müebbet edebiyat
İkinci Sayıya Başlarken... “Dergiler edebiyatımızın laboratuvarlarıdır.” Sözüyle klişe bir başlangıç yapmak istemiyoruz. Ancak bir olgunun klişe olması onun doğru olduğu gerçeğini değiştirmez. Ve eğer ki klişelik diye bir kavram varsa, her şeyimizle baştan ayağa klişeyiz. Doğuyoruz, büyüyoruz, okullar okuyor, işlerde çalışıyoruz, tatiller düşlüyoruz, evleniyor, çocuklar getiriyoruz bu gölgeler ve sisler arasında boğulan dünyaya, çocuklarımızı da aynı yola sürüklüyor ardından ölüyoruz. Aşağı yukarı bir çoğumuzun yaşadığı –günümüz dünyasının insanlara dayatması olan- şeydir bu. İstisna işler ve ender insanlar elbette ki var fakat, gündüz vakti elinde fenerle dolaşan adam gibi, bize sunulan spot ışıkları altında fenerlerle onları bulmak elbette ki kolay değil. Farkındalık, biraz farkındalık...
Bu sayımızda: Hatice Aydın, Ahmet Topbaş, Merve Yalçın, Sevgi Uyar, Abdullah Enes Aydın, Tugay Kaban, Yılmaz Özbek ve Ahmet Melih Karauğuz düzyazılarıyla Yusuf Alp Akgün, Dilek Erdem, Serdar Ünal, Nurdan Akın Gürkan, Hüseyin Dikmen, Şeyma Sinan, İbrahim Albayrak, Bilal Çağlar ve Ali Akçakaya şiirleriyle,
Edebiyata gelirsek, dergiler; kitap çıkarıp para kazanma klişesine karşı duran oluşumlardır. Bu duruşları benliklerinden gelir, zira; edebiyat dergisi çıkartarak zengin olan, meşhur olan yahut tek iş olarak bunu yapıp da geçimini sağlayan insanlara rastlayamazsınız. Hele ki bu işi sadece edebiyat adına yapıyorsa zaten imkanı yoktur böyle şeylerin. Dergiler, samimiyet müesseseleridir.
Murat Khashimov Sergey Esenin ve Aleksandr Blok şiirlerini Türkçe’ye ilk defa kazandırdı. Umut Câhit ise Servet-i Fünun dönemi sanatçısı Mehmet Celâl sadeleştirmesiyle bu sayımızda yer alan isimler oldular...
Müebbet Edebiyat Dergisi olarak bizler, ilk sayımızın ardından ikinci sayımızı büyük bir heyecan ve şevkle siz değerli okurlarımıza sunuyoruz. Konya’da basıp; Trabzon, Ankara, İstanbul ve Aksaray’da okurlarımızla buluşturduğumuz dergimizle yeniden karşınızdayız. Geçtiğimiz ay, çekilen bütün zahmetlerin yorgunlukları aldığımız olumlu tepkilerle kanatlanıp uçtu omuzlarımızdan. İkinci sayımızı da beğenmeniz dileğiyle sözü fazla uzatmadan, daha dolu bir içerikle sizleri baş başa bırakıyoruz.
Kapak tasarımı Samet Samancı’ya ait. Keyifli okumalar...
GENEL YAYIN YÖNETMENİ Ahmet Karauğuz YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Hüseyin Dikmen REKLAM VE İLETİŞİM Ali Akçakaya Soru, öneri ve yazılarınız için: @MuebbetEdebiyat mueebbededebiyat@gmail.com 2
kültür sanat
“Dichterisch Wohnt Der Mensch’’* Hatice Aydın İsmet Özel’e ithafen… Bir şiirim vardı şu gençliğimde okuyup durduğum. Kendimi bir şiire çevirdiğim. Çevirmek yetmeyince evirdiğim. O şiirin haline büründüm. Şiir nefes aldı, konuştu, mor menekşeleri kokladı, eline iğne battı. Fildişi kulelerinde değildi bu şiirim, sahilin kenarlarına indi. Kumdan kaleler bile yaptı. (Bu yeryüzünde insanoğlu şairane mukimdir)
“gençtim ya, ne fark eder deyip geçerdim nehrin uğultusu da olur dalların hışırtısı da gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem Ne fark eder demişim Bilmeden farkı istemişim’’
Farkı istediğim günler kuşları kıskanmaya başladım. Ben soruyordum, şiirimin içinden çınlıyordu: “tanıdım âdemoğlu kimin nesiymiş ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi’’
Gençtim işte. Neler yapıyordum şiirimin içinde ve dışında. Bu sürgün yerini yeni yeni mi anlıyordum? Dünya, kendinden habersiz, benim ona verdiğim anlamla mı bir yer sahibi olmuştu? Ebedi hayat için bir yoldu. ‘’pıtraklı diyardı’’ burası. Dünyayı altından köşklerden yapılmış, bahçelerinde üzümlerin salkım salkım olduğu bir yer mi sanıyordum? Tüm tepelere çıkıyorum. Gidilmedik gezilmedik hiçbir yer bırakmak istemiyordum. Çünkü önce, buraları sanıyordum gerçeği. Sonra gerçeğin, ölümle bozulası bir şey olmadığını anlamam gerekti.
Sürüklendiğim yerde yürekten düşen tohumlar, sular ve odunlar. Evet, su verdiğim insanlar çok olmalıydı. Su gibi aziz olmalıydık. Su akıp yolunu bulacaksa yolun olduğu yerde ben olmalıydım. Biz olmalıydık. Sonra onları doğru yollara taşımalıydık. “taşınacak sular” “kırılacak odunlar’”
Leylak büklümlerinin sarmaladığı günlerden, büklümlerin sarmaladığı benden, bir bedenim var. Ve leylak büklümlerini suyun yanına iliştirivermeliydim. Suyu sarmalayamazdı, yapacak olursa eğer kendine dolanırdı.
Düşmekten korkar gibi düşünmüyor muydum önce? Kuşların sabahları neden erken kalktığını anlamıyordum. Neden her sabah cıvıltıları ile uyanıyordum? Güneşin doğuşunu, yaprağın ilk kımıldanışını neden onlara izlettiriyordum? Sonra bunu sadece kuşların cıvıltılarıyla dinlemek ile yetiniyordum?
Artık maceralarım bana gücenik değil. Şiirim beni tuttu ve anlam buldu maceralarım. Ve üzerimde kalan suçları kaldıracağım.
İki iplik arasındaki vakti neden birbirine tutuşturmuyordum önceleri. Gençtim işte.
Gençliğimde, Resimli bir kitaptan çalmasam da hayatımı, bir ses sahibi kılınası olsun diye, bir şiirden çaldım hayatımı.
Bir tabirle güllük gülistanlık mı sanmıştım dünyayı. “Hani yok burada yanlışı yoklayacak hiç aralık’’ Tüm aralıkları kapatıyordum. Şiirimle diyordum sonra :
*Hölderlin
3
müebbet edebiyat
Hümanizm Ahmet Topbaş Her dönemin inandığı, insanlarının o şekilde düşünmesinin doğru ve çağdaş sayıldığı fikirler, akımlar, inanç sistemleri vardır. Bazıları evrenselleşmek, düşünce insanlarının klasiği haline gelmek de isteyebilir. Yüzyılları aşarak ölümsüzleşen her yapıt gibi, onun yazarını yücelten her felsefi akım da geleceğin kalemlerinin ilgi odağı olmaya adaydır. Cemil Meriç’in çağımızın dini olarak lanse edildiğini söylediği, Kemal Tahir’in burjuvazi sömürüsünü örtbas etmek için bir duman perdesi olarak tarif ettiği bir felsefe akımıdır hümanizm. İnsanı çağrıştıran bir kelime. Ama insanı ne derecede önemsiyor o ayrı bir konu. Kimileri bunun insanın yararına olduğunu söylese de oldukça yayvan bir tanımı var. Her şeyi kapsayabilecekmiş gibi. Nedir peki bu tanım? Bir düşünce veya kavram olarak hümanizm, insanın tabiat içindeki değerini yüceltmek, meziyetlerini açıklamak, bilinmeyen yönlerini gün yüzüne çıkarmak, insanın rahatı ve istikbali için gerekli her tedbiri alarak ona, diğer varlıkların arasındaki değerini hatırlatmak; her şeyin ölçütünün insan olduğu bir toplum yapısı oluşturmak, insanın doğasını, yeteneklerini, sınırlarını incelemek için ortaya konulmuş felsefeye, bence, hümanizm denir. Hümanizmin tarihi o kadar da eski değil. Daha düne kadar bu felsefenin sınırları dahi tartışılıyordu. Hümanizmin kime ve neye göre ne ifade ettiği bilinmiyordu. Zira herkes, temelde insan merkezli düşünse de varılan sonuçlar farklılık gösteriyordu. İnsanların zihinlerinde yer etmesi, yaygınlaşması 19. yüzyılı buldu. Önceleri bir çok felsefi akım için temel düşünce olarak gösterildi. Sonra hümanizmin kendilerine ait kısmını kaynak gösterdiler. Bunu yaparken de kendi fikirlerinden birtakım düşünceyi hümanizme eklemeyi, ona bağlamayı ihmal etmediler. Çünkü hümanizmi doğuran ortam düşüncelerin açıkça söylenebildiği bir ortam değildi. Ve hümanizm akımı da bu düşünceye karşı çıkmış bir isyan niteliğindeydi. Böyle olunca bir bakıma hümanizmin arkasına sığınarak fikirlerinin boy atması için hem zaman kazandılar hem de onu yaşatacak çevrenin oluşumunu hızlandırdılar. Her akımı kucaklayacak kadar genişlediği için üst perdeden konuşmaya başladı hümanistler. “Efendim dediler, işte bu, insanlığı yüceltecek bir fikirdir. Her şeyin merkezinde insan olmalıdır. Bizler dünya barışı için, medeniyetimizin geleceği için insanı merkeze almalıyız.” Bütün bunları bir kenara bırakıp hümanizmi oluşturmayı niçin istediklerini veya hangi şartlarda oluştuğunu ve bunu keşfettiklerinde ne yaptıklarını
bilmek gerekir. Hümanizmin doğum yeri İtalya’dır. Burjuva sınıfının zenginleşmesiyle rahata ve boş vakte sahip olanlar, servetlerini de sanata, edebiyata, eğlence olarak gördükleri her alana yönlendirmeye başladılar. Zaten insanların kendi zevklerine hitap eden alanlarla ilgilenebilmesi için geçim derdini düşünmüyor olması gerekir. Bunun içinde mali olarak rahatta olması gerekir. Doğu gezilerini tamamlayarak yanlarında getirdikleri eserleri İtalya’ya taşıyan seyyahlar, eserlerde buldukları tatlılığı ve yeniden keşfetmeye başladıkları kendi geçmişlerini büyük bir titizlikle incelemeye, hızla yunanca ve italyancaya çevirmeye başladılar. Yeni bir dil, yeni bir güzellik, adeta hapsolmuş zihinleri kurtarırcasına gelen bu farklılığı öğrenebilmek için dil kursları, okullar açılmaya başlandı. Atalarının dilleri ve sözleri mest etmişti. Zira sınırları daralmış bir alanda kalem oynatmaktan sıkılan beyinler bu eserlerde bulduklarını kullanarak hayal dünyalarında bir kaçışa meyletmişlerdi. İlk incelenen eserler çoğunlukla Antik Yunan ve Roma eserleriydi. Ortaçağ mirasını reddeden aydın sınıf, seleflerinin göz ardı ettikleri, unuttukları kendi mazilerinin eserlerini yorumlamaya, eleştirmeye çalıştılar. Hümanizmin bunlarla ne alakası var ki? Hümanizm çağdan çağa nesilden nesile farklı anlamlar ifade ediyordu. 15. Yüzyıl İtalyasında yeniye duyulan merak, bir anlamda eskilere kaçış niteliği taşıyordu. Buradaki kaçış özellikle kilisenin dogmatik tavrından bir kaçıştı. Yazarları, yeni türler ve konular aramaya, üstü kapalı bir şekilde baskılandıkları alanları yazmaya yöneltmişti. Zira her ne kadar hristiyan da olsalar gerek geleneklerinde yaşatarak gerek yeni yazılarda gördükleri ve hatırladıkları paganlığı gün yüzüne çıkarmışlardı. Mazideki inançlar kimilerine sevimli gelmişti. Bununla kiliseden uzaklaşmaya başlamışlardı. Bu yüzden 16. yüzyıl Avrupasında hümanizmin bir tür sapkınlık olduğu ileri sürülmüştü. Bu nedenle de gözden düşmüştü. İlk eserlerinde bunu dile getirmeye başlamışlardı. Bundan dolayı hümanizm, insana değer veren adeta onu yüceleştiren bir kuruma dönüşmüştü. Bu noktada ateist felsefe ve tanrılı felsefe birbirinden ayrılıyor.Bazı hümanistler insanı yüceleştirirken aslında şunu düşünüyordu.- Bu zamana kadar düşündüğümüz her şey, buna din de dahildir, insan içindi. İnsan kendi değerini bilir ve farkederse, oluşturduğu tabulara da gerek kalmaz. Tanrıyı düşünme yetimiz, içimizden gelen güzellik hissinden ve bu hissin iyiye ve güzele çağrısından başka bir şey
4
kültür sanat değildir. İnsanın bu iyi tarafı üretiyordu, inanmak istediğimiz ve uygulamamız gerekenleri. Yani tanrı aslında insanın kendisidir. İçimizde iyilik mefhumu yüzünden tanrı olgusunu da biz yarattık. Ve din adamları da bundan para kazanan insanlardır. Bakınız ruhban sınıfına...- dercesine tanrıyı reddederek adeta kiliseye savaş ilan ediyorlardı. Belki de bunu bir kaçış olarak düşünmüşlerdi. Bazıları da agnostizmi ileri sürüyordu. Kimisi de yol ayrımında bocalıyordu. Mesela Feuerbach’a göre; dışımızda sandığımız hakikatte içimizdedir. İlahiyatçıların insan dışına attıkları tanrı, insanın kendisidir gerçekte. Yine Feuerbach, kendisinin hristiyanlığı düzelttiğini, onu yıkmaktan çok bütünleştirmek istediğini söylüyordu. Kısacası bazıları dogmalardan ve baskılardan kaçmak, fikirlerini gizlemek için ipin ucunu kaçırmıştı. Bir arayış içinde oldukları şüphesiz. İşte bazılarının Marksizme kadar giden felsefeleri bize gösteriyor ki, kelimelerin ve kavramların kökenini görmeden, farklı anlamları çağrıştırıp çağrıştırmadığını bilmeden her felsefeye itimat etmemek gerekir. Belki söylenildiği gibi kendi ekollerini sevimli göstermek için bu tür yüzeysel ve yayvan tanımları paravan olarak kullanmak istediler. Onun için biz yine kendi çerçevemizden yorumlayarak işe başlayalım. İslamiyet için hümanizm nedir, bunu da bir sonraki yazıya bırakalım inşallah.
Farkındalığın Farkındalığı Merve Yalçın Uçurum dibi cazibesi nasıl artar ? Bunca boşluk, tenha haliyle soyut yara açabilmiş midir sol yanda ? Olurmuş meğer. Güneşten erken battığımda fark ettim farkındalığımı. İnsan en çok, acısının çukurunda yanarmış. Kor bir karanlık, kör çift göz ve hesabı tamamlanmamış bir yığın vicdan muhasebesi.. Ruh tazeliğini kaybettiğinde anlıyor insan. Günü yakalama sevincini, bir tutam da yaşam zevkinin mühimmiyetini. Bunları yitirdiği an, o uçurum derinleşir gibi oluyor. Film şeridi mi geçer gözlerden, slayt gösterisi mi bilemem. Lakin tam o an mahkumiyetin adımı atılıyor uçurum kıyısında. Kıyıda son adım.. Esareti yitirmeli insan. Yitirmeli ki, mahkumiyeti son bulsun ve şu cümle ne dudaklara kilit vursun ne de dillere kepenk kapattırsın; ’’Güneşten erken batıyorum.’’
5
müebbet edebiyat
Şehirli Şair Yusuf Alp Akgün
Yoktan Biraz Fazl”ay”dın Sevgi Uyar Şimdi tam karşımdasın . Varla yok arası… Beyaz, pamuk gibi… Sahiciden biraz çalmış gibi. Bir varmış hep yokmuş gibi… Yumuşacık Başımızdan sana yükselen grî havanın aksine beyazlığını, saflığını bir tokat gibi ama okşarcasına indiriyorsun yüzüme. Nurunu aldığın, vakti gelip terk-i diyâr eylediğinde aşk gibi ,nefes gibi oluk oluk sokulmak için yüreğime, şavkınla sevişecek bedenim el ayak çekildiğinde.
Dün gece geldim köye Saman tozları Ve memleket kokusu Uyutmadı hasret, Bitmedi gitti. Gözlerimde uyku... Gece sessiz, derin gece. Seherde serinlik... Bahçedeki limon fidanı büyümüş, Sivri kaya hala yerinde, Dedem ve yareni nenem yaşlanmış biraz, Mısırlar püsküllenmiş yakında hasat var. Pazar kurulmuş dün, taze domates vardı bayat ekmek, Gece onlar tuttu karnımı, Güneş ucundan gorununce; açtım hiç kilitlenmeyen kapıyı. Pamuk uyanmış, Daha kulakları dikmedi kerata Ufacık Atladım motora koltukta çiğ taneleri Ali abinin fırından iki ekmek aldım sıcacık Bahçeden bi karpuz hemen balkona koştum Peynir de dolaptan Bi ekmek ne kadar çabuk bitti anlamadım Sonra eski divanı gıcırdatıp oturdum, Bi sigara yaktım, Bi şiir yazdım...
Fark etmiyorlar şimdi seni bu halinle. Kapatmışlar gözlerini parlamayan her şeye. Karnımızı doyurmak için ruhumuzdan çalarız biz ; vaktin nakte dönüşmesi mevzû bahisse. Böylelikle, karanlıklarla boyanıp yol almışsın mühim değildir bizcesinde. Şimdi sessiz ama her halimizin çıplaklığını görüp yüzümüze çarpmayı edepten sayan o âlî halinle, gökyüzünde, biz acizlere neler demektesin anlayamamaktan hüsranla tanıştık nezninde. O’sun sen. Evet! Hani her gecenin aynı süsü, Yalnız ruhların karanlıktaki tek hüznü Her hasretzedenin özlediği yüzü, Görmeyi beklediği günü, Güneş’ten aldığı nuru, Hepsiyle bir,teksin ve sen osun Ama bugün niye solgunsun? Aldırma sen bize günlerimiz varsın yok olsun! Yeter ki bize solgunken bakma, Gözlerimiz şavkınla kavrulsun.
Gün dönerken, güneş senden kaçarken; üzülüyorsun aslında sireten;ama buluyorsun parlaklığını yeniden. Her ayrılık yeni bir vuslata müşterî nev’inden.
6
kültür sanat
Bir Avuç Cennet Dilek Erdem
bir soluk... bir nefes...bir umut bir selam...bir avuç cennet..bir kunut yarım kalmış tablolar gibi olmasın.. girişler, gelişmeler, sonuçların annesi
sonlara gebe ..bir zaman sonra sular durulur..canlar doğrulur ne beklentiler hayal tadındadır.. ne hayaller müjde saklar bağrında
sarı çiçeklerin renk deryasında canım ölüm solumda, soluğum da ölüm pusuda bir karış toprak.. o gün karışacağım toprağa yeniden açana kadar..bekleyeceğim koynunda.
7
müebbet edebiyat
*** Aleksandr Blok Çeviren: Murat Khashimov
Kisa bir rüya için , şimdi gördüğün Ama yarın - yok. Ölüme köle olmaya bile hazırsın Genç şair. Ben öyle değilim : rüyalarla Büyülenmiş olabilirim, Ama huzursuz saatte çırparım kanatlarla Ve rüyadan kurtulurum. Yine bir kaygi, yine bir çaba, Ve yine hazır . Bütün yaşam savaşının şarkısını dinlemeye Yeni rüyalara kadar!
8
kültür sanat
Benim Hayallerim Sergey Esenin Çeviren: Murat Khashimov
Benim hayallerim uzaklara gidiyor Orada çığlıklar ve hıçkırıklar duyuluyor. Bir başkasının üzüntüsünü ve Ağır acıların bedellerini paylaşmak istiyor.
Ben orada hayatımın sevincini bulurum Bu sevinçten sarhoş olurum. Ve orada ben, kadere inat İlhamımı ararım.
9
müebbet edebiyat
Ters Takla Serdar Ünal
Atlılar kovalıyor rüyalarımı Her gece içtimalarında tekil sayılıyorum Allah rızası için diyor küçük bir çocuk Allah rızası için yaşıyorum
Asmak isterken ceketimi bir duvara Ruhum duvara ağır geliyor Yıkılan duvar beni rüyadan uyandırıyor
Okuma fişlerinde git ile mek-i yan yana getirmem isteniyor Gitmek eylemine beni öğretmenim alıştırıyor Kendimden rahatsızım doktor Ağrı kesiciler karın doyurmuyor
Vedalar diyorum Filmlerin en berbat sahneleri Kapitalistler bunlara ödül veriyor
Hiçbir kitapta yer almayacak şiirler yazdığım vakit Minibüsün arkasında bir delikanlı Necip Fazıl okuyor Ya beklenen var ya da kaldırımları çok seviyor
10
kültür sanat
Mecburdum Nurdan Akın Gürkan
Kim başarabildi ki Unutmayı O geçti denilen acıları Küçücük bir kıvılcımı Bir söz nasıl çevirir yangına Bir volkan patlaması Ara ara yaşanan Ama hiç yok olmayan, Sol yanlar küle döndü Ruh karıştı dumanlara Hava puslu Aşk mı İtilen ellerin tersiyle Yürekteki kedilere inat. Sus’tum doğan günde Gürültüler içinde Mecburdum Ve kapılar kapandı.
11
müebbet edebiyat
Muallak Maruzatlar Hüseyin Dikmen
bir ata atlayıp ardından gitsem uzaklara/ aslında sadece bir ata atlasam da olur/ üsküdarı geçmeye de bilirim/ belki sonra silerim aklımdan gitmek ihtiyacını!/ *** seni sevmeye mecbur değil mecnun kaldım, bakışlarım son raddesine kadar masum ve mahfuzdur; ben, karşında: mahcubiyetler müdürlüğünün baş müfeddişi... fikrindir boğan gönlümü kendi karasularında dara düşmüşüm kim bakar, kim görür derinlerini gözlerimin? sen ki bir kulaç dahi atmaya tenezzül etmemişken ömrün baharında artık ne anlamı kalır şu garip sözlerimin; “senin gözlerine çektiğin rimelin karanlıklarını, ben her gün paltomun omuzlarında taşırım ve az evvel bulmak için en mühim kayıplarımı, gölgelerime haber saldım güneşin doğuşuna mütakip” yosunlu havuzlarımdan çıktım, engin okyanusuna daldım; seni sevmeye mecbur değil mecnun kaldım!
12
kültür sanat
Giyotin Kıyısı Şeyma Sinan Önce hayatımı, sonra ellerimi gözümün önünden geçiriyorum. Bir yanılgının yangınıyla kolaçan ediyorum yalnızlığımı. Hiç kimse yok etrafta. Her şey yolunda... Ben yola çıkıyorum hep. Nereye gidecek olsam ya senden başlıyorum ya sende duruyorum bil. Bil bendeki yollar güzergahın üzerine mıhlanmış. Elimde değil. Ellerimi geçiriyorum gözlerimin önünden; Telaşlı, çalışkan ve bir güreşte yenilmiş gibi. Her gece sızmasaydı bir kağıt parçasının üzerinde, Severdin onları eminim... Narin, boyasız, bembeyaz eller... Bir tülü çekerken hiç düşündün mü ellerimi? En dayanılmaz acılara merhem olur da yüreği dinler Dibi tutmuş hüznün yazgısını siler gibi. Söylesene incir tohumu ekerken bir avcı, Nereden bilecek kendi ocağını avladığını? Göze alarak ekilmiş bir incir tohumunun kime ne zararı var? Allah aşkına. Hesapsızca yaşamak lazım diyorum can cağzım. Yalnızlığın mübarek sayıldığı bir beldede, Kaldırıp göğe başını, efkarın dibine vurarak, Her yalnızı cezalandırarak Sırt çevirmek kadar hesapsızca. Na adilane. Gitmek lazım diyorum can cağzım. Dirhem dirhem haksızlık yaparak kendine, Önce kendi canını yakarak gitmek. Ne tülleri çekenimiz olacak, Rüyaya uyandırır gibi... Ne de göze alacak bir avcı, Ocağımızın ortasına incir dikmeyi. Kim bilir can cağzım Nerede yorulur bu yollar? Bir ayağı kırık sehpa gibi... Giyotine giden mahkum gibi... Son demde ikna olarak yanılgılara... Her sorana efkarın ilikliklerini çözmeden... Yaklaşmadan kör kuyulara bir adım... Gidiyorum can cağzım... Elbet bulunur yola çıktıktan sonra, Sende durmayan yolların da bir yolu.
13
müebbet edebiyat
Aşk Derler Şimdileri İbrahim Albayrak
Zehra diye bir kız Renklerle yarışacak coşkuda içi Lakin içi içini yemez, sakin bir kızdı Gökyüzü egmişti de başını Suretine bakar aglardı zehranın Yıldız yıldız çiseler Utandırırdı tüm iyi temsillerin habersiz temsilcisini.. Zehra diye bir kız vardı İn cin bırakmış oyunu, soyunu, sopunu , İnsan dedikleri bu kıza imrenirlerdi gecenin karanlıgında Sakindi aslinda, kücükçe böyle, hanim biri Niyeleri sag cebinde saklar hep Niyedir bilmem sol yanı hep titrek Onlarca yol var ,hepsi de saçlarının kıvrımlarından geçer Önündedir bilmedigini sandıklarınız, önündedir bildiklerinizin ve gelip geçici her şeyin Zehradan bahsediyorum evet.. tanısmak istesen Bitmezdi bu fasıl binbir gece dinlesen Bir de gözlerinden dinlesen bir kez masalını Ah , için içini yerdi belki de.. Çocukça sevinirdi,görmüşler seçim vaadlerinden kalan parklarda sallanırken Olgun da biridir aslında O da gögsünün sol yanındaydı sanırım Öyle hatırlıyorum. Öyle unutulacak gibi degil de Öylesine diyorum işte. O kadar da sustum arkasından ileri geri Allah affetsin .. Zehra dedimse Aşk’lıktan işte affetsin beni .. Zehra diye küçük bir kız vardı , Büyümüş, aşk derler şimdileri...
14
kültür sanat
Ölmek İçin Birçok Sebep/ Kırmızı Güneşe Bilal Çağlar -ölmek için bir çok sebepölmek için bir çok sebep var bayım bu karanlık, bu gece, bu aşk şarkıları biz yaşamayı hak ediyor muyuz bayım? bir kemanımız bile yok. korkakça şiirler yazıyoruz sevdiklerimize bıkmadan, usanmadan, utanmadan yenik düşmüş bir savaşçı gibiyiz kılıcımız kuşanmadan savaşa başlıyoruz biz. biz sevmek derdinde boğuluyoruz bayım sevmek denen soyut şey, ne kadar da sıkıyor bizi bunca işkence dururken, bunca kötülük varken yeryüzünde, biz kalbimizle baş edemiyoruz bayım özgürce, hıçkıra hıçkıra ağlayamıyoruz bile... çok mu uzağız hakikate? yolumuzdan geri mi döndük? biz düzlüğe çıkmak istiyoruz artık. sevmeye devam edelim bayım korkunç yalnızlığımız hakikate ulaştırsın bizi.
-kırmızı güneşeeski bir faytona binip usulca göklere tırmanmak en iyisi kerahat vaktinde kırmızı güneşe şiirler okumalı gitmeli bir an önce güneş rengini değiştirmeden yoksa elimizden kayıp gidecekmiş gibi sevdiğimiz sevdiğimiz derken yağmur gibi belki bir gökkuşağı sürpriz olanından sonra ve en kötüsü uykudan uyanmak o rüyalara bir daha geri dönememenin amansızca huzursuzluğu hüzünle, yalnız.
15
müebbet edebiyat
Karne Ali Akçakaya
Coğrafyam kötüdür Mutluluk nerelidir Bilmem Yıkanmış toprak kokar gökyüzü Bir çoban türkü söyler Bir çocuk ağlar Şehirdaş acılar toplarız Dağlardan
Kimyam kötüdür Gözyaşının formülünü
Matematiğim kötüdür
Bilmem
Saçlarından ellerimi çıkarsam kaç kalır
Isıttım avuçlarımı
Bilmem
Yeni bir element buluruz gelsen
A şehrinden senin olduğun B şehrine Koşarak gelsem
Edebiyatım iyidir
Gözyaşlarım bir havuzu doldursa
Cümle kurmasını
Eklesem ömrümü ömrüne
Bilirim Hece hece anlatırım kâğıda seni
Tarihim kötüdür
Yollarına dizeler sererim
Ne zaman geldin, ne zaman gittin
Şiirle yatar şiirle kalkarız
Bilmem Savaşlar yaşanır yüreğimde
Şiir gelecek yerden harf esirgenmezmiş
Kavimler göçer içimden sana
Bütün harfler senin olsun Şiir gibi gel
Biyolojim kötüdür Ses tonun nasıl oluşur Bilmem Güm güm atar damarlarım Sen pompalar vücuduma İçimi çekerim Kokunla dolar ciğerlerim
16
kültür sanat
Hep Dekadan Oldu Edîbân Umut Câhid “Kendi düşündüklerimizi, kendi bildiklerimizi bütün cihânın hakikatleri için bir mihver-i esâsî zannetmeyip herkesin de kendisine göre meşrû birtakım ihtisâsât ve mütâlaâtı olabileceğini kabul eder, bize hoş gelmeyen şeylerin çok kişilere hoş gelebileceğini zihnimize yerleştirir isek beyhûde mücâdelelerin birçoğuna nihâyet vermiş oluruz.”
ait. Kısacası türlü türlü eleştirilerin ortaya konulduğunu ve maalesef birçoğunun da edebî kaliteyi yakalayamadığını da hatırlayacak olursak bu şiir istisnâî bir niteliğe sahip. Neredeyse her mısraı farklı bir yazıya, şiire ya da polemiğe göndermeler ihtivâ ediyor. Sözü fazla uzatmadan sizi şiirle başbaşa bırakıyorum.
(‘Kavgalarım’ın Kapak Sayfasından) Buyrun;
*** Bu güzel derginin ikinci sayısı için çevirecek metin bulmakta oldukça zorlandığımı itiraf ederek başlamalıyım söze. Daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış ve hiç tercüme edilmemiş bir edebî metin bulmak takdir edersiniz ki pek kolay olmuyor lâkin ne mutlu ki bu sayı için çevirilecek bir şiir buldum. Şiirimiz Servet-i Fünûn devri edebiyatımıza ait. Bir başlığı yokk ama imza sahibi Mehmet Celâl. Malûmunuz Mehmet Celâl, Servet-i Fünûn devrinde yeni bir edebiyat oluşturmak isteyenlere kuvvetlice muhâlefetiyle tanınmış biri. Muallim Naci’nin izinden gidip eski edebiyat yanlısı bir tavır takınanlardan kendisi. Hattâ şu meşhur “dekadan” tartışmalarını başlatmasa da, en sıkı şekilde devam ettirenlerden. Ayrıca çok çabuk ve düşünmeksizin şiir yazabilme yeteneğine sahip olduğu da rivâyetler arasında. Bunun için kendisine “Şâir-i Zi-İrticâl” bile denirmiş. Çevirilecek metin bir şiir olunca diline ve ibârelerine müdâhale edip onları sadeleştirmek de mümkün olamadı fakat birkaç küçük ayrıntıya temas etmem işi kolaylaştıracaktır. Şiirin bu yeni hareketi tenkit ettiği ilk bakışta anlaşılıyor zaten. Ama bu tenkitte kullanılan ifâdeler Servet-i Fünûn ediplerinin kullandığı ifâdeler. Meselâ “al buse”, “saât-i semenfâm”, “tirşeli bir ses”, “lerze-i ebyâz” ve daha birçok ifâde Servet-i Fünûn şiirlerinden alınmış. Bu da tenkide çok renkli bir yorum katmış. Şiirde geçen isimlerin bir kısmının bizim eski edebiyâttan, bir kısmının ise Batı edebiyatından olması da aslında tartışmayı özetleyen diğer hususlardan. Eğer yazmaya kalksak çok uzun bir inceleme yazısına konu olabilir elbet bu şiir fakat kısıtlı yerimiz sebebiyle şiiri tam manâsıyla kavramayı, affınıza sığınarak, o dönemin edebî tarih ve polemiklerine âşina olanlara bırakıyorum. Belirtmeden geçemeyeceğim diğer bir husus da şiirde yer alan tırnak içerisindeki mısralar. Üç tane olan bu mısraların ilki Ziya Paşa’ya, sonraki ikisi ise Muallim Naci’ye
17
Sen nerdesin ey debdebeli, şanlı Fuzûlî Kaldır başını, aç yüzünü bak neler oldu? Şiirin -Ne Tuhaf!- kalmadı bir zevki, usûlü Halkın kimi Verlaine, kimi Âşık Ömer oldu. Sen nerdesin ey Hazret-i Ruhî-i Sühanver? Âsâr-ı garibâne-i ruhun unutuldu; Vardır sebebi: Hep dekadan oldu edîbân Jean Jacques Rousseau’nun tarzı bize münkeşif oldu; Sen nerdesin, Allah için, ey Hazret-i Bâkî? Mersiyeni, şirin gazeliyâtını attık; Victor Hugo’nun zevkine olduk da mülâkî Sonra oraya bir dekadan parçası(!) kattık. Sen nerdesin ey Gâlib-i Mahzûn-u-Mükedder? Gûş etti bunu arz-ı cemâl eyledi Gilbert!!? Bir şâibe kondurmak için mihr-i münîre Sen nerdesin ey şa’şaa-i Hazret-i Nâci? Âfâk-ı edepten bize bahşeylediğin nur İzhâr ediyor râh-ı fazilette siracı Heyhat!.. O ışık, ebr-i cehâlet ile (meftur!..) Siz gittiniz ey şanlı hünerverleri dehrin Bizler hezeyânlar, dekadanlardan usandık, Göçtü edebiyât-ı zekâperveri dehrin “Zirâ ki ziyan ortada bilmem ne kazandık?” Başlar Edebiyât-ı Cedîde... Mütehayyir Hattâ gözü baygın ve yüzü hayli müşemmes Bir hasta kızın vechine benzer... Müteessir Mor nağmeli, al cilveli, hem tirşeli bir ses Kumral başının üstüne çıkmış ve kulaklar Mavi saçının lerzişine müncezip olmuş; Al buseyi görmüş ne tuhaf tirşe dudaklar Bak fındıkî kirpikleri görmüş de tutulmuş!.. Saât-i semenfâmı çalar havf-ı siyâhın Bir lerze-i ebyazla olur ruha mukârin Bir ka’kaanın, gamganın lerzişi âhın Var mı burada fâidesi? Âh ne mümkün! Başlar Edebiyât-ı Cedîde... Müteverrim Elbet ona bir çare bulurlar dekadanlar En sonra görürler de acırlar... Mütebessim, Bir hiss-i samimî ile derler top atanlar: Mâî emelin mor sesi gelsin mi vücûda? “Divânece sözler mi demektir edebiyât?..” Fikr-i hezeyân müncezip oldukça suûda “Âsâr- terakkî diyoruz biz buna, heyhât!..” (Resimli Gazete’den)
müebbet edebiyat
Mütefekkirce / Bir Abdullah Enes Aydın İhtiyacımız olan bir mutluluk. Ulaşmak istediğimiz büyük menkıbe. İçinde yaşadığımız kuzguni bir siyahlıktaki âlem. Sürdürdüğümüz diriliş çığlıkları. Namütenahi bir daire içinde yaşama arzusu. Bitmek bilmeyen bir hacet ki o ne yüce bir ihtiyaç. Zorlamamız gereken bir havsala. Ey ümmetim…
olmalıyız. Ucundan, kıyısından bu mütefekkirlerin fikirlerine sahip ve malik olmalıyız. Ve fark edeceğiz ki istemsiz bir şekilde, habersizce içinde bulacağız kendimizi. Necip Fazıl’ın dedikleri gibi “Güneş, kavunu bilmese de pişirir; kavun, güneşin farkında olmasa da pişer.”. Mütefekkirler, kavramlar ve bir milletin yaşadığı çile. Bunları iç içe bulduğumuz bir kutlu bir isim var; oda Mustafa Kutlu bizler için. Her ne kadar kitapları sadece fikir içermese de ana kurgusu tamamen saf bir hikâye örgüsü de olsa o büyük bir usta. Son yıllarımızın hikâyeciliğine bakarsak; onun yeri çorak bir dağın zirvesinde yemyeşil otların, ağaçların bittiği bölge gibidir. Eskinin hikâyeciliğiyle modern hikâyeciliğin arasında setleri yıkmış ve yepyeni bir bakış açısı getirmiştir. Mustafa Kutlu’nun fikir dünyasına bakarsak aslında bize çok tanıdık gelen birini buluruz ve O derin bilge, ahlak feylesofu Nurettin Topçu’dur.
Birçok engele rağmen içinde bulunduğumuz durumdan nemalanmak. En başta çözüme ulaşmamız gereken durum kavram kargaşası. Birçoğumuz kullandığımız kavramının aslında ne olduğunu pek bilmiyor ve süregelen hayat içinde de bu kargaşanın içinde boğuluyoruz. Bu kargaşadan çıkmanın birçok yolu var fakat en başta sarılmamız gereken ki mutlak yol var: Nasslar ve günümüzün mütefekkirleri. Nasslar varken ne gerek var mütefekkirlerimize diye düşünmek! Bu düşünce; günümüzün ana eklemlerine bağlanmamış kimseler için geçerli olabilir. Gel gelelim kavramların içinde boğulmaya. Mesela mütefekkir nedir, kime göredir?
İlk hikâyelerinde pek etkisi görülmese de daha sonraki hikâyelerinde bunu çok kesin bir şekilde görebiliyoruz çünkü halk-şehir, köylü-şehirli, mazlum-zalim gibi birbirine zıt olan, muvazenesi farklı olan karakterlerden yola çıkarak halkı sosyolojik olarak derinlemesine inceleyen fakat bunu bir olay örgüsü halinde bazen sonu hiç hoşumuza gitmeyecek şekilde sonlandıran modern hikâyeciliğimizin ustalarındandır. Baktığımızda Nurettin Topçu’yu tamamen içerlemiş ve bunu hikâyelerinde bizlere hissettirmeden anlatan bir mütefekkir. Evet, o bir mütefekkir. Nedeni ise fikirleri süsleyip okuyucularına anlaşılması kolay bir şekilde arz etmesi.Halkın sorunlarını dile getirmesi, halkımızın yaşadığı çileleri betimleyerek bizlere anlatması ve bunu yapmasında bir derdi olması Mustafa Kutlu’yu böyle nitelendirmemizi sağlıyor. Fakat o dert nedir? Neden popüler hikâyeciler gibi sadece yazmak için yazmıyor da böyle bir amacı var?
Günümüzde ilham almamız veya nasiplenmemiz gereken kimler var? Uygarlık savaşçısı Sezai Karakoç, Büyük Doğu Üstadı Necip Fazıl Kısakürek, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Derin Bilge Nurettin Topçu ve birçoğu. Altından kalkamayacağımız türden şahsiyetler bu kıymetli insanlar. Bunlara günümüzde verdiğimiz önem bizlerin muteber bir düzeyde anlayışa sahip olmasına ve bu durumda bizlerin ulaşmak istediği o yüce menkıbeye bir adım daha yaklaştırmasına vesile olur. Bu durumda bizlere düşen en güzel görev okumak ve onların vazgeçilmez davalarının tadına varmak. Belki yaşadığımız kavram kargaşasına bir nebze fa ’ideli olabilir bütün bunlar. Eğer,İslami, edebi ve toplumsal açılardan en iyi şekilde kuşanmak isteyenler bu şahsiyetlerin büyük meyve bahçelerinden en az bir meyveyi sadece tatmak için değil o meyveye sahip olmak için yemelidirler. Birçoğu göç ettiler bu fâni âlemden namütenahi bir hayata fakat fikirleri, aksiyonları hala dimdik kurtarılmamışları kurtarmanın peşinde. Kısmen de olsa bizler hayalifenere döndük bu kargaşa içerisinde. Ancak, bu davalar, bu mütefekkirler ve bu aksiyonlar bize kalmış en yüce miras ve bunlar sahip çıkılmayı bekliyor bizler tarafından. Demiyorum ki bu fikirleri harekete geçirmek zorundayız(!) tamamen; sadece sahip çık, bil ve hepsinden aldığımız düşünceleri perçinleştir. Zaten bilmek, bize bu mevzuda aksiyona fikirlerde başladığımız anlamına gelecektir büyük bir heyecanla. Kısaca bu konuda en azından methali
Aslında bunları sorgulayarak bizlerin O’na neden böyle bir şeyi atfettiğimiz anlaşılabilir. En göze çarpan detaylardan birisi; bizden bir şeylerinolması yani bizim kültürümüzü kullanması, garp yerine şarkı tercih etmesi ve en önemlisi hikâyelerindeki hikmet.Buna ek olarak, O; Batı hegemonyası altında çürümeye yüz tutmuş modern Türk hikâyeciliğini, Tahir Sami Bey adlı yapıtında eskinin muhabbetle iç içe olan hikâyesini okumaya davet eder. Bunun asıl manası; bizleri yarım kalmış davanın neferleri olarak görüp hikâye içinde bunu tamamlayıcı bir rol üstlenmemizi sağlamasıdır. Onun hikâyelerini okuyarak onun
18
kültür sanat fikir dünyasına; hikmetiyle, ahengiyle ve muvazenesiyle dolu bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz? Bir Uzun Hikâye, bir Mavi Kuş, bir Chef, bir Anadolu Yakası, bir Rüzgârlı Pazar ve son yayımlanan Nur… İşte kendimizi bulabileceğimiz eşsiz eserler. İşte bütün bunlar Mustafa Kutlu’yu mütefekkir ve kutlu yapanlar. Mustafa Kutlu’yu kendi ağzından şöyle dinleyebiliriz:” Ben geçmiş sanat telakkimizden faydalanmak çerçevesinde, yani geleneğe yönelmek çerçevesinde İslami endişelerle hareket ediyorum. İslâm’ın sanat meselelerini de mutlaka getirdiği bir bakış açısı vardır. Bunu da hikâye babında, mesnevilerde, kıssalarda, halk hikâyelerinde tespit ettim. Yalnız bana uygun bir hareket noktası olarak Çin Denizi’nden Atlas Okyanusu’na kadar bütün İslâm âleminde yaygın olan kıssa geleneğinden hareket etmeyi uygun gördüm.”1 Bu deyiş bize Mustafa Kutlu hikâyeciliğinin neden bizim edebiyatımız için önem arz ettiğinin mübîn bir göstergesidir. Dahası; neden mütefekkirler içinde aldığımızın. İslam geleneğiyle iç içe, fikirleri ortaya koymadaki sadelikle ve okuyucuların ondan alması gereken kıssadan hisselerle Mustafa Kutlu, bizim kutlu yolumuzda; örnek almamız gereken şahsiyetlerden sadece birisi. Kavram kargaşasında yaşayan bizler; mütefekkirleri öğrenerek ve onlardan nemalanmayı arzu ederek kendimizin değerini artırabiliriz. İhtiyacımız olan mutluluktan ve ulaşmak istediğimiz büyük menkıbeden sapmamak dileğiyle.
Jean Anouilh’ in Antigonesi ve Suriye Fotoğrafları] Tugay Kaban Evet, Anouilh’in Antigone’si, çünkü Antigone ismi yalnız Jean’a ait değil. Bir tiyatro ismi, bir komedi kitabına konu olmuş bir isim, bir operanın ismi ve bir-çok yazarın tekerrüren yazdığı bir piyes ismi. Ben bu piyeslerden Jean’a ait olanını seçtim. Sophokles çok kült belki veya Jean Cocteau’nun Antigone’si çok modern Tarihi olan piyeslerin en büyük eksikliğinden başlayarak, Antigone’nin hakkında birkaç söz söyleyeceğim. Sonra [ve Suriye Fotoğrafları] Tarihi olan piyesler oynandığı zamanda (-ki oynandığı zaman, hem yazıldığı zamandan hemde anlatılan zamandan çok çok ileridir) anlatılmak isteneni, hazırlanan mekan dekoruyle, lisan aksanı ve doğruluğuyle (diyaloglar, monologlar ilh.) ve hatta musiki uygunluğuyla anlatabilir. Ve zaten böyle piyesler, yalnızca saydığım bu virgül önceleri ile anlatmak istediğini biraz olsun başarabiliyor. Lakin büyük ve en önemli bir sorunu gözden kaçırıyoruz. Bu sorun anlaşılmayı engelliyor. Kelimeyle, dekorla, lisanla ve musiki ile seyirci arasında-ki bağın ta kendisi olan bu sorun, oyuncular. Oyuncuların, oyunculuk başarısızlıklarından veya oyunculuk başarılarından bahsetmiyorum. Bizatihi oyuncuların ruhsal durumları, anlatmak istediğim. Nedir bu oyuncuların ruhsal durumları? Bir insana oturduğu kalabalık bir ortamda canlı bomba bulunduğunu haber verseler. Ve bu haber yalnızca bu insana verilse. Bu insan bulunduğu ortamda rahat bir şekilde hareket edebilir mi? Orada bir bombanın olmadığını düşünerek hayatına devam edebilir mi? Tiyatroda tarihi bir piyesi izlerken, dekordan diğer saydıklarımıza kadar (oyuncular hariç) herşey bizi anlatılan tarihi vakaya odaklıyor. Lakin oyuncuların, tıpkı bomba haberini almış olan o insan gibi rahat olamadıklarını seziyoruz. Bir Fransız İhtilali vaktini veya bir Osmanlı Devleti zamanını, tıpkı içindeymiş ve o vaktin insanıymış gibi yaşayamıyorlar. Çünkü bir bomba haberi almış durumdalar. Fransız İhtilali’nin sonuçları biliniyor ve Osmanlı Devleti artık dünya haritasında yer edinmiyor. Cep telefonun varlığından, bilgisayar kolaylığından ve radyasyon zararından haberdarlar.
1 Mehmet Çetin, Yoksulluk İçimizde Üstüne Mustafa Kutlu ile Konuşma, Yönelişler, S.3, Haziran 1981, s.39.
Bu bilinenler, sahnedeki oyuncunun, tarihi olaya odaklanmasını zorluyor ve bu nedenle biz oyuncu ile aramızda bir bağ kuramayınca, diğer hiçbir şeyle bağlantıyı toparlayamıyor ve verilmek isteneni alamıyoruz. Tabii tiyatronun çok büyük bir yük yüklendi-
19
müebbet edebiyat ğini unutmamalıyız. Tiyatro, bir an veya bir-çok zaman dilimini hayatın bir yerinden koparıp, onu yeniden yaşandığı vakitte-ki gibi aynı şekilde ve aynı heyecan, üzüntü ilh. ile seyirciye sunmaya çalışıyor. Sinema-da olduğu gibi kayıt, düzenleme ilh. yok. Bu nedenle elbette ki tiyatro için getirdiğimiz eleştirileri açıklarken daha dikkatli davranmalıyız.
şamları otururken, elini tümüyle sana ait bir şeyin üstüne koyar gibi, düşünmeden üstüme koyabileceğin bir kadın olmaktan büyük bir gurur duyardım. …”
Bir de tarihi piyeslerin içinde bulunulan zamana uyarlanmasından bahsedelim çünki bu yukarıda getirdiğimiz eleştiri için bir çıkış kapısıdır.
Sinemanın ve tiyatronun şahsiyetine leke süren televizyon hakkında söylenecek o kadar çok söz var-ki.. Gündemde olan Suriye Fotoğrafları hakkında da bir-kaç söz söylemenin yeri olduğunu düşünerek:
“Deli misin sen, yavrum. İnsan hiçbir zaman büyümemeli. …” [ve Suriye Fotoğrafları]
Evet, zamana uyarlama. Bu tarihi piyesler için, bence yapılması gereken bir eylem. Böylece, bu zamanın insanı bu zamana uyarlanmış bir piyesi, rahatlıkla bize sunabilir ve anlatılmak istenen daha çok anlaşılmış/anlatılmış olur. Elbet bir kayıp, bir kan kaybı yaşayacaktır piyes. Bunu istemeyenler muhakkak olacaktır. Lakin bunun için sade şunu söyleyebiliriz: eğer oynanacak ise uyarlanması, okunacak ise aynen eski metinde kalması ve kalben yaşanması lazımdır.
Marc Ferro, videonun belgesel amaçlı bir aygıt haline gelmesi ile, zamanın tarihini yazmada kullanıldığını söyler. (Kesit Yayınlarından neşredilen Sinema ve Tarih adlı Turhan Ilgaz ve Hülya Tufan tarafından tercümesi yapılan eserinde. ) Serge Daney’in deyimiyle söylersek “ekran”, durumun her türlü anlaşılabilirliğini “perdeler.” Canlı yayında olan bir katliam (veya katliama ait belgeler, bir savaş veyahut) yalnızca gösteriye dönüştürülmüştür ve canlı yayınlanan sportif karşılaşmalardan yalnızca bir-kaç küçük farkla ayrılır.
Antigone Jean Anouilh’te bu aslen Yunan tiyatrosuna ait piyesi, yukarı-da bahsettiğimiz mevzuuda-ki gibi, zamanına göre uyarlamış ve oynanmasını sağlamıştır. Antigone, seyircinin bizzat sahnede-ki oyuncularla beraber oyunun içinde olduğu bir piyestir. Anouilh piyeste monologlar başlamadan önce, bir pırolog bölümü koyarak anlatılacak olaya, kısa açıklamalar getirmiş ve seyirciye oyuncuları tanıtmış böylece seyirciyi oyunun içine almıştır. (Elimde-ki Antigone metni, Agora Kitaplığı Yayıncılık tarafından neşredilmiş, Yaşar Avunç tercümesi halidir.) Pıroloğun bir bölümünde şöyle bir söz geçer:
Ferro, tarihçilerin yurttaşlarına “görüntüleri” okumasını ve dinlemesini öğretmeleri gerektiğinden bahseder. Peki, Türkiye’de hangi tarihçi bize “görüntüleri” “gösterilenleri” okumayı ve dinlemeyi öğretiyor/öğretecek? Biz gördüğümüz bu görüntülerden, fotoğraflardan neleri nasıl anlayabileceğiz? Yalnızca ekranlarda bu görüntülere bakıp, Suriye için değil sade, dünya için, rusça, iki anlamını bildiğim şu kısa soruyu sormak istiyorum: gde pravda? – hakikat nerede? adalet nerede?
“… şurada rahatça oturup kendisini izleyen bizlerden, bu akşam ölmeyecek olan bizlerden baş döndürücü bir hızla uzaklaştığını duyumsuyor.” (Aklıma bu oyunun oynandığı sırada seyircilerden birinin ölmesi geldi.)
Ve dahi, bir şov olmaktan öteye bu fotoğraflar ne anlam ifade edecek dünya için?
Antigone, kız olmasına kız lakin devrindeki ve yerinde bulunan kızlara nazaran farklı bir haleti ruhiyeye sahiptir. Burada oyunun içeriğini anlatarak gereksiz bir lakırdı yapmaktan çekiniyor ve oyunun içinden bir-kaç iktibasla, piyesi okumayı ve hatta bulursanız izlemeyi okuyucuya/seyirciye bırakıyorum. “Ben kral değilim. Örnek olmama gerek yok benim… Aklına geleni yapar, küçük Antigone, bu pis domuz, inatçı, huysuz kız; …” “Antigone! Yalvarırım. Fikirlere inanıp, bunlar uğruna ölmek erkeklere yaraşır. Sen bir kızsın.” “…. Senin karın, gerçek karın olmaktan; ak-
Jean Anouilh
20
kültür sanat
Eleştiri Üzerine Yılmaz Özbek Bir sanatçıdan, yazardan beklenen en önce onun kendi tarzını yaratmasıdır, yani kendine ait bir görme, duyma biçimi geliştirmesidir; kalıcı olmak büyük ölçüde buna bağlıdır. Sıradan üretimler, taklitler bir insanı ne yaratıcı yapar ne de kalıcı. Bu yüzden sanat eğitimi verilen kurumlarda öğrenciye kendi tarzını yaratma ortamı sağlanmalıdır. Bir zamanların kalıplaşmış yaklaşımlarını öğrenciye aktarmak yeterli olmaz. Bu yaklaşım kendini geliştirme, gerçekleştirme aşamasında ilk basamak olarak onun işine yarayabilir, ama ona kendini üretme, tarzını yaratma ve özgür ruha ulaşma yolunda engel çıkarabilir. Çünkü eskinin, üretilmişin bir parçası haline gelme tehlikesi, tehdidi varlığını hep sürdürür.
ğin yansımasıdır ve gerçeklerden beslenir (Wanning (1998): 35). Gerçek gerçeklik de ne kadar gerçek olursa olsun kurmaca gerçeğin etkisi altındadır. Her sanat yapıtında, toplumsal gerçekler yani dünya gerçekleri var olmaya devam ederler. Sanata “Alımlama Estetiği” perspektifinden bakarsak, yapıtın iki önemli oluşum süreci vardır: Yapıtının yaratıcısının tasarısına göre şekil ve anlam bulduğu süreç ve yapıtın tüketiciye ulaştıktan sonra tüketici tarafından ikinci kez yaratılma süreci. Yapıt asıl bu aşamada ruh ve anlam kazanır. Kendini kendi öznel yaşantısından, kendi kimliğinden, kendi değer yargılarından soyutlayamayan tüketiciler, sanat yapıtının yaratıcısından farklı anlamlar yükler, farklı yorumlara ulaşırlar.
Sanatçıların üretimi daha çok bilgiye dayanır ve dayanmalıdır da. İlham denen şey aslında bilgilenmek, derinleşmek, dolmak ve taşmak demektir. İşte yaratıcılık bu taşma eylemidir büyük ölçüde, yani sanatçı ne kadar çok bilgiye dayanırsa, o kadar çok sağlam basar ayağını, tutarlı, doyurucu ve ürettikleriyle de kalıcı olur. Örneğin, BertholdBrecht her ne kadar yaşadığı zamanın ürünü olsa da, onu yansıtsa da, o daha çok bilgiden, geçmişin birikimlerinden yararlanan sanatçıların başında gelmektedir. Bugünü anlamak, anlamlandırmak için tarihi gerçekliklerden yararlanmayı çok iyi bilmiştir. Hemen hiçbir yapıtı yoktur ki, geçmişten beslenmesin. Bu gerçeklik, eleştiri aşamasında eleştiriciye yapıtın yaratıldığı sürecin ruhunu anlamayı dayatır. Yaratıcı kadar, hatta ondan daha çok eleştirici zamanın ruhunu anlayacak, çözümlemelerde bundan yararlanacak kadar bilgiyle donanmalıdır.
Gerçeği görüş ve değerlendirişi farklı olan yazar; soyut dünyasında yığınaklar yapar, bunlardan beslenir ortaya çıkacak yapıt. Yazın sanatı biraz da sosyal, kültürel ve düşünce yaşamının gelişmelerine tanıklık eden bir tarihtir. Bu yüzden sosyolojik bir yaklaşımı yapıt çözümlemesinde kullanmak zorunda kalırız. Örneğin, 19. Yüzyıl Avrupa’sında geçen bir olayı yapıtına alan bir sanatçı bize çok şeyler anlatır bu dönem hakkında. Yazarlar da dünü bugüne taşırlar, bu günü yarına aktaracak kalıcı yapıtlar bırakırlar. Bu birikimler zenginleştirir günden güne dünyayı. Yazının bu yöndeki işlevi sınırsızdır ve hiçbir alan onunla boy ölçüşemez. Hiçbir sanat dalı dünyaya yeni bir şekil verme, onu değiştirme yolunda yazın kadar etkin değildir. Yazın bağlamında yorum etkinliği sadece anlam vermek veya yapıtın teknik özelliklerini, yani biçemini tanımak, tanıtmak değildir. Bunların ötesinde bu bilgi kaynağı, bir aydınlatma aracı olarak da işlevini sürdürür. Ama sanat yapıtının asıl amacı, estetik beğeni ve hazza yöneliktir. Yazın gibi her sanat yapıtı zamanın ruhunu yansıtır. Zamanın sosyal, kültürel, siyasal tarihine tanıklık eden yapıtların çözümlenmesinde elbette ki bu tanıklıklar dayanak olacaktır.
Yazın eleştirisi nedir, sınırları ve olanakları nedir? Ne gibi amaçlar güder? Genel olarak yazın sanata öteki sanat dallarına oranla yaratıcısının ruhundan, karakterinden daha çok izler taşır. Bu yüzden yapıt yorumuna biyografik yaklaşımın yaygın oluşu doğal sayılmalıdır. Yazarlara da içinde yaşadıkları dünyanın kokusu siner, yapıtlarını biçimlendirirken bundan kendilerini soyutlamazlar. Yapıtın oluşum sürecinde yazar bile olayların akışına seyirci kalır. Yazın ürünleri vardır bunların oluşumunda, ilk basamağı hayaller ve fanteziler oluşturur, sonra kendilerini çağrışım zincirinin akışına bırakırlar. Sonunda ortaya bir yapıt çıkar. Bu, yazarın amaçladığından farklı bir yapıttır. Amaçladığına ya ulaşamamıştır ya da amaçladığını bile aşarak beklemediği bir zenginliğe ulaşmıştır.
Eleştiri, bilgilendirmek, yorum yapmak, yapıtın duyumsatmak istediğine varmak için bakış açıları ortaya koymak, yani yapıtın arka planını aydınlatmaktır. Böylece tüketicinin anlamakta zorluk çektiği yerde ona yardımcı olmak, ayrıca bir anlamda yapıtı zenginleştirmektir. Yaratıcısının bile farkına varmadığı özellikleri yapıtta ortaya çıkarmak gibi işlevler de üstlenir eleştirici. Okura ulaşan eleştiriler onda birikim sağlar, ona yeni yeni perspektifler kazandırır; artık o bir uzmandır. Uzman gözüyle bakar yazın ürünlerine. Eleştiri etkinlikleri okur kesiminde bir düşünme, tartışma atmosferi yaratır ve kültürel zenginleşmeye kapı açar; yani çeşitli yayın organlarında sanat yapıtı eleştirileriyle, tanıtımlarıyla okur kitlesinin çoğalmasına da önayak olunur. Eleştiri sanat yapıtı yaratıcısını daha titiz davranmaya; daha doyurucu ürünler vermeye götürür. Yazın eleştirisinin belki de ilk ve en popüler görevi yapıtları ve yaratıcılarını geniş halk kesimlerine tanıtmaktır.
Yazın ürünleri de vardır, odak noktasına bir konuyu, bir problematiği alır. Bu çerçevede olay örgüsünü oluşturur. Bu durumda bile yazar her zaman kastının sınırları içinde kalmakta zorlanır. Bundan yola çıkarak, değil eleştirici, yazar bile yapıtı eleştirirken yüzeysel kalabilir veya abartılı yorumlara gidebilir. Zaten her sanatsal yapıt bir arayış, bir amaca ulaşma yolunda uğraş, yaşamın akışına tanıklık etmek, yaşamın anlamını sorgulayıştır. Yazın ürünlerinin gerçeğini, eleştiriciler kurmaca gerçeklik olarak tanımlarlar. Gerçek gerçeklik ve kurmaca gerçeklik arasındaki çizgi çok incedir. Kurmaca gerçeklik ne kadar kurmaca olursa olsun, gerçekli-
Bir eleştiriciden beklenen onun birikimli, bir yapıtı çeşitli açılardan yansıtacak perspektifleri olmasıdır. Sloganlarla bir sanat yapıtına yaklaşmak, onu kısırlaş-
21
müebbet edebiyat tırır. Genel söylemlerle bir yapıta çok ilginç, çok sıkıcı, çok iyi veya çok kötü gibi yargılarla yaklaşmak neden ilginç, neden sıkıcı olduğunu temellendirmeyen bir bakış eleştirel olamaz ve bu tür yaklaşımlar sakıncalıdır. Tüketiciyi koşullandırmaktan başka bir şeye yaramayan bu yaklaşım türleri, hem yanlıştır hem de sanata olan ilgiyi azaltmaktan başka bir işe yaramaz.
Hangi sözcüğe, hangi kavrama hangi anlamı yüklediğini çoğu kez bilen yazar, çağrışım sürecinde kontrolü kaybedebilir, kendi kastı dışında yeni anlamlar türediği gibi yeni boşluklar da oluşabilir. Yapıtlar vardır, yaratıcısının dünyasından izler taşır. Yazar kendini ele vermemek, iç dünyasına başkalarının sokulmasına olanak tanımamak için çoğu kez simgeler kullanır. Bu yola daha çok içedönük mizaçlı yazarlar başvururlar. Kafka sık sık başvurmuştur bu yola. Bu bir çeşit savunma mekanizmasıdır da. Bu simgeler çözümlendikçe yapıt da çözümlenmiş, yani yorumlanmış olur. Okur. Nitelikli olsun veya olmasın, okuduğu metinden bir şeyler çıkartacak ve kendine göre yorumlayacaktır. Bilimsel bir düzey kazanması için bu yorumların desteklenmesi ve temellendirilmesi gerekir. Bu destekler sayesinde metinden alımlanan anlamlar ve elde edilen görüşler derinleştirilir ve tutarlılık kazandırılmış olur.
Bir eleştirici kime hitap ettiğini, hangi okur kesimini hedef aldığını iyi bilmeli ve ona göre üretmelidir. Birikimli insanlara, uzmanlara hitap etmek veya geniş halk kesimlerine hitap etmek ayrı ayrı yaklaşımlar gerektirir. Bir yapıtı tanıtırken teknik kavramlardan kaçınmak veya oldukça az kullanmak gerekirken, bilimsel bir çözümlemede uzmanlık alanıyla ilgili kavramları yeterince kullanmak gerekir. Bazen bir yapıttan yola çıkarak çeşitli sorunlara göndermelerde bulunup bu problemleri tartışabilir, çözüm önerileri üretebiliriz. Bugünün kuşaklararası çatışmasına veya yabancılaşma sorunsalına ışık tutmak istiyorsak, bunu odağına almış bir yapıtı irdeleyerek, eleştirerek hem konuyu açmış olur hem de okurun ilgisini canlandırmış oluruz. Buradaki görevi eleştiricinin yaratıcı ve tüketici arasında bir köprü görevi üstlenmek ve her iki kesim arasında sağlıklı bağların oluşmasını sağlamaktır.
Sanat yapıtı yaratıldığı zamandan soyutlanarak ele alınamaz. Zamanı kokusu sanat yapıtına sinmiştir. Kokuyu iyi çözümlerseniz, yapıta da tutarlı yorumlar getirebilirsiniz. Yani sanatsal üretimi, eğilimleri belirleyen, sanatçının yaşadığı zaman dilimi içinde olan biten yerel veya global değişimler, gelişmeler, oluşumlardır. Sanatçının zamanın akışına katkısı vardır, ama asıl yaratıcı olan zamandır. Zaman kendi çağının özellikleriyle birçok sanatçıyı bezemiştir. Örneğin, sanayileşme, şehirleşme, işçi ve burjuva sınıfı doğmuştur. Dolayısıyla da bu sınıfların sorunları Brecht’te duyarlılık yaratmıştır. Bu duyarlılık onu dünyanın en önde gelen tiyatro yazarı, epik tiyatronun babası haline getirmiştir. Yapıtlarının en önemli amacı bu sorunlu kesimlerle dayanışmaya girmek, onları aydınlatmak, toplumu bu kesimlere karşı duyarlı kılmak olmuştur. Bu gibi örnekler gösteriyor ki, yazın toplumu kökten etkilediği ve değiştirdiği gibi, toplumdaki gelişmeler, değişimler de yazına kaynak oluşturur.
Geniş kesimler için yazılmış bir eleştiri anlaması uzmanlık gerektiren bir yapıda olmamalı, bilimsel kavramlarla okur sıkılmamalı. Bu tutum insanı, okuru sıkar ve onu okumadan soğutur ve uzaklaştırır. Bilimsel bir eleştiride de alanla ilgili kavramlar kullanılmalı, yapıtı aydınlatır yansıtırken, örneğin bu bir yazın ürünü ise, yazarın dili, biçemi, sanat yapıtını sanat yapıtı yapan öğeleri belirlemek gerekir. Öznel görüşler eleştiriye karışmasın diye bilimsel çözümlemelerde düşüncelerimizi, vardığımız yargıları temellendirmeliyiz. Eleştirilerde kıyaslamalara da bazen başvurulur. Özellikle burada çok titiz davranmak gereklidir. Kıyaslama sırasında birini överken, onu öne çıkarırken, ötekini yermek yakışık almaz. Bundan kaçınmak gerekir.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Bir yazın ürünü, daha doğrusu bir sanat yapıtı var olmak, anlamlı varlığını sürdürebilmek, yani zamanın eskitici, yok edici özüne karşı ancak eleştirel zenginliğe yanıt verecek doğasıyla karşı koyabilir. Bu tür yapıtlar canlılık, direnç yaratır, tüketiciyi düşündürür, ona yaşamı sorgulatır ve hatta kendi kendisiyle hesaplaşmasının, dolayısıyla değişiminin yolunu açar. Bu yüzden bir sanat yapıtından toplumu değiştirme gücünde, yetkinliğinde olması beklenir. Bir sanatçı yapıtını oluştururken böyle bir amacı olması gerekmez, kendiliğinden oluşur; beslenilen ortamlar ve oluşum süreci bu zenginliği yaratır. Sanatçı toplumsal olgularla yüzleştikçe, tüketici sanat yapıtlarıyla hesaplaştıkça ister istemez birikimler artacak, bakış açıları çoğalacak ve anlam üretimleri ile alımlamalar doyurucu olacaktır. Eleştirel bakış, eleştirel tutum zamanla tüketicinin karakteri olacak ve sürekli tükettikçe beslenecek, yaşamın her haline karşı kendini konumlandıracak, günden güne özgün düşünce üretecek gücü artacak, kendini geliştirecek, aydın insan duyarlılığına sahip olacaktır.
Yazın eleştirilerinde çağdaş yaklaşım yazarın karanlıkta, gölgede bıraktığını gün ışığına çıkarmaktır. Bu yaklaşımın adı ‘AlımlamaEstetiği’dir. Alımlama Estetiği sanata bakış tarzıyla çağımızın sanat anlayışını çözümlemede, anlamada en elverişli yazın kuramıdır. Bu onun çoğulcu bakışından kaynaklanmaktadır. Despotizme, totaliter anlayışlara, değişmez kural ve kalıplara karşı direnen anlaması zor ve karmaşık özelliklere sahip olan postmodern çağı çoğulculuk anlayışı çözümleyebilir. Alımlama Estetiği somutlaştırma ve boşlukları doldurma üzerine kurulmuştur. Belirsizliklere bir anlam verir, kurmaca gerçeklikten gerçek gerçekliğe geçişi sağlar. Bir yapıtta betimlenen bir karakter ve olgu ne kadar başarılı canlandırılırsa canlandırılsın, yine de eleştirici ya da okur tarafından doldurulması gereken boşluk vardır. Her okur kendi perspektifinden bakar ve ona göre doldurur boşlukları. Sanatçının karanlıkta bıraktığı objeyi aydınlığa çıkarmak yorumcuya düşer. Boşlukları doldururken yeni boşluklar yaratmamak elde değildir. Yani yapılan yorum da yeni yorumlara gereksinim duyulmasına yol açabilir. Bu doğaldır ve bunun önüne geçilemez. Tüketicilerin farklı perspektife sahip olmaları bu sonucu doğurur.
Kaynakça : Wanning, Rainer. (1998). Rezeptionsästhetik, Wilhelm Fink Verlag, München. Bu makale daha önce Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dergisi 30. Sayısında yayımlanmıştır. Prof. Dr. Yılmaz Özbek’in izniyle bu sayımızda tekrar okuyucuyla buluştu...
Bu karanlıkta bırakma işini yazar bilinçli bir şekilde yaptığı gibi yaratma sürecinde kendiliğinden de bazı boşluklar oluşabilir. Bu artık yazarın biçemi olmuştur.
22
kültür sanat
Gemilerin Yaşamakla Arasındaki Bağıntı / 4 Ahmet Melih Karauğuz
Aşağıda okuyacağınız yazı farklı zamanlarda bir yerlere not edilmiş, birbirinden bağımsız cümlelerden oluşmaktadır.
2. Mum ışığı odayı aydınlatmak için karanlıkla büyük bir mücadele veriyordu. Ama mumun ışığı karanlığın gücü karşısında sadece küçük bir yere loş bir aydınlık sağlayabiliyordu.
1. Küçükken, büyüyünce büyük adam olacağım derdim. Büyüdüm şair oldum. Büyük adamların dertlerinden hiçbirisi düşmedi payıma. Kendimce büyük ama genele göre dertten sayılmayan dertlerim oldu.
Odanın en karanlık yerinde elindeki jileti damarlarında gezdiren, gözleri yaşlı, yüzü asılmış, ruhundaki sıkıntıları bir türlü üzerinden atamamış birisi vardı. Bu sefer kafasına koymuştu, bu dünyayı terk edecekti. Gözünü bile kırpmadan, tek bir jilet hamlesiyle tüm acılarından kurtulacaktı.
Pi sayısının tam olarak neye tekabül ettiğini, standart sapmamın beni kaç kişinin önüne geçireceğini ve üçgenin iç açıları toplamını öğrenemedim hiçbir zaman. Ama her zaman ülkenin iç acıları toplamının aslında benim de acım olması gerektiğini düşündüm.
Bir yıldır işsizdi. Dost bildiği kim varsa bir bir onu terk etmiş yapayalnız bırakmıştı. Hangi kapıyı çalsa kovuluyor, kime derdini anlatmak istese dinlenmiyordu. Allah’a yakarıyor ama bir türlü bir ışık, bir hareket, bir ses belirmiyor, onu dertlerinden kurtarmıyordu. Gidilecek ne kadar yer varsa gitmiş, atılacak ne kadar adım varsa atmış ama bir adım öteye gidememişti. Jiletin soğuk ve keskin ucu, onu ateşler içinde bırakan tüm dertlerine derman olacaktı.
Düşünmek: Tefekkür etmek, aramak. Aramak; yolda olmak. Yoldaysam eğer varmam gereken bir yer var demektir. Yola çıktıysam bir derdim. Düşünüyorum o halde varım, demeyeceğim. Varlık içinde bir hiçim de demeyeceğim. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Bilmiyorum yaşamın girdaplarından nasıl kurtulacağımı. Ben zaten küçüklüğümden beri hiçbir şey bilmedim. Bilseydim, elbet bolca alkış, bolca plaket, bolca gülümseme, bolca aferin, bolca insanların peşinde koştuğu ne varsa onlardan alırdım. Bir takım elbisem olurdu, bir de kravatım.
İdam edilmeden önce son arzusu sorulan mahkumlar gibi son arzusunu sordu kendi kendine. Sigara içmek istiyordu; bir dal sigara. Jileti yere bıraktı. Mumun ışığıyla az da olsa aydınlanmış yerde duran masaya doğru gidip sigara paketini aldı. İçinden bir dal sigara alıp, mumun ateşinde sigarasını yaktı. Sigarasından tüm hücrelerine yayılacak kadar duman çekti. Ağzının içinde dumanı gezdirdi ve büyük bir keyifle dışarıya üfledi. Dumanın gittiği yere bakarken masanın üstünde duran kara kaplı kitap gözüne çarptı.
Ben ilk şiirimi aşık olduğum gün değil, babam ‘senden adam olmaz!’ dediği gün yazdım. Büyük adamların küçük planlarının üstünde bir şeylere sahip olmalıydım. Rekabetin yoruculuğundan, plazaların kavuran gölgelerinden ve bir hayalet gibi üzerime çöken fabrika dumanlarından ötelerde, bir yerlerde bir evim olmalıydı.
Kitabı eline aldı, evirdi, çevirdi... -Bu kitap buraya ne zaman ve kim tarafından konmuştu?-
Kalp insanın evidir aslında. Kaçımızın kalbi hala yerli yerinde? Kalplerimiz, çok yakın bir zaman önce, rezidansların gölgelerine rehin verildi. Rehin verdiği kalbi değil sadece insanın. Hislerini, duygularını, nefretlerini, insanı insan yapan neyi varsa her şeyini rehin verdi.
Kitabın sayfalarını çevirirken sayfalardan en yıpranmış olanını açtı. Parmaklarını satırların üzerinde gezdirdi ve bir cümle bir anda şimşek gibi çaktı sanki. Sanki oda bir anda aydınlandı, Yusuf kuyudan, İbrahim ateşten kurtuldu. Yakup Yusuf’una, bahar yeşiline, hira efendisine kavuştu sanki...
‘Yalnız hüznü vardır kalbi olanın.’
Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.
Hüznünü satan adam büyük olur mu?
23
müebbet edebiyat
En Derinlerdeki Doldurulamayan Yalnızlık Fatma Nur Caygın
3. Ülkeyi Thanatos’un aydınlığıyla aydınlatacağız. Onun ışığı her eve girecek ve şehrimiz, aydan daha parlak ve güneşten daha hayat dolu olacak! - Ben Thanatos’un aydınlığıyla aydınlanmak istemiyorum. Beni karanlığımla baş başa bırak!
4. Burası artık Vahşi Batı değil! Kovboyların, haramilerin hüküm sürdüğü sokaklar yok artık. Toprak ağalarının, büyücülerin, hırsızların insanları kandırdığı, ezdiği günler geride kaldı. Artık kimsenin bir kölesi yok. Tefecilerin hepsi birer birer kaktüslerle dolu ormanlarda akbabalara akşam yemeği oldu. Burası artık Vahşi Şehir! Sokaklarında ajanların, kapkaççıların, işgalcilerin, bankacıların insan avladığı, dev iş merkezlerinde, étekstil fabrikalarında günde on sekiz saat çalıştırılan sigortasız işçilerin, fabrikalarda günlüğü on liradan ağır yükler altında ezilen çocukların şehri var artık. Artıkları toplayarak hayatını devam ettiren, etliye sütlüye karışmayan politikacıların zengin adamlarla jetlerde yemekler yiyerek karnını büyüttüğü bir şehir burası. Burada her şey mübah ve güçlü olan haklı. Oyunu, eli iyi olan kazanır ve oyunda her yol mübahtır! 5. Oturup bir şeyler yazmak yerine yarım bıraktığım ne varsa onları tamamlamalıyım. Yarım bıraktığım kitapları okumalı, yarım bıraktığım cümleleri sonlandırmalıyım. Yarısını yediğim ekmeği tamamen yemeli, yarısında girdiğim oyunlardan kurtulmalıyım. Yarım bıraktığım kendi hikayemin peşinden gidip, tam yarısında tanıdığım kızla konuşmalıyım. Yeni şiirler ezberleyip, şarkılar bestelemeli ve insanlar kurtarmalıyım. Dünyayı yeniden keşfedip, çizilen sınırları aşmalıyım. Sınırı aşarak işaret parmağımı sınırları koruyan devlet adamlarına sallamalıyım. Planlar bozup, kavgalar etmeliyim... O zaman belki, anlatacak güzel bir hikayem olur..
Acaba nelere şahit oldu bu kaldırımlar diye düşünerek yürürken kaldırımlarda,üstüne basarak,farkında olmadan bir başkasının izlerini takip ederek-ya da farkında olarak-martı sesleri geliyor kulağıma. Huzur doluveriyor içim. Köşeyi dönüyorum. Pamuk şeker yiyorlar. Şu an bu dizelerde onlardan bahsettiğimden habersiz muhtemelen uyuyorlar. Onlar kim? Tanımıyorum. Çok mutlulardı,anımsıyorum. Pamuk şeker yiyen mutsuz insan var mıdır diye düşündüm. Yalnız,kayalara oturmuş denizi izleyen teyze acaba deniz kokusunun ve martıların farkında mıydı denize karşı oturmuşken? Çoğu zaman farkında olmayız etrafımızdaki güzelliklerin. Belki de martıları ürkütücü buluyordur. Yanına gitmek için dayanılmaz bir istek duydum.Gitmedim.Bana güvensiz gözlerle bakacağından vazgeçtim.Hep böyle değil midir zaten? Yapmayı gerçekten çok istediğimiz şeyleri yapmamamız için çok kuvvetli bir neden vardır çoğu zaman.Belki de yaşadığımız dünyanın suçu.Güvenememek. Dişleri sararmış,kıyafetleri pek de yeni sayılmayan orta yaşlı adam insanları çağırıyor yanına -adam değil tavşanı çağırıyor. Tavşan da anlamış mıdır kalplere çökmüş yaşamın verdiği ağırlığı? Belki insanları biraz gülümsetebilmek için,belki de insanların bunlarla vakit kaybederek ne kadar aptal olduklarını düşünerek renkli dilek kağıtları seçiyor onlara. Tavşancı dişleri sararmış adam bütün varını buna borçlu belki de.Küçük dilek kağıtları ve tavşanına. Şimdi o da bu dizelerde kendisinden bahsedildiğinden habersiz,renkler ve tavşanı sayesinde çocuklarıyla kahkaha atarak yemek yiyordur. Gerçekten kahkaha atıyor mu? Bilmiyorum. Ben öyle olmasını istiyorum. Hayat güzel gözlerle,güzel düşüncelerle güzelleşiyor çünkü. Kalplerdeki ağırlığı güzelliklerimiz yok ediyor. Güzelliklere şükretmek. En derinimizdeki yalnızlığımızı yanımızda taşırken her zaman,tanımadığımız insanlarla hayatı paylaşırken,farkına varamadığımız güzellikler
24
kültür sanat Röportaj: Hüseyin DİKMEN
Konya’da hastaların ayağına kütüphane hizmeti... Bu sayımızda hastanelere kütüphane kurarak Türkiye’de bir ilk gerçekleştiren Konya Kitap Okuyor Platformu Başkanı Hikmet Yılmaz ile Platformun kuruluş ve çalışmaları hakkında söyleşi yaptık.
rerek Konya Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği ile 19.04.2014 tarihinde “Konya merkez ve ilçelerindeki devlet hastanelerine kütüphane kurulması” protokolünü imzaladık.
Konya Kitap Okuyor Platformu’nun kuruluş amacı hakkında bize bilgi verebilir misiniz? 2011 yılının sonuna doğru bir grup kitap dostuyla, kitap okuma özürlü olan ülkemiz, milletimiz ve memleketimiz için neler yapabiliriz düşüncesiyle böyle bir platformu kurmaya karar verdik. Gerçekten ülke olarak, ilim adamlarımızın ve yazarlarımızın da çokça söylediği gibi okuma özürlüyüz. Günde ortalama 4-5 saat gibi düzenli olarak televizyon izleyen, internet kafeleri, oyun salonları ağzına kadar dolu olan bir ülkede yaşıyoruz ve maalesef kitap okumaya ayıracak hiç boş vaktimiz yok! Bu toplumun ileriye taşınmasında bizlere düşen görev okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak için örnek olmaktır. Halkın arasına karışmak, onların yanında okumak ve teşvik etmektir. Sırça köşklerimizde elde ettiğimiz unvanların arkasında durmak değildir. Bu ülkeyi eğitecek olan ve ileriye taşıyacak olan bilim ve bilgidir. Başka da sihirli değnek yok. Bunu da sağlayacak olan güç biziz! Ovidus gerçekten güzel söylemiş; “gençliği kitapla beslemeyen ulusların sonu acıdır” diyor. Bütün bu olumsuzluklara bir çare olabilmek için platform olarak neler yapabileceğimizi bir proje haline getirdik ve çalışmalarımıza başladık. Elhamdülillah bu projemizde başarılı da olduk.
Konya Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği ile yapmış olduğunuz protokolün içeriğinden bahseder misiniz? Genel Sekreterlik ile yapmış olduğumuz protokolle Konya merkez ve ilçelerindeki tüm devlet hastanelerine kütüphane kurulması için ilk adımı atmış olduk. Bu protokol kapsamında; yer temini, gerekli personelin görevlendirilmesi gibi işletmeye yönelik kısımlar hastane yönetimi tarafından karşılanacak olup kütüphane dizaynı, kitapların temini, gerekli yazılım ve donanım altyapısının oluşturulması Konya Kitap Okuyor Platformu ve sponsorları tarafından karşılanacaktır. İlk kütüphaneyi hangi hastaneye kurdunuz ve kimler destek verdi?
Konya Kitap Okuyor Platformu’nun projeleri hakkında bilgi verir misiniz?
İlk kütüphanemizi pilot hastane olarak seçtiğimiz Konya Numune Hastanesine kurduk.
Öncelikle platformun yapmış olduğu projelere kısaca değinecek olursak;
Çocuk kitaplarından romana, bilimsel eserlerden dini yayınlara kadar farklı türlerde binlerce kitabın yer aldığı kütüphaneden, hastanede çalışan 1500 personel, eş ve çocuklarının yanısıra hastanede tedavi gören
-Özellikle hastanelerde gerek yatan hastalarımız gerekse refakatçılar poliklinik sırası veya sonuçlar için beklerken oldukça fazla zaman kaybı yaşanmakta. Bu zaman kaybını engellemek ve faydalı hale getirmek için hem hastalarımız hem de hastane personelinin faydalanabilmesi için buralara kütüphaneler kurulması, -Kütüphanesi olmayan cezaevlerine kütüphane kurulması, kütüphanesi olan cezaevlerinin ise kitaplarının güncellenmesi ve takviye yapılması, -Kütüphanesi olmayan köylerimizdeki okullarımıza kütüphane kurulması. Bu kapsamda ilk olarak hastanelerimize ağırlık ve-
25
müebbet edebiyat hastalar ve onlara refakat eden yakınları tedavi süresince yararlanabilecekler. Bu projede Ana Sponsorluğumuzu 4e Yayın Yapım Ltd.Şti. üstlendi. Hastanemizin kütüphane tefrişatı Karatay Akademi Yayınları ve Enes Kitap Sarayı tarafından yapıldı. Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığımız da projemize kitap desteğinde bulundular. Buradan sizin kanalınızla bir kez daha sponsorlarımıza ve Diyanet İşleri Başkanlığımıza teşekkür ediyorum. Bu süreçte yardımlarını bizden esirgemeyen Hastane yöneticimiz Uzm. Dr. Süleyman Dönmez Beye ve hastanemiz başhekimi Uzm. Dr. Halit Karaca Beye bir kez daha teşekkür ediyoruz. Şu anda hastane kütüphanemiz en güzel şekilde hastalarımıza ve çalışanlarımıza hizmet vermektedir. Özverili bir şekilde kütüphane hizmeti veren ve
Sorgun ilçe devlet hastanelerine kütüphane kurulması için ‘Kardeş Kütüphane’ protokolünü imzaladık. İki buçuk ay gibi kısa bir zamanda 14.11.2013 tarihinde Yerköy Devlet Hastanemizin kütüphanesini hizmete açtık. Yozgat’ta bize öncülük eden Sayın Zeliha Zeki Hanımefendiye ve özellikle bize güvenen, destek veren Genel Sekreterimiz Sayın Tuncay Öztürk Bey’e sizin aracılığınızla teşekkürlerimi sunuyorum. Bu arada kısa bir bilgi notu vermeden geçemeyeceğim. Yozgat Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterimiz 4-5 ay kadar önce değişti. İnşallah yeni gelen Genel Sekreterimiz hem protokolümüze hem de projemize sahip çıkar bizde kaldığımız yerden devam ederiz. Akabinde Çankırı’ya geçerek Çankırı Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği ile 15.11 2013 tarihinde “Kardeş Kütüphane” kurulması için bir protokol imzaladık. İnşaallah önümüzdeki günlerde açılışını yapacağız. Platform olarak bundan sonraki çalışmalarınız nelerdir?
hastalarımızın ayağına kadar kitap servisi yapan Sayın Ayşe Esentaş Hanıma da ayrıca teşekkür ediyoruz. İlk kütüphaneyi kurduktan sonra başka illerden de teklifler geldi mi? Biz platform olarak projemizi Konya merkez ve ilçelerindeki hastanelerde uygulamayı düşünmüştük fakat Numune hastanemize kurduktan sonra gerek yazılı gerekse görsel basından bizi farkeden Yozgat Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği “Kardeş Kütüphane” kurulması için teklifte bulundular. Platformdaki arkadaşlarla yaptığımız istişareler sonucunda Yozgat Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliğinin teklifini kabul ettik ve 28.08.2013 tarihinde Yerköy, Akdağmadeni ve
Öncelikle burdan size ve okuyucularımıza müjdeyi vermek istiyorum. Platform olarak üç yıldır zor şartlar altında görev yapmaktayız. Bu güne kadar Gerek kamu kurum ve kuruluşlarından gerekse kalkınma ajanslarından bir destek alamadık. İçinde okuma sevgisi olmayan, ilim ve bilgiden yoksun maalesef liyakat sahibi olmayan bürokratlar, idarecilerden destek beklemek boş hayal olsa gerek! Bütün bunlar bizi dernek kurmaya zorladı. İnşaallah 14.04.2014 tarihi itibariyle “OYKÜDER” Okumayı Sevdirme ve Yazma Kültürünü Geliştirme Derneği adı altında bir dernek kurduk. Bundan sonraki faaliyetlerimizi bu dernek çatısı altında yürüteceğiz. Konya olarak değil tüm Türkiye olarak hizmet vereceğiz. Kısaca derneğimizin kuruluş amacı; Gelişmiş ülkelerde hayatın her alanında bir yaşama biçimi olan okuma alışkanlığını ülkemize de kazandırılması, sevdirilmesi ve yazma kültürünün yaygınlaştırılarak geleceğin yazarlarının yetiştirilmesinde öncülük etmek amacıyla kurulmuş bulunuyoruz. Son olarak ne söylemek istersiniz? Buradan gerek kamu gerekse özel sektördeki idarecilerimize şunu söylemek istiyorum; Ülkemizin her alanda gelişmesi için okumaya gereken önemi verelim ve bu tür projelere destek olalım. Bugün Japonya, Çin ve Almanya’dan her alanda daha ileri olmak istiyorsak onlardan daha çok okumalı, okumaya önem vermeli, ilmi ve bilimsel araştırmalara gereken desteği vermeliyiz. Otobüslerde, trenlerde, uçaklarda, gemilerde hayatın her alanında okumalıyız, okutmalıyız, yaşantımızla örnek olmalıyız. Bugüne kadar Konya’dan Yozgat’a, Yozgat’tan Çankırı’ya memleketimizin her köşesinde faydalı olunacak her işte, en zor şartlarda birlikte koştuğumuz Ahmet Karauğuz kardeşime de ayrıca şükranlarımı sunuyorum. Allah yolunu açık etsin diyorum. Bu sayınızda bize de yer verdiğiniz için ayrıca dergi yönetimine teşekkür ediyorum.
26
K A R ATAY YAY I N L ARI 25 yılı aşkın süredir perakendecilik, mağazacılık ve toptan kitapçılıkta Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hizmet vererek 2009 yılından itibaren de Karatay Yayınları’nı kuran firmamız, geçmişten günümüze ülkemiz kültür tarihine önemli katkılarda bulumuş bir kültür müessesesi olmuştur.
Okul öncesi ve sonrası eğitim kitaplarından çocuk kitaplarına yüzlerce çeşit eserleri okuyucuyla buluşturan yayınevimiz kültür kitaplarıyla da ülkemizde en zirvede yerini almıştır. Yayınevi politikamız olarak en iyi hizmeti ülkemiz ve milletimiz için bundan sonra da en iyi şekilde devam ettirmektir.
YAZ-SİL BİTMEYEN YAZI DEFTERİ
ETKİNLİK DEFTERLERİ
SÖZLÜKLER 4+4+4 Öğretim Okulları İçin
SÖZLÜKLER 4+4+4 Öğretim Okulları İçin
OKUL ÖNCESİ ETKİNLİK VE KAVRAM GELİŞİMİ
EĞİTİCİ VE ÖĞRETİCİ BOYAMA KİTAPLARI
MASAL KİTAPLARI VE KLASİKLER
KÜLTÜR KİTAPLARI