Başyazı
Genel Yayın Yönetmeni: Ahmet Melih Karauğuz Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Hüseyin Dikmen Tashih: Ali Akçakaya Ahmet Topbaş Kapak Tasarımı: Samet Samancı Kapak Resmi:
m
Elektronik Yazışma Adresi: muebbededebiyat @ gmail.com Sosyal Medya Hesapları: twitter: @ MuebbetEdebiyat facebook: / Müebbet Edebiyat Yayımlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Dergi adı anılarak yazılar alıntılanabilir.
Müebbet Edebiyat dergi ciddiyetinde çıkan bir fanzindir...
Çok önemli bir şey söylüyor Rüştü Onur. Ya da bana önemli geliyor söylediği şeyler. Bu kadar çok derginin olduğu, hep aynı isimlerin birbirini kolladığı bir yerde özellikle anlam kazanıyor söyledikleri. Her dergi kendi mevzisini kazmış ve orada pusuda bekliyor. Başka dergilere bir şeyler fırlatıyor durduğu yerden. Ama sonuç ne? Sonuç koca bir hiç. Herkes otopark değnekçisi. Şu sayısı çıksa da alsak dediğimiz bir dergi yok. Birkaç dergi hariç, imza yapmamış isimlerin pek az görüldüğü yerler dergiler. Garip. Ahmet Melih Karauğuz Müebbet Edebiyat dergisi olarak dördüncü sayımızla karşınızdayız. Dördüncü sayımızla birlikte yeni bir yayın dönemine girmiş bulunmaktayız. Bu yeni dönemde her sayımızda farklı dosya/soruşturmalarla okurumuzun karşısında olmaya çalışacağız. Her geçen sayıda daha çok genç ve yeni isme yer vermeye çalışıyoruz. Bu sayımızda da elliye yakın isim var ve çoğunluğu genç isimlerden oluşuyor. Bu sayımızın dosya konusunu ‘Şarkılar ve Anılar’ olarak belirledik. Çünkü her şarkının bir anısı olduğuna inanıyoruz, dinledikçe bize hatırlattığı. Bu sayımızın şairleri: Yavuz Erdem, Ahmet Avcı, Okan Torun, Bülent Özdaman, Bilal Çağlar, Tugay Kaban, Kadir Akgün, Hüseyin Soylu, Burak Söbüoğlu, Nurgül Koç, Zeki Altın, Ertuğrul Tiryaki, Sabit Çakmaklı, Ebru Aydoğan, Ali Akçakaya, Nurdan Akın Gürkan Metin yazarları: Sıddık Yurtsever, Furkan Sait İpek, Ahmet Topbaş, Hatice Aydın, İsmail Ersöz, Esra İren, Merve Yalçın, Hazar Karib, Caner Almaz, Nacize Oğuz, Hediye Nur Doğru, Kamil Karadeniz, Fatma Kutlu, Aytaş Odacılar, Uygar Şimşek, Deniz Çobaner, Talip Yılmaz, Şeyma Subaşı, Hüseyin Dikmen, Dilek Öksüz, Rahime Kasım Cenap Şahabettin sadeleştirmesiyle Umut Câhid Kitap yazısıyla Ahmet Melih Karauğuz Dosyamızın yazarları: Mithat Tahsin, Bülent Özdaman, Raşit Keskin, Nigar Nas Kocabaş, Ahmet Kemal Ünsaçan, Ahmet Karaca, Emre Şensoy, Alihan Kaplan, Fatma Kutlu, Ahmet Melih Karauğuz Bu sayımıza fotoğraf ve çizimle katkı sağlayanlar: Behnan Balaban, Ali Akçakaya, Şamil Yaşar Taşçı, Bera Nur Tüzen, Emily Sevin, Bayram Kabadayı İlk günden beri bizi yalnız bırakmayan siz değerli okurlarımıza ve bu sayıya verdiği destek için Şükran Alan’a teşekkür ederiz...
eylül ekim sayısı 2014
1
Yayın Aralığı: İki ayda bir yayımlanması umut edilir. Para buldukça basılır.
Rüştü Onur, Necati Cumalı’ya yazdığı bir mektubunda büyük bir heyecanla ‘Şehir’ dergisinden bahsediyor. “Şehir’de buluşacağız. Her ne pahasına olursa olsun Şehir çıkacak.” diyor. Şehir’i çıkarmak Rüştü Onur’a nasip olmuyor. Ömrü vefa etmiyor Şehir’i çıkarmasına. Ama önemli olan derginin çıkıp çıkmaması değil. Rüştü Onur’un içindeki o heyecan, o aşk… Gerekirse elindeki şeyleri bile satabileceğini söylüyor Şehir için. Eşten dosttan para alacağını. Ama diyor, “Şehir büyük iddialarla çıkmayacak. Benim anladığım manada ‘yeni’nin bayrağı olacaktır. Evet biz, henüz imza yapmış sayılmayız. … Herhangi birimizin imza yapan bir sanatkardan olgun eserler veremeyeceğimizi kim iddia edebilir?”
Bekarlar İçin Pratik Ütü Teknikleri
2
Yavuz Erdem Omzumdaki kırışık Gömleğimin ütüsüzlüğüyle Açıklanılabilir bir durum değil Kokusu duyumsanılabilir bir evliyanın Geçtiği vaki olmayan bu kuyuda, Bekarlık olsa olsa boynu bükük bir sonuçtur İnsan insana değdikçe genişler Bu kuyu bir kişiye dar gelir. Omzumdan esaslı bir bahis açılacaksa Dişlerimin keskinliğine Bir şerh düşmek lazım gelir Saçların çözüp Saçların tarayıp Saçların toplayıp Ama illa ki saçıyla Yanıma uzanan her güzeli Sabaha saçsız çıkartan dişlerimdir, bendendir Omzumdaki kırışık, biraz bundandır. Duymaya açlığım sesi güzel kıldı Ayaklarımın acemiliğine aldırmayıp Yalpalama bir halaya koyuldum Kalabalıklaştıkça kıyı, derinleşti kuyu Salındıkça yavaşlayan bir ritimle Ağır çekim bir ölüm seramonisine dönüştü hayat Düğün bitmeye yakın çekilmiş Bir fotoğraf karesi olarak Gömüldüm toprağa dikine Bilmedim, sesin güzelliği duymaktan evveldir Omzumdaki kırışık, biraz da bundandır. Ölüm zamanın kıyısıdır Şimdi şairin kuyusudur Yaşayan bilir, yaşayan bilir Tüm sesler kesilip de Sesin sahibi çağırınca kendi sesine Yaşamdan korkan yerlerimi ölümle teskin ediyorum Çağrıyı işittim koşmam gerek. Ayakta duruşum henüz bir kıyam değil Omzum hala kırışık, alnım kayıp Alnımı bulmam gerek Alnımı bulmam gerek Alnımı bulmam gerek Çağrıyı işittim koşmam gerek. Es-selam aleyküm ve rahmetullahu aleyk. müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Bir Deplasman Maçıdır Kulluk Ahmet Avcı (Frederick Chopin Sonat No:2 Op.35 Cenaze Marşı)
Ve ölmeden önce iblisle yapılması beklenen bir deplasman maçıdır kulluk. —Hadi! Durmayın göğe bakalım, İçimizde birikmiş şiirlerdir, uzuvlarımızdan taşan!
eylül ekim sayısı 2014
3
—Düşler diskalifiye, aşklar boomerang Ve şüphe deltasında saatler vasatken Açılıyordu birden perdeler, caddelerdi en acı dekor. Marş başlıyordu, rimelleri akıyordu ilkin felçli kentlerin… Sonra sevdikçe canlanıyordu kalpler Ve dikey tekrarlanıyordu tozpembe akşamlar. Didaktik kavranmış, kavgaya karışan kapris töreninde, Ritim ve biçim yoksunu sözler, mezarlardan taşıyordu. Bir gülüş için yüreğimizde türeyen engebelerden, Yaşayan ölülerin merhamet etmesi ve uzun uzadıya Dağdağalı dünyayı avuçlarcasına kibirlenenler, Kasvetli senfonilere benzeyen ömürde Hayal kırıklığıydı komplike mutlu olmanın… —Şu hayat değil mi ki? Dönüp dolaşan tilkiler kürkçü dükkânına, İlk ve son kez, gasilhaneye gider insanlar. Değil mi ki yasaları çiğneyen kalpler, Zalimce kavgalar peşinde. Biliyorum, Şelale gibi hızla akıp giden günlerin Mahşerle olan randevusunu hatırlatır yaşam.
4
Saç Kırıklarında Ölü Geceler Geziniyor Okan Torun Takvim yapraklarından kaçıp sesinin yoksunluğunda matemli bir geceye uzanıyor ölü güvercinler İki kaşının arasında “yalnızlık şarkıları” sevişiyor sen görmüyorsun… Şemsiyelerin altına sığınıp, notasız gecelerde rüzgârın alaycı sesini dinliyoruz. Uygarlığımızın son “aşk” savaşını da verip, gecelere yaralı uyanıyoruz . Bir kent ıssızlığı düşüyor gamzeli yanaklarına … Sonra, çocukların gözlerinde büyütüyorsun içi yıkık şiirlerin son uyaklarını… Mumlar kırılıyor ağırlaşan uyku törenlerinin başlangıçlarında Mektuplar dolanıyor sarı odaların boş tenhasızlığında Sen “üstüm” oluyorsun sesimi ısıtıyorsun, bu kentsiz şarkısızlıkta Denizler giyinip usulca göğe çalıyorum can kırıklıklarımı … Haziran düşüyor avuçlarımın yarasızlığına, kirpiklerinden duyuluyor çocukların sesleri… Yitik cümlelerden kaçıp, aklımın “sol” köşesinde dönmeni bekliyorum Vakit bugünlerde ağırlaşmış “ayrılık” müebbetlerini soyunuyor “Saç kırıklıklarında ölü geceler geziniyor.” - Sen bilmiyorsun… Yağmurlarla ince ince dökülüyorsun bahar yorgunluklarına Işıklar kapanıyor, sesler rüzgârın sokaklarında adını fısıldıyor yaban çiçeklerine Ve Sen dönmüyorsun… … “Hadi biraz daha rakı doldur ” Bu kez saçlarından öpeceğim … Söz veriyorum. müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Varamıyoruz
Bülent Özdaman
Bilal Çağlar
Kaç kez dinlemeliyim bu şarkıyı, Dokunmak için kavruk tenli kadınların ellerine? Baş ucumda kırmızı, turuncu, kahverengi, İhramlı, uzun, zayıf kadınlar görüyorum… Ne kadar dolaşmalıyım şehrin çeperlerini,
Çokça acı var hamd-ü senalar olsun. Çokça şiir, çokça dua. Yok, kalbimize dönemiyoruz bir türlü. Yola düşüyoruz en çok En çok yol en çok şarkı.
Ulaşmak için Afrika’nın parlak gecelerine?
Kimi zaman gizlice ağlıyoruz, kabul Kimi zaman çığlık kahkahalar Ah! Dili olsa da konuşsa kalbim..
Ayak ucumda testiler, çamaşır sepetleri,
Varamıyoruz sonra varılacak yerlere.
Asaletini emdiğim nasırlı kadın elleri görüyorum…
Şükür! En ziyade şiirimiz bizim. En ziyade duamız..
Daha kaç adım yürümem gerek, Bu sancılı şiirin içinden çıkmam için? Kanatıyorum parmak uçlarımı ne yapayım,
Ve son. Susuyoruz, En çok konuşulacak şeylere.
Görünce kavruk tenli bir kadının kocaman gözlerini…
Yitiyoruz, yitiriyoruz.
eylül ekim sayısı 2014
5
Kavruk Tenli Kadınlara Şiirler
6
Kaygının Yankısı
21.Yüzyılın Sorunu: Mesafe
Tugay Kaban
Kadir Akgün
Tan ağarmaları yığılır, kanlı nihayet Tanrı katından elbet gül kokulu yemişler Gelir, gözünü aç, ölümün rengini seyret Yüzünde yankılar, yüzünde atlas seyirler Tan ağarmaları yığılır, kanlı nihayet Bulutlar dağıldı ve gök alçaldı sonunda Nefes nefese kadınlarda, kalmadı takat Doğurgan bacaklar, dizildi ıslak toprağa Kalçalarından ağızlarına soluk lûgât Bulutlar dağıldı ve gök alçaldı sonunda Meyvaların, çekildi ilikleri yavaştan Ah o kokular, sanki aklımda derin kuyu Ve düştüm, düşülmez ve çıkılmaz olan taştan Derdimi anlattığım ağaçlar da kurudu Meyvaların, çekildi ilikleri yavaştan Yetişin, küllerim yandı ve aylar yıllandı İnsan, kalbinde kıyametin izine vardı Gam dolu mevsimlerim, iğrenç zevklere battı Kim söyler, iki deniz arasında şarkımı? Yetişin, küllerim yandı ve aylar yıllandı Dudaklarıma kadar kusma gibi nefesim -Dudaklarına kadar kusma gibi nefesin Yükseliyor, sanki gergin telleri sesimin -Yükseliyor, sanki gergin telleri sesinin Dudaklarıma kadar kusma gibi nefesim
Ağaçlar, köprüler, taşlar bükülüyor şimdi Bir şehrin bakır tellerine nazire yaparak. Birazdan boğazı yaracağım Ve kim bilir kaçıncı firavunu boğacak deniz. Mesafeler yalan! Bunu yolculuk ispatlıyor. Bu cümle şairi haklı çıkartır. Hasreti inkar ediyor Ve meydan okuyorum! Mesafeleri temsil eden her cisim Takılıyor şimdi gecenin perişanlığının peşine. Ve perdesine konuyor bir şehrin kelebek Tırlar, otobüsler, tüm binek araçlar Bir hamam böceği familyası feribotun üstünde. Feribot, Nuh’un gemisi. Feribot markalı Nuh’un gemisi dalgalar üstünde. Ve düşünün, tüm insanlığı sırtlanmış vatoz. Siz bunu henüz okurken Artık her şair bir firavun. Yüzyılı fark etmeksizin.
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Vurulu Düzen
Hüseyin Soylu
Burak Söbüoğlu
Kaderi evine bıraktım Aman Tanrı duymasın çok kızar Yolumu kaybettiğimden beri Milli şefiyim camilerin Nal sesleri tırmalar mü'minlerin gönlünü Felahı unutmuş 18 yıllık ruhsuzluğu Süngülerin, her vakitki kuruntusu Ayağını burkmuş ülkem Sekerek yürüyor yarınlara Ama kararmadan kalbim Uzaklaşmalı bu kamusal alandan Delilleri karartılası bu ömrün Eylemleri dumanaltı Ne zaman kendime kurulsam 5 dakika daha diyor nefsim İçi geçti, gençliğin Dedem "o şimdi rahmetli" derdi de anlamazdım "Mektep nasıl gidiyor" evladım Kızma Tanrım Vahiylerini hep manşetten okudum
Sabah namazına kalkamamış bir günle Bir takvim yaprağıyla başlıyor seneler Gidecek yeri olmayan bazı mutluluklar İçinde yaşadığı pişmanlığın şeklini alıyor Sıvıların genel kanunudur bu Bir sızı, içimde kural ihlali yapıyor
Çağ Dışı Sessizlik Çığ Gibi Büyüyor İçimde Rabia Kasadar
eylül ekim sayısı 2014
Daha kuracağım çok cümle var Ellerinde cennet taşıyan çocuklar görüyorum Korkuyorum, bir gün soracaklar Neredeydin diyecekler ben ölüyordum Kuracak daha çok cümlem var Ama korkuyorum bir sabah namazı çıkışında Bizi ortak bilip acılarımızdan Mutluluğa dönen pişmanlıklarımı bilip Seni tanıyacaklar Biz kurmadık, vurulu bir düzen bu Daha vurulacak çok ismim var…
Cellatların insafına bırakılmış benim çağımda söylenecek tüm güzel cümleler. Cümleler ki, hayatın güzelliğinden bahsetmenin diğer anlamıdır. Benim çağım anlam kargaşalarının yaşandığı bir çağdır. Haykırışların sessiz olduğu, gülümsemelerin yalan olduğu bir çağ. Konuşmalar sessizdir, ağlamalar sahtekar... Benim çağımda bir saniye tam on iki saat sürer. Kelimeler anlam ifade etmez. Sükutlar yarım, boyunlar bükük, alınlar ak değildir bu çağda. Benim çağımda kaybetmenin güzelliği dile getirilmez, inanışlar boştur, adanışlar hikayedir, umutlar yerini acıya terk eylemiştir. Kaybetmenin güzelliğini kaybetmemiş bir çağ arıyorum ey kardeşlerim, fazla mı geç kaldım?.. Kaybetmek güzeldir, ne güzeldir kaybetmek..
7
Kaderi Evine Bıraktım
8
İhtilaflı
Sana Rağmen ve Sana Dair
Nurgül Koç
Zeki Altın
her istediğimizin olmayacağını anlayacak kadar büyümüştük salıncaklar tartmıyordu artık bizi ve kimse tahammül edemiyordu ağlamalarımıza tabağımızda artan yemeğe kızacak kimsemiz kalmamıştı şimdi hatırıma düştü öğle aralarında yemeğe geldiğim ilkokul günlerim yalnız uyuyacak kadar büyümüştük ve ninni söyleyecek bir omuz yoktu şimdi kalbimiz misak-ı milli sınırları gibi ihtilaflı ve kim tutsa elinde kalacak gibi
yeniliyorum sana rağmen ve sana dair her gün içimde solan bir karanfil çiçeği gibi ömrüm sudan ve havadan arta kalanlar ancak yeter mi ki karanfil dışında beni yaşatmaya az değil, kuşların ömrü kadar yahut bir arının bal yapışı kadar da olabilir yaşamak işte sana rağmen ve sana dair her gün yahut bir gün dahi olabilir
Uç Uca Ölmek/ (K)öksüz Ağaç Ertuğrul Tiryaki Dans ederek ölür bütün yapraklar belli ki cennetten bir müjdeleri var
(K)öksüz Ağaç Bir düşün tamamı sana ait olan soğuk bir düşün ardından toprağa tohum niyetine dondurma külâhlarını gömen bir çocuğun umutları kadar parlaktı umutlarım
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Bayram
Sabit Çakmaklı
Ebru Aydoğan
Yeşilin suya düştüğü yerler de vardır, Mavinin de yeşilin de sevdasıdır çünkü su Amansızca yarışırlar suyun gönlüne düşmek için Kuralları yok, İkisi de özgürdür çünkü ve ikisi de bilirler, özgürlükleri suya kadardır
- Elimde bir kömür, önümde teksir kâğıdı, Çok bilindik bir sokaktan geçiyorum.Dünyam avucunda küçücük, Dünyam güneşine pervane, Başka başka memleketlerin hakkı var üstümüzde, Çayır çimen bilmem ben. Yağmur kaşıktan boşanır bizim buralarda. Kâfiye kıtlığım belki bundandır. Ayıramıyorsam gece ile gündüzü, Ve hep bir şeyler kurak kalıyorsa bağışla. Hâlis duygular yeşerttim güzin coğrafyanda. Hakikâtli sağanakmış seninkisi. Yağmur yağar da ıslatmaz mı? Rüzgar eser de üşütmez mi? Sen nerenin bereketi, Hangi bahtsızın kıtlığısın. Kaç zümrüdün yeşili, kaç yakutun ateşisin? Zihnime barınak kurmuş, geceye bir mum olmuşsun. Ben ki Her şiire adını paylaştırdım, Kimse bilmesin diye muhafız yerleştirdim. Yetim iken bey ettim gözlerini. Silkeledim dünyayı, katlayıp cebime koydum. Liberaller bile masum çocuk gözümde. Sen gönlüme düştüğünden beri, Kimin umurunda ki yerçekimi? Ben ki Yedi cihana haber saldım, Turnalara söyledim adını, Ummana ezberlettim. Çocukların dilinde tekerleme, Irgatın elinde ekmeksin artık, Solunmamış nefessin rüzgârın koynunda, Öyle hayati, öyle lazım. Susmuyor, Susturamıyorum içimin sarhoş bülbülünü. Ve biliyorum, Zor geliyorsa diline mahkûm iki kelimeyi söylemek, En geveze gönül sende demektir. Yine de, Sen gönlümün şenlik tellallığı ettiğine bakma, Bunlar hiç gelmeyecek bir bayramın arifesi. - Hakkını vermek lazım gelecekse bu şiirin, Nasibi bir kibrit çöpünden olsun. Bilirim, Yanmadan alevi anlatmak zordur. Ve söylerim, Saçlarıyla sarmaşık bir türkü akmıyorsa dilinden, Okuyana, bana ve şiire geçmiş olsun. -
Ya hatıralar, Onlar özgürler mi renkler kadar? Bir kapı kolunun minnetine kalmış Manzaranın güzeline saklanmış Ağacın gölgesinde yeşermiş Korkmuş, İstenmemiş, Ya da çok özlenmiştir hatıralar Bazen bir şarkının notasına oturmuş bekler özleyenini Her bitişte özler, Her başlangıçta özler, Odanın en kuytusuna kadar gider ama Özlemin kıyısı bile yasaktır ona Ya notalar, Notalar kaldırabilirler mi anıları? Sözcükler ve şiirler kadar güçlü müdür şarkılar? Hecenin arasından el sallayan umudu kucaklayabilirler mi “Do’lar” ? Ya da acıtmadan sarabilir mi yaraları “Fa” ? Notalar, Acıtmazlar ama sadece acırlar, Bir özlemin büyüsünü taşırlar kulaklara Yalnızca yalnız olduğunu hatırlarsın Bazen “Benzemez kimse sana”dır benzersiz olan Bazense “Karadır kaşları”dır içini karartan Özletir ama dindirmez Ahenginden tutarsın,bırakır Ama sen bırakamassın; Çünkü anılar, Mekandır Zamandır O küçücük nota, Dünyadır sana bir an için de olsa Ve biz görmesekte Notalar da ağlarlar eylül ekim sayısı 2014
9
Nota Kulağa Düştü
10
Seninle Bir Algida Dondurma Yiyemedik Sevdiğim
Cumartesiler Uyumuyor Hiç
Ali Akçakaya
Nurdan Akın Gürkan
Legalleşmek ontolojik bir kavram Ancak yetişiyorum hızına geçmişin İçimde puslu ormanlar Aklımdan hazır yemekler geçiyor Yıkılıyorum tanıdık yanlarımdan Çıbanlar patlıyor suratımda Ser veriyor sel olamıyorum
Bu uykulu gök, sallanan yaprak, dalgın denizin arasında Huzur bulutların yatağında Yolların da bir sonu var, caddeleri bitimsiz olsa da Ruhum belirsiz acılar içindeyken Ne İzmir’de ne de İstanbul’da Cumartesiler uyumuyor hiç annelerin koynunda Nice kayıplar nice ağıtlar nice özlemler Eskiyor her geçen saniyede gözlerin karasında Ruhum belirsiz acılar içindeyken Ne İzmir’de ne İstanbul’da Cumartesiler uyumuyor hiç annelerin koynunda Nedir yerine konacak olan Bu kayıpların, yürek yakan özlemlerin Ne koyabilirsin bir annenin Koynuna, uyutmak için acısını Hangi yaşam hangi ölüm Açar gökyüzüne kollarını Ruhum tarifsiz acılar içindeyken Cumartesiler uyumuyor hiç Annelerin koynunda.
Bor’un kısaltması kadar hayat Cesaret en değerli maden Üç tarafım kerizlerle çevrili Haylaz kış ağaçları dikiyorum bahçeme İçim güdülüyor Kavalye ile şövalye arasında bir yerdeyim Bir elimde gül diğerinde tüfek Aşama kaydediyorum plaklara Plaklar; plaka olamamış buruk şeyler Dikiyorum dilimi, al işte bu da oldu Terfi ediyor dudaklarım Ortaya atılmış sus paylarını heykel niyetine tıraşlayıp Önüme gelen her şeyin cebine öpücük koyduracağım Ders kitaplarından başlıyorum ölmeye
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
fotoğraf: behnan balaban
Sıddık Yurtsever ‘’Su ver Leyla’m yanıyorum. ‘’ İbrahim Tatlıses Azer Bülbül türküleri gibi savrulmuş bulunuyordum. İçinden geçtiğim dünya şerit ihlali hallerimi fişleyip yedi düvele haber salıyordu. Bitkindim. Kafamı iki elimin arasına alıp düşünmeye çalışıyordum. En iyi yaptığım iş buydu çünkü. Bir çözümün bulunmasının hiçbir önemi olmuyordu ben düşünürken, düşerken. Tek başıma yaşadığım için kimseye izah etmiyordum, kendimi. İzahsızdım. Saatlerce düşünür bir anda vazgeçerdim düşündüklerimden. En iyi yaptığım işe bu kadar kafa yormam nazara sebep olabilirdi çünkü. Hem düşündüğüm tek şey vardı zaten. Dolayısıyla tekrara düşmek anlatım bozukluklarına sebep oluyordu. Neyse. Leyla. Otuz küsür yıllık hayatımın ızdırabı. Kaktüs çiçeğim. Ayşen Grudam. Ne yaptıysam yapmamış sayıldım onun için. Uzaktan akraba, asil matmazel, yerli burjuva; Leyla. Onunla hemhal eylül ekim sayısı 2014
11
Putperest Leylaları Keşif İçin El Rehberi
olalı kaç sene olduğunu hatırlamam gerekiyor ama bunu bir türlü hatırlayamıyorum. Belki de çektiğim çilenin dünyada bir karşılığı olmadığından. Belki de bedenim bu boşluğu dolduramıyordur. Belki de… Kasabamıza ilk taşındıkları günü hatırlıyorum Leyla’nın. On üç yaşında her zerresiyle isyana meyleden bir oğlan… Kâkülü tüm dünyaya barış mesajları veren bir kız… Siyah çerçeveli gözlükler, kahverengi ceylan gözleri, bellere kadar dökülen saçlar, mavi bir fular, elma yanaklar… İlk konuşmamızda kadın ruhundan anlayan bir halet-i ruhiyemin olduğunu sezdirmek için elimden geleni yapıyorum: - Merhaba Leyla eyelinerin kaynak mı? - …. - Rimelinin rengi de tırnaklarına çok yakışmış. - …. - Ojenin de alnına renk getirdiğini söylemeden geçemeyeceğim. - … Hiçbir şey söylemiyor. Yüzünde, yeni bir icada kalkışıp muzaffer olamayan bir bilim adamı asabiyeti var. O günden sonra uzun bir müddet görmüyorum onu. Belki kendimden hiç bahsetmediğim için alınmış olabilir diye düşünüyorum. Kendimle, bir sonraki görüşmemizde kendimden bahsedeceğimi söyleyerek sözleşiyorum. Geliyor. İçimde; deli toynaklı atlar, harbe hazırlanan süvarileri teskin etmeye çalışıyor. Kalbim bağımsızlığı ilan etmek üzere: - Merhaba Leyla. - Merhaba. O merhaba deyince kelimeler disiplinize edilmiş bir alay gibi kalıyor içimde. Nereden başlaya-
12
cağımı bildiğim halde panikliyorum. Bir gayretle diyafram nefesi alarak başlıyorum anlatmaya: - Bir mobilyacının yanında kalfayım. Aslında kendimi usta gibi hissediyorum ama ustam ölmeden onun yerine geçemem. Çeşitli denemeler yaptım lakin ustam bu dünyayı çok seviyor ve ayrılmak istemiyor. Mengeneyi bir alışı var görmen lazım Leyla. Şarjlı matkapla vidaları suntalara bir atışı var anlatamam. Demem o ki zor işler. Toz, toprak. Ustanın küfürleri. Ama mecburum. - Anlıyorum. İnsan ferrariden düşmüş gibi hissediyor kendini. İçimi döküyorum Leyla’ya ama o sadece anlıyor. Ben yakın olmak istedikçe kalbime mıhları vurup ziyan ediyor beni. Adımı ağzına almıyor. Bir vebalı gibi uzak duruyor benden. Ben sana vebalıyım Leyla, ben bu haldeyken nasıl ödersin bu vebali? Dünya yıllık hareketlerine devam ederken, monotonluk içinde sıkılırken ay, çobanlar kavalıyla pop şarkılarına eşlik ederken, yine düşünmeye başlıyorum. Düşüp düşüp kalkıyorum yerimden. Dükkâna ne vakit gitsem şizofren gömleklerini üzerime olduruyorum. Ustam bazen dayanamayıp basıyor kalayı: - Ulan eşşoğlu ne bu hal. Az daha kolunu kaptıracaktın makineye. İt herif… - Usta sana da oldu mu bilmiyorum ama adımı hatırlayamıyorum bazen. Kimliksiz ceset torbalarında geziniyor adım. Coğrafyanın küf kokan ayazları sanki halaya kaldırıyor beni. Ama benim mendilim yok. Düşünebiliyor musun usta? Benim mendilim yok. - Kaybol lan gözüm görmesin seni. Şehre iniyorum. Uhu çeken sübyanlar para istiyorlar benden. Mendillerinin olup olmadığını soruyorum. Olumsuz bir cevap alınca derhal ayrılıyorum yanlarından. Eve doğru giderken mezarlığa uğrasam mı acaba diyorum. Bir anlık tereddütten sonra geçmişlerimi yâd etmek için giriyorum kapıdan içeri. Ben pek dua falan bilmem. Şimdi düşündüm de hiç bilmiyormuşum. Zaten burada pek tanıdık da yok. Ama olsun en azından birkaçının isimlerini okuyayım yüzlerine. Yoklama çeker gibi bir hale bürünüp derhal vazgeçiyorum bu halden. Edepsizlik etmek olmaz. Benim dedem hacıdır. Kendisi bir şeyhten el almış. Hatta bazen cumaya falan gittiği söyleniyor. Bana da öğretmişti bir şeyler. Mezarlıktan ayrılıyorum. Mahalleye yaklaşırken Sarı Vedat karşıma çıkıyor. Oğlanı birkaç aydır görmediğim için hal hatır soruyorum. Meğer bizim Sarı, yeraltı dünyasında nam yapmış bir adama sevdirmiş kendini. Oradan bir yol açmış adam
buna. Bu da yürüyormuş birkaç aydır. Daha gidecek çok yolu varmış. Ne yolu olduğunu çok iyi bilsem de ses çıkarmıyorum Vedat’a. ‘’Rastgele’’ diyorum devam ediyorum yoluma. Mahalleye girerken Leyla’yı görme arzusuyla yanıp tutuşan ruhumu teskin etmeye çalışıyorum. Kötü enerjiyi def edip manifaturacı gevezeliğiyle kendimle konuşmaya devam ediyorum. Karşıdan tüm dünyayla ateşkes ilan edip ateşkesi bozmak için bir bahaneye baktığını hal ve hareketleriyle belli eden Leyla geliyor. Allah’ım bana neden böyle oluyor. Sanki bedenimi asfalta eritip üzerinden silindirle geçmişler. Yaklaşıyor. Allah’ım yardım et. Fakat olmuyor. Ne yapsam da konuşamıyorum Leyla’yla. Tüm kelimeler boğazıma düğümlenmiş fakat çözülmüyor. Tam yanımdan geçerken tebessüm buyuruyor. Tebüssüm, bendeki dağılmışlıkla birleşince saçma sapan bir yüz ifadesini yapıştırıyorum yüzüme. Öylece evin yolunu tutuyorum. Ne bitmez bir yolmuş. Kaldırım taşlarının sıcaklığı yüzüme çarpıyor. Nefes nefese giriyorum kapıdan içeri. Dilim dışarıya sarkmış durumda. Artistlik bir hareketle dilimi yerine olduruyorum. Kendimi divana zor atıyorum. Böyle ne kadar zaman geçmiş olabilir? Zaman geçtiyse gecikmiş sayılır mıyım? Felsefeden hazzetmem zaten evli değilim hepinizin malumu. Kapı çalıyor. Pencerenin kapıya bakan tarafına eğiliyorum. O da ne? Leyla mı o. Rüya mı görüyorum Allah’ım? Hemen test etmek için kafamı arka arkaya cama gömüyorum. Cam paramparça oluyor. Kanımın rengini hiç beğenmedim. Bir ara doktoruma görünmeliyim. Fakat benim doktorum yok. Sağlık olsun. Kapıyı açmakla açmamak arasında tereddüt ederken bir anlık sarsılma yaşıyorum. Ardından tekmeler, tokatlar, hiç duymadığım ayıp sözler geliyor. Ustam bu. Ne zaman girmiş içeri. Dışarıya bakıyorum Leyla. İçerde ustam. İçi dışa aktarsam her şey hallolacak. Ferahlayacağım. Son bir hamleyle ustam kafama çekici yapıştırıyor: - Ne yapıyorsun lan sandalyenin üstünde kaç saattir? Sayıklamaya mı başladın. Leyla kim oğlum. Bir aydır dükkanda yatıp kalkıyorsun zaten. İnsan gördüğün mü var. Tek gördüğün benim. - Usta kapıyı açmam lazım. - …….. …… …… …… Ustam bağırmaya başlıyor. Elindeki matkapla kovalamaya başlıyor beni. Ustam önde ben arkada? Fakat tam tersi olması gerekiyor. ‘’Bekle Leyla açıyorum kapıyı.’’
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Vakkas Okuna Uğrayasıca1 Bilim Adamları Furkan Said İpek
* ’Vakkas okuna uğrayasıca’: Konyanın yerlilerinin kullandığı bir deyiştir. Peygamber(as.) dönemindeki Sa’d b. Ebi Vakkas(r.a) isimli sahabenin iyi ok atmasına atıfta bulunularak türemiştir. Birisini öfkeyle anarken kullanılır eylül ekim sayısı 2014
13
Sırtını verdiği İlçe Milli Eğitim’den bozma Öğretmenevi binasının duvarından aldığı destekle doğruldu ve akıp giden kalabalığa kitaplarının sahifelerinin arasından sızan yağmura aldırmaksızın, karşıdaki tepeyi yıkmak kastıyla bir iç geçirdi. sonra her sabah yaptığı üzere koynunda dürülmüş bulunan sarı yeşil renkteki, üzerine üstü açık bir spor araba süren sevimli bir çocuğun resmedildiği battaniyesini çıkarıp yere serdi. Bağdaş kurmasıyla her santimetrekaresine yama üstüne yama yapılmış entarisinin dizlerinin patlıcan çiçeği gibi ortaya çıkması ve yağmurun kesilmesi bir oldu. Ardından ilk derse geç kaldığı için yarım gün yok yazılacak olmasının verdiği umarsızlıkla isteksiz adımlarını okuluna yöneltmiş delikanlıyı durdurdu ve eline birkaç Bizans altını tutuşturup ilerideki gazete bayi - köy yumurtası distribütörü karması bakkaldan bir simit almasını işaretle rica etti. O simidin yanında çay istemezdi çünkü ice tea denilen zımbırtıyla tanıştığı günden beri simit-çay kombinasyonunu protesto ediyordu. Çayı soğuk içmek çayın doğasına hakaretti ona göre. Bir yandan simidini yemeye diğer yandan da Mısır’daki antik bir kütüphaneden kotarılmış bir alternatif tıp kitabını andıran kitabını okumaya koyuldu. Her bir sayfaya başlamadan simitten bir ısırık alıyor ve aklıyla okuduklarını,midesiyle yediklerini sindiriyor, aynı zamanda sayfanın sonuna yaklaştığında serçe parmağını yalayıp kitabın üzerindeki susamları toparlayarak vücut fonksiyonlarını etkin bir biçimde kullanabilme enstantanesi sergiliyordu... O kimine göre bu şehrin saygın delisi, kimine göre yaşayan son gerçek filozof, kimine göre uzaydaki şer güçler tarafından gönderilmiş bir araştırma sondası, kimine göre de Jumanji filminden fırlamış bir figürandı. Yani onun ne olduğuna karar vermek belki de yeni bir Paris Barış Konferansı’nın
toplanmasını gerektirebilirdi ancak o çağın süper devletleri sömürü yarışından kafasını kaldıramayacak durumda olduğundan bu konuyu müzakere edememişlerdi. Fakat şu mâlumdur ki, kimse onun konuştuğunu görmemiştir ve her sabah Öğretmenevi’nin önündeki otobüs durağına ilk gelen kişi, onu ayakta, sırtını taş duvara vermiş ve başını önüne eğmiş haldeki konforlu uykusundan uyandırır ve o da gününe ağır sancılı bel ve boyun ağrılarıyla başlardı... O aslında diğerleri gibi sıradandı bir zamanlar. Başarılı bir iş adamıydı. Şirketlerin anlaşmaya vardığı ancak sadece imzaların atılmasının kaldığı dev ortaklığı başlatmak üzere uçakla yurt dışına seyahat etmekteydi. Uçağı amansız bir fırtınaya yakalandı ve okyanusa çakıldı. O ise uçaktan pinpon topu bile alamadan yüzerek, Robinson Crusoe’nun bile düşmekten çekineceği bir adaya ulaştı. Adada günlerce ananas kabuğu kemirmekten ve deniz suyu içmekten dili pörşümüş bir haldeyken bayıldı. Uyandığında ise kendisini Keops Piramiti’nin inşasında çalışan bir işçi olarak buldu. Garipti gerçekten. Keops da nereden çıkmıştı ki? İnanması zor ama adadaki sönmüş yanardağın altında laboratuardaki bilim adamlarının rölativistik deneyine kobay olmak itmişti onu bu esrarengiz yolculuğa. Tarihin farklı çağlarında farklı karakterler halinde yolculuk ediyordu. Şu an yaşadığı zaman ise Maya Takvimi’ne göre kıyametin üzerinden epey bir zamanın geçtiği zamanlara rastgelen bir zamandı. Yolculuğundaki son durağı ise, bu öğretmenevi’nin önünde otobüs durağı bulunan, pek de globalleşememiş, gezegenine oranla teknolojide biraz geri kalmış, halen Almanların II. Dünya Savaşı’nda ıskartaya çıkardığı demir yığınlarının ve Çin’deki şölenlerde içine 1015 kişinin girip hareket ettirdiği ejderhalara benzeyen otobüslerin ulaşım aracı olarak kullanıldığı bir şehirdi. O, yolculuğun bu aşamasının en zor aşama olduğunu düşünüyordu. Çünkü öyle bir zamana ulaşmıştı ki, bu çağda insanlar gölgeleriyle tanımlanıyor, hepsi bütünüyle kendi evrenine bürünüyor, çok da eski olmayan zamanlardaki erdemler artık çok eski sayılıyor, herkes ışığa ulaşmak için çabalamak yerine gölgenin zifiri karanlığıyla yetinebiliyordu... ve insanlar logaritmik bir hızla öldürülebiliyordu. Çocuklar...Kadınlar...Yaşlılar... İşte o ulaştığı bu çağın yadsınmış karanlığına inat... Susuyordu.
Mülayim Dede Öldü Ahmet Topbaş
14
İnsan Alak’tan yaratıldı.. Alakadan... Yani sevgiden... Devasa çınar ağacının dalları arasından ayın ilk ışıkları düşmeye, gökten basamak basamak inerek önce masamızı sonra ruhumuzu aydınlatmaya başladığında henüz Mülayim dedenin öldüğünü bilmiyorduk. Mülayim dede ölmüştü. Haberi getiren terzi yamağı hararetle konuşuyor arada bir kekeliyordu. Uzun uzun çocuğa baktık. Bir şey dememizi bekliyordu. Diyemedik. Çocuk dönüp gitti sonra. Ellerimi dizlerimin arasına aldım, büzüldüm. Başım yaprakların hışırtısından taraftaydı, çevirdim. Başımı çevirince saksıdaki nanenin kokusu burnuma geldi. Mülayim dede naneyi çok severdi. Pek arsız olur bunlar, domates kasasına bir tane ekersin, çoğalıp gider, derdi. Dükkanın cama yakın yerinde sıra sıra dururdu kasımpatılar, menekşeler, sakızlar, tomurcuklu fesleğenler... Onları özenle büyütürdü. Arada bir ellerini çiçekleri üzerinde gezdirir burnuna götürürdü. Uzun saatler boyunca ağır kokular soluyan burnu nanenin, fesleğenin o aromasını hissedince kendinden geçerdi. Sırayla bize de koklatır sonra da masanın altından çektiği iskemleleri işaret ederdi. Biz de kan ter içinde, alnımızdan damlayan ter damlacıklarını kolumuzla silerek otururduk. Bilirdik ki bu oturuş, alemler arasındaki perdenin yırtılmasına sebep olurdu. Heyecandan ve koşturmadan dolayı güp güp atan yüreklerimiz sükut bulurken biz de hep bir ağızdan Mülayim dedenin hacı misi kokan dudaklarından dökülecek sözleri beklerdik. Gözlerini iki yandan sündürür gibi kısar, küçük bir şeye bakar gibi küçültürdü. Bizi görünce yüzüne gelen gamzelerin bir gün bizde de oluşacağını düşlerdik. Gamzeler, en sevimli cilt kusuruydu ona göre. *** Salkım söğüdün altındayız. Vakit epey geç olmuş. Hafif bir esinti teravihten çıkan cemaati cennetle müjdeliyor. Ruhlarımız yaprakların zikriyle irşad oluyor. Sakinlik, huzur, nargilenin buğulu ko-
kusu... çay şekerinin muhabbetle eriyen nağmesi... şıngırtısı... Herkes çayını saat yönünde karıştırırdı. Mülayim dede, yaşasaydı, tavaf yönünde karıştırırdı. Yüzünde mütebessim bir ışık. Bizi dükkanın penceresinden görür tatlı tatlı bakardı. Koltukaltımıza sıkıştırdığımız kaleci eldiveni, futbol topu ile ince işlemeli, çift tokmaklı kapıdan girerdik. Bu kapı iki yandan açılırdı. Kapının girişindeki çatının saçakları vardı. Hafif gölge bir alan oluştururdu. Saçakların ortasında belli aralıklarla kandiller bulunurdu. O yaşlarda bu kapıdan girmek bizi büyülerdi. Kitaplarda, menkıbelerde anlatılan hanlardan birine girer gibi hissederdik kendimizi. Bu dükkanlar tarihten kopup gelmiş bir çarşının hatırasıydı. Onun sokaklarında kaybolmaya çalışmak, ne tarafa gidersek gidelim bütün yolların cami avlusuna çıkıyor olması güzeldi. Mülayim dedenin arada bir gittiği, bizi de götürdüğü sahhaf, çarşının en ilgi çekici yeriydi. Birbirinden ilginç kitapların, sıra sıra yükselen rafların arasında oldukça keyifli saatler geçirirdik. Mülayim dede, dükkan sahibi İsmail dede ile konuşurken biz de raflar arasında gezinirdik. Gülmekten ve koridorları arasından “ce’ee” yapmaktan, birbirimizi korkutmaya çalışmaktan kitapları incelemeye fırsat bulamazdık. Çocuktuk. Bizi şaşırtan kitaplarla karşılaşınca kitabın başına civcivler gibi üşüşürdük. Sonra o kitabı koyar bir başkasını incelerdik. Mülayim dede de bizi izlerdi. Arada bir böyle gezintiler yapmasını, dostlarını ziyaret etmesine yorardık. Çok sonra öğrendik ki kitap ile, kütüphane ile karşılaşan, rafların tozunu soluyan çocukların hayatında kitap her daim kendini gösteriyordu. Mülayim dede bize kitabı sevdirmek istiyordu. Sahhafta çoğu zamanımızı raflar arasında geçirirdik. Sonu gelmeyecekmiş gibi yükselen kitapların dünyası, çarşının içinde akan zamandan bağımsız olarak işleyen bir zamana sahipti. Kırlarda koşuşturan Avrupalı çocukların anlatıldığı hikayeler görüyordum. Ellerinde mutlaka bir defter olurdu. Ya resim çizerlerdi ya şiir yazarlardı. Kimisi doğa olaylarına meraklıydı, kimisi çiçeklere böceklere. Bazılarının köle gibi çalıştırıldığını sonra yetişip büyüdüğünde zengin olduğunu yazıyor hikayeler. Merak işte. Sokakta gördüğüm çocukların da böyle merakları var mıydı? Bu çarşının, bu sokakların bizdeki hikayesi neydi? Bilmiyordum ve hep merak ediyordum. Mülayim dedeye sorular sormak, o, elindeki kitabı aralayıp bana gözlüğünün üstünden baktığında gülümsediğini görmek, sorularımızın devamını tetikliyordu. Halen raflarda gezen, kitap inceleyen arkadaşlarımı da çağırırdı yanımıza. Sorumu bir de onlara sorardı. Ve bize o soruyu cevaplatmaya çalışırdı. müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
eylül ekim sayısı 2014
gibi altına seren Rabbini düşün. Göğe bak, toprağı selamla. Ufukta beliren bulutlar sana gülümsesin. Nefesin, bakışın, duruşun ile oku kainatı evladım” derdi. Gülümserdim. Sonra da “Sen okuma bilmezsin, bilirim” derdi. Ben, çimlerin üstünde yatıyordum. Ellerim başımın altındaydı. Göğü izliyordum. Bulutları, maviliği, kuşların zikrini hissede hissede... O ise bastonuna iki eliyle sarılmış bir halde sandalyesindeydi. Dükkanın avluya bakan köşesinde, eşikteydi. Mülayim dede hep eşikte dururdu zaten. Yüzünde çocukça bir gülümseme. Gülünce ortaya çıkan gamzesi. “Sana okumayı öğreteyim” dedi. Yine gülümsedim. O zamanlar okumanın dilimize gelen kelimelerle olduğunu sanırdım. Kainatı okumak; bir ağacı, onun suyu bir bebek gibi emişini, yaprakların rüzgarla dostluğunu, toprağın bir yüreği olduğunu, suyun en temiz çocuk olduğunu, ellerimize bulaşan çamurun bizi okşayan toprağın elleri olduğunu çok sonra öğrendim. İnsanın kalbine ekilen sevginin bizim mihenk taşımız olduğunu Mülayim dede ölünce öğrendim. Mülayim dede yine aynı renkteydi. Yeşilin ve beyazın içinde. Yine aynı avluda, aynı camideydi. Tekbir ve helallik arasında bir duruşu vardı... Yaratılışa sığınan insanın kıyam duruşu... İmamın kıyam-et çağrısı... kıyama duruşu... Demek ki esaslı bir duruş gerekliydi tekbir ve helallik arasında... Varlığa ve zamana... Yaratılana ve insana... Ve yaşama... *** Mülayim dededen yadigar bir baston kalmadı geriye. Ardında bıraktığı hayat arkadaşı Hacer nenenin sessiz ağlayışını, tülbentine sildiği gözyaşlarının nemini, tabutun ardından sessizce bakışını, daha şimdiden özleyişini de bıraktı. Bir yağmur selamlamalı salkım söğüdü, çınarı, meyve ağaçlarını. Kırlangıçlar, serçeler, güvercinler yine aynı dallara konmalı yine aynı şarkıyı mırıldanmalı bize. Yine aynı çimlere uzanıp koklamalı, ellerimi serin toprakta gezdirmeliyim. Ve Mülayim dede bana yine okumayı öğretmeli...
15
Bu, bizim bir ritüelimizdi. Soru sormak cevabından önemliydi. Soru sormak Mülayim dededen hikayelerimizi dinlememizi sağlıyordu. Gerek sahhafın rafları arasında gerek Mülayim dedenin dükkanında o, elindeki boncukları bir ipe dizerken sorularımızla yanına koştururduk. Bir salkımdaki üzümler gibi dizilir otururduk masasında. Bize eski alemlerden bahsederdi. Kadim dönemin hikayelerinden. Şiirden bahsederdi, biz susardık. Geleceği inşa eden bir ihtiyar düşünün. Çocukların büyülü dünyasına giren ve onları hazırlayan bir ihtiyar... Cami avlusunda, bir söğüdün gölgesinde, dükkanın avluya bakan herhangi bir köşesinde otururdu. Yanında duran kadim dostlarıyla sohbet ederdi. Birbirinin aynısı dükkanların, aynı renk, aynı desen mimarisinin verdiği tekdüzelik; sadece sokaklarından tanıyabileceğiniz bir benzerlik. Cumba tipli dükkanların ikinci katından izlenen, ortasında havuzu olan cami avlusu... Biz avluda koşturup oynardık. Soluklanmak için dervişlerin, ilim aşıklarının, peygamberlerin gölgelendiği kümbete yönelir, gölgesinde dinlenirdik... Mülayim dede etrafındaki insanları bir yolculuğa çıkarırdı. Bir elinde bastonu, bir elinde elimiz... Bazen bir tekkede konaklar, bir dervişin sofrasına misafir olurduk. Bize hikmetli düşünmeyi, ikram etmeyi öğretirdi. Anlardık ki bağdaş kurmak tevazudandı. Anlardık ki meyve tabağından alınan bu lezzet, onu ağır ağır tüketmek, biz çocukları mutlu ediyordu; erdemle, şükürle yenilen yemek bize insan olmayı öğretiyordu. İçimizi dolduran haz, meyveden de tatlıydı. Çünkü bu lezzet, muhabbetin tadıydı. İnsan bir dervişin sofrasında olduğunu ancak o sofranın bereketini hissederek tükettiğinde anlarmış... Mülayim dede öldü. Cenazesini dün kaldırdık.”Yasin okunan, tütsü tüten çarşılardan geçerek” cenazenin bulunduğu camiye ve bir zamanlar dükkanın bulunduğu çarşıya geldik. Çocukluğumuzda omuz omuza olduğumuz arkadaşlarımızla yine saf saf durduk. İnsan bir dönemi bazen bir sözle kapatır bazen bir diploma ile. Ya arkadaşlık? İnsana muhabbet beslemek gerekli evladım derdi Mülayim dede. “Bu bahçe senindir evladım. Onu bir döşek
fotoğraf: behnan balaban
16
Utangaç İsmail Ersöz
Derin bir nefes aldı. Aldığı bu nefes heyecanını bastırmaya yetmedi ve bir derin nefes daha aldı. Salonunu dolduran yaklaşık seksen kişiye iyi akşamlar dileyerek konuşmasına başladı. Dört yıldır geldiği bu edebiyat kulübünde ilk defa bir şeyler anlatacaktı. Edip Cansever’i anlatacaktı. “Aynı kadına âşık üç adam: Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever. Üç büyük şair tarafından sevilen bir kadın: Tomris Uyar.” diyerek başladı Edip Cansever’i anlatmaya. “Cemal Süreya bir dönem de olsa sevdiği kadına kavuşabilmiş, ona aşkını söylemişti. Sevdiğine kavuşan her insan gibi şanslıydı Cemal Süreya. Turgut Uyar ise Cemal Süreya’dan daha şanslıydı; Tomris’le evlenebilmişti. Edip Cansever ise; o sadece baktı. Sevdiğini hiçbir zaman söyleyememişti. Sevdiğini açık açık söyleyemeyen bu utangaç adam, şiir yazarak anlatmaya çalışmıştı hep derdini. Durmadan yazdı, anlatabilmek için. Durmadan yazdı, konuşamadığı için. Durmadan yazdı, utangaç yüreğine bir damla umut verebilmek için. Kavuşamadan öldü. Zaten büyük sevdaların yazgısında unutulmuştur kavuşmak. Cemal Süreya son görevini yaptığında şair töresince Edip Cansever’i şu dizelerle anlatacaktı: “Her
şeyin fazlası zararlıdır ya/Fazla şiirden öldü Edip Cansever.”Cemal Süreya esasında biliyordu Edip Cansever’in Tomris’e aşkını ve ölümünün nedenini saklıyordu bir şiirin ardına. Fazla şiirin nedeni aşkıydı utangaç şairin.” Tam buraya kadar konuşma çok güzel gidiyor, salona hâkim bir şekilde konuşuyordu. Utangaç şair dediği anda arka koltuklardan biri kalktı ve bağırdı: “ Edip Cansever de bizdendir”. Tüm salon bir anda arka tarafta bağıran bu adama baktı. Bağıran kişi İbrahim adında birkaç yıldır edebiyat kulübüne gelen, hep arka sıralarda oturan, sohbetlerde genelde susan taraf olan, konuştuğunda çekinerek konuşup, kafası önde yürüyen kırklı yaşlarda bir dinleyiciydi. Salonda bulunanların çoğu İbrahim’in sesini ilk defa duymuştu. Yasin konuşmasına devam edebilmek için bir şeyler demesi gerektiğini hissetti. Durdu ve o da aynı cümleyi tekrarladı: “Edip Cansever de bizdendir.” Konuşmasını bu beklenmedik aranın ardından birazcık motivasyonu düşse de güzel bir şekilde devam ettirdi. Konuşmasını bitirdiğinde dinleyiciler tebrik için yanına geliyordu. Gelenlerden biri de konuşma sırasında bağıran İbrahim’di. Göz teması kurmadan “teşekkür ederim” dedi ve yerden başını kaldırmadan gitti. Yasin giden adamın arkasından baktı. “Edip Cansever de bizdendir.” Eve geldiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Üstünü değiştirip yatağına geçti. Kollarını başının altına alıp tavana gözlerini dikti. Bu geceyi düşündü. Edip Cansever’i düşündü. Salonda bağıran İbrahim’i düşündü. Düşünmeyi bırakması gereken kişiyi düşündü. Yüzüne hüznün eleğinden geçen bir gülüş kondurdu ve gecenin cümlesini tekrarladı: Edip Cansever de bizdendir.
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Kısa Mı Cümleli Hikaye Hatice Aydın
eylül ekim sayısı 2014
SAHNE? Yazarın notu: Benden hikayeci olur mu? Hikayeci. Allah’ım bana önce bir hikâye lazım. Benden hikayeci olur mu? Allah’ım önce bana bihikaye lazım. Hikaye bu olsun o zaman. Olsuuuuun. (devam edecek)
17
Çıktım bir merdiven. Bir kuş. İndim bir merdiven. Bir fil. Sahneye çıkmak için bir kuş. İnmek bifiil. Hem de asıl sahnenin altında bir sahne. Kök içinde sahne. Karesini alsam içinden fil çıkardı herhalde. Çıktım sahneye. Bir kuş. Bir çocuk. İlk önce oturdum sahnenin ucuna ayaklarımı salladım. (Bir çocuk) Ayakkabılarımı sallamadım, gerçekten ayaklarımı salladım. Çünkü ayaklarım gerçekti ayakkabılarım değil. Kalktım. Kuşun yanına bir fil oturmuş. Bu hikayeyi hepiniz biliyorsunuz. Evimize dönmek için kuş ile fil. Çöl. Sıcak. Ordu. Taş. Fil ile kuş. Sahne büyük güzel. Kırmızı bir perde. Çıkarken üç merdiven. İnerken de üç merdiven. Hayalimde belki beş merdiven. Neyse, Sahnenin altı tahtadan. Bastıkça ayakkabılarımın altından’ tık tık’ sesleri geliyor. Bu ses ile sahnenin ortasında buldum kendimi. Herkes beni izliyor. Ne düşündüklerimi bilmiyorlar belki. Ne diyeceğimi herkes merak ediyor. ‘Ihım’ diyorum sesimi düzeltmek istiyorum. Baştan sona tekrar bakıyorum seyircilere. Nerdeyse herkes gelmiş. Ellerimi önümde birleştiriyorum. Üzerimde bir elbise. Şeker mi şeker. Rengi istediğiniz renk olsun. Heyecanlıyım titrediğini hissediyorum bacaklarımın. Herkes beni bekliyor bir şeyler de söylemem lazım. Yahya gelmedi. Bir anda sahnenin dışındayım. Düşünüyorum. Zaman içinde başka bir zamana gitmek istiyorum. Gerçek ayaklarım burada kalabilir. Bu sahnede. Bu kalabalığın önünde. Herkes benim konuşmamı beklerken, şeker mi şeker elbisem burada kalabilir. Belki de çoğu insanın yapmak istediği şeyi yapmak istedim. Gitmek istedim. EVİME, şehirden uzak, yeşillikli, vitrinde güllü lokumları olan evime gitmek istedim. Yer sofrasında doyduğum, gök sofrasında huzur bulduğum evime. Balkonuna çıktığımda ay. Ayda sallanan çocukların sevinç çığlıklarını duyduğum evime(uzun cümleler). Evime. Evime. Şimdi gidiyorum. Evde oturuyordum. Akşamın bir vakti. (taa akşamın bir vakti) Iki vakti. Üç vakitte. Hayır, geceyi saatime bakarak anlamıyorum* . Kısa cümleler kurabilen hikayeciler geceyi saatlerine bakmadan
anlayabilirlermiş. Ya, ben de öyle duydum.(siz de mi öyle duydunuz?) Yahya kapıyı çalmış. Açtım. Yahya annesine babasına iyilik eden, küçüklükten hikmete ermiş bir çocuktu. Şimdi büyüdü yağız bir genç oldu. Onu Yahyacım diye seviyorum. Sordum ne içersin diye meyve suyu dedi. ( uzun kelime). Getirdim birlikte içtik. Evdeki kaplumbağa terbiyecisi resmini gördü duvarda. Güldü, abla dedi şu kaplumbağa terbiyecisini çıkarsan ya şuradan, hayali şeyler yapıyorsun ya. İlahi Yahya dedim (bana ilahtan geldin şükür), çıkarıp ne yapacağız iki meyve suyumuzu da ona mı kattıralım? Kafasında bir şeyler parladı, abla dedi biz yatsıya camilere gideriz o da eve göz kulak olur. Sana yemek yapar. Yahyacım, sen işi biliyorsun beni de biliyorsun dedim. Güldüm yine. Börek yapmıştım, dur kaplumbağa terbiyecisi amca bize getirsin de yiyelim değil mi ama? Güldük . (Kısa cümleler) Yahya’ya lafın arasında yarın akşam konuşma yapacağımı söyledim. O da gelecek. Güllü lokum getiririm dedi. Sahneye çıkmadan önce yeriz. Sevdiğim şeyleri nasıl da biliyor bu çocuk. Ne konuşacağımı sordu. Bilmiyordum. Konunun üstünde daha fazla durmak istemedim. Yahya’ya da bir şiir okutturulabilirdi belki. Yahya saçlarında çiğ mi var? Yahya kızarmış gibi yaparak sonra da güldü. Sana hiç şiir okutturamıyoruz zaten, hep ben hep ben dedi. Yahya hep sen, hep sen. Biliyormuş gibi sanki cebinden gül çıkardı. Gözlerindeki o hal, güle çağırıyordu beni. Ben de buluta içtekini açtım. Sonra okudu: ‘Yeşil pencerenden bir gül at bana, Işıklarla dolsun kalbimin içi. Geldim işte mevsim gibi kapına Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ. Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak, Ben aşkımla bahar getirdim sana; Tozlu yollarından geçtiğim uzak İklimden şarkılar getirdim sana. Şeffaf damlalarla titreyen, ağır Koncanın altında bükülmüş her sak. Seninçin dallardan süzülen ıtır, Seninçin karanfil, yasemin zambak...’ Ahmet Muhip Dıranas
18
İstanbul’da Gurbet
Tenhalaştım
Esra İren
Merve Yalçın
İstanbul’dayken ve yağmur yağarken sevdiklerini özlemek zor. İstanbul’dayken ve yağmur yağmazken de sevdiklerini özlemek zor. Ah, gurbet ne içli, ne dolu bir kelime. Ama her şeyin ve her kelimenin olduğu gibi bunun da içini boşaltmışız zamanla, elbirliğiyle. Artık eskisi gibi nadir kişiyi içlendiriyordur belki. Artık kimse mektup beklemiyor ondandır belki. Son treni kaçırmak gibi heyecanlar nerede kaldı? Sirkeci dertli, Haydarpaşa içli. Gönderilmemek üzere mektuplar yazmadığımı kim söyledi? Gurbet öyle bir kelime ki nasıl olduğunu anlatmak için İstanbul demek yeterli zannımca. İstanbul öyle bir yer ki zaman su misali. Ama geç diye bir şey yok sevdiğin geçene dek karşına. Beklemek yolcuya yaraşır, bekleyecek bir şey kalmayana dek. Zaman ayırmak değil, zamandan ayrılmak; sevdaya, gurbete dahil. Ah İstanbul.. Ertelemeler kenti.. Hiçbir şeye şaşırılmaz, yadırganmaz, her şey ihtimal dahilindedir burada.” Şuan çok meşgulüm sonra şükrederim.” diye geçer içlerimizden(!) Amiyane tabiriyle imanı gevrer adamın. İnsanlar birbirine birbirini ödetir. Kendi kendini zehirlemek değil, kendinden zehirlenmek gibidir burada olmak. Bilmeden, anlatmaya bile kıyamadığın kırgınlıklara talip olunur. İnsanın dertten çayı soğur, buz olur. Üsküdar’dan İstanbul’a şöyle bir derin baksan ruhun sakatlanır. İnsan İstanbul’u düşünürken haddini aşıyor, yine de insanız işte gönül mutlu olmaya meyl’ediyor. Sait Faik çok haklı ne güzeldir semtlerinin ismi. Kanlıca, Emirgan, Fatih, Beylerbeyi.. Dualarımı rüyalarımda İstanbul’da görmek gurbet fikrine ihanet değil mi? Hani kötüydü, hani içli? “Neresi sıla bize, neresi gurbet..Yollar bize memleket.”.Buradan ayrılmak mı ? Ne mümkün, ne münasebet!
Bugün, dünün yarını. Vesselam zaman; saatli bir dizi kum. Ve sen yine yoksun, ben senden yoksun. Henüz dokunamadım kalbine, kendimi bulamamaktır belki de korkum. Bilirim ki dolacak ve donacak gibi olur kanım, sendeki ‘’ben’’in hiçliği yüreğime çarptığında. Lakin ben derim ki; ‘’Ben daha on yedi. Bul bana solunda yarattığın dünyada bir yer, orada büyüt beni. İndirme gözlerinin perdesini yüreğime, beni görmezden geldiğin gibi.’’ Ve hislerimde derin hissizlik başlar bu cümle sonu hatrımın odalarının duvarlarında yankılanırken. Geceyle çöktürdüm hüznümü. Şehrimin bana en uzakta kaldığı yerdeyim. Ücra kıyıma çekilmiş, af diler halde buldum kendimi kendimden. Buğulu pencereden baktım da fark ettim; Seninkinden güzel değil esen rüzgarın sesi. Boşansın gök kadehinden yağmur, ıslanacak toprağın kokusu bir sen değil. Tenhalaştım. Kendimden çok, senin varlığını diledim. Siyahımla senin gri tonun sevişsin istedim. İnan bana manzaramın gördüğü karşı kıyı kadar renklenmek istedim. Bana renk borçlusun. İnan bana titrer senin sahaben olmuş ellerim bu satırları cezbetmeye çalışırken. Adını koyamadım henüz, fakat bilirim bu senin hikayen. İşte bu gelemeyişlerinin öyküsü.. Bari çarpma kapıları gönlümün derinine. Zaten fazlasıyla harab etti hasretin. Çehremi boğuyorsun sükûnete, çehren vurunca gözlerime. Benliğimin tüm müsaadeleri senin olsun, kaptan ben iken dümen sana teslim. Ben yine uzun cümlelerle anlatırım seni, sana. Bil ki önce yokluğundan başlarım.
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
fotoğraf: şamil yaşar taşçı
Şehir Adama Susuyor
“Altımızda kayan bu ölü şehri durdursana Ey gücü toprak kadar eski Ey gücü yer kadar ağır çocuk ..” Erdem BAYAZIT “Bir halattı sadece. Üstünde sağa sola sallananlar, uçlarından çekiştirenler, yakmaya kesmeye kalkanlar, kendini boğmaya yeltenenler olmasa, evet sadece bir halattı. Duyuyor musun sesleri, gıcırdamayı, iplerin sürtüşmesini? Kopacak. Ne zaman? İnsana meçhul.” deseydi biri, popüler bir başlangıç cümlesi olmayabilirdi. Şehre yürüyen adam susuyor. Kundurasındaki ipin ucunda geldiği yerlerin toprağı birikmiş, yürüdükçe sallanıyor tozlu ve hala kekik kokan parkta. Kunduranın derisinde oluşan çizgiler, eski dedirtmemek için desenler yapacak kadar sevmiş bu adamı. Ceketinin kopmak üzere olan iki düğmesi ipi sımsıkı tutmuş, görevlerini idame ettiriyorlar, ceketin de omzu düşmüş. Yanından spot lambalarla aydınlatılmış indirim yazan vitrinler geçerken, camına sureti yansımayacak kadar adama yabancı bu şehir. Şehre yürüyen adam arıyor. Ağzını her açışında dişlerine güneş vuruyor. Gözlerinin altındaki son hasatın izine hücum ediyor, egzoz dumanlı hava. eylül ekim sayısı 2014
19
Hazar Karib
Alnındaki tarlalarda hala ekin biçiliyor. Mahcup soruyor belli, mahcubu bilmez ki bu şehirli. Mektup buruşukluğundaki elinden kağıdı alıyorlar, ilk sağ diyorlar. Şehre yürüyen adam düşünüyor. Yolcuyu ne uzun yollar yormuştu ne de geldiği yer. Yolcuyu yoran, vardığı yerdeki ruhların arasında gördüğü uzun mesafelerdi. Bazı yolları koşsa da bitiremiyor, bazısında ise yoldan çevriliyordu. Geçim derdi deyip cebinde kalan son sigarayı da yaktı. İçine çektikçe köy kokuyordu, bir de yüzüne vuran rüzgar vardı ki cırcır böceklerinin sesini getiriyordu sanki. Birkaç nefeste bitirdi. Şehir sırtına hangi çuvalı yüklese “tamam” diyecek, hangi sokak lambasının altını gösterse gidecek. Şehir, ellerini ovuşturur gibi şimdi. Şehre yürümeye başladığından bu yana, çok takvim yaprağı yaktı tenekede meczup Hayri. Ağaçlarkaç sarı entarisini sokağa saldıysa, süpürgesinin o kadar eskidiğini söyledi Mehmet Amca. Yani çok zaman geçti. Şehirli adam yürümüyor, arabası var ne de olsa. Kundurasındaki toprakları binaların arasından geçen rüzgarlar savurdu. Şimdi ayakkabısının derisinde ne desen var ne de toz. Ya ceketinin omuzları yeri ve göğü dik kesiyor ya da ben fazla geometri dersi dinledim.Vitrinlerin camında sureti, içerdeki aynalarda sireti yansıyor. Ellerinin buruşukluğundan göndermiş tüm mektupları. Elindeki paketlerle çıkıp bankaya yetişmeye çalışan adımları bir kunduraya çarpıyor, düşecek oluyor. Kunduradaki tozlar gözlerine kaçmış gibi sendeliyor. Çarptığı adam düşünceli geçip gidiyor. Diğeri elinde paketlerle ardından bakakalıyor, bir adam şehre yürüyor.. “Halat koptu. Sura üflendi. İnsan? Meçhul.”
fotoğraf: behnan balaban
20
Haberin Yok Ölüyorum Caner Almaz Simsiyah mı demeliyim artık düşlerimin rengine? Bilinmez sorular meşgul edince zihni, insan kaç gece uykusuz kaldığının farkında olmaz, olamaz ya hani… (Derin bir nefes al.) Zehir zıkkım geçen gecelerin yorgun düşürdüğü bedeninin yorgunluğundan bile bihaber kalmışken, gündüzlerin anlamını yitirdiği, solumak için, nefes almak için illaki geceyi beklediğin zamanlarda ne yapacağını bilememek nasıl yorar uyuduğunu zannettiğin ama katiyen uyu(ya)madığın gecelerde bilir misin? Çıkmaz sokaklarda kalmışcasına, çaresizce dizlerin üzerine kapaklanıp, aklındaki çözümsüz sorulara cevap bulmaya çalışmak için; seni değil, etrafındakileri değil, elinde var olan, elinde paralayabilmek için var olan bir tek kendini her gece öldürmek, her gece diriltip hep yeni baştan katletmek, nasıl bir duygudur, bilir misin? Bil(e) mezsin… Ölüyorum ben her gece, haberin yok. Ölüyorum… Ve sen benim ölüşlerimden bihaber, yaşantına bir yaz güneşinin insanlara bulaştırdığı neşe misali, ertesi gün bu gülüşlerin yenisini bulabileceğine emincesine devam ediyorsun. Ben gecelerim-
de kendimi kaybolmaya adamışken, yok oluşlarını gözümde kaybedip, hayalinle yaşantıyı bir adet haline getirmişken, sen kendi yaşantına bir nisan yağmurunun vücuduna hissettirdiği tatlılığın verdiği sorumsuzluk duygusu gibi devam ediyorsun. Ardından haykırışlarımdan bihaber, sessiz kalışlarımın sevinçleriyle beni unutarak. Söksem, boynuma asılmış, benden yüz bulamadıkça sancılanan, benden yoksunluk tattıkça ağrıyan şu paramparça ve kanayan ve katiyen istemediğim kalbimi söksem yerinden. Sen olmasan onda, seni söksem bedenimden, kanaya kanaya ölsem, çırpına çırpına can versem. Ama kurtulsam senden, adını çalsam dilimden, yerlere yazsam ve çiğnesem seni. Tüm İstanbul çiğnese, ben kurtulsam senden, her hatırlayışımda yok olmasam, kahrolmasam, yıkılmasam, yıkılışlarımın altında kalmasam. Söksem seni.. Söksem. Göz yaşlarımı bassam yarama ve yavrusunu kaybetmiş bir anne gibi mahzunca boynumu eğip, sussam, konuşmasam... Lal olsam. Ölüyorum ben her gece, haberin yok! Şen gülüşlerin eşlik ediyor ölümlerime ama sen yoksun, sadece hayalin var, eşlik ediyor bana. Sen yoksun ama kulaklarımda sesin var ya da ben çıldırıyorum, sen yoksun aklımla beraber beni terk etmişsin ya da ben deliriyorum. Sen yoksun ve ben her gece en yeni baştan kendimi asıyorum. Saatim hep 3’ü 17 geçiyor. Ben her gece kendimi asıyorum ama saatim ilerlemiyor. Ben kendimi her gece, seni hatırlayıp, soluksuz bırakıyorum. Simsiyah düşlerim. Ve ben her gece yeni ölümler, kıpkızıl ölümler keşfediyorum. (Nefesi bırak)
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Resme Tersten Bakmak Nacize Oğuz
eylül ekim sayısı 2014
*çizim: Bera Nur Tüzen
21
Siz hiç ebabil kuşu gördünüz mü? Musa’yı yok etmek umuduyla masum bebekleri katleden Firavun’la tanıştınız mı? Kapalı kapılar ardında yahut parmaklıklarla çevrili zindanlarda mahkum edilmiş biçare insanların sesi kulaklarınıza geldi mi peki? “Şükür ki kolu kopmuş; ama evladım hayatta” diyen bir annenin gözlerine bakabildiniz mi? Sabah uyandığınızda “bugün de ölmemişim” diyerek şükrettiniz mi peki? Böyle yüzlerce soru dolanıyor aklımda. Cevabı “hayır” olan ne çok soru var etrafta. İsrail Gazze’yi vuruyor. Hayır, hayır! Buna vurmak denemez. İsrail bir milleti ki o millet ümmettir, katlediyor. Ne çaresiziz(!)… Klavyelerimizin başında yakarışlarımız, feveranlarımızla destek oluyoruz kardeşlerimize. Hah! Laf işte. Kardeşlerimizmiş! İnsan kardeşinin eline diken batsa irkilir. Bizimkisi lafta kardeşlik. Duamızı bile internete yazıyoruz. “Allah’ım Gazze’deki kardeşimizden yardımını esirgeme! İsrail’e ebabillerini gönder! Âmin!” İyi; ama dua dediğin -her türlü kapıları çalar amenna da- el açıp huzura durarak, içten bir yakarışla yalvarmak değil midir? Rabbimiz nerede? Twitter’ın başında mı? –haşa- Kendimizi kandırmaya gerek yok; biz Gazze bile derken semaya değil takipçilere yazıyoruz o notu aslında. Ve hesabımız şu oluyor pek çok zamanda: “Bu Gazze tweetim kaç RT, kaç fav alır acep? Kırdım mı sizi gençler? Üzgün değilim. Yüreklerimiz kırılmadıkça hayatları parçalananları anlamamız mümkün değilse herkes birbirini biraz kırmalı bence. Hatta çokça kırmalıyız birbirimizi başka yolu yoksa… Son zamanlarda internet ortamında bir resim dolanıyor. Eminim görmüştür pek çoğunuz: Avus-
turalya haritası. Malum, güney yarımkürede olduğu için Avusturalya ezber bozan bir şekilde zihnimizdeki dünya haritası tam tersine dönmüş duruyor. Ve resmin altında da şunlar yazıyor: “Dünya’ya nereden baktığınız önemlidir.” Ne doğru bir söz ve ne doğru bir bakış açısı hayata. Olaylara, hayata, yaşadıklarımıza ve yaşayamadıklarımıza nereden baktığımız çok önemlidir. Filistin… Dilde dua, gönle yara. Dört tarafı İsrail ile çevrilmiş açık bir hapis Müslümanlara. Öyle değil mi? Bunu söylemiyor muyuz hepimiz? Şimdi ters çevirin resimleri gençler. Ben çevirdim, birkaç hafta oldu. Çevirdim çevireli bastığım yeri bilmiyorum. Korkulu gözlerle Gazze’deki kardeşlerime ve onlara kardeşlik edemeyen bizlere dua ediyorum. Çevirin resimleri. Belki de Filistin, kendi dışındaki tüm alanı çevirmiştir duvarlarla. Belki de hepimiz koca bir hapishanenin içindeyizdir. Belki de uğruna başı dik olarak savaşacak bir davası olanlar, Filistinli Müslümanlardır özgür olan. Nefsine, parasına, rahatına, malına, evladına bu kadar bağlı olan bizlerizdir hapiste olan. Hem zaten özgür olsak onlar gibi, tıpkı dini uğruna malını ve canını hiçe sayan o yiğit Filistinli Müslümanlar gibi bizler de kaldırmaz mıydık başımızı klavyelerimizden. Resmi ters çevirin gençler. Belki de çoktan geldi ebabil kuşları. Evleri, barkları, hayatları yok olan Filistinli analar, babalar, gençler her şeye rağmen; dillerinde dua ile İsrail’in füzelerine karşı, canlarını siper ediyorlarsa… Gökte aramaya ne lüzum var ebabilleri. Ebabillerin her biri Filistin topraklarında canlarını yollara serdi… Resmi ters çevirin gençler. Bizim için artık rakam olmaya başlayan, parmak hesabı yapıp “Filistin’de ölenlerin sayısı …ulaştı” dedirten şehit kardeşlerimiz ölü değil çünkü. Rabbimin “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilakis onlar yaşıyorlar, siz farkında değilsiniz…” –Bakara 2/154vadi hakkı için onlar ölmediler vallahi. Ölü olanlar bizlerizdir belki. Duamızı bile klavyeden eden, Müslüman kardeşlerimizin şehadetini izleyen, kendi zulmetinde hapsolduğu için onları mahpusluğa mahkum eden bizler… Resmi ters çevirin gençler… Kıyamet yakın, nefsinizi yakın!
fotoğraf: behnan balaban
22
Bugün Yağmur Başka Yağdı Hediye Nur Doğru Bir yaz akşamıydın, gidiyordun.. Yağmur kokusunda bulmuştum seni, toprakta sen vardın. Islanma korkusuyla, damlaların küçüklüğü arasındayız. Birden değişebilir her şey. Sırılsıklam gelebiliriz habersizce karşına.. Bir akşam güneşiydin, gidiyordun. Üstelik sabah güneşini bize benzeterek.. Bilmem hatırlar mısın seni usul usul uğurlayan haziran yağmurunu? Gidişinle beraber başlayıp içimizi serinleten o ince yağmuru.. “Sen gittin ve hemen ardından yağmur yağdı” Bir yaz yağmuruydun, gidiyordun. Ansızın başlayıp birden biteceksin.. Sonra hiç olmamış gibi bir güneş çıkıp ısıtacak içimizi.. Gökkuşağını arzulayacağız, dağılan bulutların arasında. Bir umut ya çıkarsa? Bir bahar akşamıydın, gidecektin. Bir umut işte, baharı beklememiş miydik birlikte? Birden parlıyordu dünya baharla. Bir umut işte, sana hayat veremez miydi? Ya verirse.. Bir öyküydün, henüz yazılmamış.. Kelimeler seni anlatırken, güzel olsa da henüz kimse cesaret edememişti, kalemi eline almaya. Kalemi eline alıp adının geçtiği cümleler kurmaya.. Ve ben de cesaretimi yitirmiştim, çoktan.
Bir yaz akşamında, sakindin. Kim bilir ne fartınalar kopuyordu zihninde. Hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz, ne düşüncelerin vardı. Kim bilir... Bir türküydün. Unutulmuştun. Tanıdık sesler arasında, mırıldanmışlık, bir yerlerden anımsama çabaları. Tanıdık sesler arasında, sesinin kayboluşu, arayış, başa sarış.. Yani anımsama çabaları... Unutulmuştun.. Notalar yabancı değilse de, sözlerle aşinalığı yoktu. Verdiğimiz sözlerin yerini bulamayacağı gibi, unutulmuştuk.. Bir güz akşamında, özlenmiştin. “Bunlar anı olarak kalacak” dediğin gün, somut olan her şeyin de anı olarak kalacağını düşünememiştik, küçüktük. Seni anlayabilmek için henüz çok küçüktük. Bir depremdin. Sarstın, yıktın ama öldürmedin. Ve depremden kaçılmayacağını da sen öğretmiştin. Şükür etmeyi, dua etmeyi, tevekkül etmeyi.. Hepsini ayrı ayrı anılarla bırakmıştın.. Bir yaşanmışlıktın. Geldin, gördün ve gittin. Temkinli olmayı gösterdin. Hayat her zaman güzellikler sunmazdı, her şeye hazırlıklı olunmalıydı. Günlük güneşlik bir hava, aniden yağmur getirebilirdi yaz akşamında. Fırtınalar ansızın kopardı. Bir şarkıydın. Enstrümanların yoktu. Notaların yoktu. Farklı bir ahenge sahiptin. Dinlemesi eğlenceliydi, dinlenmesi huzurlu.. Bir geceydin. Karanlık, ıssız. Bir ay’dın. Dolunay gibi, aydınlatırdın geceyi. Bir sabahtın. Güneş çoktan doğmuş, odam aydınlanmıştı. Bir gelecektin. Nasıl yaşanması gerektiği bilinen. Bir babaydın. Sevilen bir baba, özlenmiştin..
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Mavi Üzerine Fatma Kutlu
eylül ekim sayısı 2014
Kamil Karadeniz Merhaba, ben Rapunzel’in en kısa saç teli. Bazen sırtta yapışlı bazen pencere kenarı bakışlı, bazen de döküldüğüm görüldüğünde küçük bir hüzüncü. Birazdan göreceklerinizi ben göstermedim. Zaten kimse inanmaz, bakın girin odaya. Gece biraz ilerlemiş gündüz çok hareketli olması sebebiyle baya geride kalmıştı. Hayatın kendisine hapsolduğu bir adamdı bu. Öyle ki her geçen gün yüzüne çizik atmış, Derisinin ütüsü bozulmuş buruş buruştu. Sakalı kefenini giymiş, saçlarını beyaz bir toz kaplamıştı. Gövdesini öne eğdiğinde bile gıcırdayan sandalyesinde oturuyor, sanki daha önce yırtmak istediği ama onu durduran bir hisle boğuşurcasına elindeki kağıdı okşuyordu. Çetele tablosuna dönen suratıyla aklına yılları, yıllanmışlığı simgeleten o ufaklık geldi ve tabaktaki üzümlere baktı... Dedi ki kendi kendine acaba siyah olmayan üzümler kör mü yoksa bakmayı mı bilmiyorlar. Bunlara çok takılırdı, insanların zamanında söylediği ama kimsenin doğruluğunu test etmeyip hoşuna gittiği için kabul ettiği klişelere. Yine takılmıştı. Duvarında masası vardı üstünde de saati. Bir isim bulamamıştı ona. Kafa koridorundan geçmiş odasına giderken salondan gelen ses yine yanlış bir şeyler fısıldıyordu: “Bozuk saat bile günde 2 kez doğruyu gösterir.” Ama bu da yanlıştı bir bulsa bunu ilk söyleyeni saatleri kafasında parçalayacaktı. Çünkü durması gerekirdi iki doğru için. Saate tekrar baktı. Şişman adamın bıyıklarını andırıyordu sanki: 04.40 Kâğıt elinin teriyle biraz ıslanmıştı ve hafif silinmişti yazılar. Derin bir nefes almış vermemişti hala. Ve yelkovan uzundur dedi daha çok hareketli ama akrep kadar asil değildir... Derken nefesi boşalmış ve başı biraz dönmüştü. Bir hatırlasaydı doğuşunu, ölümünü de bilecekti ama bu yüzden silinmişti ya doğum hatırası. Severdi yaşamayı ama biliyordu sevdiceği olan bu hayat elini tutmaya devam etmeyecekti.. Bırakıverdi tutunmayı, dört kolla tutunurken hayata, ölüm dört kolluyla almıştı onu. Elindeki kâğıtta yere düştü. Bu sayede gördük kâğıtta yazanı; “Gündüzün bittiği yerde ölüm başlar Ve Ölüm en canlı yaşam biçimidir.”
23
Çocukluk yıllarımızda; kızlar pembeyi, erkekler maviyi sevmeye mecbur bırakılmıştı sanki. Tabi o zamanlar fuşya pembesi, saks mavisi meşhur değil. Ton olarak açık ve koyu seçenekleri kâfi geliyordu. Daha bebekken giydiğimiz tulumlarla başlıyordu bu renklere mahkûmiyetimiz. Ben gizlice maviyi sevmiştim. Kimse bilmiyordu, söylemeye de çekindim çocuk ruhumla. Mavi erkek rengiydi ve ben maviye âşık bir kız çocuğuydum. Tüm kızlar pembeyi severken, maviyi sevdiğimi nasıl söyleyebilirdim ki? Ayıp gibi bişeydi kızlar için mavi. Yıllar geçtikçe mavi de büyüdü benimle. Mesela deniz oldu. Önce denizi fark ettim. Gökyüzü çok yukarıdaydı o vakitler. Denizi de yalnızca mavi olduğu için seviyordum zaten. Uçsuz bucaksız bir mavilikti deniz, gözümü maviye doyuruyordu sanki. Ömrümde böyle mavilik görmemiştim. Ne muazzam şeydi öyle! Dedim ya, göğe bakmıyordum daha. Çok değil, bir yıl içinde; gözümle değil, kalbimle göğe baktım ilk kez. Maviymiş! Hem de denizden daha maviymiş! Bu sefer maviden çok göğe âşık oldum. Gökteki her şey nasıl da hürdü öyle; kuşlar, bulutlar ve yıldızlar... Tam da hayalini kurduğum hürriyet! Ha bir de, Zarif Adam şöyle demişti: “Hem boşa değildi ‘Durma, göğe bakalım!’ haykırışları Uyar’ın. Zira, gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir.” Kirlenmesin istedim çocuk yüreğim. Göğe baktım. Âsuman büyüdü, sevda oldu. Böyle yazdım Mavili Şiir’i. Ummandan çok âsumana yazdım. Zaten Uyar’ın dizelerine rastladıkça şiir oldu mavi. Ve ben göğe baktım. Bir âşıktan tavsiyedir ki; göğe bakınız. Âsumanı sizlerle paylaşabilirim inanın. Mavili günler...
Bir Avuç Kağıt
Yaşam İradesinin Diyalektiği 1: İntihar Aytaç Odacılar - Uygar Şimşek
24
‘Size anlatmaya mecbur olmadığım bazı esbabdan dolayı terk-i hayata mecburiyet gördüm. Kendi kendimi öldürdüm.’ Beşir Fuad Bir çağ düşünün, geçip gitmiş olan, ölmekte olan ya da ölecek olan her şeyin lanetlendiği; piyasa kuralları uyarınca kendi kendini devamlı yeniden üretmeyen her şeyin yok olduğu bir çağ. Güya ‘aydınlığa doğru’, umut dolu , ne istediğini bilen, doğayı ve insanı çoktan anlamış ve ona ‘rational’ bir düzen verdiğini iddia eden ve bütün dünyaya kendini dayatan bir çağ. Bu çağda her şey çerçevelenmiş, şeyleşmiştir ve ‘mükemmeldir’. Anlam kaygısı bir hastalık, bir sapma ya da bir üretim hatası (disorder’dır; asla illness değil) olarak görülür .Marksizm onu ekonomik alt yapı düzleminde inceler-bulur ve çözeceğini iddia eder. Ellerini yine onun adına, onun için ve ona karşı uzatır. Onu ‘düzeltmeye’ çalışır. Liberalizm ise ona belki de ‘yeterince özgür olmadığını’ söyler; ya da onu ‘hazlara’ davet eder. Nihayetinde elinde ona uzatacak depresyon hapları vardır. Modern inanç sistemleri de onu kabullen(e)mez, ritüellere katıldığında sihirli bir şekilde dertlerinin geçeceğini müjdeler, bin bir kılıkta izahlarla kendi bireyselliğinden vazgeçmesi gerektiğini ve sorunun ‘salt kendi varlığı’ olduğunu söyler. Burada ele avuca gelmeyen, ölçülemeyen her şeye acıma, şüphe, nefret ve giderek de ‘parazit’ yapıyor gerekçesiyle yok etme isteği vardır. Wo aber Gefahr ist , wächst das Rettende auch Hölderlin Tam da bu bunaltıcı derecede mükemmel ve kontrol altında olduğu söylenen çağda çıkar o gözleri sönük, söndürülmüş bir ateş taşıyan, çerçevelere sığmayan o lanetlenmiş tutunamayan! O meczup! Hayır der o, büyük bir samimiyetle. Her şeyin kökenindeki o hiçliği ya uzun süre seyre dalmıştır ya da kazara bir ‘sınırdurum’ deneyimiyle yıldırım düşercesine hissetmiştir. Bu tecrübe ontolojik hatta ontoteolojiktir. Jorge Luis Borges’in ‘Aleph’inden dünya tecrübesidir bir nevi. Ve bütün dekor değişir, bütün dünya dekoru. Şato’nun yakınlarına ulaşa-
bilen K.’nın yaşadığı hayal kırıklığı gibi. İnsanların umutlarında ve umutsuzluklarında gezinen o tahakkümü, o köleliği, sefaleti bilir, en parıltılı görünüşlere bezenmiş olsa da tanır kolayca. Ve artık ölmek istemekten utanmaz bu utanılası dünyada, tüm çıkmazların ortasında. Modern dünyanın bu protestocularını iki karakter üzerinden inceleyeceğiz. Birincisi, bu sayımızda inceleyeceğimiz, Bergman’ın ünlü Winter Light filmindeki Bay Jonas , ikincisi -bir sonraki sayımızda inceleyeceğimiz- ise Dostoyevski’nin Ecinniler romanındaki- Andrzej Wajda’nın filmindeki- Aleksei Kirilov. İki bezgin…
Winter Light 1963 yapımı teolojik tartışmalarla dolu bir Bergman filmi. Filmin ilk sahnelerinde bir kilise ayininde bir grup insanla birlikte Bay Jonas ve eşi dua etmektedirler. Papaz Tomas durgun ve ‘kendinden emin’ tavırlarla ayini yönetmektedir. Küçük bir çocuk – varoluşun en saf imgesi- ayin sırasında ayine kayıtsızdır. Kilise orgçusu ‘işim bitse de gitsem’ der gibi bir yandan org çalar bir yandan saatine bakar. Bu sahnelerin içinde sanki gizli bir manasızlık saklıdır. Gizli bir gönülsüzlük, çeşitli yerlerden kendini belli eden bir durumdur bu: ibadetin ‘Âdet’ e dönüşmesi. Bu sahte dekoru ayin sonrasında papaz ve Bay Jonas’ın konuşmaları sarsmaya başlar. Bay Jonas’ın karısı eşinin ‘bunalım’ından bahseder papaza. Bay Jonas bu halinin ilk başlangıcını Çin ile ilgili okuduğu bir makale ile başladığını söyler: ‘Çinliler nefretle büyüyor! Çin yakında atom bombasına sahip olacak!’ Hepimizin günlük yaşantılarımızda karşılaştığı ‘basit’ bir haberdir oysa bu. Bundan daha vahim yüzlerce haber ile karşılaşırız ve ya sayfayı çeviririz ya da televizyon kanalını değiştiririz. Fakat Bay Jonas‘ın hayatını tümüyle değiştiren bir ‘sınırdurum’, bir ‘bardağın taşması’ müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
anıdır bu. Gizli gizli kendini hissettiren ‘kriz’ , tüm ‘rasyonelleştirmelerin’ altında yüzen korku kamu tarafından olağan karşılanan ya da kanıksanan ufacık bir olayda, durumda, haberde, yaşantıda kendini tüm ağırlığı ile hissettirmeye başlar. Artık ‘vicdan’ devrededir. Dünyaya miktarcı gözlüklerle bakamaz, kötülüğün büyüğü küçüğü yoktur artık. Belki de bilinçte saklı duran büyük bir çağrışımlar zinciriyle duyulan haber, yaşantı ya da yaşanan ufacık bir kötü deneyim bütün dünyanın aslında nasıl bir yer olduğunu ve nereye yuvarlandığını ‘sezmesine’ neden olur.
eylül ekim sayısı 2014
Jonas kiliseden ayrılır. Fakat nasıl ayrılır? Belki de hayatındaki tek umutsuz umudu da yitirerek. Zaten çoktan yitmiş bir şeyi yitirerek. Kilise, tanrı, ritüeller onun derin inançsızlığı içinde irrasyonel bir umuttu belki de. İsteksiz bir istek, amaçsız bir amaç. İnanmaya çalışmanın ve inanamamanın acısı. Kurtuluş olup olmadığı bile muallakta olan tek bir imkan vardır önünde: uzun süredir düşündüğü intihar. Kitabında intiharın sosyolojik bir sorun olduğunu ispatladığını düşünerek sosyolojinin bilimliğini(pozitivist tanrı) ilan eden Emile Durkheim yanılmıştır: Jonas kiliseden çıktığı gibi bir tüfekle canına kıyar. Tam da papazın, Jonas ayrıldıktan sonra bir bulantı içinde yaratıcının(teolojik tanrı), tasarımın olmadığını itiraf ettiği için artık özgür olduğunu söylediği anlarda. Jonas’ın ölümden beklediği hiçbir mana yoktur. Dünya edebiyatında ölümün manasını kalgıtan öyle bir karakter vardır ki, yeni bir çağın habercisi gibidir: Aleksei Kirilov. Bir sonraki sayıda Krilov’un kaderine bakmak dileğiyle, güzel kalın…
Not: Krilov Dostoyevski’nin ünlü romanı Ecinniler’de bir karakterdir. Bu roman Andrzej Wajda tarafında 1998 yılında sinemaya uyarlanmıştır. Krilov ile ilgili yazımızı okumadan önce Krilov`u görmek yazımızı daha bir hissetmenizi sağlayacaktır.
25
Papaz bu sahnelerde onu teskin ve teselli etmeye çalışır, kendi de inanmayarak. Teskin edici cümleleri kurarken kamera papaza döner ve papaz Bay Jonas’ın gözlerine bakamaz. Yine de ‘Seni anlıyorum fakat yaşamaya devam etmeliyiz’ der papaz. ‘Neden devam etmeliyiz, gücümüz yok’ der Jonas. Hiçbir yere varmayan gereklilik ya da rol cümleleri artık hiçbir şeyi kurtarmamaktadır. Bu nokta artık gündelik teskin edici dilin yaşamın hiçbir anına dokunmadığı noktadır. Kelimeler, totoloji cümleleri, önermeler hiçbir anlam ifade etmez. ‘Tanrının sessizliği’ ve ‘zavallı Jonas’. Papaz, Jonas’ın nasıl bir hiçliğin (bu asla yokluk değildir) içine battığını çok iyi sezmiştir. Kelimelerin önemli olduğunu fakat kelimenin altında yatan derin sessizliğin Jonas’ı elegeçirdiğini bilir. Kendisi de sanki gizli bir ölüm arzusuymuşçasına esner ve geriye kalan tek bir bulantıdır: kendimi iyi hissetmiyorum. Papaz bir kez de baş başa konuşmak ister Jonas’la. İkinci konuşmanın başlangıcında papaz meta-narkozun (herkeste geçerli olan beylik lafların) işe yaramadığını görüp bu sefer bir psikanalist tavrı takınır ve Jonas vakasının maddi temellerini sorgulamak için ona hayatıyla ilgili sorular sorar: iş, para, boş zamanda yapılan işler, hayatında somut bir sorun olup olmadığını. Bu sorular Jonas’ı hiçlikten yokluğa çekme çabalarıdır. Halbuki bir yandan
papaz da bilir ki bunlar boş konuşmalardır, Jonas’ın durumunda bu tür gizli maddi nedenler yoktur. Jonas kendini öldürme düşüncesini çok uzun zamandır aklında geçirmektedir ve Çin haberi bu isteği ve gerilimi daha dayanılmaz hale getirmiştir: dünya dayanılmaz bir yerdir ve bu dünyayı dayanılır kılacak hiçbir tanrı iradesi yoktur. Jonas tanrı hakkında bir açıklama yapmaz fakat onun bezginliğinden ve gözlerinden fışkıran donuk ateş, inançsızlık papazın dahi nasıl bir inançsızlık içinde olduğunu itiraf etmesini sağlar. Papaz belki de hayatındaki en samimi adamla, büyük olumsuzlayıcıyla karşı karşıyadır ve inançsızlığını anlatmada tereddüt etmez.
Önüne Gelen İlk Trene Atlayıp Gitme İsteği Uyandıran Film: Night Train to Lisbon Deniz Çobaner
26
Çok sevdiğim bir filmi anlatmak her zaman daha zor gelmiştir bana. Anlatımda tarafsız olmanın gerekliliği ile öznel beğenilerin dürtülerini dengeleyip en “doğru” şekilde filmi potansiyel izleyiciye aktarabilmek -hem de film henüz kendini anlatma fırsatını bulamamışken- takdir edersiniz ki kolay iş değildir. Potansiyel izleyicinin beklentisini çok yükseltip filmden alacağı zevki azaltmak ya da hiç dikkatini çekemeyip filmden uzaklaştırmak istemesek de olasılık dâhilindedir.
bulmadan filmi izleyenlerdenim. Okuyucuların geri bildirimleri de tahminimi doğrular nitelikte, fakat önce filmi izleyenleri kitabını okumaya yönlendirme gibi de güzel bir özelliği var filmin. Filmin konusuna gelirsek; yaşlı ve yalnız bir öğretmen olan Raimund bir gün okula giderken kendini köprüden atmak üzere olan genç bir kadını kurtarır ve yanında okula götürür. Beraber sınıfa girerler, kadının ve kendisinin paltoları asıp hâlihazırda geç kaldığı dersine başlar. Fakat kadın sessizce sınıftan ayrılıp uzaklaşır. Raimund kadının unuttuğu paltosunu alıp sınıfı olduğu haliyle bırakıp kadının peşine düşer. Paltonun cebinde bulduğu kitap ve içindeki Lizbon tren biletiyle kendinden ve monoton hayatından beklenmeyen bir maceraya çıkar. Onun tren yolculuğunun başlamasıyla bizim de filmin derinliklerine doğru yolculuğumuz başlamış olur. Bu noktadan sonra film macera, gizem, gerilim türlerinin başarılı bir kokteyline dönüşür. Elindeki kitabın yazarı Amadeu’yu arayan Raimund; tatlı tesadüflerle, 1974 Portekiz Devrimi(Karanfil Devrimi) sürecinde yazarın ilişkide olduğu farklı ve zengin karakterlerin hikayeleriyle karşılaşır.
Doktor ve Raimund’un vedalaşma sahnesi
Lizbon’un sergilenen güzelliği
İşte Night Train to Lisbon bu açıklamaları yapmamı gerektirecek filmlerden biri. Bille August’un yönetmenlik koltuğuna oturduğu filmin castında Jeremy Irons, Mélanie Laurent, Jack Huston gibi tanınmış oyuncular yer almış. Türkiye’de vizyon fırsatı bulamamış film fakat 32. İstanbul Film Festivali’nde gösterime girmiş. Vizyonda vasatın altında bu kadar film var iken, böyle kaliteli ve keyifli filmlerin vizyon şansı bulamaması da aslında bizlerin şanssızlığı. Filmin konusundan bahsetmeden önce bir kitap uyarlaması olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kitap uyarlaması filmlerde görülen handikapların bu filmde de yer alması tahminen kaçınılmaz. “Tahminen” diyorum çünkü ben kitabını okuma fırsatı
Bu hikâye adeta bir tablonun puzzle’ı gibidir. Her karakter hikayenin kendilerine düşen payını kendi özgün ve eşsiz renkleriyle anlatarak tamamlar bu puzzle’ı. Böylelikle film bazen tarihi bir otobiyografik devrim filmi, bazen “romantik” kent imajıyla bezenmiş bir aşk filmi, bazen de bir adım sonrasını tahmin edemediğiniz bir gerilim/gizem filmine dönüşür. Bana kalırsa filmin en güçlü yanı da iyi bir senaryo ile yola çıkan bu anlatım yöntemi. Sinemanın en yaygın görsel sanatlardan biri olduğunu düşünürsek sahne ve mekan kurgularından bahsetmeden geçmek yavan bir görüş belirtmek olur kanımca. Yer yer dönem filmi kılıfına bürünen hikâye zamanda yolculuk yaparken; görselliğe, sahne ve mekan tasarımlarına, kıyafet seçimine verilen önem ile bizleri izleyici konumundan alıp bire bir “yol arkadaşı” koltuğuna yerleştirmiş. İsviçre’nin müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
yağmurlu, gri, depresif atmosferinden Portekiz’in güneşli, sarı/turuncu, retrografik atmosferine geçiş izleyiciye göz kırpan bir ayrıntı olmuş. Lizbon gibi itinayla korunmuş, ruhsuz florsan lambaları yerine sıcak sarı ışıkların altında açık hava müzesi gibi sergilenen bir orta çağ kenti örneği, gökdelenlerden uzak keyifli bir metropol, şeftali/turuncu tonlarının yumuşak kullanımı gibi olumlu detaylar biz fark etmesek de içten içe filmin zihnimizdeki imajını ve bize yaşattığı duyguları değiştirebilecek güce sahip. Bunun yanı sıra iç mekân kurguları da o anki ruh halini bize yansıtmakta oldukça başarılı ince detaylarla bezenmiş. Örneğin; filmin girişinde Raimund’un loş ışık ve gri tonlarının hakim olduğu, düzensiz kalabalık eşyalarla ve bolca kitaplarla döşenmiş evinde kendine karşı satranç oynaması ya da çayının kalmadığını fark edip çöpten aldığı bir gün öncesinin poşet çayını yüksünmeyen bir tavırla içmesi gibi ayrıntılar Raimund’un entelektüel yapısının yanı sıra monoton hayatını ve kabullenilmiş yalnızlığını iliklerimize kadar hissetmemizi sağlamış.
Direniş grubunda Amadeu, Estafania, Jorge ve Joao
Köprüdeki kadını intihar etmekten kurtardıktan sonra Raimund ve Lizbon Kasabının Torunu
Şimdiye kadar olumlu özelliklerinden bahsetsem de filmin olumsuz ya da zayıf yönleri de yok değil. Burada yine bazı olumsuzluklar kitap uyarlamasının aslında tam da uyarlanamamış olmasından kaynaklı bana göre. Örneğin; sayıca fazla ve birbirinden çok farklı karakterlerin betimlemeleri kitaptaki kadar ayrıntılı olmadığı için silik kalmış. Pascal Mercier’in orijinal romanının felsefik bir roman olduğu göz önünde bulundurulursa, karakterlerin bir yerden sonra anlamsız gelen noktasal tavırları, hikâyede göze batan ufak tefek boşluk ve atlamalar, detay eksiklikleri filmin zihnimizde çok daha derinlere inebilmesinin önünde engel oluşturmuş. Oyunculuklar genelinde oldukça başarılıyken Mélanie Laurent’in yer aldığı önceki filmlerinde(Inglorious Basterds, Enemy, Now You See Me) de göze çarpan melankolik/depresif tavırları, bu filmdeki karakterinin çok güçlü bir kadın imajı çizmesi gereken bölümlerinde bile öne geçmiş ve yer yer inandırıcılığını kaybettirmiş. eylül ekim sayısı 2014
Raimund ve Jorge tanışmaları
27
Bütün bu olumlu ve olumsuz özelliklerin yanı sıra filmin çok daha etkileyici bir özelliğinden de bahsederek yazımı noktalamak istiyorum. Night Train to Lisbon hemen bir bilet alıp Lizbon’u ya da onun da ötesinde, daha önceden hiç gitmediğimiz bir yeri keşfetme isteğimizi karşı konulamaz kılıyor. “Şimdi değilse, ne zaman?” sorusunu belki de hiç bu kadar güçlü sormamışızdır kendimize daha önce. Raimund’un sıradan, heyecandan uzak hayatını bir anda bırakıp bir bilinmezin peşine düşmesi ve bunun onun deyimiyle “uzun süreden sonra yaşadığını hissetmesi” ile sonlanması bizim de cesaretimizi kamçılar nitelikte. Raimund’un yolculuğunun sadece Lizbon’a değil, aynı zamanda kendi iç dünyasına olması detayı da gözden kaçmamalı bu noktada. Sonuç olarak sırf bu etkisi için bile izlenilebilecek hatta izlenilmesi gereken, keyifli, kendine has bir huzur duygusuna sahip başarılı bir film Night Train to Lisbon.
Yalnız Adamın İsyanı
28
Talip Yılmaz Sınıf arkadaslarının yemeğe çıkma teklifini, yakışıklı çoçuğun ilan-ı aşkını, oda arkadaşının kareokeye gitme önerisini aynı gün içerisinde reddeden genç kız, aslında ne kadar yalnızım diye düşündü kahvesinden son yudumu alırken. Kimse halinden anlamıyordu çünkü. Üst üste yaşadığı travmaların etkisinden kurtulamamıştı. Hayatı birden alt üst olmuş, dünyasının güç dengeleri değişmişti. Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Bazen hayatın hiçbir anlamı kalmazdı böyle ama sözde arkadaşları onun acısını paylaşmaktansa eğlence peşindeydi. *** Çiçeği burnunda yazar, yalnızlık temalı kitabını çıkaralı henüz iki ay olmustu. Kısa sürede çok sayıda fan kazanmıştı. Kitabının yüksek satış rakamlarına bakarken, insanların kaçınılmaz yalnızlığına acıdı. Ama o hepsinden daha yalnızdı. Sanki kadın giderken adamı baska bir gezegene atıp, onun dünyasını da götürmüstü yanında. Ama o kadar insafsız da değildi, yalnızlığa emanet etmişti adamı. *** Üç erkek arkadaş, eğlence mekanına gireli yarım saat kadar olmuştu. Yan taraftaki kızlarla bir süre kesiştikten sonra, kendi aralarında yüksek sesle konuşmaya başladılar. Ne kadar yalnız olduklarından bahsettiler, yalnızlıktan ölmek üzere olduklarından. Karşı tarafın tepkileri olumluydu, geceyi tek başlarına geçirmeyeceklerdi. *** Yalnız adam, gözlerini tavana dikmiş öylece uzanıyordu. Tek başına gece yürüyüşünü yapıp eve yeni gelmişti. Müzik de dinlemişti. İnternette dolaşma faslını da tamamlamıştı. Şimdi gecenin ilerleyen saatlerine, yalnızlığını hatırlama, onu kabullenmeye çalışma anlarına gelmişti sıra. Bu yalnızlık nasıl bir şeydir diye düşündü birden, yatakta kıvranmak yerine bunun üzerine kafa yormaya karar verdi. Nedir yalnızlık? Herkesin dilinde olan popüler bir kavram. Bir ajitasyon bahanesi mi? O’nsuzluğun tercümesi mi? Anlaşılamamanın derinliklerinde bir kör nokta mı? Hayır tabii ki de. Yalnızlık, kimsenin seni tercih etmemesi durumudur. O’nsuzlukla çok karıştırılır. Çok fazla da suistimal edilir. Popüler kültürün sözde yalnızları; kimi zaman, kimsenin kendilerini anlamadığını söyleyerek yalnız olduklarını ilan etmişlerdir. ‘’Kuraklık’’tır belki o yasadıkları hissin adı, fakat kendilerini anlayama-
salar da yanlarında yürüyen insanları görmezden gelip, yalnız olduklarını söylemek, hem o insanlara hem de yalnızlara saygısızlıktır. Kimi zaman da bu kişiler, çevrelerinde onlarcası varken sırf ‘’O’’ olmadığı için yalnız olduklarını iddia etme küstahlığında bulunmuşlardır. Halbuki yaşadıkları O’nsuzluk, diğer bir adıyla ‘’yalınlık’’tır. Kimseyi hayatına dahil etmeme tercihi. Asıl ironi de burada ortaya çıkmaktadır. Sözde yalnızlar yaptıkları bir tercih sonucu yalnız olduklarını iddia ederler, fakat yalnızlık bir tercih yapamama durumudur. Yalnızlık kimsenin seni tercih etmemesi üzerine, seçme ve seçilme hakkının elinden alınmasıdır. Üniversite tercih sonuçları açıklandığındaki boş kalan bölüm kontenjanlarıdır. İki veya daha fazla kişiyle oynanacak oyunları tek başına oynamaktır. Tek başına yapılabilecek yeni uğraşlar icat etmektir. İnsanların arasında dolaşmak ama farkedilmemektir. Önceleri tuhaf görünse de, daha sonra garipsenmemekir, yeni bir kimlik kazanmaktır. İnsanların, arkadaşlarıyla, senin yanında planlar yaparken seni hesaba katmamasıdır, daha acısı bunu normal bir davranış gibi görmeleri ve senin kırıldığını fark etmemeleridir. Mesaj gelmemesidir, dahası atılan mesaja cevap gelmemesidir. Hiçbir organizasyonda hiçbir zaman düşünülmemektir. Yalnızlık, şımarık çocukların canı sıkıldığında seni yanına çağırması, keyfi yerine gelince tekmeyi sallamasıdır. İnsanların sana uzaktan kumandalı araba muamelesi yapmasıdır. Yalnızlık, sonbaharda düşen yapraklar gibi oradan oraya savrulmaktır. Kendini bile sevemezken, sevgiye el açmaktır. Fırtınalı bir kış gününde, denize düşüp damlaya sarılmaktır. Şimdi size sesleniyorum sözde yalnızlar! Siz, bizi sevmediniz. Hor gördünüz, dalga gectiniz. Siz bize bir şans vermediniz. Hatalarımızı yüzümüze vurup yaftaladınız. Haklıyken haksız duruma düşürdünüz. Güneş batmayan imparatorluklar kurup, duyguları sömürdünüz. Engizisyon mahkemelerinde saf sevgiyi giyotine götürdünüz. Kalp hırsızlarını beraat ettirirken, sevgi dilencilerine müebbet verdiniz. *** Yalnız adam durup bir nefes aldı. Kendini nasıl kaptırdığına şaşırmıştı. Bu kadarını o da beklemiyordu. Döküldükçe rahatladığını hissediyordu. Buruk bir tebessüm etti ve sonra devam etti. *** Efendi oldunuz, köle yaptınız. Aldınız, sattınız. Her şeyi sahiplendiniz. Ama, n’olur, yalnızlığımızı bize bırakın. Ona da ortak olmayın. Bırakin ki, bizim de başımızı sokacağımız bir yuvamız olsun. Bırakın da bizim de kendi aramızda paylaşabileceğimiz bir soframız olsun yalnızlığımız. Bırakın da, güz yağmurlarımız yağdığında altına sığınabileceğimiz bir çatımız olsun. Bırakın, bari yalnızlık bizim olsun…
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Güneşten Yansıyan Işığa Vurulan Kişinin Hikayesi Yahut Ravza Puder’den Mektuplar Şeyma Subaşı Mail adresinin şifresi ‘allahimbenisev’ olan biri vardı. Allah’a ulaşamadan düştü. Ve “Yarına sesinin yankısı kaldı.” ‘İnşirah Suresi neşesi’ndeyken her şey, etraf ‘Yasin sessizliği’ne büründü… “Korkarım ki hepimiz koparılmış bir çiçeğe solacağını söyleyemeyen kelebekleriz.” der Gökhan Özcan. Koparılmış bir çiçeğin hikayesi bu biraz da…
İKİNCİ GİRİŞ Gelmeyen insanların gitme ihtimali diye bir şey var. Sadece rüyalarda gelir onlar. Ona da gelmek denirse. Ne şüphe edilir rüya olduğundan. Öyle gerçek gelir. Gerçek gelir, o gelmez. En hüzünlü cümle “Hicran’la ne konuştun?” cümlesidir. Hicran’la bir şey konuşmadım ama senin hicranınla öyle konuştum ki... Naber Hicran dedim. Mutlu musun dedim. Niçin ağlıyorsun hicran, mutlu değil miyiz? dedim. Kavuşmamış bizi ayırdın. Kavuşmamıştık ama çikolata vermişti bir keresinde bana. Evin en güzel yerine çerçeveletip asacaktım çikolatayı. Bütün cümleleri zaten kalbimde asılı. Bağırmak
eylül ekim sayısı 2014
“Bazen en sevdiğinizle aranıza kalın bir duvar girer. Yanlış anlamalardan oluşmuş zihnin kuytu köşelerinden beslenen bir duvardır bu. Gölgelerle artar yoğunluğu. Ve gölgelerin karanlığı sizi görünmez kılar.” Alphan Akgül “Bir kuş bana nazire –keşke bize olsaydı- alıp başını gidiyor uzaklara.” Ah Muhsin Ünlü I. Gölgelerin karanlığının beni senin gözünde görünmez kıldığı şu günlerde, sana yazmak ne kadar anlamlı bilmiyorum. Ama yazıyorum; yılmadan, bıkmadan yazıyorum. Seni dünya gözüyle görmeyeli belki dört ay oldu. Ama sanki dört asır. Dört asır dememe bakma bunlar hep edebiyat. Ki aslında sen hiç “aldanma, şair sözü elbette… (yalandır.)” Sana dair anılardan kalma bir fotoğraf buldum dolapta. Erguvanlar içinde sen. Hemen o parka gitmeliyim. Bir fotoğraf da ben çektirmeliyim orada… II. Parka geldim. Burada erguvanlar yok. O erguvanların açtığını bile fark etmedim her gün önünden geçerken. Seni çokça farketmek bazen çok şeyi farketmemekse bu kötü. Beş Şehir filminde “kȃğıttan eli gerçek kılmaya çalışırken hiçe saydığı kendini hiçliğe götüren çocuk” gibi günden güne ölmek kötü. Güneşten yansıyan ışığa takılıp kalmak onu neredeyse güneş bilmek de kötü. Hȃşȃ ama. O ışığı Güneş’ten bilmek gerek. III. Ben sana seslenip dururken aslında O’na sesleniyorum. Ben aslında her derde kedere sen kılıfını giydiriyorum. Bu duygulanıp (Allah’ın) hediyesi sandığım cezaların imtihanların orta yerinde sen diye bağırmak gülünç bazen. Yani keşke mesele sen olsaydın. Ama herşey bir manik depresife bakıyor abi, bakma o nasıl da sevgili olmuşlar dediğin kızlara. Ellerimden tut. Yoksa mesele Muhammed Yasin Efendi değil biliyorsun. Aslında “sevmek de yorulur.” Bunu da biliyorsun. Sonra elimde gül olmadığı halde gül dağıtmaya çalışmak… Ben ȃşık olduğumda tüm dünyada meşru bir şey olmuştu ȃşık olmak. Herkes ȃşık olabilirdi artık. Hani bilmezdimya bir zamanlar günah olmadığını. Sonra hȃşȃ dine yeni hurafeler sokuşlarım. Kendi korkularım yüzünden. M.Kutlu’nun o “İçimdeki yalnızlıktan kendime davalar aradım.” sözü misali. Hani hep günah cereyan ederdi etrafta böyle şeyler. Hani radikaldik. “Ve güldün, rengȃrenk yağmurlar yağdı.” gibi cümlelerin karşılığı yoktu zihnimizde. “Biz yağmamış
29
YASİN SESSİZLİĞİ GİRİŞ Şu okunan ezanla yeni dualar asıyorum ipe. Belki kururlar. Biri kurudu da ayrılık oldu sonu. Ama kim bilir? Üstad kaderin üstünde kader var derken, kaderin üstünde keder var diyemem ben. Allah’ım! Ne olur küllerimden doğmama izin ver. Ama bu şarkılarla değil, senin kelamınla olsun. Gözlerim de kelamınla dolsun. Aşka da o kelamı işitince geleyim. Biliyorsun aslında mesele Mecnun değil, sensin. Hani Mecnun dedimse zaten sensin de çoğu zaman. (Tamam Sezai Karakoç’tan çok kopya çekmemeliyim.) Hani o içime atıp imtihan ettiğin koca yalnızlık. Bilirdin benim istidadlarımı, hayallerimi. İstesem ne kadar güzel yazılar yazıp, ne temiz filmler çekip seni anlatabileceğimi,senin dinini anlatabileceğimi, başarılı olabileceğimi. Ama ben bu küçük dünyayı, tedirgin adımları seçtim üç dört sene önce. O insanlar keşke beni böyle ağlak yakalamasaydı demek için çok geç de olsa artık vardır bildiğin. Biz bilmesekte. Hani demişti ya benim için bu tekerlek tümsekte kalmaz diye. İşte ben bu söze güveniyorum. Geçmişime güveniyorum. Bir lamba gibi yanan, orada duran geçmişe. Belki ellerimden tutarsın yeniden diyorum. Çünkü “Allah, yeniden başlayanların yardımcısıdır.”
istemiyorum deyişi bile, çay içelim mi der gibi asılı. Bir kere de mesela dur basma demişti yürürken. Ben görmüştüm gerçi yerdeki şeyi. Farkettim demiştim. Ama ne alakaysa ne romantik gelmişti o hareketi bana. Peki şimdi sen söyle ey okuyucu: Herkes gider mi?
30
yağmurlarız. Ama çocuğum birgünandolsunyağacağız”ın vardı ama. Sonra nasıl atladım level’ları. Bilmiyorum. Bildiklerim de var gerçi. Ama kalubela’da ben seni gördüm de sen beni görmedin mi acaba? IV. Minibüsteyim. Sen seversin minibüsleri. Belki de lafın gelişi sevdiğini söylemiştin. Yazmaya öyle daldım ki, adam inince kayar mısınız dedi kadın, pardon dedim. Hiçbişey demedi. O değil de çok yaşlı bir adam telefonu açıp “Efendim baba?” dedi. Çok tuhafıma gitti. Sen olsaydın şöyle söylerdin burada: “Vay canına” ya da “Güzelmiş.” Bir de ayet gibi ezberledimya cümlelerini, Allah affetsin. V. Farklı model gemi gelecek senin için diyorlar. Üzülüyorum. Benim o hayal sandıklarım varya, koca bir hiçler aslında. Böyle çaresizliğimden tutunduğum o peşinden koştuğum hayaller. Belki ulaştığımda tuzla buz olacak zaman aşımına uğrayacak hayaller. Bunlardan bahsetmek istedim bugün sana... VI Yeşil montlara olan sevgimi bir bilseniz.Ama ben çok yoruldum artık.Bu zihnimde ağırlık yapan cümleler. Hiçbir zaman muhatabını bulamayacak o cümleler. Bulsa ne değişirse…Şeytan konuşuyor ama bazen. Sonuçta her zaman Hz.Hatice’yi örnek alamayız. Ben takılıp kalmasaydım güneşten yansıyan o ışığa. O filmdeki gibi “Yaratılan bu kadar güzelse kimbilir kaynağı nasıldır?” deyip O’na varaydım. Ne olurdu sanki? Ve ne olurdu sanki ile bitmeseydi cümleler… VII. Sonra birgün hastalandım. Doktora gittim. Sonra bir daha gittim doktora. Sonra bir kez daha… Günlerin geçtiğini biten ilaçlardan anladım. Amel defterini de doktorun hakkımda tuttuğu notlardan… İnanmazsın, doktor ünlü mütefekkir,müfessir Muhammed Yasin Kutub’un adı verilmiş olan sokaktaydı. Hergün senin adının geçtiği sokakta tedavi olmak ne de manidar gelmişti bana… O’nu da Allah’tan hediye bellemiştim. Ben işte böyleyim biraz. Boşluklarda yüzerim, “küfre yaklaştıkça imanım artar” şairin dediği gibi, ama senin adınla başlayan bir sokakta tedavi olunca duygulanırım… VIII.. Anneme “Yakın zamanda ders çalışacağım.” diyorum. Ve ekliyorum o konuşmaya başlayınca: “O zaman neden şimdi olmasın di mi?” Sonra seni çok seviyorum. Bu beni mesut ettin sen de olasın demek aslında. Sonra sana benim yerime de baksınlar… Ya da bakmasınlar. Gözümüzü haramdan sakınmalıyız. Beni gülümsettinya, sen daha fazla gülümse. Senin yanında güldüğüm için çok özür dilerim. (Aslında Allah’tan) Bir de keşke beni tembel bilmeseydin. Ya da şu cümleden kaynaklı olduğunu bilseydin: “Aklımdan çıkmıyorsun dedim, başka türlüsünü yorgunum anlatmaya.” IX. Yazarın biriyle konuşuyorum. Hem ateistmiş,
hem islamcılar hakkında roman yazmış. Eski devrimci derviş hallerimi özlüyorum. Şimdi ilginç bir biçimde -ben evet hem de ben- namazları da bırakmışken bir süredir, ne söylesem onu düşünüyorum adama. Söyleyecek birşeyim kalmamış, o tadı, o güzelliği anlatamıyorum artık. Sadece İslam, İslamcıların , nurcuların, şuncuların buncuların, ilahiyatçıların eline bırakılmayacak kadar değerli diyebiliyorum. o kadar... Ben senden sonra o hallerimi de kaybettim. Ki sen de böyle düşünceleri hayal olarak görüyordun zaten değil mi? Ya da fazla düşünmemem gerektiğini bu konular üzerine... Yazara peki böyle mutlu musunuz dedim. Bir yandan da içimden, kendime sen çok mu mutlusun sanki diye kızdım tabii. Mutluymuş. Üzülüyorum ama diyecek söz bulamıyorum. X. Misal sen bazen bir ağacın altında dikildin diyelim. Ben de çok sonraları kendimi o ağacın altında buluyorum. Ama bir türlü bir daha gelmiyorsun. En çok da “abi seviyorsan git konuş bence” cileri değil, “haram, helal” diyen arkadaşlarımı seviyorum. Evet, çok seviyorum hem de. Ah o benim içimde onca görüntüye rağmen, yıkılamayan radikal yanım. O radikal yanım ki... Bir zaman beni delilikle dȃhilik arasındaki çizgide sürüklemişti. Sen bilmezsin. Sen benimle ilgili neyi bilirsin ki? XI. Aslında anlatacak o kadar büyük bir hikȃyem var ki. Bir yandan anlatarak tüketmek istemiyorum o hikȃyeyi. Bir yandan da anlatmak istiyorum. Acaba anlar mıydın? Yoksa yine bir yığın hatalı düşüncem mi var benim? Ama kendi içinde safiyane. XII. Sen zahire takıldığımı düşün. Ben zahire yalnızca senin yüzünde takıldım ki onun da batına açılan bi manası vardı. Allah’ı hatırlatıyordu. Çok şeyi hatırlatıyordu. Halbuki ne biçim anlamıştım zahir-batın olayını. İnsanın bazen ateşler içinde yanmayabildiğini mesela. Soğuklar içinde ise üşümeyebileceğini. Özgürlüğün getirdiği rehaveti. İnsanın bazen tutsaklıklar içinde yakaladığı özgürlüğü... Sonra bilemeyeceğimizi hiçbir zaman…Anlatmak zor… XIII. Araba beni görmeden ezerse, annem üzülür. Araba beni görse de ben atlasam önüne, annem üzülür. gibi “annemin üzülmesi” ortaklığını taşıyan cümleler geçerken aklımdan... Bir de ne göreyim. Yasin’in annesi. Bana el sallıyor. Yasin de bir keresinde el sallamıştı bana dedim içimden. Hani genetik olabilir bunlarda el sallamak. Gerçekten Yasin’in annesi olabilir. Önce gözlerime inanamadım. Gözlerimi ovuşturdum bikaç kere. Sonra yaklaştım. Gerçekten Yasin’in annesi. Ama sanki yüzünü buruşturmuş bakıyor bana. “Ey kız...” dedi. “Bugün Asımhoca’nın dersindeki kızın söylediklerini
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
eylül ekim sayısı 2014
hammed Yasin. Öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim. Fakat bugün afiyet olsun demedi. Gerçi onu görünce başka yerlere bakınıyorum ben. Ondan mıdır acaba? Yanlışlıkla oluyor bu. Ah! Bu dünya ve bu dünyanın bi oyun ve eğlenceden ibaret oluşu. Bizimse kim için harcadığımız o sayılı nefesler? Üzülme dedim, belki öteki tarafta sever seni. Halbuki Yunus “Bana seni gerek seni.” demiş. Dedim Yunus kadar olamasak da, Yunus’un yanında dolana dolana belki ona benzeriz. Dolana dolana bu kadar Fuzuli’lerin Taşlıcalı Yahya’ların etrafında. Sen de Mevlana’nın etrafında dolan. Ya da Kant. Bilmiyorum İbn Haldun da olabilir. Bir kere de sana kitap hediye etseydim. Valla arkadaşça. Zaten sen beni arkadaşçada sevsen yeter bana. Burnum mu uzadı bu noktada Pinokyo misali? Klasiklere de çok güzel atıf yapılır. XVI. Bugün önümden bir adam koşuyordu. O zaman mı farkettim çok yavaş olduğumu? Hayr konusunda yarışmakta falan mesela? İyi işler, güzel işler yapmada, iyi kul olmada, yavaş olduğumu, zamanın su gibi akıp gidişi karşısında hiçbir şey yapamadığımı... Aslında ondan önce arkadaşın anlattıklarından farkettim belki de. ‘Sen bu muhabbetlerin adamı değilsin Ravza, özüne dön!’ diye içimden geçen düşünceler eşliğinde... Çok ağlayasım geldi, halimize. Ama ağlamaya bile vakit yok. Ali Şeriati’nin dediği gibi hem, Allah’ın izniyle öyle bir yola koyulmalıyız ki, hayatımızın bir saniyesini bile kişisel mutluluğumuz için harcamamalıyız. Bir de şöyle bir şarkı sözü vardı: “Keşke yanımda olsaydın, kolay olurdu o zaman.” Yanımda olsaydı daha kolay olabilirdi. Daha kuvvet bulabilirdim. Belki de yanılıyorum. Ama yüzü öyle Allah’ı hatırlatıyor ki. Bende mi bu yüzlerde Allah’ı görme istidadı var, bilmiyorum. XVII. Sonra bir de bakıyorum o şiirin o dizesi üşüşüyor aklıma: “Bence şimdi sen de herkes gibisin”. Güneş, batıyor.Güneşin batan bir şey olması güzel. Hz.İbrahim değil mi? Hz.İbrahim’in yıldızlara, güneşe,aya karşı takındığı tavır güzel. Ben de görebilsem artık bunların hep “batan,kaybolan” olduğunu. Bir şarkı bozmasın sonra herşeyi. XVIII. Belki ötelerin izi var yüzünde… Ama aradığımız da sen olsan aslında keşke değil mi? Sende ise O’nu aramayacak mıyım? Seni bulduğum vakit gerçekten aradığımı sandığım şeyi bulacak mıyım? Yoksa bilge haklı mı?: “Kavuşunca olmuyor be çocuk, kavuşmak ötelerde…”
31
işitmedin mi?” Ne alaka dedim içimden, böyle söze “ey” ile başlamak falan. Hem bu teyze nereden biliyor olabilir Asım hocanın derste söylediklerini. Neyse dedim bunların ailecek içine doğuyor herhalde bişeyler. Yasin de bazen çoktevafuklu cümleler kurmuştu. “İşittim...” dedim utanarak. Burdabi şerh düşmem ve konuyu anlatmam gerek. Asım hoca derste “Hep erkekler bayanlara böyle şeyler yazmış. Hiç kızlar erkeklere böyle şeyler yazmamış. Neden?” gibi bir cümle kurar. Ardından tahtaya kalkan kız arkadaş da “Çünkü edepsizlik olur kızların yazması. Ayıptır” der. Ve ben kendi içimde yerin dibine girerim. Kısaca olay böyleydi. “O zaman bi daha öyle saçma sapan şeyler yazma.” dedi teyze. Ben de “olur” dedim. Ve hızlı adımlarla ordan uzaklaştım. Bir de ne göreyim. Bu sefer de karşıma Muhammed Yasin çıktı. Hiçbişey demeden yürüdüm... Ne de olsa kendi çapımda ona kırılmakla meşgulüm. Ah dedim, Muhammed Yasin gibi annesi de sevmedi beni. “Ya nolacaağğdıya?” deyip içimden, gülümsemeye çalıştım... XIV. “Ben seni gizli sevdim bilmedim ȃlem duyar.” diyor. Bu parçayı kimden dinlemeliyiz? Sen bilirsin. Benim de yazmaya çalıştığım bi şiir vardı. Sonu şöyle bitiyordu: “Ama ben seni seçtim be pikaçu” Anneannem olsaydı “Seçmekle olsaydı.” değil de “Her seven kavuşsaydı kızım.” derdi. Benim de yüreğime ok saplanırdı. Bu aralar en çok kurduğum cümleler arasında birincilik “Çok üzgünüm.” cümlesine ait, ikincilikse “Yüreğime ok saplandı.” cümlesine... Bu haftasonu gidersek, anneanneme belki seni anlatırım. Ona da anlatırım. O da muhtemelen “Her seven kavuşsaydı kızım.” der bana. En acısı da “Sen onu, ellerin olsun, diye mi sevdin?” der belki. Anneannemi de hor görme,harabat ehlini hor görme zahid, o ayaklı kütüphane gibidir. Daha da doğrusu, böyle hayatı çözmüş bi insandır. Fatih’te oturmakta olup çok çevik oluşuyla da ünlüdür. Çevikliğini yaptığı yürüyüşlere borçlu olduğunu her fırsatta dile getirir. Ve “Darbe yiyen insan, insanlardan hoşlaşmaz.” gibi garip bir cümle kurmuşluğu vardır. Bak aslında bir anneannem bir de teyzem için sevebilirdin beni. Öyle şekerdir ki ikisi de. Yani o derece şekerdirler. XV. Sen de Capitol’deki dua odası mıdır bahçesi midir değişik bir adı vardı unuttum, oraya git. Sinemanın arasında git oraya. Kapitalizme ya da o sekülerleştirilmiş alanlara, dini hatra getirmeyecek kadar insanı oyalayan türlü karmaşaya bir tekme vur. Namazını ihmal etme sakın. Hatta sinemayı arasında terketme benim gibi bir takım sahnelerden ötürü. Bir takım sahne çıkınca terket ki, sinemada o an bulunan kişilerin de kalbinde birşeyler uyansın. Buğz etmekle yetinme. Elinle düzelt. (İlgili hadisi biliyoruz hepimiz) Bize asıl “ezelde Rabbimiz sundu merhabayı, öyle mest olduk ki gayrın merhabasın bilmedik.” Ama Allahım affet, dün canıma bir merhaba sundu Mu-
dosya: Şarkılar ve Anılar
çoktan unuturdum ben seni çoktan ah bu şarkıların gözü kör olsun
34
Mahallenizden Geçerken Çalan Şarkı Mithat Tahsin Silence like a cancergrows* Paul Simon – Sounds of Silince** İçinde’n şarkıların geçeceği bir yazıya başlamanın birçok yolu vardır. İlk cümlenizde “Ahmet Kaya” da diyebilirsiniz; “Victor Démé” de. Birinci olasılık için çağrışım, imge ve melodiler hızlanırken zihnimizde, ikinci olasılık için duraksarız biraz. Çünkü her zaman ya da “hep sonradan” bilinmeyene karşı bir tereddüt vardır içimizde. Bir şeyin bilinir olmasının ilk kuralıysa belki de başta hiç kimse tarafından bilinmemesidir. Daha önce bilmediğimiz bir yolda arabayla ilerlerken; radyoda gönülden bağlı olduğumuz bir şarkının çalması, o an gittiğimiz yola karşı mecburi bağlılığımızı değiştirir. O şarkının çaldığı yoldur artık orası, gittiğimiz ya da içinden geçtiğimiz her nereyse. O şarkıların çaldığı yolların hikâyesi bir mola versin. Victor Démé’nin pek bilinmeyen bir ülke olan Burkina Faso’da doğduğu 60’lı yıllarda Ahmet Kaya Malatya’da ilkokula yeni başlamış bir çocuktu. Biri terzi dükkânında çalıştı, diğeri bir kasetçide. Her ikisi de farklı hayat hikâyeleri içinde kendi
ülkelerinin protest müziğini ürettiler. Sivas’ta herhangi bir evde Ahmet Kaya’nın “Karanlıkta” parçası çalarken, aynı anda Savanes’te Victor Démé’nin “MaaGaafora” sı yükselmekteydi. Biri şarkısında “Doğacak güneşi göresim gelir” derken diğeri “Giderim güneş doğduğunda” sözlerini kulaklara göndermekteydi. Farklı coğrafyalarda değişmeyen tek şey elbette güneşin her sabah doğması değildir. Güneş ışınlarının geliş açısı değişse de, düştükleri yerde yaşanan hikâyeler hep aynı günü deviriyor. Sesler, sözler, anılar yükselirken her bir yerde, herkes gece olduğunda aynı sükûneti yorgan yapıyor üzerine. Ya da gerçekten öyle mi? Gerçeğin bizim algıladıklarımızla mı gerçek olduğunu bir kenara bırakıp, daha farklı nasıl algılarsak “gerçek” olacağı üzerinde duralım. Değirmende doğan farenin gök gürültüsünden korkmadığını söyleyen bir atasözümüzün bize ne öğütlediğini fareye değil göğe de sormak gerekir. Vereceği muhtemel cevaplardan biri “benim sükûnetim gürültümdür” olabilir. Hangi havalarda gidilip gidilmeyeceğini sıraladığı parçasında “Güneşli günde gidilmez” diyen Nazan Öncel’in kulakları çınlasın. Hangi havanın bizi nerelere götürüp götürmeyeceği sorusu zihnimizdeyken, göğün gürültüsünden daha tatlı melodi bırakamayan sükûnetimize bürünelim. Paul Simon, işiten ama dinlemeyen insanlardan bahsettiği Sounds of Silince parçasının sözlerini yazarken nasıl bir ortamdaydı bilinmez. Fakat “sükûtun sesini rahatsız etmeye kimsenin cüret etmediği” söylenen bu şarkıyla; İsmet Özel’in, “insan hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
fotoğraf: emily sevin
şarkılar ve anılar dosyası
Fakat değirmendeki farenin göğün gürültüsünden sükûn bulması için aradığımız yolda bir hikâye de “doğurmak” gerekir. 80’lerin sonunda ana rahmine düşen çocuklar hala çocuk mudur bilinmez. Fakat o tarihlerde radyoda çalan “Sessizliğin Sesi**”, yıllar sonra o çocukların mahallesinden geçerken; yağmurlu bir havada radyodan aynı sesi bırakmaya devam ediyorsa, dünya kundağa sarılmaya devam ediyor demektir. Birbirimizden ziyade kendimize “söylemenin” cinayet sebebi olacağını söylemedik belki ama gürültü sebebi olduğunu baştan söyledik. İster pop olsun, ister “sus”; kendimizden ziyade birbirimize “dinleyelim” demek, belki Burkina Faso’da yankı bulur diye ummaya devam edelim. Her sene bize doğadan -reklam tabiriyle- karşılıksız verilen Malatya kayısılarını umduğumuz gibi... Gidilecek havamızı bulduğumuzda gitmeliyiz. Çünkü hayat bize Nazan Öncel’e “aslında bu şarkıda ne demek istediniz” sorusunu sorma şansı sunmaz. Başlarda bahsettiğimiz neyi üzerimize yorgan yapmamız gerektiği “gerçeği” için aşağıdaki sözlerden sonra radyoyu kapatıp gidelim: “Suskunluk kanser gibi büyüyor* Dinleyin sözlerimi, belki size öğretebilirler Uzanın kollarıma, belki size ulaşabilirler Fakat sözlerim sessiz yağmur damlaları gibi düştüler Ve sükûtun dalgalarında yansıdılar”
35
sağır” cümlesini “aynı safta” tutabiliriz. Hz. Âdem ile Hz. Havva’dan bu yana sevda üzerine birçok sözün söylendiğini fakat hepsinin “aynı” dertle demlendiğinden bahseden Barış Manço’nun bir şarkısını açalım. “Davulu dengi dengine vurmak gerek” sözlerinin yükseldiği şarkıda kastedilen belki de; birbirimizi dinlediğimizi sandığımız şu dünya üzerinde hepimizin elinde bir tokmak olduğu gerçeğidir. Gerçekten bahsetmenin böylesi bir yolunda, bu şarkı bizi yine menzile ulaştırır mı bilinmez. Gelip geçmekten ziyade içinde durmak gerekiyordur belki de. Peki, şimdi bunca sözden sonra hemen soralım: Durup geçemediğimiz, kalıp gidemediğimiz şarkılarda neyi arıyoruz? Ya da “bulanlar” için mi durup duraksamadan sürekli pop şarkılar üretilmeye devam ediyor? Leyla ve Mecnun’un kitabını yazanların Sümmani’yi bir kenara yazmasından, ayrı yazalım bu soruları. Yanıt bulma “makamında” bestelenen bir şarkı sözüne aday değiller. Rahmetli İlhami Çiçek “göğe bezgin bakanlardan” bahsederken, gürültüyü de hesaba katmış olmalı. Bu hesabın “yerle bir” ilişkisi var. Doğanın sesine kulak vermemizi öğütleyen ya da “doğadan kalbe” diyenler değirmende doğan fareden bihaber. En güzel aşk şarkıları listelerinin bir sonu var. Aşkın kendisinin değil. Yazının burasında; bir daha şarkı patlatmak gerekir gürültünün boynuna desek, sessizliği buluruz belki. 80’lerin sonunda TRT Radyosunda çalan şarkılarla, aynı tarihte dünyaya gelen bebeklerin ağlamalarının birbirine karışması normal karşılanabilir.
36
Şarkılar ve Anılar Kazım Koyuncu /Ben Bülent Özdaman ‘BEN’ Baba ben yıkıcıyım ama Kendini bilmez değilim Yaşamak istiyorum sadece Kendi savaşlarım uğrunda Ben sadece ben olmak istiyorum… Işık hızıyla geçen zamanı Yaşamak belki de çok zor Korkuyorum ben geçmişten Korkuyorum gelecekten Ben sadece ben olmak istiyorum… Dünyadan ‘şair ceketli bir çocuk’ geçti… Ve ben henüz onu tanımıyordum, bu şarkıyı da hiç duymamıştım… Zuğaşi Berepe’nin lazca olduğunu ve ‘Denizin Çocukları’ demek olduğunu da bilmiyordum. Sadece 15 yaşın verdiği bir ben’likle yürüyordum Erzurum’un soğuk ve ıssız caddelerinde. Okuldan çıkmıştım, tek sığınağım olan kitapçı-
ya koşuyordum: Üniversite Kitabevi ! Bu bıçkın ve karizmatik adamı ilk kez orada gördüm. Bu resme dakikalarca baktığımı hatırlıyorum. Resmin ardındaki şiiri ve şairini görmüştüm, gitarın ardındaki tınıyı-ezgiyi iliklerime kadar duymuştum… Kitapçıdaki amcaya mahcup ve bir o kadar da istekli bir şekilde soruverdim: - Amca posterdeki bu adam kim? - O Kazım Koyuncu’dur, Karadeniz’li şarkıcı ama; geçen yıl vefat etti; ama albümü var bizde, istersen vereyim, dedi. Ama diyordu, amca… Ama… - Tabi tabi, alayım, dedim. Ve ruhumdaki hayret kendini bir anda hüzne bıraktı ama artık tevafukun cilvesiyle tanımıştım bu asi çocuğu, peşine düşecektim, bırakmayacaktım. Hayatımda şiirin, müziğin, sanatın yer etmesinde gerçekten önemli katkıları olan bu ‘şair ceketli çocuğu’ böyle bir günde bu şekilde tanımıştım işte. İlk dinlediğim şarkısı da ‘BEN’ idi.. Ben de yıkıcıydım ama; kendini bilmez değildim, yaşamak istiyordum, sadece kendi savaşlarım uğrunda… Evet, gerçekten ‘Ben sadece ben olmak istiyordum.’ Bu şarkının tınısı, ritmi, sözleri bende öyle ufuklar açmıştı ki, Erzurum gibi muhafazakâr ve milliyetçi bir yerde çok hızlı bir şekilde birden müziğe, ‘devrime’, Lazcaya sürüklenecektim…
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
fotoğraf: ali akçakaya
şarkılar ve anılar dosyası
‘’Işık hızıyla geçen zamanı Yaşamak belki de çok zor Korkuyorum ben geçmişten Korkuyorum gelecekten Ben sadece ben olmak istiyorum…’’ Ruhuma dokunuyordu bu sözler ve gitarın tınıları… Acı çekerken de, aşık olurken de, yalnızken de bu sözler vardı yanımda, kulağımda ve ruhumda… Yıllar geçti hâlâ dinlerken kendi geçmişime bir kapıdan içeri girercesine dalıp gidiyorum, anılar düşüyor peşime, uyumaz oluyorum, uymaz oluyorum… ‘Ben’ diyorum, yutkunuyorum, gülümsüyorum… Kocaman yılları anımsıyorum, Lise yıllarını, arkadaşlarımı, yalnızlığımı,derüvenimi, sürüklenişimi, şiirleri, yazıları, posterleri, şarkıları, kitapları… Bir adam bu kadar mı kocaman olur, bu kadar mı sağaltıcı olur? Bir şarkı bu kadar mı ‘ben’ olur ? Bir tespihin taneleri gibi hayatımız, bir zincirin halkaları gibi, Kazım ve ‘BEN’ şarkısı hayatımın ilk boncuğu gibi, zincirdeki ilk halka gibi… Seni unutmadım ‘şair ceketli çocuk’ ‘Ben sadece ben olmak istiyorum!’ hâlâ… Ümitle ve özlemle hâlâ…
37
Kazım, derdi ki: ‘Birileri plajlarda şarkılar söylerken, biz yıldızların altında başka şeyler yapıyorduk!’ Ben de yaşadığım yeri ve çağı sevmiyordum ve en az bu uzun saçlı, lazca-rock yapan adam kadar marjinaldim. Kürt idim, gençtim ve umarsız bir arayışın içindeydim, hiçbir şey açlığımı gidermiyordu, susamıştım. Kazım’ın hayatına, şarkılarına, sözlerine kapılmıştım ama saplanıp kalmamıştım, Kazım şairane yaşantısıyla beni Batı Klasikleri’ne, kitaplara, şiirlere götürecekti… Lazca şarkılar ezberlemeye başladım, hatta bunları söyledim de, kendi sesimin de az buçuk güzel olduğunu o dönem farkettim, ben de şarkılar söyledim… Şiirler yazdım… Müziğin bu denli kuşatıcı olduğunu o dönemde gördüm… Zaman çok hızlı geçiyordu ve ‘şair ceketli çocuk’ bu dünyadan erken göçmüştü… Bir anda hayatımın merkezine giren, bana gitar aldıran, rock müziğe, etnik müziğe, özgün müziğe dahası Lazca şarkılar ezberlemeye kadar götüren bu adam zamansız ve amansız ölmüştü: Akciğer kanseri ve Çernobil faciası! Kazım’ı öylesine benimsemiştim ki, Gözlerini, saçlarını, sözlerini… Onu, onunla yaşamış gibi kaybetmiştim… O yüzden öyle sahiplenmiştim ki şarkılarını kendi şarkılarım gibi…
fotoğraf: ali akçakaya
38
Şiirler Şarkılar Anılar Raşit Keskin Kıştı, soğuktu. Oturma odamın penceresinden dışarı bakar, yağan kar tanelerine dalar, şiirler yazardım ayrılık üstüne. Karın yağışındaki musikiyi hissetmek, Cenap Şahabettin’e selam göndermek isterdim kendi dizeleriyle: “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş, Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi karlar Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar…” Kar; tarhana çorbasını, babamı ve bir Mahzunitürküsünü hatırlatırdı. Çocukluğumda karlı günlerde tarhana çorbası pişirirdi anam. Biz yedi kardeş, burun kıvırırdık çorbaya; kahvaltı isterdik. Şalgamlı tarhana çorbası bulunmaz bir nimetti babam için. Faydasını say say bitiremezdi. Çorba içilip herkes kendi köşesine çekilince sobanın arkasındaki yerine geçer -babalarımızın oturduğu özel yerleri olurdu eskiden- uzandığı yerden hep aynı türküyü mırıldanırdı babam: “Dumanlı dumanlı oy bizim eller Oturup ağlasam delidir derler” **** Oturup ağlamıyordum belki ama yalnız olduğum bir gerçekti. Şarkı, türkü, ilahi ve şiir kasetlerim vardı. Ne zaman yalnızlığım üşüse bir kaset
seçerdim kaset koleksiyonumdan. Ben uzak hatıralarda dolaşırken üşüyen yalnızlığım uykuya dalardı. “Şarkıların bu kadar güzel kelimelerinse kifayetsiz olduğunu” öğreneli epey olmuştu. Papatya falına bakmıyordum artık; ama şarkılardan fal tutmaya devam ediyordum: “… gözlerin var ya” diyordu İbrahim Tatlıses. “Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın” çıkıyordu bazen. Şarkılara karşı bağışıklık kazanmıştı kalbim. Şiire durmuştu dallar. “Bir gün gözlerimin içine bak / Anlarsın ölüler niçin yaşarmış” limanına demirlemiştim artık. Şiirler yazıyordum uzaklara bakıp, şarkılar dinliyordum bir parçası olmadan. Aşk şiirlerine otopsi yapıyordum derslerimde. Şarkılara sinen hatıralar kalmıştı geriye. Bir aşktan geriye ne kalırdı ki zaten. Şirin bir İç Anadolu kasabasında öğretmenlik yapıyordum. Okuldan eve, evden okula rutin bir hayatım vardı. Mektuplar, öyküler, denemeler yazdırıyordum öğrencilerime. İbrahim Sadri kasetlerinden şiirler dinletiyordum. En çok da “Buyur Usta” şiirini seviyordu öğrenciler. Bekârdım, iki odasını kullandığım 4 odalı bir evde yaşıyordum. Okul çıkışı kasabanın tek caddesinde sanki yetişmem gereken bir yer varmış gibi hızlı adımlarla yürürdüm. Caddenin iki yanına serpiştirilmiş dükkânların önünden geçerken kasabanın ruhuna işleyen ezgiler eşlik ederdi. Neşet Ertaş’la “Gönül Dağı”na çıkar, “Acem Kızı”na bakardım “uğrun uğrun”. “Zülüf dökülmüş yüze Kaşlar yakışmış göze Usandım bu canımdan aman aman Dert ile geze geze”nin hüznüne dalarken Ekrem müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Şiir kokuyordu evimiz, yaşadığımız mekânlar uğrak yeri olmuştu, Necip Fazıl’ın, Tanpınar’ın, Cemil Meriç’in, Mustafa Kutlu’nun. Çehov, Gogol, Dostoyevski eksik olmazdı soframızdan.İsmet Özel celladına gülümserken biz de gülümsüyorduk celladımıza. İbrahim Tenekeci Perihan’ı terk edemezdi. Barış Manço’nun “Rüya”sı çalardı fonda ve biz şiiri okurken “sığınırdı gece kanatlarım/ız/ın altına”. “Fellini sen bana bir rol vermedin Suyu çarmıha pekâlâ gerebilirdim Gözümü kırpmadan âşık olur Trenlere küfredebilirdim Şeyhim sen bana bir el vermedin Güneşli havalar hariç Pekâlâ itaat edebilirdim Çözmeye kalkmazdım şifresini ölümün Ezberlerdim karınca duasını bile Perihan’ı terk edebilirdim. Tekrar düşündüm Yoksullaştım düşündükçe Sonra oturup bu şiiri yazdım Şehri yakmadan az önce. Sığındı kanatlarımın altına gece.”
“Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram”, “Allı Zeynep”, “Dağlar”… “Divane Âşık Gibi”ye sıra gelince gözlerim kapanmaya başlardı. Hayallerim vardı; bir edebiyat dergisi çıkaracaktım bu kasabada. Öğrencilerime metinler yazdırıyor, Konya’daki arkadaşlarla görüşüyordum. Ah, aynı dertten mustarip biri daha olsaydı. Bu küçük kasaba genişlerdi belki. Belki birlikle şiirler yazardık. Şiir okuyacağımız, yuva kuracağımız bir hatun kişi olsa ona da razıydım; gelenler hep “şiirsizdi”… *** Sıcak bir eylül sabahıydı. Şeref çıkageldi. Yeni edebiyat öğretmenimiz, dediler. Birkaç gün misafir ettim evimde. Sessizdi. Sigara içerken adeta transa geçerdi. Şiir, öykü deyince gözü parlardı. Üniversitede çıkardıkları bir fanzinleri vardı. Heyecanla anlatırdı“Wakkas”ı nasıl çıkardıklarını. Duam kabul olmuştu.“Bir hatun kişi” kısmı için şarkılardan fal tutmaya, mübarek gecelerde dua etmeye devam ediyordum. Geceler boyu konuşuyorduk çıkaracağımız dergiyi. Yorulunca konuşmaktan, benim evde isek M. Nurettin, Erkan Oğur ya da Muazez Ersoy, Barış Manço eşlik ederdi sessizliğimize. Onun evindeysek “Olanlar Olmuş”, “Konuşamıyorum” “İşte Hayat” dinlerdik İlhan İrem’den; Nazan Öncel: “Gidelim Buradan”ı söylerken kalemimizi, kâğıdımızı ve maceramızı alır başka şehirlere giderdik. Kahvaltıda bir araya gelmişsek Abdussamet okurdu ruhumuzun gıdasını.
Halka genişliyordu zamanla. Çay içiyor, menemen yiyor, türkü dinliyor, şiirler okuyorduk. Yazdığım bir şiiri okumuştu bir keresinde Adnan Hoca. Susmuştuk, gözlerimiz de susmuştu. O kelimeleri yaşadığını hepimiz biliyorduk, okunan şiir değildi, belki de şiire bürünmüş gözyaşıydı. “Cihangir, Nazım’dan okurdu:
şarkılar ve anılar dosyası
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmakta Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte yani yürekte....” Serkan, resimler yapardı. Bağlamasıyla gelirdiEmirdağlı Ramazan. Ne güzel söylerdi Emirdağ türküsünü: “Emirdağı birbirine ulalı Altın yüzük parmağına dolalı” *** Muhabbet, dostluk ve samimiyet meyvelerini veriyordu. Öğrencilerin öykülerinden oluşan bir öykü seçkisi yayımladık o yıl. Türkiye’de örneği yoktu. Edebiyat dergisi çıkardık. “Gemi”, hayallerimizi taşıyordu uzak iklimlere. Belediye düğün salonunda şiir geceleri düzenliyor, Gogol’ün Palto’sunu sahneliyorduk düğün salonu sessizliğindeki seyirciye. Her etkinliğimizin bir müziği vardı. Bir şarkının on beş saniyelik giriş kısmını arka arkaya kaydedip üç dakikalık parçalar oluşturduğumuz olurdu. Şimdi o seslerle devşiriyorum hatıralarımı, unuttuğum yerde bir şarkı yetişiyor imdadıma…
39
Çelebi yetişirdi imdadıma. “Fidayda”yla ritim katardı yürüyüşüme. Kasabalı için hayat, “bozlak”la “misket” arasında bir yerdeydi ve ben bozlağa daha yakındım. Caminin yanındaydı evim. İkindi namazına müteakip çay suyu koyardım ocağa. Çay demlenirken Münir Nurettin Selçuk dinlerdim hep.“Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan” kısmında eşlik ederdim üstada. Yudumladığım her damla çay, huzur katardı ruhuma. Akşam olunca perdeleri çeker, kitaplarıma dalardım. Kitapların kendi musikisi vardı ve ben kitap okurken dinlenen müziğin kitaba ihanet olduğunu düşünürdüm. Müziğe, sessizlik eşlik edebilirdi ancak. Gece, kendi sessizliğini taşırdı terkisinde. Kitaplar, öğrenci ödevleri, günlük planlar bitince Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu’na gelirdi sıra: Pencereden kar geliyor aman annem Gurbet bana zor geliyor aman annem Gurbet bana zor geliyor ben öleyim Sevdiğimi eller almış aman annem O da bana ar geliyor aman annem O da bana ar geliyor ben öleyim
Dostoyevski Tır Şoförü Olmalıydı Ahmet Melih Karauğuz
40
Ben, bu dünya kökten değişir sanmıştım; kanmıştım, yanılmıştım! Oysa değişen tek benim çöken omuzlarım! Barikat & Şahsenem - Geceler Günlerimi Gömer Liseye hazırlandığım yıllardı. Hangi liseyi hedefliyorsun sorusunun herkes tarafından sorulduğu ve tatmin edici bir cevap beklendiği anların zorluğunu fazlasıyla üzerimde hissediyordum. Aklımda birkaç lise vardı elbet ama deneme sınavlarımın sonuçları ortadaydı. Aklımdaki liseleri söylesem, hemen kaç net yaptığım sorulacaktı. Netlerimi söyleyince de ne kadar ekmek o kadar köfte, bu ekmeklerle o köfteleri alamazsın diyeceklerdi. İnsanların sorularını geçiştirecek cevaplar bulmuştum ama kendi kendime de soruyordum: “Ne olacak benim bu halim?” Bir gün durdum ve kendi kendime ‘Ben Dostoyevski okuyan bir tır şoförü olacağım!” dedim ve gayet ciddiydim. Dostoyevski okumuş muydum? Hayır. Ama olsundu, elbet okurdum. Peki tırlara alakam var mıydı? Evet. Test çözmem gereken vakitleri 18 Wheels of Steel Haulin oynayarak ‘değerlendiriyordum.’ Evimizin balkonuna çıkıp İstanbul yolundan geçen tırları izliyor, markaları ve modelleri hakkında kendimle konuşuyordum. Yani bu iş için biçilmiş kaftandım. İlk başlarda bu kararımı kendimden başka kimseye söylemedim. Tır simülasyonunu oynarken, solladığım her tırla birlikte bu kararım pekişiyordu. Ne kadar artistik bir meslekti ‘Dostoyevski okumuş tır şoförü olmak.’ Pek tabi bunun için iyi bir lisede okumaya gerek de yoktu. Genelde tır şoförleri ilkokul mezunu adamlardı. Ben de ilkokulu bitirmeye çok yakındım. Bir de Dostoyevski okuduk mu bu iş tamamdı. Ne zaman yollara çıksak tırlara bakıyordum. Markası ne, modeli ne? Yurtdışından mı gelmiş yoksa şehiriçi taşıma yapan bir tır mı? Çünkü her tır kendi hikayesini de saklıyordu kasasında bunu öğrenmiştim. Hepsinin ayrı bir hikayesi vardı. Tır şoförlerinin geride bıraktığı insanlar vardı, Allah’a emanetti her şey. Tırı da ailesi de kendisi de... Paragraf sorularını bu kadar iyi ve ayrıntılı okuyup, yorumlayamıyordum ama gördüğüm her tırda, yeni bir hikaye okuyor ve o hikayenin karşısında eziliyordum. Her yola çıkış yeni bir hikaye demekti ve bunu anlamak için iyi bir lise okumaya gerek yoktu, öyle
demiştim kendime. Bunu dediğimde 100 soruluk sınavda 63 netim vardı. Ne olacaktı bu halim? Bu netlerle hangi lisede okuyacaktım? O kadar insan giriyordu ve bir Anadolu lisesi kazanamazsam halim nice olacaktı. Düz liselerin durumu ortadaydı, imam hatiplerde de kat sayı problemi vardı. Tek yol ‘Anadolu Lisesi’ kazanmaktı. Kurtuluş oradaydı. Nereden kurtuluş ve kimden? Ben Raskolnikov değildim ki neden kurtulacaktım? Her köşe başında peşime takılan bir vicdan azabım da yoktu benim. Ama bunu dersanedeki rehber hocama anlatamazdım ki. Ona tır şoförü olacağımı söylesem kim bilir ne derdi bana. Ben de söylemedim zaten. Babama da söylemedim. Ona annem söyledi. Anneme gelip, “Anne ben Dostoyevski okumuş tır şoförü olacağım.” dediğimde, annem, tamam ol, demişti. Bu kadar. Ama demişti bir de, tır şoförlüğü sana göre bir meslek değil ki, hem hiç bir tır şoförü kitap falan da okumaz, dedi. Annem beni anlamıştı, hiçbir şey dememişti. Çünkü babası da bir kamyon şoförüydü. Sonra babama demişti tır şoförü olacağımı. Babam sadece gülmüştü, o kadar. Ve mesaj alınmıştı. Günler geçiyordu. Sınava bir hafta kalmıştı. Seri denemeler arka arkaya aparkat vurmaya devam ediyordu ve ben ringde nakavt olmamak için direniyordum. Bir şekilde liseyi okuyacaktım elbette. Hangi lisenin olduğu da çok önemli değildi. Dostoyevski okuyacak ve bir de üstüne üstlük tır şoförü olmak isteyen birisi hayatta elbet başarılı olacaktı. Bunu bana Rocky filmindeki Sylvester Stallone söylememişti elbette. Bunu bana kelebek gibi uçan ve arı gibi sokan siyah tenli bir adam söylemişti. Birçok insanın hayatına bembeyaz bir ışık olduğu yıllarda attığı yumruklarla. Sınava girmiştim. Sınavdan iyi bir yumruk yemiştim ama nakavt olmamıştım. Yıkılmamış ve ayaktaydım. Eve gittiğimde yine açtım tır simülasyonunu. Sağ elim klavyedeydi, sol elim ise Dostoyevski’nin ‘Bir Yufka Yürekli’ kitabında. Sınav sonuçları açıklandı. Korkulan ve de aslında beklenen şey oldu ve Anadolu Lisesi kazanamadım. 1 puanla kaçırmıştım. Ama yine de bir lise okudum. Hem de okunabilecek ve elde edilebilecek en iyi şeyleri elde edilebilecek yerde. Bunları elde ederek de bitti lise. Peki ne oldu? Tır şoförü olabildim mi? Bugün ne yapıyorum? Bugün öyküler yazıp dergilere gönderiyorum ve gelen ret cevaplarını okuyorum tek tek. Yoldan geçen tırlara bakmayı da ihmal etmiyorum elbet. Bütün bunları anlatmama da o yıllarda çokça dinlediğim ve bu yazıyı yazarken de arka fonda bana eşlik eden Şahsenem ve Barikat’ın düeti olan Geceler Günlerimi Gömer şarkısı sebep oldu. Şarkının sonunda şöyle diyordu: Bırak, döne dursun akbabalar. Bırak, dibe vursun alttakiler! Çabaları boşuna; ancak ölü bedenime sahip olacaklar!
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Çizim: Bera Nur Tüzen
Sürgün Nigar Nas Kocabaş Bir özge sürgünüm yüreğimle ben Kim duyar kim dinler kim anlar beni…
şarkılar ve anılar dosyası
41
Bu ezgi hayatımın değer taşlarından biri olan cihat kavramını yerleştirdi benliğime. İmam Abdullah Harun. Zaman zaman teknoloji sayesinde ulaşabildiğim bant tiyatrosonu tekrar tekrar dinlerim. Unuttuğumuz hayatın anlamını, niye yaşadığımızı hatırlatır. Akşamın bu vakitlerinde hep burada olurum, salonumuzun en güzel yeri. Pencere kenarında ki o eski büfenin önünde. Büfede ne var? Büfenin içindekiler değil, üstündekiler beni kendine çekiyor. Burada sanki günün muhasebesini yapıyorum. O zamanlar muhasebe ne, bilmem, düşünüyorum. Arkadaşlarım niye öyle davrandı, Neşe niye öyle söyledi, ben niye ağladım da bir şey söylemedimlerle arkası hıçkırığa dönen düşünmeler. Ağlıyorum ama kimseye göstermem, kimse görmesin, bilmesin. Ağlarsam ağlarım işte, banane. Kaprisli küçük bir kız olduğum zamanlar. Büfenin üstündekiler demiştim, büfe kadar büyük kocaman bir akvaryum var büfenin üstünde. İçinde renk renk lepistesler. Sanki elbise giymiş gibiler, mavili, kırmızılı, isimlerini değiştirmiştim, babam yüz kerede söylese bence onlar kız balığı. Onları çok seviyorum ama en çok çöpçü balığını seviyorum. Siyah bir balık, kocaman bıyıkları var. Akvaryumu temizliyormuş, diğer balıkların batırdığı akvaryumu temizlediği için ona merhametim daha çok. Her gördüğümde şefkatle bakıyor ve fısıltıyla “seni diğerlerinden daha çok seviyorum” diyorum. Adını tabi yine ben koydum, aslında adı değil yaptığı iş beni ilgilendiriyor. Zaman zaman “bırak kendileri temizlesin, dinlen biraz” diye kızıyorum. Henüz okula
başlamadığım, neyin ne için yaratıldığını bilmediğim yıllar. Seyit Amca’m vardı bir tane, hala var ama yok. Nasıl mı? Uzun hikaye, başka zaman anlatırım inşallah. Mahalledeki arkadaşlarla Allah ne kadar büyük kavgasına giriştik. Yaşımızın küçük gönlümüzün kocaman olduğu yıllar. Seyit amcam sadece benim amcamdı sanki diğer çocuklarla hatta kardeşimle bile paylaşamazdım onu. O benim için ikinci Abdullah Harun’du çünkü. Hikayeyi de az buçuk anlamış oldunuz Abdullah Harun’u biliyorsanız. Ona dedim ki “Seyit amca kaldırımlar bize çok yüksek geliyor ya, Allah için yol gibidir değil mi? O hiç zorlanmaz çünkü O kocaman.” Biraz minyon biraz da çocuk olunca kaldırımlar çok sinir bozucu oluyordu çok kızardım varlıklarına. Seyit amca bana baktı, güldü ve “Evet, Allah çok büyük ama O’nun kaldırımlara, yollara dünyadaki hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O çok büyüktür,” dedi. Hmm, dedim tamam o zaman. Aslında anlamamıştım tam olarak. Ne zaman arkadaşlardan başım sıkışsa benim nerde olduğum belli, hep mütebessim hep şefkatli ve çocuklara her zaman vakti var, anlamış gibi yaptığım pek çok sorumu cevaplamaya hazır Seyit Amca’m. Her şey tüm taşlar yerine sonra oturdu. Bosna savaşı Seyit Amca yok ortalarda. Herkes ağlıyor bu sefer, akvaryumun başındayım ve ben de ağlıyorum. Allah’ı, özgürlüğü, Abdullah Harun’u, cihadı düşünüyorum, ve sanırım anlıyorum artık. İçimde bir çiçek var karlar altında kalmış, güneşi görünce açmaya hazırlanan, bir küçük mücahit var “hadi kızım seni de Bosna’ya götüreceğiz” deseler, taşlarla zalime saldırmaya bilenen, içimde bir yürek var özgürlüğü arzulayan. Küçüktüm o zamanlar, büyüdüm hala büyümeyen ve hala değişmeyenlere inat. İçimdeki tohumlar da büyüyüp meyveye durdu, çiçeğim ilk Kardelen oldu açıldı.İçimde ki taşlar satırlarla atıldı, yüreğimse hala tutsak dünya zindanına.İşte o yüzden… Bir özge sürgünüm yüreğimle ben Kim duyar kim dinler kim anlar beni…
fotoğraf: ali akçakaya
Geleceği Anımsamak 42
Ahmet Kemal Ünsaçan Mûsiki’nin ritminde bir sır saklıdır; Eğer onu ifşa etseydim,dünya altüst olurdu. Şems Bir şarkı insana çok şey hatırlatır. Peki ya binlercesi? İnanması güç ama benim için hepsi aynı. Rock, klasik, Suzinak, arabesk, kızıl derili tamtamları ve benzeri ilhamsı esintiler... Sanki hepsi aynı şeyi söylüyor ve yine hepsi bana aynı şeyi hatırlatmak için bestelenmiş, ya da yazılmış. Tüm şarkılar; ben’in ben olmaktan çıkıp başka bir varlığın cismaniyetine bürünüşümün, yani koca evrendeki tek bir dakikanın içine hapsolmuş sıradan bir şarkının klonları yalnızca. Sevinçli şarkılar, üzünçlü şarkılar, intihara zorlayanlar, aşık edenler, zoraki gülümsetenler... Zaman geçtikçe ve eskiyi anımsadıkça, dünyaya ait değilmiş gibi duran o garip anlarda duyduğum müziğe dönüştü hepsi. Aslında burada asıl özne şarkı bile değil, şarkıya eşlik eden insan. Müzik yalnızca ateşi beslemekle yükümlüydü. Ama hem şarkı, hem insan, hem de zaman o an için özdeşti. Tüm bunlara rağmen, anımsanan şey anımsatandan tamamen bağımsız. Bazen şair ve şeytan kadar, bazen de su ve yağmur kadar... *** Dört yılımı tükettiğim okulun bahçesinde ilk
defa duyduğum şarkıdan sonra aradan aylar geçmişti. Ama ben durmadan, içindeki sihri bir kez daha keşfederim umuduyla o şarkıyla yaşıyordum. Asıl bulmak istediğim müziğin ritmindeki insandı aslında. Çünkü onu o gün oraya hapsetmiştim. Bu sayede o şarkıyı her dinlediğimde onun ruhuyla konuşabiliyordum. Önceleri sadece birinde, ama zamanla hepsinde birden yaşamaya başladı. O ilk şarkıya başkaları da eklenmişti. Hastalıklı, ama iyi huylu bir hücre gibi şarkıdan şarkıya atlıyordu. Fakat ilk şarkının mahremiyetine hiç bir zaman zarar gelmemişti. Onu çoğunlukla o ilk müzikte buldum. Ritme göre bazen gülümsüyor, bazen ağlıyor, ama genellikle başını sallıyordu. Sıralanmış şarkıların en başında hep o olurdu. İlk şarkıdaki sihir, sonrakine, sonrakine ve ondan sonrakine atlardı. Değişmez ritim ve anımsattıkları hep aynı. Bazen gaddarca ve ciddiyetle hepsini öldürmeyi istiyorum. Mesela tüm yadsıma ve ayrımsamaları silip süpürecek metal bir müzikle (üstelik bilmediğim bir dilde) tüm şarkılardan kurtulabilirim. Müzik denen kapandan temelli firar ederim. Ama olmuyor. Orman yanarken ağaçlarla birlikte kelebeklerin de tutuşacak olması beni ürkütüyor. Saatler, eski bir şarkıyı mırıldanır gibi ilerliyor. Yolda yürürken tanımadığım insanlar geçiyor; sağımdan, solumdan, bazen içimden, bazen kalbimden. Kulağımda hep aynı ezgi. Şems’in sözlerini hatırlıyorum birden ve ona hak veriyorum. Çünkü benim içsel dünyam çoktan altüst olmuştu. *** İspat edilesi bir soru ve bir teori geliyor aklıma. İnsan yalnızca geçmişi mi anımsar? Eğer benim gibi geçmişini tıka basa hatıralarla doldurduysa doğal olarak geleceği yaşamaya başlıyor. müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
şarkılar ve anılar dosyası
ğım o varlığı hissetmenin ötesine geçip görmeye başladım. Herkesinkinden ve dünya üzerindeki herşeyden daha tanıdık gelen bir yüz vardı karşımda. Biz soldan soğa dönerken o ve arkadaşları sağdan sola dönmekteydi. Aramızda elli metre kala tek taraflı bir karşılaşma oldu. Sınavın da etkisiyle, başlangıç noktası olan ve her iki yönde sonsuza dek uzanan beynimdeki kader doğruları ilk defa yarıda kesilmişti. Ya da aslında bir tane olan doğruya zıt yönlü ikinicisi eklenmişti. O an ölmüş ve yeniden dirilmiş de olabilirim. Dedim ya çok karışık diye, karışıktı işte. Şarkı susmamıştı. Müziği hissedebiliyordum fakat kulaklarımla duyar gibi değil, bir tatın işaret dilini algılar gibi... Bahçe durduğu yerde duruyordu fakat ben içinde değil gibiydim... O ve ben her şeyden soyutlanmış vaziyette aynı şarkının içinde nefes almaktaydık. Ama aramızdaki uzaklık değişmemişti. Kalbinin ritmini kendiminkiyle beraber duyabiliyordum. Öyle bir kabullenmiştim ki bu durumu, sanki öncesinde hiç yaşamamış, o an doğuvermiştim. Şarkının kendisi olmuştum. Unutulmuş bir şiir olmuştum. Şarkıların da aşık olabileceğini alnımda biriken terlerden anlayabiliyordum. O ise benden habersizce başıyla ağır ağır şarkıya eşlik etmekteydi. Zaman hem durup hem ilerliyordu. Birinci dakika bitince ikinci, sonra üçüncü dakikalar başlamıyordu. Hepsi birlikte hareket ediyor gibiydi. İlkinin sonuna eklenecek, ikinci, üçüncü, onuncu, kırkıncı hatta rakamsız sayılar adedince milyonuncu dakika aynı anda ilerlemeye başlamıştı. Geleceğe dair anılarımda eş zamanlı bir devinim söz konusuydu. Bir nevi zaman genişlemişti. Ve bu genişlemiş zamanda yalnızca o ve ben vardık. O an oracıkta onu seviverdim. Hemen oracıkta onu şarıkya hapsettim. Ve oracıkta ona şarkının içinden bir isim seçiverdim. Yağmur... Kendimi alamıyordum, ona bakmaktan ve birlikte varolduğumuz şarkı atmosferinden kurtulmaktan. Saatse hiç ilerlemiyordu. Buna rağmen zihnimdeki zamana yılları sığdırıyor, kendimi Yağmur’la başka başka yerlerde görüyordum. Kaç dakikadır tuttuğumu bilemediğim nefesimi zar zor verebildim. Ve gerisi kendiliğinden geldi. Sarı bağcıklı bir ayakkabısı vardı Yağmur’un. Demekki en sevdiği renk buydu. Ne de güzel yakışıyordu ona. Kimseye belli etmeden gülümsedim ve gizlice geleceği anımsadım. Elimdeki sarı çiçeklerle (muhtemelen zambak) bir apartmanın giriş kapısını açmaktaydım. Aylardan nisandı ve her yer ismine boyanmıştı. Oldukça serindi. Ama apartmana girer girmez bir sıcaklık dalgası içeri gireni karşılamaktaydı. Nihayet çiçekleri arkama saklayarak evin ziline basıyorum. Tanışmamızın üzerinden on yıl geçmişti. Koskoca on yıl bile aramızdaki sevgide en ufak bir toprak kayma-
43
Yolu düşen herkes tarafından aşkın çok yanlış tanımlandığı lise yıllarımdı. Belki de hayatımın en karmaşık yıllarıydı. Bir cebimden geçmişi boşaltırken diğer cebime geleceği dolduruyordum. Bazen kafamın karıştığı anlar oluyor, elimdekileri sağ yerine sol veya sol yerine sağ cebime koyuyordum. Sanki ruhumdaki, isyanları, intiharları ve karmaşayı dizginleyecek bir mesih bekliyordum. Böyle böyle yılları birbirine eklemiş; okula başladığım birinci yılla, bitmesine sayılı ayların kaldığı dördüncü yıl arasında göz açıp kapama gibi zamansal bir farklılık bırakmıştım. Sınavdan yeni çıkmış, son dört dersi birden işgal eden, önemli bir günün seneyi devriyesini kutlamaktaydık. Bir zamanlar ülkemiz için önemli, fakat şimdi ne olduğunu anımsayamadığım bir gün de olabilirdi, sıradan bir günde. Belki yalnızca bir şeyleri kutluyorduk. Sınavların ya da bizim için lisenin bitmesi olabiliridi mesela. Sağolsunlar, derslerle pek arası olmayan gençlerin kanına girmesiyle sevgili müdürümüz arada sırada yapardı böyle kaçamaklar. Kaçamak dediysem, bizim okulda İstiklal Marşı’nın kabulü kutlanmıyordu da bizim haylazlar kutlattı demiyorum. Öyle günler her zaman kutlanırdı fakat bizim okuldaki süreleri başka okuldakilerden uzun sürerdi. Derslerden kaytarma bahanesiyle bize de eğlence çıkardı. Çıktığımız sınav muhtemelen geometri sınavıydı. Yanlış hatırlıyor da olabilirim. Çünkü en sevdiğim ve en çok ilgilendiğim ders geometri olduğu için sanki bütün lise hayatım boyunca şekillerle uğraşmış gibiydim. Sınav sonrası arkadaşlarla sınıfta oturmuş, doğru ve yanlış cevap paslaşması yapıyorduk. Bu sırada yan sınıftan biri geldi ve “Gençler dışarıda toplaşıyormuşuz,” dedi. Arkadaşlardan biri, “Ne o, yine mevzu mu var lan,” diye takıldı. “Hayır tören varmış.” Anlaşılan ortak sınavlar herkesin beynini ortaklaşa işgal etmişti ve bu gün bir tören olabileceğini ortaklaşa unutmuştuk. Sanırım önce bir kaç kişi çıkıp günün anlam ve önemine binaen şiirler okudu. Sonra şarkılar, marşlar filan. Provası yapılmış kutlamalar zaman geçtikçe seyreldi ve bir süre sonra bitti. Tören biter bitmez, adet olduğu üzere tespih taneleri gibi dizelenmiş sınıf sıraları havai fişek parlamaları gibi bir anda bahçenin her tarafına dağılmaya başladı. Ben de bir kaç arkadaşımla birlikte hodbince okulu tavaf ediyor, beyhude voltalar atıyorduk. Hoparlörlerden az önceki müziklere nazaran daha popüler şarkılar çalmaktaydı. Mönüde öyle bir tanesi vardı ki ne eski ne yeniydi. Eski bir şarkının sözleri yeniden bestelenmiş, postmodern bir bakış açısı yakalanmıştı. Ruhumda bestenin kıpırdanmalarını hissedebiliyordum. Sanki şarkıyla birlikte içimde ikinci bir benlik belirmişti. Daha saf, daha sade, daha cesur, daha idil... Sonrasıysa çok karmaşık. Bir parçam gibi duyumsadı-
44
sına neden olmamıştı. İlk günkü gibi seviyorduk birbirimizi. Bana kapıyı tombul yanaklı oğlumuz açıyor. Daha beş yaşında. Kısacık boyuyla hemen belime sarılıyor. Çiçeklere zarar gelmesin diye kolumu iyice kasıyorum. İçeriden harika yemek kokuları ve tanışmamızda aracılık eden müziğin sesi geliyor. Anlıyorum, bu günü sen de unutmamışsın. Bir an önce sana sarılmak istiyorum... Bir an için sevgiyle ve özlemle gülümsedim... Bu sırada Yağmur’un en yakınındaki arkadaşı Yağmur’un sağ koluna girdi ve kendine doğru çekti. Baş hareketlerini müziğin çerçevesinden kurtarmıştı. Bilmediğim bir sebepten ötürü elli metre ilerimde arkadaşına gülümsüyordu. Ve aniden öksürmeye başladı. Durmaksızın öksürüyor, bir eliyle ağzını kapatırken diğer eliyle arkadaşını kendinden uzaklaştırıyordu. Demek ki hastaydı. Ya önemli bir şeyse? Bu kez farklı bir geleceği anımsadım. Elimde yine sarı zambaklar vardı. Fakat bu kez gizlemiyor, bir an önce Yağmur’a vermek istiyordum. Bulunduğum yer sıcak apartman dairelerinin çok uzağındaydı. Sabır yüklü hastane asansörü işi ağırdan alarak ulaştı beşinci kata. Sekizinci ve dokuzuncuların olduğu gibi, tanışmamızın onuncu yılını da yine bir hastane odasının neşeden yoksun sönük atmosferinde kutlayacaktık. Tabi buna kutlamak denirse. Eğer hemşireler izin verirse havayı değiştirmek için telefonumdan postmodern şarkımızı da açarım. Evet, aslında her şeyi kutlayabilirdik. Sen hala yaşıyordun ve seninle birlikte her an kutlanmaya değerdi. Beşinci ameliyatından bu sabah çıktın. Muhtemelen şimdi baygınsındır fakat ben yine de senin yanında olmak istiyorum. O çok sevdiğin kısa kesilmiş siyah saçların hâlâ sana aitlermiş gibi hissettirmek istiyordum. Ruhen ve bedenen ellerini ellerimin içine alarak kemoterapinin acılarını silmek istiyordum... Bir an için umudu emziren bir acımayla baktım rüzgarda dalgalanan saçlarına... Bu sırada öksürmesi durmuştu. Yanlarından geçen tanımadığım bir erkek (fakat Yağmur’un onu tanıdığı her halinden belliydi) Yağmur’un öksürdüğünü görmüş, kendi elindeki yarısı içilmiş su şişesini ona uzatmaktaydı. Nazikçe reddetti onu Yağmur. Ama gülümsemesini hiç beğenmemiştim. Bana karşı gülümsemiş olsa belki oracıkta ölebilirdim. Ama şimdi sanki içimden sıcak bir şeyler akmaktaydı. Gelecek bu kez kıskançlıklarla şekillendi gözümde. Banyoya girmesini fırsat bilmiş, hemen çantasından telefonunu almıştım. Şimdiki okuduklarımla beraber beşinci oluyordu bu mesaj. Aynı kişiden benzer cümleler... Gönderen kısmında bir kadının ismi yazmasına karşın onun gerçekten bir kadın olduğuna inanmıyordum. Üstelik böylesine samimi bir arkadışından bahsettiğini daha önce Yağmur’dan hiç duymamıştım. Son günlerdeki tavırları
da bana eskisi kadar sıcak gelmiyordu artık. Bu gün tam onuncu yılımızdı fakat son bir ayda bu sayı beşe katlanmış gibiydi. Birdenbire, sevgisi tükenmiş yıllanmış çiftlere dönmüştük. Alışılmış davranışlardı birbirimize karşı sergilediğimiz. Ama bu böyle olmayacak. Banyodan çıksın konuşacağım onunla. Ah bir çocuğumuz olabilseydi belki... Bir an için nefretle baktım, elanın en güzel tonunu hapsetmiş umarsız gözlerine... Sonra yeniden öksürmeye başlayınca tüm anımsamalar birbirine karışarak yeniden canlandı. Fakat bu kez üstünde isminin yazılı olduğu bir mermer taşın önündeydim. Gözlerim doldu. Aradan on yıl geçmesine rağmen ben seni bitmeyen bir aşkla sevmeye devam ederken, soğuk mermer sanki gözüme sokmak ister gibi beş yıl öncesinin tarihini vurguluyordu. Ve birlikte geçen kısacık günlerimizin sonunu yok sayılması imkansız bir parantezle kapatıyordu. Sana çok benzeyen; seninkiler gibi lepiska kirpikli, sevecen bakışlı, al yanaklı kızımızın elinden tutuyorum. Senden aldığı gamzeleriyle bana gülümseyerek elini elimden ayırıyor. Yüzünü yalnızca resimlerinden hatırlıyor fakat herşeyin farkında. Yanında getirdiği pembe suluğun kapağını açarak mezarının üstündeki sarı zambakları suluyor. Keşke yaşarken seni ne kadar çok sevdiğimi daha fazla söyleyebilseydim. Belki o zaman hiç gitmezdin. Onuncu yılımızda da ilk günkü gibi yanyana olurduk. Keşke daha sakin olabilseydim, o akşam taksiye binip gitmeseydin... Alışkın değildik ki birbirimizi kırmaya. Ben bağırdım, sense çektin gittin. Arkandan, “Geçer bunlar,” demiştim. Geçmedi. Sen gidince daha bir ağırlaştı hepsi. Bir an için ağlayacak gibi oldum, kendimi zor tuttum... Yürürken durdu ve yere eğilip çözülmüş bağcıklarını yeniden bağlamaya başladı. Fakat sarı değil yeşildiler. Güneşte öyle gözüküyordular. O ayakkabısıyla uğraşırken biri hariç diğer arkadaşları ilerlemeye devam etti. Yanındaki kız parmaklarını sayarak Yağmur’a bir şeyler soruyor, Yağmur’da her seferinde başını kaldırıp ona kısa kısa cevaplar veriyordu. Dudaklarından anladığım kadarıyla bu cevaplar yalnızca harflerden oluşmaktaydı. Bilgece ve kendinden emin gülümsemesine bakılacak olursa Yağmur’da kendisi gibi geometriden hoşlanıyordu. Belki çok daha başarılıydı. Tıp alanında yaptığı katkılarından dolayı, Türkiye Genç Akademisyenler ödülü bu sene canımdan çok sevdiğim Yağmur’uma verilecekti. Salondaki herkes onu ayakta alkışlarken ben bir yandan Yağmur’la gurur duyuyor, diğer yandan da sabırsızlanıyorum. Farklı farklı kurumlardan aldığı beşinci ödüldü bu. Bunu ikimiz de biliyorduk fakat onun bilmediği, sadece benim hatırladığım bir şey daha vardı aklımda. Bundan tam on yıl önce bugün karşılaşmıştık. Yağmur beni hep candan bir dost olarak görse de ben uzun zamandır bu anın gelmemüebbet edebiyat kültür sanat dergisi
şarkılar ve anılar dosyası
naklı oğlumuzla senin gibi gamzeli kızımıza ne diyecektim. Annemiz nerde diye sorarlarsa, dün gece filanca aramadığı için küstü gitti mi. diyecektim... “Aptalsın kızım sen aptal. Fazla kafaya takıyorsun,” dedi yanındaki kız yavan bir teselliyle. “Sen dememiş miydin M...” İsimlerin zikredileceğini farkettiğim sırada hızla elimi kaldırdım ve kulaklarımı tıkadım. Kimlerdi anımsayamıyorum şimdi, yanımdaki arkadaşlarım bana şaşkın şaşkın bakıyorlardu. Umursamadım. Hızla oradan uzaklaştım. ----Daha sonra çok kereler kendi beynimle tartıştım. Bazen ben kazandım, bazen o kazandı. Belki de hükmettiğim gibi değildi durum. Küsüp kavga ettiği bir kız arkadaşından bahsediyordu. Ya da abisi veya ablasından. Babası da olabilir. O yaşlardaki gençler için gayet sıradandı bu kaprisler. Normal olmayan benim yaptığımdı. Aptalcaydı. Ahmakçaydı. Rezilceydi. Ve daha herşeyceydi. Şimdi bazen bu pişmanlıklarla boğuşurken tanımadığım insanlar geçiyor; sağımdan, solumdan, bazen içimden, bazen kalbimden. Kulağımda hep aynı ezgi. Şems’in sözlerini hatırlıyorum birden ve ona hak veriyorum. Çünkü benim içsel dünyam çoktan altüst olmuştu. Kaybettiğim şeyleri düşünmenin acısıyla her an için kendimden nefret ediyorum Peki hangisi oldu? Düşsel olarak hiçbiri, dolaylı olarak hepsi. Epey uzaklaşınca arkama döndüm ve biraz da bu açıdan izledim Yağmur’u. Bir süre sonra köşeyi döndüğümde (sonsuza kadar) gözden kaybulmuştu. Saat kaldığı yerden ilerlemeye devam etti. Ama ben onu son gördüğüm yere bakmaya devam ediyordum. Daha sonraları Yğmur’u sadece rüyalarımda gördüm. Bu olaydan sonra onu bir daha gerçekten mi görmemiştim, yoksa o matruşka misali sonsuz dakikalarda gördüğüm gibi mi görememiştim, bilemiyorum. Daha önce gözüme nasıl görünmemişse sonrasında yine aynı şekilde gölgelerde kaybolmuştu. Gidişinin ardından bu şarkıyı her duyduğumda saygı ve sevgiyle ayağa kalktığımı bilirim. Neticede tam on yıl önce bugün köşenin ardında gözden kaybolmuştu. Tüm hayallerimi alıp kaybolmuştu. Ondan geriye; bir şarkı, bir isim ve bir anı kaldı yadigar. Ve bunlara eş sayısız gözyaşı... Belki beş, belki beş yüz, belki beş üssü beş yüz kere beş. Bir yerlerde sert bir kapı kapandı. Bende müziği kapattım. Saksıdaki solmuş zambaklara buruk bir gülümsemeyle bakarak geleni karşılamak için yerimden kalktım.
45
sini bekliyordum. Plaketini alınca bunu kutlamak için akşam yemeğinde lüks bir restoranta gidecektik. Orada şarkımız eşliğinde önünde diz çökecek ve ona cebimdeki kadife kutuyu uzatacaktım. Eğer teklifime evet derse kutunun içindeki zümrüt taşlı yüzüğü parmağına takacaktım. Bir an için gelecekteki başarısına saygıyla eğilir gibi oldum... Müziğin sesinde tüm anımsamalarım bulanmaya başlarken can sıkıcı düşünceler geldi aklıma. Belki de bunların hiçbiri olmayacaktı. Bakışlarındaki yakıcı etki bana değer değmez dilim kilitlenecekti. Ve ben, yüreğim haykırırken susacaktım. Hiç tanışamayacaktık. Bir kez olsun ellerimiz birbirine değmeyecekti. Sesim Yağmur’un sesinde kaybolmayacaktı. Yalnızca ben kaybolacaktım yıllar yılı, aynı müzik eşliğinde kendimi yollara vuracaktım. Kulağımda kulaklıkla yolda yürürken tanımadığım insanlar geçecekti; sağımdan, solumdan, bazen içimden, bazen kalbimden. Kulağımda hep aynı ezgi bana bu günü anımsatacaktı. Şems’in sözlerini hatırlayacaktım birden ve ona hak verecektim. Çünkü benim içsel dünyam çoktan altüst olmuştu. Bir an için hiç dokunamama korkusuyla narin ellerine ve bembeyaz tenine baktım, ardındam derin bir ızdırapla başımı öne eğdim... Hepsi bir an sürmüştü. Tüm bir anları aynı dakikaya sığdırmıştım. Bir yaz akşamı esintisi gibi geldi geçti. Bu süre içerisinde birbirimize yaklaşmıştık fakat ben Yağmur’a hâlâ onu ilk gördüğüm uzaklıktan bakıyordum. Paylaştığımız tek ortak şey olan şarkı ve aramızdaki elli metrenin sayısal değerleriyle örtüşen hayaller kuruyordum. Şarkının hafiflediği bir an olacak ki sesini duydum. Hayallerimin de ötesinde bir sesi vardı. Fakat söyledikleri beni olduğum yerden beş yüz metre yukarı kaldırıp yüzüstü yere bıraktı. “Dün gece de aramadı,” diyordu içerlemiş bir sesle. “Dün gece de.” Eğer o yanımda olsaydı bırak dün geceyi, bir saniyenin içinde binlerce kez arardım Yağmur’u. Bir yolunu bulur yapardım bunu. Ama asıl o bana bunu nasıl yapmıştı. Salt ihanet, affedilemez bir terkedişti bu. Birden karşıma çıkmış, bir dakikanın içerisinde; ölmüş, çocuğumuz olmuş, beni terk etmiş, affetmiş, yeniden sevmiş ve neticesinde ihanetlerin en gaddarcasıyla, sanki tüm bunlar yaşanmamış gibi filancanın dün gece neden aramadığından yakınıyordu. Anlaşılan dün gece aranmak daha kıymetliydi onun için. “Yalnızca gece değil, gündüz de aramaz inşallah. Buna ay ve güneş tutulması da dahil.” Ben ona ne yapmıştım? Şarkının içinden çıkıp gelmiş sonra işlemediğim bir suçtan ötürü tüm anımsamalarımı yıkarak beni cezalandırmıştı. Ya çocuklar. Ben şimdi tombul ya-
Vardık Ki Ölmüş Ahmet Karaca
46
Ben, bu dünya kökten değişir sanmıştım; ‘’Yüce dağlar başında mavi başlı kuş idim Felek beni şaşırdı ot köküne düşürdü’’ Şarkılar Şark’ındır, türküler Türk’ün. Türk’ün şarklı oluşu gözlerden kaçamaz. Gözlerinde hep şarktan biri gibi bir bakış, üstünde başında şarktan biri olduğunu ele veren bir nakış vardır onun. İşlemesinin işleyeni epey uğraştırdığı bir nakış… Bizi yordukça yığan ve çoğaltan, usul usul en güzele gittiği için sabır dediğimiz: her şeyimizde o nakış ve her bir’imizde o bakış… Bunların hepsi birer şiir. Ben belki çocuk denecek yaştayken gördüm onu ve gözüm tuttu. Gözüm onu öyle tuttu ki bırakamazdım. Ne olursa olsun, bir şekilde, kim ne derse desin -çelmeleyeceklerse varsınlar çelmelesinler- belki düşüp kalkamayacağım fakat o yana doğru varmalıydım. Bir kere duyduğum ve bir daha unutmadığım için şiir dediğim o beyit bir yol işlemişti bana… ‘’Yüce dağlar başında mavi başlı kuş idim Felek beni şaşırdı ot köküne düşürdü’’ Bu beyit gençken köyde çobanlık yapmış, ihtiyarlayınca da-kendi deyişiyle ‘’ot köküne düşer düşmez’’- ırgatlıkla ekmek yemiş Hüseyin Emmi’nindir. Bu beyiti ırgatlıkta ot ayıtlarken söylermiş. Kendisiyle konuşmuşluğum yok değildi fakat kendisinden -bizzat- hiç duymamıştım bu şiiri. Sonradan babam onun böyle bir şiiri olduğunu söylemişti. Gene sonradan anladım ki kocamazlığıyla meşhur gönüldür böyle söyleten Hüseyin Emmi’yi. Yüce dağlar başındaki mavi başlı kuş ki uçup konmak ister… Heyhat elden ayaktan düştükten sonra gönül isterse ferman dinlemesin. Uçsan uçamazsın, kaçsan kaçamazsın… Şiirler söyletiyor mu varabildiğimiz yerler? Vardık ki ölmüş. Vardık ki ölmüşler.
Es’ti Başımda Mazi Emre Şensoy Her şarkının yaşadığı bir hayat vardır farklı farklı kişilerin anılarında. Hayatın kilitlediğin zamanlarda, bir sol anahtarının dokunuşuyla açılır kapıları. Şarkının sesi gittikçe yükselir ve anılar alabildiğine özgürdür yeryüzünde. Benimde böyle bir şarkım var. Akreple yelkovanın saatleri sıkıştırdığı zamanlarda, ayağımı yerden kesip anılara uçuracak kadar özgür bir şarkı hemde. Daha ortaokula gidiyordum ve şarkı dinlemek yeni yeni dolaşıyordu damarlarımda. Her gece, her gündüz, her boşluk bir fırsattı şarkı dinlemek için. Yine iki ders arası bir boşluktu, hoca da birazcık geç kalmıştı derse. Bende fırsatı kaçırmadım tabi. Kulaklığımpeş peşe dizilmiş şarkıları fısıldarken kulağıma, daha baskın bir ses geldi kulaklık ötesinden. Arkadaşım “Hangi şarkıyı dinliyorsun?” diye sordu. Bende “Leman Sam’dan Gönül” dedim. Arkadaşım “Bende seviyorum o şarkıyı” dedi ve yıllar sürecek bir sohbet başladı. Şarkı hakkında konuştuk biraz. Sonrada benden şarkının sözlerini istedi. Tam o sırada sanki ayarlanmış gibi başka birisi sohbette yer edindi kendine. “Bende var o şarkının sözleri, istersen sana verebilirim.” dedi. Sohbette olduğu yerde bitiverdi. Yani ben öyle zannediyordum. Yıllar sonra sevgilimle eski anılardan bahsederken sevgilim “O şarkının sözlerini seninle biraz daha sohbet edebilmek için istemiştim.” dedi. Öyle hoşuma gittiki. Yıllar öncesine saklanmış bir anıbende mutluluk olarak tekrar doğdu sanki. Şimdi bunları yazmak çok kolay geliyor kaleme ama o zamanlar birbirinin hayalinde gezen iki sınıf arkadaşıydık sadece. Birbirimize ulaşmak için gidilecek çok yolumuz vardı. Biz de sahipsiz bir şarkı tutturduk dilimize ve yılları notalarla doladık ikimize.
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
fotoğraf: şamil yaşar taşçı
Bak Yine Batıyor Akşam Güneşi Alihan Kaplan
şarkılar ve anılar dosyası
“Bak batıyor yine, akşam güneşi!...”
47
Annem, babamla evlenmeden önce Gencebay’a aşıkmış, hala ne zaman duysa Gencebay’ın sesini duygusallığa kapılır başlar ağlamaya. Özler gençlik günlerini. Gencebay’ın onun hayatındaki yeri çok başkadır, ve babamın anneme olan ilk hediyesidir Gencebay kasedi. İşte böyle bir annenin oğluysanız erken yaşta başlarsınız Gencebay dinlemeye. 9 yaşındaydım, mevsimlerden yaz, aylardan temmuzdu, sokakta deli gibi top koşturmuşum kan ter içinde gelmiştim eve. O kadar hüzünlü bir melodi duymuştum ki bilgisayarımızın olduğu odada, ilk defa duymama rağmen sanki yıllardır bildiğim, duyduğum bir parça gibi gelmişti o bana. 9 yaşında bir çocuk hüzünlü gelen seslere pek aldırış etmez, etmemeli. Ben etmiştim işte. Dinlemeye başlamıştım hiç ses çıkarmadan, soluk almadan, “anneciğim; çok susadım” demeden, şarkı bitmişti, anneme bu şarkıyı söyleyenin kim olduğunu sormuştum, Orhan Gencebay demişti buruk, hüzün kırıntıları barındıran o sesiyle. Şarkının etkisiyle, ve Gencebay’ın onun hayatındaki yeriyle hüzünlenmişti besbelli. Yaşarmıştı gözleri bana döndüğünde. 9 yaşında bir çocuk annesinin gözlerinin yaşardığını görmemeli, ben görmüştüm işte. Aradan bir-iki ay kadar süre geçti, ve sürekli olarak dinlemeye başlamıştım artık Akşam Güneşi’ni. Herkes hareketli hit parçalar dinlerken sıcak yaz ge-
celeri, Gencebay’dan Akşam Güneşi’ni dinleyen o mahallede sadece bendim. Kahretsin, nasıl başladıysa öyle gider. Hiç kulak vermemeliydim belki o melodiye. Sigara içen bir arkadaşım vardı, adı Mustafa, ‘Musti’ derdik biz ona. Arkadaşlığın en büyük payı bulaşıcı olmasıydı bağımlılıkların. Onun yüzünden başladım ben de sigaraya. Çok fırlama bir çocuktu, çok kavga ederdi, korkmazdı dayak yemekten, yaşıtlarından büyüklere kafa tutardı. Doğal anarşistti. Günler sigara ve Akşam Güneşi ile geçmeye başlamıştı artık benim için. Ve artık babamdan arakladığım sigaralarla beraber terasa çıkmaya başlamıştım. Bursa manzaralı o terasa. Gün batımlarında özellikle, o parça biraz daha anlam kazansın diye. Mp3 çalarıma dahi yüklemiştim Akşam Güneşi’ni. Geceli gündüzlü dinler olmuştum artık. Uzaklara dikmeye başlamıştım gözlerimi, sigaramı yerleştirmeye başlamıştım dudaklarımın kıyısına, ateşlemeye başlamıştım kibriti, kaybettiğim bir şeyleri arar gibi bakmaya başlamıştım öylece gün batımına. Malesef çarklar dönüyor her yaşta. 9 yaşında olsanız bile. Kimse de sormuyordu bu yaşta ne bu Gencebay dinlemeler diye, 9 yaşında bir çocuğa böyle şeyler sorulmaz, 9 yaşındaki bir çocuğun tek derdi mahalle maçlarında fazladan gol atmak olabilir çünkü. Ben hayatımın golünü yemiştim 9 yaşında, Akşam Güneşi’ni dinleyerek. 9 yaşındaydım o zaman, şimdi 19. Ne Akşam Güneşi’ni dinlemekten vazgeçebildim, ne de dinlerken sigara yakmaktan. Ne uzaklara dikmekten gözlerimi, ne de seyredebilmekten gün batımlarını.
fotoğraf: bayram kabadayı
48
Baba Fatma Kutlu Ferhat Kutlu’ya... Sabah aydınlığını beklerken, ansızın babam düşüyor hatrıma. Günlerdir kalbimi saran baba özlemi, geçmeyen bir sivrisinek ısırığı tesirinde şimdi. Bir âh çekiyorum yüreğimin ta içinden. Çoğu çocuğun vazgeçilmezi annesidir halbuki. Yerine kimsenin konulmadığı, eşsiz insandır anne. Her yarasını saran ilaç gibidir. O çocukları hiç anlayamıyorum. Nedeni de basit; ben hiç annesinin kuzusu olmadım ki.. Annem beni layık gördüyse de bu unvana, ben gözümü babasının caniçi olmaya dikmiştim. Canım yansa baba diye ağlayan bir çocuktum ben. Her yılın dokuz ayı ayrı kaldığım annemi özlemezdim de, babamı özlerdim daha ayrılmadan. Hâlâ öyle gerçi. Daha otobüs kalkmadan ağlamaya başlıyorum, babam uzaktayken olur diye. Belki de çocukken dinlediğim o şiire çok kaptırdım kendimi; “Hayatta ben en çok babamı sevdim.” Şiirden öteydi benim için. O şiirle daha da bağlanıvermiştim babama. Hissettiğim her eksikliği babam tamamlıyordu sanki. Ben hayatta en çok babamı sevdim. Annem sımsıkı sararken, babam başımı bile okşamazdı oysa. Onun bir içten bakışında, dünyayı
saracak kadar sevgi vardı. O sazının telindeki ‘Mihriban’la kucaklardı herkesi ve her şeyi. Her duasıyla o koca kalkanın altına alırdı bizi, hatta onun duası var diye gördüğüm kabuslardan bile korkmaz olmuştum. Babaların duası kabul oluyormuş. Hatta babam için türkü bile yakılmıştı yıllar önceden. “Bu adam benim babam..” Ne zaman kulağıma çalınsa bu parça, contası bozulmuş musluk gibi oluyor gözlerim. ‘Benim babam mert adamdır’ diyorum, devam ediyorum ağlamaya. Babamın gözpınarından akan yaşa da dayanamıyorum ki. Dünya derdiyle çöken omzuna yaslanıp ‘Ağlama’ bile diyemiyorum ona; ‘Bir kapıyı kapayan yine açar..’ diyemiyorum ağzımı açıp. Çaresizliğinin çaresi olamıyorum, belirsizliğine çözüm bulamıyorum. Bir köşeye çekilip ağlıyorum durmadan. Bir de yazıyorum babamı sayfa sayfa. ‘Benim babam’ diyorum, ‘mert adamdır’. Koca bir orman gibidir yüreği, uçsuz ve bucaksız. Hayatı yüzündeki çizgilere aksetmiş; omuzları dik, boynu bükük bir Elif’tir babam. Bana sorsalar; âlimler sofrasında büyümüş gibidir, evliyaların eteğinden öpmüş gibidir, bilgeler suyundan içmiş gibidir, Mecnun’dan çok çöl aşmış gibidir, Ferhat’ın dağını delmiş gibidir. Diyarlar gezmiş de, yüreğinin yangınına su bulamamış bir ‘adam’dır babam. Benim babam, mert adamdır. Tepemizdeki gök gibidir, babasız kuşlarla bile paylaşılabilir diyorum. Varsın bağrına basmasın da babam, bir yetimin başını okşasın. Ve ben yazayım sayfa sayfa; ‘Bu adam benim babam.’
DOSYA SONU müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Dark Quartz Hüseyin Dikmen BÖLÜM 1
şarkılar ve anılar dosyası
49
Balıklarda her zaman ayrı bir hüzün sezmişimdir. Ağızlarını sürekli açıp kaparlar da hiçbir şey söyleyemezler ya. Bin kişilik bir ordu tarafından kuşatılmayı beklerken dört cepheden hızla yaklaşan on biner kişi gören ve haber vermek için saraya koşan şehrin gözcüsü gibi heyecanlı, şokun etkisiyle dili tutulmuş; yahut sarhoş kocasının dayağına sırf çocuklarının ana babasız büyüyecek olmasına gönlü elvermediğinden katlanan bir kadıncasına. Elinizi suya sokup bir tanesini çıkarsanız – ürkek bir ceylan misali sıyrılıp siz daha ne olduğunu farkedemeden gözden kaybolmazlarsa – ve bıçakla pullarını tek tek sökseniz, gözlerini oysanız, daha birçok canilik yapsanız gıkları çıkmaz; birkaç narin debelenmeden başka bir şey yapmazlar. Beş yaşımdan beri ara ara balıkların bu hali aklıma geldikçe hüzünlenip ağladığımı hatırlıyorum. Bu balıkların kaçacak yerleri yoktu. Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm küçük bir akvaryumda ikişer parmak büyüklüğündeki iki süs balığıydı. Loş bir odada uyandım, kalkıp perdeyi araladım ve yabancı bir evde olduğumu farkettim. Kapının yanında iri yarı bir adam yatıyordu, kim olduğunu bilmediğim bir adam. Buraya nasıl geldiğim hakkında da hiçbir fikrim yoktu. Bilinmezliğin içime dolan tedirginliği aklımdaki hiçbir soruyu cevaplandırmama izin vermiyordu. Kapıya atılıp kolu çevirdim; yüzüme çarpan ayazla birlikte kapıyı geri kapatıp vestiyere yöneldim ve üzerime oradaki iki kabandan birini geçirdim; tüm bunlar birkaç saniye içerisinde yaşanmıştı. Bu üzerime geçirdiğim kaban benim miydi bilmiyordum – zira üzerimde biraz genişçe duruyordu – lakin şu vaziyette bunu düşünecek halim yoktu, pek önemsemiyordum da. Dışarı çıktım ve dizime kadar gelen karda güç bela yürümeye başladım. Ayrıldığım ev, bulunduğu tepede tek yerleşkeydi ve yaklaşık bir kilometre aşağıda ufak bir köy vardı. Oraya ulaşırsam belki nerede olduğumu öğrenir, niye burada olduğumu anlayabilirdim. Sıcak bir şehirde büyümüştüm. Gördüğüm karlı gün sayısı belki de bir elin parmağını geçmez, onlar da birkaç parmak boyundan fazla değillerdi. Karın içinde bata çıka yürürken bunlar geçti içim-
den. Başlarda adım atmakta zorlandım lakin bir süre sonra nasıl yürüyaceğimi öğrenmiştim. Yolu neredeyse yarıladım derken soğuğun ayaklarımdan başlayarak vücuduma yayıldığını fark ettim. Kendisini saran yılanın sıcaklığını anne sıcaklığı zanneden bir yavru misali ben de bacaklarımı esir alan soğuktan garip bir mutluluk duyuyor ve mayışıyordum. Bu hisle ne kadar olduğunu kestiremediğim bir süre yürüyüp köy meydanına ulaştım. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Köy kahvesine benzeyen ancak camında herhangi bir şey yazmayan bir dükkana yöneldim. O sabahın en büyük şokunu dükkanın camında kendi aksimi görmem sonucu yaşadım, birden irkildim. Henüz yirmi bir yaşımda olmama rağmen, en az otuz beşimde gösteriyordum. Bu nasıl olabilirdi? İçeriden bana seslenildiğini duyunca kendimi toplayıp girdim içeri, belki bu da hafıza kaybına dahildi; koskoca on küsür sene... “Soğuktan yüzü kızarır insanın, seninse yüzündeki kan çekilmiş gibi delikanlı; hayrolsun?” dedi ihtiyar kahveci elindeki gazetesini katlarken. Erken bir vakit olmalıydı; zira kahvede ondan başka kimse yoktu, kahveci olduğunu da buradan anlamıştım. “Seni babama benzettim amca” dedim; gerçekten de yüz tipi, hele de gözleri babama çok benziyordu. “Bu yüzden olan biteni sana tüm samimiyetimle anlatacağım. Normalde tanımadığım insanlarla muhabbet etmek pek adetim değildir. Hoş, anlatacaklarım keyfi bir konuşmadan öte içerisinde bulunduğum müşkül durumu çözmek gerekliliğinin getirdiği bir zaruret.” “Yılın bu zamanları buralarda çok az insan olur. Seni görünce mutlu oldum aslında – laflayacak biri çıktı bana da – anlat her ne anlatacaksan evlat. Bolca vaktim var benim, merak etme. Sana yardımcı olabilirsem ne âlâ.” Kalktı, ocağın arkasına geçip iki çay doldurdu. Getirip birini önüme koydu, diğeri elindeyken karşıma oturdu. Söze başladım: “Şu tepedeki evden geliyorum.” Elimle duvarın sol üst köşesini gösterdim, “Ancak oraya nasıl geldiğim, uyandığımda yanımda olan adamın kim olduğu hakkında fikrim yok. Burası neresi ve o adam kim? Tanır mısın, bilir misin kimin nesidir?” “Öncelikle, bahsettiğin adamı tanımıyorum.” diye söze başladı ihtiyar adam. “ Tek bildiğim buraya birkaç ay önce yerleştiği, ev de o yerleşip de şu anki kılığına sokana kadar harabeden farksızdı yıllarca.” “Peki burası neresi?” “Slav İmparatorluğu’nun Batı Karadeniz Eyaleti’ndesin delikanlı.” dedi adam. Benimle alay ediyor olmalıydı. Zira bildiğim ne böyle bir eyalet vardı ne de böyle bir yerde işim olabilirdi. Slav İmparatorluğu diye bir imparatorluk da yoktu. Rüya görüyor olmalıydım. Hiç bozmadan devam ettim, en iyisi de buydu; rüyayı akışına
50
bırakacaktım. “Hiçbir şey hatırlamıyor olman üzücü.” dedi adam. “Aslında,” dedim, “Hiçbir şey hatırlamıyor değilim. Hatta gereğinden fazla şey hatırlıyorum.” Doğumumu hatırlıyordum, üç yaşıma kadar birçok kesit hatırlıyordum. “Hatta...” “Hatta?” Tüm detayları hatırlıyordum. Şöyle bir düşündüm: Günü gününe, olayı olayına her şey hafızamda uçuşuyor, herhangi birini anımsamak istediğimde dev ve düzenli bir kitaplığın raflarından bir kitabı çekip alıyormuşçasına onlarca, yüzlerce yaşantının içerisinden istediğimi çekip çıkarıyor; gözümün önüne getirebiliyordum. Biraz daha düşündüm. “Yirmi bir yaşıma kadar herşeyi hatırlıyorum. Yirmi yedi Temmuz iki bin yirmi ikiye kadar.” “Otuzlu yaşlarında gösteriyorsun.” dedi, “Eğer benimle kafa bulmuyorsan – ki çok yetenekli bir oyuncu değilsen gerçekleri söylüyor gibisin – hafızanı onca şeyle doldurduktan sonra sanki daha fazlasına yer kalmamış da yaşadığın her şeyi unutuyormuşsun gibi. Adın ne peki?” “Selim, Selim Haydar.” “Ben de Memduh Malazgirt, emekli tarih öğretmeni. Ve bu da hatırlamadığın yeni dünya oğlum.” dedi dışarıyı göstererek, “Söylediğin tarihten itibaren yaşanan olanları hatırlamıyorsan eğer, işin epey zor olacak.” “Peki şimdi ne olacak?” dedim. Eğer bu bir rüyaysa artık bir yere bağlanması gerekmez miydi? “Evinde uyandığın adam,” dedi, “Her sabah sekiz buçuk gibi dükkanın önünden geçer ve şu aşağıdaki ormana doğru gider. Eğer senin ortadan kaybolman düzenli olarak yaptığı bu yolculuğu aksatmazsa ya da seni aramaya bu tarafa gelecek olursa ona başına ne geldiğini sorup öğreniriz.” “Ya kötü niyetli biriyse?” Duvarda saatin yanında asılı duran tüfeği gösterdi bakışıyla. Saat sekizi dört geçiyordu. “Çaylarımızı tazeleyeyim.” Dedi Memduh amca. Biz konuşurken, dükkana ilk girdiğimde doldurduğu çaylar soğumuştu galiba. Ya da konuşmamız kısa sürmüştü ve ne diyeceğini bilmediğinden yapacak fiziksel bir iş aramıştı kendine. Saate tekarar baktım. Akrep ve yelkovan yerlerine çakılı duruyorlardı. Gözümü kapattım, kafamı dükkanı aydınlatan güneş ışığının yansıdığı engin kar yatağına çevirdim ve tekrar açtım. Sonra gözümü her kırpışımda köy meydanındaki berrak beyazlığın içerisinde şekilden şekle giren bir akrep ve bir yelkovan gördüm. Lakin akrep silüetinin ardına gizlenmiş karaltıyı farkedebilmem için Memduh amcanın sesiyle irkilip kendime gelmem gerekti. “Evlat birisi buraya doğru geliyor, senin adam olabilir.” Karın içindeki karaltı yavaş ancak istikrarlı bir şekilde büyüdü. Sanki beyazın yerini siyah alacak,
dört bir yanı karizmatik ve koyu bir atmosfer kaplayacaktı bu küçük noktadan başlayarak. Memduh amcaya baktım. Tüfeği duvardan indirmiş, eline de bir bez almış; temizleyecekmiş süsü veriyordu. Ben yaklaşan adamımızı izlerken kovanı yerleştirmiş olduğundan neredeyse emindim. Kapı açıldı ve kapını üzerine asılı olan çıngıraklardan ses geldi. Ben girerken içerisinde bulunduğum şokun etkisiyle bu çıngırakları farketmemiş olmalıydım. Herneyse, kapıda duran adam uyandığım odada gördüğüm iriyarı adamdı ve saatlerce çınlayıp da insanı çileden çıkartma kapasitesine sahip iki çıngıraktan daha tehlikeli olabilirdi. “Bir şey söylemeden önce bunu oku,” dedi adam kabanının içinden bir defter çıkarıp oturduğum masaya atarken – o sırada Memduh amca da fark ettirmeden masanın üzerinde yatay vaziyette duran tüfeği adama doğrultmuştu – , “üzerine öyle yazmışsın. Yatarken yanına koymuştun ve sabah kalktığında herhangi bir huzursuzluk çıkartacak olursan bu defteri okumamış olacağın anlamına geleceğini, ve bunu sana vermemi söylemiştin. Şans bu ya benden erken uyanmışsın, üstelik uyurken bunu yere düşürmüş ve sonradan da farketmemiş olmalısın. Neyse ki ayak izlerin sayesinde seni bulmam zor olmadı.” Defteri elime aldım. Üzerinde büyük harflerle ve el yazımla – bu karmaşık ancak karakteristik harfleri nerede görsem tanırdım – şunlar yazılıydı: “GÜNE BAŞLAMADAN ÖNCE BU DEFTERİ MUTLAKA OKU, HAYAT MEMAT MESELESİ!” Merak ve heyecan kaplamıştı içimi. Bu deftere kendi ellerimle yazdığım ne olabilirdi ki hayatımı bu denli etkileyecek? Kapağı çevirdim, ilk sayfada alt alta şunlar yazılıydı: “Dünya değişti.” “Sistemler değişti.” “Yönetim, savaşlar eğitim, ticaret ve daha bir sürü şey hatırladığım gibi değil.” “Yirmi bir yaşımda bir rahatsızlığa yakalandım ve o günden sonrasını hatırlamıyorum.” “Her sabah rahatsızlığımdan habersiz uyanıyorum ve uyuduğum zaman o gün yaşadıklarım hafızamdan siliniyor.” “Sanki yirmi yedi Temmuz iki bin yirmi ikiyi uykumdan her uyanışımda tekrar tekrar yaşıyorum.” “O tarihten itibaren neler olduğunu öğrenmek için bu defteri okumaya devam et!” “Ve sakın..” bu kısımlar büyük harflerle yazılıydı, “..BU DEFTERİ YANINDAN AYIRMA!” Ne hissedeceğimi bilemez bir halde ikinci sayfaya geçtim. Hiçkimse, hayatında bir kitabı; benim bu defteri okuduğum hızla okumamış ve onu bulduğum kadar akıcı bulmamıştır sanırım.
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
Hüseyin Rahmi’yi Niçin Severim? Cenap Şahabettin Sadeleştiren: Umut Câhid “Kendi düşündüklerimizi, kendi bildiklerimizi bütün cihânın hakikatleri için bir mihver-i esâsî zannetmeyip herkesin de kendisine göre meşrû birtakım ihtisâsât ve mütâlaâtı olabileceğini kabul eder, bize hoş gelmeyen şeylerin çok kişilere hoş gelebileceğini zihnimize yerleştirir isek beyhûdemücâdelelerin birçoğuna nihâyet vermiş oluruz.” (‘Kavgalarım’ın Kapak Sayfasından)
eylül ekim sayısı 2014
51
*** Uzun bir yaz döneminden sonra çıkacak olan bu sayıya daha farklı bir metin kazandırmak niyetindeydim. Fakat aşağıdaki metne rastladıktan sonra büyük bir heyecanla bu metnin transkripsiyonuna ve sadeleştirmesine karar verdim. Metin, edebiyatla alâkası bulunan hemen herkesin âşinâ olduğu bir kalemden, Cenap Şahabettin’in kaleminden çıkma. Kendisi Servet-i Fünûn devri edebiyatımızın en önde gelen ediplerinden. Aslında tıp doktoru olmasına rağmen edebiyatın çeşitli türlerinde eserler vücuda getirmiş bir edip. Hem de bu eserleriyle bir dönemi şekillendirebilmiş birisi. Kimileri tarafından desteklenen kimileri tarafından ise eleştirilen Yeni Edebiyât-ı Cedîde’nin belki de en uç örneklerini vermiş olması da kayda değer. Çeşitli ülkeleri ve şehirleri dolaşıp gittiği yerlerden etkilendiğini de atlamamak lâzım. Sultan Abdülhamid’e ve Millî Mücâdele’yemuhâlif olmasına rağmen eserleri bireye dönük. Hem devrinde hem de daha sonra bireye dönük eserleri sebebiyle eleştiri oklarından kurtulamadığını da belirtmek gerek. Metni ilginç kılan şey sadece yazarının Cenap Şahabettin olması değil. Hakkında yazılanın da Hüseyin Rahmi olması. “Hüseyin Rahmi’yi Niçin Severim?” başlıklı metinde Cenap Şahabettin, Üstâd diye nitelendirdiği Hüseyin Rahmi hakkında birkaç tespitini ve fikrini dile getirmiş. Yazının objektif ve katı olduğunu iddia etmek biraz zor. Gayet samimî bir biçimde kaleme alınan yazı çok değerli birkaç tespitle beraber yazarın Hüseyin Rahmi hakkında ne düşündüğünü ihtivâ etmesi bakımından bizim için çok kıymetli. Bir edibin başka bir edip hakkındaki fikirlerini sansürlemeden ifâde ettiği yazıların nâdir olmasından dolayı da kıymeti bir kat daha artan bir yazı. Edebiyatımızın en önemli kalemlerinden olan Hüseyin Rahmi’yi değerlendirmek yazımızın harcı değil. Bu yüzden değerlendirmeleri ediplerimize, edebiyat tarihçilerimize ve bitmek bilmeyen tezlere bırakmak durumundayız. Dolayısıyla biz sadece aşağıdaki metne ufak bir ışık tutmakla görevliyiz.Metin, Hüseyin Rahmi
hakkında bu güne kadar yapılan değerlendirmelerin bir nev’i özü. Birçok değerlendirmede aşağıdaki metnin genişletilmesi ve temellendirmeleriyle karşılaşmanın gayet tabii olması da bundan kaynaklı. Metni yeni harflere ve dile aktarırken ifâdeleri sadeleştirmek zorunda kaldık ve bir yerine müdahale etmemiz gerekti. Metnin aslında “kravat, ayakkabı ve kostüm”ler için devrin meşhur mağaza ve markaları kullanılmıştı fakat biz metnin herhangi bir çevirisine rastlayamadığımızdan ve üslûbu bozmak istemediğimizden o meşhur marka ve mağaza isimlerini çıkartarak metnin üslûbuna sâdık kalmaya çalıştık. Bunun dışında yaptığımız herhangi bir müdâhale ise mevzubahis değildir. Sözü fazla uzatmadan sizleri metinle başbaşa bırakmak isterim. Buyrun; “Geçenlerde Üstâd Hüseyin Rahmi’nin hikâyevârî bir makalesini okudum ki açlıkla ahlâk düşüklüğünün ilişkisinden bahsediyordu. Yazar bu küçük hikâyesiyle de her zamanki gibi toplumsal yaralardan birini deşiyordu. Hem de gülmeyen ve ağlamayan ve ancak düşünen bir felsefe neşteri ile… Hüseyin Rahmi benim keyfimce bir filozoftur; yalnız nedensellik kanununu arayan ham filozof değil, La Bruyère’in tarifine uygun bir filozof: Çevresindeki toplumu tetkik ve tahlil edip mahiyetimizi özellikle çirkinlikleriyle ortaya koyan bir filozof… Bir kitap meraklısı bana sorsa: —Kütüphânemde Hüseyin Rahmi’nin eserlerini nereye koyayım? Derim ki: —Kant’ın ve Descartes’ın yanına değil hattâ, yerine!.. Zirâ içerisinde yaşayacağım âlemi bana onlardan iyi öğretir. Ve ilâve ederim: —Onların yerine ve Schopenhauer’ın yanına! Çünkü Hüseyin Rahmi’nin zekâsı, açıkça görüldüğü gibi, gülen ve fakat içinde ağlayan kötümser bir filozoftur: İyi yönlerden ziyâde eksiklikleri görür ve meziyetlerden ziyâde beğenilmeyen yönleri şerh eder. Üstâd’ın oluşturduğu sayısı yüzlerle ifâde edilen karakterleri arasında bir tanesi olsun güzel bir insanlık örneği olmak üzere gösterilemez. Kahramanlarının elbisesini ve cildini deler, bütün gizli pürüzlerini meydana çıkarır, ne yaptıracağınız en kıymetli kostüm, ne alacağınız kaliteli ayakkabılar, ne de mükemmel mağazalardan getirteceğiniz kravat, hiçbir şey onun bakışlarının nüfuzuna engel olamaz. O size bir kere baktı mı bütün varlığınız soyunmaya mecburdur; ve o artık biraz zâlimâne ve biraz sanatperestâne sizi ve ruhunuzu didikler ve didikleyişi “alay”a benzer fakat ince bir “toplumsal hiciv”dir. Olay kişilerini bir usta “hayalci” maharetiyle karşınızda oynatır; onları birbirinden gülünç vaziyette görürsünüz ve sanatkâr onlara bu vaziyetleri öyle ustalıkla verir ki kişiler vaziyetleri ya isteyerek ya da olayların akışıyla kendileri aldılar zannolunur. Bir toplumu dağıtmaksızın ve kızdırmaksızın bütün organlarını hicivde ve paylamada Hüseyin Rahmi’den ziyâde başarılı olmuş bir hikâye ve roman yazarı tanımıyorum.” [Zamanımızda Usûl-i İnşâ ve Muhâbere, M.Cevdet, Matbaa-i Ebuzziyâ, 1341, Sf. 272, Hüseyin Rahmi’yi Niçin Severim?]
Referandumlar Edebi Yapılsın!
52
Rahime Kasım efendim gaza gelip böyle bir başlık attığıma bakmayın, bir kere bunu güzide memleketimiz ve insanları kaldıramaz. zira ne gündemimiz ne de gittikçe bir türlü globalleşemeyen dünyamız; bu tip bir girişimden ciddi manada uzak. ben, kaleme almaya hala ısrarla devam ettiğim yazımda, iktidar (eşittir güç) ve edebiyat kavramlarını aşırı yoğun istekler üzerine karşılaştıracağım. belki de alakadarlıklarını, birbirlerine etkilerini de konuşabiliriz. çünkü ikisi de hayata dair ve hayatı yönlendiren unsurlardan. ortak noktalar üzerinden hareketle başta söyleyebileceğim en net şey: herhangi bir güç, herhangi bir şairin şiirine hükmedemez. yalnızca hükmettiğini sanır. haydi bunu tartışalım. dörtte üç buçuğu mavi olan dünyamızın her ülkesinden; her kesimden binlerce kişi, parti, grup ve hareket gelip geçmiştir. dünyayı ateşe verip yahudilere mangalda sucuk muamelesi yapan hitler’den, her topuklu ayakkabısı olay olan ingiltere kraliçelerinden, fransız sömürgesinin ultra mutluluk verici bir şeymiş gibi gösterildiği fakat sürekli problemlerin baş gösterdiği arap ülkelerinden tutun; gazze’yi yemek ismi sanan humanistlere kadar bir yerlerde bir şeyler “hakim”. destekleyip desteklemediğimizi tartışmayacağım; dikkat çekmek istediğim nokta, bütün bunların altına imzasını atanın yalnızca bir düşünce olduğudur. iyi veya kötü. bu kelimenin altı çizilmeli. dü-şün-ce-dir. kimisi düşünmez, körü körüne yola düşer, o ayrı. gelelim bizim olayımıza, yani edebiyata. şiir, kitap, dergi, türkü, satır, mısra, kıt’a, mani mani mani. aklınıza ne gelirse. bir düşünün bakalım bütün bunlarda etkin olan şey ne? yine bir düşünce. yollara düşünce, avcuna bir yağmur düşünce, çoğunlukla size sadece bir duyguyla ahu gözlü kesilen hanım kızın hayali düşünce... kabul ediyorum, editöre sümüklü duygusallığımdan bahsedip ciddi meselelerle ilgili yazmamam gerektiğini söylemeliydim. ama güzel bir noktayı açıklığa ulaştırdık. bir düşünce insanlara bunları yaptırıyor, evet. peki siyasi yaptırımların, gelmiş ve gelecek bütün iktidarların edebiyata yaptırdıkları? ya da yaptıramadıkları? işte bütün mesele bu. her iki kavramında ortak paydasını, kendi çiçekli tencerelerinde kavurduğumuza göre, meseleye dönüyoruz.
şimdi edebiyatı bir şair, siyasi gücü de bir kral temsil etsin (bu dergiyi okuduğunuza göre, seversiniz böyle şeyleri)... kral, o yıl ülkedeki bütün mandalinaların reçel yapılıp papua yeni gine’ye ihraç edilmesini emrediyor diyelim. bu ülkede geçiminin çoğunu tarımdan elde eden bir ülke olsun. yaşlılar meclisi de dillerindeki tat alma dokularının etkisini kaybetmesinden de kaynaklı bir fikirle onuyorlar bu kararı. uygulamaya koyuveriyorlar sorgusuz sualsiz. fakat bizim şair, şair ya işte, yaz mevsiminde mandalina edebiyatından dem vuruyor. öyle bir dem vuruyor ki, artık turuncu yağmurlar yağıyor o ülkeye. şair bütün şehirlerde ünleniyor ve yapılan ticaretten bir hayli kar elde etmiş krala kadar gidiyor. adam artık nasıl edebiyat patlatmışsa halk bu olaylara isyan ediyor, hamileler kışın karpuz değil, her mevsim mandalina aşeriyor. ülke karışıyor gördünüz mü? kral bu durumu çözünce şairi uyarıyor. oysa krallar nerden bilir ki, şairler söz dinlemeyen çocuklardan seçiliyor. bu sefer de papua yeni gine’de reçel yiyenlere kafayı takıyor şair. hobaaaa! kral dışişleri bakanı’nın ısrarcı tavrından etkilenerek bu şairin şiirlerini toplatıyor. şiirleri ezberleyen, not defterine not edenleri hesaba katamaz tabi. en sonunda şair hapiste! hapis yüzü görmemiş has şair yoktu bir zamanlar. şimdi o zamandan, o ülkeden sıyrılın. size bir kaç sorum var: 1- şair zindanda dahi olsa o mandalinaları hatıralarında yetiştirip, şiirlerine konu etmez mi? 2- üzerine bazı kelimeleri örtmüş bile olsa anlayan anlar mı? 3- kralın istediği doğrultuda şeyler yazmış olsa o şaire şair diyebilir miydik? “istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz, başarılar” demeyeceğim. zor değil. çünkü kral istediği kadar daraltsın şairin alanını zindanlarla, şairin içinde özgürce istediğini söylediği bir dünyası vardır. yazdıkları bu dünyadan çıkma... ve kral isterse tüm aleme hükmetsin, o dünyanın bir sokağında bile emirlerini geçiremez. ha şaire yaşattıklarıyla, her olayın şaire yaptığı gibi, o dünyaya farklı günler yaşatabilir, hatta şairin şiirinde kullandığı hiciv, kinaye gibi bilimum sanatlardan nasibini de alabilir. ama hükmü orda geçmez. geçene şair denmez. şiir dediğin hüküm geçirilememişlerin, hükmünü geçiremeyenlere kanıtıdır özgürlüklerini. unutmayın, edebiyat özgürdür, özgür kalmalıdır. sosyal mesajımı verdiğime göre toplamam gerekiyor galiba konuyu. zira pek bir hikayemsi oldu. örnekte anlatmaya çabaladığım gibi krallar, şairlere hükmettiğini sanabilir. sanmakla kalırlar zaten. mandalinalardan da reçel yapılmamalıdır. iktidar olanların hepsi kötüdür, ıyy’dır, böğğ’dür demiyorum, yanlış anlaşılmasın. ama gücün edebiyattaki yeri, çevresel faktörlerden de beslenmesi kadardır. ya da öyle bir şeydir. sevgili müebbet meraklıları; müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
edebiyatın iktidarı, edebiyatı yapandadır. siyasi iktidar ise halka faydası dokunabilenindir. şairler, yazarlar da halktandır fakat her güç sahibi şairlerden, yazarlardan değildir. olabilenlere, gönüllere girebilenlere selam olsun. bu arada bence cumhurbaşkanı pepee bile olabilir, yeterki şehirlerin duvarlarına şiir yazmak farz olsun ve çocuk katilleri, sadece doğal döngüye uyan sevgili vahşi hayvancıklara kurban bayramı
hediyesi olsun. arkadaşlar özür dilerim, kafanızı karıştırmış olabilirim. alengirli cümleler kurmamış edebiyatçılara selam olsun! not: müebbet yazın, 123456’ya gönderin, kime oy verdiğim mesaj olarak cebinize gelsin. not2: bence de kime ne kimin kime oy verdiğinden, kitapçılar 24 saat açık kalsın.
Benim Alnım Dilek Öksüz
eylül ekim sayısı 2014
halimize bin şükür hasılı. Ne zaman ötekileştirilsem sessizce bir köşede dalar gözlerim. Ben her şehri kavga ile dolu olan ülkeler gibi, içi kan ağlayan ama herkesin yerime geçmek istediği bir toprak parçası gibiyim. Denize kıyıları var yüreğimin, üç tarafıyla. Yollara çıkarım denizler boyu... Semâda yürür dururum. Gözlerim şeref duyar, dizlerim aksamaz çıktığım yolda. Şikayet etsem de vazgeçmem, severim şikayet ettiğim ellerimi bir gün yeniden. Dedemin eline kavuşunca elim, dedem demez ki hiç, çok büyük ellerin.Dedem der ki; ‘’El öpenlerin çok olsun evladım, nice bayramlara eresin’’ Kocaman ellerim yorgan olur yaralı kuşlara, korur ellerim küçük balıkları büyüklerinden. Ellerim siler şerefimle akıttığım terimi alnımdan. Döner dolaşır şükre vurur alnım. Zaten alnım ya bayrağıma değer öptükten sonra ya bayramda ellerine sarıldığım dedemin kapısına ya dönüp dolaşıp şükre ya da seccademe vurur herkesin uyuduğu vakitlerde. Alnım ile gurur duyarım bu kara parçasında. Çünkü ben onu zulmedenlerin ayaklarına değdirmedim asla, paspas etmedim. Benim alnım Hak rızası yolunda kızarsın, Hak rızası yolunda toprak olsun vesselâm.
53
Dedemin evine bayramlaşmaya gittiğimde alçak boylu kapı alnımı her öptüğünde, boyumun uzun oluşundan şikayet ederim. Alnım kıpkırmızı olur da öyle gezerim diğer akrabalarımı. Nasıl oluyor da giderken sürekli tekrarladığım bu tehlikeyi tam kapının eşiğinde unutuyoru? Hayret ediyorum kendime her yıl. Boyumun uzun oluşundan, bayramlık alışverişlerinde de şikayet ederim. Yaşıtlarımın giyebileceği pantolonların hiçbirini alamadığım için boynum bükülür ve annem boynum büküldüğü için hep üzülür. Daha fazla para öder babam, bana uygun bir pantolon getirtir satıcı amca. Benim bayramlık sevincim bu yüzden hep sönük kalır. Sönük kalır neşe dolu gözlerim; çünkü babamın boynunu büker benim boynumu kaldırışım. Dev olduğumu söyler kaçardı arkadaşlarım oyuna geldiğimde. Ayaklarıma bakardı gözlerim, ayaklarım kocaman. Ellerim hele... Daha da büyük arkadaşlarımın ellerinden. Ağzım burnuma, burnum gözlerime güler.. Büyük bir kavga, döner durur bedenimde. Hele bir başıma bir odada sessizce otursam yığılır beynime düşüncelerin en ağırı. Dünyaya sığamamaktan kaynaklanan, insanların bakışlarından kaçıp kendine saklanan her uzvumun içimde kavgası duyulur herkesin uyuduğu vakitlerde. Kocaman kulaklarım yorgan olur, örtü olur saklar sırrını beynimin, çıkarmaz dışarı gürültüleri. Durumuma hep üzülmüyorum elbette. Sadece boyu kısa olan arkadaşlarımın yanında seviniyorum dev gibi oluşuna bedenimin. Keşke diyorlar, keşke bizim de boyumuz uzun olsa senin gibi. İstemediğim bir durumun başkasının hayali olması... İşte bu düşünce barıştırıyor tüm hücrelerimi. Bayram günü küs kalmıyor onlar bile. Bu yüzden bugün gülümsüyor kapıya çarpan alnım. Her
William Shakespeare: Dahi Bir Hırsızın Çalıntı Eserleri Ahmet Melih Karauğuz
54
Kadim dost İsa aşkına, Dağıtma bu mezarın tozunu Bu mezar taşını koruyan Tanrı korusun Ve kemiklerimi yerimden oynatana lanet olsun W. Shakespeare’in mezar kitabesi W. Shakespeare tüm zamanları gelmiş geçmiş en iyi hırsızı... Hamlet, Romeo ve Juliet gibi eşsiz oyunların ve muhteşem sonelerin yazarı Shakespeare diye biri yok deseler, tepkiniz ne olurdu? İngiliz edebiyatının en önemli ve şüphesiz en çok konuşulan isimlerinden birisidir Shakespeare. Kimisi ona dahi diyor, kimisi de bir hırsız. Bazılarına göre yaşadı bazılarına göreyse o hiç hayatta olmadı. Ya da sadece takma bir isimdi Shakespeare. Yazdıklarıyla, döneminde ve daha sonraki zamanlarda kitlelerin hayranlığını kazanmış, birçok takdire layık görülmüş Shakespeare hakkında herkes aynı düşünmüyor. Çağdaşı Robert Greene, ‘A Groatsworth of Wit’ adlı kitabında Shakespeare için ‘sahne sansar’ lakabını kullanıyor. Yazdığı öykülerde ise bir kargaya benzetiyor yazarımızı. Ona göre Shakespeare bir hırsız. Hatta cahil, köylü ve kendisini beğenmiş bir hırsız. “Evet kendisi bizim tüylerimizle güzelleştiren ve oyuncu postunun arkasına saklanmış kaplan kalbiyle sizin kadar gösterişli mısralar döktürebildiğini zanneden, sonradan görme bir Karga var; bu yüzden onlara asla güvenmem.” diyor Greene Shakespeare hakkında. Amerikalı yazar Mark Twain’se, kendi hayatını anlattığı otobiyografik eserinin ilk orijinal baskısında Shekaspeare için ayrı bir bölüm ayırıyor. Twain Shakespeare’i şeytanla eş tutuyor, Shakespeare isminin bir takma ad olduğunu öne sürüyor. “Biyografik yetersizlikleri göz önüne alındığında
Şeytan ve Shekaspeare’in birbirine bu kadar çok benziyor oluşu ne kadar garip ve ilginç bir tesadüftür.” Twain ilerleyen bölümlerde Shakespeare için farklı iddialarını sıralıyor: “Okuryazar olmayan, hatta bir imza bile atamayan çiftçi bir alinenin çocuğu olarak 23 Nisan 1564’te dünyaya geldi. Straford varoş, pis ve nüfusun büyük kısmının eğitimsiz olduğu bir köydü... ... 1597’de Straford’da New Palace dediği bi ev satın aldı. Devamında 13, 14 yıl para biriktirerek oyuncu ve yönetmen unvanlarına sahip oldu. ... “Daha sonra 1610-11’de Stratford’a döndü ve temelli buraya yerleşerek, faizle borç para verme, arsa ve ev satın alımı gibi işlerle uğraştı. diyor Twain Shakespeare için. Shakespeare ile ilgili tartışılan bir diğer nokta ise, Sheakspeare’in vasiyeti. Vasiyetinde hiçbir kitabı hakkında bir bilgi vermemiş yazarımız. Oysa o dönemde kitap sahibi olmak en önemli şeylerden bir tanesiymiş. Ve yazarlar kitaplarını vasiyetlerinde bildirirlermiş. Twain’in bir diğer iddiasıysa, Shakespeare’in takma ad olduğudur. Peki Shakespeare takma adsa eğer kimdir gerçek kişi? Üzerinde en çok tartışılan ve Shakespeare olacağı düşünülen Cristopher Marlowe mu? Bu iddia ilk başlarda Shakespeare uzmanları tarafında çürütülüyor. Çünkü Marlowe’un ölüm tarihinden sonra Shakespeare eser vermeye devam ediyor. Peki Marlowe gerçekten 1593 yılında mı öldü? Marlowe’u öldürenler neden kraliçe tarafından serbest bırakıldı ve cinayete dair soruşturmada geçenler ve Marlowe’un öldürülme şekli ne kadar gerçek? Marlowe Kraliçe’nin ajanlarından birisi. Çok iyi Latince bilgisine sahip ve yaptığı çevirilerle olsun ortaya koyduğu eserlerle olsun döneminde hep övülmüş bir isim. II. Edvard, Faust, Maltalı Yahudi bu eserlerin başında geliyor. Peki gerçekten Marlowe Shakespeare’in kendisi olabilir mi? MARLOWE: (Ovid’in Mersiyesi’nin Çevirisinden) : Ay her gün Endymion’la uyanır. SHAKESPEARE: (Venedik Taciri’nden) : Sessizlik. Ay Endymion’la uyuyor.
müebbet edebiyat kültür sanat dergisi
MARLOWE: (Timurlenk’ten) : Selam size, Asya’nın şımarık yosmaları. Hanginiz günde otuz iki kilometre gidebilir? SHAKESPEARE (IV. Henry, II. Perdeden) : Asya’nın riyakar, şımarık yosmaları. Hanginiz günde kırk sekiz kilometre gidebilir?
Bir Meselemiz Olmalı... Ahmet Topbaş
Günümüzün aceleci ve tüketici ortamında tatmin edilmeyi ve beklentilerinin karşılanmasını isteyen insanların edebiyattan ve daha özelinde dergilerden bu beklentiyi karşılayacak bir içerik beklemesi, sanat ürünlerinin, okuyucuyu tatmin etmeye yönelik çabalarını da gündeme getirmiştir. Ne var ki, yaşanılan dönemin nabzını tutan ve toplumsal olayların birer şahidi olan dergilerin ticari kaygılarla toplumsal görevini aksatması beklenemez. Nasıl ki, sanat metninden hoşnut kalmak isteyen okur sanat ürününün kendisini şaşırtmasını, bir *** farkındalık oluşturmasını isterse, metin sonunda bir Yukarıda yaptığım alıntılar 2012 yılında Arkadduygu yoğunluğuna, düşünsel yolculuğa çıkarmaya yayınları tarafından basılan ‘Şeytan ve Şair’ adlı romana ait. Romanda Profesör Desmond Lewis, Ca- sını da bekler. Edebiyatımızın ve toplumsal hayatımızın nablifornia’da vereceği konferansla tüm dünyayı yerinden zını tutan dergilerin de bu amaçla kendilerine bir oynatacak bir gerçeği açıklamanın peşindedir. Kongündem belirlemesi, farkındalığını ortaya koyması, ferans öncesi Jake Fleming’le irtibata geçer ve ona toplumun kanayan yaralarını kimi zaman gün yüzübasıma hazır olan kitabı okumasını istediğini söyler. ne çıkararak kimi zaman da ön planda tutarak canlı Ancak profesör Amerika’ya indikten hemen sonra ortadan kaybolur ve gerçekleri açıklayacağı kitap da. kılması elzemdir. İkinci dünya savaşından sonra iyiden iyiye Gazeteci Jake Fleming sır bir şekilde ortadan belirginleşen, insanları ve daha özelde masumlakaybolan dostunun ve kayıp kitabın peşine düşer. rı katleden terör konusunu gündemimize almaya İngiltere’ye gider ve profesörün takip ettiği yolları, yararlandığı kitapların bir kısmını bulur. Kitap sonlara karar verdik. Çünkü dünyanın birçok yerinde Müslüman yakın gerçekte Shakespeare’nin kim olduğunu aslınoldukları için işkence gören, katledilen insanlarımız da açıklıyor. Her bölümünde ayrı bir heyecan barındıran kitap var. Çünkü acılarının sona ermesini isteyen, evine belgelere dayalı bir şekilde yazılmış. Yazarı John ellerinde mermilerle giren askerler yerine ekmeği Underwood kitabı İngilizce olarak bastıramamış. İlk baskısı İtalyanca yapılan kitap İtalya’da çok satanlara ile giren babasını bekleyen çocuklar var. Gözlerini girmiş. Daha sonra farklı dillere çevrilen kitap satıldığı kapattığında bir bombanın kulağında çınladığı günlerin son bulmasını isteyen anneler var. her ülkede satış rekorları kırarak herkesin beğenisini Yaşadığımız günlere tanıklık ediyoruz. N’eşhekazanmış. Benim tamamen rastlantı sonucu gördüdü diyoruz. Yani biz şahidiz. ğüm ve elde etmek için bir yıla yakın beklediğim bir Peki ne yapmalıyız? kitap Şeytan ve Şair. Bilinçlerimiz pas tuttu, görebiliyoruz. Okuduğum romanlar arasında en iyilerinden birisi Toplum olarak kendimizi yenilemeyişimiz, özübuydu. Çevirisi çok güzel, anlatımı akıcı ve heyecan müzü ve varlık hikmetimizi unutuşumuz, bunun yol dolu. Her sayfasında ayrı bir sır var. Polisiye, cinayet ve gizem dolu kitaplar için zor bulunacak kalitede bir açtığı iç ve dış buhranlar, tarihsel ve kültürel çözülüş sebebiyle yaşadığımız umutsuzluk ve panik eser. havası yüzünden sustuk ve kabullendik. O eski cesaretimiz ve iman gücümüz nerede? Şu bir gerçek ki, bahanelerin arkasına sığınarak vicdanımızın kanamasını durduramayız. Bunun için dergilere ayrı bir görev düşüyor. Dergiler nezdinde okura belki de. Ancak okuyarak bir bilince varabilir ve yaşadığımız zamana tanık olabiliriz. Peki Oxford Dükü Edward Vere kimdir? Cecil’lerin James’i tahta getirmesini engellemek için halkı galeyana getirecek bir oyun yazıyor Edward Vere. Oyunun adı III. Rİchard. Ancak oyunu kendi adıyla yayınlatamayan Edward takma ad kullanıyor. Ve Shakespeare’nin karakterleri direk Edward Vere’nin hayatından kesitler barındırıyor. Peki bu takma ad Shakespeare mi?
55
eylül ekim sayısı 2014
56
m端ebbet edebiyat k端lt端r sanat dergisi