müebbet edebiyat
Başlarken Dergimizin ilk üç sayısını ‘fanzin’ şeklinde yayınlamayı daha uygun bulduk. Üçüncü sayıdan sonra resmi bir dergi olacağız. Bu sayımızda; Ufuk Akbal, Nurdan Akın Gürkan, Serdar Ünal, Gençosman Denizci, Mehmet Gürhan, Bilal Çağlar, Hüseyin Dikmen ve Mehmet Yağız şiirleriyle,
Dergi çıkarmak birçok açıdan yorucu ve yıpratıcı bir iş. Her yeni sayı yeni dertleri, yeni sorunları beraberinde getirip önünüze koyuyor ve siz bu sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyorsunuz. Elinizdeki ilk sayımızla biz de bu fırtınalarla dolu yola girmiş bulunmaktayız. Neden dergi çıkartıyoruz? Çünkü farklı insanlara rahatça yazabilecekleri, kendilerini geliştirip, farklı okuyucu kitleleriyle buluşabilecekleri bir ortam oluşturmak istiyoruz. Dergi çıkartıyoruz çünkü edebiyat dergilerindeki gruplaşmalardan sıkıldık. Hangi dergiyi alsak hep aynı isimler.. Artık gençlerin dergilerde daha fazla yer almasını istiyoruz. Peki biz bunun ne kadarını yapabileceğiz? Ne kadarını yapabilirsek ... Üniversite öğrencisiyiz. Biz sadece edebiyata mütevazi bir katkı sunmak için bu yola çıktık.Yıllar sonra bu günlere dönüp baktığımızda, iyi ki bu dergiyi çıkarmışız diyebileceğimiz bir dergi yayımlamayı amaçlıyoruz. İlk adımını attığımız bu yolda, maraton yürümenin duasını yapıyoruz. Güzel işler yaptığımız, her sayıda ayrı bir tat ve lezzet bulacağınız bir dergi olması umuduyla. Vira Bismillah!
Hatice Aydın, Ayşenur Deniz, Ahmet Topbaş, Promethus, Ayşe Nur, Şeyma Sinan, Behnan Balaban, Sevgi Uyar, Ahmer ve Ahmet Melih Karauğuz deneme/öyküleriyle Tugay Kaban kitap, Muhammet Seyfullah sinema eleştirisiyle, Umut Câhid, Hüseyin Cahit Yalçın sadeleştirmesiyle, Sizlerle buluşuyor. Dergi içi fotoğraflar Behnan Balaban’a ait. Kapak ise Samet Samancı’nın tasarımı. Dergi mizanpajı Ahmet Melih Karauğuz Keyifli okumalar...
***
Genel Yayın Yönetmeni: Ahmet Karauğuz
Yazı İşleri Müdürü: Hüseyin Dİkmen
Reklam ve Halkla İlişkiler: Ali Akçakaya soru, öneri ve yazılarınız için: @MuebbetEdebiyat mueebbededebiyat@gmail.com
2
kültür sanat
Yağmur Lokantası Hatice Aydın
Geçen gün yağmur yağdı ya, yağmur lokantasının kilitli kapısı açılıverdi. Yağdı yağmur, düştü akşam. Düştü düş. Gerçekten akşam düştü. Düşmelerin böylesi de bir düş. Bir düşün. Düşünce, düşünce düşüyor. Düşüyor kafama. Düşler kafama. Kafama düşler… Geçen gün yağmur yağdı ya, yağmur lokantasının terasının kilitli kapısı açılıverdi. Bir ağlatı koyuverdim ortaya. Solmuş çiçeklerim. Siyah güller, ak güller solmuş artık. Bir şiir canlanmıyor sanki arkamdan. İncir kuşları yok. Taslar yok. Sular dolmamış. Nereye gider bunlar? Kim götürdü bunları? Nefesime dolan şey soruyor. Hava soruyor, yağmur soruyor. Diyorlar ki: senden iyi cevabını bilen olamaz değil mi? -Kim ben mi? Ben nerden bileyim ki. Hem karanfilleri çok severim. Nasıl soldurayım? Hikayecinin elinde soluyormuş gibi görünen mor menevşeleri tekrar nasıl soldurayım? Sonra nasıl hesabını veririm. Üzümler… Nerdeler? Onlar da yok. Gölgeleri kalmış gibi sanki arkasında. Sakla gölgeye: acıyı, sevgiyi, nefreti, kırgınlığı. Nereye gider peki bu üzümler? Çocuklar ne yiyecek? ’ Nerde üzümlerimiz bizim’ demezler mi? Ak güller… Siyah güller… Şiiri çalan şey, şiirden başka bir şey olamaz. Şiir şiiri nasıl sever? Nasıl çalar? Ama şiir çalmaz ki. Benden hiçbir şeyimi çalmadı. Taslar… Ya içindeki sular? Renkli tasların rengine ağlarım. Rengin tasına ağlarım. Deviririm cümleyi, ağlarım. Tekrar okurum baştan ağlarım. Ağlamayı tutarım, ağlarım. Koysam ağlarım. Gitse gelse yine ağlarım. Ağlarım. Yaşıyorken kendimi bir pencereden izliyormuş gibiyim. Müzikler çalıyorum yaşamın altına. Ağırlaştırıyorum. Filmleşiyor o da sanki. Bir filmde oynamıyorum ama. Allah’ım nerde bu taslar? Cam şişeler! Ya kırıldıysa da çocukların ayağına battıysa? Yaprağı şahit, yağmur
lokantasına ne olmuş böyle? Güneş açmış, sırıtıyor bana. Al bak lokantana der gibi: -Bak şairlerinde kalmadı burada. Darmadağın oldu her yer. Hani tahta sandalyelerin? Yağmurun ıslatıp kokuttuğu. Nerde o buram buram tüten? Sen uyu hala, yağmur yok artık. Hala anlamadın mı? Burayı ne darmadağın etti sence? Şiir yaptı diyorsun ya. Şiir ne kadar kırar incitir böyle. Buradan besbelli başka bir şey geçmiş. Kuşlar konmaz oldu. Senin yüreğine bir şey mi oldu yoksa? Gülümsemiyorsun. Sevmiyorsun. -Hayır, diyorum. Ben incir kuşları ile güldüm buralarda ama şimdi nasıl gülümseyeyim? Baksana ne olmuş buraya. İçeriye giriyorum, devam ediyorum pencereden bakarak güneşe: -Yere serdiğim şeyler de kurumuş! Sen yaptın değil mi her şeyi? Ne derse beğenirsin. Bu dediğini hiç beğenmedim ama: -Yüreğine de ben bir şey yapmadım ya? Yüreğim. Özlemeyeli ne kadar oldu? Hayır güneş, sana inanmıyorum seni dinlemeyeceğim. Kuru merdivenlere oturdum. Kuru çiçekler. Kuru merdivenler. Su yok, damla yok. İtiraf etmeli ben kilitleyip gitmedim mi burayı? Ne yani her şeyi ben mi yaptım? Nasıl terk ettim burayı. Yazmayı. Onları canlandırmayı. Her şey düşüncede! Böyle demez miydim? Sonra beni terk etti: kuşlar, taslar, renkler, çiçekler, sandalyeler, şairler ve yağmur. Bir ses var yukarıda! İncir kuşları mı geldi yoksa? Heyecanla çıkıyorum terasa. Kuru merdivenler batıyor resmen içime içime. Ya yüreğime?! Gelen rüzgarmış. Güneş gitmiş o gelmiş sanki. Boğuk boğuk konuşacak şimdi benimle. Beklediğim gibi olmuyor. Konuşmuyor benimle. Sadece gelen giden var mı diye yoklamaya gelmiş. Her şey düşüncede. Ben düşündüğüm için
3
müebbet edebiyat
Söylenti
Ayşenur Deniz olmadı mı tüm bunlar. Düşünüyorum hala. Düşünüyorum… Yoksa gerçek olup çıktılar mı aklımdan? Ama nereye gittiler? Nasıl çıktılar? Ben onlara çıkmak nedir öğretmedim ki. Nasıl yetemedim onlara? Nerelere attım onları. Tabi ya, onlar çıkmadılar. Onları ben attım. Nereye peki?
renkli çorap giyenlere ithafımdır. zor zamanlar yaşıyoruz bazen. yerlere göklere sığamıyoruz. geceleri uyuyamayıp, sabahları kabuslarla yataklardan sıçrıyoruz. “namaz geçti mi Tukidides?” diyoruz telaşla. beynimizdeki uğultularla günü geçirmeye çalışıyoruz. bir o odaya, bir bu odaya; bu kadar. başka gidecek bir yer yok. kendi içimize çekildikçe çöküyoruz.
Silgi kullanmadım. Ama yazmadım da. Tabi ya, yazmadım. Hayal etmedim. Düşünmedim. Ben düştüm. Akşamla birlikte. Yağmurla birlikte düştüm. Ama doğrulduğumda sadece akşamla kaldım. Yağmur süzüldü ayaklarımın altından. Çamur etmedi ayaklarımı. Öylece gitti. Nasıl tutmadım? Ben nasıl bir düştüm? Düşümde fark etmedim. Düştüm de fark etmedim. Sadece ‘düş’tüm!
dostlarım giderek sanallaştığımı söylüyor. sokak bir sığınaktı oysa. sosyal medya’ya bir meydan okuyuş. teslim olmama çabası. her geçen gün üstümüze daha çok gelen şeylerden kaçıp saklandığımız köşemiz. kuşlardan, bulutlardan, uçurtmalardan başka şeyle karşılaşmadığımız gökyüzümüz. güzel şarkıların çaldığı sahile uzanan bir yangın merdiveni. ya da yangında kurtarılacak ilk şey. dostlarım giderek asosyalleştiğimi söylüyor. bana çılgınca tekliflerde bulunuyorlar. koşup gitmeliymişim yanlarına. hiçbir şey dert değilmiş. yanlarına gitmeyince de aklımın onlarda kalmasına izin vermiyorlar. zor bu işler. bir insanın hep yalnız olduğunu ve nerede olursa olsun yalnızlığını kendisine hatırlatması gerektiğini, beyhude tekrarlasın Cihan Hanım. dostlarım giderek karamsarlaştığımı söylüyor. insan ruhunun şarkı söylemek isteyen iç kıvrımlarından haberleri var mı? bilin bunu, duyun Bukowski’nin bahsettiği insan ruhunun sakinleşemeyen iç kıvrımlarını. Sartre’a kulak kabartın sonra, “verilmiş özgürlük yoktur” diyor. yollardan başka çaremiz var mı? ve her varışta aynı sıkıntıyı duymaktan başka?
4
kültür sanat
Edebiyat ve Medeniyet Ahmet Topbaş ’Edebiyat ile medeniyet arasında anlamlı bir korelasyon vardır.” Uygarlığı oluşturan yapıların, kültürlerin, hissettiğimiz duyguların edebiyat ile yaptığı ilerlemeler ister istemez aralarında bir ilişki oluşturur. Toplumların edebiyatları, içlerinde barındırdıklarının bir ürünü, geleceğe bıraktıkları sentezleri gibidir. Öyleyse edebiyata bu ilişkiyi doğuran alanlardan bakarsak edebiyatın olması gereken mükemmelliğini ve o toplumu yansıtabilme potansiyelini görmüş oluruz. Medeniyetin kurumlarının gözünden bakınca yine, edebiyatın gelişimini de izleyebiliriz. Ki zaten bahsedilen ilişki, birbirleri üzerindeki etkilerin değişimleri getireceğine yönelik bir tespitidir. Uygarlıkların dış toplumlarla yaptığı alışveriş, kültür ticareti, dolaylı olarak edebiyatın izlediği yolu da belirler. Bu, edebiyatın dışsallaştırılmasıdır ve edebiyata kazandırılan ögelerin ahenkli uyumunun yansımasıdır.Yani uygarlık, edebiyatı oluştururken belirli formlarda bir araya gelen içsel ve dışsal etkilerin kültür çatısı altında buluşması ve sentezlenmesidir. Uygarlığın normları mutlak doğrular olmasa ile toplumdaki bireyler ile uyumu güzelse o edebiyatın işlerliğinden bahsedebiliriz. Bugün geçmiş uygarlıkların inanç değerlerinin, bilimsel fikirlerinin yanlışlıkları olduğunu biliyoruz. Ama o dönemin edebiyatlarının bu kadar ilgi çekmesinin ve sevilmesinin nedeni bence o dönem insanlarının toplumun değer yargılarını ne ölçüde yaşadığı ve ölçüde yansıttığı ile alakalıdır. Uygarlık sadece onu oluşturan yapıların maddesel görüntüsüyle edebiyatı oluşturmaz. Uygarlığın barındırdığı manevi yapı, edebiyatın ruhi bütünlüğünü sağlar. Çünkü sadece maddesel çerçeveden yazılan eserlerin sığ bir dünyasının ve sınırlı bir konu aralığının olacağı aşikardır. İnsanların bu dar yapı içinde, ürünlerinde gözlenebilecek bir takım değişiklikleri olacaktır. Mesela maddeyi soyutlaştırmaya çalışacaklardır. Hayal ürünlerinde meydana gelecek bu değişim “yaşanması muhtemel olay” diye bir kavram etrafında hikayeciliği doğuracaktır. Toplumun yaşadığı büyük olaylar,
zihin tarihlerinde derin izler bırakan göçler, salgın hastalıklar, savaşlar soyut materyaller ile işler hale getirilmeye çalışılacaktır. Bu gibi değişimler kuşkusuz edebiyatın yazım sahalarını artıracak, sınırlarını genişletecek ve kendi zihin tarihlerinde kendi gelişimlerini sorgulamaya yöneltecektir. Toplumun başından geçen olaylar ve insanların zihinlerinin işlerliği edebiyatı geliştiren sebeplerdendir.
5
müebbet edebiyat
Oto-Kayıtlar /3 Ufuk Akbal
28. “canlı olan yok oluşun sarsıntısını sadece döllemenin esnekliğinde yener” (walter benjamin). 28.1. Emosyonel mafya değilsiniz umarım... Çünkü; 28.2. “kardeşini sevmek, çoğu zaman öyle olmasa asla katlanılamayacak bir durumu katlanılır hâle getirmektir” (emmanuel levinas). 28.3. Sen 2023 ya da 2071’e devam et bebeğim; ben gelmiyorum. 28.4. bütün bunları söylerken binanın tadilat parası unutuldu. ona sıkıysa gelmiyorum. 28.5. komşuma musa ile denizin altından geçerken, “Bir şeyi sevmemenin 2023 ile 2071 ile ne ilgisi olabilir?Bu ağır metafizik yükü bize kim yükledi? İnsan böyle bir varlık değil.Sevme ve geç”. dedim anlamadı. 28.6. Hatta kızdı. Öldük; öldüğümüz yerde Jordi Savall dinliyoruz. Şimdi. 28.7. Kır kirişi, çık ordan, dışarıya doğru bağır. Gelmeyecekler ama bunu bil. 28.8. Sürdürülebilir olmayan kripto yaşam. “Benim çelişkilerime yetemeyen bir ilahiyat” diyorsun onu da kır. Borges bilmeyen bir ilahiyatı hani. Şikeci ilahiyatı. 28.9. “Her şey iyiye doğru evrilsin diye dinlediğin Nick Cave mp3’lerini de kır”. 28.10. İçimi içimden koruyan bir zırh var. Bence onu da kır. Ama dur. Onu şimdilik bırak. 28.11. Çünkü; “evde yasalar var, masalar da var” (franko buskas). 29. Beni kır kendini kır herkesi kır ama- sıradan birbirimize olan mesafelerimizi 29.1. birer ayrıcalık gerekçesi olarak çıkartma kendini, bu öz saygıyı zedeler 29.2. öz saygı; bizim her şeyimiz- en başta istiklâl marşımız, andımız, 10. yıl marşımız, enternasyonalimiz, islamize edilmiş çav bellamız, o bizim youtube’umuz, o bizim her şeyimiz29.3. o bizim içimizde bir yerlerde apansız patlayıveren ve diğerleri ile ilişkimizi koparan “parçalı ham öncesi” ahmet güntancılığımız. 29.4. bundan ötürü; bir sivil war tehdidi doğarsa, arkadaşım; önce ahmet abinin evine gidip onu koruma altına alacağız... 29.5. Hakikat orada boylu boyunca yatarken, onu bekletip, birbirine karşı biriktirenlerin düşkünlüğüne kapılmayacağız... 29.6. kalplerimizde bir yerde bir daha çıkmamak üzere kazınmış ahmet güntancılık’ı ovalayacağız... 29.7. ama bunu kimselere söylemeyeceğiz; hatta yayınlamayacağız. 29.8. söz mü yavuz arkadaşım? NOT: 1’incisi Fin Fanzin-3’te, ikincisi Palas Pandıras Fanzin- 2014 Ocak’ta yayımlandı.
6
kültür sanat
“...”
İyilik Yap Denize At
Promethus
Ayşe Nur
Bir kalabalık şehrin sahte aydınlığında sahte ışıkların çevrelediği sahte insanlar arasında gerçek yüzlerden yalnız biri gerçekliğe gözlerini dikti. Yıldızları görmeyi ummuştu belki ama martıları gördü. O şehir belki de martıları görmezden gelirken hep- ve bir nehir martılara hâlâ şaşıyorken o geceden sonra- bir yabancı şehrin kadını görmediğini gösterdi sessiz eylemiyle o şehre.
Evin odalarında boş yere dolanıyordum. Dolapta bir ilaç bulsam, onu şeker sanıp yiyecek bir halim vardı. Yaşım, sanki beş. Bütün dolapları aradım, hiç ilaç yoktu. Bir evde nasıl ilaç olmaz, aklım almıyordu. Telefon çalmaya başladı. Hemen açtım, arayan hiç kimseymiş. Yani, kimse aramamış. Öylesine çalmış telefon. Ayakları olsa o da evin içinde dolaşıp durmak ister, biliyorum. Telefona bir iyilik yaptım ve onu evin içinde biraz gezdirdim. Hareket edebilmesi için kablosunu sökmem gerekti elbette, o kabloya bağlıyken nasıl hareket etsin? Ben telefonun yerinde olsam hareket etmeyi aklımdan bile geçiremezdim doğrusu.
Şeffaftı kadın baktığında içini görürdün ama dokunamazdın. Herkes aynı şeyi görürdü onda. Sana görülmeyeni gösterdi, olanı aslında. Kendi, dışındaydı ama hep içindeydi gördüğün, o kadar içinde ki uzanmaya korktun belki. Adlandıramayışın “Pan” yaptı onu ama aslında sen küçük prenstin herkesin bakıp da göremediğini gören.
Telefona iyilik yapmak, kendimi daha iyi hissetmemi sağlamıştı. Ona bu iyiliği neden yaptığımı düşünmeye başladım. Bu iyiliğimin karşılığında bana bir iyilik borçlu olmayacaktı, hiç bir menfaatim yoktu. Bunu yalnızca onun için yapmıştım, ben çok iyi biriydim. Kendimi daha mutlu hissetmeye başladım. İşte bu, bir çeşit menfaat olabilirdi pekala. Kendimi mutlu etmek için ona iyilik yapmıştım. İşte şimdi, hiç de iyi biri değildim. Niçin iyilik yapıyoruz? İyiliğin nesnesinin bize karşı minnet hissiyle dolması için, arkamızdan ne kadar iyi olduğumuzu söylemeleri için, iyi bir insan olduğumuzu birine mutluluk bahşettiğimizi ve lütufta bulunduğumuzu düşünüp egolarımızı tatmin etmek için, hatta birine sırf onu sevdiğimiz için yaptığımız iyiliklerin hiçbir değeri olmadığını anlamamak için uğraştım. Bütün uğraşlarım sonuçsuz kaldı ve artık biliyordum: Değerli olan, yalnızca ve yalnızca Allah’ın rızası için yapılan iyiliklerdi.
Baktın, gördün, istedin belki. Ama dokunamadın. Dokunsan biterdi/ yaşamadın kaldı. Adı neydi bunun ikiniz de söylemediniz ama aklınızda kaldı. Noktalı virgüllü cümlelere başkalarının özne olduğu, eylemin sizi içermediği cümleler girdi araya. Siz üç noktada kaldınız. Cümle olsaydınız eğer cümle biter , nokta kalırdı. “Yarın, yarın, yarın” dediniz üç nokta vuruşunda, ötesine bir ünlem geldi ilişti kendiliğinden . Yarın yok, an var anladınız. Yılların insanlarda biriktirdiğini siz anlara sakladınız. Zordu elbet yoğun yaşamak. Yaşamak gitti; geride tortusu, yaldızlı bir izi kaldı.
Bilmek sorumluluktur, bilmenin sorumluluk olduğunu bilmek bu sorumluluğu pekiştiriyordu. Bu durumda, değerli olanı değersiz olandan ayırmalıydım. Değersiz olanları bir sırt çantasına doldurdum. Sonra geride kalanlara baktım ve eğer günün birinde başka bir tür yaratık bana insanların en iyi bildiği şeyi sorarsa ona vereceğim cevabın ne olacağına karar verdim. Ona kendimizi kandırmayı çok iyi bildiğimizden bahsedecektim.
Dokunmadan, ellerin o şeffaflığın arasından akarken onu yaşamak zordu -olanca olanı görürken hem de- yaşanan olsaydı kalmazdı, görülen gitti, kazınan kaldı zihninde. Konuşmadan anlamak vardı. yarına kaldı; kalbin kalbe dokunması bu yüzden zordu aslında. Kalpler uzaklaştı, geride bir dokunuşu kaldı.
Hemen gidip büyükçe bir bavul aldım. Sırtımda ağır bir çantam ve kaldıramadığım, ancak sürükleyerek hareket ettirebildiğim bir bavulum vardı artık. Ne yapacağım konusunda hiç tereddüt etmedim. Atalarımız öyle boş beleş adamlar değilmiş, ne yapacağımı söylemişler önceden: “İyilik yap, denize at.” Birinin bana ne yapacağımı söylemesi hoşuma gitmeyen şeylerdendir. Fakat doğru bir söz söylendiğinde dinlememek ne mümkün? Elbette bu atasözüne kulak verecektim. Yapmam gereken sırt çantamı ve bavulumu denize atmaktı. Bu noktada tek sorunum, en yakın denizin kilometrelerce uzakta olmasıydı.
Martılar gitti belki, aklında martılardan kalan küçük bir an kaldı. Şehir kaldı yerinde, yabancı gitti; martılara her baktığında yabancının gözüyle bakman kaldı.
O yabancıdan sana ...
Sert vuruşlu, üç nokta kaldı.
7
müebbet edebiyat
Plüton
Kül Adası
Şeyma Sinan
Behnan Balaban
Eşrefoğlu Beyliği varmış bir zamanlar bu yörede. Yiğit mi yiğit de bir oğlu varmış beyin. Güzel bir hatunla evlendirmiş Bey, oğlunu. Türküler, eğlenceler… Fakat efendim bir damat kanıtlamalı kendini halkına ve hatununa elbette. Kocaman bir şahin vuracakmış. Öyle bir şahin olmalıymış ki bu kanatlarını açtığında bir aslanı ürkütüp kaçırabilsin. Şânı çok ötelere dayanması gerek bu şahinin.
Plüton’a yerleşelim artık sevdiğim. Dünya çok değişti. Önceden buralar hep tarlaydı hatırlasana… Bir Hidiv baktı mı gökyüzüne yıldızlar saçaklanırdı. Yok olmuyor, sıcak geldi buralar. Çöllerin denize kıyısı yok bir kere. Seni göremiyorum olmuyor.
Plüton’a yerleşelim sevdiğim. Buzları delip ev yapalım yuvarlak olsun. Hem baktım ben, araştırdım şartlar çok uygun. Güneşe en yakın noktamız -173 derece… Altı taksitte donmama kredisi veriyorlar üstelik. Ama yok o olmaz, kredi çekip faize girmeyelim. Zorlanmayız sevdiğim hem sen yanımdan ayrılmazsın ısınırız. Ha bir de unutmadan boşluğa bakan yerde salıncaklar kurulu. Tutunabilirsek bir yıldıza ne mutlu…
Evet,varmış öyle bir şahin bu diyarda, Eşrefoğlu Beyliği’nde söylenip dururmuş. Fakat gören hiç olmamış. Bu şahini avlayacak ve bir Beyin oğlu nasıl olması gerekiyorsa öyle bir şân elde edecekmiş bu yiğit. Tazısı ile ava çıkmış tek başına . Günlerce aramış. Beyliğin her köşesine ayaklarını kaç kere basmış kim bilir. Başka çaresi de yok ki garibin yani yiğidin efendim yiğidin. Gidilmemesi gereken tehlikeli bir yere gitmiş. Beyliğin uzağında bir ovaya fakat bu ovanın zemini hiç tekin değilmiş. Gidenin gelmediği bir mezar gibiymiş bu korkunç, ürpertici diyar. Fakat başka seçeneği yokmuş ve mecburen yola çıkmış.
Dur hemen karar verme düşün bir. Bak ne diyorum sana, çok gözyaşı var burada ağlayan anneler ölen çocuklar var. Bir bak… Sıcak burası sevdiğim ateşler düşüyo her yere. Plüton’a gidelim; uzaklığımız 4 milyar 500 milyon yıl olsun. Duymadan hiç bir sesi geçinip gidelim. Yuvarlak evimiz olsun. Bahçesinde hümeyralar, hani altı sarı üstü kırmızı goncalar.
Ova değil çöl sanki fakat bir ses, bir görüntü ve bir şahin belirmiş gökyüzünde. Dönmüş sanki onu çağırmış kendine. Eline aldığı ve kullanmak için aylardır beklediği gösterişli okunu atmış. Tam göğsünden indirmiş görkemli şahini. Tazısı önden koşmuş o arkadan fakat bir düdene düşmüş şahin. Aman yarabbi nasıl bir düden o öyle, insanı en ürkütücü karabasanlardan, en korkunç hallerden daha da çaresizliğe ve umutsuzluğa sürükleyen bir düden. Bir cesaret tazısı atlamış ve tutmuş şahinin göğsünden. Ardından yiğit atlamış düdene. Akılsız fakat o şahin olmadan ne yüzle döner Beyliğe? Tutunmuşlar birbirlerine fakat ne çare almış düden onları ta içine. Aradan belirli vakit geçtikten sonra Beylik’de arama başlamış. Tüm askerler tüm insanlar seferber olmuşlar. Ta ki o düdenin yanındaki heybe ve okları buluncaya kadar. En kötüsü akla getirilmemiş elbet, başka yerler de didik didik aranmış her karışına dek. En sonunda Manavgat’tan gelmiş kanlı haber. Şelaleden akmış yiğidin cesedi ve şanlı şahin. Şen düğün, yerini kanlı yasa bırakmış. Bey tek oğlunu belki de lüzumsuz bir gösteriş için feda etmiş. Ne çare? Tüm beyliğe haber salınmış düdenin kapatılması için. Saman, talaş, kül, ağaç ne varsa toplanmış. Önce ağaçlar konmuş çürümesin diye. Sonra talaşlar, samanlar ve küller dökülmüş. Bir tepe oluşmuş külden; içinde yaşlı feryatları barındıran. Ardından gölün gideğenleri azalmış ve su bu tepenin ötesine kadar ilerlemiş. Tepe artık bir ada olmuş kanlı efsanesiyle yaşamaya devam etmiş asırlarca. Ne zaman o adanın toprakları eşelense kül renginde toprak çıkarmış aşağılardan…
Dur hemen kestirip atma özlüyorum… Soğuk deme ellerin eritiyor kutuplardaki buzulları. Senden önce yoktu küresel ısınma. Sen varken soğuk deme. Yine de olmaz deme hem mavi ayaklı sümsük kuşları yaşıyormuş Plüton’da. Düşün bir ne çok seversin. Söz evde bile beslersin. Ama yuvarlak olsun evimiz. Yalnız bi sorunumuz var. Çay yetişir mi oralarda? Yetişmiyorsa eğer dünyaya gidip gelmen zor olur. Bak yine seni düşünüyorum… Olmaz deme işte tamam gidemezsen vazgeçerim çaydan da. Olmasın çay. Türkülerin de efkarlandırıyor beni. Sen ezelden aşinayım diye seslenince bana, bir demlik çay içime dökülüyor. Yok deme hemen sevdiğim, nefesim kesiliyor hem Beyrut’ta yeniliyor. Yer çekimi de bize göre değil bak Kudüs’deki taşın altına sopalar konuluyor. Olmaz deme gidelim seninle, gidelim güneş dokunmasın dupduru süt tenine. Gidelim seninle evimiz olsun ama yuvarlak. Köşesi olmasın sedirleri ortaya koyarız. Hümeyralar ve mavi ayaklı sümsük kuşları bir de keyfimiz olsun…
8
kültür sanat
Yalnızız
Beklemek Sevgi Uyar
Ahmer
Dilime vurup kaçan, ağzımın duvarlarına çarpan, gönlümden öylece kopan; varlığını bildiğim zaman zaman dilimle seviştirdiğim kelimeler, kifayetsizliğimdir.
Bu ağır bir gerçek de olsa kabullenmek gerek bazen. Bu durum bilgisayarda, gerçek hayatta, dünyanın öteki ucunda da olsa değişmez. Çünkü yalnızlık insanın içindeki kör kuyu gibidir. Onu gittiğiniz her yere taşırsınız. Kör kuyunun derinliğine bakmaktansa etrafa bakınırsınız, kaçırırsınız bakışlarınızı kör karanlıktan. Ama o ardınızdaki kara gölgedir.
Ellerimi açıp dilendiğim, kimi gönüllerden medet beklediğim, dünyada en sevdiğim, evet, gönlümü verdiğim; çaresizliğimdir. Kimilerinden kulağıma çalan, bazen yalan dolan ama hep gönlü dolduran kimi söylediğim çoğu söyleyemediğim, varla yok arası aslında varlıkla yokluğun belası; olsun ya da olmasın lakin bu masal ravisiz kalmasın; benim rivayetimdir.
Evet, hepimiz yalnızız.
Dönseniz, bilirsiniz ki hemen ensenizdedir. Kimi zaman ışık ararsınız o karanlığı boğacak. Nice ışıkların peşine düşersiniz. Ama uzak yıldızların ışığı olduğunu fark etmeniz fazla zaman almaz. Ve o ışıklar, arkanızdaki yalnızlık denen kara gölgeyi büyütmekten başka bir işe yaramaz.
Ardından öylece kaldığım bakarken gözlerimden yandığım beklerken ne kapı ne pencere bıraktığım, duymayınca cenuptan şarktan haber saldığım, özlediğim, görmediğim bu benim beklediğimdir!
İnsanoğlunun macerasıdır, değişmez yazgısıdır aslında bu. Ama ona sırt çevirmektense kabullenip öyle yaşamak hayatı daha yaşanır kılar belki. Sahte ve uzak ışıklara aldanmaktansa yalnızlık en büyük sırdaşınız olmalı. Kabullenin, barışın onunla. Gölgenizi yanınıza alıp yürüyün. Belki bir gün gölgesi yanında başka bir insan düşer önünüze. İkiniz kendi yalnızlığınızda ama beraber yürümeyi öğrenirsiniz. Birbirinizi kıra sara yalnız ama birlikte...
Gönlümün kifayet edemediği çaresizliğimin en büyük rivayetidir, seni beklemek!
9
müebbet edebiyat
Ne Olur Nurdan Akın Gürkan
Ruhundaki yalnızlığı sararım Yüreğinde atıp duran sevgiyi Öyle çaresiz durma ne olur Annesiz bir çocuk gibi.
O durgun denizini coştururum Bıçak gibi kesilmiş sesini İçinden bir türlü çıkamayan sözlerini Gecede yitip giden şiirlerini...
Gözyaşlarını öperim Yüreğinin bebeğinden gelen Ellerinden tutarım,bırakmam Yalnız sanma kendini ne olur.
Gülümsemenle aydınlanan dünyamdan Yoksun bırakma beni ne olur Gamzelerim çorak bir toprağa döner Ömrümse kuraklığında yitip gider.
Sen oldukça güzel bu hayat Seni bana getirdikçe güzel yollar Seni özledikçe anlıyorum hala yaşadığımı Uzaklıklar yakınlaştırdığı için güzel, Sen yeter ki uçurum olma ne olur...
10
kültür sanat
Benlikte Ki Sen Serdar Ünal
Adım başı kalp yetmezliği, çıkmaz bir sokak Dilimin dönmediği bin bir çeşit virüs Antidepresan niyetiyle izlenmiş filmler Olasılığı yüksek zapt edilmesi zor baş ağrıları Bunları alışkanlık edinmiş bünyenin sahibi Migrenden nasibini almış bir milletin ferdi olan ben; Hüznüm diyorum Hüznümü yağmurlara üflesem Ne kadar sağanak yağar ki umutlarım Bunlara cevap verecek olan sen Sen bir bilsen; Gözlerinin kanun hükmünde kararname olduğunu Mecliste ne kavgalara yol açıyorsun bir bilsen Yürekte bir iktidar kavgasıdır sürüp gidiyor Ezbere sayıyorum dilinden dökülen her bir ben’i Bütün varlığımın sen olduğunu beyan ederken halkıma Araya girmeye çalışan üçüncü tekil kişilere Kinayelerimi sunuyorum Kirpiğinin ucuna nazar boncuğu kondurdum Gidiyorum…
11
müebbet edebiyat
Sarıkamış Hüznü Gençosman Denizci
Her baharda yeşeren kemikten çalılıklar
İhtimal vermem asla beni yıkacağına
Sarıkamış’ta hüznün tarihine tanıklar
Asil kanımız hasret merminin sıcağına
Kimi Yemen’den gelmiş kimi Harput ilinden
Hazırlan anacığım düşeceğim az sonra
Tam doksan bin can idi nasıl kalabalıklar
Senin ki diyerekten toprağın kucağına
Oğul hele dur dinle yolun çıkmaz yol dedim
Zemheride çakıldım bahara çıkamadan
Allahûekber Dağı geçit vermez Memedim
Yanarım gittiğime tek kurşun sıkamadan
İncecik üstbaşınla nereye gideceksin
Emre itaatim var öleceğim ne çare
Ben bu acı tabloyu başka yerde görmedim
Göm beni kumandanım göm beni yıkamadan
Yırtık zıbın dayanmaz eksi kırk dereceye
Kapakları düşüyor gözlerinden fer kaçtı
Yazlık çarıklar ancak çıkartır son geceye
Uyku basmasın diye sığınaklar ağaçtı
Tüm öğünlere katık kuru somun ekmeği
Nevbaharı görmeden Allah’ın emri geldi
Aklım havsalam yatmaz o meşum bilmeceye
Ağaçlar dallarında buzdan çiçekler açtı
Ütopik hülyaların kör ettiği bir sefil Beyaz çöl serabında yüz elli bin sersefil
Yavuklular perişan analar kara bağlar
Birkaç günde yaşanan o korkunç maceranın
Birbirine sarılmış öbek öbek mor dağlar
Hesabı sorulmaz ki çözümlensin çetrefil
Kınalı kuzuların ah hazin dramından Tarihler geçti amma yürekler hâlâ ağlar
Kaçıncı günündeyiz buz gibi soğuk ayın Sıla ne kadar yakın şafağımı siz sayın Tetik düşmüyor neden parmaklarım mı donmuş Durun kar taneleri üşüyorum yağmayın
12
kültür sanat
Arayış Mehmet GÜRHAN
Anlamını yitiren sözcükler panayırında gönlüm Galiba haklıydı tüm şairler Biz hep zor sevdik Bir serçenin kanatlarında şehri seyrederken Karlı bir kış gecesinde Çayın son yudumuna yetişmen ümidiyle Hep yarım bıraktık fincanı Ne olur Karanlık yeryüzüne kavuştuğunda Gündüzün koynunda gel
13
müebbet edebiyat
Yol ve Arafta/ Hüznümüz Bilal Çağlar
Yol ve Arafta
arafta kalmış sevda, kainat, felsefe arafta bekliyor bir tutam gonca, bülbül, karanfil yolsuz hakikat mi olur? yoksa bahçede mi bu yol? yoksa yok mu, renksiz kainat? arafta kalmış devrim, siyaset, aşk kalmış yolun ortasında biraz hüzün, biraz gençlik.. araftayım, o arafta sevdiğim orda. bilemem hangi türkü bizden hangi ilaç, hangi şırınga? kulaklık ile geçmez gençlik yok mu yol, yoksa arafta! boşlukta, sessiz, şiirsiz yol yok mu? arafta mıyım yoksa?
-hüznümüzCamı kırık ahşap bir ev gibi hüznümüz.. İçinde serçeler saklı
Hasret türküleri söylerler...
14
kültür sanat
Hayatın Basamakları/ Havz-ı Hayal Hüseyin Dikmen
Hayatın Basamakları Bugün hayatın basamaklarını adımladım. Yanıma aldım yolda kalanların birkaçını, Gök sarılara bürünürken, mosmorken ufuklar; Tam tutacakken kaçırdın talihimin saçını, Bugün hayatın basamaklarını adımladım. Diplere yerleştim sonra, göklere el salladım... Bu erken düşen zerreler ufukları parçalar, Bulamadım bu demlerde hüznümün ilacını... Ruhlar karanlık şu anlar, ışıldarken sırçalar, Saatler geçer, gökyüzü beklemekte tâcını... Bu erken düşen zerreler ufukları parçalar, Böyle zamanlar birkaç hayal beni benden çalar...
Havz-ı Hayal Ne zamana yeniğim, ne mekana ne sana, Ne de görmek isterim o gül yüzünü üzgün. Bir kıvılcım atıp da yakarak gittiğin dün; Beni yutmakta şimdi, hükmedip dört bir yana... Deniz akrebin zehri, fikrim uçan yelkovan... Dayan başım.. Ki daha ne kadar dayanırsan! Hayale dal gün gelip fikirden usanırsan, Hayal.. Ki gönüllerde açan pembe erguvan...
15
müebbet edebiyat
Sarı Saçlılar Mehmet Yağız
Beyzi masa Etrafında sarı saçlılar Yine de kimse bilmez onları Bir at kiralayıp Doğudan yine doğuya koşarlar Keskin bakışlarıyla Süzerler haritayı Yolları ellerinden alınmış Kan ve gözyaşı At sırtında yol almış Sarı saçlılar Heyecanı görünce lâl olmuş Yalnız bakışları mezardan Keskin doğmuş ve batıyı Yanlışlıkla alnından vurmuş Koyudur dirilişin rengi Koyu beyaz ve biraz sarı O rengi elde etmek -için yapılmış tüm fitnelerKalbin o çağıltısı radyo sesi Bakmak tüm fetihlere süzmek haritayı Güç verir dirilişe /Saçlarının teline kadar farkındadır bundan Sarı saçlılar
16
kültür sanat
Beckett – Aşksız İlişkiler Kitabı ve Hayret Tugay Kaban söyler. Bunlardan ilki şu an için bizi ilgilendiriyor. Yani bilgisizliğin neden olduğu hayret. Şaşkınlık. Diğeri sufinin hayreti. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin buyurduğu üzere: “Düşüncenin ulaşabildiği son nokta hayrettir.” [Aklın, Allah c.c karşısında acizliğini ve yetmezliğini kavraması, hayret.] İlkinden devam edelim. Şaşkınlık. Ve bu şaşkınlığın Beckett’ın kahramanı Belacqua ile olan bağlantısına değinmeye başlayalım. Şunu başta söyleyeyim ki; olması gereken hayret ilki değil, ikincisidir. Bu nedenle ben olmaması gerekeni anlatarak, olması gereken hakkında ipuçlarını ortaya koymuş olacağım. Belacqua Shuah, modern hayatın içerisinde sancılı ve acı çeker bir halde çıkar karşımıza. Yalnız bu hali onu pek işin içinden çıkması için yönlendirmez/zorlamaz. Sonunda da ölür zaten, o sancı ve acıyla. Ama yaşadığı anlar ve zamanlar vardır. Bunlar bizim hayreti anlamamızı ve hayret etmek için çalışmamız gerektiğini göstermesi yönünden önemlidir. Shuah’ın yaşadıklarını buraya yazmayacağım elbet, bu nedenle yapacağım iktibaslar daha çok veciz kabul edeceğimiz, merkez cümleler olacak.
Genellikle Godot’yu Beklerken isimli eserle bilinen Beckett, ‘Aşksız İlişkiler’ adlı eseri ile okuyucusuna Belacqua Shuah adlı birisinin başından geçen olayları, hikayesel kurgu ile, bölümlere ayırarak anlatıyor. Hikayeler belirsiz zamanlarda geçiyor ve Belacqua’nin hem içinden zikrettiği fikirlerle hem de karşılaştığı insanlarla olan konuşmaları ile karşılaşıyoruz eserde. Buraya kadar bakınca, bu yazı ile anlatılacak olanlarla, pek bir bağlantının olmadığını yazının devamını bildiğim için hemen söyleyeyim. Bu ilk paragraf, Beckett’ın eserini okumak istemeyenler için yazıldı bir nevi, diğer paragraflar ise kendini okumak isteyenler için..
“Tanrı bizimledir. Değil ama.” Hayret! Bu alıntı eserin ilk hikayesinin sonudur. Ölüm ve Dante ve Istakoz arasında kurulan bir üçgen vardır bu öyküde. Belacqua, İlahi Komedya üzerinde etüdler yapar. (Beckett kahramanın ismini Komedya’dan almıştır) Bir karmaşanın yani bir düzenin merkezine doğru iniş hareketleridir bu. Dünyanın göremediğimiz yönleri üzerine düşünceler, düşüncelerin varolduğu yer, varolmanın ve yokolmanın mahiyeti, Tanrının varlığı, ilh. Bu sual tarzı cümleler tamamen bilgisizliğin oluşturduğu şeylerdir. Bir şeylerdir evet, lakin cevabı olduğunu bilmediği için o an, kendi kendisiyle mücadele halinde olan bir şeylerdir. Yani insan soru sorar, bu sorunun cevabı olup olmadığını bilmez, bu nedenle sorduğu şeylerle mücadeleye girişir. Ve cevap araması yerine, suallerine savaş açar. Bu suallerin sorulması, bir hayret halidir. Daha doğru bir ifadeyle; şaşkınlık. Çünkü kavrama ve bir nevi yenilme cesareti gösterilemez. Bu da suallerin ötesine, cevaplara ulaştıramaz insanı. Bir sual sormak bir hayret halidir, tekerrüren söylersek, çünki bu sual ile aslında farkında daha yeni olduğu bir şeyi görmüştür insan. Ve bu böyle kalmaz,
*** Bir çarpışma var. Bir çarpışma yok. Karlı bir sahne. Yağmurla karışık kar yağıyor sahneye lakin, garip olan, sahnede insanı cezbeden olay bu değil. Yağmurla kar hem kendi hem birbirleri arasında çarpışmadan yeryüzüne iniyorlar. Arştan ferşe devr halinde paralel bir hayret cümbüşü. Oysa yeryüzünde insanlar sürekli zırhlarını takınıyor ve vuruyorlar birbirlerine. Eylem olmasa da, gözleriyle, sözleriyle.. Bu da bir hayret cümbüşü. İnsan hayret eder. İnsan hayret etmelidir. Hayret nedir? İbnü’l-Arâbî hazretleri, hayretten bahsederken, hayretin iki çeşit olduğunu
17
müebbet edebiyat
devamında bir kesinliğe ulaşamama olduğu için (doğru yollar gözetilmediği için) bunada biraz önceki gösterdiği ile aynı, lakin daha yüksek bir dozda hayret duyar. “Belacqua iyice dinlenmiş olarak uyandı, yeni bir günle savaşmaya hazırdı. Gençlik yıllarında okuduğu Hardy’nin Tess’inde bir tümcenin altını çizmişti: Acılar artık düşünülmez olduğunda uyku vakti gelmiştir.” Hayret! Çok eşya iyi değildir. Ölüp, bu dünyadan göçünce, ardında bıraktığın her eşyada, o eşyanın ikinci sahibi için bir ağrı, bir acı kalır, eşyanın yanında. Ne kadar çoksa, o kadar.. Yalnız, bugünün yaşadığını sanan insanı, ölmekten acı duymaz iken, birkaç parça eşyadan mı acı duyacak? Pylades Orestes gibi hassas bir ilişki? Belacqua bir tiptir. Evet. Günümüz insanını betimleyen bir tip. Soru sormaz ve hayreti kaybetmiştir. Biraz kalmış gibi görünsede, bu ancak hayretin cahillik halidir. Yetmez! İnsan acısına bile hayret etmez. Ki insanın ontolocik olarak acziyeti kanıtlanmıştır. Hayret etmez acziyetine dahi..
öfke kuvvesine ek olarak, marifet kuvvesini kaybetmişlerdir. Nereye veya nasıl gittiğimizi bilmiyorum ama ‘insanlık’tan gittiğimiz aşikar. Çekip giderek.. “…Ne ölüm olacak ne keder ne gözyaşı hepsi kalktı yeryüzünden.” Hayret! “Yaşam böyle işte.” Hayret! -
- -
“Kalbinin içine tam olarak giremiyordu ama dışına da çıkamıyordu.” hayret! Bir kalbimiz olduğunu öğütleyenlerden öğrenmiş gibi yaparak, gönül bilenler olmak. Hayret! Gönlünü gözünden bile sakınamamak. Hayret! Kömürleşmiş ve pıhtılaşmış yollar, sokaklar, şehirler.. Bilmemek değil, bilmek istememek. Hayret! “Bu önemli noktada ulu Tanrı yardımına Donne’un bir paradoksundan bir tümceyle yetişti: Şimdi bilge insanlarımız arasında, Heraklitos’un ağlamasına gülecek kişiler çıkacak, bundan kuşkum yok ama Demokritos’un gülmesine ağlayacak tek kişi çıkmayacaktır.” Hayret! Sokak köşelerinin birinde, elinde içki şişesi ile, pasaklı bir halde oturan bir adam; kendi gibi olan, olduğu gibi görünen. (Bu tasvir ile meşrulaştırma yapılmamıştır) Önünden geçen, takım elbiseli belki, belki spor giyimli bir adam, yerde oturana bakarak, göz ucuyla, dudağının kenarını bükerek yürüyen; ilkinin tam tersi. “Bazıları gider bazıları çekip gider.” Hayret! Nereye gidiyoruz? Yaşamaya mı, ölüme mi? Küle mi, güle mi? Söze mi, öze mi? Nasıl? Yürüyerek, koşarak, durarak.. Günümüzde insanlar, şehvet ve
18
Çevirmen Uğur Ün’ün eserde akıl yerine us kelimesini seçmesi ilk önce çok gereksiz gibi gelmesine rağmen, Beckett için aslında us kelimesinin daha uygun olacağını anladım. Beckett’ın Yankının Kemikleri ve Şiirler adlı eserleri hangi yayınevinden çıkacaksa, çıksın. Üçleme.
kültür sanat
KADRAJ TEMİZLEME SERVİSİ – 1 / MODERN TIMES Muhammed Seyfullah Her film ruhunda bir hikaye barındırır. Kimi zaman sert bir eleştiri yöneltirken kimi zaman insanların duygularına hitap eder. Kimi zaman hikayeleri toplumda karşılık bulur, kitleleri etkiler, kimi zaman sönük kalır ve unutulurlar. Bu kriterlerle bakıldığında Modern Times, sert bir eleştiri yöneltebilmiş ve günümüzde hala karşılığı olan unutulmamış bir filmdir.
Ardından gelen sahnelerde ise işçilerin de Devrim sonrası mekanikleşmesini temsil eden unsurlar bulunmaktadır. Bir makina parçasının somunlarını sıkıştıran işçilerden biri olan Chaplin’in kolunu kaşıması, yüzüne konan sineği savuşturması ve emirler yağdıran işçi başına bir şeyler söylemesi sonucu işlerin birbirine karışması; insanların konuşmadan, sadece sıkıştırmaları gereken somunlara odaklanarak çalışamaları gerektiğini, dolaylı olarak insani unsurları terk edip mekanikleşmeleri gerektiğini göstermektedir. Mola verildiğinde dahi işçi Chaplin’in ellerinin somun sıkıştırma vaziyetinde olması hatta sekreterin eteğinin düğmelerini somun niyetine sıkıştırması da bunun bir sembolüdür. Mola sırasında tuvalete gidip sakladığı sigarasını kimse yokken yakan Chaplin’in, patronun kamerasına yakalanması, akıllara George Orwell’ın meşhur korku ütopyası 1984’ü getirmektedir
Charles Chaplin’in 1936 yapım Modern Times filmi Sanayi Devrimi’ne yönelik sert bir eleştiri içermektedir. Chaplin bu filminde bir sanayi işçisi rolündedir. Filmin başlangıcındaki manidar benzetme, Chaplin’den Sanayi Devrimi’ne karşı sert eleştiriler geleceğinin habercisidir; çiftlikten çıkan bir koyun sürüsü ile metrodan çıkıp fabrikalarına koşan insanlar...
. İlerki sahnelerde patronun sipariş ettiği, yemek molasını kısaltmak ve iş süresini uzatmak için üretilmiş korkunç özelliklere sahip (çorbaya üfleyerek enerji tüketimini azaltmak ve işçi verimini artırmak için basınçlı hava üfleyici, su basınçlı sterilize ağız silici vb...) Otomatik Yedirme Makinası’nın talihsiz işçi Chaplin’in üzerinde denenmesi ve komedi unsurlarıyla karışık alınan olumsuz sonuçlar, insani fonksiyonlar karşısında makinelerin yetersizliğini gözler önüne sermektedir.
Filmin başlarında, fabrika patronunun odasında bulmaca çözerken kameralardan işçileri kontrol edip, çalışma hızını artırmaya yönelik sürekli verdiği emirler, sanayileşmenin insanların sınıflandırılmasında acımasız bir etkiye sahip olduğunun göstergesidir; boş zamana sahip bir patronun emriyle iş ağırlığı artan ve daha çok çalışmak zorunda kalan işçiler...
19
müebbet edebiyat
Nihayetinde bu kadar sistematikleşmeye dayanamayan işçi Chaplin delirir ve akıl hastanesinin yolunu tutar. Bir süre sonra, modern zamanlara sırtını birlikte döneceği kadınla tanışır. İkilinin modern zamanların yapmacıklığına inat kurdukları hayaller, bugünün batılılarının insanlığa önce unutturup sonra bir lüksmüş gibi sunduğu doğallığın örnekleridirler.
Filmin genelinde gördüğümüz modern zaman eleştirisi, modern bir dünyada yaşayan bizler için öze/fıtrata dönüş ve batılılaşmaya karşı koyuş konusunda tetikleyici unsur olma potansiyeline sahip. Bunca eleştiride bulunan Charles Chaplin, modern bir zamanda yaşamış, zamanına göre modern cihazlar kullanmış, belki de yaşayış olarak modern bir hayat yaşamış bir oyuncu ve yönetmen olabilir lakin şair ve düşünür İsmet Özel’in de dediği gibi;
Bundan sonraki sahnelerde endüstri eleştirilerine devam eden yönetmen Chaplin, makineleri tamire gelen bir tamircinin makineler arasında kaybolması, makineler tarafından yutulması sahneleriyle kendine has komedisinin yanında bir eleştiri de daha bulunur; makinaların gittikçe karşı koyulamaz bir hal aldığı... Makinalaşmış makina tamircisinin sıkıştığı makinaya rağmen yemek zilini duymasıyla işçi Chaplin’den kendisine yemek yedirmesini istemesi sanayi devriminin getirdiği –sözde- disiplinin kadraja yansımalarından biridir.
“Yolda yürüyoruz diye asfaltı eleştirme hakkı elimizden alınamaz.”
Modern dünyanın muhafazakar ikilisi, başlarından geçen olumsuz olaylar sonucu şehirden uzaklaşmayı düşünürler lakin kız umudunu yitirmiştir. Bu noktada Chaplin’in umutvar tavrı, bütün bu mekanikliğe karşı dik duruşu kendini gösterir; “Neşelen biraz! Asla umudunu kaybetme, başaracağız!” Gülümseten Chaplin başında melonu, elinde bastonu ve kolunda sevgilisiyle Modern Zamanlara sırtını çevirip daha yaşanılabilir, insanca bir hayata adım atar.
20
kültür sanat
Kadınların 115 Senelik(!) Dili Umut Câhid ait. Genellikle polemikleri ve asla taviz verip geri adım atmadığı güçlü eleştirileriye tanıdığımız Hüseyin Câhid Bey›in bu yazısı bir anlamda istisnâ teşkil eder mâhiyette. Kendisi gazetede belli aralıklarla edebî gündemi değerlendiren Hayât-ı Matbûât yazı dizisini yayınlamakta. Bir gün yazısını hazırlarken o dönemde hanımlar tarafından çıkarılmakta olan bir gazeteyi unutmuş ve daha sonra o gazeteden bir sitem cevâbı almış. Bunun üzerine yaptığı hatânın farkına vararak hem haklarını teslim etmek hem de gönüllerini almak için bu yazıyı gayet samimi bir üslûpla kaleme almış. Eleştirilerinden geri adım atmadığını bildiğimiz bir şahsın böyle istisnâ oluşturan bir yazısına rastlamak bizim için çok büyük bir mutluluk oldu. Bu yazının bu hareket için bulunmuş olması da cabası. Son olarak metnin çok ağır ifadelerinin üslûbu bozmayacak şekilde sadeleştirildiğini de ilâve edip sözü fazla uzatmadan yazıyla sizi başbaşa bırakmak herhâlde en doğrusu olacaktır. Buyrun;
“Kendi düşündüklerimizi, kendi bildiklerimizi bütün cihanın hakikatleri için bir mihver-i esâsî zannetmeyip herkesin de kendisine göre meşrû birtakım ihtisâsât ve mütâlaâtı olabileceğini kabul eder, bize hoş gelmeyen şeylerin çok kişilere hoş gelebileceğini zihnimize yerleştirir isek beyhûde mücâdelelerin birçoğuna nihâyet vermiş oluruz.” (‘Kavgalarım’ın kapak sayfasından)
***
İlk defa çıkacak olan bir dergiye değil yazı yazmak, tecüme yapmak dahi gerçekten çok heyecan verici; bir o kadar da cesaret isteyen bir davranış. Belki de ilerleyen vakitlerde edebî dünyaya küçük de olsa yeni bir soluk getirecek olan böyle bir hareketin içinde yer almak da inanılmaz derecede mutluluk ve keyif verici bir şey. Artık böylesine güzel bir harekete teşebbüs ederek ortaya çıkmasında etkili olanlara teşekkür etmenin üzerimize bir borç olduğunu söylemeye herhâlde gerek yoktur. Bizim için ise ancak daha güçlü ve umut dolu yarınlara ulaşmak için bir temennide bulunmak sözkonusu olabilir. İşte çevirimiz için bu harekete yakışacak bir metin bulmak, bunca kısıtlı imkân içerisinde bizi bir hayli uğraştırdı. Öncelikle tercüme edeceğimiz metnin daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış, hattâ çevirilmemiş olması şarttı. Bu ise bir anlamda o metnin tarihin tozlu raflarında unutulmuş olmasına da işaret ederdi. Böyle bir metne ulaşmak için o tozlu rafları dökmek gerekiyordu. İkinci olarak da metnin bu harekete yakışacak bir üslûpta olması ve gereken ciddiyeti yakalaması lâzımdı. Güçlü bir kalemden çıkmış olması da işimizi kolaylaştıracaktı. Nihâyet gayretlerimiz sonuç verdi ve bu metin 21 Kasım 1899 tarihli bir gazetede bulundu. (Metnin eski yazıyla yayınlanmış olduğunu herhâlde belirtmeme gerek yoktur.) Metin Servet-i Fünûn edebiyatının güçlü kalemlerinden Hüseyin Câhid Bey›e
Hüseyin Cahit Yalçın
21
müebbet edebiyat
Bizim Şarkımız Ahmet Melih Karauğuz
Kadınların dili... Bundan her vakit çekinir, korkarım. Hem en çok korktuğum bir şey varsa bu nâzik, bu zayıf varlıklara karşı hasım mevkiinde bulunmaktır. Çünkü bilirim ki onlara mağlubiyet muhakkaktır, bilirim ki intikâmları şiddetlidir. Onun için tam bir itaât ile boyun bükerek: ‹Huzurunuzda boynum kıldan incedir.’ demeyi daha uygun bulurum. Hâlbuki kaderin şu garip cilvesini görünüz ki işte bu en muti’ bende bile geçen hafta bir suç işlemiştir. Ahh... Kabahatim pek masumâne fakat bu kadar ince hislere, bu kadar hızlı tesir eden sinirlere en günahsızca haller bile bazen dokunuyor. Geçen hafta pazar günü ‹Hayât-ı Matbuât’ı yazarken bana deselerdi ki birkaç gün sonra Büyük Sahra Çölü latîf bir göl olacaktır, birkaç gün sonra balonlara dümen icât edilecek, dâire şeklini dört köşeli çizmek mümkün olacaktır... ‹Belki!› cevabını verirdim. Fakat ‹Dört gün sonra Hanımlar gazetesinin dokunaklı bir tekdirinden incineceksin.› deselerdi inanmazdım, ihtimâl vermezdim; ‹Suçum ne?› derdim.
Ela gözlüm ben bu elden gidersem Zülfü perişanım kal melül melül Soğuk, kasvetli bir havası vardı kaldığım hastane odasının. Yanımda kalan hastaların durumu da benim gibi ağırdı. Sonra, sanki güneş açmıştı odaya. Koridordan odaya bir ses geliyordu. Bu seste tanıdık bir şeyler var. Hayır, bu bir ses değil, bu bir türkü... Evet, hem de bu benim en sevdiğim türkü. Eskiden bu türküyü hep dinlerdim. Eskiden, sahi bu türkü benim için ne kadar eski? Bu türkünün bende bir anısı olmalı. Bu türküyü ilk dinlediğim zamanlar bahçe içinde evlerimiz vardı. Komşuluk ölmemişti, bakkal amca bize harçlık bile veriyordu zaman zaman. Ağaçlarımız vardı, hava kirliliği ne bilmezdik. Her şeyi mevsiminde yerdik o zamanlar. Âşık olmak ne bilmezdik. Mahallenin kızları kardeşimizdi, onları korurduk. Mesela akşamları hep beraber oturur sohbet ederdik. İşte bu şarkıyı ilk kez o sohbetlerde duymuş olmalıyım. Kim söylüyordu acaba? Hatırlayamıyorum. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu o akşam. Gürül gürül soba yanıyordu. Sobanın üstünde kestane pişiriyorduk. Bir de, odayı mis gibi mandalina kabuğu kokusu sarmıştı. Şimdi hatırladım. Annem kestaneleri pişirirken söylemişti herhalde bu türküyü. Annemin sesi de ne güzeldi. Babam çok severdi annemin sesini. Ona hep bir şeyler söylettirirdi. Kendi de dertli dertli dinlerdi. Hey gidi günler hey! Ecel işte… Annem bir gün bir anda ölüverdi, babam hâlâ sağ. Hayır, hayır hayır! Bu türkünün hikâyesi bu değildi galiba.
Ahhh... Öyle görünüyor ki suçum pek büyük. Geçen hafta yayınlanıp kapanan, numara değiştirip tekrar çıkan haftalık gazete ve dergilerden bahsederken Hanımlar gazetesinden bahsetmemişim; haftalık matbûât içinde Servet-i Fünûn haricinde okunacak hemen hiçbir şey bulunamaz hükmünü verirken Hanımlar gazetesinde de okunacak şeyler bulunduğunu açıklığa kavuşturmayı unutmuşum. Unutkanlığımdan her vakit şikâyetçiyim, pişmânım. Fakat hiçbir zamanki pişmanlığım bu kadar vicdansız olmamıştır. Haklı olarak itiraz eden başka bir gazete bulunsaydı ona şu yukarıdaki ‹hemen› ifâdesi içinde bir yer bulup gönlünü almak mümkün idi. Lâkin böyle teşrifât, haysiyet, azamet bahislerinde hanımları memnûn etmek, olur olmaz mevkilerde kendilerine yer ayırmak bir parça müşkil olur. Hele sonra dillerinden kurtulmak ise bütün bütün imkânsızdır. Fakat ne yapmalı? İşte bir kere ok yaydan çıktı. Mamafih günahım ne kadar büyük ise pişmanlığım da ondan çok çok fazla. Bu pişmanlık yükü altında ezilmiş olduğum hâlde af talep etsem o nâzik sinir buhrânı -bir kin saklamamak şartıyla- sükûnet bulur mu?” (8 Teşrîn-i Sânî Gazetesi›nden)
1315
Tarihli
Ela gözlüm ben bu elden gidersem Zülfü perişanım kal melül melül Kerem et, aklından çıkarma beni Ağla göz yaşını, sil melül melül Elvan çiçekleri takma başına Kudret kalemini çekme kaşına Beni ağlatırsan doyma yaşına Ağla göz yasini, sil melül melül
Sabah
22
kültür sanat
Yeter ey sevdiğim sen seni düzet Karaları bağla, beyazı çöz at O nazik ellerin bir daha uzat Ayrılık şerbetin ver melül melül
Mülkiye’yi bitirdim. Kaymakam olarak bir ilçeye atandım. On on beş yıl çalıştıktan sonra üstün başarılarımdan dolayı Zonguldak’ta valiydim. Bu şarkıyı hep dinliyordum. Doksanların başı olmuştu. Bosna Hersek’ten savaş haberleri geliyordu. Binlerce Bosnalı, Sırplar tarafından katledildi. Sustuk… Hep beraber, sadece izledik. Ağıt yakmak istedim imdadıma bu türkü koştu. Gözyaşlarıma ortak oldu. Çok zor günlerdi. Sonra bir darbe daha... İşimden olmuştum. Çünkü orta yerde namaz kılıyordum. Suçum sadece buydu. Derdimi kime açsam sadece dinliyorlardı. Ben de anlatmamaya karar verdim. Sigaraya da başlamıştım o yıllarda. Bir lokantada çalışmaya başladım. Hiç evlenmedim. Sonra bir gün, bir anda yere yığıldım. Doktor: — Aslında, hep zor verilir böyle haberler ama siz üzmeyin kendinizi. Allah’tan umut kesilmez. Bakarsınız bir gün iyi olursun, demişti. Ama ben hiç iyi olamadım o günden sonra... Çünkü yıllarca maruz kaldığım haksızlıkları düşünmek bitiriyor ve kemiriyordu beni. Azrail her an gelebilir, korkum yok. Aslında size bir şey itiraf etmeliyim. Bu şarkının hiçbir hikâyesi yoktu benim için. Sadece hikâyemin bir şarkısı olmalıydı. Ben de bunu seçtim.
Karac’oğlan der ki ölüp ölünce Bende güzel sevdim kendi halimce Varıp gurbet ele vasıl olunca Dostlardan haberim al melül melül Bu türküyü ilk olarak onunla beraber dinledim. Onun walkmanında çalıyordu. Ne kadar mutluyduk. Beraber bizim sokağın kaldırımında yürüyorduk. Yürürken, o, bu türküye eşlik ederdi. Sesi kötüydü ve bunu o da biliyordu. Hatta kendi sesini duyunca gülerdi. Gülmek ona gerçekten yakışıyordu. Sonra onu evine bıraktım. Bana en son ‘hoşça kal’ demişti. —Nereye gidiyorsun, dedim. Sustu… Konuşsa ağlayacaktı. Ben de sustum ve ‘hoşça kal’ dedim. Ardından ara sokaklara doğru hızlıca yürüdüm. Yürürken aynı şarkıyı söylüyordum. Sonra onlar gittiler ve ben onun gidişinden sonra bu şarkıyı bir daha hiç dinlemedim. O kim miydi? Sevgilim değildi; o, benim tek dostumdu! Hayır, bu da değil. Bu türkünün bir hikâyesi vardı ama neydi? Galiba üniversite yıllarımda duydum bu türküyü. Televizyonda TRT sanatçısı söylüyordu. Güzel bir sesi vardı. O yıllar zor yıllardı. Kavgalar, adam öldürmeler… Ben hiçbir zaman bir gruba dâhil olmadım ama, hep aynı sokakta dayak yedim. O yıllar gerçekten zordu ve ben bu türküyü dinleyerek çoğu dertten sıyrılıyordum.
Sağdan da soldan da çok arkadaşım öldü, yalnız kalmıştım. Sonra bir şekilde
23
m端ebbet edebiyat
24