Umman Dergisi 7. Sayı

Page 1

YIL : 4 SAYI : 7 MAYIS 2011

ADAPAZARI ANADOLU iMAM HATiP LiSESi

Dosya Konusu:

Peygamber Efendimizin Ulvi Mesajı

Vali Mustafa Büyük: Prof.Dr. İlber Ortaylı:

İnsanlar her zorluğa tahammül edebilir ama adaletsizliğe asla…

Sakarya Osmanlı’nın özetidir.


2010 ÖSYM Anadolu İmam-Hatip Bölümü ÖSYM Yerleştirme Sonuçları 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43

Adı-Soyadı

Sümeyye ÖZKARAASLAN Şeyma KURTULUŞ Abdülkadir ERDOĞAN Feyza GÜRSOY Kübra ÖZTÜRK Ayşegül YILDIZ Betül ALAYLI Hatice ÇAKIR Ümmühan AYDIN Beyza ÖZEL Elif TINAZ Kevser TÜRKYILMAZ Büşra ÇİMŞİT Abdullah AYDIN Afra Nur YILMAZ Yusuf EROĞLU Melike TÜRKOĞLU Rüveyda Nur ÖZDEMİR Sercan YAVUZ Melek SERDAR Emine ALEMDAR İsmail ATEŞ Saliha Zehra GÖÇER Yunus Emre İNAN Enes ÖZKAN Hacer ÖZBAY Zeynep BIYIK Ayşegül ARI Hümeyra AKDAŞ Merve KILIÇ Sümeyye CİN Enes ÇETİN Melike ATEŞ Sedanur ÇIRAK Sabriye Nurdan ÖZİŞ Nupelda DEMİR Fatma Betül ERSOY Serra Nur ÖZKARA Merve ÜRKAN Zeynep BORAZANCIOĞLU Adem ŞENOL Ömer KARAKUŞ Sadi UZUN

Üniversitenin Adı

Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Marmara Üniversitesi Marmara Üniversitesi İstanbul Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Uludağ Üniversitesi Uludağ Üniversitesi S. Demirel Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Osmangazi Üniversitesi Osmangazi Üniversitesi 19 Mayıs Üniversitesi Hitit Üniversitesi Atatürk Üniversitesi Rize Üniversitesi Uludağ Üniversitesi Bayburt Üniversitesi Gazi Üniversitesi Selçuk Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi S. Demirel Üniversitesi Abant İ.Baysal Üniv. Sakarya Üniversitesi Kocaeli Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Düzce Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Dumlupınar Üniv. Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Bilecik Üniversitesi Fatih Üniversitesi

Alan

İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi İlahiyat Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Eğitim Fak. İlköğretim Matematik Öğrt. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Mühendislik Fak. Jeofizik Mühendisliği Mühendislik Fak. Jeofizik Mühendisliği Bolu MYO Muhasebe ve Vergi Uyg. Sakarya MYO Çevre Koruma ve Kontrol Aslanbey MYO Bitki Koruma İİBF Maliye (UE) Pamukova MYO Peyzaj ve Süs Bitkileri Gölyaka MYO Halkla İlişkiler ve Tanıtım İİBF İnsan Kaynakları Yönetimi (UE) Tavşanlı Meslek Yüksekokulu Dış Ticaret Geyve MYO Büro Yön.ve Yön.Asistanlığı Geyve MYO İşletme Yönetimi Pazaryeri MYO Endüstri Tasarımı Sosyoloji

2010 ÖSYM İmam-Hatip Bölümü ÖSYM Yerleştirme Sonuçları

1 2 3 4 5 6

Adı-Soyadı

Zehra GÖKÇE Halime ESEN Elif ATASOY Süheda GÜRSES Feyza BÜYÜKGÖL Mine Betül YILDIZ

Üniversitenin Adı Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Uludag Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi Sakarya Üniversitesi

Alan

Ilahiyat Fakültesi Ilahiyat Fakültesi Ilahiyat Fakültesi Pamukova MYO Peyzaj ve Süs Bitkileri Akyazı MYO Peyzaj ve Süs Bitkileri Sapanca MYO Peyzaj ve Süs Bitkileri



N I R NLA

O Y İ P M A

Ş

İ N YE

2010

YS L S G Y

İ S E R D A

www.pianalitik.com.tr Semerciler Mah. Milli Egemenlik Cad. No:7 Gar Meydanı / Adapazarı Tel : 0264. 282 42 21- 284 44 84-85


ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ YAYIN VE İLETİŞİM KULÜBÜ YAYIN ORGANIDIR. Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi adına sahibi Kadir GEZER Okul Müdürü

Genel Yayın Yönetmeni Necati KARADAĞ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Yayın Kurulu Hüsna BAKA Kübra KESKENDİR Şeydanur ERBAŞ Kürşat ÖZKAN Danışma Kurulu Cemâl TEMİZCE Türk Dili ve Edb. Uzman Öğretmeni

Ali Şekür İMAMOĞLU Rehber Öğretmen

Arif KÖSE

Meslek Dersleri Öğretmeni

Kapak Tasarımı Faruk AKKIRAÇ Kapak Fonu Piri Reis Haritası Yazışma Adresi Umman Dergisi Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi Adapazarı / SAKARYA Telefon : 0264 274 34 60 Faks : 0264 277 37 62 İnternet : www.adapazariihl.com e-posta : ummandergisi@mynet.com Türü Yerel Süreli Yayın Yayın Tarihi Mayıs 2011 Tasarım Gren Media www.gren.com.tr Bu dergi Şubat 2005 tarih ve 2569 sayılı Tebliğler Dergisi Ortaöğretim Kurumları Sosyal Etkinlikler Yönetmeliği’nin 24. maddesi doğrultusunda hazırlanmıştır.

Editörden Değerli Umman okurları, İşte yine, yeni ve dopdolu bir Umman’la birlikteyiz. Siz değerli okurlarımızın ilgi, sevgi ve teşvikleriyle her geçen sayıda hem muhtevası ve hem de tasarımıyla değişimin ve gelişimin özgün örneklerini sunma gayretiyle takdim ediyoruz Umman’ımızı size… Çağın gerektirdiği eğitim anlayışını özümsemiş kadro yapısıyla her geçen gün daha ileriye, daha iyiye koşar adım yürüme kararlığında olan okulumuzun iftihar tablosundaki özel yerini alan dergimizin bu sayısında âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili peygamberimiz ve O’nun ulvi mesajını dosya konusu olarak ağırlıklı işlemeye çalıştık. İlimizdeki görevinde çalışkanlığı, sevecenliği, âkil tavırları ve halktan duruşuyla fark oluşturan valimiz sayın Mustafa BÜYÜK’le ve ilmî çalışmalarıyla dünyanın tanıdığı tarih profesörü, Topkapı Sarayı Müzesi başkanı sayın İlber ORTAYLI ile yaptığımız röportajlar ilginizi çekecek, inanıyoruz. Altıncı sayımızda başladığımız ve ilginize mazhar olan İngilizce sayfalarımıza bu sayımızda bilim ve Arapça sayfalarımız eklendi. Gerek baskı kalitesi, gerek sayfa sayısı ve doyuruculuğu ve gerekse katkıda bulunan arkadaşlarımızın çokluğu ile çok şükür bizleri mahçup etmeyeceğini düşündüğümüz bir çalışmayla karşınızda olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Dergimiz elinize ulaşıncaya kadar her aşamasında gayretlerini, emeklerini esirgemeyen bütün arkadaşlarımıza en kalbi teşekkürlerimi sunuyor; sizleri Umman’ımızla baş başa bırakıyorum. Gayret bizden, tevfik Yüce Allah’tandır.

Necati KARADAĞ


içindekiler

4 5 9 12 13 17 21 24 30 43 45 48 52 68 72

Geldi Kâinatın Efendisi O’nu tanımak Allah (c.c.) ve Resûlüne (s.a.s.) vefâ Efendimizin Hak mesajı Gönüllerin efendisi İstanbul’un fethinden günümüze yansıyan mesajlar Okumuyorum, okumuyorsun, okumuyorlar... Prof.Dr. İlber Ortaylı ile röportaj Sakarya Valisi Mustafa Büyük ile röportaj İki şehrin hikâyesi Yazılamayan öykülere dair Yansımalar Yarım kalmış işler Haber Umman’ı Bulmaca


değerli dostlar, Hepinizi Rahman ve Rahim olan Allah’ın selamı ile selamlıyor, bizleri yeniden bu güzel çalışmada bir araya getiren yüce yaratıcıya hamd-ü senâ ediyorum. Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili peygamberimize bu önemli yılda salât ve selam ediyorum. Kıymetli Dostlar, Ummandaki güzel yolculuğumuzda dördüncü yılımızı, 7. sayımızla bitirmek üzereyiz. Henüz yeni dünyaya gelmişken ne çabuk yürümeye başladık, derken şimdi de hiç arkamıza bakmadan süratle koşmaya çalışıyoruz. Bütün insanlığın rehberi Peygamberimiz (s.a.v) ifadesi ile geçmiş ümmetlere göre bizim ömrümüz ikindi ile akşam namazı arası kadar kısacıktır. İşte bu anı çok iyi değerlendirmek, son derece hızlı güzel işler yapabilmek, belki de bizden sonrakilere güzel miraslar hediye etmek yani şairin ifadesi ile gök kubbede hoş sadalar bırakabilme gayreti içinde olmalıyız. Verimli kullanamadığımız yılların telafisinin olmadığı bilinci içerisinde aynı imkânların ve güzel şartların bir daha yüce yaratıcı tarafından sunulmayacağının bilinciyle çalışmalıyız. Aksi durum bizi hedefe götürmeyecek ve bu yolda heyecanımızı kaybetmemize neden olacaktır. Bu gerçekten hareketle şunu çok iyi bilmeliyiz ki heyecanını yitirenler hedeflerine ve ideallerine ulaşamazlar. Bizler de dikenlere takılmadan ‘gül’ün güzelliklerini görmeliyiz. Öyle güzellikler ki onlar orada Hz. Peygamber ve ashabın güzel örnekleri olarak bulunmaktadır. Güzeli yaşayanlar ve yaşatanlar ahsen-i takvim olarak toplumun önünde yer alırlar. İnsanlar bu güzel şahsiyetlerden Hz. Peygamberin (s.a.v) ifadesi ile misk satan, güzel kokular ikram eden dükkan sahibi gibi en güzeli tadarak ve yaşayarak bizzat uygulama yaparlar.

İşte bizler Umman dergimizde bu minval üzere hareket ettik ve Allah’a hamd olsun ki hiç tahmin etmediğimiz ölçüde yüce yaratıcının da desteği ile çok ciddi ve hızlı yollar kat ettik. 7. sayımızda da bu dükkanda sizleri tatmin edeceğine inandığımız lezzetler ve ikramlar sunmaya çalıştık. Umarım ki mutlu olursunuz, yüzleriniz güler, alış verişiniz bereketli olur. Sadece size değil tüm dostlarımıza faydalı oluruz. Bizler bunu da yeterli görmüyoruz. Güzelliklerimizi artırarak ve çeşitlendirerek daha çok insana faydalı olmak, onlara ulaşabilmek ve hayır dualarını almak istiyoruz. Bu hedefe yürürken, enerjimizi ve heyecanımızı rahmet peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’in “İnsanların en faydalısı ve en verimlisi ve en güzeli insanlara zaman mefhumu tanımaksızın hizmet edendir.” hadisinden almaktayız. Bizler, dünü geçmiş olarak görüyor, bugünkü gerçekler ile yarınlara hitap etmeye çalışıyoruz. Bu anlamda tüm gençlerimizden zamanlarını en verimli şekilde değerlendirmelerini, ideallerine ulaşmada heyecanlarını kaybetmemelerini istiyoruz. İstikamet üzere dosdoğru yolda gece gündüz tanımadan çalışmalarını bekliyoruz. Bu anlamda sınava girecek tüm öğrencilerimize başarılar diliyoruz. Dergimizin bu sayısında da emeği geçen mesai mefhumu tanımadan çalışan tüm ekibimize, bizleri destekleyen dostlara gönülden teşekkür ediyorum. Bizlere bu imkanları sunan yüce rabbimize hamd-ü sena ederek hepinizi Allah’a emanet ediyor, Allah resulünün merhametinin hepimizi kuşatmasını diliyor, şu cümlelerle sizlere veda ediyorum; “Güzel insanlar güzel düşünür, güzel düşünenler güzel konuşur, güzel konuşanlar hep güzellikleri yaşar, güzel bir ömür sürer, güzel bir ömürle hayata veda eder. Güzel ölümlüler ise ahirette ebedi olarak en güzel cennetlerde ağırlanırlar.”. Kadir GEZER (Okul Müdürü)

3


Şiir

geldi kâinatın efendisi On dört asır evvel, Günlerden o pazartesi, Aylardan Rebiulevvel Geldi kâinatın efendisi. Gelen bir kul ama ne kuldu, Değişti âlem bir başka oldu, Kâinat zulme inat nur ile doldu, Geldi kâinatın efendisi. Bir defa gördü cihan, Bir daha asla görmez, Onunla can buldu can, Geldi kâinatın efendisi. Gelen hem yetim hem öksüz, Kâinat onsuz olunca köksüz, Bırakmamak için ümmetini yetim, Geldi kâinatın efendisi. Âlem muhtaçtı o Nebi’ye, Hüküm sürüyordu cahiliye, Adını koydular Muhammed diye, Geldi kâinatın efendisi. Selâmi GÜRSOY


Deneme

’nu tanımak -Ya Muhammed sen en güzel ahlâk üzere yaratıldın. -Ya Muhammed sen güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildin. -Ya Muhammed sen âlemlere rahmet olarak gönderildin. -Ya Muhammed seni konuştuğunda vahiy ile konuşursan başka söz senden sâdır olmaz. Kişiler anlaşabilmek, uzlaşabilmek, güzel bir ortam meydana getirebilmek için birbirlerini çok iyi tanımak zorundadır. Eğer bu tanınacak vizyon, Allah’ın Resûlü, elçisi, habercisi ve uygulayıcısı ise bu çok daha önemlidir. Biz gerçekten O’nu ne kadar tanıyoruz, hiç düşündük mü? O’nu tanımadan sevmek, sevmeden yaşamak

Kadir GEZER

mümkün müdür? Veya tanıdığımızı mı zannediyoruz? Hiç O’nu evimize misafir ettik mi, aynı sofrada aynı ilkelerle yemek yedik mi? Şöyle bir alışverişe beraber çıktık mı? Ticaretteki olmazsa olmazları ile tanıştık mı? Yirmi dört saatimizi onunla beraber geçirdik mi? Namaz kılışını, dua edişini, oturuşunu, yürüyüşünü kendimize benzettik mi? Benliğimizle özdeşleştirdik mi? Şu sosyolojik gerçeği çok iyi tanımalıyız. Birey tanımadığının, bilmediğinin câhilidir. Bundan dolayı da onun düşmanı olabilir. Hz. Peygambere karşı duranlar da, inanıyorum ki onu çok iyi tanımadıklarından ona karşı durmuşlardır. O’na gelen, onunla beraber olanların çok kısa bir sürede mü’min sıfatını alarak dünyaları değişmiştir.

5


Deneme

Peki biz Allah Resûlünü ne kadar tanıyoruz? Gereği gibi biliyor muyuz? Onun mesajlarına ne kadar hakimiz? Hiç düşündük mü? Öyle bir peygamber ki o, Kur’an’da hakkında “Allah’ı seviyorsanız onun Resûlünün yolundan gidiniz, ona tabi olunuz. Onun gibi yaşayınız ki Allah da sizi sevsin.” buyrulur. (Âli İmrân Sûresi 31. âyet) Hz. Aişe’ye bir gün sorarlar, “Allah Resûlünün ahlâkı, yaşantısı nasıldı, bize bahseder misin? diye. Müminlerin annesinin cevabı çok ilginçtir. “Siz Kur’an okumuyor musunuz? İşte peygamberin ahlâkı okuduğunuz Kur’an’dı.” der.

6

Kur’an-ı Kerim de Necm Sûresi’nde Mevlâ, “Peygamber ancak vahiyle konuşur, onun dışında konuşmaz.” Buyurarak çok net bir mesaj verir. Hz. peygamberin Mekke’de başlayan M.610 yılındaki tebliğine dikkatlice sosyolojik ve psikolojik açıdan baktığımızda, kişileri ve toplumları ulvi bir dereceye getirdiğini görürüz. Değersiz görünenler değerli hale gelmiş, itilenler itibar görmüş, karanlıkta kalanlar aydınlığa kavuşmuştur. Adeta insanlık yeniden doğmuştur. Bunun sonucunda Altın bir nesil vücûda gelmiştir. Kimlikleri, kişilikleri, çizgileri dosdoğru, sırat-ı müstakim olan bir nesil oluşmuştur. Birbirini seven ve sayan, birbirinin hakkına ve hukukuna riayet eden, kollayan ve koruyan, çalmayan ve hakkını veren bir nesil, kırgınları kucaklayan, fakirleri, yetimleri, öksüzleri önemseyen bir nesil… Âhiret–Dünya dengesini reel tabanlara oturtan, hayatın gerçekleri ile yüzleşen, dünyayı sadece bir gölgelenme anı kadar kısa gören, sonsuz ebedî mutlulukla tanışmak isteyen bir nesil. İşte bu değişim-dönüşüm, bu güzelliklerle tanışmanın adresini, mutluluğu ve güzelliği yakalamanın tek yolunu âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili peygamberimizde bulmuştur.

Onunla yaşamak, onun gibi yaşamak insanlığa huzur getirmiştir. Güzel ailelerin oluşmasına ve mutlu toplumların doğmasına vesile olmuştur. Hangi toplumda ve hangi asırda olursa olsun onu tanıyanlar, onun gibi yaşayanlar, onun kutsallarını önemseyenler ve bunu tüm hayatına uygulayanlar örnek, huzurlu, saygılı toplumlar ve bireyler haline gelmiştir ve daima yücelmişlerdir. Peygamber sözünü dinlememek herhangi bir kimsenin sözünü dinlememeye benzemez. Onlar kendilerinden önce ümmetini düşünmüşler ve bizleri vahiyle uyarmışlardır.


Deneme

Hz. Peygamberi karşısına alan ve onu iyi tanımamaktan dolayı karşısında duranları Mevlâ Nûr Suresinde şöyle uyarıyor; “Peygamberin emrine aykırı davrananlar başlarına bir belanın gelmesinden veya kendilerine acı veren bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.” O’nu tanıdığımızda, Allah Resûlünde hoşgörüyü göreceksiniz, öyle ki kendini öldürmeye gelene gösterdiği tebessümü, mescidine bevl edene gösterdiği güler yüzü, şahsına karşı yapılan tüm hakaretleri affettiğini, bu mealde kimseye beddua etmediğini, ayakları şişinceye kadar ibadet ettiğini, secde bölgesini ıslatıncaya kadar gözyaşı döktüğünü hane-i sadetlerinde, ev işleri ile uğraştığını, söküklerini diktiğini, çocuklarının eğitimi bizzat ilgilendiğini, “yapmadıklarınızı niye söylüyorsunuz” ilkesinde hareketle sabah namazı dâhil çocuklarını namaza çağırdığını göreceksiniz. Kendisine gelen elçilere, suçlulardan itibarlı olanların affedilmesini isteyerek, adaletsizlik isteyenlere “Vallahi kızım Fatma da o suçu işlese, onu da cezalandırırdım” diyen peygamberi çok ama çok iyi tanımalıyız.

İşte bugün bizler bu örneklerini çoğaltabileceğimiz rahmet peygamberimizi ne kadar tanıdığımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Efendimizin hayatımızın hangi safhalarında yer aldığını dikkatle kontrol etmeliyiz. Onunla yaşamalı, onunla beraber olmalıyız, kişi sevdiğiyle beraberdir ilkesini hayatımıza hâkim kılmalıyız. Onu sevmenin Allah’ı sevmek olduğu bilincinden hareketle onu çok ama çok sevmeliyiz. Kutlu Doğum programlarının yapıldığı bugünlerde Allah Resûlünü çok iyi tanıyarak onu hayatımıza tüm bölümleriyle oturtmalıyız. O’na duyduğumuz sevgi saygı nedeniyle Rabbim hepimizi onun şefaatine nail eylesin. Onun gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir zamanda bizleri O’nunla beraber gölgelendirsin. Hayatımız onun hayatı olsun, çocuklarımız Hz. Fâtıma’lar gibi yetişsin, toplumumuz güzide insanlardan oluşsun, dilek, temenni ve dualarıyla sizleri Allah’a emanet ediyorum.

7


Deneme

efendim

8

Ezanların duyulsun yine, gök kubbeyi inleten. Tekbirler yankılansın göklerde; seni bize getiren. Mübarek gecelerimiz, dualarımız, geri gelmeyen dualardı. Sana gelenler müslüman olarak ayrıldılar yanından. Besmele ekmeğimizin bereketiydi. İki dünyada da aziz ümmet Muhammed (s.a.s.) ümmetiydi. Ey yetimlerin sahibi, yoksulların yardımcısı neredesin? Günler ne günlerdi Çağlar ne çağlardı. Canlarını bir an tereddüt etmeden uğruna verecek yardımcıların vardı. Hatice’nin goncası, Aişe’nin gülüydün. Ümmetinin göz bebeği göklerin resulüydün. Ruhunu Allah a elini ümmetine verdin. Ey Nebi sana gelmek istiyoruz. Ama ayaklarımız bulamıyor yerini söyle Efendim, bize yerini söyle ki sana ulaşabilelim. Gözleri perdeleyen toprak, yüzlere serptiğin topraktı. Yere dökülmeyecekti, ey Nebi yabanların

Tuğba DEMİRCİ

yüzünde kalmalıydı. Gözlerimde Mekke gönlümde Medine yaşıyor. Senin özlemin var içimde sana ulaşma isteğiyle yanıp tutuşan kalbim Yasinler okunurken kulakları çınlamalıydı kâfirlerin, seni kabullenemeyen akıl ve rahmet yoksunu insanların. Taif’te taşlanan nur saçan yüzüne tertemiz kalbine merhametine. Huzuruna nasıl varalım ya nebi duy sesimizi al bizi de sancağının altına kat bizi de kıyamet günündeki duana şefaatine nail et. Al bizi de yanına ey Nebi! Sen yolumun ışığı, gözlerimin nuru, kalbimin dolunayısın. Gel sevgili, yüreğim parça parça, sana uzanan ellerim çevrilmesin efendim. Sen Ahmed-i Mahmud u Muhammedsin efendim. Sen Hakk’tan bize verilen eşsiz gülsün efendim. Kalbimin derinliklerindeki narin kelebeksin efendim.


Deneme

Allah (c.c.) ve Resûlüne (s.a.s) vefâ Mustafa BULUT Vefa,”dost ikliminde yetişen güllerdendir”. Gül deyip geçmemek lazım; çünkü bir gülün ya da güllerin yetişmesi için her şeyden önce toprağa ihtiyaç vardır. Toprak başlı başına yetmez; ardından su, güneş, gübre. Sonra bağban ister, bahçıvan ister gül. Ta ki onun bakım ve görümünde boy atıp gelişsin. Toprağın bağrında tohum iken rüşeym, sonra tomurcuk, derken gül olsun. Ve hepsinden önemlisi külli iradenin izni gerekir gülün neşv ü nema bulması için. Biz beşer olarak her türlü sebebi yerine getirsek bile, eğer O izin vermiyorsa, bütün çabalar, gayretler beyhudedir. “Dost ikliminde yetişen, sevginin, mürüvvettin bağrında boy atıp gelişen” vefa denen bu gülün çok çeşitli tarifleri yapılmıştır bugüne kadar. Kimine göre o, sözünde durmak demektir. Kimine göre “sevgide sebat”. Bazısı “asaletli dostluktur” der vefaya. Bazısı da “arkanda bıraktığını yabana atmamandır” diye tarif eder. Birileri “tıpkı sadakat gibi ölçüsü tam bilinemeyen izafi bir tabirdir” der vefa için. Birileri de “yaptığı her şeyi az görmektir” sözleriyle ayrı bir boyut katar vefaya. Bunların hiçbirisinin yanlışı yok; hepsi doğru. Hatta eksiği var, fazlası yok. Çünkü herkes kendi penceresinden bakıyor ve penceresinden gördüğünü söylüyor. Bilgisini, hissini, tecrübesini, ufkunu

konuşturuyor. Kur’an der ki : “Ey iman ederler! Akitlerinizde vefalı olun” (Maide 5\1) Bunu Türkçeye tercüme edenler, meal yazanlar, tefsir edenler “yaptığınız sözleşmeleri titizlikle yerine getirin” diyorlar. Yani verdiğiniz sözde durun, sözlerinizi tutmamak suretiyle ihanet etmeyin, manası veriyorlar vefaya. İnsanlığın iftihar tablosu Efendimiz de (s.a.s) aynı şeyleri söylüyor. O, münafıkların özelliklerini anlattığı meşhur hadisinde “Söz verince sözünde vefalı olmaz, sözünde durmaz” buyuruyor. Uzatmaya gerek yok; vefa İstanbul’da bir semtin adı değil. Bu açık, seçik ve net bir şekilde anlaşıldı. Vefalı olması gereken, insan. Ama kime karşı? İşte asıl soru bu nokta. Kime karşı vefalı olacağız? Eşimize, çocuklarımıza, anne babamıza, dostlarımıza, arkadaşlarımıza, çevremize, kendimize-köpeğimize, hâsılı canlı cansız bütün varlıklara. Tamam, da burada gözüme bir eksik çarpıyor mu? Vefalı olunması gerekenler listesinde beşer ve beşeri hayata ait varlıklar ve nesneler var. Halbuki bu listenin başında Allah olmalı değil mi? Sahip olduğumuz ve sanıyorum sahip olmakla herkesin övündüğü dinimize ne diyeceksiniz? “Eğri oturup, doğru konuşalım”, bizler ya gerçekten içimizden gele gele ya da “ihanetle

9


Deneme

damgalanırız, sadakatsizlikle itham ediliriz, vefasız diye nitelendiriliriz” korku ve endişesiyle saydığımız ve saymadığımız varlıklara karşı vefalı olmaya çalışıyoruz da Allah’a ve Resul’üne vefalı olmayı aynı ölçüler içinde düşünmüyoruz. Tefekkür ve tezekkürlerimize konu etmiyoruz. Akşam yatağa girdiğimizde “ben bugün Rabb’ime karşı, O’nun emir ve yasaklarını yerine getirmek suretiyle vefalı oldum mu?” sorusunu kendimize sormuyor, muhasebe ve murakabede bulunmuyoruz. Dünyevi planda Rabb’imizin ihsan buyurduğu başarıları adeta kendimizden biliyor ve “ben yaptım, ben ettim, ben kıldım, ben olmasaydım, ben tutmasaydım, ben söylemeseydim” diyor ama beri tarafta 40-50 yıllık hayatımız içinde Rabb’imize karşı yaptığımız isyanları, işlediğimiz günahları, nankörlüklerimizi, en net ifadesiyle vefasızlıklarımızı hiç hatıra getirmiyoruz. “Allah af eder” kalkanının arkasına sığınıyoruz; sığınıyoruz ama adam gibi tövbede de bulunmuyoruz. Tabii ki o kalkanın arkasına sığınacağız; sığınacak başka kapımız yok ki ama o sığınmanın da kendine göre bir usulü, adabı olması gerekmez mi?

10

“Cihanları fethetse, hatırlamıyorum diyecek kadar yürekli olup kendini geride görme ama en küçük günahını unutmama. Bir insan 60 yıl önce işlediği günahı hatırladığında ürperti duymuyorsa, Allah’a karşı vefalı değildir. Allah unutmuyor ki sen unutsan ne yazar!” “Nefyi nefy etmek, ispattır. Kendimize varlık nispet ettiğimiz takdirde hakiki varlık karşısında sıfır olmadığımız iddiasını taşıyoruz demektir. Hâlbuki kendimizi O’na nispet etsek, o nispetimiz seviyesinde var oluruz.” Dikkatinizi çekerim nispetimiz seviyesinde var olur, hakiki varlığa ereriz. “Bakın Efendimiz için Kur’an, “kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren…” kulunu diyor, kulluk vasfıyla O’nu ön plana çıkartıyor. Çünkü “kulluk en büyük makamdır.”

Neden böyleyiz biz? Niçin vefa ekseninde beşeri münasebetleri merkeze koyarak yaptığımız mukayeseleri, Allah kul ilişkisi için yapmıyoruz? Eşin, dostun, akrabanın “vefasız” nitelendirmesinden korktuğumuz ölçüde, neden Rabb’in vefasız damgasını vurmasından endişe etmiyoruz. “çünkü biz usulü’d-din’i bilmiyoruz.” İlmihal seviyesindeki bilgilerle- ki onu da ne kadar bildiğimiz her zaman tartışmaya açıktır- bu hakikatler anlaşılabilir mi? “Kitaba sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz böyle iyiliğe çalışanların ecrini zayi etmeyiz.” (A’raf, 7\170) keşke şu ayetteki “kitaba sımsıkı sarılanlar” kaydını hakkıyla anlayıp, hakkını verebilseydik! Bitirelim; ayrılmışız biz kendi özümüzden, sözümüzden. Yitirişiz benliğimizi, kimliğimizi. Unutmuşuz bizi biz yapan değerlerimizi. Sarhoşu olmuşuz içinde yaşadığımız dünyanın. Meftunuz çevremizde bulunan her şeye. Dünya ukbâ kâr-zarar hesabı yapmıyoruz nedense bir türlü. Anlamıyoruz, anlatamıyoruz, anlaşamıyoruz ne kendimizle ne etrafımızla. “aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır” diyor ya Mevlana; ihtimal biz aynı duyguyu paylaşmıyoruz, aynı dili konuştuğumuz halde. Mevlana dedik, Mevlana ile bitirelim. Hani Mesnevi’nin ilk beytinde “ Dinle neyden kim hikâyet etmede; ayrılıklar şikâyet etmede” der ya; onu Türkçeye kazandıran 18. asır şairi Nahifi bu beyti şöyle tercüme eder: “Der kamışlıktan kopardılar beni (Beni kamışlıktan kopardılar) Nalişim zar eyledi merd ü zeni. (Feryadım kadın-erkek herkesi ağlattı.) Her kim aslından olur cüdâ (Her kim aslından ayrı ve uzak düşerse) Rüzgâr-i valsı eyler mubteda” (Hep vuslat zamanının izinde olur.) Başta nefsim olmak üzere aslından kopmuş olanlara, koptuğunu düşünenlere soruyorum; Aslımıza rücû etme zamanı gelmedi mi?


Şiir

önce Yaradan’a bir hoş sedâ Her yürek kapılır bir sevdaya. Kimi mutluluktur, Kimi çaresizlik Kimi ise karamsarlığın adı... Bilmez insanoğlu, Çoğu anlamaz Aslında gerçek sevda Yaradan’a olan bir hoş seda! Vazgeçilmez sanır kimisi onu, Ondan başkasını göremez, Ona olan sevgisine kapılır, İndikçe iner çukura Ve yavaşça kaldırır başını secdeden... Unutur Yaradan’ı Hep akıldaki o sevda Olmaz olur Yaradan’a bir hoş seda! Kimi dengede tutar terazisini Fazlasına zarar Kıvamına yarar, Bulur kendi yolunu İlerler Yaradan’a doğru Öldürmez sevdasını. Allah’ın rızasını kazanır Ve zamanın geçmesi ile Kavuşur kara sevdalısına! Önce Allah sonra O der!

11

Peygamber aşkını Allah’ın rızasını koyar ilk önce kalbine. Ölmez sevda buna denir işte Önce Allah sonra sevdâ!

Sevde AYDIN

önce yaradan’a bir hoş seda önce yar


Deneme

efendimizin Hak mesajı Kalemler Peygamber Efendimizi yazmaya başlayınca bir değil bin kere düşünmek gerek. Öyle ya, on dört asırdır dillerden düşmeyen Kur’an-ı Kerim’i bize taşıyan yüce şahıstır Peygamberimiz. Pekâlâ, Peygamberimizin yaşadığı altmış üç yıl içerisinde Mekke ve Medine halkına ve bugün bizlere Kur’an aracılığıyla getirdiği mesaj neydi? Bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Ben Kureyşi, kabul etmeleri durumunda tüm Arap halkının emirleri altına gireceği ve boyun eğeceği bir kelimeye tabi kılmak istiyorum.” Pekâlâ, neydi o bir tek kelime ki Kureyş halkına ağır geliyordu. Muhakkak o kelime “La İlahe İllallah’tır.” Peygamberimiz tevhidi gönüllere yerleştirme yolunda türlü cefalar çekti. Nitekim çektiği cefalarda başarıyla taçlandı. Mekke’nin fethi sırasında binlerce insan İslâm’a tabii olmuştu.

12

Mekke’nin fethine kadarki süreçte peygamberimizin çektiği cefa hak dava içinken kâfirler neden tek olan Allah’ı ortaksız ilah kabul etmekten beri duruyorlardı? Şüphesiz ki bunun sebebi kâfirlerin dinlerine olan sadıklığıdır. İşte bu sadıklık onları Allah’ı tek ilah kabul etmekten men edip ortak ilah haline getiriyorlardı. Onlar Allah’ı birlediklerinde yerinde göğünde tek ilahın Allah olduğunu kavradıkları için Allah’ın tek ilahlığını inkâr ediyorlardı. Öyle ki: Ebu Cehil Göklerin rabbi olarak Allah’ı görürken yerin

Abdülkadir AVCI

rabbi olarak kendisini görmekteydi. İşte bir gün gelecekti dininde sadık olan Hz. Ömer dosdoğru dinin İslam olduğunun farkına varıp İslamı yaymak için mücadele verecekti. Yani onlarda bu dinin insanı insan yerine koyan tek din olduğunu, menfaatlerden arınmış tek din olduğunu anlayacaklardı. Pekâlâ, Peygamberimiz nübüvveti süresince nasıl oldu da insanların gönlünü fethetmeyi başardı. Gelin bunun cevabının Peygamberimizin eğitim metoduna bakarak cevaplandıralım. Öncelikle şunu söylemeliyim ki; Hz. Peygamber’in küçüklüğünden beri söylemleriyle eylemlerinin tamamıyla birbiriyle tutarlı olması onun insanlar arasında ki güvenine daha bir güven katmıştır. Dolayısıyla insanlar arasında “Muhammed’ül Emin” sıfatını kazanmıştır. Gelelim Hz. Peygamber’in eğitim usulüne. Efendimizin insanlara verdiği eğitimin “şahsiyet eğitimi” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Efendimizin Erkam’ın evinde eğitmeye başladığı bu altın nesle verdiği şahsiyet eğitiminin üç mühim basamaktan oluştuğunu görürüz: 1-Sağlam Bir Akide 2-Akli Eğitim 3-Ruhi Eğitim Peygamber Efendimizin Kur’ânî olan eğitiminin potasında eriyen ilk talebeler o günün Mekke’sinde yaygın olan şirk ve cahiliye düşüncesini önce imha, sonra inşa süreci ile öğreniyor ve yollarının rehberi olan Efendimiz’den “Lâ İlâhe” derken o Lâ’nın neleri yok ettiğini, neleri imha ettiğini çok net bir biçimde öğreniyorlardı. Bu eğitim metodunun bir başka önemli yanı da tedrici bir aşamayla olmasıdır. Erkam’ın evinin talebeleri risâlet yolunda yürürken tedriciliğin önemini çok iyi kavramışlardı. Onlar bir anda değil, her gün azar azar inen Kur’an ayetlerinden bunu öğrenmişlerdi. Allah (c.c.) vahyin ilk muhatapları olan insanlardan her şeyi bir anda değil peyderpey sindire sindire istemekteydi. Böyle bir yöntem hem onların şevk ve heyecanını arttırıyor, hem de daha kolay öğrenmelerini sağlıyordu. Son Söz Diye… İşte Asr-ı Saadet neslinin ortaya çıkış süreci böyle bir eğitim metodunun ürünüydü. Allah’ta bizleri Peygamber efendimizin bıraktığı izden yürüyen ve onun ahlâkıyla ahlâklananlardan eylesin. Kaynakça: -Yıldırım, Muhammed Emin. Nebevi Eğitim Modeli Darü’l Erkam, Kalem Yayınları


Şiir

Sakarya Müftülüğü’nün düzenlediği il çapındaki Kutlu Doğum Yarısmasında 4. olarak derece alan şiir’’

gönüllerin efendisi Allah’ın kullarına nimeti, Gönüllerin Efendisi, Şüphesiz Allah’a tevekkülü, güveni... Onun kalbindeki İlâhi’nin tecellisi, Bastığı toprağa duâ etmiş, ümmetî ümmetî... Gece uykusu yok, bitmez Allah’a zikri, Hiçbir nefis olamaz ki zikrine mâni... Öğreteceği davete adamış bir ömrü sevgili, Ahiret hesabı gerçek, dünyanınki fâni... Hem yetimdi, hem öksüz “Ahiret Müjdecisi”. Dünya hali hüzün, yoktu ayrılıkların çaresi. Rahmetin son hediyesi, Kur’an tebliğcisi. “O” fâni hayatın en mükemmel incisi. Bir asır ki; kupkuru gönüllerdeki, Görmekti arzumuz “O” mübarek çehreni. Her duâ başı ümmetinin dilindeki, Gel de gör halimizi nice özledik seni... Soğuk kış geceleri ve ümmetinin üşüyen elleri, İsmiyle yakıp tutuşturan gönülleri. Caddelerde rüzgârla savrulan isimleri, Ellerinden bir sen tutardın sevgili.

13

Allah-u Zülcelâl yaratmadan hiçbir şeyi, Arş-ı Âlâ’da nurdan Ahmed’di ismi. Âdem’in zürriyetinden gelen peygamberi, Sevdik, âhir zaman ümmetiyle Ey Nebi! Sen ki; âlem yokken vardın sevgili! Namına nam katarken dünya ehli, Yer şahid, gök şahid, sabrına selâmeti, Sen olmasan yaratmazdı Ey İlahi, âlemi... Sen ki; Allah u Zülcelâl’in methettiği, Âlemlere rahmet seçip gönderdiği, İnsanlığın Muhammed-ül Emin dediği, Âdem oğlunun kıyametteki Seyyid’i... Merve S. ÖZAYDIN

gönüllerin efendisi gönüllerin efendis


Şiir

paris I geçtiğimiz eşikti yalnız sendin saçların gibiydi yaşamalar gökyüzünden inceydi gülüşün nede güzeldin seninleydi dünya ve geceydi kadınlar simsiyah ülkelerim gözlerin şimdi İstanbul’dur gittiğim kim bilir miskince bir tarafın güneşe dönüktür atların duvarların rezilce sevmelere bir perinin a(r)dından süzgün süzgün yollanmaktadır ve şimdi sadece İstanbul’dur.

14

Ceyda BADANKA

paris paris paris paris paris paris


Deneme

istiyorum Susmak ya da konuşmak, her ikisi birden geçiyor içimden… Bir şey yapmak istesem de çöl olup düşüyor ellerimden… Sükûtun çığlığına doğmuşum bir kere, anlatmaya gerek yok gerisini… Susamışlığa doğdum bir kere susuyorum sana efendim… Toprağın nazlı bulutlardaki yağmur tanelerine susadığı gibi, bahtsız bir bedevinin çöllerde susaması gibi soluk almadan istiyorum seni efendim… Gökyüzü seni hatırlatsın bana, her dudağını oynatan adını zikretsin, rüyâ âlemi sana açılsın istiyorum efendim.. Yalnız bir süvari olmak istiyorum yolunda, emeli bir tek sen olan… Hz. Ömer ‘in kararlılığıyla istiyorum. Hz. Ebubekir’in sabrıyla, Hz. Osman’ın hayâsıyla ve Hz. Ali’nin yüreğiyle istiyorum

Merve ALAN

cemâlini… Hz. Hatice gibi seviyorum seni, Hz. Aişe gibi kıskanıyorum seni. Enes gibi yolunda bir toz olmak geçiyor içimden… On dört asır sonrasından istiyorum seni nemli gözlerle… Merhametini, sıcak tebessümünü, duruşunu ve bakışını istiyorum. Bir genç yüreğin zâviyesinden bakıyorum öncelere ve tüm genç ümitler için sesleniyorum sana Ya Habib; Bir kere gel ne olursun… Bin kere sev ne olursun!

15


Deneme

cân’ımdan

16

Büşra ARSLANOĞLU Nasıl sevmem ki seni! Asırlarca süren tatlı bir rüyâydın içimde, nasıl uyandırırdım kendimi? Dolunay vururken gecenin en ilerleyen saatlerinde duvarıma, seni aradım gökyüzünün en derin yerlerinde. Seni bekledim yokluğun azap dolu günlerinde. Yıldızlar tutardı senin için açılan ellerimi. Söylemesi imkânsız bir şeyler içindin. Ölüm kadar özel, ölüm gibi güzeldin. Nasıl beklemem ki seni! Yıllarca beklemişim. Hasretim cemaline, vurgunum gül tenine. Issız mutluluklara muhtacım. Duymaz içimde kopan nağmeleri, işitmez sensizken çıkan çığlıklarımı bedenim. Sensiz saadet oyununa geç kalan göçmen kuşların sesine yaslandım. Gece şarkılarında gönlüm kördüğümlerde tutsak oldu. Issız saatlerde çıkan milyonlarca “aah”ım... Gözlerim iki çeşmeydi ve vedasız yolculuklarından geri dönmeyeceksin sandım. Sandım da yandı gönlüm. Nasıl bir gülüşünü umut etmem! Sustukça hoş geçimlim, dile geldikçe parlayan alevim. Gözyaşımın

anlamı, acımın tek sahibi. Sen de acı ki şu gönlüme; sevgini esirgeme benden. Bir tebessümü çok görme bana. Gözlerini silme, çekme gönlümden. Her an seninle olan kalbimi bırakma sensiz. Sen bir acıydın kâh hüzünle, kâh mutlulukla hatırladığım. Sevgili! Üzüm henüz yoktu ki sendin beni sarhoş eden, sensin beni candan geçiren. Bir bakışın, bir gülüşündü beni benden alan.”Açıkken gözbebeğime yerleşen de, gözümü yumduğumda gönlüme sızan da sensin.” Unutturan da sensin acıyı, hatırlatan da sensin sevinci. Asırlarca süren bir umuttu bana tebessümün.”Tebessümünü ver bana gül’üm, boyanı ver bana! Mahmurluğuma sabuh, damağıma lezzet ol. Seninle kendimi bulayım, ya da kendimden geçeyim yeniden. Ya renginle boyanayım, ya rengin girsin yeniden rüyâma. Ve ben bir daha mahşerde uyanayım.”


Araştırma

İstanbul’un fethinden günümüze yansıyan mesajlar İsmail KARABACAK Şanlı Türk tarihinin emsalsiz sayfalarından birini teşkil eden İstanbul’un fethinden, günümüz insanının çıkarabileceği pek fazla ders bulunmaktadır. Mü’min olarak bizler her zaman imânımızı, itikâdımızı ve İslâmî hüviyetimizi pek titiz bir şekilde korumak mecburiyetinde olduğumuzu ve yeri geldikçe savunmamızı fiili olarak yapmamız gerektiğini bilmek durumundayız. Yoksa sadece kuru bir ifâdeyle, “Allah’ımı, peygamberimi, dinimi, Kur’ân’ımı seviyorum” demek, insanın davâsında samimi olduğunu ispâta kâfi değildir. Mâziye dönüp şanlı tarihimize baktığımızda cihâd ibâdetine son derece önem veren ecdâdımızın, düşmanlara karşı akla hayâle gelmeyecek şekilde ince teknik buluşlarla onları hayrete düşürüp gâlip gelerek zaferler elde etmeleri, aslâ basit bir şekilde izâh edilemez. Bunlardan birisi de; konumuzla ilgili olarak, İstanbul’un fethi esnasında dahî hükümdar

Sultan ikinci Mehmet Han’ın karadan gemileri yürütmeyi tasarlayıp bu görüşünü fiilî olarak başarabilmesidir. Bunun gibi daha nice nice orijinal fikirler, ince plânlar, savaşlarda İslâm ordularının imanlı kumandanlarının kalplerine Yüce Rabbimizin ilkâ ettiği pek önemli ilhamlar mevcuttur. İşte, Allah “Yürü kulum!” deyince her şeyin tahakkuk etmesinin bir an mes’elesi olduğunu ve Yüce Rabbimizin yardım ve ihsânının âniden teceli edeceğini yakînen idrâk etme sevinciyle mutlu olacağımızı intizâr etmeliyiz. Mühim olan: Cenab-ı Hakkın bizlere “Haydi yürüyün kullarım!” demesine lâyık ve hak kazanmış olmaktır. Şimdi bizim burada izahını yapmak istediğimiz husus; meşhûr “Feth-i Mübîn” ile alâkalı ilâhi tecellîler, Rabbâbî ilhamlar, Allah tarafından Sultan Fatih Hazretlerinin kalbine savaş tekniğiyle ilgili orijinal buluşların doğması ve bu manevî desteğe lâyık olmanın sırlarını kavrayabilmektir. İşte Cenab-ı Hakk’ın izniyle Sultan ikinci Mehmet Han, çağ kapatıp yeni bir çağ açmanın bütün zorluklarına

17


Araştırma

18

rağmen ilâhî yardımlar sâyesinde dâhiyâne bir zekâ ile bu işi başarmış ve yüce Peygamberimiz(s.a.s.)’in “Konstantiniyye (İstanbul) mutlaka fetholunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askerleri ne güzel askerdir.” Hadis-i şeriflerindeki müjdeye mazhar olmuştur. Hatta bu hadis-i şerif asırlardan beri bütün İslâmi hükümdar ve kumandanların Konstantiniyye şehrini fethetmek arzu ve gayelerini harekete geçiriyordu. İslam orduları “Feth-i Mübin”i gerçekleştirmek için pek çok teşebbüste bulundular. Abbasiler ve Osmanlılar devrinde en büyük ideal haline gelen İstanbul’un fethine ilk teşebbüs Üçüncü Halife Hazreti Osman (r.a.) devrinde (miladi 665) tarihinde yapılmıştır. Daha sonraları birçok dönemlerde fetih girişimleri İslâm orduları ve komutanları tarafından heyecanla başlatılmasına rağmen bir türlü gerçek fetih müyesser olmamıştı. Demek ki Takdir-i ilahi ne zaman gerçekleşecek ise o anın gelip çatmış olması gerekiyordu. İşte kader Sultan ikinci Mehmet Han’ın yüzüne gülmüş ve Feth-i Mübin O’na ve O’nun ordusuna müyesser olmuştur. Hülasa İstanbul’un fethi için tarih boyunca Müslümanların giriştikleri muhasaranın on ikincisi ve Osmanlıların yedinci son muhasarası (Hicri 857 – Miladı 1453 ) senesinde Sultan ikinci Mehmet tarafından gerçekleştirilmiştir. Elli üç gün süren bu çetin muhasara 6 Nisan Cuma günü Cuma namazından sonra başlamış ve 29 Mayıs Salı günü sabahı sona ermiş olup böylece bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılmıştır. Feth-i Mübini gerçekleştiren Osmanlı ordusunun

maddi ve mânevi özelliklerini şöyle sıralayabiliriz; Osmanlı ordusu, bütün sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra 1453 yılı Şubat ayında ağır topçu grubu Edirne’den yola çıkarıldı. Toplar, Rumeli Beylerbeyi Karaca Bey’in kumandasında on bin kişilik süvariyle iki ayda İstanbul önlerine getirildi. Anadolu ve Rumeli’deki bütün silahlı kuvvetler, Türk İslâm âleminin her tarafından gelen şeyh, tarikat pirleri ve dervişleri ile Aydınoğlu, Karamanoğlu gönüllü kuvvetleri ve Osmanlı hoş görüsüne hayran Sırp, Macar, Ulah, Alman, Latin, Rum askerlerinden meydana gelen Osmanlı ordusunun mevcudu 125.000 civarındaydı. Devrin en modern silahlı kuvvetlerine sahip Osmanlı Sultanı İkinci Mehmet Han, yanında Akşemseddin, Akbıyık, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi büyük âlimler olduğu halde 24 Mart Cuma günü Edirne’den hareket etti. Osmanlı kolbaşısı 1 Nisan’da Çekmece’ye, 5 Nisan’da İstanbul önüne ulaşıp, Bayrampaşa Deresi kenarında Maltepe sırtlarına Otağ-ı Hümayun kuruldu. 6 Nisan Cuma günü bütün ordusuyla İstanbul surları önünde Cuma namazını kılan Sultan Mehmet Han, kuşatma hattını kurdu. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar uzanan merkez kuvvetlerinin başında II. Mehmet Han ve Sadrazam Halil Paşa vardı. Karaca, İshak, Mahmud ve Bursa’lı Ahmet Paşalar, surları çepeçevre sarmakla vazifelendirildi. Donanmanın başında Kaptân-ı Deryâ Baltaoğlu Süleyman Paşa bulunuyordu. Vezir Mahmud Paşa sünnet-i seniyyeye uygun olarak şehrin kan dökülmeden teslimi için Bizans İmparatoru on birinci


Araştırma

Konstantinos Drageses’e elçi gönderildi. İstanbul’un derhal teslimi halinde kan dökülmeyeceği, ahalinin canına, malına hürmet edileceği bildirildi. Bizans İmparatorunun Osmanlı teklifini reddi üzerine 6 Nisan Cuma günü harekât başladı. İstanbul’un fethinde Fatih Sultan Mehmed’in dâhiyâne buluşları mevcuttur: Meselâ; zamanın yaygın tekniğinden çok ilerde sayılabilecek, seyyar top dökümhanesini de Sultan Mehmet Han, ordugâhın hemen yanına kurdurmuştu. Kuşatmanın onuncu gününde, büyük topların güllelerinin açtığı deliklerin Bizans müdafilerince süratle tamir edilmesi üzerine, padişah, bu topların daha sık atışını emretti. Fakat soğumadan ikinci atış sırasında birinin namlusu parçalandı. Buna çok üzülen Sultan Fatih sabaha kadar bu işe bir çare düşündü. Sabahleyin topların atıştan sonra zeytinyağı ile yağlanması, böylece soğutulup daha sık şekilde atışını emretti. Makinelerin yağla soğutulması Fatih Sultan Mehmet’in keşfidir. 29 Mayıs sabahı Sultan Mehmet Han, sabah namazından sonra güneş yükselince iki rekât namaz kılarak kılıcını kuşanıp, atına bindi ve gece yarısından beri surları döven Osmanlı topçusunun, hedefi iyice yumuşattığına kanaat getirerek umumi hücum emrini verdi. Osmanlı askeri, arkadaşlarının yaralanmasına ve şehid olmasına aldırmadan Allah Allah nidâlarıyla hücuma geçti. Ellerine geçirdikleri her türlü vasıtalarla surlara tırmanmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defa surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ise de şehid edildi. Osmanlı kuvvetleri muhtelif bölgelerden dalga dalga İstanbul’a girmeye başlamıştı. Bizans halkı panik içerisinde sağa sola kaçışıyor, bilhassa Ayasofya’ya sığınmaya çalışıyordu. Türk kuvvetleri Aksaray bölgesinde birleşti ve Ayasofya’ya doğru ilerledi. Kiliseye sığınmış olan ahaliye kapıları açtılar, Fakat güçsüz ve acınacak durumdaki bu insan yığınına kılıç çekmediler, onlara dokunmadılar.

29 Mayıs Salı günü öğleye doğru kır atının üstünde, yanında hocaları olduğu halde muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a giren genç hükümdar, doğruca Ayasofya’ya gitti. Fatih adıyla anılmaya hak kazanan 21 yasındaki Sultan Mehmet Han’ın, Bizanslıların alkış ve tezahüratı, Türk askerinin dört bir taraftan yükselen ezan ve tekbir sesleri arasında ulaştığı Ayasofya, ağzına kadar kadın-erkek Rumlarla doluydu. Bizanslıların hüngür hüngür ağlamalarından hâsıl olan gürültüyü susturarak sükûtu sağlayan Fatih Sultan Mehmet Han, Ayasofya’da şükür namazı kıldı. Yerlere kapanan ahali, rahip ve eski Ortodoks patriğine karşı “Kalkınız! Ben Sultan Mehmet, sana ve bütün ahaliye söylüyorum ki, bu günden itibaren ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” hitabında bulundu. Cenevizliler dâhil bütün sanat ve ticaret erbâbıyla ahalinin din, mezhep hürriyeti temin edilip, sulh, sükûn sağlandı. Fatih, Ayasofya’nın içini gezerek bu mâbedin Cuma gününe kadar cami haline getirilmesini emretti. Emeviler devrinde yapılan ikinci İstanbul kuşatmasında vefat edip, surlar önünde defnedilen Eshab-ı Kiram’dan Hz. Ebu Eyyüb-i Ensari’nin kabri, Fatih in hocalarından Akşemseddin Efendi tarafından keşfedilip, daha sonra buraya türbe ve cami yapıldı. Nihayet Cuma günü maiyeti ile Ayasofya’ya gelen Fatih, İstanbul’da ilk Cuma namazını burada kıldı. 655’ten beri 1453 tarihine kadar devam eden bir idealin (Feth-i Mübin) gerçekleştirildiği, Fetihnamelerle bütün İslâm âlemine müjdelenip dünyaya ilan edildi. İstanbul fethedilmekle, Osmanlı Devleti toprakları arasında sıkışıp kalan, mevcudiyeti ve siyaseti ile daima bir tehlike teşkil eden, 1123 yılı İstanbul’da geçen, 1480 yıllık Doğu Roma İmparatorluğuna son verildi. Osmanlı Devletinde yükselme devri başlayıp, Cihanşümul hâkimiyet fikri gelişti. İnsanlığı iman birliği içinde bir tek devlet ve hükümdar hâkimiyetinde toplamak için teşebbüse geçildi. Neticede şu görüşe sahip olmak gerekir ki: İman, samimiyet ve ihlâsla girişilen her mesele, ne kadar zor ve çetin olsa da azim ve kararlılık sayesinde başarıyla sonuçlanacaktır. Tevfik ve inayet Kadir-i Mutlak olan Allah’tandır. DİPNOT: Bu tarihi seyir içerisinde anlatılan kısımlar Türkiye Gazetesi Rehber Ansiklopedisi’nden alınmıştır.

19


Deneme

kişi sevdiği ile beraberdir Selami GÜRSOY

20

Rabbimizi sevmenin yolu, Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e itaatten geçer. Al-i İmran Sûresi 31. ayette Yüce Mevla’mız şöyle buyuruyor. -(Resûlüm) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. Peygambere olan itaat Allah’a olan itaat sayılmıştır. Resûlün yasakladığı bir şeyi ümmeti vazgeçip yapmamaktır. Sevgili Peygamberimiz bir erkek sahibinin parmağında altın yüzük gördü. O sahabeye: -Parmağında Cehennem halkalarından bir halka görüyorum. O, benim ümmetimin erkeklerine haramdır, dedi. Sahabe parmağındaki yüzüğü çıkararak fırlatıp attı. Bunu gören bir başka sahabe, arkadaşına dedi ki: -Keşke satıp parasını kullansaydın. Altın yüzüğün sahibi olan bu kişi, arkadaşına şunu söyledi: -Resûlullah’ın çıkar, dediği bir şeyi tekrar alıp da satmam. Şu itaate bakınız. Resûlullah’ı sevmenin işaretlerinden birisi de onun sünnetlerini yaşamaya gayret göstermektir. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: -Ahir zamanda benim bir sünnetimi yapana Yüce Allah yüz şehit sevabı verecektir. -Fitne çağında O’nun sünnetini yaşamaya ve yaşatmaya çalışanlara ne mutlu! Hz.Ebubekir (r.a) anlatıyor: -Orduyla bir gazaya gitmiştik. Bir türlü kaleyi teslim alamıyorduk. Askerleri topladım. Dedim ki: -Arkadaşlar! Bu kaleyi alamayışımızın bir sebebi olmalı. Acaba bir hatamız mı var? Bütün ordu düşündü. Hatamızı bulmuştuk. Meğer akşam namazından önce abdest alırken Resûlullah’ın sünnetini yapmayı, ağzımızı misvaklamayı unutmuşuz. Hemen bu sünneti yerine getirdik. Tekrar hücuma geçtik ve kaleyi fethettik. Sahabedenin sünneti uygulamadaki şu titizliğe bakınız. Sünnet uygulanıyor, arkasında zafere ulaşılıyor. Bu, bir inanç işidir. Ameller niyetlere göre değer kazanır. Hz. Peygamber’e göstereceğimiz sevginin bir belirtisi de, onun ismi anıldığında ona salâvat getirmektir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Ahzab Sûresi 56. ayette şöyle buyurdu: -Muhakkak Allah, melekleriyle peygamber üzerine salat etmektedir. Ey İman edenler! Nebîme siz de salât edin ve gönülden teslim olun. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu:

-Bir gün bana dört büyük melek geldi. Cebrail (a.s.) dedi ki: -Ya Muhammed! Kim sana günde on salâvat getirirse, yarın kıyamet gününde ben onun elinden tutar, sırat köprüsünü kuşlar gibi geçiririm. Mikail (a.s) dedi ki: -Ya Muhammed! Kim, sana günde on salâvat getirirse senin havz-ı kevserinden o kimseye kana kana içiririm. İsrafil (a.s) dedi ki: -Ya Muhammed! Kim, sana günde on salâvat getirirse, o kimsenin affedilmesi için başımı secdeye koyar, Allah onu af etmedikçe başımı secdeden kaldırmam. Azrail (a.s) dedi ki: -Ya Muhammed! Kim, sana günde on salâvat getirirse, onun ruhunu Peygamberin ruhu gibi hiç acıtmadan alırım. Hz.Peygamber’i sevmek, onun hayatını okumak, anlamak, öğrenmekle olur. Kişi, sevdiği insanın tüm özellikleri bilmek ister. Eğer çocuklarımız, bir futbolcunun, bir sanatçının hayatını bildiği kadar Peygamberinin hayatını bilmiyor, onu tanımıyorsa, Peygambere olan sevgimizde samimi olmadığımız ortaya çıkar. Hz. Peygambere olan bir sevgi örneği sunmak istiyorum. -Sahabeden Sevban hazretleri, bir gün yüzü sapsarı ve moralsiz bir şekilde Peygamber efendimizin huzuruna gelir. Sevgili Peygamberimiz, Sevban’a: -Ne o, hasta mısın? Yüzünün solgun olduğunu gördüm, der. Sevban (r.a): -Hayır, hasta değilim, fakat beni endişelendiren bir durum var, der. Hz.Peygamber, Sevban’a endişesinin ne olduğunu sorunca Sevban şu cevabı verir: -Ya Resûlullah! Siz, bir yere kısa bir zaman için gittiğinizde, ben sizi göremediğim zaman rahatsız oluyorum. Siz, Ahirete göç ederseniz cennette makamınız yüksek olacak. Dereceniz farklı. Ama biz cennete girsek bile sizi göremeyeceğiz. Bizim halimiz ne olacak? Hep bunu düşünüyorum. Yüce Allah hemen vahiy gönderdi. Nisa Sûresi 69. ayette şöyle buyurdu: -Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar, ne güzel arkadaştır. Bu konuyu Resûlüllah’ın bir hadisi şerifiyle bitirelim; Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: -Kim beni severse Cennette benimle beraberdir.


Deneme Deneme

okumuyorum, okumuyorsun... okuyorlar!... Ali ÇİNİCİ Ülkemiz son yıllarda bilim ve teknoloji alanında çok büyük gelişmelere sahne oldu. Özellikle eğitim-öğretim alanında çok sevindirici durumlarla karşılaştık. Okullarımızın bilgisayar donanımlı bilişim sınıflarıyla döşenmesine nasıl sevinmez insan. Öğretmenlerimizin, öğrencilerimizin bilgisayarlı eğitim teknolojisiyle tanışıp kaynaşmış olması; yeni laboratuarlar, yeni kütüphaneler yapılması… Ne kadar güzel ve olumlu gelişmeler bunlar. Ancak bir eksiğimiz var ki biz hâlâ bu konuda ideali yakalamak bir yana, o düzeye yaklaşmış bile değiliz. Evet, “kitap okuma” düzeyimizden bahsediyorum. Maalesef “kitap okuyan” bir toplum değiliz. Bu bizim her alanda kat ettiğimiz gelişmelere rağmen, kangren haline gelen bir yaramız. Biz neden okuyan bir toplum değiliz? Ben bu sorunun cevabını önce kendimde,

nefsimde aradım. Ben neden iyi bir okuyucu değilim? Neden tutkulu bir kitap okuma alışkanlığıyla dolu değilim? Okuma alışkanlığı… “kitap okuma” bir alışkanlık mı acaba? Yoksa “kitap okuma” eğitim kurumlarından, eğitimcilerden, yazarlardan öğrenilebilecek bir bilgi mi? Eğer “kitap okuma” bir alışkanlıksa; benim bunu edinmem, sahiplenmem ve kalıcı bir şekilde üzerimde taşımam zor bir mesele. Şöyle bir mâziye döndüm. Alışkanlıklarımız çocukluk ve gençlik dönemlerimizde genelde karakterimize yerleşir, diyerekten ilkokul dönemlerimden başladım. Çevreme, çevremdekilere baktım; hafızamı zorladım. Köyümüzde kitap okuyan, kitap okurken koyun güden, tarlasını süren, bahçesini çapalayan, ekinlerini biçen bir emsal dahi hatırlayamadım. Hiç okul yüzü görmeyen ama çocuklarını okutmak için can atan rahmetli babamı, amcalarımı, dayılarımı ve diğer akrabalarımı,

21


Deneme

22

komşularımızı düşündüm. Evet hepsini düşündüm. Bunlardan biri kitap okuyordu da ben mi onu dikkate almadım. Sonra el işi, dikiş-nakış, mutfak… Bunlarla uğraşan rahmetli canım annemi, teyzemi, ablalarımı, yengelerimi bir bir düşündüm. Acaba bunlarla uğraşırken, bir ara göz atarım diye bu en yakınımdaki hanımlardan birini de bir kitapla birlikte hatırlayabilir miydim? Aslına bakarsanız benim zavallı anneme günün 24 saati nasıl yetiyordu hâlâ şaşarım. Sabah ezanları okunurken ben onu tarlaya yetiştirilecek ekmekleri tandıra vururken görürdüm. Sonrası hep Anadolu kadınının çektiği ıstırap; çalışmak, çalışmak… Kütüphane desen… Hak getire! Yedi-sekiz köyün ortasında okulu olan tek şanslı köy; bizim köy. Eee… Peki ben nasıl edinebilirdim ki bu alışkanlığı? İyi ama ben köyden şehre gidip eğitim almış biriydim. Acaba ”kitap okuma” okullardan, eğitimcilerden alınacak bir bilgi miydi? Lise ve üniversite yıllarıma döndüm bu sorunun cevabını bulmak için. Evet, hatırlıyorum biz o yıllarda çok iyi birer gazete ve dergi okuyucusuyduk. Ya kitap? Kitabı ihtiyaç duyarsak okurduk. 1970-80’li yıllarda çıkan ve dikkatle takip ettiğimiz bir aylık ”Millî Kültür” dergisi vardı; onun bir sayısında okumuştum. Fransa’da “L’Art de Lire” adı altında pek çok eser yayınlanmış. Yani “Okuma Sanatı”… Evet orta çağın karanlığından çıkan Avrupalı “kitap okuma”yı bir ciddi iş, bir sanat olarak görüyor; bir eğlence bir meşgale olarak ele almıyordu. Onun nasıl daha iyi yapılması gerektiği üzerine kafa yoruyor, “Okuma Sanatı” diye kitaplar neşrediyordu. Okumanın yöntemini, devamlılığını, verimliliğini öğretiyordu toplumuna. Aslına bakarsanız bizim eğitim aldığımız yıllarda da adına “Okuma Kitabı” denilen kitaplar vardı. Biz bu kitapları okumadık mı? Okuduk okumasına da… Eee ne öyleyse bu günkü hâlimiz; hele şu istatistiklere bir bakın: Japonya’da toplumun %14’ü; ABD’de %12, İsviçre’de %13, Türkiye’de maalesef %0,01 (On binde bir)’i kitap okuyor sadece. Şu acı tabloya bir bakar mısınız? Japonya’da bir yılda kişi başına basılan kitap sayısı 25, Fransa’da 7… Bizde mi? Keşke kişi başına bir yılda bir kitap diyebilseydik. Nerdee!... Bizde bir yılda 12.000 kişiye 1 kitap basılıyor. Evet işte acı gerçek bu. Arz talep meselesi tabi bu, basıp çöpe atmıyor ya; okuyorlar… Okudukları için de ilimde, teknolojide, sanayide, ticarette hep öndeler. Ülkemizde bile patenti onlara ait ürettiğimiz her arabada onlara gelir sağlıyoruz. Okudukları için de biz ülkemizde 7.4’lük bir depremde bina yıkılmasından dolayı 15.000 can kaybına uğrarken; onlar 9.1’lik bir depremde bile bina yıkılması nedeniyle neredeyse

hiç can kaybına uğramıyorlar. Geçmişle övünmek yetmiyor; aynı zamanda geçmişimizi örnek almalıyız. İbn-i Sina kendi yazdığı kitabında: “… geceleri hep okumak ve yazmakla meşgul olurdum. Uykumu bastıracak bir şey içip zihnimi toplar, tekrar çalışmaya koyulurdum.” diyor. Fatih Sultan Mehmet Han’ın, çocukluktan başlayan okuma tutkusu olmasaydı Arapça’yı, Farsça’yı, Latince’yi, Yunanca’yı, Slavca’yı, İbranice’yi daha 20 yaşında tahta çıkmadan nasıl öğrenebilirdi? Eline aldığı kitabı bitirmeden sabaha kadar uyku uyumayan Fatih, biz torunlarının şu acıklı durumunu görse ne derdi? Mehmet Akif’in ezberinde doğulu ve batılı şairlerden binlerce -bazı kaynaklara göre on bini bulan- beyitler vardı. Okumadan, kendini ilme vermeden olacak iş mi bu?

Evet biz de okuduksa bu fark niye? Acizâne benim düşüncem: Bizim eğitimimiz sözde kalmıştı. Şimdi burada çocukluğumda, gençliğimde gittiğim okullarda bize “Evladım! Kitap okuyun, kitap okumak çok faydalıdır.” diyen öğretmenlerime, hocalarıma haksızlık yapmak istemem. Sağ olsunlar demişlerdir çok defa; ancak mesele orada bitmiyor. Bugün bizler de aynı yanlışı yaparak devam ediyoruz. Mesele demek, nasihat etmek değil; mesele örnek olmak. Baba günde iki paket sigara tüketiyor; oğlu sigara içtiğinde rahatsız oluyor ve oğlunu karşısına çekip nasihat ediyor ona: ”Sakın oğlum, hiçbir faydası yoktur bunun; hem keseye hem sağlığa zararlıdır. ”Tabi çocuk: ”İyi öyleyse bıraksana sen de…” diyemediğinden, uyuyor arkadaşlarına, o da tüttürüyor dumanı. Bence mesele burada; anne- baba kitap oku demek yerine, günün belirli saatlerinde kitap okuyarak örnek olmalı çocuklarına. Çocuk ailesiyle


Deneme

lokantaya gider, pikniğe gider, sinemaya gider. Acaba kaç çocuk ailesiyle kitap okuması için kütüphaneye gitmiştir? Nasihat deyince biz öğretmenler annebabalardan geri kalmayız. Eğer bu gün biz öğretmenler, nasihat ederek bu bilgisayar kurdu, bu teknoloji delisi gençliği ”kitap okuyan” bir nesil haline getireceğimizi zannediyorsak, yanılıyoruz, hem de çok. Evet, dün de bugün de en iyi yöntem örnek olmak okumanın faydalı bir iş olduğunu günlük hayatımızda okuma çeşitlerini sunarak göstermek. Sınıfta, bahçede, öğretmenler odasında, kütüphanelerde, evde… Öğretmenliğimin önceki yıllarıyla kıyasladığımda bugüne bakarak iyimser olduğumu söyleyeyim. Şükürler olsun artık. Batı illerindeki kadar olmasa da daha ciddi anlamda okuyan bir öğretmen kitlesi var. Yeterli mi hayır, ama ümit verici, güven verici bir durum. Buradan hem öğretmen arkadaşlarımla, hem de öğrencilerimle çok düşündürücü örnek bir durumu paylaşmak isterim. ABD’de bir lisede iki ayrı sınıf üzerinde bir tecrübe yapılıyor: Bu iki sınıfa devam eden öğrencilerin yaşları, muhitleri, zekâ düzeyleri mümkün olduğunca denk tutuluyor. Bu iki sınıfın birine okulun normal müfredatı uygulanıp geleneksel dersler okutuluyor. Öteki sınıfa ilave olarak kelime dağarcığını zenginleştiren bir okuma dersi veriliyor. Sonuçta görülüyor ki kursu alan sınıf yalnızca dil derslerinde değil, matematikte, fen derslerinde bile diğer sınıfın çok üstünde notlar alıp, başarılı oluyor. Ben bunu yıllardır kendi öğrencilerimde de görüyorum. Kitap okuyan, istikrarlı bir şekilde kitap okumayı sürdüren öğrencilerim, hem sınavlarda hem de gündelik hayatta kendini ifade etmede çok daha başarılı olmuşlardır. O halde çözüm samimi, tutarlı ve istikrarlı bir biçimde örnek teşkil ederek ”kitap okuma”yı yaşamakta. Söz buraya gelmişken 2007-2008’li yıllarda ilimizde görev yaparken okullarda günün bir saatini okumaya ayıran, dönemin Sakarya Valisi Sayın Nuri Okutan’ı şükranla anmadan geçmemeliyim. Ne güzel bir başlangıçtı o, ne güzel bir girişimdi. Başta biz öğretmenler olmak üzere toplumun farklı kesimlerinden tepkilerle de karşılaştı Vali Bey. Aldırmadı Sayın Valimiz o tepkilere, sürdürdü bu güzel etkinliği. Takip ettim; hem ilimizden sonra gittiği Trabzon’da hem de hâlen görev yaptığı Urfa’da aynı etkinliği başarıyla uygulamaya devam ediyor. Ülkemizin geleceğini aydınlık yarınlara ulaştırmak için gayret gösterenlere minnettarız. Şöyle düşünüyorum da bir tek örnek bile bizim

kitap okuyan toplum olmamız için yeter de artar bile: Yüce Allah (c.c.) son Hâk dini, seçtiği Nebi’sine

vahyediyor: ”Oku” diyor, ”Ben okuma bilmem” diyen Nebi’ye tekrar, ”Yaratan Rabbinin adıyla oku! O ki insanı yapışkan bir hücreden yarattı. Oku ki, O Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı ve insana bilmediği şeyleri öğretendir O.” diye vahyini sürdürüyor. Yüce Yaradan, neden bir başka kelimeyle başlamıyor, vahye de, ”Oku” diye başlıyor? Biz İslâm toplumu olarak hâlâ bunu anlayamadıysak gafletteyiz demektir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de ömrü boyunca çevresindeki inanmışlara okumayı tavsiye etmiş. O’nun bir tek “İlim Çin’de dahi olsa alınız.” Hadis-i şerifi bile bize büyük bir işarettir. Günümüzden yüzyıllarca önce 11. yy. da Yusuf Has Hâcib, Kutagdu Bilig’de bize şöyle sesleniyor: “Bilgisiz insan şüphesiz kördür, ey bilgisiz insan, yürü bilgiden nasibini al.” “İnsan akıl ve bilgiyle yükselir.” Kutagdu Bilig’in sahifeleri benzeri veciz sözlerle dolu. Evet biz de hayatımızı bakar kör olarak geçirmek istemiyorsak bilgiden nasibimiz almalıyız. Bilgiden nasibimizi almanın yegâne yolu da “kitap okumak” kendimizi ve geleceği aydınlatmak. Kararlı, azimli, sabırlı, tutarlı bir biçimde kitap okumalıyız; kitap okuyan nesilleri görmek istiyorsak onlara örnek teşkil edecek bir istikrarlılıkla bu yolda devam etmeliyiz.

23


Röportaj

İlber Ortaylı ile saray buluşması İnsanlar her zorluğa tahammül edebilir ama adaletsizliğe asla...

24

“Zaman çok kısıtlı, Mezunlar Günü’ne yetiştirmemiz lazım. Tabi özel bir sayı olması lâım aynı zamanda. Benim son sayım, bir kısmınızın son sayısı bu, başladığımız işi zirvede bitirelim.” demişti Necati Hoca, ikinci dönemin ilk yazı kurulu toplantısında. Birkaç gün sonra da “İlber Ortaylı ile röportaj yapsak nasıl olur?” demişti. Biz “Vaay, çok iyi olur, nasıl ulaşabiliriz?” derken. “Bakalım, ulaşabiliriz sanırım.” Cevabını vermişti. Birkaç gün sonra bir haber gelmişti; İlber Ortaylı’nın normalde öğrencileri kabul etmediği ama bizim imam-hatip liseli olmamız nedeniyle kabul edileceğine dair. Haberin teyit edilmesi de perşembe günü, müdürümüzün odasında durum değerlendirmesi yaparken, Kadir Hoca’nın bize verilen numarayı arayıp İlber Ortaylı’yla görüşmesi sonrasında oldu. Cumartesi günü İstanbul yolcusuyduk. Yolculuk okulun bahçesinden, Erol Hoca’nın arabasıyla başlıyor. Ortaylı’ya çikolata kaplı, cevizli bir tür kabak tatlısı olan Kabakzâde almak için indiğimizde direksiyona bir başka

tanıdık isim geçiyor; Cemal Temizce. Kampüse çıkıp bizi bir hayli beklemiş olan Şeydanur’u aldığımızda ekip tamamlanıyor. Biz sorular üzerinde çalışıp ifadelere son şeklini vermeye çalışırken, İstanbul’a varıyoruz. Bir kahve molası verdiğimiz İstanbul girişinde Necati Hoca, Ortaylı’yla görüşüp bizi öğleden sonra saat üçte kabul edeceği haberini alıyor. Epey keyif veren bu haberi “Siz Topkapı Sarayı’na gelin orada sizi karşılayacaklar, dedi. Saraylarda karşılanacağız yok böyle bir şey.” diye aktarıyor bize neşeyle. Erol Hoca’nın arabasını Harem’de bırakıp vapurla karşıya geçiyoruz. Daha vapurdayken İstanbul’a borç ödemekten bahsediyor hocalar. Ne olduğu inince anlaşılıyor; balık-ekmek. Sonrasında yanımızdan tramvaylar geçerken tırmandıkça tırmanıyoruz Topkapı’ya doğru. Yüksek duvarlardan içeri girip randevumuz olduğunu söylüyoruz. Söylediklerimiz bir telefon görüşmesiyle doğrulanınca sorunsuz içeri girip müdüriyette İlber Ortaylı’nın sekreteri


Röportaj

Filiz Hanım tarafından karşılanıyoruz. Bizi aldıkları birbirinden güzel antika dolaplarla dolu odada Ortaylı’yı beklemeye başlıyoruz. O vitrinli, şahane dolapları doya doya incelememiz için Ortaylı bizi uzun müddet bekletse de şikâyetimiz olmazdı ama kısa bir süre sonra kolunda dosyalar, Ortaylı içeri giriyor. Ortaylı’nın kendine has misafirperverliğinden nasibimizi alıp, vakti kısıtlı olduğu için hemen sorulara geçiyoruz. Tanzimat Dönemi aydınları hakkındaki sorumuza Ortaylı; “Tanzimat Devri aydınları

bir şey. Bize bağlı olan, henüz bizim idaremizde olan milletler için de bir kazanç. Meselâ doğu, Arap dünyası bizim sayemizde kolonyal bir idareye girmekten kurtuldu. Farkında olsalar bu onlar için çok büyük bir kazanç. İran gibi ülkelerdeki reformlar için örnek olduk. Yeni bir nesil yetişti, meselâ şark edebiyatıyla daha çok uğraşıldı. Garb medeniyetini de kısmen kavradık, bunlar hep faydalı şeyler. Yani Tanzimat Dönemi öyle sırf taklit değil. Bunlar kaçınılmaz olarak olan şeyler. Meselâ askerin kıyafetini değiştireceksin, çünkü başka çaresi yok, muharebe nizamı bunu gerektiriyor. O

“Tanzimat Devri aydınları büyük adamlar, bunlar bir imparatorluğu modernleştirdiler. Zamanın ihtiyaçlarına göre ellerinden geldiğince yeniden tanzim ettiler ve Türkiye böylelikle ayakta kalabildi. değişince sivil de ona uyuyor. Ve aslında bizim şark edebiyatı İslâm tetkikleri de bu sayede gelişmiştir. Unutmayın Ahmet Cevdet Paşa gibi bir adam yok eski devirlerde. Bu Tanzimatın çıkardığı bir isimdir.” diyerek cevap veriyor.

büyük adamlar, bunlar bir imparatorluğu modernleştirdiler. Zamanın ihtiyaçlarına göre ellerinden geldiğince yeniden tanzim ettiler ve Türkiye böylelikle ayakta kalabildi. Bu çok önemli

Türk aydınının Tanzimat Devri ile başlayan huzursuzluğu hakkındaki sorumuza ise kendine has üslubuyla “Geçin bunları çocuğum. Bunlar boş laflar, hepsi boş laf bunların.” karşılığını veriyor. Yani işin edebiyat kısmı mı dediğimizde ise “Yani öyle,” deyip ifadesini açıyor; “Türk aydını Tanzimattan önce çok mu iyiydi, pilavı yiyip yatıyordu. Burası yaşamak zorunda olan bir memleket. Bu anlamda tek İslâm ülkesi, ayakta kalmak zorunda olan bir memleket. Avrupa’nın göbeğinin içine girmiş, orada mücadele etmek zorunda ve ayakta kalmak zorunda. Zaten öyle kolay olmaz, hiçbir zaman kolay olmaz. Bunun için hepsinin farkına varmak lazım. Unutmayın İslâm dünyasında hâlâ devlet ve ordu teşkilatı ayakta olan tek memleket budur. Başkalarında devlet filan yok,

25


Röportaj

öyle bir fikir bile yok tam anlamıyla.” Türkiye batılılaşma macerasının neresinde dediğimizde bariz bir şeyden bahseder gibi “Batılılaşıyorsunuz hepiniz çocuğum,” diyor. “Yani giydiğiniz kılık batı kıyafeti, tesettür buna mâni bir şey değil. Nereden çıkıyor bu modeller. Şimdi, buraya Atıl Kutoğlu gelecek, sorun bakalım kim çiziyor modelleri? Ne yapıyorsunuz? İngilizce öğreniyorsunuz. Anadolu Lisesi, İngilizce eğitim görüyorsunuz. Batılılaşmanın bundan başka adı olur mu? Yanlış batılılaşmayın, yani sırf İngilizce değil de bir Fransızca da öğrenin. Batı dediğinde birkaç tarafıyla birden öğrenin. Yalnız tabi çok iyi Arapça ve Farsça öğrenmeniz lazım. Farsça bilmelisiniz, Osmanlıca bilmelisiniz, bunları hep halledin. Batılılaşma dediğin öyle olur. O zaman mesele kalmaz.”

26

En mühim şey insanların adalet duygusunu zedelememek

diye, halledilmesi lazım, değil mi? Yani şimdi on altı yaşında çocuk, imtihana hazırlanıyor, kapanıyor, siz hepiniz hazırlanıyorsunuz; aile ona gidiyor, para pul ona gidiyor. Boşanan çiftler var bu imtihan dolayısıyla. Yani girdikleri gerilim onları sonunda boşanmaya sevk ediyor, gidin bakın sicillere. Sonunda bakıyoruz ki bir yerde, bir kasabanın yirmi dört çocuğu Boğaziçi Üniversitesi’ne girmiş. Nasıl oluyor bu? Yani belli ki bunlar yirmi dört kişinin yerini çaldılar orada. Millet tahammül edebilir mi? Bu böyle paranı kaptırmaya da benzemiyor. Ümitlerin, vaktin, gayretlerin gitmiş. Bunları silmek lazım. En mühim şey insanların adalet duygusunu zedelememek, en mühim olan bu. Bunu bilmeniz lazım. Yani bir toplum aç olabilir, parasız olabilir. Sağlık hizmeti iyi olmayabilir, insanların yiyecek ekmeği olmayabilir, insanoğlu buna dayanır. Hele bir de terbiyeliyse, bir dini terbiyesi varsa, onda bir itikat teşekkül etmişse… Tahammül eder, bu kadardır rızkım der. Ama adaletsizliğe kimse gelemez. Sen

“Kuzey Afrika’daki halk hareketi mi, değil mi bilmiyoruz. Bunu bilemeyiz. Sizin enformasyon ağınız bunu bilmeye yetmez, bizim de yetmez.” Kuzey Afrika’da yaşanan halk hareketleri diye başladığımızda ise sözümüzü kesiyor; “Kuzey Afrika’daki halk hareketi mi, değil mi bilmiyoruz. Bunu bilemeyiz. Sizin enformasyon ağınız bunu bilmeye yetmez, bizim de yetmez.” “Evet, bir ayaklanma var tabi, kötü diktatörler, hırsız idareler var. İnsanlar işsiz, ekmeksiz. Bunlar problem orada. İşsiz ve ekmeksiz idareler yıkılmaya mahkûm, çünkü insanlar açlığa gelemez. Hakkını alamamaya hiç gelemez. Hak demek illâ ekmek demek değil. Bak şimdi yine bir kıyamet koptu kopya çekiliyor

meselâ çalışacaksın çalışacaksın, ben senin paranı vermeyeceğim ha? Vaad edeceğim, vaad edeceğim, sen de bir şey yapacaksın, karşılığını almayacaksın. O zaman olmaz, (tekrar ediyor) o zaman olmaz. Çok dikkat edeceğiniz şey, idarede adalet duygusudur. Buna hayatınız boyunca dikkat etmeniz lâzım. İnsanların tatmin edilmemiş adalet duyguları çok kötü neticeler verir. Devlet insanları yamyamlık düzeyinden kurtarmak için ne yapıyor? Adli sistemi kuruyor, cezayı veriyor, bilmem ne yapıyor, hapsediyor, idam ediyor. Eğer bunu karşılayamazsan çok


Röportaj

kötü olur. Şimdi ne oldu o Kayseri’deki olaydan sonra, tartışmaya başladılar idam cezası kalksın mı kalkmasın mı diye. Bunlar çok önemli şeyler. Bunları bileceksiniz, en mühim şey, adalet

oluyor.” İlber Ortaylı bizi uğurladıktan sonra Topkapı Sarayı’nı dolaşıyoruz. Saray hazinelerini, kutsal emanetleri görüyoruz. Kütüphaneyi, arz odasını

duygusudur, o tatmin edilmezse sonu iyi olmaz hiçbir işin. Çocukların o itimatsızlıkla o tatminsizlikle yetişmemesi lazım. Özellikle sizin yaşınızdaki küçüklerin. Bu yaşlar çok tehlikeli. Yani şimdi bir şey olmasa bile o insanlar on sene sonra her hangi bir vakada silaha sarılırlar. Çünkü zedelenmiş onların adalet duyguları. Hemen sokağa çıkar, silaha sarılır, hemen cepheleşirler, örnekler öyle. Bu çok önemli, bunun üzerinde duracaksınız. Bir cemiyet böyle var olabilir ancak.”

geziyoruz, Boğaz’a karşı fotoğraf çektiriyoruz. Sultanahmet Camii’nde ikindi namazı kılıp dönüş yoluna koyuluyoruz.

İnsanların tatmin edilmemiş adalet duyguları çok kötü neticeler verir. Türkiye’nin Kuzey Afrika’da izlediği aktif dış politikanın Yeni Osmanlıcılık yorumlarına neden olduğunu hatırlattığımızda ise “Öyle bir şey yok” diye karşı çıkıyor. “Yok öyle bir şey. Hiçbir şeyin yenisi olmaz. Köprünün altından kaç su geçmiş.” Bunların ilgilenmemiz gereken meseleler arasında olmadığını tekrarlıyor. O zaman tavsiyelerinizi alalım, diyoruz; “Bol bol ansiklopedi okuyun,” cevabını veriyor. “bol bol lisan çalışın. Osmanlıca öğrenin, en mühimi o. Arapçayı da öğrenmeniz lazım. İngilizce, başka bir batı dili de. Bunları öğrenin sonra geç

27


paris II sessizce aralardım kapını geldiğimi duymanı istemezdim sen yine duyardın, ağlardın nefesini bir ilkbahar gecesi hissettim ‘’Paris’’ gibiydin; öldürdün her şehri senin kalbin bilirdim adını her duyuşum kıyametim olurdu ‘’Paris’’ gibiydin; öldürdün ... Ceyda BADANKA


Araştırma

Ortadoğu’da sular kaynıyor

Abdülkadir AVCI

11 Eylül 2001’de ikiz kulelerin patlatılmasının ardından Amerika Irak’a girip 11 Eylül saldırılarının ardındaki failleri aradığını iddia ederken bugün görüyoruz ki Amerika yıllardır Irak’ın yer altı kaynaklarını sömürmüş. Birkaç aydır gündemimizin ciddi bir bölümünü işgal eden Ortadoğu ve halk ayaklanmaları. Ocak ayında Tunus’ta üniversiteli bir gencin kendini ateşe vermesiyle fiili olarak başlayan ayaklanmalar adeta domino etkisi yaratırcasına hızlı bir şekilde yayıldı. Tunusun ardından Mısır, Libya, Suudi Arabistan, Suriye, Cezayir, Yemen ve Fas’ta halk dikta rejimlerini yıkmak için mücadele ediyor. Nitekim ayaklanmalar meyvelerini vermeye başladı. Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesinin ardından Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’te kurtuluş çaresi olarak istifa etmeyi gördü. Pekâlâ, bu halk ayaklanmaları doğal bir süreç içerisinde mi meydana geldi yoksa dış güçlerin müdahalesi söz konusu mu? Sormadan edemiyoruz. Şunu söyleyebiliriz ki aslında Ortadoğu’da daha önce de iktidar karşında muhalif taraflar yer almıştı. Ama yeterli derecede ses çıkmayınca bir sonuç elde edilememişti. Bu bağlamda şu anki ayaklanmalar halkın bütününün desteklediği ayaklanmalar olmasıyla birlikte ayaklanmaların doğal bir süreç içerisinde meydana geldiğini söylemek mümkün. Fakat ne zaman halk ayaklanmaları olumlu sonuçlar vermeye başladı, işte o zaman dış güçler de tıpkı Irak ve Afganistan’da olduğu gibi askeri birlikleriyle “Sözde Demokrasi” getirme eylemine giriştiler. Evet, “Sözde Demokrasi” getirme iddiaları taşıyorlar ama özde ne gelecek? İşte tam da burada Afganistan ve Irak hatırlara geliyor. Çünkü benzeri oyunlar bu ülkelerde de boy göstermişti. 11 Eylül 2001’de ikiz kulelerin patlatılmasının ardından Amerika Irak’a girip 11 Eylül saldırılarının ardındaki failleri aradığını iddia ederken bugün görüyoruz ki Amerika yıllardır Irak’ın yer altı kaynaklarını sömürmüş. Sadece sömürmekle mi kalmış? Tabi ki hayır, sömürmekle birlikte insanları da vahşice katletmeyi de unutmamış. Zaten bugün

ABD’ye baktığımızda kötü imajını üstlerinden kaldırabilmek için George Bush’un yaptığının aksine Barack Obama’yla daha ılımlı bir hale bürünmeye çalışıyorlar. Ama bunu da ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Bunun göstergesi bugün Libya’da yaşanmaktadır. Birleşmiş Milletlerin ani bir kararıyla ABD, Fransa ve İngiltere koalisyon bir güç oluşturup 19 Mart günü Libya’yı bomba yağmuruna tuttular. Bunu yapmalarının sebebi ne? Ne de olsa halkın demokrasi isteklerini yerine getirme mücadelesi veriyorlar. Ama her şey gayet açık. Görünen o ki bu iş biraz saman altından su yürütmeye benziyor. Amaçlarını süslü bir kılıfa bürüyüp Ortadoğu’nun petrolünü sömürecekler gibi bir izlenim var. Tabi bunun doğruluğunu önümüzdeki süreçte hep birlikte göreceğiz. Bir de içinde yaşadığımız ülkenin genelde Ortadoğu özelde Libya tutumu nasıl vuku buluyor? Tunus’taki ayaklanmaların ardından Başbakanımız ayaklanmaları destekleyici cümleler telaffuz etti. Aynı şekilde Mısır’da da bu destek devam etti. Libya’da ne oldu pekâlâ? Yine kısmi bir destek söz konusuydu. Ama Nato’nun Libya’ya müdahale haberleri kol gezerken Başbakanımız Nato’nun Libya’ya müdahale etmesine sert tepki göstererek “Nato’nun Libya’da ne işi var?” demişti. Koalisyon güçlerinin Libya’ya girmesinin ardından Başbakan tutumunu yumuşatarak, Türkiye’nin bazı şartlarını olduğunu, Nato’nun “Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmesi gerektiğini söyledi. Buraya kadar hiçbir problem yok. Bu açıklamanın ardından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise Libya’ya düzenlenen operasyonun komutasının tamamıyla Nato’ya devredilmesi gerektiğini söyledi. Bugünse Libya’da komuta Nato’da ama “NATO” askerleri tarafından insanlar öldürülmekte. Yani Türkiye’nin özelde Libya tutumunda bir tutarsızlık söz konusu.

29


Röportaj

Sakarya Valisi sayın Mustafa BÜYÜK ile röportaj Sakarya Osmanlı’nın bir özetidir…

30

“İmam hatip liselerinin çok özel bir yeri var, bu liselerin öğrencileri diğer öğrencilerden hemen ayırt edilen, fark edilen, edepli, ahlaklı, toplumun belirli değerleriyle uyumlu düşünen, yaşayan, gençler. Belli bir dönem üniversitelere girişleri engellendi. Biraz hüzünlendiler, mahzunlaştılar. Okulların öğrenci sayıları azaldı. Günümüzde tekrar iyileşiyor. Ama her dönemde çevrelerine, ailelerine, okullarına karşı onları mahcup eden şeyler yapmayan gençlerin arasındalar. Bu gün ben bu gençleri ve onları yetiştirenleri tebrik ediyorum. Gerçekten köklü geleneği olan güzel bir okul Adapazarı Anadolu İmam Hatip Lisesi. Dinine bağlı, saygılı, birçok insanı yetiştirmiş bir okul. Bazılarını ben de tanıyorum. Bugünkü öğrencilerimiz arasından da güzel yetişmiş insanlar, iyi yetişmiş insanlar olarak hizmet verecek gençlerimiz çıkacak.” Yukarıdaki ifadeler Sakarya Valisi Sayın Mustafa BÜYÜK’e ait. Röportaj talebimizi geri çevirmeyerek bizi makamında ağırlayan Sayın BÜYÜK, samimi bir havada geçen röportaja imam hatip liseleri hakkındaki görüşlerini belirterek başlıyor. UMMAN: Arkadaşlarımıza kendinizden bahseder misiniz? M.BÜYÜK: Konyalıyım. 1957 doğumluyum. İlkokulu, ortaokulu, liseyi Konya’da okudum. Liseden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal

Bilgiler Fakültesine gittim. 1980 yılında oranın İktisat Maliye Bölümünü bitirdim. Sonra idare mesleğine girdim, kaymakamlık yaptım. Çeşitli illerde, ilçelerde müfettişlik yaptım. Kültür ve Turizm Bakanlığında müsteşar yardımcısı olarak beş yıla yakın bir süre çalıştım. Edirne valiliğim var bundan önce, şimdi de Sakarya valisi olarak çalışıyorum. Edebiyatla, okumayla meşgul olmaya devam ediyorum. Tabi öğrencilik yıllarımda okumayla daha içli dışlıydım, mesela ilk aldığım ödüllerden biri şiir okuma yarışması iledir. Edebiyatla, sanatla, kültürle, iç içe olmak hayatta başarılı olmada, söz gelimi üniversite sınavlarında başarılı olmada veya bir mesleği seçme noktasında, sizi en fazla destekleyecek, güçlü kılacak konulardan birisi. Geniş bir yelpazede ne kadar çok okursanız o sizin ufkunuzu açıyor. Melekelerinizi kullanmanıza fırsat veriyor, aklınızı daha fazla kullanmanıza fırsat veriyor, dilinizi daha fazla kullanma şansı veriyor. Daha çok kelime biliyorsunuz. Kendinizi daha iyi anlatır hale geliyorsunuz ve böylelikle de birçok yerde başarıyı arttırmış oluyorsunuz. Ben de okul hayatı boyunca sosyal derslerde daha fazla başarılı olmam nedeniyle okul tercihinde teknik bir okula yerine Siyasal Bilgiler Fakültesine yönelmiştim. Bunun her zaman faydasını görüyorum. Bugün için de hala fırsat buldukça bir şeyler okumaya,


Röportaj

kitap karıştırmaya çalışırım. UMMAN: Hangi tür kitapları okuyorsunuz? M. BÜYÜK: Tabi her dönemde farklı şeylerle ilgileniyorsunuz. İnsanın dönem dönem okuması gerekenlerde var. Bu gün daha çok yani mesleğimizle alakalı olan şeyler; iktisat, ekonomi, maliye gibi konularla ilgileniyorum. Yine son zamanlarda daha çok popüler hale gelen yakın tarih ile ilgili; belirli gün, olaylar, kişiler üzerine kitaplar okuyorum. Hızlı okunan kitaplar oluyor bunlar. Yani, başından sonuna kadar kitabı okumamız gerekmiyor. Çarpıcı kısımlarını görüyorsunuz. Birkaç saatte kitabı bitirmiş oluyorsunuz. Bu kitaplar hızlı tüketiliyor. Çok fazla muhafaza edilmesi, kitaplığınızda tutulması da gerekmiyor. UMMAN: Mâlûmat vermesi yetiyor. M. BÜYÜK: Evet mâlûmat sahibi olmak yetiyor. Belki de tüketim toplumu haline geldik ya, her işimizde aynı şey var, kısa süreli, o anki ihtiyacı gideren şeyleri alıp, kullanma gibi bir alışkanlık oluşuyor. Bu kitapta da kendisini gösteriyor. UMMAN: Siyasal Bilgilerde okuduğunuzdan bahsettiniz. Oradayken ileride vali olacağınızı gözünüzde canlandırıyor muydunuz? M. BÜYÜK: Evet, tabi. Konyalıyım. Konya merkezde büyüdüm. Çok fazla mülkiye amiri, kaymakam falan görmedik, valiyi bilirdik o kadar. O da çok ulaşılabilen bir kişi değildi. Konya valisi; görünen, bilinen birisi değildi. Hatta dedem rahmetli esnaftı. Yazın onun dükkânında çalışırdım. Biraz geç kaldığımda şunu söylediğini hatırlıyorum: “Ya oğlum, vali bile makamına geldi. Sen ondan sonra niye geliyorsun?” Yani en geç gelme hakkı olan validir gibi. (gülüşmeler) Vali olduktan sonra mesaiye hiç geç kalmadım yalnız. Ama tabi demokrasinin, cumhuriyetin bir nimeti olarak görüyorum bunu; gelir dağılımı olarak düşük sayılabilecek kesimden gelen bir insanın devletin atayabileceği en güzel yerlere gelebilmesini. Siz çalışırsanız gelemeyeceğiniz yer yoktur. Bu örnekler çok yaygındır. Geçmişte belki daha azdı, göreve gelme konusunda daha fazla sınırlamalar vardı, engeller vardı ama şimdi -Allah’a şükür herkes her yere gelebiliyor. Hayallerinizi yüksek tutacaksınız. İyi bir şey hayal edip de, onu hedefleyebilmek, ona ulaşmak için gayret etmek, mücadele etmek güzel bir şey. UMMA N: Peki valiliğe başlarken, nasıl bir vali olmayı hayâl ediyordunuz? M. BÜYÜK: Valilik uzun bir birikimden, memuriyetten sonra geldi. Yani bir uzun birikimin sonucunda bir noktaya geliyorsunuz, hayat tarzınız, düşünceniz, hayata bakışınız, alışkanlıklarınız zaten bu görevi yürütmeye uygun hale getiriyor sizi. Tabi kimsesizlerin kimsesi olabilmek, herkesin ulaşabileceği biri olabilmek istersiniz.

Bulunduğunuz, görev yaptığız yerde huzurun hâkim olmasını, mutluluğun hâkim olmasını istersiniz. Elinizden gelen her şeyi, iyi bir şekilde koordine ederek gerçekleştirebileceğiniz bir il arzu edersiniz. Ne kadar gerçekleşir orasını bilemem ama. Mesela benim tanıdığım öyle insanlar var ki, törenler, temsiller, kokteyller için vali olmayı hedefliyorlar. Bunlar benim için çok da nimet değil. Çoğu zaman külfet gibi zahmet gibi görünür gözüme. Asıl başkalarına külfet gelen bana nimet haline oluyor. Beni mutlu eden şeyler; çare olabildiğim, faydalı olabildiğim, hizmet edebildiğim insanlar, vatandaşı memnun edebildiğim konular. Tabi benim için bir görev olarak ifa edilen törenlere temsillere de bir olumsuz mana yüklemek istemiyorum. Devleti temsil etme makamındasınız. Bunları da yapıyoruz. Bunlardan kaçındığımız yok ama bunlar için vali olmuş değiliz. Esas söylemek istediğim o. Valilikte tatmin olduğumuz, haz duyduğumuz, bizi mutlu eden şeyler, vatandaşımızın mutlu olmasına vesile olan şeyler. Hüsna BAKA: Bu istekleri gerçekleştirme noktasında kendinizi başarılı buluyor musunuz? M. BÜYÜK: Niyetimize göre, Allah hesabımızı öyle görürse… Sadece yaptıklarımızla yargılanırsak bunu söylemeye gücümüz yetmiyor. İnsan olarak yapabildiğimiz şeyler sınırlı. Yapamadığınız, ulaşamadığınız çok şey var. Bunların hepsinin hesabı bizden sorulacak olursa yandık. Vay halimize. Ama iyi niyetle koşturdu, yapmaya çalıştı, yapabildiği buydu denirse belki kurtarabiliriz. UMMAN: Tebdil-i kıyafet bu anlamda başvurduğunuz yöntem her halde? M.BÜYÜK: Tebdil-i kıyafet gayretim yok. Eskisi gibi değil, artık teknoloji gelişti. Eski padişahların tebdil-i kıyafet gezmesi gibi bir gezme, o manada bir şey yok ama etrafımda kimse olmadan, haber de vermeden zaman zaman kendi başıma, bazen de hanımla beraber dolaşıp gezmeye çalışırım. Daha fazlasını da yapmak istiyorum ama pek fırsat vermiyorlar. İlk zamanlar geldiğimde daha az tanınıyordum. Daha rahat hareket ediyordum. Şimdi kendi halimize bırakmıyorlar. Akşamüzeri alışveriş merkezinde alışveriş yaparken bakıyorum herkes, sayın valim, diyor. Hâlbuki sivil kıyafetli, spor kıyafetliyim. Artık gizlenecek fırsat kalmadı. Ama görev yaptığınız yerde tek başınıza, bir tereddüt, şüphe duymadan dışarı çıkabiliyorsanız, gezebiliyorsanız, adım atabiliyorsanız bu; o ilde belirli bir güven ortamının oluştuğunu, emniyetin asayişin sağlandığını, valinin korumasız da dışarıda dolaşabildiğini göstermesi açısından önemli. Burada biz kendi kendimizi bir yerde test etmiş oluyoruz. Görevimiz sadece eğitim, sağlık, tarım değil; güvenlik, asayiş, huzur… Bunlar da bu görevin bir parçası. O kısmını da yerine getirebiliyor muyuz? Kendimizi o manada

31


Röportaj

32

güvende hissedebiliyor muyuz? Yaptığımız işler sebebiyle zaman zaman övülürüz, zaman zaman yeriliriz. Ama görev yaptığım yere belirli bir süre sonra tekrar gidebiliyorsam, demek ki bir sıkıntı yok, diye düşünüyorum. Şimdiye kadar görev yaptığım her yere tekrar gittim. Gidemediğim yer olmadı. Çok kolay bir şey değil, burada sorumluluk alanınız çok geniş, tüm vatandaşların sizin üzerinizde hakları var. Çalışanlar, kamu görevlileri ve sizin emrinizle harekete geçen çok insan var. Bunları iyi bir şekilde koordine etmek, yönetmek, eksikleri görmek, tamamlanması için çabalamak ve bu noktada da huzurlu, rahat olabilmek o kadar kolay bir şey değil. Zaman zaman gece yarısı uyanıp şu işi nasıl yapacağım diye aradığım baktığım olmuştur. Yani her zaman kolay olmuyor. Yapabildiğimiz kadar da yapmaya çalışıyoruz. UMMAN: Valilik görevleri, yetki alanı kesin sınırlarla belirlenmiş bir makam mıdır? Bir vali makamına kendisinden bir şeyler katabilir mi? M. BÜYÜK: Genel olarak bakıldığında mecburi görevler, asli görevler, kanunlarla belirlenmiş, ölçüleri, sınırları belirli görevler var. Ama onun dışında ihtiyari görevler diyebileceğimiz görevler de var. Burada tüm idareciler için olmazsa olmaz yapması gerekenler var, bir de yapmadıkları takdirde hesaba çekilmeyecekleri ama yaptıkları zaman bir başarı olarak ortaya konulacak görevler var. Zorunlun olanları yapmak yeterli değil. Onun ötesinde bir şeyler daha yapmak gerekli. Asli görevlerinizi yaparsınız, bunlar zorunludur, yapılır ama sizden beklentiler bu ilin her açıdan gelişmesiyse, bu ilde fakir fukaranın görülüp gözetilmesiyse, eğitimde başarının artmasıysa, sağlık hizmetlerinde verimin artmasıysa, insanların yirmi dört saat sokağa rahat çıkabileceği güvenli bir ortamın hazırlanmasıysa, asgari olanları değil, yapabileceğinizin azamisini yapmanız lazım. Bunu da tek başına yapmazsınız. Mutlaka geniş bir ekibiniz olmalı. Bizim şu anda dokuz tane vali yardımcımız var, on altı tane ilçede kaymakamımız var, il müdürleri, onarın altında her kademede kurumların müdürleri çalışanları var. Bu kurumlarda sizin hareketlerinizden, tavsiyelerinizden, emirlerinizden yola çıkarak belirli projelerin uygulandığını da görürsünüz. Bu projeler ne kadar çoksa, ne kadar başarılıysa bir yerde bizim de başarımız oluyor. İsterseniz dar alanda tutarsınız, isterseniz genişletip büyütürsünüz. Bunların da sonucunda bir hasat

zamanı olur. Ve en azından iki yıllık bir süreç gerekir gidişatı görmek için. Devlet yönetimi kademeleri büyük bir gemiye benzer. Hareket kabiliyeti çok fazla değildir, hızlı değildir. Yani yönünü tamamen başka tarafa çevirmek için çok fazla gayret gösterirsiniz. Bu nedenle yöneldiğiniz konularda mesafe alabilmek için belirli zamana da ihtiyacınız var. İkna edeceksiniz. Projelendireceksiniz. Kaynaklar bulacaksınız. Hepsini doğru bir şekilde uygulamaya başlayacaksınız ve neticelerini göreceksiniz. Bunlar öyle çok kısa sürede gerçekleşmez. UMMAN: Dünyada ve Türkiye’de sosyal devlet anlayışının ve demokrasinin gelişmesi konularında ilerlemeler kaydediliyor. Bunlar her alanı etkileyen gelişmeler, hiç şüphesiz bürokrasiyi de. Bu konuda ne söyleyeceksiniz? M. BÜYÜK: Biz devletin politikalarını belirlemekten ziyade belirlenmiş politikaları en iyi şekilde uygulayacak makamlardayız. Vali hükümetlerin ve devletin temsilcisi, yani kendisi farklı politikalar üretemez. Ben hükümetlerin, devletin belirlemiş olduğu kuralların dışında bir politika belirleyip onu yerine getireyim derseniz o zaman çatışma meydana gelir ve devleti temsil eden, hükümeti temsil eden tarafınız iyi yürümediği için sizi değiştirirler. Derler ki benim arzuladığım hedefi yerine getirme konusunda sen benim istediğim yönde çalışmıyorsun. Ve farklı hedef belirlemişsin. Şimdi sosyal devlet anayasamızda da belirlenmiş ilkelerden birisi. Dünyada sosyal devlet kavramını tarih boyunca uygulayan bir gelenek var. Kendi toplumumuzda da hem Millet olarak, hem inanç değerleri itibariye böyle bir geleneğimiz var. Bunun ikisinin harmanlandığı, uyumlu hale getirildiği bir sosyal devlet anlayışı bugün uygulanmaya çalışılıyor diyebiliriz. Çünkü batıda sadece devletin kurallarıyla, belirli mekanizmalarıyla, sosyal güvencelerle, sigorta sistemleriyle yürütülen bir sosyal devlet anlayışı yerleşmiştir. Ama bizde insan unsurunu öne çıkartan, sadece devletin kurumları değil, onun ötesinde çeşitli kurumlarla da desteklenen bir dayanışma, eskilerin tabiriyle muavenet dediğimiz anlayış var. Bunun uygulamasını da şu anda yapmaya çalışıyoruz. Böylelikle modern dünyada bu alana ait kavramlara uygun yapılar oluşturuyoruz, bunun yansımalarını görüyoruz. Hem de gelenekten gelen kurumları bu günün çağdaş değerleriyle uyumlu hale getiriyoruz. Özgün, bize has bir uygulama olduğunu düşünüyorum, başarılı bir uygulama olduğunu düşünüyorum bu manada. İdeal ölçülere


Röportaj

ulaşmış diyemeyiz ama Amerika’da bile evsizlerden tutun çok zor durumda olup ve hiçbir sosyal güvenceye tabi olmayanlara kadar çeşitli kitleler varken biz her geçen gün daha da başarılı oluyoruz gibi geliyor. Yok ettik diyemeyiz ama azaltıyoruz. Böylelikle de sosyal devlet anlayışını, dünyadaki gelişmeler ışığında uygun bir yere oturtuyoruz gibi geliyor bana. UMMAN: Merak ettiğimiz başka bir konu Sakarya ile ilgili. Buraya gelmeden mutlaka Sakarya ile ilgili fikirleriniz vardı. Yaklaşık bir yıldır buradasınız, zihninizde önceden canlananlarla realite arasında büyük bir fark var mı? M. BÜYÜK: Benim beklentilerime uygundu. Sakarya hiç tanımadığım, bilmediğim bir il değil, daha önce de gidip geldiğim, yakından tanıma şansı bulduğum bir yer. Burada insan çeşitliliğini görüyorsunuz. Adeta Osmanlı’nın bir hülâsası gibi. Balkanlardan Kafkaslara, belki Orta Doğuya kadar uzanan geniş coğrafyadan her çeşit insan bir arada ve bunlar uyumlu, huzurlu biçimde, güzel bir tesanüt içerisinde hayatlarını sürdürüyor. Bir çatışma yok, bir problem yok. Bu beklediğimizin ötesinde güzel bir yapı olarak göze çarpıyor. Gelişmişlik, maddi yönden iyi görüntü, bunlar olumlu ama mesela eğitim, gençlerin başarı durumları beklediğimizin altında. İlin genelinde eğitimde belli bir başarı, okullaşama var, belli bir standart var ama maalesef bunun yüksek öğrenime, belli mesleklere yansıması noktasında o kadarda iyi durumda değiliz. Çok başarılı örnekler de var ama genel başarıya bakıldığı zaman çok iyi durumda değiliz. Bu nedenle özellikle eğitim alanında daha fazla gayret gösterip bu alandakilere destek vermemiz lazım gibi gözüküyor. UMMAN: Demin söylediğiniz manşet cümlesiydi sanki. Sakarya Osmanlı’nın bir özetidir… M. BÜYÜK: Evet, doğrudur. Özetidir. Ben burayı sevdim. Gerçekten sevdim. Türkiye’nin her yanında ayrı güzellikler var ama Sakarya bizi ailecek memnun eden, mutlu eden bir yer oldu. Çocuklarım hafta sonları daha rahat geliyorlar bunun da etkisi var belki, yani Sakarya’da buluşmalar daha fazla olmaya başladı. UMMAN: Biraz da bu yönüyle, Sakarya bir model değil mi? Belki de Türkiye’ye model olacak illerden biri… M. BÜYÜK: Evet. Doğru. Farklılıkları barış içerisinde yaşatan güzel bir şehir. Hala depremin getirdiği olumsuzluklar kısmen devam ediyor. Yaşanan o travma görebildiğimiz, göremediğimiz bazı konularda olumsuzluklar yaşatıyor. Şikâyet ettiğimiz konuların arka planında bunun da bir payı olabilir. Eğitim dâhil. Ama artık geleceğe bakıp, yönümüzü geleceğe çevirip, beraberce daha büyük bir gayretle çalışmamız lazım. UMMAN: Şu sıralar Türkiye gündemini meşgul

eden bir konu var, Devlet Başkanlığı Sistemi. Bu sistem hakkında neler düşünüyorsunuz? M. BÜYÜK: Tabi bunların hepsi tartışılacak. Yönetim tarzları konusunda temel kavramlar belli. Biz, biraz Anglosakson dediğimiz Batı Avrupa sistemini tercih etmişiz. Amerikan sisteminde biraz farklılıklar var. Bunlar, bilimsel anlamda değerlendirildiği zaman her birinin kendisine göre artı ve eksilerinin olduğu görülebilecek konulardır. Doğrudan en iyi sistem şu, demek kolay değil. Çoğu zaman biz, sistemleri uygulayıcılarla daha iyi görüyoruz, ölçüyoruz. Eğer iyi bir sistem kurmuşsanız, uygulayıcılar yetersizse iyi olmasına rağmen kötü neticeler çıkabiliyor. Buna karşılık iyi insanlarınız varsa bu sistemi değişmeye zorluyor, iyileştirebiliyor. İngiltere’de anayasa yok ama hiç kimse ihtilafa düşmez. Toplumsal mutabakat sağlanmıştır, denir. En uzun en geniş anayasaları olan ülkelerde de bakarsınız bir düzen kurulamamıştır. Hep ihtilaf vardır. Bu nedenle insanınızı iyi yetiştirmeniz gerekiyor. Toplumun belirli değerlere, hassasiyetlere sahip olması gerekiyor. Kurallar ne olursa olsun, iyi bir sermayeniz varsa, neticeniz iyi oluyor. Ama nereden getirirseniz getirin, mükemmel kurallar da koysanız eğer iyi insanlar yetiştirememişseniz netice almanız zor. Bu kavramları bilimsel anlamda tartışmak lazım. Sizler de bilirsiniz, bunların hangisi bize ne getiriyor, bizden ne götürüyor, değerlendirebilirsiniz ama mutlak doğrular, mutlak yanlışlar bu tür konuda zor söylenecek şeyler. UMMAN: Peki eğer bu sistem gerçekleşirse olursa valilik makamında nasıl değişiklikler olacak? M. BÜYÜK: Tabi valilik, başkanlık sisteminin uygulandığı ülkelerin çoğunda seçimle belirlenen makamlar haline geliyor. Türkiye’de de bu mümkün ama ülkemiz büyük bir ülke, aynı zamanda eğitim, gelişmişlik durumu itibariyle aynı uyumu sağlamamız biraz zor. Belirli, kademe kademe yapılırsa bu işler netice alması belki daha kolay olabilir. Ama halkın iradesine saygı duymalıyız. Devlet halk için ve onun mutluluğu için vardır. Devleti kutsallaştırırken vatandaşı köleleştirmemek gerekir. Geleneksel durumlarla birlikte uluslararası standartlar da var. Onları da göz ardı etmeden, belli bir ölçek içerisinde bir yapı kuruyorsunuz. Bunu bir şekilde insanınızı da geliştirerek, eğiterek sağlayabilirsiniz ama insan daha o olgunluğa gelmemişse bazı sıkıntılarla karşılaşabilirsiniz. Hala Türkiye’de asayiş problemi olarak da gözüken ama daha derinliği olan Güneydoğu problemi var. Bunları da beraber değerlendirmek lazım. Hiç birini yok saymamız mümkün değil.

33


Deneme

itiraf

34

Sevgili kâri, sana mahrem bir itirafta bulunacağım. Bir zaafımı paylaşacağım seninle. Zaaf duyduğum bazı kitaplardan bahsedeceğim, çoğu hanım yazarların kaleminden çıkmış ve benzer karakterlerdeki genç hanım kahramanların maceralarından bahseden kitaplardan. Gerçekten garip bir zaaf benimki. Ben diyeyim sekiz ayda bir, siz deyin senede bir bu kitaplardan biri düşer aklıma; her şeyi kenara bırakıp bu kitabı okumaya yönelik şiddetli bir arzu duyarım içimde. Şimdi, herkesin vardır böyle kitapları, bunun nesi itiraf mahiyeti taşıyor diyeceksiniz, ama azizim, söz konusu kitaplar Jane Eyre, Gurur ve Önyargı başta olmak üzere bütün Austen romanları, sonra Rüzgâr Gibi Geçti, sonra da Çalıkuşu. Gözlüklü, yelekli, saygıdeğer beylerin yazdığı; ciddi, çetrefilli meseleleri halleden kitaplardan ve derin ruh tahlilleri, toplum analizleri içeren edebiyat şaheseri romanlardan hoşlananların (özellikle de beylerin) burun kıvırdığını görür gibiyim. Sizlere cevap olarak bu kitapları toplum içinde (otobüste, teneffüslerde) okumuyorsam; bunun kitaplardan utandığım için değil, okurken ağlamaktan utandığım için olduğunu söyleyeceğim. Efendim bu kitapların hepsinin bazı ortak nitelikleri var. Çalıkuşu hariç hanım yazarlar tarafından kaleme alınmaları biir, ikincisi ve daha önemlisi içerdikleri bayan kahramanların erkek kahramanlarla birlikte bizim de gönlümüzü fetheden karakterleri. Hanım kahramanlarımızın hepsi de çelik gibi iradeye sahiptir bir kere, maceradan, bilinmeze yol almaktan korkmazlar, sonra inatçıdırlar, bir meseleye karar verdiklerinde dünya bir araya gelse onları

Deneme

Hüsna BAKA fikirlerinden caydıramaz, daima kendi prensiplerine, ahlak anlayışlarına göre hareket ederler (bu bazen Scarlett O’Hara’nınki gibi problemli olabilir), sonra pervasızdırlar, yüreklerinin sesini dinlerler. En güzeli hepsi kendi ayakları üzerinde durabilir, bir beyefendinin onları desteklemesine ihtiyaç duymazlar, ekmeklerini kazanırlar (Jane ve Feride öğretmenlik yapar, Scarlett bildiğin iş kadınıdır, baba parası yiyen sadece Elizabeth galiba), ve istisnasız hepsi de yüreklerini bir beyefendiye kaptırmaya müteakip çeşitli sıkıntılara duçar olur, eleklerden geçer, fırınlarda pişer. Jane parasız pulsuz bir halde şatodan kaçtıktan sonra dilenecek hale düşer kısa bir süre için, Scarlett yoklukla mücadele eder, amele gibi çalışır ailesini dik tutmak uğruna, Feridecik diyar diyar gezer o köy senin bu nahiye benim diye. Ben en çok Jane Eyre’i severim. Gotik bir romandır bu aslında. Hep yüksek tavanlı odalarda, katları sürprizlere gebe şatolarda; ağır perdeleri camları örten koyu renk mobilyalarla döşeli bu odalara ilişkin söylentilerle geçer. Çocukluğunda kırmızı odanın hayaleti vardır, genç kızlığında Thornfield koridorlarında uçuşan garip kahkahalar. Diğer hanım kahramanlar güzellikleri ve cazibeleriyle göz doldururlarken sadece Jane, hakkında ‘eli yüzü düzgün kız’ denmekle iktifa edilen biridir. Öte yandan Victorya Dönemi İngilteresinin taşrası hakkında iyi bir bilgi kaynağıdır Jane Eyre. Bir çağrıdır aynı zamanda hanımlara; erdemden, aileye ilişkin esas vazifelerinizden taviz vermeden kafalarınızı eğitin, zihninizi farklı insanların ve diyarların izlenimleriyle doldurun, düşünceleriniz haykırmaktan,


Deneme

gerektiğinde isyan etmekten çekinmeyin diye. Jane’in bize acıklı ayrılıklar içeren bir aşk hikayesi anlattığını unutup uzun tiratlara giriştiği yerlerde Mary Wollstonecraft’ı işitir gibi olurum. Gözlüklü beyefendiler Charlotte Bronte’nin karakter meydana getirmede kız kardeşi kadar başarılı olamadığını iddia etsinler ‘Kadın ne ister?’ sorusuna ‘Bir efendi, ama hükmedebileceği bir efendi’ dedikten sonra Jane Eyre’i ve onun Rochester’la ilişkisini örnek verir Lacan. “Sizi sevip sevmediğimi soruyorsunuz. Eğer sizi ne kadar sevdiğimi bilseydiniz kendinizle gurur duyardınız.” der Jane. Gerçekten Jane’in Rochester’ın karşısına ikinci kez çıkışı Jane zenginleşip kabul edilebilir akrabalarla samimiyetini perçinledikten ve Rochester başkalarına bağımlı bir hayat yaşamaya mecbur kaldıktan sonra olur. Ama hiçbir şey, bu Türk filmlerindeki tesadüfleri aratmayan son bile beni burnumu çeke çeke Jane Eyre’i okumaktan alıkoyamaz. Jane Austen hakkındaki en güzel tespit ablama ait. ‘Tatlı tatlı dedikodu yapmak gibi Austen okumak.’ der ablam. Hakikaten Austen okumak dedikodu yapmak kadar zevkli ve oyalayıcı bir iş çoğu zaman. Hatta birini seç deseler Austen’ı seçerim. Hiç evlenmeyen bu hanımın romanları İngiliz taşrasında geçer. Çok itibarlı ve zengin olmasa bile durumu gayet iyi sayılan ailelerden birinin bir iki tane güzel, akıllı, iyi yetişmiş kızı vardır ve kitabın meselesi hep bu hanım kızların önlerinde saygıyla eğilen beylerden hangilerini eş olarak seçecekleridir. Jane Austen kahramanları farklı özelliklere sahip olabilir; kimi delişmendir Marianne gibi, gibi keskin bir zekâya ve bunun olmazsa olmazı sivri bir dile sahiptir Elizabeth Bennet gibi, kimi de Elinor gibi uysal yumuşak huyludur. Sütten çıkmış ak kaşık da değildir hiç biri, hepsinin zaafları vardır; Elizabeth’in önyargısı, Emma’nın kendinden sonsuz derecede hoşnut olması, Anne’nin ikna çabalarına kanarak sekiz yıl gereksiz yere aşk acısı çekmesi gibi. Düğün çanlarının çalması hanım kızların bir müddet gözyaşı döküp üzüntü ve pişmanlıkla kıvranarak zaaflarını geride bırakmalarından sonra olacaktır. Austen bize sevdirip mutlu sona layık bulduğu bu kahramanlarda hep aynı özellikleri övgüyle vurgular; eğitimli bir kafa ve hassas, müşfik bir kalp. Austen’e göre aile saadeti kadınların bu niteliklerine bağlıdır. Ölmeden önce yazdığı ve diğerlerinden daha az bilinen son romanının kahramanı Anne Elliot, bu terkibin en mükemmel örneğidir. Karizmatik erkek karakterler yazmada da çok başarılıdır Austen; itiraf edelim kitaplarının hala böyle şevkle okunmasında dillere destan Mr. Darcy’nin, ağırbaşlı, açıksözlü Mr. Knightley’in, parlak yüz başı Wenthworth’un payı hiç de az değildir. Daha çok Vivien Leigh ve Clark Gable’ı bir araya getiren Victor Fleming filmi olarak bilinse de Margaret Mitchell’in Rüzgâr Gibi Geçti romanı Amerikan iç savaşı yıllarında geçen bir aşk hikâyesini anlatır. Scarlett güneyli bir ailenin kızıdır. Fazlasıyla parlak, fazlasıyla cazibelidir ve komşusunun oğluna deliler gibi âşıktır. Ama karşılık bulamayacaktır bu

aşk, Ashley Melanie’ye söz vermiştir. Savaş sırasında bütün zengin güneyliler gibi hayat tarzı kökünden değişecektir Scarlett’in; aile fertlerini yitirecek, aç kalacaktır. Ama kararlılığı, hırsı, Ashley’e düşkünlüğü değişmeyecektir. İşin ilginç yanı esas hikâye Scarlett ve Ashley bile değildir, Scarlett ve Rhett Butler’dır. İkisi de güçlü insanlardır, hırslıdırlar, bir şekilde ayakta kalmayı beceren tayfadandırlar. İkisinin de esnek bir ahlak anlayışı vardır. Scarlett kardeşiyle evlenmesi konuşulan adamı kandırmaktan çekinmez, Butler da savaş yıllarının şaibeli zenginlerinden olmaktan. İkisi de amaçları için her yolu mubah görürler. Aslında kötü huyludur Scarlett, bencildir, kendisi kadar kötü Rhett Butler’a bile neler çektirir! Bütün kitap Ashley’in peşinde Scarlett, Scarlett’in peşinde Rhett şeklinde devam eder. Belki bu yüzden mutlu sonu hak etmez Scarlett, Butler’ı sevdiğini keşfettiği anda onu yitirir. Kendi adıma ben mücadeleci tavrını, ayakta kalma çabalarını, metanetini, işini bilir, güçlü halini takdir ettiğim Scarlett’i mutlu olsa bile affetmeye hazırdım. Mitchell’a Pulitzer ödülü kazandıran bu romanın gayet net biçimde ırkçı bir tavır benimsediğini de eklemeden geçemeyeceğim. Biz köleleri tarlalarımızda çalıştırıp kasalarımızı, mahzenlerimizi doldururken daha mutluyduk, onlar da gündüz tarlalarımızda çalışıp gece evlerimizde karın doyururken daha mutluydu demeye getiriyor kitap. Çalıkuşu herkesin bildiği Feride ile Kamran’ın hikâyesi. Delişmen, yaramaz fakat hassas kalpli Feride. Orta ikiye veya orta üçe tekabül eden yıllarda, özetini çıkarmak için Çalıkuşu’nu ilk defa okuyan her kızın boğazlamak istediği Kamran. Çocukluktan yetişkinliğe, çocuksuluktan olgunluğa, İstanbul’dan Anadolu’ya, konaklardan halkın içine, Osmanlı’dan Türkiye’ye bir hikâye. Feride’nin jurnalinin Kamran’ın eline geçmesine vesile olan herkese şükran sunarak son sayfası çevrilen roman. Burnumu çeke çeke okuduğum bir diğer tuğla. Kitapları yavaş, sindirerek okuyan, nadiren daha önce okuduğu bir kitabı tekrar eline alan, filmleri bile ikinci kez izlemeyen, tekrar tekrar izlediği tek film Kahtharine Hepburn ve Cary Grant’in oynadığı Bringing Up Baby olan ben, bu romanları her seferinde zırlayarak kaç defa okumuşumdur kim bilir. Hazır itirafa başlamışken aslında Arizona Dream’de Lili Taylor’ın intihar ettiği sahneyi de aklıma geldikçe izlerim, sonra İyi Kötü Çirkin’in sonundaki Ennio Marricone müziği eşliğinde cereyan eden o şahane üçlü düelloyu, Damien Rice “i can’t take my eyes off you..” diye şarkı söylerken Closer’da havalı havalı yürüyen Natalie Portman’ı, Gilda’da Rita Hayworth’un masanın üstünde, elinde gitar Put The Blame on Mame söylediği, sonra Amado Mio eşliğinde dans ettiği sahneyi… Pekâlâ, kesiyorum, uzayıp gidecek bu liste. Belki başka bir yazının konusu… Ama hala başından sonuna tekrar tekrar izlediğim tek film Bringing Up Baby, sekiz yıldır aklıma geldikçe tekrar okuduğum kitap da yukarıdakiler.

35


Şiir

geride kalan

36

Ben de mâzi oldum Çekildi üzerime beyaz bir örtü Sarı sayfalara kuş tüyleriyle yazılan Yazılarla anılıyorum Arzular yarım kaldı Husumetler kaldı daha idrak edilememiş Muktedir değilim artık hislerime Meramım da bu belki Hissizleşmek… Dökülmüş yaprak yaprak umutlar Sürüklenmiş peşinde bâdın Şimdi ey hamûş beden Kırıkları bırakıp git Ebediyete Sükûnet iste müebbeden…

iltica Evvelâ değişti her şey Aynı nağmeler yok dilimde Farklı tellerden çalıyor ruhum Benim için elzem olan Daha da bende saklı Gömülmüş, hapsolmuş yorgun bedenime Son tren kalkıyor ey gönül! Dumanların arasında kaybolan Trenin çığlığıyla sağır olmuş hayâllerim Bilet kesildi, son vagonda yerim Kabul et! Senin kalbinde Ben bir mülteci idim…

Şeydanur ERBAŞ

geride kalan iltica geride kalan iltica


Deneme

yeni bir gün Benim hayatımda kimse yok, biliyor musun kaderim? Yalnızım ben… Her tohumun toprağa düştüğünde, yağmurun onu yeşertmesiyle bir başına çimlenmesi gibi. Ben de bir başımayım bu hayatta. Kimse derdime derman, yoluma yoldaş değil anlayacağın. Cenap Şahabettin’in kar taneleri gibiyim adeta. Hepsinin yere inişiyle son buluyor ya hayatı. Ben de öyle, kısacık hayatımda o küçük, naif kar taneleri gibiyim, tıpkı onlar gibi bir başıma. Ve birlik olanları gördükçe yalnızlık kuytusunda korkuyorum. Karanlıkmış gibi sanki beni korkutan. Halbuki ruhumun yalnızlığı, asıl içimi dağlayan. Birine, bir şeye güvenmek istiyorum. İnanmak, doğru olduğunu ve olabildiğimi görmek istiyorum. Belki de kimilerine göre yaşama sevincimi arıyorum. O herkesin kendine özgü hayata bağlı kalma, zorluklarla mücadelesini galibiyetle sonuçlandırabilme mücadelesini. Kalemim, sen ol bana arkadaş diyorum, o da; “dost olmam ama ilhamı ne zaman seninle görürsem işte o zaman hemen elinin altında bulacaksın beni” diyor. Bu sefer ilhamıma dönüyorum: “ Peki sen olur musun bu hayatın çileleriyle, engebeleriyle, zorluklarıyla dolu yolunda bana arkadaş” diyorum. O da, “eğer tadarsan hüznü, tadarsan sevinci, tadarsan tüm duyguların o zirvedeki musikilerini, ben de senin yanına gelirim ve destek olurum hislerini kalem ile kâğıda dökmene”, diyor. Hayata dönüyorum; “bak çaresizim, yanıma bir yoldaş göster” diyorum, kendi kendime debeleniyorum. Sanki kocaman dağların tepesinden bir karıncanın görünüşüymüşüm gibi bakıyor bana, çeviriyor sırtını o da, zaten ben sana verdim ‘daha ne’ diyor adeta... Ürküyorum, çaresizlik parçalıyor içimi. Arayışım bitmiyor, hâlâ direniyorum. Kibritçi kızın kibritlerinde parlayan küçük ama onun olan ışık demeti gibi, küçük ama benim olan tek şeye belki de, o umuda sarılıyorum, tutunmaya çalışıyorum. Belki beni kaldırır ayağa tutar elimden. O karanlıktan çıkarır diye. Sonra ilhamın bana verdiği nasihati hatırlayıp hislerime gitmeye karar veriyorum. Onlar bırakmazlar gibi geliyor bana. Bana doğruyu bulmamda yardımcı olurlar diyorum. İlk önce nefret çıkıyor karşıma. Sen, diyorum benim gibi aç susuz kalmış edasındaki bu acize yardımını uzatır mısın? Şöyle bir bakıyor, süzüyor tepeden tırnağa beni. Ve sonra bakışlarımızın çakıştığı o anda anlıyorum kime nasıl bir soru sorduğumu ve endişe korku arasında gidip geliyorum. Çaresizliğin çaresini arıyorum, uzaklaşıyorum geri geri geliyorum nefretten. Sonra ayaklarımın altında bir serinlik bir rahatlık bir ferahlık hissediyorum. Nefretin o karanlık ve kuytu zindanından her geri adım atabildiğimde bir huzur kaplıyor içimi. Zıtlıklar diyorum, mıknatısın o kutbu ile

Hatice Sümeyye Kübra ÇELİK bu kutbu arasında gibi hissediyorum kendimi. Ama bu sevginin ve nefretin kutbu. Güzelin ve çirkinin, iyinin ve kötünün kutbu. Uzaklaştıkça rahatlıyorum artık. Diğer yörüngeye girdim artık sevginin yörüngesi. Ve yavaşça arkamı dönüyorum, merakım oluyor bunun sebebi. Az önce kuytu bir zindandan gelmiş ve yemyeşil kadifemsi o yeşilliğin hemen yanında bir şelalenin şırıltısı… O şelale gölünün hemen yanında dalları rüzgârda hafif hafif sallanan bir yandan da suya dokunan ulu bir söğüt ağacına varmış olmak rahatlatıyor beni. Tertemiz bir hava hissediyorum şimdi ciğerlerimde, nefretin zindanındaki o pis ve ezici havaya karşı. Kötüden kaçarken döktüğüm gözyaşlarının tadının, şimdiki gözyaşlarımın tadından çok farklı olduğunu hissediyorum. Ve renk renk çiçeklerin süslediği pasparlak güneşin aydınlattığı o atmosferde şimdi nefretin zıttı sevgiyi arıyor gözlerim. Çünkü içimde hissediyorum onu ama görmek onunla büyülenmek, onun hissettirdikleriyle doğru yolu bulabilmeyi umuyor artık içimdeki o küçük kibrit ışığı. Ve o an görüyor gibi oluyorum sevgiyi. Şefkatin yumuşacık kanadını hissediyorum. Ve o tatlı sesiyle büyüleniyorum adeta. Ben sorumu sormuyorum ama o cevabımı veriyor hemen bana. Senin ayırışın, arayışın diyor ‘iman’. Kalbinde hissetmek istediğin; yoldaş, vefalı arkadaş, dostun diyor. Yaşadığın yerin vesilesi… Duruyorum. Sadece güzelin güzelliğini incelerken onu, o sevgisini hissetmeyi ve söylediklerine mana yükleyebilmeyi deniyorum. Bembeyaz, tertemiz, parıltılı o ruhumsu cisim, belki de bir melek bana en büyük ipucunu veriyor o an; Güllerin Efendisi diyor. Aşkın adı… Maneviyatın en incesi, en zarifi… Temizliğin, güzelliğin, iyinin, doğrunun, sevginin abidesi… Sen kendine bir yoldaş, bir dost arıyorsun ya diyor. İşte senin asıl aradığın; son Peygamber, son ümmetin Efendisi… Yaratıcının nebisi, hislerin en derini, en içlisi, doğruların en doğrusu, hakkın, adaletin temsilcisi… O anlattıkça doğruyu bulduğumu fark ediyorum. Evet Yaratanım, Yüceler Yücesi RABBİM… İşte yine yalnız bırakmamıştı beni, içimdeki o küçük umut ışığını böyle bir aşkın ateşine, Peygamber ateşine, yandıkça alevlenen ama hiç yakmayan; tam tersine her defasında daha da güzelleştiren bir yangına çevirmişti o küçük kıvılcımı. Ne güzeldi Rabbim… Ne güzeldi O’nu, Nebisi’ni tatmak, Onlar’ı hissetmek. Şimdi hala gözlerimden yaşlar akıyor. Ama artık arayışım bitti. Şimdi bulduğumu yaşamaya çalışıyorum. Evet kaderim, açtım gözlerimi ve sabah namazının o tatlı melteminde hissettiklerim geçmiş ve gün doğumu, güneşin, huzurun, duruluğun rahatlığıyla besmelemi çekip umutla yeni bir güne başlıyorum şimdi.

37


Şiir

rüzgâr Dal gibiydi uzattın ruhunu elime Hani olur ya istemeden söyler gibi, Sessizce yazdım geceye Hem tek harfi misafir ettim bu şiire Aşk denen o sarkıca sarıldım gece Olmuş gibi, güz gibi, kış gibi vesâire Uzaktan, âsude durdum bir hece, Her kadını meryemseyen o şâire…

Meryem Dilara SELAMET


Araştırma

bu küpe de kimin? Kürşat ÖZKAN

Yavuz Sultan Selim, 8 yıllık hükümdarlığına büyük zaferler sığdırdı. Kaleler değil ülkeler fethetti. Bizler de kalktık böyle bir adama küpe taktırdık. Peki bu üzerinde efsaneler yazılan konu, taktı mı takmadı mı sorularının aslı nedir? İşte bu konuya farklı bir cepheden yaklaşmaya çalışacağız.

39

Pos bıyıklı, kulağında küpe, başında on iki dilimli taç boynundaki halat gibi inciler… Sahiden, bizim tanıdığımız Yavuz Sultan Selim böyle miydi? Şark’ın büyük hükümdarı, 9. Osmanlı, 88. İslâm halifesi, sekiz yılı seksen yıla sığdıran büyük sultan, büyüklüğü sayesinde şimdilerde bizler hakkında efsaneler uydurduğumuz adam, şimdi biz soracağız, bu işin üstadları cevap verecekler bu konu hakkındaki görüşlerini: İSKENDER PALA: Yavuz’un resimlerini çizenlerden çoğu onu burma pala bıyıklı ve tek kulağında küpe ile çizerler. Pala bıyıklar ile Yavuz’un tarihî kimliği arasında zihinlerde hemen bir bağ kuruluvermesi insanlara bu resimleri hoş gösterir. Oysa Yavuz’un minyatürlerinde hiçbir zaman pala bıyık veya küpe yoktur. Tarihî bilgiler onun kişiliğinde sadelikten yana

olduğunu ve giyiminde de çok sade tercihlerde bulunduğunu söylerler. Bütün bunlardan daha önemlisi Yavuz’un küpe taktığını söyleyen hiçbir tarih satırı, hiçbir belge yoktur. Peki böylesine üzerinde yazılan efsanelerden sonra küpenin İslam fıkhındaki yeri nedir? Prof. AHMET AKGÜNDÜZ: 1. İslam Hukuku’nda erkeklerin kulağını deldirmesi caiz değildir. Selim de bu şer’i hükmü bilen bir padişahtı. 2. Minyatürlerde ve elimizde bulunan diğer resimlerde Yavuz’un küpeli olduğu bir üçüncü örnek yoktur. 3.Yavuz, sadelikten hoşlanan, süsten uzak bir hükümdardır. Yavuz Sultan Selim’in Şii olmadığını nereden


Araştırma

40

anlıyoruz. Çünkü Yavuz Sultan Selim’in başında on iki dilimli taç var. Bu da Şiilerdeki on iki imama isabet eder. Yavuz Sultan Selim Şii midir? Tabii ki hayır. Çünkü Yavuz Sultan Selim ‘in Safevi (bugünkü İran) Devleti’ni ortadan kaldırmak ve Orta Asya’ya kadar gidip oralardaki Sünni topluluğu nüfuzu altına almaktı.(1) Ayrıca Şah İsmail inancı gereği küpeyi takıyordu.13. yüzyılda Hayderi-Kalenderi tarikatına bağlıydı ve kulağındaki küpeyi de bu yüzden takardı.(2)

burayı gezerken köşkün mükellef olduğunu görünce canı sıkılmış; ‘‘Ben sana bu kadar para sarfına ruhsat vermemiştim; bir muhtasarca gölgelik yapasın diye emretmiştim!’’ deyince Abdüsselam Bey müşkül durumu kurtarmak için köşkü kendisinin yaptırdığını, arz ve kabulünü istirham eyleyerek vaziyeti kurtarmıştır.(4) Böylesine sadelikten hoşlanan bir adam nasıl oluyor da, küpe takmış şekilde karşımıza çıkıyor.

Alttaki minyatür; aynaya darb ederken “Hünernâme” 16. yy. Yavuz Sultan Selim

16.yüzyıl ve daha sonraki yüzyıllarda çizilmiş minyatürlerde Yavuz’un küpeli fotoğrafları bulunmamaktadır. Ayrıca kendi döneminde yazılan ‘‘Selimnâmeler’’ isimli kendi hayatını anlatıldığı kitaplarda (Şükri-i Bidlisi, İdris-i Bidlisi, Celalzâde, Keşfi) küpe taktığına dair bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca Yavuz Sultan Selim’in başındaki on iki dilimli taçta Yavuz’un böyle bir resmi olmadığı yönündedir. Neden mi, Çünkü on iki dilimli taç Şiiliğin göstergesidir ve on iki imama işaret eder. KÜPEYİ KİMLER TAKARDI?

Yavuz Sultan Selim tab’an ihtişam ve debdebeye ehemmiyet vermez, sadeliği sever ve sade giyinirdi. Kendisi için fazla para harcanmasını köşk ve lüks şeyler yapılmasını istemezdi.(3) Sirkeci ile Sarayburnu arasındaki sahile yakın basit bir köşk yapılmasını hazine defterdarı Abdülselam Bey’e emretmiş ve o da Yalıköşkü denilen köşkü yaptırmıştır. Yavuz Sultan Selim

ERHAN AFYONCU: Bu yanlışlığın sebebi ise yıllardan beri bize Yavuz diye öğretilen küpeli resimden kaynaklanıyordu. Yavuz Sultan Selim denince aklımıza hep kulağı küpeli, palabıyıklı bir resim gelir. Bu resim tarih ders kitaplarında kullanıldığı için herkes Yavuz`u böyle tanır. Hatta kulağındaki küpenin sebebini üzerine birçok hikâye uydurulmuştur. Türkmenler arasında küpe takmak eski bir gelenektir. Nitekim 1473`te Otlukbeli`nde Fatih Sultan Mehmed ile savaşan Akkoyunlu


Araştırma

Türkmenlerden de küpe takanlar vardı. (Neşri Tarihi, II, 819–821) Ayrıca Kalenderilik ve Bektaşilik gibi tarikatlarda dervişler dünyadan ve dünyevi nesnelerden soyutlandıklarını göstermek için mengüç (küpe) takarlar. Bu iki gelenek de Yavuz Sultan Selim`e değil Akkoyunlular`ın topraklarında Safevi Devleti`ni kuran Şah İsmail`e uymaktadır. Ayrıca Şah İsmail`e ait bazı minyatürlerde de şah, küpeli ve palabıyıklı tasvir edilmiştir.(5) Yandaki resim: Kitab-ı Şakakı Numaniye’de Yavuz Sultan Selim MUSTAFA ARMAĞAN: Resmin kim tarafından yapıldığını bilmiyoruz. Ancak oldukça yakın bir dönemde, muhtemelen 19. yüzyılda ve bir Avrupalı ressam tarafından yapıldığını söyleyebiliyoruz. Dolayısıyla onu gören birisi tarafından yapılmış değildir. Üstelik Topkapı Sarayı’ndaki meşhur tablonun bir öncüsü, 1530’larda bir Macar ressam tarafından ağaç oyma tekniğiyle yapılmıştır ve bu defa küpe, Yavuz’un sol değil, sağ kulağında gösterilmiştir. Osmanlı minyatürlerinde Yavuz’un küpeli resmedilmediği bir gerçek. Zaten süse püse meraklı olmayan, son derece sade yaşamasıyla tanınan mütevazı bir padişahtır kendisi. DR. NECATİ ULUNAY UZUNSATAR: Avrupa müzelerinde Yavuz’a ait onlarca resim gördüm ama hiç birinde küpeli bir tablosuna rastlamadım. Yavuz’un sert mizacı ve önderliği onu küpe takmaktan alıkoyacak özelliklerdir. Yavuz, belâgati ve hitabeti güçlü, asaleti olan ve askerine önem veren bir önderdi. Ayrıca gerek İslâm’da gerekse ordu içi gelenekte erkeğin süslenmesi uygun değildir. Avrupalı ressamlar kendi yorumlarını katmışlardır bu gibi çoğu resme. Yandaki minyatür; Yavuz Mısır’da timsah avlarken

VE SON SÖZ… Yazdığım yazıda bilerek fazla resim kulandım. Çünkü Yavuz’un bir tane küpeli remi vardır. Ama minyatürlere baktığımızda durum ortadadır. Burada ismi geçen tarihçilere verdikleri demeçlere ulaştım. Bazılarımızın dediği gibi, Yavuz küpe taksaydı... Onu çok seven ve onun neslinden olan Osmanoğulları içinde de bir tanesi olsun küpe takmaz mıydı? İddialardaki gibi bir tek Allah’a köle olan Yavuz mu? KAYNAKLAR: 1.UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı: Osmanlı Tarihi, C.II, S.306 2.BARDAKÇI, Murat: Ramazan Çadırı, Habertürk,22Ağustos 2010 cuma 3.UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı: Osmanlı Tarihi, C.II. S.305 4.Ali tarihi, C.I.S.297 5.AFYONCU, Erhan: Bugün gazetesi,18 Haziran 2010

41


el-veda Guneşten bihaber mi ki bu umitler böylesine karanlık böylesine esmer... Anahtarını ararken kalbinin hucrelerim esiri oldu paspas altı kirlerinin... En buyuk doğal afetimdi gözlerinin feri... Aşkın yuzusuyu hurmetine sevgilim, en-kazlardan kurtarma beni ... Bas bas bağırırken el-vedalarım, sen yine, guneşin doğması gibi olağan karşıla gidişimi yalvarırım...

Ayşe Gül ÖZTÜRK


Deneme

iki şehrin hikâyesi Ömer ÖZKAYA

Şu an arabadayım. Okuldan çıktım ve eve gidiyorum. Bindiğim belediye otobüsünün solda en arka koltuğundayım. Camdan dışarı bakıyorum. Sakarya sokakları çocukluğumu hatırlatıyor. Kendimi bir başka hissediyorum. Ben Aydın’da doğdum, Sakarya’da büyüdüm. O yüzden Aydın bana dünyaya geliş sebebimi, Sakarya ise yaşama sevincimi hatırlatır. En zor zamanlarımı, en sıkıntılı dönemlerimi ve en mutlu olduğum günleri Sakarya’da yaşadım. Hayatta ilkleri Sakarya’da tattım. Benim için ilkler çok önemlidir. İlk konuşmayı, yürümeyi, bisiklet sürmeyi veya yazı yazmayı Sakarya’da öğrendim. Bu yüzden Sakarya’nın sokakları bile benim için çok değerlidir. Hani derler ya: ‘‘Anlatılmaz yaşanır’’, işte böyle bir histir benim için Sakarya. Aydın’da doğmamın sebebi baba tarafımın Aydın’da yaşıyor olması. Bu yüzden bayramlarımızın ve tatil günlerimizin bir kısmını orada geçiririz. Genellikle Bayram günleri sınav haftasına denk geldiği, için bayram tatilinde Aydın’a gitmek benim için kaçış fırsatıdır. Kendimi hayatımın sıkıntılı dönemlerinden kurtuluyormuş gibi hissederim. Aydın’da hep tatil günlerinde bulunduğum için bana orası huzur ve mutluluğu ifade eder. Orada doğduğum için midir bilmem oranın havası bana çok iyi gelir. Oraya gittiğimde hastaysam iyileşirim, yorgunsam dinlenirim. Benim için Aydın da çok değerlidir. Aydın’da da yaşadığım ilkler oldu. Mesela bana ilk defa Aydın’da araba çarptı veya ilk defa bu şehirde yüzmeyi öğrendim. Bu bakımdan yaşadığım birçok ilkler var. Doğduğum şehir mi? Yoksa Yaşadığım şehir mi? İki soruya da cevap veremem. Çünkü ikisinde de hayatımın en önemli anlarını yaşadım. İkisinde de birçok anılarım oldu. Şu yol kenarındaki kaldırım taşları bile bana çocukluğumdaki anılarımı hatırlatıyor. Sakarya’daki her bir toz tanesi bile yaşadığım

şehrin değerli bir parçası oluyor. İşte böyle bir duyguya bürünmüşken eve varmış olmam ne kadar da kötü. Neyse ki, gelirken arabadan dışarısını seyretmek beni oldukça dinlendirdi. Bu sokakların farkına varmak, onlara baktıkça geçmişi hatırlıyor olmak benim için paha biçilemez bir zevk. Hayatta paranın satın alamayacağı şeylerden biri de bu olsa gerek. İnsanın mutlu olduğu yerde yaşaması… Kaldırım kenarından karşımdaki manzaraya bakıyorum da; çocukluğum iyi ki bu şehirde geçmiş. Ben hayatı bu şehirde keşfettim. Çocukluğum dediğim dönem, aslında geleceğime attığım temellerdi. Birçok hatamın farkına burada vardım. Hani derler ya ‘‘Ben hayat üniversitesinden mezun oldum’’, işte benim hayat üniversitem de bu şehir; bu mahalle. Ben doğduğum şehirden de yaşadığım şehirden de oldukça memnunum. İnşallah, Allah uzun ömür verir, ben de bu iki şehrin havasını doya doya solurum.

43


Deneme

tesbih taneleri

44

Hayat; tespih taneleri misâli, doğumumuzla birlikte her geçen gün, o boncuklarımız ellerimizden bir bir akıp gidiyor. O tanelerde var olan hayâllerimiz, emellerimiz, günahlarımız ve sevaplarımız eğrisiyle doğrusuyla geçmişin yuvasına hapsolunuyor. Tüm bunlar yaşanırken, gidene dur diyemezken elimizde az bir miktarda var olan tanelerimizi unutuyoruz. Hiç bitmeyecekmişçesine yaşıyoruz. Her geçen günün nasıl geçmesi gerektiğini bilmeden, nasıl değerlendirmemiz gerektiğini farkında olmadan elimizdeki tek şansımız olan tanelerimizi boş yere harcıyoruz. Bizler böylesine hoyratça yaşarken, neyin ne olduğunu hesaplamadan sadece ânı

sessiz fırtına Fezânın akıl almaz derinliklerinde gezinen bir geminin yolcularıyız. Her zaman diliminde bir feryat, bir yaşanmışlık bırakarak ilerleyen bu gemi, ıssızlıkların arasında savrulan bir çığlığı andırıyor. Yolcuların bazıları denizin, ruha huzur ve sıcaklık üfleyen büyüleyici parıltısına kanmış zamanı tüketirken, bazıları ise gemide bulunma nedenini bilmediği halde ümitsizlik ve kederle zamanı tüketmekte. Sessizliğin bağrında uyuyan bu geminin feryatlarını işiten tek bir varlık vardır. Geminin ve evrenin sahibi

Hüsna ERGÜN

değerlendirirken; birden elimizdeki son tespih tanesi dikkatimizi çekiyor ve bir anda duraksıyoruz. “Nasıl oldu da bu ömür böylesine çabuk geçti” diyoruz. Elimizdeki son tanemize öylesine sarılıyoruz ki; bize bahşedilen hayatın kıymetini son düzlükte anlıyoruz. Keşke diyoruz,“Keşke bir şansımız daha olsaydı.” Fakat son tanemizle birlikte imâmemiz de yerinden ayrılıyor. O da geçmişimizin yuvasına hapsolunuyor. Kendi ellerimizle hoyratça kullanıp bir kenara attığımız tanelerimiz, hesap günü bizleri beklemek üzere yeni baştan sıralanıyor. Böylesine önem taşıyan hayatımızı doğru kullanmak duası ile Vesselâm…

Sabiha CAN

olan tek bir varlık... Yolcuların her biri farklı bir âlem içinde kimsesizliğin verdiği buruklukla dolu bir yolculuk evresinden geçmekte. Dünya adı verilen bu gemi, perdelerin ardına gizlenmiş bir sır yumağı aslında. Günü geldiğinde açılmayı bekleyen kapılar ve sırlar... Elbet bir gün bu evrenden göçüp gidecek çözülmüş ve çözülmeyi bekleyen sırlarıyla… Şimdi gemi kararmış ve hırçınlaşmış dalgalarla sessiz, ama içindeki fırtınalara rağmen âşikar ilerlemekte!


Deneme

yazılamayan öykülere dair Meryem Dilara SELAMET Kalemlerine baktı. Defterlerine baktı uzun uzun… Boş boş, çaresizce baktı. Ne olacaktı? Durmadan, canhıraş yazıyordu işte. Zihnine doluşan kelimeleri ne o zapt edebiliyordu. Ne de bir başkası… Kalemi eline alınca mürekkep ona sormuyordu bile artık. Birlikte yürüdüğü, birlikte uyuduğu, konuştuğu, yaşadığı kahramanları vardı. Öykülerin dünyası bu dünyadan daha emniyetliydi onun için. Oradaki sokaklar buradakilerden daha güvenli… Oradaki insanlar, buradakilerden daha temiz… Onlarca dünyası vardı. Yollarını kendi yaptığı, ağaçlarını kendi diktiği, kaderi kendi çizdiği… Aralarında gezinmek, kaybolmak iyiydi, hoştu da… Onun da artık bir ismi olmalıydı. Ne demişlerdi, “Bir cümleye başlarken başka biriydim, bitirdiğimde başka biri…” İşte bu delikanlı da tıpkı böyleydi. Kim bilir kaç kişiydi, kaç çocuk, kaç deli… Yazmak, artık onun kaderiydi. Lâkin artık her yazdığının altına ismini yazmak bir şey ifade etmiyordu. Bu, varlığı ifade etmeye yetmiyordu. Var olmak için yazılması gerekiyordu. Nasıl ki o yazıyordu ve dünya oluyordu. Onun da var olabilmesi için artık birinin onu yazması gerekiyordu. Aynalar artık görevlerini ifa edemiyorlardı. Kendini ne aynada, ne gölde ne de başkasının göz bebeklerinde görmek istiyordu… Artık kelimelerde yaşamalıydı. Cümleler kurulmalıydı ona dair ve o da okumalıydı. Onun da bir öyküsü olmalıydı. Diğer türlü yok… Hayır, var olduğuna inanamıyordu. Masadan kalktı. Tüm defterlerini çantasına dizdi. Perdeyi yavaşça araladı, dışarıda puslu bir hava vardı. Sessiz sedasız evden çıktı. Sokağa çıkmak istiyordu. Bir yerde oturmak ve öylece beklemek. O nasıl, dışarıda yana yakıla geziniyor, gördüğü her simânın öyküsünü yazıyorduysa, muhakkak ona benzeyen birileri de olabilirdi. O uğraşmayacaktı artık. Oturacak, keyfince çayını yudumlarken öykülerine devam edecekti. Biri de onu bulacaktı. Artık o gitmeyecekti gelmek isteyene. Olaylar ve kişiler onun ayağına gelmeliydi. Yağmurlu pazar günlerinin kendine has bir havası vardı. Tüm şehir uyuyormuş gibi, özgürce yürüyordu. Yürüyen kadınlara bakıyordu. Kadınlar… Resimlerinin çizilmesine, hikâyelerinin yazılmasına nasıl da meraklılardı! Nasıl da dünden razılardı. Ne kadar ağır bir şey olduğu bilseler acaba talip olurlar mıydı? Tüm bu iştiyaka inat, hiçbirinin öyküsünü yazmamayı geçirdi aklından bir an. Hayır, yapamazdı… Eğer onları dışlarsa, bir gün âşık olacağı bir kadın bulamazdı… Ama hala atamıyordu aklından. Neden kimse erkeklerin

öyküsünü yazmazdı? Acaba onların yazılacak kadar değerli hisleri olamaz mıydı? Böyle yağmurlu bir pazar sabahı yazmak… Deniz kıyısında bir kayanın üzerinde yosun olmak kadar kolaydı… Derin bir nefes aldı. Gökyüzüne baktı. Nefesini bıraktığında yüzünü ovaladı. Yürüdü… Yürüdü… Kahve kokusu caddeye taşıp, insanı uyandırmaya yeminli olmasa, neden yürüdüğünü unutacaktı. Neyse ki çok geçmemişti. Uğrak mekân haline gelen bu mekâna, içeride hiçbir tanıdık yüz görmemeyi dileyerek girdi. Pazar gününün yağmuru onu haklı çıkarmıştı. Kendine bir masa seçti ve oturdu. Defterlerini çıkardı çantasından ve masanın üzerine yaydı. Bir çay istedi. Siyah montunun fermuarını çenesine kadar çekti. Sandalyesine yerleşti. Düşündü, hiç sevmediği halde çay istemesinin de bir hikmeti olsa gerekti… Defterlerden birini açtı, yazmaya başladı… Bu sırada defterlerden birinden biri paçasını kurtarıp, dışarıya çıktı. Delikanlı canını bağışladı ona. Azad etti öyküsünden, sokağa karışmasını seyretti. Bunu kimse görmedi. Sonra bir kadın, sonra bir çocuk, sonra bir deli… Hepsinin canlarını geri verdi… Verdikçe, yalınlaştı, verdikçe isminin mürekkebi kalınlaştı. Acaba bu kahramanlar sokağa çıkıp ne yapacaklardı? Alışabilecekler miydi? Yahut dilimizi biliyorlar mıydı? Olur mu öyle şey canım… Onlar zaten buradaydı… Onları defterlere hapsetmek hataydı… Uzaktaki camda yansıyan siluetine baktı. Yüzünün beyazını düşündü, saçının siyahını… Bir anda çayını içmeye başladı. Sanki bir şeylere çok az kalmıştı. Yazacak onca şeyi vardı da, mısraların sonu gelmişti. Söyleyecek onca sözü varken, meydanda kimse kalmamıştı… Yaşayacak onca şey varken, sanki artık zaman kalmamıştı… İçti, yazdı… İçti, yazdı. İçti, yazdı. İçti, yazdı… Çayını bitirmesine bir iki yudum kalmışken… Kapıdan içeriye bir deniz kokusu girdi… İşte öykü burada başladı…

45


Deneme

başlıyor... Hatice Sümeyye Kübra ÇELİK

46

Güneş tekrar yeni bir umut ile doğuyor işte karşıdan. Dünkü kötü günün inadına. Hâla güzel vardır diye bir slogan dilinde. Sarısıyla canını aktarıyor yeni güne, kırmızısıyla da coşkusunu. Gökyüzü dayanamıyor bu cümbüşe. Bulutlar kendini veriyorlar bu engin dalgalı kızıl denize. Gökyüzü elindeki en güzel mavi tonunu bahşediyor güneşe. Bu mutluluğun, kardeşliğin birleşimine bir katkım olsun, ben de o çerçevenin içinde olayım diyor. Tam gün doğumuna zemin veriyor, yer ayırıyor bütçesinde. Çünkü hepsinin tek amacı var; mutlu, huzurlu, tüm gece ay ortamı yumuşattı. Tatlı meltemler estirdi, ay kendi mahzunluğunu verdi dünyaya. Ve işte o dün kızmış, güneş yatışmıştı. İşte şimdi tekrar gülüyor, herkesi mest ediyor ve sevinçle yeniden doğuyor. Kuşlar bu mahzun ve tatlı selama karşılık çeşit çeşit ezgilerle şakıyorlardı. Yemyeşil o korudan gün doğumu, kuş seslerinin düeti sergiliyordu. Çiçekler tomurcuklarını göstermiş, kendi mutluluklarını bu manzaraya dâhil ediyorlardı. Rüzgâr hafif hafif esiyor, hafif hafif esiyor, hafif hafif ürpertiyordu. Ama bu da onun mutluluğuydu, esmek. Hepsi küçük küçük paylaştılar kendilerindeki mutluluğu.

Ve işte gün doğdu. Herkeste bir heyecan ve merak bu yeniliğe karşı. Umulur ki bu mutluluk da güneşin kızgın batışıyla son bulmaz. Peki ama o zaman ay gelir miydi yine? Mahzun yakamozunu oluşturur muydu denizde? Hayır… Çünkü ay kendini hüzünde gösterir. Eğer mutsuz ya da sinirliysen seni yatıştırmak isterdi. O sadece ihtiyacında yanında olurdu. Ve kendi de böyle mutlu olurdu. Senin yanında hüznünü paylaştığında, sana destek olduğunda iyi hissederdi. Peki sen güneş kızmasın dersen ay hiç gelir miydi? Gelmezdi. Çünkü senin ona ihtiyacın olmazdı. Peki o zaman ay üzülmez miydi? Kendisini üzmek ister miydin, o tatlı masumiyetini? Hayır değil mi? O zaman ne mi yapmalı? Çok basit. Hiç müdahale etmemeli bu naif düzene. Bırakmalı. Onların verdiğini almalı. Zaten sana kötü bir şey vermiyorlar ki… O yüzden sakın reddetme. Sadece verilenleri değerlendir. Neşeyle başlayan günü devam ettir. Akşama güneş kızacak. Sabret, üzülürsen gün bitti diye, bekle ay yanına gelecek. Ve sana verdikleri bu tatlı huzuru hisset. Yeni günü değerlendir. Sonra seni seven, isteyen bu minik ama gösterişli ve naif figüranları yaşa. Hem de doya doya yaşa.

Bu eser ile arkadaşımız, Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği Nevruz konulu kompozisyon yarışmasında ikinci olmuştur.


bîçâre Yenilmiş bedenim dünyanın medhûşuna Ateşler içinde yanıyor, Yanıyorum… Bir damla su yeter. Belki de bir damla gözyaşı… Ama gücüm kalmamış, Hâlime yanıyorum… Sensin dünyam, sensin emelim. İdrak olunmazsın buna Suskun sevgilim… Neyleyim artık kaldım Sana bu son şiirim… Kendimle baş başa… Gözlerimi kapadım güneşe Aysa mürekkep olmuş kalemimde… Şeydanur ERBAŞ Esrarengiz bir sıradanlığın, Her şeyiyle dışında alışılmışlığın… Sana dön demeye cesaretim yok! Buna yetecek gücüm de yok…

sev beni

Yerinde mi saydı bu mevsim? Yoksa senenin neresindeyim… Seni sevmeyi seviyorum aslında… Zaten gözüm yok vuslatta… Düşlerimde kalsın ulaşılmazlığın Ya da gülümsemendeki sıcaklığın… Kilitledim zaten kalbimi Ruhum bırakmıyor seni… Konuşamadan sev beni sevgili Bilerek sev; sevildiğini...

Merve ALAN


yansımalar Sustum, Ağladığım her gece için Gözyaşı üzerine. Anladım ki sahte resimler Asılsız bu bekleyiş. Vuslat Hak Lakin Yapmacık hayatlarda Hayat değil yaşadığımız. Bir kurban var; Anladım. Söz ve sükût sınırında Bize susmak düşer. Gaflet

Kübra KESKENDİR

Dalalet Ve sükûnet Üç gün... Bir ömür var; anladım. Yalan sözlerden uzak Muştular bana Yelkovan tıkırtısı. Bekleyiş... Müjdeler bana Her insanın anısı. Saklandım güneşe karşı Buldu beni Yansıması.


Deneme

Yusuf ve kardeşi Şubat ayının en soğuk zamanlarıydı. Kar taneleri rüzgârın hızıyla oradan oraya savruluyordu. Soğuk fırtına inanılmaz bir hal almıştı. Sokak lambalarının turuncu ışığı kar tanelerini aydınlatıyordu. Rüzgâr şiddetini arttırıyor, karları savuruyor, gelgitler pencerenin önünde uğulduyordu. İşte böyle bir gecede kapısının önü karla kaplanan hastanenin koridorları dışarıdan gelen rüzgârın hafif uğultusu ile inliyordu. Bu uğultu sesleri bir hemşirenin hasta yakınına: ‘‘Oğlunuz oldu!’’ müjdesi ile adeta kesildi. Hasta yakını olan Ahmet Bey ve oğlu Yusuf sevinçlerinin doruklarına çıktılar. Ahmet Bey hemşireye dönerek heyecanla: ‘‘Oğlumu görebilir miyim?’’ diye sordu. Hemşire eliyle merdivenleri göstererek:‘‘İkinci katta, koridorun sonunda, solda.’’ diyerek odayı tarif etti. Ahmet Bey sevinçle koşarak hemşirenin dediği yere gitti. Babasının arkasından koşmaya çalışan Yusuf merdivenin yarısına ulaştığında babasını kaybetti. Etrafta dolanarak babasını arayan Yusuf korkuyu yaşamaya başladı. Çünkü babası onu bırakmıştı. Yusuf tekrar babasını bulabilecek miydi? Heyecandan ve korkudan aklı karışmış halde uzun koridorların arasında koşuşturuyordu. Yusuf babasını ararken, annesi Elif Hanım, eşi Ahmet Bey’e yeni doğan Umut’u gösteriyordu. Elif Hanım bir an durdu ve Ahmet Bey’e Yusuf’un nerede olduğunu sordu. Ahmet Bey arkasına döndü ve ‘‘Burada olması lazım ama!’’ Diyerek Elif Hanım’a: ‘‘Şunu bulup geleyim!’’ dedi. Ahmet Bey telaşla, Yusuf korkudan ağlayarak koridorların içinde koşuşturuyorlardı. Yusuf bu koşuşturma esnasında yorulduğu için durup bir banka oturdu. Kardeşi Umut’un doğması ile yalnız bırakıldığını düşünmeye başladı. Kendi kendine: ‘‘Eğer Umut doğmasaydı annemler beni yalnız bırakmazdı.’’ Diyerek bütün bu olanların sebebinin kardeşi Umut olduğuna karar verdi. Tam o esna da babası Ahmet Bey Yusuf’u buldu ve Yusuf’a: ‘‘Neredeydin sen? Meraktan öldük.’’ diyerek elinden tutup annesinin yanına götürdü. Odaya vardıklarında Elif Hanım da Yusuf’a ‘‘Neredeydin sen evladım?’’ diye sordu. Yusuf’un korku ve endişe içinde olduğunu anlayınca konuyu dağıtmak için Umut’u Yusuf’a döndürerek: ‘‘Bak! Ne kadar sevimli değil mi?’’ diyerek Yusuf’un dikkatini çekti. Yusuf Umut’a biraz baktı ve ‘‘Benim uykum var.’’ dedi. Elif Hanımla birlikte Ahmet Bey kahkaha atarcasına güldüler. Sabah olmuştu. Yusuf gözlerini açtığında kendini arabanın arka koltuğunda, üzeri ceketle örtülmüş bir vaziyette buldu. Uyku sersemliği ile ayağa kalktı

Ömer ÖZKAYA ve etrafa bakındı. Annesi ön koltukta kucağında Umut ile oturuyordu. Babası şoför koltuğunun kapısını kapatıp arabayı çalıştırdı ve arabayı sürmeye başladı. Yusuf sessizliğini koruyarak koltuğa oturdu. Annesi arkaya dönüp Yusuf’a: ‘‘Uyandın mı?’’ diye sordu. Yusuf, evet, cevabını vererek Umut’a kısa bir süre tekrar göz ucuyla baktı. Koltuğuna yaslanıp camdan dışarı bakarak düşüncelere daldı. Elif Hanım Ahmet Bey’e dönerek Yusuf’un şaşkın ve düşünceli halini konuşmaya başladı. Ahmet Bey onun bu halinin normal olduğunu klasik kıskançlık duygusu içinde olduğunu söyledi. Elif Hanım ile Ahmet Bey bu şekilde Yusuf hakkında konuşmaya devam ederken onların ne konuştuklarını duymayan Yusuf, derin derin Umut’u düşünürken bir yandan da hayatının devamında onu nelerin beklediğine de endişeleniyordu. Aradan birkaç hafta geçti. Bütün akrabaları ve komşular bir bir Umut’u ziyarete geliyorlardı. Yusuf artık bu durumdan sıkılıyordu. Bütün ilginin Umut üzerinde olması onun endişelenmesine sebep oluyordu. Yusuf misafirlerin hep gündüz gelmesinden dolayı gündüzleri sevmez oldu. Onun için artık geceler daha kıymetliydi. Çünkü gece vakitlerinde herkes uyuyor ve kimse Umut’a ilgi göstermiyordu. Yusuf bu durumu ister istemez anne ve babasına belli ediyordu. Elif Hanım, Yusuf’un bu halini görünce üzülüyordu. Ahmet Bey, Yusuf’un düzelmesi için ona ağabeylik duygusunun ne kadar güzel bir duygu olduğunu her fırsatta dile getiriyordu. Aradan birkaç yıl geçti Yusuf her geçen gün Umut’a karşı olan kıskançlık duygusunu, toplum içinde belli etmese de arttırdı. Bir gün Yusuf sokakta top oynarken kendinden büyük iki kişinin kavgasına şahit oldu. Kavgada dayak yiyen gence doğru ‘‘Ağabeyim!’’ diye haykırarak gelen bir çocuğun kavgaya dalışını seyretti. Çocuk ağabeysini kurtarmıştı. Yusuf bir an duraksadı ve kendini dayak yiyen gencin yerine koydu. Biraz tebessüm ederek kardeşlerin ağabeyleri için yaptıkları fedakârlıkları fark etti. Sonra Umut’un ileride ona karşı yapacağı iyilikleri düşündü. Umut için beslediği kıskançlık duygusunu yenen Yusuf yaptıklarından pişman olmuştu. Sonra topunu bıraktı ve koşarak yüksek bir tepenin olduğu yere gitti. Artık çok sevinçliydi. Onun için gündüzlerin kıymeti ortaya çıkmıştı. Ve ellerini gökyüzüne uzatarak ‘‘Geceler gitsin gündüzler gelsin!’’ diye haykırdı. Artık ağabeylik duygusuna ulaşan Yusuf, Umut’a karşı sevecen duygular hissetmeye başladı.

49


Deneme

cevap/sızlar Yine gözlerimin önü kapkaranlık. Güneşin doğmasını bekler gibiyim. Aslında bunu bekleyeli çok zaman oluyor. Gündüzde olmamıza rağmen içimde, gözlerimde gece yaşanıyor. Bu güneş ne olabilir sizce? Güneşin bana doğması için ne yapmalıyım? Aslında hiçbir çabam yok. Sadece bekliyorum. Çabasız ve anlamsızım. Yürüyorum boş ve uzun bir yolda. Karşıma neyin çıkacağı belli değil. Hasret, mutsuzluk, güçsüzlük hissediyorum sadece. Yalınlık belki de… Yaşanan ve yaşanacak günlerim arasında pek bir fark düşünemiyorum. Yaşanacak günler… Bunlar belli bile değil. Bugünümü güzel geçirmek, dolu geçirmek varken, neden geçmiş ya da geleceği düşünüyoruz? Hz.

50

kalemin büyüsü Oturuyorum, sıcak çayım elimde. Yalnızım, yine uzun zamandır olduğu gibi. Yalnız değilim ama yine de yalnız hissediyorum. Yapayalnız... Saatin tik takları yalnızlığıma eşlik ediyor, dışarıda uğuldayan rüzgâr da öyle. Bir de kalemim var elimde. Son zamanlarda sürekli arkadaşlık ediyor bana. Hiç yalnız bırakmıyor. Sanki büyülenmiş gibi, her gece yatağın kenarına çökmüş otururken, elimde buluyorum onu. Yoldaş oluyor bana. Ben yıkıntılarımı düşünüyorum; umutlarımı, hayallerimi, hüzünlerimi... Tartıyorum onları. Yaşanmışlıklar ve yaşanamamışlıklar acıtıyor canımı. Pişmanlıklarım esiyor yüzüme, imkânsızlıklar doluyor içime, boşa kurulan hayâllerim konuşuyor benimle, umutsuzluk ziyaret ediyor beni. Ve içimde kopan fırtınalara karşı sadece; sessizlik. İçimde yaşıyorum duyguların en yoğun olanlarını, zirvelerde hissediyorum acılarımı ama ölümüne sessizlik. Susuyorum, dilim susuyor, gözlerim susuyor, kalbim konuşuyor ve kalem dinliyor. Ve sonra kalem kâğıda değiyor. O an zaman duruyor sanki. Büyü işliyor. Bir şeyler dökülmeye başlıyor kalemden kâğıda. İçimde birikenler akıyor. Ben yazmıyorum o yazıyor. Sanki dünyanın en gü-

Sevil ODABAŞ Âdem’den beri nankörlük var kanımızda. Umutsuzluk… Vazgeçiyoruz değil mi herşeyden? Gittikçe unutuyoruz geçmişimizi. Amaçsızca yaşıyoruz belki de. Dedim ya nankörleşiyoruz, göze almıyoruz hiçbir şeyi. Alamıyoruz değil almıyoruz! Bilmek, yapmamak, yaşayamamak! Sonra keşkeler ve yine sonuç aynı: Umutsuzluk… Benim gördüğüm bunlar. Bana sorun “yapıyor musun?” diye. Cevap bile veremiyorum. Korkuyorum artık. Tek isteğim bilmek, öğrenmek ve aktarmak. Bunun için bir şey yapıyor muyum? Bilmem. Gerçekleri duymak zor değil mi? Hayat işte… Nereden nereye…

Serra USTA zel motiflerini işlercesine nazik, dikkatli, düzenli... İçime, hüznün yağdırdığı tipinin, biriktirmiş olduğu kar taneleri teker teker, usanmadan akıyor gözlerimden. Eriyor tipinin yağdırdıkları, duramazlar içeride. Akıyor yağdıranla beraber dışarı. Titreyen ellerim kırıyor kalemimin ucunu defalarca ama vazgeçmeyişim yine de yazmaktan, unutamayışımın bedeli aslında. Bazen duruyor kalemim. Ben duruyorum. Dalıp gidiyorum uzaklara, gözlerim buğulu. Hasret alıyor kalemimi, daha çoook hüzün yazdırır bana, biliyorum. Kalemim başlıyor tekrar, ben kalemimin âleminde ilerliyorum. Geçiyor zaman, tik taklar kayboluyor sanki, ben kaybolmuşken. Bir kalemimi buluyor, bir ona sarılıyorum. Bir o anlıyor beni, başka kimse anlamıyor. Büyü tamamlanıyor ve kalemim özenle işlediği acılarımın sonunu yine üç noktayla sonlandırıyor ki umudumu kaybetmeyeyim. Ve kalemim görevini tamamlıyor. Benimse beynimde tekrarlanıp duruyor kalemimin son cümlesi; ömrüm geçip gitse de yokluğunun kıyısında, yine de bekleyeceğim ve gün gelecek, yüzümde yokluğuna bile razı olmanın tebessümüyle öleceğim.


Deneme

bir öykü ve bir yaz Meryem Dilara SELAMET

“Mürekkepsiz yazdım. Benimki sessiz bir nâra…” İnsanı kendine getirmek gibi bir amaç edinmiş bugün yağmur. Nedense bu akşam annelik yapmıyor masallarıma. Hayırlar ola… Bu akşam, her şey bir kere daha yanlış gibi… Bitmedi diyorum ben de… Bitmedi şaşkınlığımız. Öyle ki rüyalarıyla baş edemeyen biriyim artık. Öyle ki hala maşukluk biçiliyor rolüme… Birkaç gün evvel kendi defterine yazan bendim, “yoksa öykünün kahramanı ben mi olacağım? Senin öykünün…” diye… Nasıl da büyük aldanış. Ya şu rüyaya ne demeli? Hani öykü yazarı adamla evlenen öykü yazarı şu kızın hikâyesi… Kahramanları mı rüyaydı yahut onlar mı rüyanın kahramanlıydı? Ya da şöyle sormalı, biz mi kahramanlarıydık senin öykünün? Ya da bu öykü bir rüya mı? Baştanbaşa var olmak, tüm bu acıya yetiyor. Ama yok, mecburum yaşamaya. Yola mahkûmum… İsimler madem bu kadar kararlılar tecelli etmekte, biz madem bu kadar seviyoruz isimlerimizi… O halde ben masumiyeti giyiniyorum her akşam. O halde sükûneti kalkan ediyorum dilime… Sabrı sarıyorum yaralı ellerime. Zira ezelden yazılmış benim mendilime: “Meryem orucu söz ile açtı. Çünkü o susmuştu” Böyle söylemişler zamanında birine… O halde söyle onlara! Harflerin demetlenip dizildiği bir sepet bırakıldı kapıma. Ellerim, ayaklarım hiçbir yere değmeden, dokunmadan öylece durmak… Beklemek, az sonra kopacak kıyametin herkesin üzerine yağacağını fehmedince gerçek. Gökyüzü, rahmet doğuracağını hissettiğinde bulutuyla mutlu. Şimdi söyle onlara… Ben bir ozanım. Ben de bilirim, “bir duraktan göğe bakmayı”. Ben de dilerim, “esirgenmeyi ve bağışlanmayı”. Ben de hissederim “olgunlaşmış bir incir” olmayı. Ben de bilirim,” aynalarda, bu şehirde… Bu dünyada aranan bir Mariyya” olmayı… Talebelik azimde, dervişlik sabırda, kadın olmak ise sükûnettedir… Olacaksam şayet, Hüsameddin gibi talebeliğe talibim. Olacaksam, Şems gibi dervişliğe… Olacaksam eğer, Fevziye gibi sabırlı, Sofya gibi çalışkan, Lamia gibi güzel, Nuran gibi muhtaç, Emma gibi melek, Meryem gibi temiz kadınlığa…

Öyküler midir kaderin nişaneleri? Yahut yazmak, okyanusta dalga, baharda çiçek, kadında hüzün gibi tabii midir? Dil mi nakıstır duyguları şerh etmede? Yoksa hisleri ifade etmek insanın nakıslığından mıdır? Böyle anlarda, mürekkep yol olamaz mı? Ruhunu kalemin ucunda dans eden karaltıya saklamak bir kaçış mı? İnsan, kelimelerinin tükendiğini hissettiğinde yüzyıllık ölüleri yaşatamaz mı? Ömrümüzle oynayan şu kelimeler… Artık kendilerine kâmil anlamlar içeren ebedî sonlar bulamaz mı? Şaire göre,” seken bir topa kim vurmak istemez ki?” Oysa top yerinde dururken, çocuk sabırlı olamaz mı? Ah bu sorular! Kıyametin bayraktarları… Sen ki… Benim en mükedder demlerimde bana umutlu bir rüyaydın. Şimdi seni defterlerde bile olsa öldürmeye varmıyor elim… Sen, benim öykülerde buluştuğum muhayyel yoldaşım… Kalemi elime almalıyım artık. Hüznümü boynuma asıp, umudumu heybeme koyup yola çıkmalıyım. Gitmeliyim yıkık köprülerin başına. Yazmalıyım boyuna… Durmadan, yorulmadan… Zalim aylara, can yakıcı rüzgârlara inat… Şiirleri sarmalıyım ellerime, yağmurları içmeliyim… Beni haram ettiğin o öykü var ya… İşte ben onun annesiyim. Bildiğimiz halde gizlediğimiz her şey, gözlerimizin renginden bize bakıyor. Tam bu anlarda tebessüm, başka bire yerde tebessüm ediyor. İki değil… Kaç dünya arasındayım bilsem… Bunu bir denize anlatmalıyım. Sırrımı verse verse âsumana verir… Ki o da yabancı değil… İkindi güneşinin insanların yüzünü loş ettiği, aşk şarkılarının içimizi hoş ettiği her an şahit benim merhametime. Bu yaz, bir öykü edinmeliyim kendime. Masmavi olmalı. Bir insan edinmeliyim, bir şarkı, bir umut… Eteklerim uçuşmalı, dalgalar şarkı söylerken… Bir balıkçıyla tanışmalıyım. Defterlerimi göstermeliyim ona, ismini sormalıyım. Sessizce izlemeliyim güneşin ufukta saklanışını… Yaz’ı yazmalıyım. Yaz’ın sahibi olmalıyım. Her şeyden, herkesten çok uzakta… Bu öykünün ‘Büyüsün Yazmalıyım…’

51


Öykü

yarım kalmış işler Hüsna BAKA Sabah uyanır uyanmaz, insanların sabah uyandıklarında düşündükleri şeyler hakkında düşünmeye başlamam ne kadar tuhaf. Ben küçükken, henüz annem beni büyütmekle uğraşırken, beni nedense her zaman karanlık ve nedense her zaman camı buğulanmış odamdaki yatağıma yollarken, “İnsan gece yatmadan önce ne düşünürse, aklından ne geçirirse onu düşlerinde görür, sabah onu düşünerek uyanır.” derdi. “Benim bebeğim güzel hayaller kuracak, tatlı rüyalar görecek ve mutlu uyanacak öyle değil mi?” Böyle bir cümleyi hangi saatte uyuyup uyanacağına bile karar veremeyen bir kız çocuğuna onaylatmak ne büyük saçmalık. Babamı hiç görmedim, hep

52 uzaklardaydı. Annem de bana hep böyle tuhaf davranırdı. Dünya üzerindeki bütün kız çocuklarının koltuğunun altında koca bir oyuncak bebekle çektirdiği sevimli bir resmi vardır mutlaka. Benim öyle bir resmim bile olmadı, annemin anlaşılmaz davranışları sayesinde koltuğumun altına kocaman bir oyuncak bebeği bile yakıştıramadım. Annemin her cümlesini bana onaylattığı ve benim de onun her cümlesine inandığım o yaşlarda, uykuya dalarken düşünülenlerle uyanınca düşünülenler arasındaki ilişkiye de inanıyordum. Daha sonra, on bir on iki yaşlarına geldiğimde annemi daha az görmeye başladım. Böylece annem daha az cümlesini bana onaylatma şansı bulmaya başladı ve ben de onun her söylediğine inanmamaya başladım. O zaman, insanın uyandığında bir önceki gün yapmaya başladığı ve tamamlayamadığı şeyler hakkında düşündüğünü fark ettim. Ve belli belirsiz, insanın ömrü boyunca yüklenebileceği en büyük yükün, tamamlayamadığı işlerin ağırlığı zaman geçtikçe artan

yükü olduğunu fark ettim. Annemi neredeyse hiç görmemeye başladığım on beş on altı yaşlarında bilinçaltı hakkında bir şeyler okudum ve bu görüşümden iyice emin oldum. Artık orta yaşın o geniş aralığında, yaşı hakkında fikir yürütmenin kolay olmadığı insanlardan biri olarak yer alıyorum. Annemi görmeyeli on yıllar oldu. Bunun yalan olduğunu bilmesem, geçen zamanın uzunluğunu anlatmak için annemin yüzünü unuttum derdim. İnsanın uykuya dalarken düşündükleriyle uyanınca düşündükleri hakkındaki pekiştirilmiş fikirlerimi bir kenara bırakıp yeni bir şey keşfettim; ömrünü hiçbir şey yapmadan geçirenlerin aslında bir ömür dolusu tamamlanmamış işe sahip olduğu gerçeği. Bu yüzden rüyalarımda etrafta karşılaştığım ama tanışmadığım insanların yüzlerini görürüm ve uyandığımda kendimi dopdolu bir belediye otobüsünde bir koltuğa tutunup yolculuk yapmayı düşünürken bulurum. Ben belediye otobüsüyle yolculuk yapmam. Belediye otobüsüne neredeyse hiç binmemişimdir. Dev bir binada sabahtan akşama kadar yoğun bir şekilde çalışıyorum. Dev binaların çoğu gibi, bu bina da halkın onları güvenilir bulmasını önemseyen kuruluşlardan birine ait. Eğer bir fabrika olsaydı beni her sabah evimden alıp her akşam evime bırakan bir servise sahip olurdu. Ancak bir fabrika değil. Bildiğim dev binaların çoğu gibi bu binanın da yakınında bir metro istasyonu var ve ben sabah akşam metroya biniyorum. Kirli cepheli bir apartmanın yedinci katındaki mini minnacık bir dairede yaşıyorum. Yalnız başıma, çünkü bana soru sorulmasından nefret ederim. O kadar şiddetli bir nefret ki bu, bana şahsım hakkında soru soran birinin suratına bir daha içim kalkmadan bakamam. Nasıl iş bulacağımı kara kara düşündüğüm gençlik yıllarımda, semt pazarında kamerayla çekim yapan bir adam çok şükür bana hiçbir şey sormadan şu anki işimi teklif etti, ben de o gün bu gündür o dev binada çalışıyorum. Saat dokuza çeyrek kala o binada olmam gerektiğinden, hafta içi her sabah yedide uyanırım. Bu güne dek bir defa bile işe geç kalmadım. Otobüsler hakkındaki düşünceleri kafamdan attığımda kalkıp elimi yüzümü yıkarım. Daha sonra su ısıtır, büyük, üzerinde yarısı silinmiş bir yelkenli resmi bulunan sararmış bardağıma kaynar suyu koyar çay poşetini içine daldırırım. Sonra haftada bir defa iş dönüşü fırından satın aldığım kızarmış ekmeklerden iki dilimin üzerine, herhangi bir marketten aldığım herhangi bir marka tereyağını sürerim. Onların üzerine de gül reçeli sürerim. Gül reçelini önemserim, diğer reçeller gibi değil gül reçeli. Marketlerdeki onlarca farklı markaya ait cam kavanozların, teneke kutuların içindeki çeşit çeşit gül reçellerini görmezden gelir, mutlaka markası Gülşehir olan reçeli alırım. Zaten Gülşehir


Öykü gül reçelini sadece metro istasyonun hemen altındaki dev markette bulabiliyorum. Çünkü anladığım kadarıyla Gülşehir, o marketin ucuza gelmesi için başka bir markaya ürettirdiği reçel. Bu reçeli bir de metro istasyonundan sonraki ikinci sokakta, büfenin yanındaki, önünde lastik toplar olan bakkalda bulabiliyorum. Bakkaldakilerin markete ait olması gereken bu markayı nereden bulduğunu bilmiyorum, sadece markete girmeyi unuttuğumda aynı reçeli bakkaldan da alabilmekten hoşnudum. Kaç yıldan beri her sabah aynı şeyleri yiyip aynı bardaktan çay içtiğimi bilmiyorum, alışkanlıklarını kolay değiştiren insanlardan değilim. Çoğu insan alıştığı şeyleri daha hızlı ve daha kolay yaptığını söyler, bunun doğru olmadığından eminim. Eğer doğru olsaydı her gün aynı şeyleri yapan ben, her sabah daha zor uyanıp daha yavaş hazırlanmazdım işe gitmek için. Bazen de hareketlerimin hızının değişmediğini, dünyanın dönmeyi unuttuğunu düşünüyorum, sonra bir şarkıda benim gibiler için dünyanın dönmediğinin söylendiğini hatırlayıp tek başıma vardığım bu doğru sonuç için kendimi kutluyorum. Giyinmem kolay oluyor, üç kademeli bir iş benimki, erken saatlerdeki ilk aşama için basit giyinmem yeterli. Dizimden bir karış aşağıda düz bir etek, düz bir bluz, fazla parlak olmayan, mümkünse geometrik desenli bir eşarp bana yetiyor. Farklı görünmem için her gün ve her aşamada farklı giyinmem gerekiyor. Bütün giysilerim iş yerindeki bilgisayarlardan birine kayıtlı, bilgisayar her akşam ertesi gün giyeceğim üç takımı söylüyor bana, ben de onları temizleyip, aslında heybe gibi ve oldukça kaba bulduğum ama moda olması sebebiyle utanmadan kullandığım büyük çantanın içine dolduruyorum. Aslında benim yaşımdaki, yanında her zaman bin türlü ıvır zıvır bulunduran birinin

böyle çantalara ihtiyaç duyması çok normal ama nedense bu çantayı kullanırken bana ait olmayan bir şeyi kullanıyormuşum gibi hissetmekten kendimi alamıyorum. Bir yandan da evimle metro istasyonu arasındaki uzun yolda ve metrodaki uyku getirici dakikalarda yanımda böyle kocaman bir çantanın olmasının soru sormayan bir arkadaşa benzediğini düşünüp çantamı sevmeye çalışıyorum. Çalıştığım müddetçe böyle çantalar taşımaya mecburum. Fakat alışkanlıklarını kolay değiştiremeyen birinin alışamadığı bir şeyi sevmesi hiç kolay olmuyor.

Biraz daha zaman geçtiğinde kendime, toplu taşıma araçlarına binenler ve akıllarından geçenler hakkındaki fikirlerimi açıklayacağım. Bana öyle geliyor ki; insanlar toplu taşıma araçlarında seyahat ederken sabah uyandıklarında düşündükleri şeyleri düşünmeye devam ediyorlar. İnsanlar araçlardayken sadece varış yapmayı bekliyorlar ve başka bir şeyle gerçekten meşgul olmuyorlar. Bu meşguliyetsiz dakikalarda tamamlayamadıkları neler varsa vicdan azabına dönüşerek akıllarına düşüyor. Okuldayken bize tarif edilen, vücuda girip tahribata başlamak için uygun ortamı bekleyen mikroplar gibiler. Eğer insanların akıllarından geçenleri okuyabilme gibi bir kısım insanların sahip olduklarını iddia ettikleri yetenek bende de olsaydı, tanımak istediğim insanlarla yirmi dakikalık sessiz bir yolculuk yapmak isterdim; her gün geçtikleri güzergâh üzerinde. Kendisine soru sorulmasını sevmeyen insanlar gibi ben de soru sormayı sevmiyorum, bundan nefret ediyorum. Tahmin ettiğim gibi olmayan, beni şaşırtacak cevaplar almak beni ölesiye korkutuyor. Çalıştığım yeri gündüz vakti ara sıra işgal eden ruh doktorlarından birine bundan söz etseydim, annesiz ve babasız bir çocukluğun sebep olduğu güvensizlikle ilgili bir şeyler söyleyebilirdi belki. Böyle bir şeyden asla söz etmeyeceğim için tahminimin doğru çıkıp çıkmayacağını bilmiyorum ve kendimi kutlayamıyorum. Bunun da yarım kalmış işlerden biri sayılıp sayılmayacağından ve aklıma sabahları otobüsleri getirip getirmeyeceğinden emin değilim. Emin olsam da bir şey fark etmez zaten. Çalıştığım dev binada bir sürü stüdyo var ve benim hangisinde çalışacağım değişiyor. Eskiden, çalıştığım işte şimdikine göre yeni sayılırken bundan nefret ederdim. Zamanla binaya ait bütün stüdyolara alıştım ve çalışacağım stüdyonun değişmesi beni rahatsız etmemeye başladı. Gerçi alışılmış bir değişikliğin değişiklik sayılıp sayılmayacağından emin değilim. İnsanın yaşı ilerledikçe emin olamadığı şeylerin sayısı da artıyor. Stüdyoda yerimi almadan önce yorgun ve otomatikleşmiş görünen biri, çoğu zaman bir kadın gelip bana makyaj yapıyor. İnsanların yüzlerine makyaj yapma gibi bir iş hiç hoş olmasa gerek. Zaman geçtikçe karşılaştığı insanların yüzlerini üzerinde çalıştığı bir nesne gibi görmesi muhtemel. Ben de bir arada olduğum insanları bulunduğum mekânın bir parçasıymış gibi görürüm ama bunun benim işimle bir alakası yok. Benim işim arka taraftaki deneyimli kalabalığın bir ferdi olmak. Beklenilen yerde el çırpıp beklenilen yerde ayağa kalkmak, beklenilen yerde alkışlayıp beklenilen yerde ıslık çalmak ve arada sırada kamera bizim oturduğumuz tarafa çevrildiğinde etkilenmiş veya eğlenmiş görünmeyi başarmak. Çok kolay ve basit bir iş ama itiraf etmeliyim ki, aynı belediye otobüsü ve aynı yolcularla aynı yolda hiç bitmeyen bir yolculuğa çıkmak gibi. Bazıları hayatın böyle olduğunu söylüyor ancak farklı bir yaşamım olmadığı için haklılıkları konusunda bir şey söyleyemeyeceğim. Okumadığım ve soru sormadığım için başkalarının görüşleri hakkında görüş bildirmem ben. Zaten doğru ifade edildiğinde bunun ne kadar gereksiz bir şey

53


Öykü

54

olduğu iyice ortaya çıkıyor. Belki beni tanıyan biri olsaydı beni konuşmadığım, soru sormadığım, alışkanlıklarımı değiştirmediğim için yapılabileceklerin en kolayını seçmekle, basitlikle suçlardı. Ancak böyle biri olmadığı için hakkımda böyle düşünülüp düşünülmeyeceğini bilmiyorum. Zaten bilsem de tartışmak, hele kendim hakkındaki bir konuda tartışmak yapacağım son şey olurdu. Sabahları işimin en ruhsuz bölümünü yapıyorum. Asla geç yatmadığım için uykusuz kalmam ben, buna rağmen sabahları uyumamak için kendimi zor tutuyorum. Hele eskiden daha kötüydü; kadınları, sadece ve sadece ev kadınlarını ilgilendirecek programlar oluyordu. Ben de bütün sabahı hiç de ev kadınına benzemeyen bir takım kadının yemek tarifleri, bebek bakımı, bahçe mobilyaları hakkında konuşmasını dinleyerek geçirmek zorunda kalıyordum. Ev kadını olmak bir yana, ömründe gerçek bir ev kadınını dahi tanımamış biri için tahammülü zor saatlerdi doğrusu. Son yıllarda kadın programı denmesine rağmen benim de ilgimi çekmeyi başarmış programlar yapıyoruz. Önceden sanki adı Mutlu Ev Kadınları olan bir grup varmış da, bu gruba dahil olmak için herkesin yaptığımız programları izleyip uygulaması gerekirmiş gibi bir hava olurdu stüdyoda. Ev kadınına hiç benzemeyen kadınlar kendilerinden oldukça emin bir şekilde adı anılmayan bu Mutlu Ev Kadınları grubunu başarıyla temsil ediyormuş gibi kocaman sırıtır, bilmiş bilmiş konuşurlardı. Ev kadınına onlar kadar bile benzemeyen konukları, bu eziyete katlanan herkesi alanlarındaki uzmanlıklarıyla aydınlatırlardı. Sonra, sanki bu aydınlanmanın verdiği mutluluğun iyice pekişmesi için, konuklar içinde bulunan bir şarkıcı ortaya çıkıp elinde mikrofon; döner, el çırpar, Mutlu Ev Kadınları’nın mutluluğunun zirveye çıkmasını sağlardı. Yaptığımız yeni programlarla Mutlu Ev Kadınları rüyasını yerle bir ediyoruz. Gerçi o programların ev kadınına benzemeyen sunucuları işsiz kalmış değil, bu yeni programları sunuyorlar. Ancak eski, alanında uzman konuklar yok oldular, onun yerine Ev Kadını Olmanın Dayanılmaz Acıları’ndan bahsedecek konuklar geliyorlar. Akla bir seferde zar zor sığıştırılabilecek bütün dramları ortaya döküp gürültü yapıyorlar, ağlıyorlar, bağırıyorlar, bazen bayılan da oluyor. Böylelikle Ev Kadını Olmanın Dayanılmaz Acıları konusunda bu şenliği kaçırmak istemeyenleri aydınlatıyorlar. Yalnız, insanlardan ne beklediklerinden emin değilim. Adı kadın programı olan bir programın ev kadını olan herkesi ilgilendireceği düşünülürse; bütün kadınların, Bütün Kadınların Çektiği Dayanılmaz Acılar konusunda bilinçlenmeleri mi, günün birinde çekmeleri muhtemel olan Ev Kadını Olmanın Dayanılmaz Acıları hakkında bilgilenmeleri mi yoksa görünüşleri kendileri gibi olmasına rağmen Dayanılmaz Acılar Çeken Kadınlar’ın var olduğunu görüp kendilerini Mutlu Ev Kadınları’ndan biri gibi hissetmeleri mi? Hiçbiri beni bağlamayacağı için programları beğenmemin ferdi nedenini açıklayabilirim. Hiç görmeyeceğim evlerde, yaşam hakkında yaşadıkları olağanüstü deneyimler sonucu tatmin edici sonuçlara

ulaşmış, ancak mutlu olan insanların hissedebileceği ilahi duyguları tatmış gibi davranan Mutlu Ev Kadınları’nın varlığını düşünmektense, yine hiç görmeyeceğim evlerde, yaşam hakkında yaşadıkları olağanüstü dramlar sonucu acı verici sonuçlara ulaşmış, dertsiz insanların hayal bile edemeyeceği sıkıntıları tatmış gibi davranan Dayanılmaz Acılar Çeken Kadınlar’ın varlığını düşünmek bana daha hoş geliyor. En başlarda bu yeni grubu daha gerçekçi bulmuştum. Mutlu Ev Kadınları’nı hiçbir evde bulamam ama Ev Kadını Olmanın Dayanılmaz Acıları’nı çeken kadınları mutlaka bulabilirim diye düşünüyordum. Sonra bu kadınların da, çektikleri acılara varana kadar kurmaca olduğunu anladım. Tıpkı ön sıra seyircileri gibi, tıpkı Mutlu Ev Kadınları gibi, bu yüzden onları hayal etmenin zevkiyle yetinmek zorunda kaldım. Gençken, herkesin kendi mesleğinde ilerlemesi gerektiğini düşünürken aklımdan ciddi ciddi arka sıra seyircisinden ön sıra seyircisine terfi etmeyi geçiriyordum. Onlar daha iyi para alıyorlardı. Arada kalkıp soru soruyorlardı, yorum yapıyorlardı. Platforma çıkıp programa karıştıkları da oluyordu. Yalnız onlar benim gibi rast gele bulunup yapımcılara tanıtılarak işe alınmıyorlardı, onları bulmak için arıyorlardı, sonra yapımcılar da bulunanlar arasından onları seçiyorlardı. Hele son zamanlarda çok etkileyici bir performans sergiliyorlardı; Dayanılmaz Acılar Çeken Kadınlar’ın Kadın Olmanın Dayanılmaz Acıları’nı çektiklerine, Erkek Olmanın Dizginlenemez Gururuna Sahip Adamlar’ı bile inandırabiliyorlardı. Ben onların arasına katılıp katılmamaya karar verene kadar herkesin kendi mesleğinde ilerlemesi gerektiğini düşünecek yaşı geçmiştim bile. Belki akıl danışacağım biri olsaydı daha çabuk karar verebilirdim, ancak kendi başıma doğru kararlar alıp kendimi kutlamayı her zaman tercih ederim. Bence bunca sene kadın programı izleyip hala ev kadınları hakkında hiçbir şey bilmediğim gibi doğru bir sonuca vardığım için kendimi kutlamam lazım. İkinci aşama öğle yemeğinden sonra. Birinci aşamadan sonra haberler, eski bir film konuluyor ki, Mutlu veya Dayanılmaz Acılar Çeken kadınlar yemek yapabilsin, okuldan dönen çocuklarının önüne yaptıkları yemeği koyabilsin. Sonra da evi toplayıp yeniden televizyonu açabilsin, ya da hiç kapatmadıklarını düşünürsek önüne oturabilsin. Bu arada bana uzun olmayan, kısa da sayılmayan bir zaman bırakabilsin, ben de bu zamanı aklımı dolduran şeylerle meşgul olarak geçirebileyim. Hiç ev kadını tanımamama, onlar hakkında hiç bir şey bilmememe ve yaşamlarını bu kadar çok hayal etmeme rağmen birinci aşama biter bitmez aklımdan çıkıyorlar. Çünkü benim insanın uyumadan önce düşündükleriyle uyanınca düşündükleri arasındaki ilişkiler konusunda ciddi takıntılarım var. Ne vakit boş kalsam aynı şeyleri düşünmeye başlıyorum. Ev kadınlarının bana tanıdıkları süre boyunca; yemek salonunda, koridorlarda, insanların beklediği, hazırlıklar yaptığı, bu arada oraya buraya koşturup durduğu zamanda, gözümün önünden birbiri ardınca tıklım tıklım dolu belediye otobüsleri geçiyor.


Öykü İnsanın aslında ömrü boyunca hiçbir şey yapmadığını düşünerek hiçbir şey yapmadan vakit geçirmenin nasıl bir şey olduğunu hissediyorum. Etrafımdaki bütün duvarlar peş peşe üstüme yıkılmış, ben hissiz bir karanlık içinde tekrar tekrar üstüme çöken bu büyük yığının altında ölüp ölüp dirilmişim gibi geliyor. İnsanın hiçbir şey hissetmeden tekrar tekrar ölüp ölüp dirilmesinin onun için ne kadar büyük bir kayıp olduğunu düşünmeye dalmışken ikinci aşama için hazırlanma zamanım geliyor. Bluzumu ve eşarbımı değiştiriyorum, bana yeniden makyaj yapıyorlar. Eğer makyajımı yapan yeniyse biraz uzaklaşıp güzel göründüğümü mırıldanıyor, hiç üstüme alınmıyorum. Bunun bana değil, benzemem gereken suret gibi görünüşüme bir iltifat olduğunu biliyorum. Sonra son hazırlıkların yapıldığı stüdyoya girip arka sıralardan birine oturuyorum. Görevliler kızmasa en sevdiğim koltuğa bir numara yazacağım ve hep ona oturacağım. Biri yerime oturduğunda hiç kibarlığa gerek görmeden onu en kaba şekilde yerimden kaldıracağım, böylece bir daha yerime oturmayı aklından bile geçirmesin. Eğer oturmaya devam ederse sabahkileri aratmayan bir yaygara koparacağım. Herkes bizi ayırmaya çalışacak hatta yönetici bile gelecek ve ben ebediyen o koltuğun sahibi olacağım… Merak ediyorum, eğer hep aynı koltuğa oturma lüksümüz olsaydı bunları hayal edebilir miydim? Bence kurallar ve yasaklar pasif insanları özgürleştiriyor. Yasaklar ve kurallar varken kendilerine tanınan kısıtlı hareket alanını sonuna kadar kullanmış, mümkün olduğunca özgürleşmiş oluyorlar. İkinci aşamaya yarışma programı deniyor. Eskiden bilgi yarışmasıydı bunlar, birbirine benzeyen takım elbiseli adamlar sunardı hepsini. Kamera benim bulunduğum yere çevrildiğinde etkilenmiş görünmem gerekirdi. Şimdi beceri ve şans yarışması oldular. Birbirine benzeyen adamların yanına birbirine benzeyen, güneşte unutulmuş gibi iyice renk değiştirmiş sarı saçlı kadınlar eklendi. Adamlar artık takım elbise giymiyor, birbirinden ayırt edilemeyecek kadar farklı şeyler giyiyorlar. Etkilenmiş gibi görünmeme de gerek kalmadı, eğlenmiş gibi görünmem herkesi memnun ediyor. Bu yeni yarışmaları eskisine göre daha çok seviyorum, sadece eğlenmiş görünmek etkilenmiş görünmekten daha kolay, hem de çok daha kolay olduğu için değil. Farklı şeyler denemiş insanları şaşırtmak farklı hiçbir şey denememiş insanları şaşırtmaktan çok daha kolay olduğu için. Farklı şeyler denemiş olanlarda, deneyecekleri yeni şeyler hakkında ister istemez bir beklenti oluşuyor. Deneyecekleri şey farklı olduğu için beklediklerinden de

farklı olması ve şaşırmaları çok muhtemel. Ama ne bekleyeceğini bile bilmeyen birini şaşırtmak çok daha zor oluyor. Etkilemek, etkilenmiş gibi görünmesini sağlamak da, tıpkı benim yapmaya çalıştığım gibi. Bu yarışmaları sevmemin bir diğer nedeni de şans meselesi. Bilgi yarışmaları hep adil değilmiş gibi gelirdi bana; herkes eşit derecede bilgili olma şansına sahip olamayacağı için. Ama beceri doğuştan, herkes eşit beceriye sahip olma şansına sahip. Şanslı olma şansı zaten herkes için aynı. Böylece şans ve beceri yarışmalarında yarışmacılar, program reklâmlarında vaat edilen arabaları, büyük ekran televizyonları, paraları kazandıklarında haklarıyla kazanmış oluyorlar. Aslında insanları eğlendirdikleri için ödül kazanamayanlar bile ödül hak ediyorlar. Benim için en keyifli aşama oluyor bu. Her gün benzer yarışmalar izlediğim halde hepsini de yorum yapacak kadar bile canım sıkılmadan izliyorum. Katılımcılar bu yarışmalarda heyecanlanıyorlar, kalpleri hızlı hızlı atıyor, rekabet ediyorlar, zorlanıyorlar, terliyorlar, utanıyorlar, seviniyorlar. Her yerde tanışabileceğim, sadece benim tanışmayı tercih etmediğim insanlara ait şeyleri hissediyorlar. Onları bilmiş bakışları ve gamlı gözleriyle mutlu veya dertli kadınlardan çok daha fazla seviyorum. Bu insanları ön sıra seyircileri de seviyorlar, hatta bazılarını bazılarından daha fazla seviyorlar. Öpücük yolluyorlar, tezahürat yapıyorlar, el sallıyorlar. Rekabeti seyirci koltuklarına da taşıyorlar. Yarışmacıların bu sevgi gösterilerine beceriksizce karşılık vermesini izlemek de hoşuma gidiyor. Bu saatlerde herkes eğlenip gevşediğinden, seyirci koltuklarına da dağınık bir hava hâkim oluyor. Ev kadınlarının evlerinde örgü örerken seyredip, arada başını kaldırarak ekrana yorum yapması gibi yapıyorlar her şeyi. Bu anlarda ön sıra seyircilerinin aslında canı sıkılmış birinci sınıf ev hanımları olduğunu düşünüyorum. Ev kadınlığı medeniyetinin kadınların her zerresine sinmiş özellikleri olduğunu varsaydığım o tanımsız davranışları o kadar güzel sergiliyorlar ki, en az yarışmacıları sevdiğim kadar hayran olacağım geliyor onlara. Tabi gün ortasının zayıflık anlarına mahsus bu hislerim. Ayrıca bu zamanlarda insanların şanslarını yarıştırmaları hakkında içinden çıkamadığım, içinden çıkabilmek için hangi kelimeleri hangi sırayla yan yana dizmem gerektiğini kestiremediğim fikirlere kapılıyorum. Acaba şansın tarifini herkesin anlayabileceği gibi yapabilmiş insan var mıdır dünyada? Daha da zoru, şanslı olmanın tarifini? Program bittiğinde nihayet yorgunluk hissetmeye başlamış, şansları yarıştırmanın bilgileri yarıştırmaktan

55


Öykü daha adil olduğunu düşünerek çıkıyorum stüdyodan. Vızır vızır işleyen belediye otobüsleri arasında akşam yemeğimi yiyorum. Öğle ve akşam yemeklerini bu dev binada, peşine takıldığım kadın topluluğunun seçimine

56 göre yediğim için herhangi bir yeme alışkanlığı geliştirme şansım olmuyor. Belki bu yüzden bu kadar iştahsızca yiyorum, tabağımın yarısı hep kalıyor. Bunun sebebi her yerde bulunan ekranlardan ana haber bültenini izlemeye çalışmam da olabilir. Yalnız yaşadığımı söylüyorum kendime, bari gündemden geri kalmayayım. Ancak haberler o kadar birbirinin aynısı ki; önümde tabağım haber izleyerek masada oturduğum her yemekte, bu binada geçirdiğim birbirinin aynısı günleri sonsuz bir vagon dizisi gibi zihnimde canlandırırken buluyorum kendimi. Eğer insanlara soru sorma konusundaki bu büyük hassasiyetim olmasaydı, kalabalık koridorların birinde yıllardan beri haberleri sunan artık saçı başı iyice beyazlamış o adamı yakalar aynı şeyleri hissedip hissetmediğini sorardım. Ancak bunu yapabilecek olsam bile adamın cevap verip vermeyeceğinden emin değilim. Emin olamadığım şeylere her saniye bir yenisinin eklenmesi beni yoruyor. Bu yorgunlukla bir koltuğa oturuyorum, gözlerimi yumuyorum. Ekranlardan gelen sesleri, etrafımdaki koşuşturmacayı dinleyip kafamda görüntüler-

ini canlandırmaya başlıyorum. Ancak belleğim yine bana oyun oynuyor. Ben canlandırdığım görüntülerin bu akşama mı, önceki akşamlara mı ait olduğundan emin olamıyorum. Birden yaşadığım anı öncekilerden ayırmaya çalışmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum, bu çabayı saçma buluyorum ve gittikçe gerilerken çocukluğuma bile ulaşabiliyorum. Ancak her akşam çocukluğuma ulaşamıyorum. Bunun için yemek salonuna en erken gidip insanlar tabaklarını henüz önlerine çekerken yemeğimi bitirmiş olmam gerekiyor. Bu tuhaf yolculuk bana her zaman iyi geliyor, üçüncü aşama için hazırlanırken kendimi her zamankinden daha fazla iş yapar gibi hissediyorum. Yeni cicili bicili, parlak elbiselerimle stüdyoda yerimi aldığımda kendimi yapmam gerekene dair daha bilinçli, daha kararlı hale gelmiş görüyorum. Şarkıcıların ya da komiklik yapan adamların eğlence programları oluyor bunlar. İşten gelen kocaları haber seyrederken sofra hazırlayan, servis yapan, bulaşık yıkayan kadınlar bu sırada ellerini mutfak önlüklerine silerek televizyonun olduğu ve bütün ailenin tam tekmil hazır bulunduğu odaya geliyorlar, Kocalarının yanından kumandayı alıp hemen kalkacakmış gibi hafifçe oturuyorlar kanepelere, sonra eğer çay demlemek için kalkmazlarsa iyice yerleşiyorlar. Reklâmlar girdiğinde kocaları kanal değiştirmek için kumandayı ellerinden alıp ve öbür yanlarına koyuyor. Açtıkları yeni kanal da reklâm yayınlamaya başladığında tekrar bizim kanala dönüyorlar. Bu akşam programlarında şarkıcılar şarkı söylüyorlar, dans ediyorlar. Komiklik yapan adamlar gülme yeteneğimizi sınıyorlar. Ön sıralardaki birinci sınıf ev kadınlarının yerini alan birinci sınıf ev kadını olma adayı genç kızlar ve kadınlar platforma çıkıp onlara katılıyorlar. Şarkı söyleyip dans ediyorlar, kendilerini tanıtıyorlar, gülüyorlar, şakalaşıyorlar. Bu aşamada, önceki aşamadaki yarışmaların daha abartılı olanları yapılıyor, yani yarışmadan ziyade gösteri olanları. Ben üzerime sinen yeni halle kendimi el çırpmaya, tempo tutmaya, alkışlamaya veriyorum. Konserlerdeki polislere benzetiyorum kendimi. Şarkı dinlemek yerine şarkı dinleyenleri gözetleyen bir görev insanına. Eğlence programında eğlenmek yerine, seyredenleri eğlendirmede üzerime düşen minik görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışıyorum; çalışıyor olmanın bilincinde olarak, bir iş yapıyor olmanın tadını çıkararak. Böyle anlarda günün kendimi gerçek bir yaşama sahipmiş gibi hissettiğim yegâne saatini yaşıyorum. Sabahtan beri kendimi dışlanmış, ayrı kalmış,


Öykü herkesin bildiği, paylaştığı ve sakladığı o sırdan habersiz hissetmekten kurtuluyorum. Her hangi bir büroda çalışan muhasebeciden, bir iş hanındaki çaycıdan, bir marketteki kasiyerden, sabahtan akşama kadar çalışan bütün diğer insanlardan farkım olmadığını düşünüyorum ve seviniyorum. Niteliği o an benim için önemsiz olan işime karşı birden taşkın bir sevgi hissediyorum. Kendimi iyi iş başarmış, başarılı bir çalışanmış gibi takdir ederek üçüncü aşamayı tamamlıyorum. Bir yandan günün sonunda böyle gaza gelmesem günlerimin asla bitmeyeceğini düşünüp şükrediyorum. Metroda, hafta ortası erken çıktığı bir düğünden dönen kadın izlenimi uyandırmamak için sabah giydiğim giysileri tekrar üstüme geçiriyorum. O dışlanmışlık, ayrı kalmışlık, herkesin bildiği, paylaştığı ve sakladığı sırdan habersizlik hissi geri gelip beni kederlendiriyor. Normal bir insan yorucu bir günden sonra eve dönme vakti gelince sevinir. Bense hiçbir şey hissetmiyorum. Benim için evde veya o koca binada olmanın, çalışmanın veya halının üstünde bağdaş kurup oturmanın hiç fark etmemesine üzülüyorum. Ancak beğenilen bir yabancı film yayına sokulurken, kederli düşüncelerimle metroya binip benim için hiç anlamı olmayan bu yolculuğu yapmaktan başka yapabileceğim bir şey olmadığını da biliyorum. Bu saatlerde metroya binmeyi sevmiyorum. Herkesin gözleri kapalı oluyor. Kimsenin uyandığında aklına gelenleri düşünmeye devam ettiğini zannetmiyorum. Herkes yarım kalan işlerinden çok sonraki gün yapacaklarını düşünür gibi görünüyor. Benim sonraki gün yapmak için düşünecek hiçbir şeyim yok. Bu düşünce ağlamak istediğim, kendimi en fazla yalnız hissettiğim dakikaları geçirmeme sebep oluyor. Kendimi çok uykusu gelmiş her şeye ağlamaya hazır bir çocuk gibi hissediyorum. Koca çantamın beni aşağı çeker gibi olmasına inat metrodan atlayıp koşarcasına yürümeye başlıyorum. Kirli cepheli tanıdık apartmana varana kadar hızımı kesmiyorum. Merdivenleri gittikçe yaklaştığım giriş kapısını hayal ederek bir solukta çıkıyorum. Peş peşe yaptığım bu seri hareketler yüzünden titreyen ellerimle anahtarı kilide sokup çeviriyorum. Bu arada merdivenlerde bir defa daha yaktığım ışık sönüyor. Kapıyı itip hala koridordayken holün ışığını yakıyorum. Ayakkabılarım elimde içeri girip sarı ışığın aydınlattığı duvarlara, askılığa bakıp en azından evimin bir aşinalık hissi yaydığını düşünerek kendimi avutmaya çalışıyorum. Çantamdan giysilerimi çıkarıp çantamı askılığa asıyorum. Üstümdekileri çıkarıp yıkanıyorum. Mavi pijamalı orta yaşlı bir kadın olarak mutfağa gidip ıhlamur kaynatıyorum. Yılların alışkanlığıyla tam iki bardak çıkacak kadar su ve yaprak koyuyorum çaydanlığa. Kaynamasını bekleyip yükselen buharı içime çekerken tezgâha yaslanıyorum. Leke veya kir aramadan, boş gözlerle dolaplara bakıyorum. Evde durmadığımdan dolaplarla ilgili anım da yok ki böyle anda aklıma gelip ıhlamuru beklerken beni oyalasın. Ayağımdaki kırmızı terlikleri fayansa vurup minik pıt pıt sesleri çıkararak oyalanıyorum ben de. Nihayet ıhlamur kaynıyor. Üzerinde ekmek ya-

pan köylü kadınları resmi bulunan plastik bir tepsiye bir iki boncuğu kopmuş nihaleyi koyuyorum. Dolaptan sabahki bardakla aynı büyüklükte ama porselen olmayan bir bardak alıyorum. Minik çaydanlığı nihalenin üstüne koyup tepsiyi alarak pencerenin önündeki yatağa oturuyorum. Camın kenarında, üzerini kaplamış kırmızı çiçekleriyle bir saksı var. Benim tek çiçeğim. Senelerden beri çiçeklerini dökmeden, çürümeden öylece camın kenarında yaşıyor. Eski kiracıdan geriye kalan tek doğru düzgün şey, bu çiçek. Ben taşındığımda başka bir köşedeydi. Yeşil, minik yapraklı, çiçeksiz bir bitkiydi. Onu alıp camın önüne koydum, biraz uğraştım, zaman geçince beni şaşırtarak üzeri güzel kırmızı çiçeklerle doldu. İlk tomurcukları gördüğümde insanın bitkilerle ilişkisinin bile onu şaşırtabileceğini düşündüğümü hatırlıyorum. Gariptir bu beni ne o zaman, ne de daha sonra hiç rahatsız etmedi. Eğer eski sahibi onu camın önüne koymayı akıl etseydi Allah bilir çiçeklerini beğenecek ve bitkiyi yanında götürecekti. Aslında evde çok az zaman geçirmeme rağmen çiçeğin benimle yaşamaktan hoşlanması o kadar şaşırtıcı değil. Çünkü uyumadan önce, iki bardak ıhlamuru ağır ağır içmeye denk süreyi sadece bu çiçeği seyrederek geçiriyorum. Bu hoş çiçeği çocuğum gibi görmeye başladığımdan, yalnızlığıma ortak ettiğimden filan değil, sadece bunu yapmak akşam evde yapabileceklerim arasında en iyi seçenek gibi göründüğünden. Bir de sanırım bunu yapmaya alıştığımdan. Yoksa çiçeğe tek tatlı söz etmişliğim dahi yok. Yine de beş kişilik bir ailede bile bu kadar ilgi görmeyeceğini aklında tutması iyi olur. Bu gece çiçeği seyredip ağır ağır ıhlamur içerken çok ilginç bir şey oluyor; birden telefon çalıyor. O kadar şaşırıyorum ki; aklımdan cansız varlıkların da insanı şaşırtabileceği bile geçmiyor. Birkaç saniye boyunca telefon çaldığında ne yapıldığını hatırlamaya çalışır gibi duraklıyorum. Sonra hamle edip telefonu açıyorum. — Alo, diyorum. Yirmi, yirmi beş yaşlarında genç bir erkek sesi: — Bayan, adınız neydi acaba? Diyor. Normalde böyle bir soruya düşünmeden, otomatik olarak cevap verir insan. Ben de düşünmeden, otomatik olarak cevap vermek için ağzımı açıyorum. Ancak hiçbir şey diyemiyorum, aklıma gelmiyor. Adımı bilmediğimden ya da unuttuğumdan değil. Sadece o an aklımdakiler arasından belirip de ağzımdan çıkmıyor adım; kekeliyorum, anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıyorum ama adımı söyleyemiyorum. Hiçbir şey demeden telefonu kapatıyorum. Sonra birden, sebepsiz yere annem geliyor aklıma, neredeyse yıllar sonra. Bunu da uyandığımda aklıma belediye otobüslerini getiren yarım kalmış işlerden biri saymam gerekip gerekmeyeceğini düşünmeye başlıyorum ve bir türlü emin olamıyorum. Sanırım hiç emin olamayacağım.

57


Language

a must see film - Hachi Hava İSRAPİLOVA

58

This film puts on a story that occurred in Japan in the 20’s. A story about a man and his true friend Hachi… Parker Wilson is a professor who lives in America and works at a university. One day on the way to his home he finds a dog at the train station. He tries to finds its owner but he can’t so he takes it to home. He finds out that this dog is a Hachiko, a loyal dog that lives only in Japan and named it Hachi, a lucky number in Japan. Every morning Hachi takes the professor to the train station at 5 o’clock and it meets him at the station. One day the professor decides to play with Hachiko and he throws a ball but Hachi doesn’t retrieve it. A Japanese says to the professor that this kind of dogs are very high and mighty so they will only give the ball to the person whom they are devoted to, and so days pass. One morning the professor leaves his house to go to the station but Hachi stops him and gives him the ball that he threw. The professor gets happy. Hachiko takes him to the station. When the professor goes to the university he has hearth attack and he dies. At 5 o’clock Hachi comes to the station and waits his master but he doesn’t come and so days, month, years pass. Hachi waits at the station 7 years until the last train…

Japanese put a monument to it on the spot were it is waiting for his owner. I liked this film because it’s the story of true friendship and loyalty which we miss a lot in our society today. If you want to watch this film I suggest you not forget to get some tissue paper.


Language

Sakarya Sakarya is a province in Marmara Region. In the north of Sakarya is Blacksea, in the west lies İzmit and Bursa, in the east Düzce and in the south Bolu and Bilecik. The name of the province dates back to Frig era. The river that gives its name to the province bears the name of the once very important warrior “Sangari”. This name evolved to; “sangarios” in the Hellenistic era. And in the end the name evolved to its modern form.Sakarya has got sixteen counties; Serdivan, Akyazı, Arifiye, Taraklı, Erenler, Söğütlü, Sapanca, Pamukova, Kocaali, Kaynarca, Karasu, Karapürçek, Hendek, Geyve, Ferizli and Adapazarı. According to the population census in 2010 the population was 872.872. The sakarya Province takes a lot of emigration from different regions because of its location and its socio-economical life. The emigrants knit closely with the native folk and in the end a rich multicultural and cosmopolitan culture is formed. The emigrants generally find something from their own culture and customs in Sakarya. Sakarya is like the small scale version of Turkey. This domestic case of the province reflects to the handicraft, architecture, conventions and customs. Sakarya is becoming an industrial city thanks to its

Zehra UZUN

location. It is on the crossroads of commerce and it is very close to big cities like İstanbul, İzmit, Bursa and Ankara. Moreover it has sea connection and a port which combines sea transportation with rail road transportation. But sakarya is still an agricultural city which produces almost every vegetable and every fruit. Nearly half of the population still works in agricultural industry. Tourism is another big factor in Skarya’s economy. There are a lot of beautiful natural places in Sskarya. One of those places is; Lake Sapanca, which is very famous not only in Marmara region but also all over the country.Lake Sapanca is situated on the east of Marmara region between Sakarya and Kocaeli. It is one of the biggest lakes in Turkey. It gave the town its name. It’s a nice and warm town, it is not so crowded. It has a population of 30.000. It is a town full of trees, colorful flowers and the color blue. The weather in Sapanca is pleasant all year. It does not snow much but when it snows it adds a unique beauty to the view of the lake. If you wish to have a peaceful holiday or even a weekend we recommend you to consider Sapanca as one of your potions. You will not regret it.

59


Language

Malcolm X ‘’The future belongs to those who prepare for it today.’’

Betül Ebrar GÜLCAN

60

Malcolm was leader of the new movement in America he was the voice of the black people who were treated like second class citizens in the USA. His life is very inspirational for all people who think that if they have bad life conditions they can never be good people. He has a lot of difficulties in life but he never gave up and in the end he became one of the greatest leaders of the history... He was an Afro American. Malcolm was born in 1925 in Omaha. His father was a Christian Preacher. His father didn’t believe real freedom and independence for Afro Americans. So, they had to return to Africa They moved to Milwaukee after Malcolm was born. In 1929, somebody burned their home. They didn’t know criminals. But they were white people. One night his father was assassinated and somebody killed him. Malcolm had seven siblings. They had cost of living. His mother lost her mind. Family welfare agency gave Malcom to a rich family. But there were some problems Malcom started to stay at detention

center. He was very successful at school but he was one black American in the class. His friends and teachers insulted him. He moved to Boston and he started to live with his sister. He started to spend time with vagrant friends and he started to drink alcohol. He was arrested. He took a letter from his brother. His brother learned Islam and explained Islam to Malcom. Malcom was so impressed that he started to pray and read a lot. He has been released from prison in 1952, and went to Detroit. He changed his surname as “x’’. Than he went to New York and rationalized the people. He got married with a Muslim nurse. He went a pilgrimage to Mecca. He preached and prelected. He started to take threats. He notified Islam to people. Malcom x, is one of the most important leaders. He was brave. He worked for freedom, independence equality. He was killed in 1965 in New York as he was giving a speech.


the second hell on earth Kerime Neslihan ÇAĞLAR

I thought this would be a proper title to describe how bad the world war II was. 1st September 1939 is accepted as the beginning date of the war, because first attack from German to Poland was on that date. Although all of those conflicts before the war seemed to irrelevant, they were just training before the big attack some historians say that it was a revenge of the World War 1st. It all began with a greed of a man who aimed the increasing the economy of Germany. After recovery of the economy Hitler firstly ignored the articles of the treaty of Versailles and attacked Poland. Nazis were the most powerful army in those days. The Danzig question wasn’t solved by diplomacy way and German army came in the borders of Poland. Then the armies of the United Kingdom and France prepared for war U.K proclaimed war to Germany on 3rd September so did France two days later. Other countries went to war such as Canada, Netherland and Greece, Germany attacked

to France. Belgium was ally of France and it got a hard damage with assaults of Germany. Then it got easier to rule out France. After failure of France, there was only one enemy for Germany: The U.K. Germany wanted to make a peace treaty but U.K ignored it. Then Hitler started a war to invade the lands of Britain. Hitler relied on Germany’s bombardments airplanes to destroy the whole Britain. But Germany came across with an unexpected defense. There were six front lines. Asia-Pacific was one of those. War in Pacific begun with an attack of Japan to Pearl Harbor, USA congress proclaimed war to Japan. Asia-Pasific, front line was just one of those terrible places. The war ended with creation of superpowers such USA and USSR. Only from civillian, 49 million people died. And this shows how people can torment to another for nothing.


Bilim

İbn-i Sina (980-1037) İnsanlık var olduğundan beri yaratıcısının nasıl bir kudrete sahip olduğunu merak etmiştir. Her şeyin ismini bilen Âdem, kudretin mahiyetini idrak edememiştir. Belki de bu kudreti anlaması için dünyaya gönderilmiş ve âdemoğlunun kudreti idrak etme serüveni başlamıştır. Bu serüven zaman zaman Allah’ın Peygamberleri ile desteklenmiştir. Vahiy kanalının kapanmasından sonra, insanlık bu kudretin azametini kavramayı bırakmamıştır ve bunu geliştirmişlerdir. Günümüzde İslâm âlimleri olarak tanınan Harezm, İbn Sina, Ali Kuşçu, Farâbi gibi âlimler kudret denkleminin matematik olduğunu kavrayarak onu geliştirmişlerdir.

62

Ünlü bir Hekim olan İbn-i Sina, aynı zamanda matematik konusunda da deha seviyesinde idi. Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir. Ancak İbn Sina cebir ve geometriyi bir türlü beceremez, hatta bir gün sıkılıp okuldan kaçar. Babasından korktuğundan eve de dönemez, bir kervana katılır. Kervanbaşı en küçük yaştaki İbn-i Sina’yı su alması için bir kuyuya gönderir. Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken, ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür. Ve kendine sorar: “Bu ip bu taşı nasıl keser?”Biraz daha düşünür: “İp çok uzun zamandır, bu taşa sürtünüyor ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demek ki taşı bile kesebiliyor. Madem ip taşı kesiyor, benim aklım niye cebiri kesmesin?” der. Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbn-i Sina olur. İbn-i Sina gerek Türk, gerek dünya düşünce tıp ve eğitim tarihinde çok mühim bir yer tutar. Tıp alanında olduğu kadar, şimdiye kadar hiç üzerinde

Şeydanur ERBAŞ

durulmayan eğitime dair görüşleriyle de batıyı etkilemiş ve asırlar sonra “Yeni Eğitim Akımı”nı başlatan ve geliştirenlere önderlik yapmıştır. J.J. Rousseau başta olmak üzere yeni eğitimcilerin onu okudukları ve ondan faydalandıkları bilinmektedir. İbn-i Sina’nın çocukken oyunu çok sevdiğini kaynaklar belirtiyor. Bir gün yine oynarken bir ihtiyar ‘Sen çok akıllısın, ilerde bir âlim olacaksın, sana oyun yaraşır mı? Derslerine çalış’ der. Küçük İbn-i Sina şu cevabı verir. ‘Her yaşın belli bir hali vardır. Çocukluğun yakışığı da oyundur. Her yaşın hakkı verilmelidir.’ Mantık alanında büyük ilerleme kaydeden İbn-i Sina mantık derslerine nasıl çalıştığını şöyle anlatır. “Bir mesele karşısında şaşırıp kalınca camiye gider, namaz kılar ve Allah’a yalvarırdım. Bunun üzerine benim için kapalı olan her şey açılıverir güçlükler kolaylaşırdı. Uykuya dalsam da yine o meseleyi düşünürdüm. Öyle ki birçok meseleler benim için uykuda çözülmüştür.” İnsanın ruhu kandil, bilim onun aydınlığı ve Tanrısal bilgelik de kandilin yağı gibidir. Bu yanar ve ışık saçarsa o zaman sana “diri” denilir.

Harezm (780-850) Harezm’in matematik alanındaki çalışmaları cebirin temelini oluşturmuştur. Bir dönem bulunduğu Hindistan’da sayıları ifade etmek için harfler ya da heceler yerine basamaklı sayı sisteminin yani onluk sisteminin kullanıldığını saptamıştır. Harezmî’nin bu konuda yazdığı kitabın Algoritmi de Numero Indorum adıyla Latince’ye tercüme edilmesi sonucu, sembollerden oluşan bu sistem ve sıfır (0) 12. yüzyılda batı dünyasına sunulmuştur. Hesab-ül Cebir vel-Mukabele adlı kitabı, matematik tarihinde birinci ve ikinci dereceden denklemlerin sistematik çözümlerinin yer aldığı ilk eserdir. Bu nedenle Harezmî “cebirin babası” olarak da bilinir. Harezmi, kitabında, sıfırın, çıkarmada kullanılmasını şöyle anlatır: Sekiz, diğer sekizden çıkınca, geriye birşey kalmaz. Bu takdirde hanenin (basamak) boş kalmaması için, bir dairecik koy! Dairecik, boş hanenin yerine geçmek zorundadır. Eğer bu hane boş kalırsa, diğer haneler de tahdit edilmiş olurlar.” “Sıfır” (0) olmadan ne matematik ne bilimler ne de teknoloji olur. Sıfır, bir anlamda sayı sisteminin sihirli bileşenidir. Sayı sistemi ve bu sisteme dayanan bütün matematik sistemler, ancak “sıfır anahtarı”yla çözülür. Modern matematikte, “sıfır kavramı”nın önemi artmıştır. Bugün, sıfırsız, matematiği düşünmek, imkânsızdır.


Bilim

mucit peygamberler Geçenlerde bir gün ders çalışırken radyodaki bir program dikkatimi çekti. Programda ecdadımızın ve Peygamberlerimizin yüzyıllar önceki icatları anlatılıyordu. Çok beğendim, internetten araştırdım ve sizlerle paylaşmaya karar verdim. Umarım beğenirsiniz ve faydalanırsınız.

Yeryüzünde yaratılan ilk insan, ilk peygamber Hz. Adem (a.s)’dir. Bütün insanların babasıdır. Allah ü Teala tarafından gönderilen Cebrail (a.s) kendisine defalarca gelerek oruç, namaz ve gusül gibi din bilgilerinin yanında fizik, kimya, tıp, eczacılık ve matematik bilgileriyle çeşitli dilleri öğretti. Hz. Âdem (a.s)’in çocukları çeşitli dillerde konuştu, zaman geldi Süryani, İbrani ve Arap dilleriyle kitaplar yazıldı. Yaratılan her şeyin isimleriyle faydaları kendisine bildirildi. İhtiyaç duydukları zaman bu bilgileri kullandılar daha sonra gelen peygamberler de insanların ihtiyaçlarını giderecek bilgileri onlara öğrettiler. Bu peygamberlerden bazıları şunlardır: Hz. Âdem (a.s) İlk ziraat mühendisi ve çiftçiydi. Hz. Şit (a.s) Dikiş iğnesini ilk icâd eden, terziliğin piriydi ve ilk yazıyı yazandır. Hz. Nuh (a.s) Marangozluğun ve gemiciliğin piriydi. Hz. İbrahim (a.s) Kâbe’yi yeniden icad etmesiyle Hz. Süleyman (a.s) ve Mimar Sinan’a önderlik etmiştir.

Fatma Rüveyde ÖZÇELİK

Hz. İsmail (a.s) Kara ve deniz avcılarının piriydi. 70 dil bilmesiyle tercümanlarında piriydi. Hz. Yusuf (a.s) Saati ilk icâd edendir. Ayrıca bolluk zamanında zahire depolayıp kıtlık zamanında halka dağıtan ilk kimseydi. Hz. Davut (a.s) Demiri işleyen zırh yapan ve düzenli orduyu ilk kurandı. Hz. Süleyman (a.s) Sazlardan zembil yapardı. Bakır madenini ilk defa işleyen oydu ve hükümdardı. Hz. Zülkif (a.s) Ekmek pişirirdi ve fırıncıların piriydi. Hz. Üzeyr (a.s) Bahçıvandı meyve ağaçlarını ilk defa aşılayan fidan yetiştiren; budama işlerini öğretendi. Bağ işleriyle uğraşanların piriydi. Hz. Lokman (a.s) Doktorluk ve eczacılığın piriydi. Hz. İsa (a.s) Av aletleriyle geçimini sağlardı ve avcıydı. Hz. Muhammed (s.a.s) “Her peygamber kardeşimin bir mesleği vardır. Benim mesleğim de cihattır,” buyurmuştur.

63


esrarengiz bilim dalı: gökbilim Azize YILDIZ “De ki: Göklerde ve yerde neler var bir baksanıza. Fakat âyetler ve uyarılar, inanmayan bir topluma hiçbir fayda sağlamaz.” (Yunus Suresi, 101.) Kâinat nasıl oluştu? Kâinat ne kadar geniş? Dünyadan başka bir yerde canlı var mı? Bunun gibi çeşitli sorular insanoğlunun en çok merak ettiği şeylerdendir. Bu soruların cevapları için insanoğlu çeşitli yollara başvurdu. Kimi yüksek binalar inşa etti gökyüzüne yakın olup kâinatı incelemek için, kimi de teleskopu icat etti. Hepsinin tek bir amacı vardı: Kâinatı tanımak. Gökbilim, Dünyayı, diğer gezegenleri, yıldızları, gökadaları, kara delikleri ve bunun dışındaki gökcisimlerini inceleyen bilim dalıdır. Gökbilim o kadar kapsamlıdır ki amatör insanlar bile ilgilenebilir. Gökbilimle bu şekilde ilgilenen kişilere amatör gökbilimci denir. Amatör gökbilimciler birçok keşif yapmış veya yapılmasına önayak olmuştur. Gökbilim hakkında birçok yanlış haber medyada yer almakta. Bunlardan başlıcaları; Mars bu gece ay kadar olacak, 2012’de Dünya’ya Marduk adlı gezegen çarpacak veya yakın zamanlarda ortaya çıkan ‘Dünyadaki bir göktaşında bakteri bulundu’ gibi haberler. GÖKBİLİM ALANINDA SIKÇA SORULAN SORULAR • Karadelik nedir? Karadelikler zamanı yutar mı? Yıldızlar da tıpkı insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Ölmekte olan bir yıldız eğer Güneş’in kütlesinin 3 katı veya daha fazla kütleye sahip ise o vakit karadelik oluşur. Karadelik isminde olduğu gibi bir delik değildir. Bir

gökcismidir. Işık yaymadıkları için ve üzerine gelen ışıkları yuttukları için doğrudan görülemezler. Ancak etrafındaki cisimlere yaptıkları etki sonucu konumları tespit edilebilir. Karadeliklerin içinde zamanın yavaş aktığı veya akmadığı tahmin edilmektedir. Bu konuda kesin bir bilgi yok.• Göktaşları nasıl oluşur? Gezegenimize çarpan göktaşları ile onlarla bağlantıları olan kuyrukluyıldızlar ve astreoitler çoğunlukla iki gökcisminin çarpışmasından arta kalanlardır. Göktaşları gazların bir araya gelmesiyle oluşur. Gazlar sıkışır ve kayaları oluşturur. Eğer bir meteor Dünya yüzeyine inerse o zaman göktaşı ismini almaktadır. • Uzayda yaşam belirtileri ararken genellikle su izleri aranmasının nedeni nedir? İnsanlar uzayda yaşam ararken gezegenin güneşine olan uzaklığını, atmosferinin olup olmadığı, atmosferindeki oksijen, azot, karbondioksit gibi yaşamı etkileyen önemli gazların oranlarını ve su olup olmayacağını araştırırlar. Atlanan bir nokta da dünya dışındaki canlıların ihtiyaçlarının insanlarınkiyle bir tutulması. Onlar ya su yerine başka bir sıvıyla yaşamlarını sürdürüyorlarsa? Fakat yapılan araştırmalar sadece dünya dışı yaşamla sınırlı değildir. Aynı zamanda insanların başka bir yerde yaşamlarını devam ettirip ettiremeyeceği ile ilgilidir.


yürü Askerlerimiz birlikte... Ve tetikte! İşte karşıda düşmanlar! Kalk ayağa ey Çanakkale Bugün susma zamanı değil, Bugün cepheden cepheye koştur. Vatanına göz dikenlerin hayâllerini sustur! Yürü ey gözü yaşla anne! Bırak, yası âciz olanlar tutsun Bugün bizi bizden almak için geliyorlar En önde sen yürü Yürü ki duan rahmetleri indirsin göklerden Bedr misali yardım gelsin meleklerden... ‘’Korkma! Allah bizimle! ‘’ Her daim, ona ne şüphe! Ya Allah! dedi kuvvet buldu da evlâdı, Sırtlandı koca mermiyi düşmanı bombaladı... Şimdi ey genç Kalk ayağa! Oyuncak silahlarla ölme yaşın çoktan geçti... Yatan kokar,.. Yatan korkar! Kalk ki, artık kimseye güvenmeme zamanıdır... Zaman harekete geçme zamanıdır Artık Hz. insan olma zamanıdır!

Afra Tuğçe KAİM


Arapça

Tuğba DEMİRCİ

Özne nerede Bir keresinde Arapça öğretmeni öğrencilere sordu: - Hırsız bankayı soydu. Cümlesinde özne nerede? Öğrencilerden biri cevap verdi: - Hapishanede hocam.

Sorularınız hocam Fen Bilgisi öğretmeni bir öğrenciye sordu: - Kalp atışlarını hızlandıran şey nedir? Öğrenci cevap verdi: - Sizin sorularınız hocam.

66 Oruçluyum da Günün birinde adamın biri namaz kılıyordu. İki kişinin namazını methettiklerini duydu. Hemen namazını keserek onlara döndü ve “Aynı zamanda oruçluyum.“dedi.

Baban kaç yaşında? Öğretmen ilk defa okula gelen öğrenciye sordu: - Baban kaç yaşında? Öğrenci: - Kesin olarak bilmiyorum. Ancak, O uzun zamandır bizimle birlikte yaşıyor.


Arapça

Niye bağırıyorsun Diş hekimi hastaya: - Niye bağırıyorsun? Daha dişine dokunmadım ki. Hasta: - Ama ayağıma basıyorsun.

Süt Nasrettin Hoca: - Bir kilo süt istiyorum. Sütçü: - Ama hocam, ben yanında iki kap görüyorum. Nasrettin Hoca: - Sütü bir kaba, suyu diğer kaba koyasın diye.

67

atasözleri İnsanların adaleti kar gibidir; güneş görürse erir.

Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.

Rızık temenniyle değil çalışmayladır.

Gözden ırak olan gönülden ırak olur.

Dostlar zor günde belli olur.

Beklemek ateşten beterdir.

Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için ve yarın ölecekmiş gibi ahretin için çalış.

Parayı veren düdüğü çalar.

Sakla samanı, gelir zamanı.

Besle kargayı oysun gözünü


mesleki yarışmalarda üç il birinciliği elde ettik Türkiye genelinde İmam-Hatip Liseleri arasında geleneksel olarak her yıl “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma, Ezanı Güzel Okuma ve Hafızlık” yarışmaları üç aşamada yapılmaktadır. Önce il genelindeki İmam-Hatip Liseleri arasında, sonra bölgede ve son olarak da Türkiye genelinde final yarışması düzenlenmektedir. Bu yıl Kaynarca İmam-Hatip Lisesi’nin ev sahipliğinde gerçekleşen Sakarya geneli İmam-Hatip Liseleri arasındaki Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma, Ezanı Güzel Okuma ve Hafızlık yarışmalarında okulumuz öğrencileri üç alanda da birinciliği elde etmiştir. Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma yarışmasında Enes ÇİMEN, Ezanı Güzel Okuma yarışmasında Ferhat SAYDAM ve Hafızlık yarışmasında Süleyman BAŞ il birinciliğini elde ederek bölge yarışmalarına gitmeye hak kazanmışlardır. Öğrencilerimizi bu başarılarından dolayı tebrik ediyor ve öğrencilerimizin hazırlanmasında emeği geçen öğretmenlerimize de teşekkür ediyoruz.

orman haftası kutlandı

68

Okulumuzda “Orman Haftası” etkinlikleri çerçevesinde Müdür Yardımcısı Fatih GÜRGÜN, Çevre Koruma ve Güzelleştirme Kulübü Rehber Öğretmenleri Birhan ÜRETEN, ve Hasan DURSUN eşliğinde Orman Bölge Müdürlüğü ziyaret edildi ve yapılan çalışmalar hakkında bilgi alındı. Bu etkinlik çerçevesinde ayrıca sunum odasında “Orman Haftası” ile ilgili bilgilendirme yapıldı.

yaşlıları ziyaret ettik Sivil Savunma Kulübü öğrencileri, danışman öğretmenleri Asiye YAZ ve Muhammet Ataullah KARŞI eşliğinde Adapazarı Huzurevi’ne gittiler. Yaşlılarla ilgilenip onların hayır dualarını aldılar, yalnızlıklarını unutturdular ve onlarla sohbet edip Kur’an-ı Kerim okudular. Sivil Savunma Kulübü öğrencileri bu gibi toplum hizmeti çalışmalarının devam edeceğini söylediler.

Kuzuluk’ta bir hafta sonu… SEBAP çalışmaları kapsamında aktivitelerine bütün hızıyla devam eden okulumuz, geçtiğimiz hafta sonu YGS değerlendirme ve LYS planlama çalışmalarını Kuzuluk Kaplıca Tesisleri’nde gerçekleştirdi. İdareci ve öğretmenlerimizden oluşan kalabalık bir ekiple hem değerlendirme-planlama çalışmaları gerçekleştirildi hem de dinlenme fırsatı elde edildi. Meslek Dersleri öğretmenimiz Yılmaz ERSOY’un Akyazı/Salihiye köyündeki baba ocağında yapılan kahvaltıyla sona eren etkinliğimiz son derece verimli ve faydalı geçti. Motivasyon amaçlı bu tür çalışmaların hız kesmeden devam ettirilmesi, bu kapsamda önümüzdeki ay Hendek/İkramiye köyünde olunması kararlaştırıldı.


leylandilere bahar bakımı Baharın gelmesiyle okul bahçesinin kenarlarında bulunan leylandilerin bakım ve budaması yapıldı. Yaklaşık üç yıl önce dikilen leylandilerin bakımları bu konuda uzman olan öğrenciler tarafından itina ile yapıldı. Okaul Müdürümüz Kadir GEZER, leylandilerin bakım ve budama işlerinde çaba gösteren Muhammed Zahid ŞİRİN, Tevfik USTA, Mücahit GİRİK ve Abdülhadi YILMAZ adlı öğrencilerimize çalışmalarından dolayı teşekkür etti.

Dr.Ekrem YILMAZ okulumuzda seminer verdi Dr.Ekrem YILMAZ okulumuzda “İnsanlarla Sağlıklı İletişim Kurma” konulu bir seminer verdi. Okulumuz öğrencilerinin katıldığı seminerde Dr.Ekrem YILMAZ insanlar arasındaki iletişimde izlenecek metod ve yöntemler hakkında bilgiler verdi.

Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne ziyaret Anadolu İmam-Hatip Liseleri arasında görüş alışverişi ve istişareler yapmak amacıyla okulumuzun idareci ve öğretmenlerinden oluşan bir ekip Kartal Anadolu İmamHatip Lisesi’ne ziyaret gerçekleştirdi. Ziyaret kapsamında okul ile ilgili birimler gezilerek çeşitli konularda bilgi alışverişinde bulunuldu.

sağlık semineri yapıldı Okulumuzda sunum odasında tüm öğretmenlerin katılımı ile “Sağlık Semineri” yapıldı. Seminerde özellikle ortaöğretim çağındaki gençlerin karşılaştıkları problemler ve bunların çözümüne yönelik yapılması gerekenler ile gençlerle iletişim kurma yöntemleri konusunda bilgilendirme yapıldı.

69


Haber Ummanı

kız mescidinin açılışı yapıldı Kız Mescidi, Okul Müdürü Kadir GEZER’in yaptığı konuşmanın ardından açıldı. Açılış konuşmasında emeği geçen Müdür Başyardımcısı Mustafa BULUT’a, Arapça Öğretmeni Gülay ARI’ya, Okul Aile Birliği Başkanı Mustafa ERGÜN’e, Sibel KARAKAYA’ya ve emeği geçen öğretmen ve öğrencilere ayrı ayrı teşekkür etti. Açılış Selami GÜRSOY hocamızın yaptığı dua ile sona erdi.

sivil savunma semineri yapıldı Okulmuzun Sunum Odasında, Sivil Savunma Kulübü Rehber Öğretmeni Asiye YAZ’ın organize ettiği “Sivil Savunma Semineri” yapıldı. Sivil Savunma Haftası Etkinleri çerçevesinde gerçekleşen seminer ile öğrencilerin doğal âfetlere karşı bilgilendirilmesi amaçlandı.

70

öğretmen-veli buluşmaları Öğrencileri daha iyi yetiştirme ve takip etme adına yapılan “Öğretmen-Veli Buluşmaları” etkinlikleri II. dönem de devam ediyor. Bu çerçevede veliler okula davet edilerek birebir görüşme imkânı sağlanıyor ve öğretmen-veli-öğrenci işbirliği ile başarı düzeyinin daha da arttırılması planlanıyor.

Kartepe gezisi Okulumuz öğretmenleri ve Okul-Aile Birliği üyelerinin birlikte planladığı “SEBAP” kapsamındaki moral ve motivasyon amaçlı Kartepe gezisi geçen hafta sonu gerçekleştirildi. Yapılan etkinlikte Kartepe’de keşif ve kayak pistinde gezinti yapıldı. Bu etkinliklerin ardından piknik yapılarak güzel bir hafta sonu böylece geçirildi.


Haber Ummanı

İmam-Hatip Liseleri arası Arapça yarışması yapıldı Bu yıl Türkiye genelinde yapılan “Arapça Yarışmaları” ilimizde okulumuzun ev sahipliğinde Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin salonunda yapıldı. Sakarya Merkez ve İlçe İmam-Hatip Liselerinin iştirak ettiği yarışmalar dört bölüm şeklinde yapıldı. Arapça Zümre Başkanı Orhan ÇOLAK hocamızın koordinatörlüğünü ve sunuculuğunu yaptığı yarışmalarda okulumuz öğrencileri; Bilgi Yarışması’nda ikinciliği, Şiir Yarışması’nda ikinciliği, Hitabet Yarışması’nda birinciliği ve Arapça Müzik Yarışması’nda da üçüncülüğü elde ettiler. Öğrencilerimizi ve onları yetiştiren öğretmenlerimizi tebrik ediyoruz. Hitabet dalında birinci olan öğrencimiz Bayram KEKLİK okulumuzu Düzce’de yapılacak olan Bölge Yarışması’nda temsil edecektir.

Futsal’da ilk kez çeyrek finali gördük Liselerarası Futsal müsabakalarında tarihinde ilk defa 2. tura çıkan okulumuz takımı 2. tur grup müsabakalarını üçüncü sırada bitirdi. Böylelikle il genelinde otuz sekiz takım arasında altıncı sırayı alan ekibimiz güzel bir başarıya imza attı.

Türkiye finali’ndeyiz Okulumuz son zamanlarda gerçekleştirilen başarılarına bir yenisini daha eklemenin gururunu yaşıyor. 17 Nisan 2011 Pazar Günü Kastamonu’da düzenlenen İmam-Hatip Liseleri arası Hafızlık, Ezan Okuma 6. Bölge Yarışması’nda okulumuzu temsil eden İ 12/B sınıfı öğrencilerimizden Süleyman BAŞ, on bir il birincisi arasından birinci olarak 22 Mayıs’ta Bursa–Gemlik’te gerçekleştirilecek olan Türkiye Finali’ne katılmaya hak kazandı. Arkadaşımızı tebrik ediyor; Hafızlık Yarışması Türkiye Finali’nde de başarılı olmasını temenni ediyoruz.

71


Bulmaca

BULMACA 1

2

3

4

5

6

7

8

Hicret ERSOY 9

10

11

12

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

72

13

SOLDAN SAĞA 1- Servet-i Fünûn edebiyatının en önemli şâiri 2- Ahilik ocağından olan kimse – Kırmızı – Otomobil sözcüğünün kısa yazılışı 3- Boru sesi – Tütün yaprağından çıkarılan çok zehirli bir alkaloit 4- Bir müzik aletini ustalıkla çalabilen kimse – Temiz 5- Bir sayı – Demirin simgesi 6- Evcil bir geyik türü - Hastalıkları güneş ışınları ile tedavi etmeyi amaçlayan kuruluş 7- Yabani hayvanların kendilerine yuva edindikleri mağara – Yağı çıkartılan bir bitki – Başlıca içeceğimiz 8- Parlak kırmızı – Mısır mitolojisinde güneş tanrısı 9- Bir gösteri veya toplantı binasında dinlenme amaçlı kullanılan yer – Tarlayı sürerek dinlenmeye bırakmak 10- Kriptonun simgesi – İrin birikimi – Bağırma, seslenme 11- Gümüşün simgesi – Dingil – Mikroskopta incelenecek maddelerin üzerine konulduğu cam parçası 12- Tanrı, ilah – Ağabey – Neonun simgesi 13- Taneli bir meyve – Masallarda adı geçen gerçekte var olmayan büyük bir kuş – Beyaz

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1- İlk edebi gazete 2- Olur, peki, fena değil anlamında bir söz – Keten, kenevir gibi türlü dokuma maddelerinden yapılan ince halat 3- İçine konan şeylerin görülmesi için yapılmış camlı dolap – Bir nota – Baryumun simgesi 4- Köpek - Yer kabuğunun yapı gereci olan bir veya birkaç mineralden oluşan kütle 5- Vilayet – Salepgillerin örnek bitkisi 6- Sinir hücresi – Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam 7- İşletmek için bir yere ödünç verilen paraya karşılık alınan kar – Yağsız ve tuzsuz bir peynir – Tahılın tarlaya atıldığı andan harmana kadar aldığı duruma verilen ad 8- Son karşıtı – Cümlede nesneden sonra gelen ‘ve benzerleri’ anlamında kullanılan bir sözcük 9- Şarkılı olarak seslendirilen tiyatro eseri – Lahza – Sodyumun simgesi 10- Bir gemi veya uçağın izleyeceği yol – ‘..… Naşit’ ünlü tiyatro ve sinema sanatçımız 11- Çeşitli meslek kolları arasında tarafların uyması veya kaçınması gereken davranışlar bütünü – Akıl – Her yanı su ile çevrili kara parçası 12- Bin kilogramlık ölçü birimi – Aldırış etmek, önem vermek


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.