iyi bir dindar, hem iyi bir komşu, hem iyi bir aile bireyi, hem iyi bir vatandaş, hem iyi bir iş insanı olmamızın yolunu gösteriyor. Bizim de çalışma, üretme, temizlik vb. konularda doğal ve sosyal hayatın gerekleri ile dinin bizden istediklerini barış ve uyum içinde yaşatmamız gerekir. UMMAN : Eskiye nazaran din görevlileri çok daha aktif, sosyal yaşantının içinde daha fazla yer alıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu konuda bir çalışması oldu mu veya olacak mı? Ali BARDAKOĞLU: Diyanet İşleri Başkanlığının faaliyetle-

rinin temelini din hizmetleri teşkil etmektedir. Küreselleşen dünyanın şartları din hizmetlerinin sadece ibadet ve mabetle sınırlı görülmesine imkân vermemektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı da sunduğu din hizmetlerini mevzuatlar çerçevesinde, sosyal ve kültürel gelişmeleri de dikkate alarak yeniden ele almıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı sosyal açılımlı din hizmetlerini, dinî yayıncılıktan yurtdışı hizmetlerine kadar faaliyet gösterdiği her alana orantılı bir şekilde yansıtma gayretindedir. Sosyal açılımlı din hizmeti sunarken Başkanlığımız din görevlilerimize de sosyal yaşantının içinde daha aktif rol almalarını ve bu sayede daha çok vatandaşımıza ulaşmalarını tavsiye etmektedir. Her din görevlimizin görev yapmış olduğu mekân ve çevresinde toplumla iç içe olması, insanların sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını fark ederek yardımcı ol-

9

maya çalışması sosyal açılımlı din hizmetinin bir gereği olarak büyük önem taşımaktadır. Hepimiz biliyoruz ki, din görevlilerimiz halkın sorunlarıyla, kederleriyle, sevinçleriyle her zaman iç içe olmuştur. Hiçbir zaman insanımızın sorunlarına karşı duyarsız kalmamış, ihtiyaçları olan moral desteği sağlamaktan geri durmamış, elinden geldiğince herkese yardımcı olmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, görevlilerimizin toplumda sosyal ve fizikî çevre bilincinin yerleşmesine öncülük ederek, çevresine okuma-yazmayı ve çocuklarını okutmayı telkin ederek, çalışkanlık ve üretkenlik üzerinde durarak, temizliğe sıkça vurgu yaparak, öksüz ve yetimin, kimsesizin, fakir-fukaranın elinden tutmanın insanlık ödevi olduğunu hatırlatarak hizmetlerini cami içinde ve dışında birbirini tamamlar mahiyette yürütmeleri küreselleşen ve küçülen dünyamızda insanımıza önemli katkılar sağlamaktadır. UMMAN : Zorunlu din dersleri kaldırılsın tartışmalarını nasıl yorumluyorsunuz? Ali BARDAKOĞLU: Diyanet İşleri Başkanlığı olarak Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin ilköğretim ve liselerde zorunlu olarak okutulması gerektiğini ısrarla söylüyoruz. Bu bizim inanarak ve okutulmadığı zaman hangi mahsurların çıkacağını görerek ısrarla savunduğumuz bir konudur. Çünkü bir alanda boşluk meydana getirdiğiniz vakit, bu boşluğu birileri kendine göre dolduracaktır. Bu nedenle din öğretiminin, devletin denetimi ve gözetiminde yapılması zarûridir. Diyanet İşleri Başkanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, üniversiteler ve benzeri kurumlar aşağı yukarı bunun için kurulmuştur. Zamanında çocuklarımıza din hakkında yeterince bilgi vermez isek, bunun meydana getireceği sakıncaları herkesin şimdiden görmesi ve konuyu bu sakıncaları da görerek tartışması gerekir. Zaten bu sakıncalar bilindiği içindir ki, bir kültür dersi olan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi, çocuklarımızı din hakkında bilgilendirmemiz için zorunlu olarak okutulmaktadır. Bundan böyle de okutulması gerekir. Çünkü bu bir kültür dersidir ve çocuklarımızı din hakkında bilgilendirme imkânıdır. Sadece tek bir din değil, bütün dinler, dinlerin geçmişleri, dinî tecrübenin tarihi, dine mensup insanların öncelikleri, duyarlılıkları, toplumdaki din olgusu ve dinin ana kaynaklarının doğru bilgisi öğretilmelidir ki, toplumda din hakkındaki yanlış bilgi, bidat, hurâfe ve istismar yolları kapansın. UMMAN : Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı okullarda ne gibi ortak faaliyetlerde bulunabilir. Kutlu Doğum bu bakımdan güzel bir fırsat. Diyanet İşleri Başkanlığı bunu nasıl değerlendirmeyi düşünüyor? Ali BARDAKOĞLU: Biz Başkanlık olarak kurumlar arası ilişkileri ve tecrübe paylaşımını oldukça önemsiyoruz. Başkanlığın dini hizmetler alanındaki personel ihtiyacını İmam-Hatip Liseleri ile İlahiyat Fakültelerinden karşılaması, Başkanlığın Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ve Üniversiteler ile ilişkilerini daha önemli hale getirmektedir. Bu çerçevede başkanlık ile Din Öğretimi Genel Müdürlüğü arasında düzenlenebilecek ortak programlar hakkında ilk etapta şunları sıralayabiliriz: 1. Kutlu Doğum etkinlikleri çerçevesinde okullar arası bilgi yarışması, 2. İmam-Hatip Lisesi öğrencilerine Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı ibâdet mekânları ile Kur’an Kurslarında uygulamalı ders ve yaz stajı imkânı sağlanması, 3. İlköğretimden sonra İmam-Hatip Lisesi’ni tercih etmeyi düşünen gençlere imam hatiplik ve müezzin kayyımlık mesleklerini tanıtım programları, 4. Dini gün ve gecelerde ve dini bayramlarda İmam-Hatip Lisesi’nde okuyan gençlerle imam-hatipler, müezzin kayyımlar ve vaizler gibi görevlilerle birlikte uygulamalı irşat programları düzenlenmesi, 5. İl ve ilçelerde bulunan İmam-Hatip Liseleri ile il ve ilçe müftülüklerinin eğitim ve mesleki uygulamaya ilişkin gündemlerle rutin toplantılar yapmasını sağlayacak protokoller hazırlanması, 6. Diyanet İşleri Başkanlığı yönetici idareci ve görevlileri ile İmam-Hatip Lisesi öğrencilerinin açık oturumlar, gençlik kampları gibi etkinliklerde bir araya getirilmesi.

umman


Kur’an okuyan kimsede bulunması gereken âdap ve vecibeler

Kur’ân-ı Kerim’in okunması bir ibâdettir. Hz. Peygamber (as.) buyurdu ki: -Ümmetimin ibâdetinin en faziletlisi Kur’ân-ı Kerim’i okumaktır.(1) Kur’ân-ı Kerim’in okunması Allah’a yakınlıktır. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: - Hiçbir kul Allah’a kendi kelâmı olan Kur’an’dan başka bir şeyle yaklaşamaz.(2) Kur’ân-ı Kerim’in okunması bir hasenedir (iyiliktir). Allah’ın Resûlü bu konuda şöyle demiştir: - Kim Allah’ın kitabından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir hasene on misli olarak verilir.(3) Kur’ân-ı Kerim’in okunması ibadet, yakınlık ve hasene olunca okuyan kimse için ibadeti tam ve sahih olması gerekir. Bunun için de bir takım âdab ve vecibeler mevcuttur. Bunlar değişik eserlerde maddeler halinde anlatılmıştır. Dergimizin sayfa durumunu düşünerek bu maddelerin en önemli olanlarını zikretmek istiyorum. 1) İHLÂS: Bütün ibadetler nasıl Allah’ın rızasını kazanmak için yapılıyorsa, Kur’an okumak da bir ibadet olduğundan okuyucu her türlü riyâdan uzak olmalı. Kur’an okumayı Allah’ın rızasını kazanmak için yapması gerekir. 2) ABDESTLİ OLMAK: Kur’ân-ı Kerim’i ezber okuyan kimsenin abdestli olması müstehaptır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim okuma zikirlerin en faziletlisidir. Peygamber Efendimiz Allah’ı zikredeceğinde abdestli olarak zikretmeyi severdi. 3) MİSVAK KULLANMAK: Kur’an okuyan kimsenin kıraat yolu olan ağzı temizlemek, ta’zim etmek için misvak kullanması müstehabdır. Beyhâki Semûre’den rivayet etmiştir. Hz. Muhammed (as.) buyurdular ki: - Ağızlarınızı misvakla temizleyin. Çünkü ağız Kur’an yoludur.(4) 4) KIBLEYE DÖNMEK: Kur’an okuyan kimsenin kıbleye yönelmesi müstehabdır. İbn-i Abbas’tan rivayet edilir. Hz. Muhammed (as.) buyurdu ki: - Meclislerin en şereflisi kıbleye yönelinen yerdir.(5) 5) YERİN TEMİZLİĞİ VE NEZÂFETİ: Kur’ân-ı Kerim’in okunduğu mekân temiz ve nezih bir yer olmalıdır. Yeryüzü bizim için mescid kılınmıştır. Temiz olan her yerde okunur. Süyûti’nin İtkan kitabında bu konuda şöyle bir kayıt düşülmüş; temiz bir yerde kıraat sünnettir, bu yerin en faziletlisi mescidtir. ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Selami GÜRSOY

6) BÜYÜK ABDESTSİZLİKTEN TEMİZLİK: Cünüblükten, hayız ve nifastan temizlenmek, Kur’an’ı kastetmek sûretiyle okumak için farzdır. Bu kimselerin temizlenmeden önce okumaları haramdır. Fakat telaffuz etmeksizin Kur’an’ı kalpleriyle okumaları caizdir. Kur’ân-ı Kerim’e dokunmaksızın bakmak da caizdir. İmâm-ı Nevevî diyor ki: -Müslümanlar cünüblü ve hayızlı kimseye tekbir, tehlil, tahmid, tekbir, Sâlât ü Selâm ve bunun gibi diğer zikirlerin câiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. 7) EÛZU BESMELE: Kur’an okuyan kimsenin kıraatinden önce eûzu besmele çekmesi sünnettir. Yüce Rabbimiz “Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığın” buyurmuştur. Aynı şekilde namazda yalnız ilk rekâtta kıraatten önce “eûzu besmele” çekmek sünnettir. Okuyan kimseye Tevbe Sûresi dışında bütün sûrelerin başında besmele okuması sünnettir. 8) KIRAAT ESNASINDA TEDEBBÜR (DÜŞÜNMEK): Okuyan kişinin okuduğu şeyi anlaması, tefekkür etmesidir. Çünkü Allah Kur’an’ı tedebbür ve tefekkür edilmesi için indirmiştir. Sad Suresi 29. ayette Rabbimiz şöyle buyurdu: -Bu, ayetlerini düşünsünler, akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.(6) Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor: -Kendisinde tedebbür (düşünmek) olmayan kırattan hayır yoktur. Hasan Basri hazretleri şöyle demiştir: -Sizden önceki kimseler yani Resûlullah’ın ashabı bu Kur’an’ı kendilerine Rablerinden gelen mektuplar şeklinde telakki ettiler. Ve geceleyin onu okuyup tedebbür ettiler. Gündüzleyin gerekeni ifade ederler. İşte değerli okuyucular! Kur’ân-ı Kerim okurken riâyet edeceğin hususları özetleyen bir yazıyı sizlere sunduk. İnşallah gereğince amel eder ve böylece Allah’ın rızasını elde etmiş oluruz.

Dipnotlar 1-Feyzul Kadir: 2-44 2-Camiul Usul Fethül Kebir: 3-78 3-Tirmizi, İbn-i Mesud’dan 4-Fethul Kebir: 2-227 5-Taberani 6-Sad, 29

10


Selami GÜRSOY

bize Hakk’ı haykırıyor Yanan dağlar fışkırarak Okyanuslar buz tutarak Şu sert zemin sallanarak Bize Hakk’ı haykırıyor Esen rüzgâr akan dere Kâh gürleyip kâh sessizce Bunca derya katresince Bize Hakk’ı haykırıyor Cansız toprak can kazanıp Kuru dallar çiçek açıp Uyuyan canlar uyanıp Bize Hakk’ı haykırıyor Gece gündüz ardardına Bak dört mevsim sırasıyla Türlü türlü meyvasıyla Bize Hakk’ı haykırıyor Canlı cansız tüm varlıklar Atomdaki nice sırlar Mucizeler, Hak Resuller Bize Hakk’ı haykırıyor

11

umman


yerin kulağı ve göğün fısıltısı “Başlangıçta hiçbir şeyin olmadığı” varsayımı, insan idrâkinin kavrayacağı bir hipotez değil. Bu yüzden hiç tartışmasız olarak şunu kabul etmemiz gerekir; Allah sonradan yaratılmamış olarak başlangıçta vardır ve zamandan mekândan bağımsız olarak vardır. Allah kâmil sıfatların sahibi olarak kelâm ve yaratma sıfatlarıyla da muttasıftır. Bu bağlamda kâinat Allah’ın kendi yaratma sıfatını sergilediği bir tuval olarak düşünülebilir. Bir bakıma Allah kendi yaratıcılığını sergilemiştir kâinatı yaratarak. Fakat bu sergilemenin anlamlı olabilmesi için bu yaratış sanatını algılayacak ve karşısında zevk duyarak takdir edecek bir varlığa ihtiyaç vardır. Aksi durum yaratışı kâmil olmaktan çıkaracak ve eksik kılacaktır. İşte bu eksikliği gidermek ve yaratışı taçlandırmak için Allah yaratılanı algılayacak ve takdir edecek bilinçli bir varlık yaratmıştır; insan. Evet, insan bir yanıyla tıpkı kâinattaki diğer varlıklar gibi bir yaratıktır ama diğer bir yanıyla bütün yaratılmışlara anlam katan, onların anlamlarını ve değerlerini belirleyen, onların var olmalarına sebep olan bir varlıktır. Bu yüzden insan her ne kadar kâinatın içindeyse de, insanın içinde de bir kâinat vardır. Yeryüzü, diğer bir deyişle arz, evrenin önemsiz bir küresi gibi görülse de, içinde evrenin anlamını taşıması dolayısıyla evrenin merkezidir. Mekân olarak değilse bile değer olarak bu böyledir. Çünkü insan nerdeyse orası da o değeri taşıyacaktır doğal olarak. Evrenin anlamı olan insan, yeryüzü denilen “aşağılık mekân”a yani “dünya”ya, “yüksek bahçe”den yani “cennet” ten “indirilmiş” ve bir süreliğine orada “halife” olmakla görevlendirilmiştir. İnsanın bu görevi onun içinden kan dökecek, bozgunculuk çıkaracak varlıklar çıkmasına sebep olmuş olsa da yaratılışındaki “en güzel kıvam, en mükemmel düzen” onu Allah’ı temsil etme makamına getirmiş ve Allah’ın esmâsına makam olmuştur. Bu bağlamda insan adlı varlığın kemâl sıfatlarını üzerinde toplamış olan ve kâinatın yaratılış amacını kendi varlığında taşıyan “övülmüş” varlık yani Hz Muhammed ortaya çıkmıştır. Allah’ın amacını en yüce boyutlarıyla kavrayan ve bu gayeye bütün varlığıyla hizmet eden en kâmil kişi olan Hz Muhammed (s.a.s.), bu hizmetini Allah’ın isimlendirmesi ile “kulluk” diye tanımlamış ve kendini yine bu adlandırma ile “Allah’ın kulu” diye tavsif etmiştir. İşte bu “kulluk” kelimesinin muhteviyâtını kavramak için insanın idrâkine fısıldanan fısıltıları hissedecek kulak Hz. Muhammed’tir. (s.a.s.) İnsanların geri kalanına düşen görev Hz ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Abdulselam GÜNGÖRMEZ

Muhammed’e (s.a.s.) fısıldanan işaretleri takip etmek, Allah’ın sanatına takdir hisleriyle yaklaşmak ve onun şânını tespih ederek yüceltmektir. Allah insanların idrâklerinden bütünüyle kendini gizlememiş tersine insanlar onu bulsunlar diye her yeri işaretler ile donatmıştır. Kâinat bu yönüyle Allah’ın işaretleri, O’na götüren “ayetleri” ile doludur. Allah kendisinin fark edilerek anlaşılmasını o kadar istemektedir ki yalnızca kâinatı kendi işaretleriyle doldurmak ile yetinmemiş ayrıca içinde kâinatın âyetlerini de taşıyan kerim kitabı göndermiştir. Bu kitabın “kerim” ismi ile adlandırılması oldukça anlamlı esintiler taşımaktadır. Çünkü Rahman olan Rab, insanlara karşı merhametlidir. Ve onlara acıdığı için, onların hayatın karmaşası içinde kaybolup gitmelerini istemediği için, onların huzurlu ve mutlu, güven içinde yaşamalarını istediği için, onlara “ikram” olarak oldukça “cömert” bir kelam göndermiştir. Bu kelâm, kâinatın sırlarını aşikâr eyleyerek insana yol kılavuzluğu yapmaktadır. İnsan kelâmı takip ederek yolunu bulacak ve böylece tehlikelerden sakınmış, korunmuş olacaktır. Aksi takdirde kâinatın çıplaklığı içinde insan ıssız ve yalnız kalarak karanlıkların soğuk pençesinde çırpınacak ve yok olacaktır. Oysa insan evrenin fihristini bünyesinde barındıran kitabı sayarak hürmet gösterdiğinde kitap insanı evrenin zirvesine, başlangıcındaki secdeye lâyık bir varlık konumuna çıkaracaktır. İnsanın kendini anlaması hayatı anlamlandırması ve yeryüzünü ıslah etmesi için kitabın işaretlerini “doğru” olarak anlaması bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Evet, kitabın işaretleri, yani Kur’an’ın âyetleri nasıl anlaşılmalıdır? Bu soruyu göğün fısıltılarına yeryüzünün kulağı olarak gönlünü dayayan elçinin anladığı gibi anlaşılmalıdır diye cevaplandırabiliriz. Çünkü elçinin gönlüne indirilmiştir kelam. Ve elçinin “sahih” önderliği kâinatı ve kitabı birlikte okumayı öğretmiştir bize. Bu yüzden insan; ister içinde yer aldığı kâinatın ayetlerinin izini sürsün, ister kendi içinde taşıdığı kâinatın âyetlerinin izini sürsün, isterse de Rahmân’ın gönderdiği kelâm olan kitabın içinde taşıdığı ayetlerin izini sürsün; sonuçta bütün izler onu elçinin izine çıkaracaktır. Ve elçinin izini takip edenlerin varacağı yer Rahmân’ın kucağıdır. Yerin ve göğün İlâhı, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şefkati ve merhameti ile sarıp sarmaladığı kullardan olmak ne kadar da mutluluk vericidir.

12


Afra Nur YILMAZ

O'na... Sen gittin... Yalnız hüznün kaldı içimizde, Güneş başka diyarlarda doğdu, Kara bulutlar vardı gök kubbemizde, Bize düşen hazin bir bekleyiş oldu. Sen gittin... Geçmeyen bir zaman kaldı bizde, Bitmeyen bir sahne ömrümüzde, Gönül bazen ölüm ister de, Gün nerede, ay nerede, yıl nerede kaldı? Sen gittin... Engin bir okyanus kaldı bizde, Göz pınarı suyu çekilmiş bir kuyu, Umudumuz görünmez bir köy oldu, Sen nerede, gözyaşı nerede, ben nerede kaldı? Sen gittin... Sitem yüklü bir şiir kaldı bizde, Kış ayazında dondurulmuş kelimeler, Dudaklarda kelepçelenmiş cümleler, Kâğıt nerede, kalem nerede, şâir nerede kaldı?

13

umman


Yılmaz ERSOY

Kur’ân- Kerim’e göre fıtrî zaaflar açısından insan tipleri İnsan, anne-babadan aldığı genetik faktörler sebebiyle farklı mizaç, karakter ve huy yapısıyla dünyaya gelir. İnsan, İslâm fıtratı üzerine yaratılmasına rağmen farklı mîzac ve karaktere sahiptir. Kur'ân-ı Kerim insanlarda doğuştan var olan bazı zaafları belirtmiştir. Bu zaafların insanlarda az veya çok oranlarda bulunması insan şahsiyetinin teşekkülünde önemli rol oynar. Kur'an'da olumlu ve olumsuz insan tiplerini ortaya koymaya çalışırken insan şahsiyetinin oluşumunda önemli katkıları olan, insanın fıtratından getirdiği bu zaafların özenli ve dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekir. Öncelikle insan şahsiyet ve karakterin menfî unsurlarını teşkil edecek olan bu fıtrî zaaflar açısından insan tiplerini incelemek yerinde olacaktır. 1. Aceleci (Acûl) Tipler Aceleci: Sürat(Hızlılık) olup yavaşın zıddıdır. “ İnsan yaratılışı gereği çok acelecidir… ”(Enbiyâ, 21/37) Yani insan aceleci olarak yaratılmıştır. Yahut insan aceleden yaratılmıştır. Burada mûrâdedilen insan cinsi, insanoğludur. Hatta o kadar ki sanki aceleci olmak insanın yaratılışından, fıtratından, seciyyesi ve tabiatından bir parça olmuştur… Burada âyetlerden maksat, tevhîdin ve Resûlün sâdık oluşunun delilleri yahut dünyada acil olarak yok olmak âhirette ise azaptır. “ İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir.”(İsrâ, 17/11) Bu, Mekkeli kâfirlerin saçma isteklerine, Hz.Peygamber’den, (s.a.s.) bahsettiği azabı, hemen indirmesi isteklerine verilen cevaptır. Burada, kendilerine yaptıkları işkenceler ve dâveti inatlarından ötürü reddetmeleri nedeniyle kâfirlerin helâk olması için dua eden mü’minlere de gizli bir uyarı vardır. Bu topluluğun içinde sonradan Müslüman olan ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

ve İslâm’ın en kuvvetli temsilcileri haline gelen birçok kimse vardı. İşte bu nedenle Allah(c.c): “İnsan pek acelecidir.” demektedir. İnsan, Allah(c.c)’a sadece anlık acil ihtiyaçları için dua eder. Oysa daha sonra yaşanan tecrübe gösterir ki eğer Allah(c.c), onun duasını kabul etmiş olsaydı, bu kendisi için daha kötü olurdu. 2. Zayıf Yaratılışlı (Daîf) Tipler Lügatte: Kuvvetin zıddı. Istılahta: Sübûtunda söz edilen şeydir. İşte insanın yaratılışında var olan bu zaaflar kötü davranışlarının kaynağıdır. Aynı zamanda bu zaaflar onun şahsiyetinin oluşmasında ve şekillenmesinde olumsuz rol oynarlar. İnsanlar çoğunlukla nefsinin arzularına karşı zâfiyet gösterdikleri için birçok günahlara düşerler. İnsanı bu zâfiyetine karşı, imân, takvâ, sabır ve irâde eğitimi ile yetiştirip donatmak gerekir. “ Allah(c.c) sizden (yükünüzü)hafifletmek ister. İnsan da zayıf olarak yaratılmıştır.”(Nîsâ, 4/28) Bu sözün mânâsı şudur: “Allah(c.c), insanın zayıf olması sebebiyle, tekliflerini hafifletmiş, ağırlaştırmamıştır…” Doğruya en yakın olanı ise, bu âyette bahsedilen zayıflığın, beden zayıflığına değil, aksine şehvet ve lezzetlere meyletmeye çağıran sebeplerin, âmillerin çokluğu… anlamına hamledilmesidir. Böylece bu açıklama, insanın bunun aksine katlanabilme hususunda zayıf olduğuna bir izâh gibi olmuştur. Zirâ yaratılış ve kuvvet bakımından zayıf olan kimsenin, Allah(c.c), tâate götüren sebeplerini kuvvetlendirdiğinde, bu kimse kuvvetli bir kimse, yaratılış, âlet ve edavat bakımından kuvvetli olan kimsenin, tâate dâvet eden sebepleri zayıf olduğunda, bu kimse de zayıf bir kimse hükmünde olur. “ Sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaa14


fın ardından size kuvvet veren…”(Rum, 30/54) Âyette geçen “min da’fin” kelimesi, onu başlangıçta zayıf olarak yarattı demektir. İnsanoğlu yavaş yavaş büyür; önce çocuk olur, sonra bülûğ çağındaki bir genç olur; gençlik devresi, güçsüzlükten sonraki kuvvet devresidir. Daha sonra da yetişkinlikten itibaren yaşlılığa ve ihtiyarlığa doğru giden güçsüzlük devri gelir. Bu devir de kuvvetten sonraki güçsüzlük devridir. Artık gayret ve hareketlilik zayıflar, görünen ve görünmeyen vasıflar değişmeye başlar. 3. Hırslı(Helu’) Tipler Lügatte: Hırs; hüzün. Istılahta: Kanaatin zıddı olup, başkasının nimetlerinin (rızkının) ortadan kalkmasını istemektir. “ Onları, insanların hayatta en düşkünü, ortak koşanlardan daha tutkunu bulursun…”(Bakara, 2/96) Arapçada “hayat” kelimesinin sözlük anlamı “herhangi bir tür yaşama”dır. Burada, onların sürdürdükleri hayatın, nasıl bir hayat olduğunu düşünmeksizin yaşamak istedikleri anlamına gelir. Şerefli ve yüce veyahut şerefsiz ve aşağılık bir hayat sürdürmeleri onlar için hiç önemli değildir. Kur'an’ın, insanın ahlâkî zayıflığından bahsettiği pek çok yerde, bundan imân edenler ve doğru yolda olanlar istisna edilmiştir. Burada kendiliğinden anlaşılıyor ki, doğuştaki bu fıtrî zayıflık daha sonra değiştirilemez değildir. Fakat insan Allah (c.c)’ın gönderdiği hidâyeti kabul eder ve kendi nefsini ıslah için bilfiil gayret gösterirse o zaman bu zayıflığını tedavi edebilir. Eğer nefsini gevşek bırakırsa bu zâfiyetler onun içerisinde yerleşir, gelişir. Bu şeklin ortaya koyduğu insan çizgileriyle, işaretleriyle kendini göstermektedir. Başına bir kötülük gelince feryadı basmakta, acısından sızlanmakta, ızdırâbından çığlık atmakta ve her zaman böyle olacağını, bunun üzerinden gitmeyeceğini sanmaktadır. İçinde bulunduğu hâlin biteviye durup kalacağını tahmin etmekte, kendini, evhâmıyla kendisine gelen felaketli saniyelere hapsetmektedir… İhtiraslarının kulu kölesi durumuna gelir. Çünkü rızık konusundaki gerçeği bilmemektedir. 4. Câhil (Cehûl) Tipler Lügatte: İlmin zıddı olup bu sıfatı taşıyanlara cahil denir. Istılahta: Bir şeyin, bulunduğu durumun tersine olduğuna inanmaktır. “Af yolunu tut, bağışla, mâ’ruf olan şeyleri emret, câhillerden yüz çevir.”(A’raf, 7/199) Burada câhil, düşünmeden his ve şehvetlerine göre hareket eden, birden bire kızan; düşüncesiz, kaba, münkir insan anlamındadır. Yüce Allah (c.c), elçisine böyle câhillere aldırmamasını, onla15

rın kaba davranışları ve kırıcı sözleri yüzünden moralini bozmamasını, şeytandan bir dürtü gelince Allah (c.c)’a sığınmasını emrediyor. “ Ki onlar cehalet içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gâfillerdir.”(Zâriyat, 51/11) Yani onlar, yanlış tahminlerden dolayı nasıl bir sonuca gittiklerini hiç bilmiyorlar. Bu tahminlere dayanarak bir yol tutanlar dosdoğru felakete gidenlerdir. Âhireti inkâr eden bir kişi, hiçbir şekilde hesap vereceğinin hazırlığı içinde değildir. Evet bütün bu tahmine dayanan inançlar gerçekte birer afyondur ve bu afyonun verdiği uyuşukluk içinde bu insanlar idraksiz ve düşüncesiz kalmışlardır. Bunlar Allah(c.c)’ın ve peygamberlerin bildirdikleri sağlam bilgiyi bir tarafa atarak içine gömüldükleri cehâletin kendilerini nereye götürdüğünden habersizdirler. 5. Cimri (Bahîl/Katûr) Tipler Lügatte: Cömertliğin zıddıdır. Istılahta (Buhl): Kendi malından menetmektir. Şuhh ise; kişinin, başkasının malından vermeyip cimrilik etmesidir. “ Bunlar, cimrilik eden ve insanlara da cimriliği tavsiye eden, Allah(c.c)’ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimselerdir…”(Nîsâ, 4/37) Kibirlenen kimse Allah (c.c) karşısında bağımsızlığını ilan ediyor ve nefsine tapıyor demektir. Cimrilik eden kimsede ise Allah(c.c)’ın lütfuna karşı nankörlük ve güvensizlik vardır. İyiliği, insanlar görsün ve kendisini övsünler diye yapanlar ibadet ve kulluğa Allah(c.c) rızasından başka unsurlar katmaktadırlar. “ De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız o zaman tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz. Zaten insan pek cimridir.”(İsrâ, 17/100) Yani Ey Muhammed, onlara de ki: Eğer sizler Allah(c.c)’ın rızık hazinelerinde tasarrufta bulunma imkânına sahip olaydınız, yine şu cimriliğinizi, eli sıkılığınızı devam ettirirdiniz. Fakir oluruz korkusuyla harcama yapmazdınız… “Zaten insan pek cimridir.” Yani oldukça eli sıkı ve bir şey vermek istemeyendir… Âyet-i Kerime, insanın cimriliğine, Yüce Allah (c.c)’ın ise keremine, cömertliğine ve ihsanına açık bir delildir. 6. Nankör (Kefûr/Keffar/Kenûd) Tipler Lügatte: Şükrün ve nimetin zıddı. Istılahta: Belâ ve musibetleri sayıp döken, nimetleri ve iyilikleri unutan (nankör) kimsedir. “ O size istediğiniz her şeyden verdi… Doğrusu insan gerçekten çok zalim ve nankördür.”(İbrâhim, 14/34) Bir beşer kitlesinin veya bütünüyle insanlığın sayıp bitiremeyeceği kadar çok ve büyüktür bu

umman


nimetler. Çünkü bütün insanlar iki çizginin arasında sıkışıp kalmaktadır. Bütün bunlardan sonra yine de Allah (c.c)’a eşler koşuyorlar. Bütün bunlardan sonra yine de Allah (c.c)’ın nimetine şükretmiyorlar. Aksine küfre dalıyorlar. “…Ama ellerinin öne sürdüğü işlerden dolayı başlarına bir kötülük gelirse insan hemen nankör olur.”(Şûrâ, 42/48) (…) Ve insanın genel karakterine işaret ediliyor. İnsan nimet görünce sevinir ama yaptığı hatalar yüzünden başına bir kötülük, kıtlık, sıkıntı gelince nankörlük eder, umutsuzluğa düşer. Allah(c.c)’ın daha önce vermiş olduğu nimetleri unutur da O’nun hakkında kötü zanda bulunur. 7. Ümitsiz (Yeûs/Kanût) Tipler Yeûs: Ümitsizlik, ümidin zıddı. Ümitsiz olmak, ümidini kaybetmek her insanda farklı derecelerde de olsa tabii olarak vardır. İnsan bazı olumsuzluklar karşısında ümitsizliğe kapılabilir. Fakat Allah(c.c)’ın rahmetinden ümidini kesmek, küfür içerisinde olan, dalalete düşmüş insanların özellikleridir. Tabiatlarında var olan ye’s ve ümitsizliklerini inançsızlıklarıyla daha da artırmışlardır. “…Şayet kendi yaptıkları sebebiyle başlarına bir fenalık gelirse, hemen ümitsizliğe düşerler.”(Rum, 30/36) İnsan, bu ayette hafifliği ve hasisliği nedeniyle tenkit edilmektedir. Bir kimse biraz güç, servet ve saygınlık kazanırsa ve işlerinin iyiye doğru gittiği görürse, tüm bunların Allah (c.c) tarafından verildiğini unutur, bu başarısında öyle gurur duyar, öyle böbürlenir ki, ne Allah (c.c)’a ne de diğer insanlara hiçbir fayda bırakmaz. Fakat bu iyi talih onu bırakır bırakmaz cesaretini kaybeder ve küçük bir şanssızlık bile onu o denli sarsar ki, her türlü aptallığı yapabilir, hatta intihara bile kalkışabilir. “…Fakirlik, musibet gibi kötü bir şeyle karşılaşınca hayırdan ümidini keser, Allah (c.c)’ın rahmetinden ümitsiz olur.”(Fussilet, 41/49) İnsan mala düşkündür. Sürekli olarak mal, refah, mutluluk istemekten usanmaz. Hep güzel şeyler olsun, kendisine servet, nimet, refah verilsin ister ama başına bir şer, bir bela, fakirlik, hastalık veya herhangi bir sıkıntı gelince umutsuzluğa düşer, üzülür, bunalır. 8. Zâlim (Zalûm) Tipler Lügatte: Bir şeyi yerinden başka yere koyan; birinin hakkını zorla elinden alan kimse. Istılahta: Haktan batıla geçmektir ki, bu cevr’dir. “…Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.”(Lokman, 31/13) Şirki büyük zulümle tanımlamanın sebebi, ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

şirk günahını büyük göstermek ve en çok uyarılmayı gerektiren bir konu olduğu içindir. Bu günahın büyüklüğü, bu tanımın doğruluğu, müşrik kimsenin çeşitli fısk ve cinayetleri gözlemlendiğinde daha da açığa çıkar. Müşrik ilk önce kendisiyle çelişkili bir durumdadır. Bunu en çirkin ve aptal bir şekilde ortaya koyar. Zarar ve fayda veren, düzenleyen ve yaratan Allah (c.c)’ı tanır, sonra da ibadet ederken, yönelme ve duasında başkalarını O’na ortak koşar. İkinci olarak haktan sapmasıyla Allah (c.c)’ın gazap ve öfkesine maruz kalır. Üçüncü olarak da gerçek olmayan batıl güç, düşünce ve mefhumlara boyun eğer. Oysa bunların hiçbiri ona ne zarar ne de fayda verir. “…İnsanlardan kimi kendisine zulmeder… ”(Fâtır, 35/32) Tabii olarak İsrailoğulları’nda görülen o sınıflar, diğer ümmetlerde ve Muhammed (s.a.s.)’in ümmetinde de vardır. Bütün kavimler esasen böyledir. Kitabı miras almış olan İsrailoğulları’ndan kimi günah işler yapmak sûretiyle nefsine yazık etmekte, kimi orta gitmekte, ibadette gevşeklik göstermekle beraber ötekine nisbetle daha ılımlı davranmakta, kimi de hayır işlerinde ileri gitmektedir. 9. Tartışmacı (Hasîm/Cedelci) Tipler Lügatte: Husumet; münazara ve muhasame. Istılahta: Kişinin hasmını, hüccet veya şüphe ile sözünü bozmaktan ber-taraf etmesidir. Ya da bununla sözünü doğrulamayı kasteder ki, bu hakikatte husûmettir. “ Resûlüm sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (Nahl, 16/125) Allah (c.c) yoluna hikmet ve güzel öğütle çağırmayı ve en güzel biçimde mücadele etmeyi emreden bu âyet, İslâm devlet prensibini ortaya koymaktadır… Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba dâvetle, taassupla hareket etmenin bir yararı olmaz. Ancak hikmet, tatlı dil gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir. “ Ey Nuh! Bizimle cidden mücadele ettin; hem de çok mücadele ettin…” (Hûd, 11/32) Kâfirler Hz.Nuh’a “Sen bizimle mücadele ettin. Bu mücadelede çok ileri gittin. Biz sana tâbi olmayacağız. Allah (c.c)’ın isyânımıza karşılık ahiretten önce dünyada bize azap edeceği şeklindeki iddianda samimi isen bizi tehdit ettiğin, dünyadaki acil azabı getir bakalım”dediler. Bu çalışmada insanın zaaf noktalarını Kur’ân-ı Kerim’deki âyetler ışığında sunmaya çalıştık. Tüm amacımız, incelediğimiz konunun okuyucuya fayda sağlamasıdır. Selâm ve dua ile… KARADUMAN, Muzaffer: KUR’AN’DA İNSAN TİPLERİ, Trabzon 2006

16


Ceyda BADANKA

durdurulmayan oyunlar Gecelerin içinden çıkan çocuk Yavaş yavaş geçen akılların Takılı yamaçların Bir ve birliktelikler arası? Sus…

Kafalarınız odalar içi oyunlarla Sıkışıp kalan mikroplar misali Gülmek bile ağlamaklı Dünden bu güne değişmeyen Şekillerle bütünlemişsin… ‘Susmak hep asillik’ miş ya Öyleyse sen de sus… Hafiften kısalan ömrünü Bir mumla bütünlemişsin…

zehirle/n/miş Rüzgâra vedâ etme arzusu Ateşi mâziye gömmek gibi bir yakarış Sır perdesi dudakların Ruhumu dindirememenin acısıyla Batan güneşe ayıldım Yasakları oynamanın verdiği Yüreklilikle yüzümü kapadım İnadına gülen çocuklara Toz bulutları aldı bahar dolu yılları Yinede söyle/n/medim göğe yükselen Damlalara Serçeler bile yağmura kurşun sıkar Bekleyişler/l/e Duyulmayan görülmeyen sokaklara Aralar kapıları Ekmek kırıntısına ölesiye koşarken Önlerine çıkan dağlara yasla/n/dım Pişmanlık eser mermileri Boşluğa terk edilmiş Geçer sessizce bedenim Siyah güllere vurulan yar Neyleyim

17

umman


Ali ÇİNİCİ

edebiyatımızda Kur’an ve Peygamber Efendimiz Biz o Kur’an’ı hak olarak indirdik ve o hak ile inmiştir. Seni de ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. (İsrâ -105) “Sizin için Allah’ın Resulü’nde pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab -21) Evet yüce Yaradanın “hak” olarak indirdik dediği Hz. Kur’an, ve bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdiğini buyurduğu Peygamber Efendimizi, ümmetinin övmemesi, sevgisini, saygısını, bağlılığını ifade etmemesi hiç düşünülebilir mi? Elbette ki düşünülemez. O’nun ümmetinin söz mimarları, şâirleri, edipler O’nun için nice şiirler, na’tlar yazdılar. Gönül dilinden dökülenleri, kalemle kaybolmaza nakşettiler. Edebiyat tarihimiz en güçlü şâirlerin, en güzel na’tlarıyla doludur. Takdir edersiniz ki süreli bir yayında sınırlı sahifelerde böyle önemli bir konu teferruatıyla ele alınamaz; ancak yine de kendi bakış açımızla bir değerlendirme yapıp bir güldeste meydana getirmeye çalıştık. Şüphesiz ki eksiklerimiz, hatalarımız olmuş olabilir ama biz yine de bu mısralarla sizleri buluşturmak istedik. Marifet nurunun aynası, gönüller sultanı Hz. Mevlânâ 14. yüz yıldan bu güne -özellikle de engin hoşgörüsünden dolayı kendisine farklı gömlekler giydirmek isteyenlere- bakın nasıl sesleniyor: Men bende-i Kur’ânem eğer canderem Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Eğer nakl küned cüzin kes ez güftârem Bizârem ezu ve zân sühun bizârem Bir insan, bir gönül insanı kendini ve kendi yerini duruşunu ancak bu kadar güzel tarif edebilir. Diyor ki: Ben var oldukça Kur’an’ın kölesiyim, Ben Hz. Muhammed Muhtar’ın yolunun toprağıyım. Eğer benden bu sözlerden başka nakleden olursa Ben ondan uzağım; o sözlerden de uzağım. Daha ne desin. Bir başka beytinde bize şöyle sesleniyor; seslenirken uyarıyor, ihtar ediyor yine: Gerçi Kur’an ez lebi peygamber est Her ki gayed Hak gufte kâfir est Şöyle diyor Mevlana Hazretleri: Gerçi Kur’an Hz. Peygamber’in dudaklarından dökülmüştür Her kim ki ona “Hak sözü değildir” derse kâfirdir. Gönüller sultanının Farsçadan çevrilerek aktarılmış bir başka beytine kulak verelim: Ya Resûlullah senin cemâl bağının bir köşesinde na’t söyleyen bir bülbülüm Zâtı şâhı risâletinizin fermanının hükmünü itaatle beklemekteyim. Ve yine hâl diliyle Farsça’dan çevrilmiş bir diğer güzel beytinde Hz. Yusuf’un (A.S.) güzelliğinden insanların ellerini kesmelerine telmih yaparak 18


Hz. Peygamber Efendimizi onunla karşılaştırıp şöyle söylüyor. Hz. Yusuf’un güzelliğine el kesmek basittir; Benim dilberim (Resulullah) şerefine nice başlar feda edilmiştir. 13 -14. yüz yılın bir diğer gönül eri Yunus Emre; günler geçtikçe Anadolu’nun her karış toprağında izlerini sürdüğümüz Yunus Emre’ye açalım gönlümüzü: Eğer Muhammed’e ümmet olursan Dilinde zikr ile Kur’an gerektir. Ol mürşit ki bizi Hakk’a iletir Âşık canı ona kurban gerektir. Yunus Emre’mizi de farklı göstermeye çalışanlar çıkmıştır. Ama bakın o ne diyor; “Hakk’a ulaşmak istiyorsan yolda mürşidin Hz. Peygamber, dilde zikrin Hz. Kur’an olmalı.” Yine ona kulak verelim bakın engin gönüllü Yunus nasıl açıyor gönlünü Efendimize: Canım kurbân olsun senin yoluna Adı güzel kendi güzel Muhammed Şefaat eylesen kemter kuluna Adı güzel kendi güzel Muhammed “Adı güzel kendi güzel Muhammed, canım kurban olsun senin yoluna.” Şu ifadenin güzelliğine bakın; samimiyetine, içtenliğine… Yunus Emre bir başka şiirinde Efendimizi şöyle vasıflandırıyor. Ol âlem fahr-ı Muhammed nebiler serveridir Ver salâvat aşk ile ol günahlar eritir Hak onu öğdü yarattı sevdi “Habibim” dedi Yeryüzünde cümle çiçek Mustafa’nın teridir. “O âlemlerin övüncü olan Muhammed peygamberlerin başıdır.” Ve diğer bir güzel ifade “Yaradan O’nu övdü yarattı, O’na “Sevdiğim” dedi. Edebiyatımızda çok sayıda mevlid yazılmıştır. Yazdığı mevlidle yaklaşık yedi yüz yıldır milletimizin gönlünde eşsiz bir yer edinen Süleyman Çelebi’ye kulak verelim. 14 -15. yüz yıldan sesleniyor bizlere: Ger Muhammed olmasa idi ayân Olmayacaktı zemin ü asumân Ger Muhammed olmasa idi ey yâr Olmaz idi ay ü gün ü leyl ü nehâr Ger Muhammed gelmeseydi âleme Tâc-ı izzet inmez idi Âdem’e Ger Muhammed gelmese sen şunu bil Ne kulak işiterek söylerdi ne dil O’nun ile eren erdi hem Hakk’a O’nun ile geldi âlem revnâka Onun için geldi Cibril-i Emîn Onun için indi Kur’an-ı Mübîn O Süleyman Çelebi ki düğünümüzde, bayramımızda, matem günlerimizde hep kulaklarımızın pasını silip bizi Peygamberimizin iklimine taşır. İşte o çelebi insan böyle güzel sesleniyor Hak Resûl’e. Arı, duru, tertemiz bir dille, engin bir gönülle… 19

14 -15. yüz yılların bir diğer önemli şâiri Şeyyâd Hamza’nın şu güzel beyitlerine bakın: Senin adın kamu derde devâdır ya Resûlullah Senin katında hacetler revâdır ya Resûlullah Senin nûrun gören gözler ne ay gözler ne yıldızlar Nûrundan gece gündüzler ziyâdır ya Resûlullah Hüsn-ü hatla yazıp çerçeveletip de duvarımıza asacağımız şu güzel sözlere bakın. Ve 16. yüz yılın zirve ismi Fuzûli. Edebiyat çevreleri ona “Şâirler Sultanı” demiş. O da efendimize ünlü o “Su Kasidesi” ile sevgisini, saygısını dile getirmiş, su gibi coşmuş, çağlamış. Ne yazık ki bu eşsiz şiirin bütününü buraya alamıyoruz. Onun gönlünü bütünüyle size açamıyoruz; ancak şiirden aldığımız şu üç beyitle paylaşmak istiyorum onun hissiyatını. Edebiyatımızda tanasüp sanatının en güzel örneğini oluşturan şu beyte bakın: Suya versün bağbân gülzârı zahmet çekmesün Bir gül açmaz yüzün tek verse min gülzâre su Bin gül bahçesine su verseniz de Resûlullah’ın yüzü gibi bir gül yetişir mi hiç? Yetişmez elbette, yetişir mi hiç? Ama hangi doğru tespit bu kadar veciz ve güzel ifade edilebilir. Fuzûli yine aynı kasidesinde: Dest bûs-i arzusuyla ger ölsem dostlar Kûze eylen toprağım sunun onunla yâre su Şu saygı ve sevgi ifadesinin güzelliğine bakın; dostlarım (Allah Resûlü’nün) elini öpme arzusuyla ölürsem, (çürüyen bedenimin) toprağından desti yapıp onunla efendimizin toprağına su verin –ki murâdıma erip elini öpmüş olayım. Edebiyatımızda Hüsn-i Talil sanatının en güzel bir örneği diyebileceğimiz bir beyitte sıra: Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl Başını taştan taşa urup gezer âvâre su Ayak bastığı topraklara ulaşayım diyerek yüz yıllardır durmadan / Su, başını taştan taşa vurup gezer durur. Demek ki su yüz yıllardır niye öyle çılgınca akıyormuş; Efendimizin (S.A.S.) ayak bastığı topraklara ulaşmak için… Ne güzel bir bakış… Ne güzel bir inanış… Ne güzel bir şâir… Yine şâirler sultanı başka bir şiirinde; Vasf-ı Cibril-i Emin etmiş kabul-i hizmetin Sırr-ı Hâk keşfine onunla yetip ferman sana Sensin ol hadim ki ref etmiş cem-i hâkimi Hatem-i hükm-i risalet tapşırıp devran sana Diyor. Resûl-i Ekrem efendimize hangi güzel sıfat uymaz ki; ama onu Fuzûli kadar kim yerli yerinde kullanabilir? 17. yy.dan Aziz Mahmud Hüdai’ye kulak verelim şimdi de: Kudümün rahmet ü zevk ü sefâdır ya Rasûlullah

umman


Zuhûrun derd-i âşıka devâdır ya Resûlullah Hâl diliyle diyor ki; “Dünyaya gelişin rahmettir, zevktir, sefadır ya Resulullah / Ortaya çıkışın âşıkların derdine devâdır ya Resulullah” Nebi idin dahi Âdem dururken ma u tin içre İmam-ı enbiyâ olsan revâdır ya Resûlullah Ne güzel demiş; Henüz Hz. Âdem dünyaya gelmemişken sen peygamberdin/ Peygamberlere imam olsan uygundur ya Resulullah Hüdai’ye şefaat kıl eğer zâhir eğer bâtın Kapına intisâb etmiş gedâdır ya Resûlullah Şefaat inşallah, hem Hüdai’ye hem tüm ümmet-i Muhammed’e… Ârif Nihat Asya yüz yıllar sonra na’tını yazarken diyordu ki: “Na’tını Gâlib yazsın, Mevlidini Süleymanlar” 18. yy.ın Gâlib’i; na’tıyla unutulmaz olan Şeyh Gâlib’e kulak verelim: Sultân-ı resül şâh-ı mümeccedsin Efendim Biçarelere devlet-i sermedsin Efendim Divân-ı İlahi’de ser-âmedsin Efendim Mensûr-i “le emrük”le müeyyedsin Efendim Sen Ahmed-ü Mahmud-u Muhammed’sin Efendim Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim Ârif Nihat Asya boşuna anmamış Şeyh Galib’in adını “Na’t”ında. Hele şu ifadelerin güzelliğine bakın: Hutbeler okunur minber-i iklim-i bekâda Hükmün tutulur mahkeme-i ruz-i cezâda Gülbang-ı kudümün çekilir arş-ı Hüdâ’da Esma-i şerefin anılır arz-u semâda Sen Ahmed-ü Mahmud-u Muhammed’sin Efendim Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim Sen Allah’ın tasdik edip gönderdiği sultansın Efendim. Amenna! Elhamdülillah… 19. yy. halk şiirimizin önemli şâirlerinden Erzurumlu Âşık Emrah o güzel na’tında bakın ne diyor: Ya Resûlullah nice vasf etsin her eşya seni Rahmet irsal eyledi âlemlere Mevlâ seni Her nice medh eylesem a’lâsın andan ya Resûlullah Nur-i zâtından yaratmıştır Mevlâ seni Halk şâiri, hem de Hak şâiri ne güzel söylemiş, ne güzel… Yine 19. yy. Tanzimat Edebiyatı şairi Ziya Paşa, Efendimiz’i öylesine içten ve duygulu bir dille nakşetmiş ki şiire: Cihân-ı tuttu nûr-ı mârifet şems-i kemâlinden Vücûdun âlemine oldu rahmet ya Resûlullah Dü âlemde Ziyâ’yı mücrimin ümidi sendedir Şefaat ya Resûlullah şefaat ya Resûlullah Elbette hepimizin ümidi ondadır, şefaat kapısı yalnız ona açıktır. ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

20. yy. şairleri de onlardan geri kalmamış; işte ahlakını Efendimiz’in ahlakıyla süslemiş İstiklal Şâirimiz Mehmed Âkif, Efendimizin dünyaya gelişini bir mevlid havasında şöyle müjdeliyordu: On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi Kumdan ayın ön dördu bir “Öksüz” çıkıverdi Bir nefhâda insanlığı kurtardı o Mâsum, Bir hamlede kayserleri, kisraları yere serdi Dünya neye sahipse onun vergisidir hep Medyun ona cemiiyyeti, medyun ona ferdi. Medyundur o Masum’a bütün bir beşeriyet Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret. Âmin! Âmin! Âmin! Böyle güzel bir duaya başka ne denir? Rabbim inşallah hem Âkif’i hem de bizleri onun ikrarıyla haşreder. 1914’ün o zor günlerinde, vatanını canından aziz bilen Mehmed Âkif, aziz vatanın kutsal beldeleri bir bir elimizden çıkarken üzülüp ah ederek Resûl-i Zişan’ımıza şöyle sesleniyor. Yıllar geçiyor ki ya Muhammed Aylar bize hep Muharrem oldu. Akşam ne güneşli bir geceydi; Eyvah o da leyl-i mâtem oldu Allah için ey Nebiyy-i Mâsum İslam’ı bırakma böyle bikes İslam’ı bırakma böyle mazlum. Âkif Hz. Kur’an’ı da hakkıyla tanıyıp onu imanımızla yaşamamamızı isterdi. Hele bir bakın şu mısralardaki uyarıya: Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına, Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına, İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için. Kur’an’ı doğru anlamak ve ahkâmıyla doğru amel etmek… Ne güzel… Aziz İstanbul’un aziz şâiri Yahya Kemâl de “Muhammed” ismini nakş etmiştir şiirlerine; sevgiyle, bağlılıkla, hürmetle… Emr-i bülendsin ey ezan-ı Muhamedi Kâfi değil sadâna cihân-ı Muhammedi Gök nura gark olur nice yüz bin minareden Şehbal açınca rûh-ı revân-ı Muhammedi Ervah cümleten görür Allahu Ekber’i Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammed’i Osmanlı’nın şiir mimarı Yahya Kemâl… Yine ne güzel bir tablo çiziyor: Minarelerden okunan yüce emir “Ezân-ı Muhammedi” O’nun âlemine yayılırken gök nura gark oluyor; tüm ruhlar tekbirle uyanıyor; Allahu Ekber !... Ne muhteşem bir tablo bu Allah’ım… 20. yy. şâirlerimizden Mehmed Emin Yurdakul’un “Kur’ân-ı Kerim”i ilmî, ahlâki ve felsefî yönleriyle ön plana çıkaran şu güzel mısralarına kulak verelim: 20


Bu kitaptır; her insana için dışın öğreten Gökte, yerde; tende, canda bir “YARADAN” sezdiren Bu kitaptır; yürekleri iyilikle besleyen İl bağına girme diyen, dost yarasın bağlatan Bu kitaptır; akıllara her bir şeyi sordurtan “Düşün, sonra inan!” diyen, doğru yollar gösteren Ve bayrak şâiri Ârif Nihat Asya… Yazdığı o muhteşem “Na’t”ıyla bizi “Asr-ı Saâdet”e taşıyan o koca şairin bu güzel şiirinin bütününü buraya alamamanın üzüntüsünü bir kez daha yaşıyoruz. Seccaden kumlardı. Devirlerden, diyarlardan Gelip göklerde buluşan Ezanların vardı. Mescit mü’min, minber mü’min Taşardı kubbelerden Tekbir Dolardı kubbelere: “Amin!” Kapına gelenler ya Muhammed, -Uzaktan, yakındanMü’min döndüler kapından! Besmele ekmeğimizin bereketiydi; İki dünyada aziz ümmet Muhammed ümmetiydi. Günler ne günlerdi ya Muhammed Çağlar ne çağlardı. Daha dünyaya gelmeden Mü’minlerin vardı… …… Elçi geldin, elçiler gönderdin Ruhunu Allah’a Elini ümmetine verdin. …… Vicdanlar sakat çıkmadan Ya Muhammed, yarına; İyiliklerle gel, güzelliklerle gel, Âdemoğullarına! Yüreklerden taşsın Yine imanlar! Itrî bestelesin Tekbir’ini Evliya okusun Kur’anlar Ve Kur’an’ı göz nuruyla çoğaltsın Kayışzâde Osmanlar. Na’t’ını Galib yazsın, Mevlid’ini Süleymanlar Ne denir? “Allah râzı olsun, mekânın cennet olsun.” 20. yüzyılın üstâdı Necip Fâzıl son durağımız. Bakın Üstad Kur’an-ı Kerim’in eşi benzeri olmayan bir mûcize oluşunu nasıl ifâde ediyor: Birleşse insan ve cin, Kur’an’a denk söz için, En küçük parçasına misil getiremezler O esrar kapısından içeri giremezler Kur’an yaratık değil; Zerresi katık değil 21

Bir nur ki dile sığmaz, ona yetmez Arapça; O, Arapça’ya inmiş Allah kelâmı, Rabça… Esselam’ın takdiminde şöyle diyor Şâir-i Âzam; “Bu eser bir mevlid mi? Hayır! Sadece O’na olan eritici aşkımı ve gevşemez bağlılığımın vecd destanı… İşte o destandan: Elinde alâmet, İzinde selâmet. Tek isim: Muhammed… Ne bir harf, ne kelâm; Esselâm, esselâm… “Resul” adlı şiirinde de Efendimiz’i ve onun diğer peygamberlerden üstünlüğünü şöyle ifâde ediyor: Bu bir nur infilâkı, bu bir İlâhi şimşek Arştan hedef almışlar; nur huzmesinde döşek. Resul, resul ki artık resuller ona uyruk; Geldi melek, dilinde Hak’tan Resul’e buyruk: “Ey örtüler altında titreyen Peygamber kalk! Allah emrini bildir, senin, yerde gökte halk…” Son ve en anlamlı sözü, her şeyin özü; diyor ki şâir: Sen’de insan ve toplum, Sen’de temel ve binâ; Ne getirdin, götürdün, bildirdinse amennâ!... Evet, amennâ! Ey kutlu gönüllerin sahipleri, sözün sultanları! Rabbim, günlerin en güzeli “Mahşer Günü”nde sizleri bu nakışlarınızla Resûlullah Efendimiz’in sancağı altında haşretsin inşallah… Âmin…

umman


Hazırlayanlar

“ülkenin geleceği: İmam-Hatip Lisesi” Faruk Beşer ile sohbet, dokuzuncu sınıftan beri gerçekleştirmek istediğimiz bir düşünceydi. On birinci sınıfta bu düşüncemizi gerçekleştirme fırsatı bulduk. Dokuzuncu sınıfı okulumuzda okuyan arkadaşımız Şeyma Beşer ile irtibat kurduk. O da bizi kırmadı, babasıyla aramıza köprü oldu. Bir Salı günü öğle vakitlerinde kendimizi İlahiyat Fakültesi’nde bulduk. Prof. Dr. Faruk Beşer’in odasına girinceye kadar birbirimizin kalp ritimlerini duyabiliyorduk. Ancak kapıyı çalıp içeriye girince bizi güler yüzlü ve samimi bir şekilde karşılayan hocamız sayesinde heyecanımız bir anda yatıştı. İlk olarak Fıkıh ve Kur’ân-ı Kerim hakkındaki görüşlerini sorduk hocaya. Böylelikle sohbetimiz başlamış oldu. “Fıkıh ve Kur’an! Önce isterseniz fıkıh kelimesinin anlamını konuşalım. Fıkıh kelime anlamı olarak sözü çok iyi anlamak, merâmını kavramak, ince ve dakik bir anlayış demektir. Söz dediğimiz zaman anlaşılmaya lâyık olarak Kur’ân-ı Kerim’i ve sünneti özellikle de Kur’ân-ı Kerim’i anlarız. Sünnet nedir? Sünnet Kurân-ı Kerim’in Peygamberimiz tarafından canlı olarak yere indirilmesidir. Yani eğer Kur’ân-ı Kerim canlansaydı, yeryüzünde hiç eksiksiz uygulansaydı nasıl olurdu? İşte Peygamberimizin hayatı. Öyleyse Peygamberimiz zamanında nasıldı? İnsanlar sorular soruyorlardı. Bazı olaylar yaşıyorlardı. Bu olayları Allah ayetler göndermek suretiyle açıklıyordu. İnsanların o sözleri derinlemesine anlamasına gerek yoktu. Fakat Peygamberimiz hayattan ayrıldıktan sonra elimizde ne kaldı. Sadece Kur’ân-ı Kerim ve sünnet. İnsanlarda kendilerini zorunlu hissettikleri için sözü anlama çabasına girdiler. Bu çabanın adı da fıkıh’tır. Hatırlarsanız Peygamberimiz amcasının oğlu Abdullah Bin Abbas için on küsür yaşlarındayken; ‘Yarabbi onu dinde fakih kıl.’ diye buyurdu. Bu sahabe Kur’ân-ı Kerim’i en iyi anlayan sahabe oldu. Demek ki dinde fakih olmak Kur’an-ı Kerim’i iyi anlamayı gerektiriyor. Fıkıh sürekli anlamayı ifade eder. Şimdi size ilmi şeyler söyleyeyim. Ama siz zaten İmam-Hatip Okulunda olduğunuz için bu örneği anlayabilirsiniz. Kur’ân-ı Kerim’de Fıkıh kelimesi hep fiil olarak geçer isim olarak geçmez, yani mazi olarak değil hep şimdiki zaman olarak kullanılır. Bugün eski fıkıh kitaplarına bakıp Fıkıh öğrendiğimizi sanıyoruz oysa yaşadığımız olaylar farklı bir zamanda ve mekânda gelişiyor. Bugünkü olaylara ışık tutabilmemiz için bugünü ele almamız gerekir. Fıkıhın gerçek anlamda Fıkıh olabilmesi için bugünü aydınlatması gerekir. Kur’ân-ı Kerim’i anlamak için, yaşamamız gerekir. Yoksa Kur’ân-ı Kerim’i bilgi olarak anlamak mümkün değildir. Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’i tam olarak anlayamıyorlar çünkü ‘yaşamadan’ anlamaya çalışıyorlar. Oysa sahabe efendilerimiz on ayeti alıyorlardı bu ayetleri bir yere kapanarak hayatlarına uyguADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Ayşenur AYKUT Birgül YİĞİT Nurşen GÖZYUMAN Şule Nur ALTAY luyorlardı. Ama bugün işler tersine döndü. Din âlimi olmamız gerekirken din bilimci oluyoruz. Din bilimci herhangi bir konuda çok bilgi edinen demektir. Bizim din âlimi olmamız için anladıklarımızı hayatımıza aktarmamız gerekir. Peygamber Efendimiz: ‘Kim bildikleriyle amel ederse Allah ona bilmediklerinin bilgisini de verir.’ buyuruyor. Her birimiz bildiğimiz kadarının Âlimiyiz yoksa gerçek anlamda Âlim değiliz. Fıkıh sadece Fıkıh kitaplarını, ilmihallerini veya tefsir kitaplarını ezberlemek değildir. Hayatı öğrenecekseniz, öğrendiklerinizi yaşayacaksınız. İmam-Hatip Liseleri kurulurken çok da bilinçli olarak kurulmadı. Fakat İmam-Hatip Okulları bütün dünyada tartışılıyor. Geçen ay Rusya’da İmam-Hatip Lisesi okulları ile ilgili sempozyum vardı. Çünkü İslam dünyasının modernleşmesi için İmam-Hatip Liseleri çok orijinal bir projedir diyorlar. Bugün Rusya’da yüz milyona yakın Müslüman var. Onlara din eğitimi vermek için İmam-Hatip Okullarını incelettiriyorlar. Pakistan ve Malezya din açısından çok ileri görünmelerine rağmen İmam-Hatip okullarını örnek alıyorlar.” Hocamıza ikinci sorumuz “İmam-Hatip Liselerinin bugünü hakkında neler düşünüyorsunuz?” oldu. “İmam-Hatip Liselerinde gevşemeler ve dağılmalar meydana geldi. Bazı öğretmenlerin ve öğrencilerin canla, başla, heyecanla derslere gelmemelerinden dolayı var olan heyecan ve istek duygusu da ortadan kalkıyor. Heyecan bitince de her şey biter. Bunun üzerine Allah, İmam-Hatip Liselerinin filizlerini budatarak bizi cezalandırdı. Sonuçta sorumlu olan yine biziz. Temsil ettiğimiz şey sıradan bir şey değil Allah’ın dinidir. Böyle temsil edilecek olursa Allah bu nimeti elimizden alarak başkasına verir.” Son olarak hocamız “Bu ülkenin geleceği İmam-Hatip Lisesi’dir.” dedi ve sohbetimiz burada sona ermiş oldu. Hocamızın odasından çıktığımızda hem bu altın değerindeki bilgileri öğrendiğimiz için, hem de sizlere bu bilgileri aktarabildiğimiz için çok mutlu olduk. Saygıdeğer Prof.Dr. Faruk Beşer’e bize zaman ayırıp bizimle bu güzel sohbeti yaptığı için teşekkür ederiz.

22


Kübra KESKENDİR

duman Duman Kaç çiçek soldu seninle, Kaç katre Gözlerden sözlere akan. Bekle Felaket çıngırağı değil bu Sükût melodisi Yürekten süreğe. Sakın Bekleme beni gündüz, Akîbetim gecede. Közden öze Süzülen her hecede Söyle, Kaç melodi kaldı duman...

23

umman


Naci KAHRAMAN

Kur’an okurken ve dinlerken dikkat etmemiz gereken hususlar Kur’an okumak önemli, çok önemli bir sâlih ameldir. Çünkü bu fiili işleyenler Allah (c.c.) ile konuşuyorlar demektir. Allah (c.c.) ile konuşan ve O’nun sözlerini başkalarına okuyup aktaran kişinin bir takım edeplere bağlı kalması ve bazı sorumlulukların idrâki içinde olması gerekir. Kur’an; edeplerine riâyet edilerek okunduğu takdirde okuyana / dinleyene şefaatçi olacak ve şefaati reddolunmayacaktır. Bu edeplere riâyet edilmediği takdirde Kur’an bizi Allah’a (c.c.) şikâyet edecek ve şikâyeti kesinlikle reddedilmeyecektir. Biz kullara düşen bu edeplere sarılmak, onları hafife alıp terk etmemektir. Çünkü edepleri terk etmeye alışmış olanların, sünnetleri terk etmeye başladıkları; sünnetleri terk etmeye müptelâ olanların vâcipleri terk etme tehlikesine düştükleri, vâcipleri terk etme tehlikesine düşenlerin haramları işleme gibi tehlikeli bir duruma sürüklendikleri, haramları işleme mûsibetine düşenlerin farzları bırakmaya yüz tuttukları, farzları bırakmaya yüz tutanların İslam hükümlerini hâkir görme, küçümseme gibi bir küstahlığa başladıkları, hâkir görme ve küçümseme gibi bir küstahlığa başlayanların ve bu alçaklığa alışanlarınsa nihâyet küfür bataklıklarına gömülüp gittikleri bütün açıklığıyla ortadadır. Birbiriyle bağlantılı bu süreçten ve akıbetinden Allah’a (c.c.) sığınılmalıdır. Kur’an okunurken okuyanın ve dinleyenleADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

rin uyması gereken edeplerin bazılarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Kur’an okuyan kişilere vâcip olan ilk edep; Kuran’ı ihlâsla okumaları, okumasına karşılık olarak Allah (c.c.) rızasından başka bir şey talebinde bulunmamalıdır. Okuyucu okuyuşunu hocası dışında her hangi bir insana beğendirmek gibi bir gaye taşımamalı. Bulunduğu toplum içinde meşhur olmak, bulunduğu cemiyetteki insanlar tarafından övülmeyi beklemek ya da daha başka menfaatler elde etmek niyetiyle Kur’an okumamalıdır. 2. Kur’ân-ı Kerim’i, kendisiyle geçim temin edilebilen bir araç ve vasıta konumuna düşürmemelidir. 3. Okuyucu Kur’an tilâveti mukâbilinde bir şeyler almak zorunda kalırsa, o şeyi okuduğu Kur’an’a ücret niyetiyle almamalıdır. Belki bu işe sarf ettiği zaman karşılığında kendisine yapılan bir yardım olarak kabul etmelidir. 4. Okuyucu Kur’an okurken kendisini Allah’ın huzurunda kabul etmeli, Allah’ın kendisine nazar etmekte olduğunu, hatta kendisinden Kur’an dinleme isteğiyle yanında bulunduğunu hesaba katmalı, böylece Allah’ı görüyor gibi, O’nun huzurunda Kur’an okuyan kimsenin hâli üzere okuyuşuna devam etmelidir. 5. Abdesti sıkışık iken Kur’an okunmamalıdır. Bu durum okumaya başladıktan sonra ârız olursa 24


okuyuşa ara verilmelidir. Tamamen rahatladıktan sonra yeni abdest ile okuyuşuna devam etmelidir. 6. Okuyucuya esneme hâli gelirse esnemesi tamamen geçene kadar okuyuşuna ara vermelidir. 7. Kuran temiz bir yerde, tercihen camilerde okunmalı. Çünkü camide îtikâf sevabına da nâil olunur. 8. Hamamda veya yollarda Kur’an okumak tahrimen mekruhtur. 9. Uyuklayan kimselerin Kur’an okumaları -yanlış okuma korkusundan dolayı- mekruhtur. 10. Hutbe dinlemekte olan kimsenin Kur’an okuması mekruhtur. 11. Okuyucunun okuma esnasında gülmesi, lüzumsuz sözlerde bulunması, el, saç, vs. gibi şeylerle oynaması, abesle iştigal etmesi mekruhtur. 12. Kur’an okuyanın yanına birisi yaklaştığında selam vermesi için okumayı bırakması müstehabdır. Selam verdikten sonra “Eûzubesmele” ile devam etmelidir. Okuma esnasında selam verilmişse, selama karşılık vermek için okuyuşuna ara vermesi, Kuran okurken aksırdıktan sonra “Elhamdülillah” demesi veya bunu söyleyen kimseye “Yerhamükellah” şeklinde dua etmesi vaciptir. 13. Kur’an okumakta olan kimsenin, ezan esnasında okumasını keserek ezanı dinlemesi menduptur. 14. Okuma esnasında yanına âlim, sâlih bir kimse veya şerefli bir kişi (makam mevki sahibi) geldiğinde Allah rızası için ayağa kalkıp hürmet ve ikramda bulunması müstehaptır. 15. Kur’an’ı yüzünden okumak, ezberden okumaktan daha sevaptır. Çünkü Kur’an’a bakmak ayrıca bir ibadettir. Ancak ezberden okunduğunda okuyanın ürpertisi ve kalbinin huzuru artıyorsa bu kimse için ezberden okumak daha faziletlidir. 16. Arapça’dan başka bir dille Kur’an okumak asla câiz değildir. 17. Her harfin hakkını vererek, mahreçlerinden çıkararak okumak suretiyle (ki vaciptir) Kur’ân-ı Kerim’i tertil (ağır okuyuş) mertebesinde ve sesi güzelleştirerek okumak müstehaptır. 18. Son derece süratli olarak Kur’an okumak kesinlikle mekruhtur (Hatim ve teravih namazlarında olduğu gibi). 19. Kur’an okunurken peygamberimizden bahsolunan âyetlere gelindiğinde okuyucunun da dinleyenlerin de Peygamberimize (s.a.s.) dua etme-

leri gerekir (Sâlat-u selâm getirmeleri). 20. Allah’ın (c.c.) rahmetinden bahseden âyetlere gelindiğinde sevinmeli, O’ndan rahmetini istemeli, azâbından bahseden âyetlere gelince titremeli ve Allah’a (c.c.) sığınmalıdır. Allah’ın (c.c.) kudret ve azâmetinden bahsolunan âyetler okunurken Allah’ı (c.c.) ta’zim, takdis ve tesbih etmeli dua âyetleri okunurken bu âyetler vasıtasıyla Allah’a (c.c.) yalvarmalıdır. 21. “Yahudiler: Üzeyir (AS) Allah’ın (c.c.) oğludur dediler. Hristiyanlar da: Mesih (İsa a.s.) Allah’ın (c.c.) oğludur dediler.” Mealindeki Tevbe Suresi 29. âyetini ve mânâ itibariyle buna benzer âyetler okunurken okuyanın ses tonunu kısması uygun düşer. 22. Fâtihâ Sûresi’nden sonra okuyucuların ve dinleyenlerin “Âmin” demeleri gerekir. 23. Kur’an okuyan kişinin zaman zaman ağlaması, ağlıyor gibi okuması, hüzün ve ürperti içinde bulunması Kur’an okumanın müstehap olan edeplerindendir. 24. Kur’an okuyan kişi secde âyetlerine geldiği zaman âyeti okuyup ardından secde yapması menduptur. Hanefî mezhebine göre vâciptir. Tilâvet secdesi okunduğunda abdesti olmayan kimse secde borcunu abdest aldıktan sonra edâ edebilir. 25. Kur’an’dan ezberlediği kısımları unuttuğunu söyleyecek olan kişi “onları unuttum” şeklinde değil, “unutturuldum” şeklinde ifâde kullanmalıdır. Çünkü unutma işinin fâili kendisi değildir. 26. Okuyucu okumasını bitirdikten sonra “Sadakallâhu’l-Azîm” diyerek Rabbini doğrulaması ve “Ve belleğa Resûluhu’l-Kerim” diyerek Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Kur’an’ı insanlığa tebliğ edip duyurduğuna Hz. Muhammed’i (s.a.s.) şahit tutmalı ve bunları “Ve nahnü ala zalike mine’ş-şahidin” cümlesini tekrar ederek kendisinin de bu gerçeklere inanıp tasdik ettiğini belirtmelidir. 27. Hatim eden kişi hatim gününde oruçlu olması aile efrâdını ve dostlarını da dâvet etmesi, sonra da duâda bulunması ve duâdan sonra da yeni bir hatime başlaması Kur’an okuma edepleri ve sünnetlerindendir. 28. Kur’an okumak için gündüzün erken vaktini, yani sabah erkenden güneş doğuncaya kadarki zaman tercih edilmelidir. Çünkü Efendimiz (s.a.s.) “Allah’ım (c.c.) ümmetim için erken vakitleri mübarek kıl” diye duâ etmiştir.

Kaynaklar Kur’an Tarihi, Ahmet Cevdet Paşa Kur’an Okumanın Edebleri, Ali Muhammed ed-Debba’, tercüme Yard. Doç. Dr. Ali Osman Yüksel En Büyük Mucize Kur’an-ı Kerim’in İlmi Ve Edebi Sırları, Prof. Dr. İsmail Karaçam 25

umman


Kur'ân-ı Kerim hakkında bilgiler Kur’ân-ı Kerim’de kaç tane sûre vardır? 114 tane Kur’ân-ı Kerim’de kaç tane tilâvet secdesi vardır? 14 tane Tilâvet secdesi ile biten sûreler hangileridir? A’raf sûresi -Necm sûresi -Alak sûresi Nebîlerin ismiyle isimlenen sûreler hangileridir? Yûnus, Hûd, Yusuf, İbrâhim, Muhammed, Nûh sûreleri Âyet sayısına göre Mekkî sûrelerin en büyüğü hangisidir? Şuârâ sûresi 227 âyet Kur’ân’da zikredilen en büyük rakam kaçtır? 100.000 rakamı Saffât sûresi 147. âyet Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen en küçük rakam kaçtır? 1/10 Sebe:45 Besmele iki defa zikredilen sûre hangisidir? Neml Sûresi Besmele ile başlamayan sûre hangisidir? Tevbe (Berae) Sûresi İki nebinin ismi ile biten sûre hangisidir? Alâ Sûresi Esmâ-ül Hüsnâ'dan birisiyle başlayan sûre hangisidir? Rahman Sûresi Peygamber Efendimiz’in kadınlara öğretilmesini emir buyurduğu sûre hangisidir? Nûr Sûresi Her âyetinde Allah (c.c) lafzı olan sûre hangisidir? Mücâdele Sûresi Her gece 30 âyeti okuyan kimseyi kabir azâbından koruyan sûre hangisidir? Mülk Sûresi Nâzil olduğu zaman 70.000 meleğin arza indiği sûre hangisidir? En’am Sûresi Cuma günü okunması müstehap olan sûre hangisidir? Kehf Sûresi Peygamberimizin “Beni yaşlandırdı” buyurduğu sûre hangisidir? Hûd Sûresi İçinde iki tane secde âyeti olan sûre hangisidir? Hacc Sûresi Peygamberimizin Kur’an'ın üçte birine denk buyurduğu sûre hangisidir? İhlâs Sûresi Bir mâden ismi olan sûre hangisidir? Hadîd Sûresi (demir mânâsına) Ahmed ismi kendisinde zikredilen sûre hangisidir? Saff Sûresi 6. âyet Sahâbe ismi kendisinde zikredilen sûre hangisidir? Ahzab Sûresi 37. âyet -ZeydKur’ân-ı Kerim’de kaç tane nebînin adı zikredilmiştir? 25 Amme cüzünde kaç tane sûre vardır? 37 Mekke’de müşriklere karşı Kur’ân’ı açıktan ilk okuyan sahâbe kimdir? Abdullah b. Mesut Rasûlullah’ın “Kur’ân'ın zirvesi” buyurduğu sûre hangisidir? Bakarâ Sûresi Peygamber Efendimiz’in hicretini anlatan sûre hangisidir? Tevbe Sûresi 40. âyet Kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrildiğini anlatan sûre hangisidir? Bakarâ Sûresi 142-150. âyetler ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

26


Feyzanur AKMAN

Peygamberimizin (s.a.s) Kur’ân-ı Kerim’e verdiği önem Emir-ul Müminin Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.s)’tan şöyle nakleder: “Okuduğu Kur’an’ı hıfzeden kimseyi Allah cennete götürür. Ve ona, ateşin farz olduğu on yerde ailesine şefaat etme izni verilir. Bu konuda bir çok hadis naklolunmuştur. İsteyenler ilgili hadis kitaplarına başvurabilirler Ubade b.Samit’ten şöyle naklolunuyor: “Birisi (Medine’ye) hicret ettiğinde, Peygamber (s.a.s) Kur’an öğretmemiz için onu biz sahabelerden birine teslim ederdi. Resulullah (s.a.s)’in mescidinde devamlı Kur’an tilavet olunduğu için çok gürültü olurdu. Bu yüzden birbirlerini şaşırtmamaları için Resulullah (s.a.s) Kur’an’ı yavaş sesle okumalarını buyurdu.” Başka bir hadiste ise şöyle buyurulmaktadır: “Birisi Medine’ye hicret ettiği zaman Kur’an öğrenmesi için Peygamber onu birinin yanına verirdi. Resulullah (s.a.s) hayattayken Kur’an hafızları çoğalmıştı. Hatta o dönemde onlardan 70 tanesi Bi’ri Maune’de (İslâm düşmanları tarafından) öldürülmüştü Abdulkays’ın gönderdiği elçiler Peygamber (s.a.a)’in yanına geldiği zaman Resulullah (s.a.s) Kur’an okumaları ve namazı öğrenmeleri için onların herbirinin bir müslümanın yanında kalmasını emretti. Aradan bir Cuma (bir hafta) geçtikten sonra Peygamber (s.a.a) onları (imtihan etmek için) çağırdı; daha çok öğrenmeleri gerektiğini görünce onları başkalarına teslim etti. Aradan bir Cuma geçtikten sonra hepsi Kur’an kârisi ve namaz meselelerine vakıf olmuşlardı. Yine tarih kitaplarında Resulullah (s.a.s)’in, Muaz ve Ebu Musa’yı Yemenlilere Kur’an öğretmeleri için gönderdiği yazılmaktadır. Bir yerde de şöyle nakl olunmuştur: “Hicretten önce Resulullah (s.a.s) bu iş için Mus’ab b. Umeyr’i Medine’ye göndermişti. Mekke’nin fethinden sonra ise Muaz’ı Mekke’ye gönderdi.” Bazıları İbn-i Mektum ve Mus’ab b. Umeyr’in Medine’ye gelip Kur’an öğretmeye koyulduklarını nakletmişlerdir. Bunlardan başka Resulullah (s.a.s)’in sağlığında bir grup “Kâri”nin de meşhur olduklarını ve hatta halk onları kârı sıfatıyla çağırdığını görmekteyiz Resulullah (s.a.s)’in döneminde birisi Ebu Derda’ya şöyle demişti: Ey Kariler! Ne oluyor sizlere; neden bizden daha korkaksınız, bir şey istendiğinde bizden daha cimrisiniz ve bir şey yediğinizde lokmalarınız bizimkinden daha büyüktür! Görüldüğü gibi Bi’ri Maune öldürülenlere “Kariler” lakabı Peygamber-i Ekrem (s.a.s)’in zamanında verilmişti. Resulullah (s.a.s)’den naklolunan bir hadiste şöyle geçiyor: “Bu ümmetin münafıklarının çoğusu Kari’lerdendir.” Bunun sebebi, diğerlerine göre karilerin daha gururlu, kibirli ve riyakâr olmaları olabilir. Başka bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.s)in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Derin hüzün kuyusundan Allah’a sığının.” Derin hüzün kuyusunun ne olduğu sorulduğunda Resulullah (s.a.s); “Cehennemin dibinde olan bir vadidir; cehennem(in kendisi) her gün 400 defa ondan Allah’a sığınır. Allah bu vadiyi riyakâr kariler için hazırlamıştır, dedi. Yine: Nak27

le göre müslümanlardan kim daha çok Kur’an’ı öğrenip veya toplayan veya diğerlerinden daha çok okuyan kimsenin onlar için namaz kılıp, emirlik edeceği Resulullah (s.a.s) tarafından kararlaştırılmıştı.” Kur’an’a önem vermek Peygamber (s.a.s)’in dönemine mahsus değildi. Resulullah(s.a.s)’ın irtihalinden sonra da Kur’an’a çok önem veriliyordu. Ebu Ubeyde şöyle diyor: Halk her sabah İbn-i Mes’ud’un evine gelir, o da onlardan yerlerine oturmalarını isterdi. Sonra Kur’an okuyanların arasında dolaşır ve “Falanca hangi suredesin” diye sorar, o da cevap verirdi. Emir-ul Mu’minin Ali (a.s) de Kur’an öğretiyordu. Ebu Abdurrahman Selemi -ki Âsım Kur’an’ı ondan öğrenmiştir- şöyle diyor: “Ben Kur’an’ın hepsini Ali b. Ebi Talib’in huzurunda okudum.” Asım b. Küleyb diyor ki: “Ali (a.s) Kufe mescidinde iken bazılarının sesini işitti. Onların kim olduğunu sorduğunda; “Kur’an okuyup, onu öğrenenlerdir” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Onlar Resulullah (s.a.a)in en çok sevdiği insanlardandır”. Hz. Ali (r.a.) Kur’an okuyanlara (beyt-ul maldan) ikişer bin dinar ayırırdı. Ve bir başka nakle göre Hz. Ali (r.a.)’den şöyle buyurmuştur: Müslüman olarak doğup, Kur’an okuyan herkese beyt-ul maldan yılda 200 dinar ayrılacaktır. İsteyen onu bu dünyada alır, isteyen de ahirette.” Ebu Musa Eş’ari, Ömer b. Hattab’ın zamanında Kur’an’ı toplayan Basra karilerini çağırdığında 300 kişi onun yanına geldiler. İbn-i Zenceveyh şöyle diyor: Ömer b. Hattab Ebu Musa’dan yanında olan karilerin sayısını kendisine söylemesini istedi. O da yanında üçyüzün üzerinde kâri olduğunu söyledi. Sıffin savaşına yaklaşık otuzbin kârinin katıldığı nakledilmiştir. Tabii ki bunların dışında da yine kariler vardı. Elbette bu gibi istatistiklerde bir tür abartma görülmektedir. Hakemiyeti ileri sürenlerin mızraklara taktıkları Kur’an sayısının 500 olduğu söylenmiştir. Mınkarî, onların arasındaki Kur’an’ların bu sayıdan daha çok olduğuna inanarak mızraklara takılan 500 Kur’an’ın büyük Kur’anlar olduğunu savunuyor. Üçüncü halife Hz. Osman’ın hilafetinin sonlarında ya da Ali (r.a.)’nin hilafetinin sonlarında ölen Ebu Derda her zaman şöyle diyordu: “Yanımdaki Kur’an okuyanları saydığımda onların 1600’ün üzerinde olduğunu gördüm.” Abdurrahman b. Muhammed b. Eş’as kıyam ettiğinde ordusunda öncüler vardı. Bunlara “Öncü Kari”ler diyorlardı. Kumeyl b. Ziyad, Said b. Cübeyr, Abdurrahman b. Ebi Leyla v.s. de onlardandır. Ebu Hilal-i Askeri şöyle diyor: “Kari ve fakihlerin çoğu kölelerdendi. Onların çoğu İbn-i Eş’as’la birlikte Haccac’ın aleyhine kıyam etmişlerdi. Bütün bu hadisler müslümanların Kur’an’a, Kur’an’ı ezberlemeye ve okumaya verdikleri önemi göstermektedirler.

umman


Feyzanur AKMAN

Kur'ân-ı Kerim'in çoğaltılması

muhasebe İçten içe muhasebe Söndürülmüş ihtiraslar, Ve zifiriyken geceler Kan kusan aynalarda Çözülmez bilmeceler. Uzak dur şimdi Ruhum hedef değil, Öyle bir haldeyim ki Cismim bende değil Kapkaranlık geceler; Ey nefis eğil. Kelimeler tükendi gayrı, Kalem bile secdede Her zerrem benden ayrı, Her parçam bir hecede Erdi kemale yürek, Kaybolmadan gecede.

Kübra KESKENDİR ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği devrinde, dinden dönenlere karşı yapılan Yemâme savaşında (633) 70 kadar hâfız şehit olmuştu. Bu hal Hz. Ömer’i telaşa düşürdü. Çünkü insanlar savaş yapmak mecburiyetinde kalabilirler; buralarda da pek çok hâfız/kurrâ şehit olabilirdi. Bunun için Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e müracaat etti. O da teklifi yerinde bularak, Hz. Peygamber’in çok sevdiği vahiy kâtibi Zeyd b. Sâbit’i (r.a.) çağırarak bu görevi ona verdi. O da bir yandan eldeki çeşitli malzemelere yazılmış mevcut nüshaları bir araya getirdi. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’an âyetleri yazmış bulunanları, sahabeden iki âdil şâhidin şâhitliği ile kabul etti. Böylece, eldeki bütün yazılı âyetleri Zeyd b. Sâbit (r.a.) kendisinin ve hâfızların ezberleriyle karşılaştırdı. Artık Mushaf’ın eksiksiz olduğu hususunda tam emniyet hâsıl oldu. Sonunda her sûre ve âyetleri vahiyle belirlenmiş sıraya göre ve Kureyş lehçesiyle bir kitap hâlinde yazıldı ve adına “Mushaf” denildi. Bunun yanında Kur’ân-ı Kerîm, Hudâ, Furkân, Zikr, Nûr, Hakîm gibi adlarla da anılmıştır. Nihâyet Hz. Osman halîfe seçilince nüsha ona intikal etti. O da İslâm’ın yayılması ile Kur’an’ın metninde bazı değişik okuma/kıraat farklarına ve ihtilaflarına meydan vermemek için, yine Hz. Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet kurup sureleri son arzaya uygun olarak (geliş sırasına göre değil de aralarındaki ilgiye göre tertip edip) birkaç (4-5 veya 7-8) nüsha yazdırarak bazı büyük vilayetlere gönderdi. Hz. Ömer’den intikal eden asıl nüsha, tekrar kızı Hz. Hafsa’ya iade edildi. İşte kıyâmete kadar ALLAH Teâlâ’nın muhafazası altında olan yüce kitabımız Kur’an böylece toplanıp tertip edilmiş oldu. 28


Abdülkadir AVCI

Kur’an ile inşâ olmak İnsanların birer birer Kur’an’dan uzaklaştığı bir çağda yaşıyoruz. Hal böyle olunca Kur’an ile yoğurulmak bizlerin gözünde büyüyor. Ne yazıktır ki çağdaşlık adına Kur’an cenazelerde okunan yüce kitap haline getirilmeye çalışılıyor. İşte böyle bir durumda iken; “Acaba biz bu inşaatın temelini ne kadar depreme dayanıklı yapıyoruz?” Sorusunun irdelenmesi gereken bir soru olduğuna inanıyorum. Diyelim ki biz bu temeli daha yeni kazıyoruz. Pekâlâ, temeli sağlam hale getirebilmek için neler yapmalıyız? Ben de diyorum ki gelin bunu sahabenin yaşantısında arayalım… Neydi sahabenin Kur’an anlayışı? Sahabenin Kur’an anlayışının temel özellikleriyle ilgili şu tespitleri yapmak mümkündür: 1. Kur’an ayetlerinin inişini (nüzul ortamını ve esbab-ı nüzulü) müşahade etmişlerdir. 2. Müslüman bir toplumun oluşumuna ve gücüne tanıklık etmişlerdir. 3. Kur’an’ın dilini çok iyi bilmeleri sebebiyle dil konusunda sorunları olmamıştır. 4. Fikirlerini serbestçe ifade etme imkanına ve bilmediklerini bizzat Hz.Peygamber’e (s.a.s.) sorarak öğrenme imkanlarına sahip olmuşlardır. 5. Sahabiler Kur’an’ı çok özlü olarak anlamışlar ve insanı yoracak ayrıntılara girmemişlerdir. 6. Öğrenmiş olduklarını anında hayatlarına katmışlardır. 7.Ayetlerin ve genelde Kur’an’ın ruhuna aykırı ifadelerden kaçınmışlardır. Kur’an’ı bu ölçüler içerisinde anlayan sahabenin örnek imanı, Allah ve Rasulüne olan mutlak itaatleri, emir ve yasaklara olan saygıları Kur’an’ı daha kolay, daha sade bir yapıda anlamalarını sağlamıştır. Kur’an’ı aracısız olarak işiten, Hz.Peygamber’in (s.a.s.) uygulamalarını gören bu insanlar Kur’an’ı uygulamaya yönelik bir şekilde anlamışlardır. Evet o sahabe böyle bir Kur’an anlayışına sahipti. Pekâlâ, şu kapitalist(maddeci) toplum içinde bizler neler yapıyoruz. Tabi burada kapitalist olmayanları tenzih ederim. Evet, biz gerçek kendimizi Kur’an ile mi inşa ediyoruz sorgulayalım. Ben kendi sorgumdan çıkarım yaparak şunları söyleyebilirim:

29

Biz kendimizi Kur’an ile değil para ile inşa ediyoruz. Yani mantık şöyle ki “Paran varsa her şeyin var”. Ama gerçekten bu söz doğru bir söz mü? Tabi ki değil. Nitekim öyle kişiler duyuyoruz ki çok zengin olmasına rağmen hastaysa, Allah izin vermedikçe iyileşemiyor. Eğer Kur’an ile inşa olmak istiyorsak sahabenin Kur’an anlayışını kendimi şiar edinmeliyiz. Ve peygamberimizin kişiliğini kişilik haline getirmeye adım atmalıyız.

fecr Vakit fecir. Puslu pencere. Kaç harf daha yazmalıyım, Eskiyen şakaklara? Vakit fecir, Vefasız vârisler adına Karalanmış satırlara Ekledim ruhumu. Vakit erken, Nasibi yok kuşların. Güller soluyor, Derken Hafif bir bestede, Yine o nakarat...

Kübra KESKENDİR

umman


ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

30


31

umman


Rümeysa KARANFİL

Kur’ân-ı Kerim ile muhabbet Sevgi, muhabbet veya daha ileri şekliyle aşk; “ bir şeye bütün gönlüyle meyletmek, sevdiğini sahip olduğu diğer şeylere tercih etmek, sevdiği uğrunda her türlü fedakârlıktan kaçınmamak ve sevdiği ile beraber olabilmek için her türlü çileye katlanmak “ şeklinde tarif edilebilir. En güzel muhabbet Cenab-ı Hakk‘tadır. En güzel aşk, sevgi Cenab-ı Hakk’adır. Muhabbetin sadece Allah için olması ve ona hasredilmesi mecburidir. Ancak muhabbetin birden bire Cenab-ı Hakk’a yöneltilmesinde insan için birtakım tehlikeler mevcuttur. Kalp, bir an gelir yüksek voltaja tutulmuşçasına yanmaya başlar; insan meczuplaşır. Bu durum ise, beşeri hayatı ve onun icaplarını altüst eder. Hazreti Musa’daki tecelli bu hale güzel bir misaldir; Musa (a.s.) Tur-i Sina’da Cenab-ı Hakk’ın ezeli ‘kelam’ sıfatına muhatap oldu. Rabbiyle beşer idrakinin ötesinde harfsiz, kelimesiz, değişik bir hal ile konuşmanın manevi cazibesi içinde büyük bir aşk ve muhabbetle kendini kaybetti. Israrla Cenab-ı Hakk’ı görmek istedi. Ancak “Len Terani” ( beni göremezsin!) hitabına muhatap oldu. Buna rağmen ısrar edince, Cenab-ı Hakk hicaplar arkasından dağa nazar edeceğini bildirdi. Dağ, Rab’den gelen zerre kabilinden bir nur tecellisi karşısında infilak edip darmadağın oldu. Bu müthiş hal karşısında Musa (a.s.) bayıldı ve istiğfar etti. Bir peygamberin bile takatini eriten bu büyük ve ani tecelli de gösteriyor ki, muhabbete kademe kademe ilerlemek zaruridir. Sevene her defasında fedakârlık düşer. Ancak şaşırtacak bir husustur ki, seven sevdiği uğruna çile çekmekten, bedel ödemekten hiç şikâyetçi olmaz, olmamalıdır. Yoksa sevgisindeki samimiyete gölge düşer. Cenab-ı Hakk’a duyduğumuz muhabbet elbette en güzel şekliyle Kuran_ı Kerim aracılığıyla olur. Kur’an-ı Kerim sevgisi, yüreğimizin huzuru olur. Fani hayatta nasıl anne- babaya, karşı cinADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

se duyulan sevgi varsa nasıl onu sevdiğin için onu her zaman görmek istersen, her zaman yanında olmak istersen, her zaman onu anımsamak istersen Cenab-ı Hakk’a duyulan sevgi de böyledir. O’nu hatırlamamız lazım. O’nu hatırlamak da elbette O’nun emirlerine uymaktır. Yap dediklerini yapmaktır. Yani namaz kılıp Kur’an-ı Kerim okumak gibi. Cenab-ı Hakk’ın sevdiğini sevmek gibi. O’nun yolladığı Peygamberi kabul edip iman etmek gibi. İman kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. Eğer kalbin Allah diyorsa, dilin de Allah der, Kuran-ı Kerim okur. Peygamber Efendimiz Allah (c.c.)’nin en sevdiğidir. Peygamber Efendimize muhabbet ve teslimiyetin bir gereği de Allah’a ve Allah’ın Resulüne buğzedenlere buğzetmek, Rasulullah’a düşman olanlara düşman olmak, O’nun dininde bidatler icap edip sünnetine muhalefet edelerden uzaklaşmak, Rasıulullah’ın şeraitine muhalif olan her şey den uzaklaşmaya çalışmaktır. Kur’an-ı Kerim’i sevmek bizi Allah sevgisine götürür. Rasulullah en çok Kuran_ı Kerim’i severdi, O’nu örnek alan Ashab-ı Kiram da en çok Kur’an’ı severdi. Peygamberimiz ashabına, inen ayetleri hemen okur (talim) ve onlarla ilgili açıklamaları yaparak (beyan ve tefsir) onu hayatına bizzat tatbik eder ve ashabına da amel etmelerini emrederdi. Onlar da Peygamber Efendimiz (s.a.s.) den öğrendiklerini hemen birbirlerine öğretir ve en kısa zamanda hayata geçirirlerdi. Kur’an-ı Kerim bize Allah tarafından gönderilmiş ilahi bir mektuptur. Bir tanıdığımızdan mektup gelse hemen okumaya ve mektubu okutup anlamaya çalışırız. Kur’an-ı Kerim’i de anlayarak öğrenerek okumalıyız. O’nu hayatımıza aksetmeliyiz. İndiriliş gayesi bu değil midir zaten? Bu sebeple her müslüman, öncelikle Kur’an-ı Kerim’in talebesi olmalıdır.

32


bir dost Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın "Nereden çıktın bu saatte" dememeli, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında "Gözünün dilini bilmeli" dinlemeli, sormadan, söylemeden anlamalı... Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin. Kucaklamalı seni güvenli kolları dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı... En mahrem sırlarını bile verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin. Gölgesinde serinlemelisin sorgusuz, sualsiz... Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli... Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup, koluna girebilmeli. Övmeli âlem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin."Hak ettim" diyebilmelisin. Teklifsiz kefili olmalı, hataların, günahların yegâne şahidi... Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş... Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin... Ve sen ağladığında, onun gözünden gelmeli yaş... İşte en çok böyle zamanlarda bir dostu olmalı insanın... Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri... "Parkurun bütün zorluğuna rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya, yenildik sayılmayız" diyebilmeli. Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçük bir kâğıda yazdığımız kısa, ama ümitvar bir yazıyı, yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından atlayabilmeliyiz. "Bunu da aşacağız" İmza: BİR DOST

33

Afra Nur YILMAZ

umman


Feyza GÜRSOY

bizler varız Havf ile recanın, heyecan ve sükûnetin tecelli ettiği an… Metanetin ve olgunluğun anlam bulduğu an… Cebrail’in son resul ile âlemlerin yaratılış sebebiyle buluşacak olmanın verdiği sevinçle görevini yapacak olmasının verdiği heyecan… Tefekkür için gidilen yerde, az sonra peygamber olacak olan o mükemmel insanla sanki her şeyden haberdarmış gibi tefekkür eden kâinatın sessizliği… İşte vahiy denilen o kutsal randevunun gerçekleştiği vakit: 610 yılının Ramazan ayının 17. günü, pazartesi gecesi. Peygamberliğinden habersiz, o kutsal görevin kendisine verildiğinden bihaber olarak, hayatında hiç duymadığı sorularla muhatap olduğu halde olaya metanetle yaklaşabilmek onu özel yapan. “Oku!” sorusuna “Ben okuma bilmem” dediği halde tekrar tekrar oku emri verilip, Cebrail tarafından nefesi kesilinceye kadar vücudu sıkıldığı halde olgun davranabilmek O’nu değerli yapan. Bir bakıma korku ve çaresizliğin de baş gösterdiği anda “Söyle ne okuyayım?” sorusu onu önemli bir sorumluluğun içine alan. Okuma yazma bilmediği halde, heyecan ve korkunun son haddinde Kâinatın Efendisi, bizzat konuştuğu dilde nazil olan Cebrail’in ağzından dökülen o mükemmel sözleri tekrar eder. “ Yaratan Rabbinin adıyla oku! O Rabbin ki insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kelam sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir.” İşte diline ve kalbine yerleştirilen, Allah’la randevusundaki ilk sözler… İnsanlığın kurtuluşa ermesi için gönderilen kurtarıcı sözler… Vahiy; sevgiliyle olan ilk buluşma. Cebrail’in vazifesinin şimdilik sona erdiğini anlatan “ Ya Muhammed! Sen Allah’ın Resulüsün. Ben Cebrail’im.” Sözleriydi O’nu kendine getiren. İşte teslimiyetin verdiği güzellikle indirilmeye başlanan bu mucize sözlere verdiğimiz değeri düşünüyorum şimdi. Sadece özel gün ve gecelerde elimize aldığımız, sanki almakta zorluk çekmek için özel olarak yaptırmışız gibi aslında saygı ifadesi olan ama bizim fazla abarttığımız, odanın en üst yerlerine koyduğumuz Kuran kaplarını, örtülerini düşünüyorum. İki sayfa okur okumaz uykumuzun geldiği, esn emeye başladığımız sözler, bu sözler mi diye düşünüyorum. Verdiğimiz değer bu mu? Onun anlattıklarını yaymak için bütün zorluklara katlanan, her ayetiyle hayatına yön verip, kendiADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

ni ona göre şekillendiren Resulün ümmeti olarak kurtuluşun anahtarı olan, Allah’ın son derece değerli sözlerini günlük hayatımızdan bu derece tecrit etmek bize yakışıyor mu diye düşünüyorum. Ama gönlümün ve dilimin ortaklaşa verdiği, benim bunu duymak istemiyor olduğum halde bastıramıyor olduğum tek bir cevap var: “Hayır!” İşte bunu değiştirmenin tam vakti, bugün… Yarına bırakmak yok, şairin dediği gibi “Sakın bir şey bırakma yarına, yarın yok ki.” Öyleyse bize düşen tek şey Kuran’ı hayatımıza taşımak bugün… Yarınımızın olup olmadığını bilmediğimize göre bugünü değerlendirmeliyiz. Onu Kuran dolaplarından kurtarmalı, gönül dolaplarımızda saklamalıyız. Onu özel günlerde nerde olduğunu arayıp bulmak yerine bugünümüzde kaybetmeliyiz. Sadece okumak yerine onu anlamalıyız. Onu hem dilimize hem kalbimize işlemeliyiz. İşte asıl değeri o zaman verebilecek düzeye gelebiliriz herhalde. 1400 yılık bu kutsal vazifede görev alma sırası şimdi bizde. Görevimiz O’nu yaşamak ve yaşatmak. O’na gerekli değeri verebilmek için O’nu anlamak. O’na ve O’nun sahibine layık olmaya çalışmak için ben varım, bizler varız! Haydi, öyleyse herkes göreve! dan bu derece tecrit etmek bize yakışıyor mu diye düşünüyorum. Ama gönlümün ve dilimin ortaklaşa verdiği, benim bunu duymak istemiyor olduğum halde bastıramıyor olduğum tek bir cevap var: “Hayır!” İşte bunu değiştirmenin tam vakti, bugün… Yarına bırakmak yok, şairin dediği gibi “Sakın bir şey bırakma yarına, yarın yok ki.” Öyleyse bize düşen tek şey Kuran’ı hayatımıza taşımak bugün… Yarınımızın olup olmadığını bilmediğimize göre bugünü değerlendirmeliyiz. Onu Kuran dolaplarından kurtarmalı, gönül dolaplarımızda saklamalıyız. Onu özel günlerde nerde olduğunu arayıp bulmak yerine bugünümüzde kaybetmeliyiz. Sadece okumak yerine onu anlamalıyız. Onu hem dilimize hem kalbimize işlemeliyiz. İşte asıl değeri o zaman verebilecek düzeye gelebiliriz herhalde. 1400 yılık bu kutsal vazifede görev alma sırası şimdi bizde. Görevimiz O’nu yaşamak ve yaşatmak. O’na gerekli değeri verebilmek için O’nu anlamak. O’na ve O’nun sahibine layık olmaya çalışmak için ben varım, bizler varız! Haydi, öyleyse herkes göreve!

34


Kevser TÜRKYILMAZ

sararmış yapraklar Kimse bilmez içimdeki fırtınaları, kendi kendine kopar bir yerlerde. Kaç ölü kaç yaralı Allah bilir. Korkudan bakamıyorum ki içime. Hayâl kırıklığı işte tüm mesele. Seni anlatmak zor. Benim dilimle daha da zor. Pamuk ipliğine bağlı kaderim. Bir ağaç var toprakla bütünleşmiş. Ben de o ağacın sonbahardaki bir yaprağıyım. Eğer koparsa bağlarım, rüzgârlar uçuracak dilediği yere. Belki sadece savrulup gideceğim, belki bir bataklıkta kaybolacağım. En iyisi tutunmak o köklü ağaca. Ne kadar sararsak da tutunmak… Bize tüm oyunlarını oynayan şu acımasız dünyada ahir zaman alametlerini bir bir yaşıyorken, kimimiz şükürle, kimimiz musibetle imtihan oluyorken, bir boşlukta savruluyoruz binlerce yaprak. Belki sadece iki kelime dolduracak o boşluğu, ama kalbimizde öyle yalancı hayaller var ki yer yok o kelimeye. Sevmek… Yaratılış nedeni. Bu iki heceli kelime ancak senin bağrını yakardı aşk ateşiyle. Bize olan sevda ateşin küllenmedi değil mi Efendim? Sen ki başından aşağıya işkembeler döken zalim Mekkelileri affetmiş insansın. Biz hata yapacağız sen affedeceksin değil mi? İşte bir de bu özelliğinden sevdim seni. Sevdin. Her şeyi sevdin. Açlığı sevdin terbiye edilenlerin en büyüğü olduğun halde. Gülü sevdin beyaz iken aşkından kırmızı oldu diye. Secdeyi sevdin hasır izleri dizlerine çıkarken, sen Rabbin için ayaklarının şişmesini sevdin. Babanı sevdin yokluğunda bir avuç toprak olarak, anneni sevdin daha kokusunu ezberleyemeden. İnsanları sevdin seni taşlayanlara dua edecek kadar. En önemlisi ümmetini sevdin her şeyden vazgeçecek kadar. Sevgini tasvir etmek bilirim bana düşmez. Ama senin o mükemmel ahlakının başı sevgiydi. Tüm özelliklerinin tüm hareketlerinin altında yatan o idi. Hasan, Hüseyin’e bakışların, onları secdedeyken omuzlarında uzun uzun tutuşların, hatta amcanın şehadetine sebep olan Vahşi’ye bakışlarında bile merhamet vardı belki. Öyle bakıyor musun şimdi bizlere? Bitmedi mi merhametin Ya Rasulallah! En ağır görevleri üzerinde taşıyan, tüm insanlıkta Allah’a en yakın olan, yaratanın yaratılana “Sevgilim!” dediği… Gönülde, vermekte, anlayışta, çözümde, mütevazilikte en zengini. Kibirde, öfkede en fakirisin. Sen acıktığında bir hurmayı bile bulamayan, ama tüm orduyu bir hurmayla doyurabilen, başında kendine ait bir bulutla gezen, kainâtın kul köle olduğu, ağaçların ayağına geldiği, Allah’ın dilemesiyle ayı bir parmakla ikiye bölen mucizesin. Şimdi nerdeyim? Neydi gayem? Unuttum mu, unutturuldum mu? Yavaş yavaş karartıyorum kalbimi, hissede hissede bağırıyor bana. Ama tüm meşguliyetim-

35

le kapamışım kulaklarımı duymuyorum. Zor enfes alıyor, kararmış rengiyle göğüs kafesinde kalbim. Hani diyorlar ya:”Gel Ya Rasulallah! Gel evlerimize konuk edelim seni, gel en güzel köşede sen otur, gelseydin bir kere görseydin bizleri sevgili!”.Şimdi benim senden başka bir isteğim var. Gelme Ya Rasulallah! Lütfen beni daha fazla utandırmamak için gelme! Seni daha görmeden bile ruhum yaptığı tüm nankörlükleri hazmedemiyorken bir de gelirsen… Gerçi gelmesen de o mahşer günü ne yapacağımı bilmiyorum ya. Hani şu tüm peygamberlerin nefsim deyip senin illa ümmetim dediğin gün, sahi o gün, “Bendensin!” der misin bize? Arkadaşımızın bu yazısı Adapazarı İlçe Müftülüğü ile Adapazarı İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü’nün ortaklaşa olarak Kutlu Doğum Haftası nedeniyle düzenlediği yarışmada birinci olmuştur.

susacak mısın Susacak mısın kalem Hep susacak mısın, Yıpranan gecelerde Yine kan kusacak mısın? Akacak mısın ey mürekkep Fikrimi hilale kazacak mısın, Kabuk tutmuş mısralara Adımı yazacak mısın? Esecek misin rüzgar, Ruhtan bedeni sökecek misin Yüreği yanık kağıtlara, Beni de dökecek misin?

Kübra KESKENDİR

umman


tılsımlı gömlekler Osmanlı Padişahları için hazırlanan el emeği göz nuru tılsımlı gömlekler kötülüklerden, nazardan, cinlerden, görünmeyen varlıklardan, kötü bakıştan korunmak için hazırlana gömleklerdir. Tılsımlı gömlekler değişik türlerde ve dini inanışlara bağlı olarak hazırlanmaktadır.

GÖMLEKLERİN YAPIM AŞAMASI Gömleklerin yazımına, müneccim denilen günümüz astronomları tespit ettiği tarihe göre başlanıyor. Gömlekler üzerindeki yazılar genellikle geometrik şekiller içine yazılırdı(bunu yandaki resimde görebiliyoruz). Bununla beraber hiçbir geometrik bölüm olmadan düz satırlar halinde zemine yazıldığı da olurdu. Ebced hesabına göre Arap alfabesindeki her harfin bir sayısal değeri vardır. Harflerin dizilişlerine göre hesap edilerek Kuran’dan istenilen ayeti gizemli bir şekilde ifade ediliyordu. Yazılar; bazen düz ve serbest olarak bazen daire, yıldız ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Hazırlayan: Kürşat ÖZKAN

kare baklava gibi geometrik şekiller biçiminde yazılmıştır. Aynı gömleklerde birden fazla yazı karakteri uygulanmıştır. Kufi, satrançlı kufi (motif) , gubari ( çok küçük harflerle yazılmış yazılar), talik, sülüs, celi sülüs, nesih, aynalı yazı kullanılan başlıca türlerdendir. Gömleklerde en çok kullanılan renkler başta siyah mürekkep olmak üzere mavi, kırmızı, yeşil, altın ve gümüş yaldızlıdır. Bu gömlekler genellikle üç-dört yılda tamamlanıyor. Bu gömleklerde ‘vefk’sistemi kullanılmıştır. İçine en az üç ismin yazılabileceği, kutucuklara bölünmüş bir çizim(2). TILSIMLI GÖMLEKLERİN ÜZERİNDEKİ YAZILAR Tılsımlı yazılarda; Fatihâ suresi, ilk olması ve açıcı bir nitelik taşımasıyla en çok kullanılandır. Kur’ân’ın 36.suresi Yâsin suresi, fazileti hakkında bazı hadisler bulunmasından ötürü, sağlığından şikâyeti olanlara ve ölüm yatağındaki hastalara okunur ve gömlekler üzerinde yer alır. Kur’ân’ın 48.suresi (Fetih) savaşta başarılı olmak için, Kur’ân’ın 2.suresinden Âyet-el Kürsi, türlü belalardan korunmak için; 46.suresi (Ahkaf) ile 113. sure (Felak), ruhsal sıkıntılardan ve 114.sure (Nas) , bedensel hastalıklardan korunmak için kullanılır. 18.sure(keyf) de kullanılan surelerindendir ve diğerleriyle beraber Kuran ayetlerinin yaklaşık 55 tanesi gömleklere yazıldığı tespit edilmiştir. Gömleklerde Kur’an surelerinden başka ilahi kudrete sahip olan esma-il Hüsna (Allah’ın 99 ismi) , dört meleğin adı (Mikail, Cebrail, Azrail, İsrafil) , Hz. Muhammed’in hilye-i şerifi (tasviri) nübüvvet mührü (peygamberlik işareti) , hadisleri, onun için yazılan kaside-i Bürde, Hz. Ali’nin eşkâli, şiirler, dualar ve yakarışlar yer alır. Adiyet bildiren ifadeler: sultanın adı, tarih, usta’nın adı, bazen enseye, bazen etek ucuna kâğıt etiket halinde yazılır. Gömleklerin üzerinde akrep çizimleri dikkati çeker. Bitkisel motiflerden servi ağacı, sonsuzluğu ifade eden bir semboldür. Dolayısıyla giyene uzun 36


ömür dilemek için kullanılır. Gömleklerden başka giysi parçası olarak da tılsımlı yaka ve takkelerdir. Tılsımlı yakanın; arkası yuvarlak roba şeklinde, iki ön parçası etek ucuna inecek şekilde uzun ve dar bir kesim vardır. Bu giyisi sultanların tahta çıkışlarında, merasimlerde bir üst giyimi olarak giyilir. Böylece sultan, nazara karşı korunmuş korunuyordu. Tılsımlı giyim eşyalarından başka dua ve tılsım yazılı sancak ve örtüler ‘de yer alır. Sayı, sembol, dualar bulunan şifalı taşlarda mevcuttur. BAHTSIZ ŞEHZADE: CEM SULTAN Fatih Sultan Mehmet’in bahtsı oğlu olan Cem Sultan ağabeyi Bayezid’le giriştiği taht mücadelesinde yenildi, girdiği savaşları kaybetti. Rodos’a, Saint Jean şövalyelerine sığındı. Tam 13 sene, Avrupa’da bir şehirden ötekine taşındı. Şansız şehzade Avrupalı kralların ve Papaların pazarlık konusu oldu.1496’te 36 yaşındayken Napoli’de can verdi. Öldükten sonra zehirlendiği söylendi. Tılsımlı gömlekler korunmak için giyiliyordu. Fakat Cem Sultan pek yar olmadığı kesin, zira kendi için üç yıl da hazırlanan gömleği bir defa bile giyemeden öldürüldü. Belki de gömleği giye- bilseydi gurbetlerde o feci olayları yaşanmasını belki engelleyebilirdi. Gömlek’te bulunan kitabede gömleğin yapımına 30 Mart 1477 Pazar gecesi güneş koç burcunda, 19 derecede iken saat 3’ü 57 dakika geçerek başlandığı ve 29 Mart 1480 Salı gecesi güneş yine koç burcunda 19 derecede iken saat 12’yi 36 dakika geçe bitirildiği yazılı. Gömlek için bu kadar açık bir tarih verilmesi burçların insan üzerinde ne kadar etkili olduğuna inanıldığını gösteriyor.(üsteki gömlek Cem Sultan’ın gömleği) 37

ALLAH’IM SEVGİMİ KULUN MUSTAFA’NIN GÖNLÜNE VER! Tılsımlı gömlekler sadece padişahlar ve şehzadeler için yapılmamış. Saray çevresine yakın paşalardan özellikle makam hırsı olanlar da kendileri için gömlek hazırlatmışlar. Onlardan biri Moralı Hasan Paşa, gömleğinin üzerine şöyle yazdırmış: “Allahım senden sevgimi, muhabbetimi kulun Mustafa’nın gönlüne vermeni dilerim. Nasıl vahyini sevgilin Muhammed’in kalbine ilham etmişsen ruhumla Sultan Mustafa’nın ruhunu uzlaştır.” Gömleğin yakasındaki küçük karelerde ise “Ey herşe-

yi kolaylaştıran Allahım, Hasan Paşa’nın muradını da kolaylaştır.” yazıyor. Hasan Paşa’nın muradı nedir, sadrazam olmak. Bu gömleklerin araştırmasını yapan Hülya Tezcan bu gömlekten hareketle yaptığı araştırmada, paşanın çok hırslı bir adam olduğu ve sadrazam olabilmek için padişahları canından bezdirdiği bilgisine ulaşmış. Moralı Hasan Paşa sonunda muradına ulaşıp sadrazam olabilmiş. Kaynaklar 1.Topkapı sarayındaki şifalı gömlekler/ Doç. Dr. Hülya TEZCAN 2.Haber Türk Gazetesi / Murat BARDAKÇI

umman


Kevser TÜRKYILMAZ

filistinli masum çocuğa Her taraf alev alev… Yanıyor. Her tarafı barut ve kan kokuları kaplamış. Annelerin ağıtları, feryatları, semaya merdiven kurmuş. Yığın yığın ev enkazları içinde insan iniltileri. Bombaların düştüğü yerlerde ayakkabılar, kollar, bacaklar, kırık oyuncaklar… Sonra üstünde cansız bedenler taşıyan sallar. Etrafta cılız sesler şeklinde birazda yapmacık ahlar vahlar… İşte bütün bunlar seni en korumasız olduğun bir zamandaydı. Kaçamazdın, vurmak istesen vuramazdın. Sen hep oyunlar düşünmek isterdin. Çocuk bahçeleri düşünürdün, kaydıraklar, salıncaklar. Hep oyuncaklar hayal ederdin. Model model arabalar, renk renk giyinmiş bebekler. Sonra sen okul düşünürdün. Karatahtayı, harfleri, cümleleri, hoş kokulu kitapları silgileri… Dahası kuş cıvıltılarını andıran akranlarının seslerini. Senin ne hayallerin, ne geniş dünyan vardı. O güzel elmas gibi gözlerinin içinde ne dünyalar saklıydı. Sen daha renkleri bile yeni yeni tanıyor, yeni yeni algılıyordun. Belki başkaları gibi her şeyin yoktu senin ama baban vardı, her güçlüğe göğüs germeye çalışan. Belki çoğu şeye muhtaçtın ama annen vardı. Senin bir gülücüğün onun için dünyaya bedel. Koca koca devletler, koca koca insanlar senin için “haklar” sözüm ona “çocuk hakları” diye kâğıtlar üzerine manzume dizmişlerdi. Altlarına namus şeref mührü vurmuşlardı. Görüntüsü anlamı çok büyüktü bu sözleşme maddelerinin. Ama sen bu hakların başkaları için olduğunu o günahsız bedenin parça parça olurken, o dünyayı yeni yeni anlamaya çalışan gözlerin çaresiz bir şekilde semaya dikildiğinde anladın. Artık çok geçti çok… ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Bir zamanlar cahiliye dönemi denilen devirlerde zalimlerin bugünkü gibi kol gezdiği vakitlerde her şeyden haberi olan Allah diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına “Neden toprağa gömüldün” diye sorulduğu zaman” diye yapılanların hesabını soracağını söylüyordu ya! Şimdi sözde modern zamanında kolu bacağı o yana bu yana savrulmuş sana “ne günahın vardı da bu hale getirildin” diye sormaz mı acaba… Senin masum gözlerinden akan yaşları Kızıldeniz yapıp bu firavunları boğmaz mı? Seni çaresizlik içinde bıraktığıma, seni koruyamadığıma, güçsüzlüğüme yanıyorum. Lokmalar dizildikçe diziliyor boğazıma her akşam seni izlerken. Günahkâr ellerimi kaldırıyorum semâya ama sana ulaşamıyorum. Sen her şeyinle Allah’ın olmuşken ben hala bu zalim firavunlarla aynı dünyayı paylaşıyorum. Sağanak yağmur gibi yağan bombaların altında kalan masum Filistinli yavru! Ben ellerimle bu zalimlerin tetiğe basan ellerini kıramadım. Kötülüklerini haykırarak söyledim sadece ama takatim tükendi sesimi duyuramadım. Sadece kalbimle buğz edebildim. Bunlar sence yeterli mi? Annesinin kollarında son nefesini vermek için, annesinin son kez olsun görebilmek için gözlerini açmaya çalışan mecalsiz çocuk! Sana gereği gibi sahip çıkamadığım için beni affeder misin? Sana gereği gibi bir dünya hazırlayamadığım için beni kimsesizler kimsesizine şikâyetten vazgeçer misin? Yaşama hakkını elinden alan, sana böyle korkunç bir ölümü reva gören bu zalim dünyaya bir büyüklük yapıp hakkını helal eder misin? Hakkını helal eder misin?

38


Şule Nur ALTAY

görerek bakmak, bilerek aktarmak Yazmak, insanların yüzlerine söyleyemediğini kâğıtlarla onlara ulaştırmaktır. Yazmak, kalbinin ve gözlerinin gördüklerini birleştirerek kâğıda dökmektir. Yazmak, insanlara kendi bildiklerini, kendi bakış açısıyla aktarmaktır. Yazmak, bilgilerin zekâtını vermektir; ama nasıl yazmak. Gelin şimdi bunu öğrenelim: Hayat asla mücadele değildir. Ama meşakkatli bir yoldur. Meşakkatli olmasının en önemli nedeni, bizim bu yol sonunda talip olduğumuz Rahman'ın rızasıdır. Bir yandan nefs, bir yandan şeytan, insanı rahat bırakmaz, vicdanıyla onu baş başa bırakmak istemez. Eğer vicdanıyla baş başa kalırsa insan, zaten onlara uymaz. Bu sebepler dairesinde hayatı onunu istediği doğrultuda götürmek zordur; ama asla imkânsız değildir. Biz insanlar anlatılanlardan çok çabuk etkileniriz. Anlatılanlar bize uyuyor ise hemen hayatımıza dâhil ederiz onları. Bu yüzden duyduklarımızın ve okuduklarımızın asılsız olmaması gerekmektedir. Anlatılanlar bize uymasa bile, bir anlık boşluğumuza gelir ve onları hemen kabulleniriz. En çok bizi, insanların hikâyeleri cezbeder; çünkü aynı şeyleri az ya da çok yaşarız. Bizim durumumuzda insanlar, ne yapmış diye merak ederiz. Yazar, anlattığımız gibi vicdanının sesini mi dinlemiş, nefsine mi uymuş? Bizleri etkileyeceği için, okuduğumuz yazıları dikkatle seçmeliyiz. Burada en büyük pay, hayatın kâğıda aksetmesine vesile olana düşüyor. Yazar olmak öyle her kişinin harcı değil, er kişinin harcıdır. Sevdiğimiz bir yazar, bir kişinin hayatını yazacak. O, kişi gerçekten vicdanıyla nefsi arasındaki seçimini vicdan olarak işaretlemiş ve Allahın izniyle, doğru yolu bulmuş kişidir, yani bu kişi kulluğu yaşamıştır. Ama yazarımız bu hikâyeyi kendi anladığı şekliyle nefsinin iste39

diği doğrultuda yazarsa, vay haline! Çünkü bir sürü insanı da arkasından sürüklemiş olacaktır. Yazarı çok seven var, ve çoğu kişi onu okuyor, etkilenmeleri muhtemel. İşte burada yazar olmanın getirdiği sorumluluklar meydana çıkıyor. Çok sevilen yazarımız hayatı pekte parlak olmayan, yaptıklarından ders çıkarmayan bir kişinin hayatını iki türlü yazabilir: birincisi, onu olduğu gibi yazmak, bu hiç de iyi değildir; çünkü yaşanan hayat sönük bir hayattır, ahirete bir faydası yoktur bu hayatın. Faydası olmadığından bu kitap, arkasında kitleleri toplayarak uçurumlara yuvarlanır. İkincisi, yazarımız bu hayatı alıp, ona şükür tohumları ekleyerek, tevbe gözyaşlarıyla sulayarak, tevhid ile secde çiçekleri açmasına vesile olarak, zekâsının zekâtını vermiş olur. Böylece uçurumdan, nice insanlar döner. Tevbelerle süsler hayatını bütün kâinat. Yazar işte şimdi bir olan Rahman'a kul olmuştur, ne saadet! Hakikat güneşimiz, Kur'an-ı Kerim, kıssalarla doludur, neden mi? Onların yaptıklarını yapmayalım, hüsrana uğramayalım ve ya onlar gibi olalım, mükâfatları kazanalım diye. Yaşayan insan, görevini yapmış, doğru ya da yanlış. Ama yazar bunu aktarırken, Kur'an-ı Kerim’den ilham almalıdır ki başarıya ulaşsın.

umman


Kevser TÜRKYILMAZ

söyleşi... Recep Şükrü Güngör 1971’de Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Edebiyat hayatına Maraş’ta çıkarılan tarihi Uzunoluk dergisinde yayınlanan “Münbit Şehir” adlı yazısıyla başladı. Martı Edebiyat Seçkisi (1995-1998) ve Yitik Düşler (2001- ) dergisini çıkaran kadro içinde yer aldı. Eylül, Araba Sevdası, Hüseyin Fellah, Cezmi gibi birçok romanı yayına hazırladı. Öyküleri Hece Öykü, Martı, İnsan Saati, Yalnızardıç,Yitik Düşler, Sühan, Kaşgar, Yedi İklim, Sızıntı, Yağmur, Ardıç dergilerinde yayımlandı. Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinin kitap eklerinde öykücüler hakkında yazıları yayınlandı. İdeal Kariyer ve Duygu Deryası derneklerinin yazarlık kurslarında “öykü yazma teknikleri ve bizim öykümüz” konulu dersler verdi. “tavukçunun ölümü” adlı öyküsüyle “Radyo Hayat 2005 Öykü Ödülü”nü kazandı. 2007 Tüyap Kitap Fuarı’nın Akdeniz teması dolayısıyla “Edebiyatta Akdeniz” başlıklı bildiri sundu. Yas Ayini kitabı Rusça, Azerice, Almancaya; Can Ağrısı kitabı ise Rusça, Azerice, Almanca ve Fransızcaya çevrildi. Şu an Adapazarı’nda yaşayan Güngör ile son hikaye kitabı Kayıp Ruhlar Kıraathanesi hakkında bir söyleşi yaptık. Umman: Hikâye kitabınızı okuduğumda dikkatimi ilk çeken bütün hikâyelerdeki insan sevgisiydi. Yani sadece karakterlerdeki sevgiyi değil, yazarın da karakterlere duyduğu sevgiyi hisseder gibiydim. Şöyle düşünmüştüm: Yazar insanları anlatırken onlara duyduğu sevgiyi anlatıyor gibi. Recep Şükrü GÜNGÖR: Sait Faik’in meşhur bir sözü var artık çok klişe olan: “Bir insanı sevmekle başlar her şey.” Bir yazar da kahramanını sevmeden hikâyesini yazamaz. Ama sevmediğimiz kahramanlar da vardır. Bu sevmediğim kahramanlar Kayıp Ruhlar Kıraathanesi’nde yok. Can Ağrısı’nda bir iki kahramanım var. Onu da bir insani sevgi içerisinde anlatmaya çalıştım. Zaten ortak insanlık sevgisini inşa etmeye çalışıyoruz. Başka bir derdimiz yok. Güzel bir nokta yakalamışsın. Kahramanlarını seven hikâyeci… Çoğu kahramanımı da tanırım zaten. Gerçek hayattan aldığım için birçok kahramanı. Meselâ ayakkabıcının hikâyesini ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

anlatıyorum. O ayakkabıcıyı tanırım. Giderim ayakkabı yaptırırım, sohbet etmeye giderim. Canım sıkıldığında biraz rahatlamaya giderim. Onlar zaten gerçekte sevimli insanlar. Bir de hayatta kalmış, görülmemiş, televizyonda radyolarda gazetelerde karşımıza çıkmayan, görmediğimiz, yok sayılan ama aslında yaşayan, kıyıdaki insanlar. Umman: Hikâyelerinizde karakterlerin geneli yaşamlarından memnun, kendilerine verilenlerden razı insanlar ama buna rağmen günübirlik yaşayan insanlar da değiller, genelde düşünceli, ciddi karakterler. Karakterleriniz bu sükûnete, dengeye nasıl kavuştu? Recep Şükrü GÜNGÖR: İlk hikâyelerimde bu oturaklı karakterler yok. Sonraki hikâyelerde var. Bunlar zaten gerçek hayatta günübirlik yaşamayan sonu düşünen insanlar. Biz de hikâye olsun diye yazmıyoruz. Hakikate tercüman olsun diye yazıyoruz. Maksadımız laf çoğaltmak, sözü arttırmak değil. Bir hakikate ulaşmak... Elbette gerçek hayattan alıyorum karakterlerimi aynısını anlatıyorum ama dönüştürerek, hikâyenin hakikatine getirerek, bunu anlatmaya çalışıyorum. Genelde kenarda kıyıda zannedilen yok sayılan ama o arif hayatı irfan hayatını sürdüren insanlar. O anlamda kahramanlar oturaklı insanlar. Umman: Karakterler çelişkileri olan, kararsızlık yaşayan karakterler değil, düşünce düzeyinde de denge içerisindeler. Öyle olmayanlar da hikâyelerin sonunda bu dengeyi sağlıyor, çelişkilerinden kurtuluyor. Dönüş hikâyesinin sonunda siyasi bir geçmişi olan karakter kuruyemişçi dükkânını sakin bir limana dönüştürüyor mesela. Recep Şükrü GÜNGÖR: Benim hikâyelerim genelde bir yolculukla bir gidişle biter. Hikâyelerin bitişi bir kısım hikâyelerin, -özellikle Can Ağrısı’ndakiler- ölümle biter. Özellikle bu kitabımdaki hikâyeler bir sükûnete kavuşma hikâyesi. Dönüş hikâyesi de öğrencilik ve öğretmenlik yıllarında birçok siyasi olaya karışmış ama sonradan bir dükkân açmış o dükkânda da huzurlu bir hayat yaşayan ve inançsızlığından, nihilist duygularından mistik duygulara ulaşan, özelliklede babaannesinin vefatı ile imanının tekrar içine döndüğü bir insanının hikâyesi. Zaten hayatta huzur arıyoruz. Huzur arayışı demişti bir arkadaş, Kayıp Ruhlar hikâyesiyle ilgili yazarken. Küçük hayatlar, küçük kahramanlar var. Şaşalı devlet adamları yok. Küçük insanlar 40


var. Küçük insanları anlatmak önemli, ben bunları önemsiyorum. Hikâyeyi de burada görüyorum. Kahraman anlatılamaz demiyorum ama belki destansı, epik bir anlatımla olabilir. Bu da benim tarzım değil. Ben daha çok kıyıdaki kenardaki ara sokaklardaki olayları anlatıyorum. Ana caddeler pek yoktur hikâyelerimde. Bir kunduracı dükkanı, bir kıraathane vardır. Bir evin balkonu vardır, bütün bir ev bile yoktur. Yolcular hikâyesinde de bir balkonda barbeküyü beğenmeyen bir adamın hikâyesi var. Aslında ölmüş ama orada ölüm anında mezara giderken kendiyle hesaplaşması anlatılıyor. Öldüğünün farkında değil, balkondaki barbeküyü beğenmiyor. Oradan kalkacak, köyüne gidecek; üzümler olgunlaşmıştır, meyveler sebzeler çocuklar torunlar… Onları hayal eder. Ama o barbeküyü bir türlü beğenmez. En sonunda da öldüğünü anlar. Umman: Hikâyelerinizde ölümü anlatış şekliniz de dikkatimi çekti. Ölüm beklense bile bir anda karşımıza çıkıyor. Günlük hayatın akışını kesmiyor, günlük hayatın bir parçası oluyor. Karakterler günlük yaşantıları sırasında yaptıkları işlerle ölüyorlar. Orkide, Uzun Bir Secde hikâyesindeki gibi. Recep Şükrü GÜNGÖR: Mesut bir ölüm var benim hikâyelerimde. Zaten o konuda Rasim Özdenören ile ayrışırız. O ölümü bir trajedi olarak görür, ben bu konuda biraz daha Mustafa Kutlu’ya yakın duruyorum. Mustafa Kutlu bizde ölüm trajedi olamaz diyor. Biz de ölümü büyük felaket olarak görmüyoruz. İnancımızdan kaynaklanan bir düşünce olduğu sürece ölümün bir trajedi olarak algılanamayacağını düşünüyorum. Severek gidiyoruz, yaşlılarımız o güzel gün gelse düşüncesinde. Biz de ölümden tedirgin olmuyoruz. İslam tarihinde de askerlerimiz cihada giderken Allah için ölmeye gitmişler. Böyle olunca da ölüm trajedi olmuyor. Büyük son, yok oluş olmuyor. Yaşarım, öldüğüm anda her şey biter düşüncesi de yok bizde. Ölümü hoş görünce de hikâyelerde ölüm güzel oluyor. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz hadis-i şerifi de bana çok tesir eden bir söz. Özellikle Uzun Bir Secde’de çok nezih bir hayat yaşıyor dede ve sonunda akşam namazında alnını secdeye koyuyor ve sonra da ses vermiyor, öldüğünü anlıyoruz. Diğer Orkide hikâyesinde de bir usta çalışıyor, karısının bitmeyen isteklerini karşılamaya çalışıyor. O zamanın ücretiyle üç yüz elli lira asgari ücret alıyor. Kirayı mı versin, faturaları mı yatırsın. Bir de hanımı Orkide istemiş. Yüz elli lira… Buruşuk Or-

41

kide seksen, iyi olanı yüz elli lira. O üzüntüyle, koridora uzanıveriyor. Kurtuluyor… Gerçek hayatta da tanıdığım biriydi bu usta. Maaşını bile karısı çekerdi. Ben hikâyede kurtardım ama gerçekte kurtuldu mu Allah bilir. Umman: Hikâyelerinizde intihar fikri de yok. Recep Şükrü GÜNGÖR: Evet intihar fikri hiç yok. Bizde zaten intihara götürecek bir algı, bir düşünce de yok. Biraz bu kapital, para peşinde koşan anlayışın getirdiği sıkıntılar insanları köprü başarına götüren. Ama o insanlar bir iş vaadi aldığında hemen aşağıya iniveriyorlar. Atmıyorlar kendilerini. İnancımızda da bu var. Normalde intihar edenin cenaze namazı kılınmaz. Allahın verdiği canı yalnız Allah alabilir. Âlimlerimiz de kendi canına kıymışsa şuurunu yitirip de kıymıştır o yüzden cenaze namazını kılalım, Müslüman olarak, Müslüman mezarlığına gömelim demişlerdir. Umman: Hikâyelerinizde karakterlerin mekânla ilişkisi de dikkat çekiyor. Karakterler hep yaşadıkları ortamla birlikte anlatılmış. İlk hikâyedeki Ali Usta’yı o dükkanın dışında düşünmek mümkün değil. Mekânı karakterlerinize giydirmişsiniz hikâyelerinizde. Recep Şükrü GÜNGÖR: Hikâyeyi mekânsız düşünemiyorum. Çehov’un hikâyelerinde de hep bir mekân var. Ömer Seyfettin’de de, Sait Faik’te de çok bariz mekân var. Biraz da mekân hikâyeye bir anlam, bir çağrışım katıyor. Meselâ Yeni Cami dediğimde Adapazarı’ndaki buradaki camiyi düşünüyor, İstanbul’daki Eminönü Yeni Camiyi zihninde canlandırıyor. Meydan dediğimizde her şehirde meydan var. Ben belli bir şehrin hikâyecisi olmaktan kaçınırım, imtina ederim. Hikâyelerimdeki mekânların çoğu yaşadığım bölgelerdir. İstanbul, Sakarya, Maraş… Mekân hikâyeye iyi bir arka plan kazandırıyor. Aynı zamanda çağrışım da. Özellikle bir tarihi mekânı seçmişseniz çok tasvire gerek yok, okuyucu zaten kafasında kuruyor. Yaratıcı yazarlık kurslarında da bunu önerirler özellikle. Tarihi mekânlarda birisini mekân olarak seçmeyi… Çünkü hazır bir çağrışımdır, hikâyeye birçok yönden başlanmış sayılır. Benim anlattığım hikâyelerde okuyucunun, şahsen benim de kaçıp yaşa-

umman


mak istediği mekânlar var. Umman: Şaşaalı Bir Işık hikâyesinde bir karakterin söylediği çarpıcı bir cümle var. “Hıristiyan değildim, Müslüman değildim, Yahudi değildim, ben huzursuzdum.” diye. Türk aydınımızın Tanzimat’tan beri devam eden huzursuzluğu ne zaman bitecek? Recep Şükrü GÜNGÖR: Cemil Meriç’i hatırlatıyor bu. Aydın, düşünür insanı; soruları olan, kesin kanaatleri olmayan bir insan olarak tasavvur ettiler. Dolayısıyla bizdeki o arif yapıyı bozmaya çalıştılar. Yunus’tan, Tebrizi’den, Mevlana’dan, Fuzuli’den… Bunların da elbet tereddütleri var. Ama bizim Tanzimat’tan sonraki aydınlardaki gibi bir huzursuzluk yok. Bir mutmainlik var. Ne zaman biter? Biter mi bilmiyorum. Galiba ne zaman ki tam bir iman hali yaşanır, o zaman biter gibi geliyor bana biterse tabi. Umman: Hikâyelerinizde bazı ifadelerin yer yer didaktikleşmesi sizin mesaj verme isteğinizden mi, yoksa karakterlerinizin belli meseleleri dikkate alan, belli konularda fikir üreten kişiler olduğuna dikkat çekmek için mi? Recep Şükrü GÜNGÖR: Mesaj vermeyen hikâyem yok. Toplumsal sorunu işlemeyen, herhangi bir yaraya parmak basmayan metnim yok, belki ilk metinlerimin bir kısmı olabilir. Özellikle son iki hikâye kitabım tamamen mesaj içerikli. Karakterler de mesaj vermeye müsait. Ali Usta, Dede, Miraç Usta, Bahçedeki Ev’de Hanım Abla öyledir. Mesajsız bir hikâyenin olmaması gerektiğini düşünüyorum. Süslü nesir dediğimiz mensur şiir olarak adlandırılan Halit Ziya’nın, Mehmet Rauf’un yazdığı metinler usta ellerden çıktığı için kıymet veriyoruz ve okuduğumuzda da bir sonuç çıkarıyoruz. Ama günümüzde mesajsız metin yazıyorum diyerek ne hikâye, ne süslü nesir, ne ara metin olarak herhangi bir yere oturmayan metinler, değer verdiğim anADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

latım türleri değil. Elbette üslup, kurmaca bir dille anlatılacak. Mesela hikâyelerimde kelimelerin çeşitliliği, dikkatinizi çekmiş olmalı. Bazı kelimeleri ilk defa duymuş olabilirsiniz. Bir de dili yaşatmak, dili yeniden inşa etmek görevi var yazarlarımızın ve şairlerimizin. Biz yeni anlamlar kullanmazsak, yeni kelimeler inşa etmezsek kim inşa edecek? Bu görev başkasının değil. Ama şuna dikkat etmemiz gerekiyor, kelimelerin hikâye içinde anlaşılmasına. Bilinmeyen bir sözcük bile olsa cümle içinde anlaşılmalı. Mesela bir hikâyemde koz kelimesini kullanmıştım, okuyucular onun bir sebze türü olduğunu hikâyenin akışından anlayabilirler. Bunun amacı dili karmaşık hale getirmek değil dili çoğaltmaktır. Genel dilde kullandığımız bir kelimeyi farklı bir anlamda kullanmaya çalışıyoruz. 50 Kelimeyle yaşanmamalı. Entelektüel kaygıları olması bile toplum düşüncesi olan bir insan kelimelerini çoğaltmalı. Bir de yazar kelimesi kadar yazardır ne kadar kelime kullanmışsanız o kadar yazarsınız. Çehov’un hiçbir zaman tam çevirisi yapılamıyor. Sebebi: tıp doktorudur, muhaliftir, her sene bir bölgeye sürgüne gönderilir, gittiği yerde yeni kelimeler öğrenir. Bu yüzden hikâyeleri tam çevrilemiyor. O kadar mükemmel Rusçayı öğrenecek ancak bir Rus olabilir. Refik Halit’in, Rasim Özdenören’in de çok kelimesi var. Türkçe ne kadar çok kelimeyle konuşulursa o kadar zengin bir dil olur. Bugün yüz yirmi üç bin kelimeyle çıktı galiba son sözlük. Tanzimat döneminde çıkan sözlükte 115 bin kelime var, Kamus-i Türki. 1925 li yıllarda Cumhuriyetin ilk yıllarında ilk sözlük 13 bin kelimelik, nereye gitti 100 bin kelime. Kelimeleri yok ederek insanları da yok ediyoruz. Servet-i Fünûn’cularda özellikle beş altı yıl önce aydınlar arasında da Türkçe bilim dili yapılamaz gibi bir safsata vardı. Özellikle de bu YÖK üyeleri, üniversite hocaları tarafından söylendiğinde çok rahatsızlık duyuyordum. Şimdi yeni yeni değişmeye başladı bu. Umman: Kayıp Ruhlar Kıraathanesi öykünüzde yabancılaşma hissediliyor, geçmişe dönüşler var. Neden kitabınıza isim olarak bu hikâyeyi seçtiniz? Recep Şükrü GÜNGÖR: Bir hesaplaşma, yabancılaşmayla beraber. İstanbul’dan çıkıp Adapazarı’na gelen karakter bir kıraathanenin önünden geçerken insanları görüyor. Evine gidiyor, tekrar dönüyor. Bir daha baktığında o içeride oturanla yürüyenin aynı adam olduğunu fark ediyor. Aslında iki kişi değil de bir kişi var hikâyede. Orada bir hesaplaşma var. Hikâyenin genelinde yok sayılan, kayıp denilen o milli, geleneksel Müslüman ruhunu, okumamış olsa bile irfana, tasavvufi duygulara sahip o insanları, kayıpmış gibi görünen o insanları anlatmaya çalıştım. Kitaba da o yüzden isim oldu. Hikâyelerin genelinde bir kayıp ve o kaybın getirdiği hüzün var, bir şaşaa yok. Hüznü yaşadığımız bu coğrafyadan, beslenme kaynaklarımızdan da olabilir. Umman: Son olarak öğrencilerinize ne okumalarını tavsiye ediyorsunuz? Siz neler okursunuz? Recep Şükrü GÜNGÖR: Kitap tavsiye etmiyorum, etmem de. Ancak belli başlı yazarlarımı söyleyebilirim. Ben zaten okumaktan bir yazarı okumayı anlıyorum. Mehmet Akif, Sait Faik, Ömer Seyfettin, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Cahit Zarifoğlu, Sabahattin Ali, Tarık Buğra. Tanzimat’tan günümüze hikaye silsilesini baştan okudum, Halit Ziya’nın tüm hikayelerini, Memduh Şevket’in bütün kitaplarını. Türkiye’de yaşayan ve okuyorum diyen bir müslümanı Nurettin Topçu’yu okumadan okur-yazar sayamayız. Sezai Karakoç, Necip Fazıl okumadan okur-yazar sayılmamalı. Şiir yazıyorsa Nazım Hikmet, Necip Fazıl okumamışsa onların diktiği gömleği görmemişse neyi dikecek, neyi inşa edecek. Kurmaca anlamda Mustafa Kutlu, Hüseyin Su, Adapazarlı hikâyecimiz Necati Mert’i okumak lazım diyorum. 42


film eleştirisi...

Yusuf YILMAZ

görsel efektte gelinen son nokta: AVATAR İzlendikten sonra yapılan yorumlar kadar daha izlenmeden hakkında yapılan yorumlarla gündeme geldi Avatar. Kimileri özel çekim teknikleri yüzünden oyunculuğun sonunun geldiğini haykırdı, kimileri ise yeni bir Da Vinci dehâsıyla karşı karşıya olduğumuzu. Yapımcı ve yönetmen James Cameron, sinema dünyasında ismi hep yeniliklerle anılmış biri. Kendisini “Alien” filminden hatırlayanlar olacaktır ama hatırlayamayanlar için sanırım “Terminatör” serisinden bahsetmemiz yeterli olacaktır. Ama bu satırların yazarı ne bu filmin rekorlar kırarak ele geçirdiği gişe başarısından, ne de senaryosundan tutun da karakterlerine ve hatta çizimlerine kadar post-modern sanatçılardan aşırıldığı iddialarından bahsedecek. Hayır, bu satırların yazarı bu filmin ne kadar çok Kızılderili–kovboy filmlerine benzediğini uzun uzadıya örnekler vererek anlatmayacak ya da bu filmin nasıl bir pazarlama dehâsı olan Cameron tarafından allanıp pullanıp seyirci karşısına tüm zamanların en iyi filmi olarak sunulduğundan dem vurmayacak. Daha az tanınan başrol oyuncularına nasıl yeni filmlerde başroller kazandırdığı, şöhretin kapılarını ardına kadar onlara nasıl açtığı ya da büyük ümitlerle tüm Oskar ödüllerini silip süpürmesi beklenirken nasıl sadece üç Oskarla yetinmek zorunda kaldığı da bu yazının ana fikri olmayacak sevgili okuyucu. Tüm bunların yerine filmdeki seçim yapma konusuyla ilgili birkaç kelâm edeceğiz. Tüm görkemli filmlerde olduğu gibi bu filmde de kahramanımız bir karar verme sürecine geliyor. Yıllardır bağlı olduğu ve uğruna savaşırken ayaklarını kaybettiği insanlığın çıkarlarını korumak uğruna masum bir halkın katledilmesine ve gezegenin sömürülmesine göz mü yumacak, yoksa tüm gezegeni ve koskoca bir ırkı kurtaracak mı? İşte tam burada esas oğlan “ Herkesin çok büyük bir seçim yapması gerekir bir gün. Çoğunlukla bu onun kaderini etkiler ve pek beğenilen bir so43

nuçla karşılaşılmaz çoğu zaman” diyor. Şöyle bir gözünüzün önüne getirin kendinizi: Çok büyük bir karar verdiniz ve kahraman oldunuz. Herkes sizi alkışlıyor, tüm övgüler sizi buluyor. Ne kadar cazibeli ne kadar sihirli değil mi? İşte problem de tam burada ortaya çıkıyor aslında. Hayatımızda, filmlerde olduğu gibi tek ve çok büyük bir kararı vermek değildir kahramanlık diye tarif edebileceğimiz. Tam tersine aslında zor olan, küçük ve önemsiz gibi görünen ama aslında bizi biz yapan şeylerdir. Kaç kez hayatını değiştirecek kararlar verir ki insan. Ama her gün, her saniye kişiliğini oluşturan tuğlaları tek tek dizer insanoğlu yaptığı seçimler ve verdiği kararlarla. Meselâ gerçek kahramanlık herkes için koca bir gezegeni kurtarmak değildir, onun yerine sinemaya gideceği, eğleneceği ya da arkadaşlarına ayıracağı vaktin bir kısmını görme engellilere kitap okuyarak değerlendirebilmektir kahramanlık. Çok sevdiği bir yiyeceği hiç de hoşlanmadığı bir sınıf arkadaşıyla paylaşabilmektir gerçek kahramanlık. Basittir gerçek kahramanlık. İş arkadaşının çıkışta otobüse binmesine gönlü razı olmayıp, arabasıyla gideceği yere bırakandır kahraman. Övgü almaz çoğu zaman gerçek kahramanlar. Birkaç gün önce ölen yakınının acısı hâlâ taptazeyken, yüreğin en acı yerinden mutlu bir haber alan arkadaşına sıcacık bir gülümsemedir gerçek kahramanlık. Kalabalıklar alkışlamaz gerçek kahramanları. Sadece yüreklerde bir tatmindir onların ödülleri. Yoksa savaşlar başlatmak, ülkeler kurtarmak sadece bir oyalanmadır ya da olsa olsa çubuğun ucundaki bir havuçtur. Avatar’ı beğenin ya da beğenmeyin bu sizin kararınız, ama yolda gördüğünüz bir çiçeğin ne kadar güzel olduğunu birkaç kişiye anlatmaktan geri durmayın. Belki birisinin bir yerlerdeki bu güzel çiçeği duymaya çok ihtiyacı vardır. Küçük kararlardır sizi kahraman yapan, unutmayın.

umman


Büşra AYAZ

kim Şimdi! Kalan tek seçenek vazgeçmek mi oldu? Tüm vitamini kabuğundayken mi soymalı, aşkın kabuğunu? Severken ayrılmak mı kaldı Kerem ile Aslı’dan, Tahir ile Zühre’den? Kim silmeli o demli dudak izlerini, sevgiliyle içilen çay bardaklarından? Kim karalamalı, kalp içine alınan sevgiliyi fotoğraftan? Kim vermeli acılı biten sevginin ardından, acısız aşk siparişini? Kim ağlamalı her yağmurun ardından, her güneş batımından sonra? Kim gitmeli arkasına bakmadan, sevdiğini anmayacağına dair yeminler ederek? Kim unutmalı sevgiliyi, sevdiğini bilerek? Kimin gemisi demir almalı, fırtınaya rağmen? Kim çarpmalı kaldırımdaki ağaçlara, elleri cebinde, kaldırım taşlarını sayarken? Kim gömmeli bu sevdayı, sevdaların şehrine? Kim göz yummalı, karanlık kaderine? Kim ölmeli şimdi, bile bile? Kim kaldırmalı, yerle yeksan olan kalbi? Kim içmeli, ezgiler söyleyerek cep kanyağını? Kim kaybolmalı bazen kalabalıkta, bazen alacakaranlıkta? Kim yutmalı kinini, hoyrat sevgiliye karşı? Kim beklemeli gün ışığını, gecenin kesif hüznüyle? Kim selam vermeli insanlara zoraki, iğreti bir tebessüm kondurarak dudaklarına? Kim sarmalı kendi kollarını, içinde sevgiliyi umarak? Kim dertleşmeli aynalarla, onun bal gözlerini hatırlayarak? Kim yürümeli usanmadan, durağı meçhul olsa da? Kim durmalı uçurum kenarında, düşeceğinden bî-haber? Kim dönmeli yollardan, sevgiliye gitmek isterken? Kim kilitlemeli, sandıklara telaşlı buseleri? Kim diriltmeli, gizli bahçede solan çiçekleri? Kim, nasıl kurtulmalı, şimdi yüreğine yapışan gamdan? Kim ikrar etmeli, ne kadar çok sevdiğini? Kim aramalı, gece güneşini, nehre düşmüş kamerin yansımasında? Söyle! Kimin kıyameti olmalı bu aşk? Kimin üstüne dökülmeli hâksâr? Kimin yazılmalı mezar taşına ; ‘’Gönül çalanı aradı, Bîtap düştü yollarda. Hırsızı bulamadı, ne yazık! Yatıyor şimdi son durakta.’’ Bu şiir Adapazarı Enka Okulları tarafından düzenlenen Yazadurmak öykü-şiir yarışmasında finale kalmıştır.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

44


kitap eleştirisi...

Hüdanur DURDU

Abdülhamit’in kurtlarla dansı Kitabı okumaya başladığımda çok sıkıcı geldi ama ilk sayfalardaki bir bölüm çok dikkatimi çekti; Abdülhamit Han abdestsiz olarak hiç yere basmamış mübarek bir insan. Sabah kalktığında abdestsiz yere basmamış olmak için yatağının başucunda Kerbelâ toprağından bir tuğla bulundururmuş. Sabah kalkar kalkmaz daha ayağını yere basmadan o tuğlada teyemmüm alır, daha sonra gider abdest alırmış. Böylesine mübarek, ince düşünceli bir insanın neler yaptığı merak edilmez mi? Kendimi zorladım ve okudum. İyi ki de okumuşum. Gerçekten Abdülhamit Han’ı çok güzel anlatmış yazar. Abdülhamit Han’ı tüm dünya “kızıl sultan” diye tanır. Acaba neden kızıl sultandır onun adı şimdilerde? Gerçekten de kan düşkünü müdür o mübarek insan? Hayır! Siyonistler Abdülhamit’e gelip kutsal toprakları istemişlerdir. Neden kutsal topraklar, neden Filistin? Abdülhamit Han biliyor siyonistlerin büyük amacını ve bu amacın Filistin’le sınırlı olmadığını. Siyonistlerin Abdülhamit Han’la yaptıkları son görüşmede Abdülhamit Han “kızıl sultan” lakabını aldığı o büyük sözünü söylüyor; “Biz bu toprakları ne ile kazandıysak bedelini de onunla isteriz!”. Yani biz bu toprakları kanla aldık diyor. Kutsal toprakları siyonistlere vermek istemiyor. Sanki bugün Filistin’in üzerindeki zulmü, vahşeti görürcesine söylüyor.

45

Osmanlı devrinde bayanlara hak-hukuk verilmiyordu, kadınlar hep eziliyordu der kime sorsanız. Ama Sultan Abdülhamit Han’ı incelediğimizde bunun ne kadar da yanlış olduğunu görürüz. Mesela Abdülhamit Han kadınların aktif olması için eski padişahlar döneminde denenen ama devamlılığı sağlanamayan, sarayda bayan bando takımını tekrar kurdurtmuştur. Hatta köylerde, taşrada yaşayan kızların cahil kalmaması için kız okulları kurdurtmuştur. Bunun en güzel örneği samsundaki kız okuludur. Bu okulda kızların günlük hayatta işlerine yarayacak işlerin yanı sıra ilim ve fen bilimleri de okutulmaktaydı. Hatta bu okuldan mezun olan kızlar öğretmen olarak tayin edilmekteydi. Kızlar için hem dini hem fenni hem de el sanatlarının bir arada öğretildiği bir okul. Her derde deva bir ilaç gibi değil mi? Abdülhamit Han Büyüklüğünü tahttan inerken de gösteriyor. Sultanı tahttan indirmek için 31 Mart olayı çıkıyor. 31 Mart olayını çıkaran taş çatlasın iki bin kişi. Abdülhamit Han’ın ordusuysa yirmi bin asker. Yirmi bin asker iki bin kişilik isyancıları bastırabilirdi. Ama bu noktada Abdülhamit Han yine büyüklüğünü göstermiştir. “Milletim birbirini öldüreceğine bırakın beni öldürsün!” demiş ve kendisi çekilmiştir tahttan. Her şey üstad Necip Fazıl’ın dediği gibidir aslında; “Abdülhamit’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır!”. Acaba Abdülhamit Han’ı ne kadar anlıyor veya onun kim olduğunu ne kadar biliyoruz?

umman


Hüsna BAKA

âlemler yaratılmış hatırına… Bazen kalabalık bir sokakta yürürken; ileride, çok uzaklarda sevdiğimiz birini görür gibi oluruz. Sıklaşır adımlarımız, hızlanırız. Gözlerimiz o tanıdığımız başa, omuzlara kilitli yüzer gibi yürürüz kalabalığın arasında. Ancak takip ettiğimiz gölge hep ileridedir. Ne kadar hızlanırsak hızlanalım hep uzakta kalacaktır, onu yakalamamız mümkün değildir. O zaman o sevilen, ama ulaşılamayan surete uydururuz adımlarımızı. Buradan geçerken böyle durakladı, şu vitrine baktı uzun uzun, burada biri koluna çarptı onun. Buradan geçerken de minik bir çocuğa gülümsedi. Biliyorum cansız bir yankı ama ben de uzun uzun bakmak istiyorum o vitrine, istiyorum biri çarpsın koluma aynı yerde, istiyorum bir çocuk, gözlerinin içi gülen bir çocuk olsun ki ben de gülümseyeyim ona… Hadis elde etme yollarından biriymiş takip; sahabeler günün her anı, her saati efendimizin etrafında olurlarmış. İnce bir dikkat, titiz bir gözlemle her yaptığını, her söylediğini, her davranışını, tepkisini takip ederlermiş ki sonra başka bir zamanda, başka bir yerde benzer sözler, davranışlar, tepkilerle onu takip etmeye devam edebilsinler… Çocukluk albümüme bakıyordum geçenlerde. Zaman ne çabuk geçiyor; kolunuz çikolata saklanan dolaba ulaşıncaya dek uzamak için dua ederken birden başınız aynı dolabın açık kapağına çarpar hale geliyor. Nasıl oluyor da çocukluğumuzda da, gençliğimizde de, yaşlılığımızda da aynı olan hallerimizi muhafaza edebilirken, anılarımız, sevdiklerimizin yüzleri, mutlu olduğumuz dakikaların kalp çarpıntısı kuru yaprakları sürükleyen rüzgâr gibi dağılıp gidiyor? Geçmiş görüntülerimizin özeti bile değil bütün fotoğraflar, sadece geçmiş benliğimize yolculukta başlangıç noktası, bu noktadan daha ilerisinin bizim için geçmişte yitip gitmek olması ne kötü. Oysa geçmiş, kendisini içinde taşıyan şimdiyi ne kadar yutabilir ki? Peygamberimizin hayatı için Kur’an-ı Kerim’in bir beşerde hayat bulması denir. Ahlâkı Kur’an ahlâkı, prensipleri Kur’an şeriatı olan bir beşerin hayatında kaç ipucu vardır acaba, küçük hakikatlerden, küçük ayrıntılardan daha büyük, daha şümullü hakikatlere gidecek geçitlerde bize yol gösterecek. Bir yaşantıyı şimdiden geçmişe doğru kurmak neden zor olsun, neden imkânsız diyelim çağımızda Asr-ı Saadet’i yaşamaya, Asr-ı Saadet’i çağımıza değil, çağımızı Asr-ı Saadet’e taşıdığımızı bildikten sonra? Onca vefasızlıklarına, onca acımasızlıklarına rağmen büyük şehirlerin şükran duymamız gereken bir özelliği vardır. Onlarca yıl görmediğimiz, içinde aşina tek bir insanın bile kalmadığı bir büyük şehirde dahi, aynı yerde durduğundan emin olduğumuz bir köprü, bir cami, bir saray, bir meydan vardır mutlaka. Ve biliriz ki aynı köprü, aynı cami, aynı saray, aynı meydan biz yokken de vardı, biz yok olduktan sonra da var olmaya devam edecek. Ötelerden, çok çok ötelerden bile, sırtımızı emniyetle yaslayacağımız şehir kadar eski bu duvarları sağlam bulacağımızdan emin, gelebiliriz umutla. Ve göremesek bile, bildikten sonra bu duvarların yerini, gidebiliriz kaybolmaADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

dan, emniyet içinde uzaklara, çok çok uzaklara. Hz. Muhammed’i bir toplum lideri, geniş insan kalabalıklarının önderi olarak ele alanlar hep aynı şeyi söylerler; daveti ve seslenişi evrensel olan Hz. Muhammed derler. Aynı seslerle başlamasından olacak, evrensel dendiğinde ev kelimesini hatırlarım hemen. Bana öyle gelir ki evrenselse bir şey; onunla ilgili herkes ev ahalisi kadar tanıdık, sıcak, her yer doğduğumuz sokak kadar aşina olmalı. Bana öyle gelir ki bizim için yeryüzü bir mescit kılındığı için evrenseldir İslam, Kuran-ı Kerim’i elimize aldığımızda, bütün tanıdıklarımızı, sevdiklerimizi, geçmişlerimizi, geleceklerimizi, şimdilerimizi elimizde tutmuş olduğumuz için evrenseldir Hz. Muhammed’in çağrısı. Kuran-ı Kerim elimizdeyken dilini bilmediğimiz halkların memleketleri, bizden başka insanın yaşamadığı çöller bile gurbet değil sıla olduğu için evrenseldir. Bir kapıyı açıp içeri selam verir gibi, hemen yanımızda çırpınan bir eli yakalar gibi bir gülüşte, bir sözde, bir gözyaşı damlasında, bir misvak çubuğunda, bir banımlık tuzda bütün nuruyla, ziyasıyla Asr-ı Saadeti ve Asr-ı Saadet içinde efendimizi bulabildiğimiz için evrenseldir İslam, evrenseldir Hz. Muhammed’in çağrısı. 21 Gram diye bir film izledim yakınlarda. İnsanlar ölünce 21 gram hafiflermiş. Filmin sonunda soruyordu anlatıcı ses; ölünce vücudumuzu terk eden ruhun ağırlığı 21 gramsa, onca hayalimizin, onca tutkumuzun, onca pişmanlığımızın, onca kızgınlığımızın, onca acımızın ağırlığı ne kadardır, iç içe salınan onca hayat ne kadar tutar diye. Pek yazık, bilemeyiz, tahmin bile edemeyiz hiç birini, yaşamlarımızı değerli yapan yaşamlarımıza sokulan başka yaşamlar ve o yaşamlar üzerinde bir gül yaprağındaki su damlaları gibi titreşen umutlar, hayaller, acılar, aşklar olduğu halde. Bir yaşam en fazla kaç yaşamla kesişebilir, bir sese aynı anda kaç ses cevap verebilir, aynı anda kaç göz izleyebilir bir gözün kapanmasını? Kaç hayat hayatı yapmak istemiştir efendimizin hayatını, kaç insan O olmak, O’na dönüşmek istemiştir olamayacağını, olmanın yanından bile geçemeyeceğini bilerek? Kaç ses seslenmek istemiştir çağrısına, kaç göz değmek istemiştir nazarına? Peygamberimizin adını duyduğunda kalbi yerinden çıkacakmış gibi atanlar, gözyaşları sel olup akanlar onun adıyla birlikte kaç ismi, kaç kalp atışını, yanaklardan yol yol olup akan kaç gözyaşı damlasını duymuşlardır aynı anda? Kendisini toprağa bağlayan kökleri peşinden sürükleyip gelen, efendimizin önünde secde eden ağaçların odundan gövdelerindeki aşkı da duymuşlar mıdır? Onun çağrısında sayısız dayanılmaz aşkın inleyişini, erişilmez uzaklıklardan kopup gelen kor gibi seslenişleri de işitmişler midir acaba? Nasıl bir yaşamdır efendimizin yaşamı ki bütün yaşamlar sığar içine, nasıl bir kalptir kalbi ki bütün kalpler onunla bir çarpmak için razı olur her şeye, nasıl bir kelamdır kelamı ki başkasının ağzından işitmek için bile çöller, okyanuslar aşırtır âşıklarına. Âlemler yaratılmış hatırına ki bu bile bir karşılık sayılır mı değerine?

46


Mustafa BULUT

ecdâdın mânevi ikliminde kur’an’ı teneffüs etmek B i r sevdâdır Konya’yı gezmek, Konya’da olmak, Konya’nın buram buram Selçuklu ve Osmanlı kokan havasını teneffüs etmek. İşte bu heyecanla, bu hisle, bu arzu ve bu iştiyakla başladı Konya gezimiz. 1982-1987 yılları arasında İlahiyat Fakültesi tahsilini yaptığım şehirdir Konya. Hayallerimin ve rüyâlarımın baş tacıdır Konya. Her iki yılda bir gittiğim gezdiğim şehir olmasına rağmen bu seferki duygularım çok daha farklıydı. Bu farklılığın temel sebebi 25 yıl önce

öğrenci olarak bulunduğum şehre bu kez öğretmen arkadaşlarımla ve öğrencilerimle beraber gitmemdi. Yolculuğa çıkmadan önceki gece çok farklı boyutta düşünmeye başladım Konya’yı. Çünkü bu yıl Kur’an-ı Kerim’in nüzûlünün 1400. yılı, yani Kur’an Yılı. Asırlardır Kur’an’ın bayraktarlığını yapmış, Kur’an için, din için, bayrak için ömürlerini harcamış, gerekince bu uğurda canını fedâ etmiş şanlı ecdâdımızın medfun bulunduğu bir şehre yeniden bir yolculuk vardı. Sabahın ilk saatlerinde sabah ezanı okunurken Hz. Bilal’in Medine’de okuduğu ilk ezan yankılanıyordu sanki Sakarya üzerinde. Bu ezanla beraber kılmış olduğum sabah namazı belki de iliklerime kadar hazzını tattığım en önemli namazlarımdan biri olmuştur. Öğretmen arkadaşlar ve öğrencilerle beraber yapmış olduğumuz bu seyahat, âdetâ mâşuka kavuşmak isteyenlerin kalp çarpıntılarını andırıyordu. Dile kolay, çeyrek asır bu aşkla, bu şevkle yanıp tutuşmak. Baharın ilk habercileri olan yeşillikler ve çiçek-

47

ler arasında sekiz saat yolculuktan sonra ulaştık ecdâd diyarı Konya’ya. Otobüsten indiğimde ayaklarımın titrediğini ve kalp atışlarımın çok hızlandığını hissettim. Ta ki Hz. Mevlânâ’ya ulaşıncaya kadar. Kur’an’ı en iyi anlayan, Kur’an’ı en iyi yorumlayan, Kur’an’ın yayılmasına en iyi mihmandarlık yapan, Kur’an’ı dilden dile, gönülden gönüle ulaştıran şanlı ecdâdımızın örnek eserlerini taşıyordu Konya. Âdetâ tüm dünyaya şunu haykırıyordu: “Biz buradayız. Bu millet Kur’an’ın kıyamete kadar hâdimi ve gerçek savunucusudur.” Bu ifadelerin en müşahhas örneklerinin olduğu mekân Hz. Mevlânâ dergâhıdır. Beş öğretmen, kırk öğrenci ile beraber bu mekânda olmak bizler için ayrı bir bahtiyarlık oldu. Kabir ziyaretleri ve en önemlisi paha biçilemeyen el yazması Kur’an-ı Kerim’leri görmek bizler için ayrı bir mutluluk kaynağıydı. Kalbimizin bir bölümünü bu mekânda bırakarak ayrıldık Hz. Mevlânâ dergâhından. Selçukluyla, Osmanlıyla şanlı ecdâdımızın paha biçilemez eserleri adeta Konya’da birer inci gerdanlık gibi duruyordu. İlim, ibadet mekânları, insanlığın temel ihtiyaçlarının karşılanmasında en önemli unsurları teşkil eden hanlar-hamamlar, medrese ve kütüphaneler ecdâdın Kur’an’a verdiği değeri, Kur’an’ın ne derece iyi anladığının en güzel örnekleriydi. Selimiye, Şerafettin, Alaeddin, Aziziye, İplikçi camilerini, İnce minare ve Karatay müzelerini bu duygularla ziyaret ettik. Şunu bir kez daha anladık ki mâzimiz çok sağlam temeller üzerinde kurulmuş. Bu milletin değerleri o kadar sağlam ki değil rüzgârlar, fırtınalar ve kasırgalar bile zerresine zarar veremez. Zaman su gibi akıp gidiyordu. Ayrılmak istemiyorduk bu tarih kokan diyardan. Çünkü biz Adapazarı Anadolu İmam Hatip Lisesi öğretmen ve öğrencileri Kur’an’ın 1400. nüzul yılında çok farklı duygularla tarihi Konya’yı ve şanlı ecdâdımızın eserlerini ziyaret ettik. Bu vesileyle iliklerimize kadar bu güzel havayı teneffüs ettiğimize inanıyorum. Ama bir gerçek vardı o da ayrılık. Ayrılık vakti gelip çatınca, bir hüzün bulutu çökmüştü üzerimize. Bir evlâdın annesinden babasından ayrılışı gibi zor oluyordu. Ayaklarımız zoraki bir şekilde otobüse doğru ilerlerken, kalbimiz âdetâ “gitme, biraz daha kal” diyordu. Ayrılıyorduk istemeye istemeye. Zaman çok çabuk geçmişti. Otobüsün camından bakarken gözyaşlarımızı kalbimize akıtıp “elvedâ” diyorduk. Bu hüznü yaşarken boynumuz dik, alnımız açık bir şekilde böyle bir ecdâda sahip olmanın gururunu yaşıyor, âdetâ dünyaya meydan okuyor ve haykırıyorduk. “İyi ki varsın Selçuklu, iyi ki varsın Osmanlı”… Bizler öyle bir neslin devamıyız ki, sizin açmış olduğunuz insanlık yolunda bazen ışıklar sönse bile sevgi, muhabbet meş’alelerini elimize alacak, daima insanlığın yardımına koşacağız. Bundan emin olunuz. Ruhunuz şâd, mekânınız cennet olsun. Hz. Peygamber komşunuz olsun.

umman


Sercan YAVUZ

Mevlânâ şehri ikonion Sabahın ilk ışıklarıyla beraber yaklaşan sarımtırak renkli otobüs güneş ışığı gibi gözümü alıyordu. Heyecanımı günün güzelliği bile bastıramıyordu. Konya hakkında zihnim boş bir kutu gibiydi. Konya sadece benim için bir şehir isminden ibaretken otobüse biner binmez bu düşünce birden benden uçup gitti. Otobüsün rahat koltuklarına oturur oturmaz gözlerim yollara daldı. Arada bir kitap okuyarak yolculuğu keyifli hale getirdim. Ovaları izleyerek geçirdiğim yolculuk heyecanımı Konya il sınırı tabelasını görünce yine hissettim. Konya merkeze doğru dev binalar arasında ilerlerken tramvay yollarından geçtik. Her yer düzen içindeydi. Yeşillerin dağılımı ihtişamıyla göz kamaştırıcıydı. Rengârenk binalar ve hocamızın dediğine göre olağanüstü durumlarda askeri uçakların iniş yapabileceği o düz mekânlar bizi oldukça hayrete düşürüyordu. Biraz daha ilerledik ve şehir merkezinde bulunan Mevlânâ Türbesi ve Mevlânâ Müzesi’nin önüne geldik.

Daha içeri girmeden girişin ihtişamını görmek bile bizi büyülemişti. İçeri girdiğimizde ise yeşil örtülü kabir ve yanındaki büyük külah fes bizi oldukça çok etkilemişti. Binanın içinde bulunan küçük odacıklarda Mevleviliğe ait birçok eşya ve Mevlana’ya ait değerli parçalar bulunuyordu. Burada en çok ilgimi çeken Mevlana’ya ait olan seccadeydi. Seccadenin ilgimi çeken yanı sadece secde edilen yerinin değil tüm yerlerinin oldukça yıpranmış olmasıydı. Daha sonradan öğrendim ki onlar için seccade yalnızca secde edilen yer değil aynı zamanda zikir sofrası, ağlama kapısı ve hayat suyuydu. Yani seccade onların tüm zamanlarını geçirdikleri yerdi. Ayrıca ilgimi çeken bir diğer şey de el yazması olan Farsça mesnevilerdi. Karanlığa rağmen renkleriyle oldukça ilgi çekerek parlıyorlardı. Mevlana’nın öğrencilerine ait olan kabirler ver semazenlere ait olan eşyaADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

lar insanı oldukça büyülüyor ziyaret saatimizin kısıtlı olmasa dolayısıyla incelemeye fazla fırsat bırakmadığı için insanı ayrıca üzüyordu. Bu güzelliklerden ayrılmak zorundaydık. Dışarı çıktığımda dünyanın birçok yerinden gelmiş olan faklı milletlere ait olan birçok insan, buranın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hissettirmişti. Buraya gelmenin mutluluğunu bir kez daha yüreğimde hissetmiştim. Rotamızı Mevlana Müzesi’ne yakın olan Selimiye Camii’ne çevirdik. Caminin çok eskilere dayanan güzelliği Konya’nın da çok güzel köklü bir geçmişe sahip olduğunu gösteriyordu bizlere. Selimiye Camii’nin ziyaretini bitirip de birçok küçük türbenin arasından geçerek Aziziye Camii’ne doğru giderken fotoğraf makinelerimizle bu anları ölümsüzleştirmek istiyorduk. Nihayet Aziziye Camii’nin de önüne gelmiştik. Caminin tüm camlarının caminin giriş kapısından büyük olması camiyi oldukça ilginç kılıyor işlemeleriyle ve eskiye ait mimari özellikleriyle insanı büyülüyordu. Yürümenin ve havanın sıcaklığının da etkisiyle karnımız acıkmaya başlamıştı. Lokantaların tabelalarında asılı olan “Etli Ekmek” ve “Mevlana” yemekleri bu ihtiyacımızı giderek attırıyordu. Artık bu ihtiyacı giderme vaktiydi. Hep beraber Damla Kebap Lokantası’na giderek etli ekmek ziyafeti yaptık. Lokantanın içi de Konya’nın tarihi özelliklerine uygun olarak tasarlanmıştı. Lokantayı incelerken lahmacuna benzeyen bir iki özelliğiyle ondan ayrılan etli ekmeğimizde ayranlarla birlikte gelmişti soframıza. Vejetaryen bir insanı bile baştan çıkarabilecek güzellikte olan etli ekmek domatesli sosuyla harika bir yemekti. Güzel bir yemeğin ardından gezmeye devam ediyorduk. Sıra çok eski camilerden olan şu an restore edilmekte olan Kapı Camii’ndeydi. Kapı Camii kendine has süslemeleriyle, hat sanatının incelikleriyle süslenmiş birçok yeriyle hepimizi baştan çıkarmıştı. Bütün bu güzelliklerin restore edilmeye muhtaç olması bizi biraz üzmüştü. Bu duygularla birlikte Mevlana’yı Mevlana yapan, güzel şahsiyetlerden biri olan Şems-i Tebrizi’nin türbesine doğru yol alıyorduk. Artık karanlık iyice bastırmaya başlamıştı ama Konya’nın akşamı bile ayrı güzellik katıyordu bu güzelliklere. Şems Hazretlerinin dar kapılı türbesinden insanların onun ruhuna okuduğu Yasin-i Şerifler ve amme duaları eşliğinde içeri girdik. Bu türbede en çok dikkatimi çeken şey dev bir keçe külahtı. Bu keçe külah en az üç insanın kafasının girebileceği büyüklükte bir külahtı. Külahın üzerindeki Allah ve Muhammed yazıları külaha bambaşka bir güzellik katıyordu. Koyu kahverengi rengiyle ilgimi çeken keçe külahı hiç aklımdan çıkaramıyordum. Bu düşüncelerle, kararan havanın da etkisiyle gezinin birinci gününün sona erdiğinin farkına vardık. Gezinin birinci gününü oldukça güzel kapatmıştık. 48


Birinci günün nasıl geçtiğini anlayamadan, güneş sıcakkanlı tavırlarıyla bizi ikinci günün başladığını haber veriyordu. Sarımtırak rengiyle kaplumbağayı andıran otobüsümüzün gelmesiyle birlikte Karatay Medresesi Çini Müzesi’ne gittik. İçeri girer girmez bir serinlik kapladı içimizi. Koruma altına alınmış büyük ustaların yapmış olduğu çini eserler birer birer karşımıza çıktı. Yazılar, tabaklar ve süs eşyaları anlatmakla bitmeyecek kadar güzeldi. Burada en ilgimi çeken şey yerin altında bir buçuk metre derinliğinde su taşımak için yapılmış olan su kanallarıydı. Düşmandan korunmak için de kullanılan bu kanallar düğüm halini almış bağırsakları andırıyordu. Burada da birçok oda vardı ve her odada farklı bir sanat âlemi vardı. Burada insan kendini sanat cennetine düşmüş hissediyordu. Duvara döşenen çinili mermerlerin desenleri bunların büyük bir emeğin sonucunda oluştuğunu belli ediyordu zaten asker gibi sıra sıra dizilmeleriyle. Bunun gibi sanat değeri yüksek olan birçok eser daha var bu güzel yerde. Karatay Medresesi Çini Müzesi’nin ardından gideceğimiz yer olan Alaaddin Tepesi’nin ilginç bir hikâyesi var. Şimdi aklınıza “Düzlük olan Konya’da tepenin ne işi var.” Diye bir şey aklınıza gelmiş olabilir. Ama bu tepe kendiliğinden oluşmuş bir tepe değil tamamen insan yapımı olan bir tepe. Bu tepenin bulunduğu yere zamanında bir saray yapılmak istenmiş ama düşmanlardan korunmak için de yüksek de olması gerekiyormuş. Bu yüzden toprak biriktirilerek bu tepe elde edilmiş. Ancak günümüzde bu tepeden çok az bir bölüm kalmış. O bölümde şu an koruma altına alınmış durumda. Tepenin büyük bir kısmını Alaaddin Camii kaplıyor, caminin yan tarafında da büyük Osmanlı sultanları yatıyor. Caminin etrafındaki büyük surlar büyük bir titizlilikle dizilmiş. Caminin işlemeleriyle ilgi çeken kapısından girer girmez bizi cami içindeki büyük sütunlar karşılıyor. Kimileri sağlamlaştırılmış olan yedi yüz sekiz yüz yıllık olan bu sütunlar hâlâ geleceğe meydan okuyor. Alaaddin Keykubat’ın yaptırdığı, tepenin gözbebeği olan bu caminin en ilgi çeken şeyi mihrabının abanozdan yapılmış, hiç çivi çakılmadan yapılmış olmasıdır. Bu dev mihrap insanın hayret duygusunu oldukça zorluyor bu yüzden. Dev mihrabıyla, insanı hayrete düşüren sütunlarıyla, sultanların türbeleriyle unutulmayacaklar arasına giren Alaaddin Camii’nin gezimini bitirdikten sonra biraz tepe yürüyüşü yapıyoruz. Her yerde çay bahçeleri var ve de gölgelere sığınmış insanlar. Konya’nın her yerinden manzara akıyor sanki. Her yer kart postal gibi. Alaaddin Tepesi’ni de geride bıraktıktan sonra Konya İlahiyat Fakültesi’ni ziyarete gidiyoruz. Fakültenin girişindeki eski zamanlardan kalma su kuyusu ve Türk kadını temsil eden heykel dikkatimizi çekiyor. Sınav dolayısıyla gezemediğimiz fakültenin sınıflarını geçerek, bizden yüklü bir hâsılat elde eden kantinciye de veda ederek İlahiyat Fakültesinden ayrılıyoruz. Şimdiki gideceğimiz yer şairlerin adına şiirler yazarak övdüğü, üzümüyle ünlü Meram Bağları… Konya’nın manzarasını izlemek için yokuş çıkıyoruz. Yolumuzun üzerinde bulunan Tavus Baba adında bir türbenin 49

önünden geçiyoruz. Ama türbenin önünden geçerken oldukça üzülüyoruz. İnsanlar Allah’tan medet umacakları yerde Tavus Baba’dan medet umuyorlar. Yokuşu tırmanırken arada bir şu an üzüm bağları bulunmasa bile Meram Bağları olarak anılan geçtiğimiz o yerlere tekrar tekrar bakarak o güzel yerleri zihinlerimizde ölümsüzleştirmeye çalışıyoruz. Buranın ardından Tek Türkiye dizisinin çekiminin yapıldığı Sille adlı küçük bir köye gidiyoruz. Tek Türkiye oyuncularının orada olup olmayacağını düşünürken Sille’nin merkezin biraz dışında olduğunu öğreniyoruz. Oraya vardığı-

mızda da dizinin oyuncularının Konya’nın diğer bir bölgesindeki çekim yerinde olduğunu öğreniyoruz. Biraz üzülmüş de olsak biz yine de dizinin çekim yerlerini ziyaret ediyoruz. Dizideki karakterlerin evlerini ve o evlerin gerçek sahiplerini ziyaret edip, köy halkıyla hoş sohbetlere dalıyoruz. Ardından Sille’ye yakışır güzellikteki ahşap tavanlı camiyi ziyaret ediyoruz. Bütün bu ziyaretlerin ardından fark ediyorum ki gezinin sonlarına yaklaşmışız oldukça. Ben ve arkadaşlarım ortak bir duyguda birleşiyoruz; buradan ayrılmayı hiç istemiyoruz. Artık alış veriş zamanı olduğunu düşünüp buradan ayrılacak olmanın verdiği üzüntüyle ayaklarımız geri geri gitse de çarşı merkezine gidiyoruz Sille’yi arkamızda bırakarak. Konya’nın en yüksek binası olan 42 katlı kulenin bulunduğu yerden geçerek Konya gezisini ölümsüzleştirmek için buraya ait bir şeyler almak için alış verişe başlıyoruz. Konya deyince akla ilk gelen, alışverişin vazgeçilmezlerinden olan Mevlana şekerini almadan gitmek istemiyoruz. Bir saatlik alış verişin ardından, Konya’nın simgesi olan hediyelik eşyalarla elini kolunu dolduran arkadaşlarla buluşuyoruz. Bedenim ve ruhum Konya Gezisi Destanı’nın sona erdiğini söylüyor ve bu güzel biten gezi destanların mutlu bittiğini doğruluyor. Daha gezememiş olduğumuz bir sürü yer olsa da buradan ayrılmak zorundayız artık. Konya yani İkonion buydu işte. Destanlaşan bir Konya... Mevlana’sıyla, cami ve türbeleriyle, parklarıyla, insanlarıyla, Meram Bağları’yla, Sille’siyle ve onu gezmeye gelen biz insanlarıyla… Bu gezinin ardından iz diyoruz ki “ Gez dünyayı, gör Konya’yı!”

umman


Hüsna BAKA

öykü... değişmezlik Şehir merkezi… Mavi zemin üzerine beyaz harflerle yazılmış, yanından minik beyaz bir ok çıkan, beyaz çerçeve içindeki sıradan yazı… Tıpkı binlerce tabeladaki gibi, tıpkı beş altı saat evvel, boya kutusuna daldırdığım fırçayı aynı şehir merkezi yazısına yaklaştırmadan önceki gibi. Başımı önüme eğdim. Kucağımdaki kalın, ağır, kapağı kıvrılmış, sayfaları kirlenmiş matematik 2 kitabına burnumun ucundan bir damla gözyaşı düştü. Minibüs sarsıldıkça damlanın titreşmesini izledim bir müddet. Yanaklarımdan aşağı süzülen iki damla daha vardı; bıraktım aksınlar. Bıraktım ki yaşlardan bulanıklaşmış gözlerle bakınca uçları kıvrılmış, kapağı kalkmış, kenarları kirlenmiş matematik 2 kitabımın ne kadar zavallı göründüğünü doya doya seyredeyim. … Hayatım; hayatımın son gününün her gün tekrarlanan bir ön gösterimi gibi. Masanın üzerindeki dosyayı karıştırırken aklıma geldi bu. Alt kattaki komşunun lise bire giden kızının dosyası. Mavi plastikten, iç kapağına pek çok resim yapıştırılmış, sayfaları arasında renkli kâğıtlara renkli kalemlerle yazılmış sözler olan bir dosya. O sözlerden birinde yazıyordu “Hayat bir sahne hepimiz oynuyoruz işte” diye. “Otursana oğlum, gelir birazdan. Az arkadaşıyla konuşuyor telefonda.” Şerife Teyze yer gösteriyordu bana. “Geç şuraya oğlum.” Annem de tam karşısındaki koltuğu işaret ediyordu. Annemin gösterdiği yere oturdum. Şerife Teyze tam bel ağrısı şikâyetiyle doktora gideceğini anlatırken, ben de üşüyen ayaklarımı halının altına sokmaya çalışırken girdi Betül. “Nerede kaldın kız, yarım saat beklettin çocuğu!” Şaka yollu çıkıştı annem Betül’e. Betül annemi yok sayıp “Kusura bakma Erhan Abi, arkadaş aramıştı da.” dedi. Ayağında yeşil, tavşan şeklinde panduflar vardı. Sorun yok manasında başımı sallarken imrenerek baktım ayaklarına. Kendi donmuş ayak parmaklarımı büküp “E hadi, başlayalım mı o zaman?” dedim. Masaya yan yana oturup soru bankasını, okul defterini, hocasının dağıttığı soruları önümüze çektiğimizde “Tam olarak nereyi anlayamadın?” diye sordum. Suçlu bir edayla gülümseyip “Aslında bu konudan hiçbir şey anlamadım.” dedi. Beklediğim cevaptı ama yine sıkıntıyla iç çekmekten kendimi alamadım. Hocanın dağıttığı fotokopileri dosyadan çıkarıp “Bu sorular üzerinden, en baştan itibaren anlatıyorum. Bak iyi dinle, aynı şeyi iki defa anlatmam.” dedim. “Tamam, aslan Erhan Abim benim” dedi. “Bırak yağcılığı” diye homurdandım. Üç saat sonra, odamda kendi matematik kitabıma eğilmiş, sayfanın kenarına çizikler atarken Betül’ün dosyasındaki sözü düşünüyordum yine. Eğer Betül’ün hayatı o sözdeki gibiyse benimkinden epey farklı demekti. Benimkinde oynamaya bile gerek yoktu, ben dâhil herkes her gün aynı kaydı izliyordu. Çoğu zaman her sabah aynı güne uyandığıma mı yoksa her gün aynı şeyleri yaptığıma mı, bir türlü karar veremiyordum. Öyle parçalanaADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

maz bir aynılık, öyle koyu bir sıradanlık içinde geçiyordu ki günlerim, bazen ölümün mutlak bir değişiklik olarak insanın arzulayabileceği en güzel şey olduğunu düşünürdüm. Elime silgi alıp karalamalarımı silmeye başladığımda telefonum bipledi. Bu saatte nereden estiyse bir Temel fıkrası yollamıştı Yağmur. İki yaz önce Zonguldak’ta, ben tam Kilimli dolmuşlarının önünde sigara tüttürürken gelip bana Kilimli arabalarının nereden kalktığını sormuştu. Ayaküstü epey muhabbet ettikten sonra sahilde turlamıştık bir saat kadar. Aslında annemin bir akrabasının Alaplı’daki düğünü için beni zorla getirmişlerdi Sakarya’dan. Çeyiz telaşındaki bir alay kadın arasında sıkılıp Zonguldak’a kaçmıştım dört beş saatliğine. Yağmur’un da akrabaları vardı Alaplı’da. Bizim akrabaları ismen tanıyordu hatta. Ertesi gün cumartesiydi; buluşup sinemaya gitmiştik. Bir sonraki gün ise düğün günüydü, Yağmur’u da davet etmiştim, ama o gülümseyip kaşlarını kaldırmıştı olmaz diye. Sonra bir daha görmemiştim onu. Arada sırada aklına eserse mesaj atıyordu. Erzurum’daydı şimdi, sınıf öğretmenliğini kazanmıştı. Ben kimseyi şaşırtmayarak hukuk fakültesini kazanamamıştım, yine herkesin beklediği gibi yeniden hazırlanmakta inat etmiştim. “,Sanki bu sefer kazanacaksın da…” diye dudak bükmüştü babam. “Görürsünüz kazanacak mıymışım, kazanamayacak mıymışım!” demiştim ben de. Oysa bu sene de kazanamayacağımdan adım gibi emindim. Bir sonraki sene bir kez daha hazırlanacaktım. Artık kazanırsam gidecek, kazanamazsam (ki muhtemelen öyle olacaktı) başka bir bölümü tercih edecektim. Kazanmak istemiyordum doğrusu; bu hissettiğim aynılık öyle garip, derindi ki hukuk fakültesini kazansam, bitirsem, Adapazarı’nın en meşhur avukatı olsam bile yakasından kurtulacağımı sanmıyordum. Bana öyle geliyordu ki değişmesi imkânsız bir şeyleri değiştirmedikçe, kapıldığım bu değişmezlik hissi günden güne kuvvetlenecekti. İşte bu yüzden; değişmezliğin hüküm sürdüğü yaşamlardan kurtulmaya çalışıp tekrar tekrar değişmezliğin kucağına düşmektense, gönüllü bir değişmezliğin emniyeti içinde yaşamayı tercih ediyordum. Uykuyla uyanıklık arasındakine benzer bir halde, birbirinin aynısı günlerimi tespih taneleri gibi diziyordum peş peşe. Bazen bu değişmezlik; günlerin, mevsimlerin etkileyemediği, dünyanın hareketlerinin üzerindeki varlığımdan kaynaklanıyormuş gibi belli belirsiz bir tatmin hissederdim, bazen de son sürat akıp giden ve benim için hiç geçmiyormuş gibi olan zaman, karnıma bıçak gibi endişelerin saplanmasına neden olurdu. … Ne kadar da az konuşuyordum! Hep suskun, dalgın bir halde dışarıyı seyrederken görürlerdi beni. Her sabah erkenden kalkardım, önüme bir test kitabı açıp hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey görmeden öylece dışarı bakardım. Geceki uyku halinin devamıydı sanki. Yaklaşık bir saat sonra annem kalkardı, odamın önünden geçerken kapı aralığından bakardı bana. Yarım saat sonra

50


elinde kahvaltı tepsisiyle gelirdi. Alışmıştı, hiç konuşmazdı o da. Yatağıma oturur, benim dışarıyı seyretmem gibi beni seyrederdi. O seyrederken dışarıyı seyredemez, reçelli ekmeğimi ısırmaya başlardım. Ekmeğim bitince annem tepsiyi alıp gider, ben de giyinip dershaneye giderdim. Sırtımız cama dönük otururduk dershanede, fark etmezdi, camdan sadece başka camlar görünüyordu çünkü. Ben en arkada, derslerin çoğunu başımı sıraya yaslamış, solumdan görünen minicik bir gök parçasını seyrederek geçirirdim. Bazen Emre dürterdi, “Kalk hoca sana soruyor” diye. Kalkardım, “Soruyu tekrar alabilir miyim?” derdim. Gariptir, çoğu zaman doğru cevap verirdim. Belki bu yüzden veli toplantılarında, dershaneye sadece başımı sıraya koyup dışarıyı seyretmek için geldiğimi söyleyen olmazdı hiç. Cam kenarında boş koltuk olmadıkça minibüse binmezdim. Geç kalırsam kalayım, hiç umursamazdım. Başımı cama yaslamış, aynı evlerin, aynı tarlaların, aynı levhaların yanımdan kayıp geçişini izlerdim yol boyu. Komşu kadınlar beni severdi; sessiz, sakin, efendi çocuk diye. Ben de onların gürültülerini severdim. Bana ne olduğunu çıkaramadığım bir şeyi hatırlatırdı odama ulaşan, hep bir ağızdan gelen konuşma sesleri. “Hiç odasından çıkmıyor,” derdi annem her seferinde. “hep ders başında, İnşallah kazanır bu sene.” Gerçekten saatlerce masamın başında otururdum akşamları. Sık sık, perdesi açık pencereden dışarı dalarak test çözerdim. Soruların altını, elediğim şıkların üzerini çizer, cevabı iyice karalar, sonra kocaman bir doğru veya yanlış işareti koyardım üzerine. Arada sırada Emreler’e kalmaya giderdim. Yaşları yakın iki abisi vardı Emre’nin. Birlikte maç izlerdik, film izlerdik, çerez getirirdi annesi, çörek yapardı bize, onları yerdik. Üçü de o kadar gevezeydi ki bazen yanlarında tek kelime etmeden dakikalarca oturduğumu hiçbiri fark etmezdi. Onların da gürültülerini severdim, bana hiçbir şey hatırlatmasa bile. Bazen de beni zorla dışarı çıkarırdı dershanedeki çocuklar veya liseden eski arkadaşlarım. Caddelerde kalabalığın arasında dolaşırken, herhangi bir yerde masada oturmuş sipariş beklerken, etrafımdakilerin konuşmalarını, şakalaşmalarını dinlerken soğuktan donardı ellerim. Ceplerime sokardım ellerimi, ısınsın diye; ceplerim ısınırdı, ellerim ısınmazdı yine. … Ellerim ceplerimde sınıfa girdiğimde ayakta, yüksek sesle bir şeyler anlatmaktaydı Emre. “Selamun aleyküm” dedim ona ve etrafındaki guruba. “Oo, ve aleyküm selam kanka” dedi elini uzatıp. Arkasındaki sıraya oturup defterimle matematik 2 kitabımı sıraya bırakırken “Çok şey kaçırdın kanka. Dün onca gel dedik sana, bilsen neler oldu!” dedi. “Ne yapayım başım ağrıyordu çok fena.” dedim. Bana dönüp “Bırak ya, ne olacakmış? Çok şey kaçırdın eve gitmekle.” dedi. Etrafındaki gurup yavaş yavaş benim etrafımı çevrelerken anlatmaya başladı; “Hani sizin okulda bir çocuk vardı ya, ortaokulda da bizim okuldaydı hani, ama başka sınıftaydı, sonra on ikide okul değiştirdi filan…” “Kimi diyorsun sen ben anlamadım?” “Ya yok mu hani, hep böyle yürüyen okulda…” “Ha, Murat” “O işte, adı aklıma gelmedi bir türlü, şimdi o…” Emre anlatmaya devam ederken hoca girdi sınıfa. “Evet arkadaşlar, nasılsınız?” diye sorarken çoktan

51

öbür tarafıma oturmuş olan Emre “Sonra anlatırım ben sana.” dedi. Beş dakika sonra ön taraftan uzatılan bir tomar testin iki yaprağını alıp yana geçirirken “Dur devam edeyim, nerede kalmıştım?”diye sordu. “Onu bırak şimdi, yarın akşam sizdeyiz değil mi?” dedim, sözünü kesip. “Bizdeyiz kanka” dedi başını sallayarak. “Ne dersin, gece dışarı çıkıp değişik bir şeyler yapalım mı?” diye sordum. Gözleri parladı Emre’nin “Bana uyar, nasıl değişik bir şeyler?” dedi. “Gece yarısı çıkıp tabela boyayacağız.” dedim. “Ne!” diye bağırdı Emre, fazla yüksek çıkmıştı sesi, herkes bize baktı. “Şşt, konuşmuyoruz arkadaşlar, soruları çözüyoruz.” dedi hoca başını sorulardan kaldırmadan. Bana eğilip “Ne yapacağız, ne yapacağız? Bir daha söyle.” dedi Emre. “Tabela boyayacağız.” dedim tekrar. “Ben anlamadım ne tabelası, ne boyaması, neden bahsediyorsun sen?” “Ya, yollarda tabelalar yok mu, onlardan birini boyayacağız işte.” “İyi de neden?” “Nedeni var mı, öylesine işte, macera olsun diye” “Başımız derde girmesin sonra?” “O yüzden gece yapıyoruz değil mi?” “Ben sevmedim bu macerayı.” “Sen boyamazsın, ben boyarım. Sen sadece abine sor bakalım biz boyadıktan sonra gece vakti beni eve bırakabilir miymiş?” “Hani bizde kalıyordun oğlum, bu nereden çıktı şimdi?” “Ya sen sor işte abine beni bırakabilir mi diye.” “Ama o da soracak Erhan’ın zoru ne diye.” “Dersin babası yokmuş, sabah gelecekmiş, sabah gelip gece annesini yalnız bıraktığını anlarsa kızarmış filan, abin kabul eder mi?” “Eder, iyidir o.” “Tamam o zaman” “ Yalnız hiçbir şey anlamadım senin bu işlerinden, ne yapmaya çalışıyorsun belli değil!” “Yapınca anlarsın.” … Beş dakikadan beri aralıksız söyleniyordu Emre; “Seni bir de sessiz, sakin diye adam sanıyorlar. Gelip bir de bana sorsunlar. Manyaksın oğlum sen. Senin yüzünden dondum, elim ayağım buz kesti. Hem de boşuna uykusuz kaldık. Bir de ilk ders Servet Hoca’nın. Katiyen uyumamıza izin vermez. Bir daha sana uyarsam ne olayım. Çatlaksın sen, kafadan çatlak!” “Şşt, sessiz ol biraz, mahalleye geldik, milleti uyandıracaksın.” “Mahallede tanımadığım adam mı var? Esas sen, seni bırakmak için abimi uyandırınca ne diyeceğini düşün!” “Senin kadar söylenmez inan ki.” “Nasıl söylenmeyeyim; adam gecenin bir yarısı yatağımdan kaldırmış beni, bu soğuk havada yarım saat yol yürütüyor!” Alttan alıp “Tamam, tamam, abini ben uyandırırım, sen gidip yatarsın. Yatınca ısınırsın zaten, kalan uykunu da dershaneden dönünce uyursun.” dedim. Ancak alt perdeden devam etti Emre; “Hem de niye kaldırıyor, salak bir şehir merkezi tabelasının üzerine Kilimli diye yazmak için. Sahi, orası neresi Erhan?” Bu öykü Adapazarı Enka Okulları tarafından düzenlenen Yazadurmak öykü-şiir yarışmasında finale kalmıştır.

umman


Haber

ı

Yardımseverler Derneğine Ziyaret

Sosyal Yardımlaşma, Dayanışma ve Kızılay Kulübü öğrencileri ve Rehber Öğretmenleri 18 Ocak.2010 tarihinde Yardımseverler Derneği’ndeki yaşlılara rutin ziyaretlerden birini daha gerçekleştirdi.

Okul Tanıtımı Yapıldı

Okulumuzu tanıtım çerçevesinde “Ekinler İlköğretim Okulu” öğrencilerini kısa süreliğine de olsa misafir ettik. Okul Müdürümüz Kadir GEZER tarafından okulumuz hakkında bilgi verildi ve okulumuzun çeşitli birimleri gezdirildi.

Satranç Turnuvası Sonuçlandı Okulumuz öğretmenlerinden Yılmaz ERSOY ve İsmail TOPRAK’ın organize ettiği ve 32 öğrencinin katıldığı Satranç Turnuvası 11 Şubat 2010 günü yapılan finallerle sona erdi. Büyük çekişmeye sahne olan turnuva sonunda A10/A sınıfından Büşra AYAZ birinciliği elde ederken A11/D sınıfından İsmail ALTUN ikinciliği, A11/C sınıfından Gökhan YAMAN da üçüncülüğü elde ettiler. Yarışmada ilk üçe girenler madalyayla ödüllendirildi.

Simder'den Okulumuza Ziyaret Sakarya İmam-Hatip Liseleri Mezunları Derneği Yönetimi okulumuzu ziyaret ederek II. Kanaat Döneminin hayırlı olması dileklerini ifade ettiler. Bu dönemin başarılı, verimli ve faydalı bir şekilde geçmesini temenni ettiler. Her zaman okulumuzun yanında olduklarını belirtip okulumuz adına Okul Müdürümüz Kadir GEZER’e başarılı çalışmalar dilediler.

Sivil Savunma Tatbikatı Yapıldı Okulumuzda Sivil Savunma tatbikatı yapıldı. Sakarya Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Ekipleri ve Okulumuzun ortaklaşa gerçekleştirdiği tatbikat renkli görüntülere sahne oldu.

Mevlid Kandili Kutlandı Mesleki Tatbikat Kulübünün tertip ettiği Mevlid Kandili programı kandil simidi dağıtılarak ve uygulama mescidinde etkinlikler yapılarak kutlandı. Başta Ferizli Eski Belediye Başkanı Hüseyin KAŞKAŞ ve okulumuzun idareci, öğretmen, personel ve öğrencilerinin katıldığı etkinlik kandilleşme ile sona erdi.

İngilizce Blog Sitemiz Yayına Başladı Kütüphane Açılışı Yapıldı Okulumuz Kütüphanesi İl Milli Eğitim Müdürü Murat YAZICI, Teftiş Kurulu Başkanı Ahmet İNANÇ, Adapazarı İlçe Milli Eğitim Müdürü Ziya CEVHERLİ ve İl ve İlçe Şube Müdürlerinin katılımıyla açıldı. Hayırsever vatandaşların katkılarıyla yenilenen kütüphanemizin açılışı hayır dualar ile yapıldı. Kurdela kesimi, ikram ve duaların ardından kütüphane açılış töreni sona erdi. ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

İngilizce Kulübünün kurduğu blog yayına başlamıştır. Bu sitenin içeriğinin hazırlanması ve yayınlanması tamamen öğrenciler tarafından yapılmaktadır. Okulla ilgili ve güncel pek çok olayın yayınlandığı sitemizi ziyaret etmenizi ve görüşlerini ifade etmenizi umuyoruz. Sitemize http://ourvoiceinenglish.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz.

52


Haber

ı Orman Haftasını Kutladık

Milletvekilimiz Hasan Ali Çelik Okulumuzu Ziyaret Etti

Okulumuzda Orman Haftası kutlandı. Orman Haftası etkinlikleri çerçevesinde öğrencilerimiz için sunum yapıldı. Ayrıca öğrencilere fidan dağıtılıp okul bahçesine fidan dikildi.

Milletvekili Hasan Ali ÇELİK okulumuzu ziyaret etti. Okulumuzda bir sürel misafir olan ÇELİK, okulumuz hakkında bilgiler aldı ve öğretmenlerle sohbet etti. Okulumuz için her zaman yardımcı olacaklarını dile getiren Milletvekilimiz Hasan Ali ÇELİK yeni açılışı yapılan birimleri gezerek okulumuzdan ayrıldı.

Hedefe Doğru Adım Adım

Laboratuar Açılışı Yapıldı

Kur’ân-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması’nın Türkiye Finalinde ev sahibi olmanın heyecanı içerisinde olan okulumuz için iki güzel haber de Kocaali’den geldi. Sakarya İmam-Hatip Liseleri arasında gerçekleşen Ezan Okuma ve Hafızlık Yarışmalarında arkadaşlarımız her iki kategoride de birinciliği elde etti. Ezanı Güzel Okuma kategorisinde Gökhan ARIKAN ve Hafızlık yarışmasında Süleyman BAŞ birinci oldular. Öğrencilerimizi, öğretmenlerimizi, desteklerini esirgemeyen idarecilerimizi ve ailelerini tebrik ediyoruz.

Okulumuzda FKB derslerinin kendi ortamında işlenmesi amacıyla yeniden dizayn edilen FKB Laboratuarı düzenlenen bir tören ile açıldı. İl Milli Eğitim Müdürü Murat YAZICI, Adapazarı İlçe Milli Eğitim Müdürü Ziya Cevherli ve çok sayıda davetlinin katılımı ile gerçekleşen FKB Laboratuarı açılışı renkli görüntülen eşliğinde yapıldı. Hayırlı dilek ve temennilerin ardından açılışı sona erdi. Emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz.

Sınıflararası Bilgi-Kültür Yarışması Nefesleri Kesti

Okulumuz Yayın ve İletişim Kulübü tarafından düzenlenen Sınıflararası Bilgi-Kültür Yarışması geçen hafta yapılan ve büyük bir çekişmeye sahne olan finallerle son buldu. 9. Sınıflar kategorisinde A9/E Sınıfı, 10. Sınıflar kategorisinde A10/D Sınıfı, 11 Sınıflar kategorisinde A11/C Sınıfı, 12. Sınıflar kategorisinde de A12/B Sınıfı birinci oldular. Yarışmalar sonucunda birinci olan sınıfların öğrencilerine ve sınıf rehber öğretmenlerine birer hediye ve başarı belgesi verilirken, finalist olarak yarışmaya katılan tüm öğrencilere de birer katılım belgesi verildi.

Fotoğraf Yarışması Sonuçlandı

Okulumuz Coğrafya kulübünün düzenlemiş olduğu fotoğraf yarışması sonuçları belli oldu. Fotoğraf sanatçısı Tolga KOLÇAK, Grafiker Mücahittin ŞENTÜRK ve Okulumuz Kimya Öğretmeni Mustafa CAN’dan oluşan jürinin değerlendirmesi sonucunda; DERECELER: 1. Elif GENÇ 2. Abdülhamit İNCE 3. Mehmet BAŞARIR SERGİLEMELER: 10 adet sergilemeye değer fotoğraf, şeklinde belirlendi.

53

Ezbere 40 Hadis Okuma Yarışması Yapıldı

Mesleki Tatbikat Kulübü’nün tertip ettiği Ezbere 40 Hadis Okuma Yarışması okulumuzun sunum odasında yapıldı. Kutlu Doğum Haftası Etkinlikleri çerçevesinde gerçekleştirilen yarışmanın sonucunda, büyük bir çekişmenin ardından A11/B sınıfından Esranur ÖZDEDE birinci olurken, ikinciliği İ11/A sınıfından Emine ÇOKLUK, üçüncülüğü ise İ9/A sınıfından Elif KURT elde etti. Dereceye giren öğrencilerimize hediyeleri İlçe Müftülüğü tarafından verildi.

umman


Afra Nur YILMAZ

bir Osmanlı klasiği: mevlid Bir devlet... Üç kıt’ada asırlarca hüküm sürmüş ve bugün dahi insanların "Geri gel ey Osmanlı" diye haykırdığı bir devlet... Sene 1299... Osman Bey; nice mücadelelerden sonra Anadolu'da söz sahibi olup, uğruna binlerce canın verildiği Şehr-i İstanbul'u fethedip ve nihayetinde İslam birliğini de sağlayarak zirveye oturan Osmanlı'yı kurmuştur. Nice milletlere "Biz seniniz Osmanlı" dedirtmiş kadar hoşgörülü, sadık ve bir o kadar da İslam'a sahip çıkmış devletin zirveye tırmanması kolay olmamıştır. Kimi zaman taht kavgaları, kimi zaman devleti yıkılışa kadar sürükleyen türlü vakalar... Macera başlıyor! Yıldırım Beyazıd Ankara Savaşı'ndaki yenilgisiyle Timur'a esir düşer ve Anadolu Birliğini oluşturma yolunda katettiği mesafe bir anda durur. Sefası bol Osmanlı'nın cefası bol Fetret Devri başlar. Yıldırım'ın şehzadeleri arasında büyük bir taht kavgası başlar. Kan dökülür, halk Şaşkın ne yapacağını bilmez. Sınırlar içinde devam eden bu kargaşa herkes gibi Süleyman Çelebi'yi de derinden etkilemiştir. Çelebi'de bu kanlı kardeş mücadelesinin sona ermesi için bir kurtuluş vesilesi arar ve o mübarek günü "Kutlu Doğum" u bekler. İnsanı kendi içine akması, kendisiyle konuşması şiirin ayak sesleridir. Bıkmadan, usanmadan ufuklara bakıp bir muştu bekleyen Süleyman Çelebi kurtuluş reçetesinin kendi içinde olduğunu anlamış ve yazmıştır Meşhur Mevlid'ini... On yıl süren bu kaosun yedinci yılında yazılmıştır Mevlid. Nasıl ki Hz. Peygamber doğmadan önce Arap yarımadası'nda yaşanmakta olan kargaşa ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

ve zulümler kutlu doğumla sona ermişse Mevlid müellifi de Hz. Peygamber'in kutlu doğumunu yazmakla bu durumu hatırlatmıştır insanlara. Eserin yazılışından üç yıl sonra Şehzade Mehmet tahta oturur ve "Devlet-i ebed-müddet" olarak anılacak Osmanlı'nın ikinci doğuşunu gerçekleştirir. Merasimle mevlid geleneği ise daha sonraları 1588'de Sultan III. Murad ile başladı. Resmi kutlama uygulamaları başladıktan sonra Sultanahmet Camii'nde yapılan merasimlerde padişah, sadrazam, şeyhülislam, vezirler ve diğer mülki ve askeri erkân ile ulema resmi kıyafetleriyle hazır bulunurdu. Ayasofya ve Sultanahmet kürsü şeyhlerinin vaazlarından sonra mevlid okunur, bu arada buhur yakılır, şerbet dağıtılırdı. Sultanahmet Camii'nde yapılan bu mevlid törenleri daha sonra Beyazıd, Nusretiye, Beylerbeyi, Hamidiye Camiler'inde de icra edilir olmuştur. Tanzimat'tan itibaren mevlidde eski kurallara uyulmakla birlikte bazı değişiklilere gidilmiş, padişahın camiye gidiş gelişlerinde askeri tören yapılması, minarelerin yanında saray ve resmi binaların donatılıp aydınlatılması, beş vakitte tophane ve savaş gemilerinden top atılması gibi yenilikler uygulanmıştır. Mevlid 1910 yılından itibaren Osmanlı'da resmi bayram ilan edildiyse de Cumhuriyet'in ilânı ile kaldırılmıştır. Gelenekten ziyade kutlu doğum haftaları içinde yapılan çeşitli düzenlemelere ve merasimlere dönüştürülmüştür. Ne olursa olsun; Kutlu Osmanlı, Kutlu Doğum'u, kutlu bir şekilde eda etmiş ve asırlarca süren bu geleneği geleceğe aktarmıştır.

54


ÖDÜLLÜ EDEBÎ BULMACA

SOLDAN SAĞA 1. Halk Edebiyatında coşkun ve yiğitçe bir üslupla savaş ve dövüşleri anlatan şiirlerdir. 2. Anonim Halk Edebiyatı ürünü olan manzum ve mensur bölümlerden oluşan bir halk hikâyesidir. Birbirini seven, ancak dinlerinin farklı olmasından dolayı evlenmelerine izin verilmeyen iki aşığın hikâyesi konu edilir. 3. Halk Edebiyatının en temel nazım biçimlerinden biridir. 3–5 dörtlükten oluşur. 11’li hece ölçüsüyle söylenir. Aşk, güzellik ve yiğitlik konuları işlenir. 4. Anonim Halk Edebiyatında türkülerin nakarat kısımlarına verilen isim. 5. 16. yüzyılın en önemli halk şairlerindendir. Koçaklamaları ve Bolu Beyine karşı giriştiği mücadelesi ile tanınır. 6. Bir kimseyi yermek ya da toplumun bozuk yönlerini eleştirmek amacıyla yazılan şiirlerdir. Bu türün Divan Edebiyatındaki karşılığı ” hicviye” dir. 7. Âşık Edebiyatı nazım biçimlerindendir. Sevgi, doğa, güzellik konuları işlenir. 8’li hece ölçüsü ile yazılır. Dörtlük sayısı 3 ile 5 arasında değişir. 8. 16. yüzyılda yaşamıştır. Halk şiirinin önemli ustalarındandır. Sivas’ta doğmuştur. Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamıştır. Tasavvufi Halk Edebiyatının önemli temsilcilerindendir. Bazı şiirlerinde yaşadığı döneme tanıklık eder, bazı şiirlerinde inancını yayma kaygısı ön plana çıkar. 9.. Âşık Edebiyatı nazım biçimlerindendir. 8’li hece ölçüsü ile söylenir. Dörtlük sayısı 3 ile 5 arasında değişir. Güney Anadolu Bölgesinde yaşayan Türkler arasında yaygındır. Yiğitçe, mertçe bir üslupla söylenir. “behey”, “bre”, “hey” gibi ünlemlere yer verilir. 10. Tekke Edebiyatı nazım türlerindendir. Allah’ı övmek ona yakarmak için yazılan şiirlerdir Yunus Emre’nin adıyla özdeşleşmiştir. 11. Bektaşi anlayışını ve inanışını yansıtan şiirlere verilen isim. 12. Halk şiirinin en uzun nazım biçimidir. 11’li hece ölçüsüyle yazılır. Dörtlük sayısı sınırsızdır. Genellikle savaş, isyan, doğal afetler gibi toplumsal konular işlenir.

55

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. 15. yüzyılda yazıya geçirilen hikâyelerdir. Oğuz boyunun komşularıyla ilişkileri, aile ve toplum yapısı, devlet yönetimi ve iç çekişmeleri vb. birçok konu işlenmiştir. Hikâyeler nazım ve nesir karışık olarak yazılmıştır. 2. Halk Edebiyatında bir kimsenin ölümü üzerine duyulan acıları anlatmak amacıyla söylenen şiirlerdir. İslamiyet öncesinde bu tür şiirlere sagu, Divan Edebiyatında ise mersiye adı verilir. 3. Tasavvufa özgü bir anlayışa göre; vakti gelen ruh maddi âleme iner. Önce cansız varlıklara, sonra bitkilere, hayvanlara, insana ve en sonunda insan-ı kâmile geçer. Oradan da Allah’a döner. Bu anlayışı işleyen şiirlere verilen isim. 4. 15. yüzyıl halk şairidir. Şiirlerini hem hece hem de aruzla yazmıştır. Şiirleri kuvvetli bir din ve tasavvuf kültürüyle yüklüdür. Kitab-ı Miglate tanınmış mensur eserinin adıdır. 5. Pirlerin ve mürşitlerin, tarikata yeni giren dervişlere, tarikat derecelerini ve tarikat adabını öğretmek için söyledikleri şiirlerdir. 6. 17. yüzyıl halk şairidir. En belirgin özelliği, aşk şairi olmasıdır. Aşk, ayrılık, gurbet onun şiirlerinin ana temasıdır. 7. Tekke Edebiyatı nazım türlerindendir. İnançlardan teklifsizce, alaycı bir dille söz eder gibi yazılan şiirlerdir. Görünüşte saçma sanılan bu sözler tasavvufi kavramları ifade eder. 8. Ezgilerle söylenen bir anonim halk şiiri nazım biçimidir. Yöresel özellikler gösterir. 9. 7’li hece ölçüsüyle söylenir. Çoğunlukla dört dizelidir. Anonim Halk Edebiyatı nazım biçimidir. Hazırlayan 10. Doğa güzelliklerini anlatmak ya da sevilen varlıkları övmek için yazılan şiirlere verilen isim.

umman


ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

56


MARKAM



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.