zaten bütün renkler eskidir. dedi. yüzünün bütün renkleri gibi eskidir. baktığın an kadar eski.
kırlangıçlardan da önceydi
bu dünyada her daim hiçbir Şeyi olmayanların yanında olacağım; kendilerinden, o hiçbir Şeye sahip olmamanın huzuru bile esirgenen insanların yanında. Lorca
Ignacio Sanchez Mejias İçin Ağıt / Federico Garcia Lorca I SÜSME VE ÖLÜM
2 DÖKÜLEN KAN
Akşamüstü saat beşte. Saat tam beşti akşamüstü. Ak çarşaf getirdi bir çocuk. akşamüstü saat beşte. Bir sepet kireç hazırlandı akşamüstü saat beşte. Gerisi ölümdü, yalnız ölümdü akşamüstü saat beşte.
Bakmak istemiyorum ona!
Rüzgar savurdu pamukları akşamüstü saat beşte Kristal ve nikel ekti oksit akşamüstü saat beşte. Boğuşur simdi güvercinle leopar akşamüstü saat beşte. Ve bir kalça üzgün boynuzla akşamüstü saat beşte. Başladı bordon sesleri akşamüstü saat beşte. Arsenik çanlar ve duman akşamüstü saat beşte. Köşelerde sessiz topluluklar akşamüstü saat beşte. Yalnız boğanın yüreği sen! akşamüstü saat beşte. İnerken karın teri akşamüstü saat beşte. İyotla kaplanırken alan akşamüstü saat beşte. Ölüm bıraktı yaraya yumurtalarını akşamüstü saat beşte. Akşamüstü saat beşte. Saat tam beşte akşamüstü. Tekerlekli bir tabuttur yatağı akşamüstü saat beşte. kemikler, flütler çınlar kulağında akşamüstü saat beşte. Böğürüyordu boğa alnında akşamüstü saat beşte. Odası bir gökkuşağı acıdan akşamüstü saat beşte. Süsen bir boru yeşil kasıklarında akşamüstü saat beşte. Güneşler gibi yandı yaralar akşamüstü saat beşte. kırarken camları kalabalık akşamüstü saat beşte. Akşamüstü saat beşte. Ah, o korkunç beşte akşamüstü! Beşi gösteriyordu bütün saatler! Beşti saat akşamın gölgesinde!
Söyleyin doğsun ay, bakmak istemiyorum çünkü Ignacio’nun kumdaki kanına. Bakmak istemiyorum ona! Dolunay. Durgum bulutların atı, boz arenası bulutların çitlerdeki söğütlerle. Bakmak istemiyorum ona! Tutuşur çünkü anılarım. Haber verin yaseminlere küçücük beyazlıklarıyla Bakmak istemiyorum ona! İneği yaşlı dünyanın gezdirdi üzgün dilini kuma saçılmış kandan bir burunda ve Guisando’nun boğaları, yarı ölüm, yarı taş, böğürdüler iki yüzyıl gibi toprağı çiğnemekten yorgun. Hayır. Bakmak istemiyorum ona! Çıkıyor sıralara Ignacio Sırtlamış bütün ölümünü Şafağı aradı ama yoktu şafak. Güvenli profilini arıyordu düş şaşırtıyor yolunu. Güzelim gövdesine baktı açılmış kanıydı bulduğu. Bakmak istemiyorum ona! Duymak istemiyorum fışkırmayı gittikçe zayıflayan; sıraları aydınlatan fışkırmayı saçılıp kadifeye ve meşinine susamış bir kalabalığın. Kim söylüyor yaklaşmamı! Bak demeyen bana!
Kapatmayın gözlerini görünce boynuzları yanında, ama korkunç anneler kaldırdılar başlarını. Ve yükseldi çiftlikler boyunca gizli seslerin yeli, göksel boğaları çağırırken solgun sisin çobanları. yoktu Sevilla’da bir prens onunla boy ölçüşecek, ne onun ki bir kılıç ne öyle yalın bir yürek. Aslanlardan bir ırmaktı akıl almaz gücü, mermer bir gövdeydi sanki kusursuz bilgeliği. Bir Endülüs Roması havası yaldızlardı başını zekadan ve bilgeden bir sümbüldü gülüşü. Ne güreşçiydi alanda! Ne yaman köylü dağlarda! Nasıl inceydi başaklara karşı! Nasıl sert mahmuzlara! Kırağılara nasıl yumuşak! Nasıl da göz alırdı panayırda! Nasıl heybetliydi karanlığın son banderillalarıyla! Ama sonsuz bir uykuda şimdi. Şimdi yosunlar ve otlar usta parmaklarla açıyor kafatasının çiceğini. Geliyor şimdi türküler söyleyerek kanı: türkü söyleyerek batıklıklar, çayırlar boyunca kayarak donmuş boynuzlardan, sendeleyip siste cansız, bin toynak üstünde tökezleyerek uzun, karanlık, üzgün bir dil gibi acılardan bir göl yapmaya yıldızlı Guadalquivir’in orda. Ah, ak duvarı İspanya’nın! Ah, kara boğası acının! Ah, katı kanı Ignacio’nun! Ah, damarlarındaki bülbül! Hayır. Bakmayacağım ona! Hiçbir kadeh taşıyamaz onu, hiçbir kırlangıç içemez, hiçbir ışık ayazı soğutamaz, ne bir türkü, ne bir zambak seli, hiçbir kristal gümüşle kaplayamaz. Hayır. Bakmayacağım ona!
3 UZATILMIŞ GÖVDE Düşlerin inlediği bir alındır taş ne kıvrılan suları var ne donmuş selvileri. Zamanı taşıyan bir omuzdur taş gözyaşı ağaçları, şeritler gezegenlerle. Kurşuni yağmurlar gördüm dalgalara koşan kaldırıp incecik delik deşik kollarını, yakalanmasın diye uzanmış taşa ellerini çözüp kanı emmeyen. Taşlar toplar çünkü tohumlarla bulutları, tarla kuşunun iskeletini, yarıgölgenin kurtlarını ama ne ses verir, ne kristal, ne ateş yalnız arenalar, arenalar, duvarsız nice arenalar. Yatıyor şimdi taşın üstünde soylu Ignacio. Her şey bitti; ne oluyor? Bakın yüzüne: ölüm solgun kükürtle kaplanmış karanlık bir minotorun başını yerleştirmiş. Her şey bitti. Yağmur işliyor ağzına. Hava çılgın gibi bırakıyor çökük göğsüne, ve sırılsıklam karın gözyaşlarından Aşk ısıtıyor kendini sürülerin üstünde. Ne diyorlar? Leş kokuyor sessizlik. Buradayız işte uzatılmış gövdeyle sönüp giden bir zaman bülbülleri olan o kusursuz biçim doluyor şimdi dipsiz deliklere. Kim katlıyor kefeni? Dediği doğru değil! Türkü söyleyen yok burada, kimse ağlamıyor köşebaşında, ne mahmuz vuran biri var, ne yılanı korkutan: bir şey istemiyorum burada açılmış gözlerden başka bakayım diye durup dinlenmeden bu gövdeye. Gür sesli adamlar olsun istiyorum burada. Atları yatıştıran, ırmakları çeviren: iskeletleri ses veren, güneş ve çakmaktaşı dolu bir ağızla türkü söyleyen. Onlar olsun istiyorum burada. Bu taşın önünde. Dizginleri kopmuş bu gövdenin önünde. göstersinler bana var mı çıkış yolu ölümün kıskıvrak bağladığı bu kaptan için. Bir ağıt göstersinler bana ırmaklar gibi tatlı sisleri, dik kıyılarıyla, taşısın diye Ignacio’nun gövdesini, yitirsin diye duymadan çifte soluğunu boğanın. Yitirsin dile yuvarlak arenasında ayın, çocukken kendini yaslı, sessiz bir boğa sanan; yitirsin diye balıkların şakıdığı gecede donmuş dumanın beyaz çalılarında. Örtmesinler yüzünü ak mendillerle alışsın istiyorum taşıdığı ölümüne. Git, Ignacio: duyma sıcak böğürmeyi. Uyu, uç dinlen: Deniz bile Ölür!
4 OLMAYANA CAN Ne boğa biliyor seni ne incir ağacı, ne atlar ne evindeki karıncalar. ne çocuk biliyor seni ne de ikindi çünkü ölüsün sen sonsuza kadar. Ne taşın sırtı biliyor seni, ne içinde için de çürüdüğün siyah saten. bilmiyor seni sessiz anıların çünkü ölüsün sen sonsuza kadar. Sedef kabuktan borularla gelecek güz, buğulu asmalar, kümelenmiş tepelerle, ama kimse bakmayacak gözlerine çünkü ölüsün sen sonsuza kadar. Çünkü ölüsün sen sonsuza kadar bütün ölüleri gibi yeryüzünün bütün ölüleri gibi unutulmuş cansız bir köpekler yığınından. Kimse bilmiyor seni. Kimse. Ama türkünü söylüyorum ben. Profilini söylüyorum geleceğe, inceliğini. Anlayışının dile destan olgunluğunu. Ölüme iştahını senin, ağzındaki tada. Yiğit neşendeki kederi söylüyorum. Kolay doğmaz, eğer doğarsa, böyle katıksız, böyle güngörmüş Endülüslü. İnceliğinin türküsünü söylüyorum inleyen kelimelerle anarak üzgün bir yeli zeytin ağaçlarında.
Çeviren : Erdal Alova,
Savaşın Ortasında Dili Tutulmuş Bir Kedi
Savaşın ortasında... Susamıştı Susuzdu Su dolmuş miğferden su içti Gözyaşları sudaki yüzüne damladı Yorulmuştu Yorgundu Eşi kaybolmuş postalın içine girip uyudu Savaş sonrasında... Kuş avlamayı bıraktı Günlük tuttu Kuşların kanatlarında getirdiği pastayı yedi Fareyle şakalaşıp Kelebeklerin dansına katıldı Karların eridiği bir gün Yanında bir kemancıyla Siyah renkli faytona zıplayıp Gitti O,kafasında şiir dolaşan ilk kediydi Erdinç Özdemir
BEN BİR KATİLİM !!! Ben bir katilim… İnsan hayatına değer vermiyorum. Amerika gibiyim. Fakat kendimi de, işimi de ciddiye almıyorum. Yaşamak ya da ölmek umurumda değil. Adamım Kurt Vonnegut’un dediği gibi “dünya, uzaylıların akıl hastanesidir.” moron değilseniz, böyle bir gezegende iyi olunamayacağını bilirsiniz. Çünkü boyun eğişin ürünü olan hiçbir iyilik, ahlaki değildir. Kurallara uymak, şahsiyetsizleşmeye vardırır. Uygarlık disiplini denen şey, insanın olgunlaşmasını engelleyen sistemdir. Ermişler gibi metropolden kaçıp tabiatla haşır neşir olmayı özendiren bir tek reklâm göremezsiniz. Teknoloji aptalların kötülük yapmasını kolaylaştırmaya adanmıştır. Eğitim, iş, aile, sağlık, iletişim, politika, güvenlik, eğlence… Kısacası sistemin her ana unsuru, köleliğin şablonlarına uyarlanmış durumda. Hakikatten umudumuz kesildi. Yalnızca bir sonraki yalanı merak etmek bizi ayakta tutuyor. İnsanlar birbirlerinin dertlerini kusur sayıyorlar. Hayat, insanın kaybetmekte olduğu bir oyuna dönüştü. Suç, ihlal, terör, delilik ve kaçışın sunduğundan başka bir özgürlük seçeneği kalmadı. Suç artık cezalardan oluşan işleyişe direnmenin adı olmuştur. İhlal gayri insani sınırların dışına çıkmaktadır. Terör, bireyin özne niteliğini açığa vurmak için yapabileceği tek eylem türüdür. Delilik, düşünmek, soru sormak ve en korkuncu itiraz etmektir. Kaçış artık intihar teşebbüsü havası taşıyan bir vazgeçiş ve terk ediştir.Tersini de düşünebilirsiniz: Küresel kötülük sisteminin bir parçası olduğumuz için otomatikman suçluyuz. Sistemleştirilmiş ihlale angaje olmuş vaziyetteyiz. Korku düzenine itaat ettiğimiz için rehine, bu yolla düzenin ömrüne ömür kattığımız için de teröristiz. Düşünmüyoruz, çünkü deliyiz. Ve özgürlükten kaçıyoruz. Hapishanede idman yapan mahkûmlarız… Çağdaş meşruiyetin temeli, hakikat aleyhtarlığıdır. Birey ise körkütük budalalığın bedenleşmiş halidir. Lakayıtlık ve münasebetsizliğimize rağmen, her nefes bizi ölüme yaklaştırıyor. Cehennemi boylamayı göze almış olmanın rahatlığıyla hareket ediyoruz. Ben, işte bu kesin yenilgiyi neşeli hale getirmeyi umuyorum. Oyunu hızlandıracağım. Suikast, bombalama, kundaklama, soygun ve adam kaçırmalarla tansiyonu yükselteceğim. Halka silah, uyuşturucu ve sahte para dağıtacağım. Güçsüz, yoksul, anonim ve sahipsiz olmak bir imtiyaz haline gelinceye dek! Tüm ünlülerin vurulduğunu ya da rehin alındığını düşünün. Banka, resmi kurum, holding, borsa ve medya binalarının; alışveriş, eğlence ve iş merkezlerinin havaya uçurulduğunu hayal edin. Fabrika ve gemiler yanıyor. Herkes silahlı. Okullar tatil. Ülke deri değiştiriyor. Ve paranın satın alamayacağı şeylerin dünyasına geri dönüyoruz. Kaosun fitilini ateşlemek için şebekenin başına geçmeyi bekliyordum…! KARANKUŞ
z覺n
izzet yasar
VURKAÇ, GİRKAÇ!.. -Sonu meçhulden tekrar Lorca… Sene 2013… Tarihe not, beşe bir kala!.. Bu yazıya girizgâh, beni ortadan bölüyor. Çünkü; Adnan Onart’ın yapısalcılık üstüne yazdığı bir yazıdan yola çıkarsam, diyebilirim ki, hepimiz bir yapıya mahkûmuz ve karşısında duruyormuşçasına farkında olarak/ olmayarak ona eklemleniyoruz. O yüzden, yazının da sözün de hükmü yok. Kendine içkinliği dışında, bir gerçekliği ve hakkaniyeti namevcut… Bunu niçin belirtiyoruz? Çünkü, giderek sivrileştirmeye başlıyor bizi yaşadıklarımız. Özellikle, şiir alanında… 2000’lerden beri içinde olduğumuz, yayın yapıp kaçtığımız, kokteyllerde/ şiir günlerinde/ toplantılarda/ fuarlarda görüşüp yanlarından ivedilikle sıvıştığımız insanların arasındayız. Ne dışında kalabiliyoruz çarkın ne de içine girip, edebiyat çatısı altındaki edepsizlikleri görmeyi midemiz kaldırıyor. Dedikodu bıktırdı ve kabile, klan, çevre, hocalık, şair-i azamlık, üstatlık, adamcılık, kadıncılık, şiirin fahişeleri, ideolojinin ya da edebiyatın iktidarperestleri. Bir davanın uğrundanmışlık/tanmışlık/ gibi, heyecanla ödül kucaklayanları… Şaşkınlıkla izliyoruz. Eve gidince şiir için acı çekiyorlar mı? Nasıl katlanıyorlar bu kadar maddi bir karşılığa, görünenden dünyaya? Bilemedik. Allah her birinin yolunu açık etsin, ne diyelim. Biz tam içine giremedik. Umarım; kendimizi merkezde bulup da, sahteden gülümsemeye dönüşmeyiz veya abus, tepeden bir bakışa. Edebi kibirgezere… Arkadaşın arkadaşa şiir eleştirisi yazdığı, -üstelik de, çoğunun bunu ricayla gerekçelendirdiği- noktada yapı kemikleşmiş. Kırılan ona çarpan oluyor. Kemik değil, unufak… Hakikat, yapaydan/iddialı sözlerin giyotinine kurban gidiyor. Dizeden kelle… Yuvarlanıp, Hamlet’in avcuna kırmızıdan düşüyor: Yazmak ya da yazmamak!.. YazAmamak, yazDIRILAmamak… (!) Bazılarının İbrahim gibi yanmasının, İsa gibi çarmıha gerilmesinin, Meryem gibi dışlanmasının anlamı ne? Kıskançlıkların, cinsel tellallıkların, cilveli gözkırpar dizeyazarlarının, şiir şudur bu değilcilerin, o da şairse ben şairliği reddediyorumcuların, şu şöyleymiş o böyleymişçilerin arasında bu yazının yeri nedir? Bence, yapının önünde ağlamak… Duvarın önünde… Sadece, yakınmak… O kadarcıcık cık cık… Ötesi… Değişir mi? Şiir dünyayı kurtarabilir mi; büyük mü büyük, tavustan kuş, afiş açan, balonlu bir şey mi? KESİNLİKLE HAYIR!.. Eğer; şiir bilinçaltını bilince doğru uyumsuzlukla dönüştürecekse, bugün aşırı lirizmden boğulmuş durumdayız. Cesur dizelerin değil de teknik-naylon dizelerin bizi heyecanlandırmadığı, şiirin sansürden, benzeyişlerden, yüksek söz sanatlarından içinin boşaldığı ve çaresizliğin yanından batik fularlarıyla, toptan sakallarıyla, tak takıştır çantaylarıyla, dokunmatik telefonlarıyla havaiden estetikle uçuştuğu noktada; o süslü kitap kapağı resimlerinden ve ceviz puntolu sözlerden sıkıldık biz. ‘‘Facebook’’/ ‘‘twitter’’ üstünden bile süregiden şair okşamalarından, birbirlerinin pışpışlarından, ortamda unutulmamak için yapılan beğenilerden, yorumlarda şaire ‘‘ağabey, eyvallah iyisin’’ diyen diğer şairlerden, şu şair de şüphesiz ki en yücesiydi deyip diğerlerini hiçeyazanlardan… Offffffffff… Görüyoruz: Mecburuz. Farkındayız: Acı çekiyoruz. Bazen biz de bulaşıyoruz. Kendimizi vurmalıyız, şakaktan!.. Bammmmmmmm!.. Şiir ontolojisi bu kadar tamam mı kafalarda? Mesela, rahmetli genç şair Kemal Taştekin’in şimdi elimde olmayan, yayınevini bile anımsamadığım ‘‘Ortadoğu Diyalektiği’’ kitabını –şimdinin parası- elli kuruşa bir sahaftan bulduğumda, tüylerim diken diken olduysa… Ben mi çemberin hayli dışındayım? Şaşırmışlıklarınız/ keşifleriniz/ heyecanlarınız egodan mı kabuklar bağladı sizin? Büyüdünüz mü? Şair büyür mü? Biz de mi büyüyeceğiz? Eyvah!..
Şiir devrimse –devrim, salt ideoloji değilse; yapıyı kıramazsa bile, zorlamaksa-, onurluca, adı Türk şiirine yazılmazsa bile; bir kadının süt kesiği aşkına, bir boyacı çocuğun fırçasına bulaşarak kendi mezar taşına koşarcasına sarılmaksa; bummmmmmmmmm!.. Lorca… Ezilenin yanında, onuruyla ölen ve daha sonra –pek çok şiirperest, bilgi fetişisti, entelektüel yürürgider tarafından duyumsanamayarak- eksik sahiplenilen doğru bir isim… Fanzin de öyle!.. Fanzinden Lorca!.. Demiştik bir yerde; Deleuze yaşasaydı, bir fanzine yazısını verebilirdi diye. Çünkü; kök-sap ana-akımı (yapıyı) arayüzeylerden girerek yıkamasa bile, zorlamak üzere vardır. Hücrenin demirlerini sarsmak… İsyan… Geldiği kökü sorgulamak… Babasızlık, annesizlik; babaya anneye hürmetle ama ona karşı durarak… Yeni söz… Dil kurarak… ‘‘Yersiz yurtsuz’’… Kafkaesk… Bilinci reddediyor; göstermelik gündemleri, aynı isimler ekseninde dönen oluşumları, ortak imgeler prensliğini, karı-koca, sevgili-mevgili, baba-kız, müdür-torpil her türlü bileşkeyi… Eğer; orada hakikati kovalayan değil de, yapıyı devam ettiren bir şeyler varsa… Bilinç akışına sığınıyor. Fanzin böylesi bir akışta hem suyun berrak hem de bulanık yanını görüyor. Sadece, kitapçılarda değil; abartalım mı –atış serbestbir hayat kadınının imanına bulaşıyor. Otobüste koltuğu kapatıyor, kafede çay bardağına bulaşıyor, kaldırıma düşüveriyor. Evet; bizim şiirimiz bazı ütülenmiyor. Amannnnn bir şey olmasın dizeciklerime ve yüksek sesle, kahkahalarla okunsun demiyor. Kimi zaman buruşabiliyor. Epriyor, yırtılıyor ucu, acıya acıyor, yaşa yaş ve sese ses gayesiyle harekete geçiyor. Yürüyen şiir… Hayat gibi saçma bir hal içinde diğerlerine göre… ‘‘En az’’ (!) rolü o kesiyor!..
TINISI AH’I GEÇTİ OH, EVET GELİYORUM AŞKIM İLK DİZESİ
topuğundan ayakkabıya/ kır bacağını, otur aşağı/ kulağım duyamadı: vajinamdanaşağıkasımpaşa/ğı!.. yürü’beden, üstüne tam biçilmiş kefen kasabın satırı deşemeyecek onun yüreği kadar pazar yerlerinde sürüm sürüm eteklerini basılan marulsun üstüne, çöpteniğretinasırlıvıcıkvıcık bir orospunun karın tokluğundan hakiki olamayacak aşk olamazsın, yerine’ler meclisinde mecbur yaşama maruz, memnuniyetin çivili başı dibini göremediğin çukurda ayakkabıları sürüklenen açık hava hapishanesi, kitaplar kerhanesi tatlı sözlerle deniz kenarında doğmadın sen annen, baban, sevgilin, kocan... klanın kaynattığı kazan tetrazonlar, aynı yöne yüzgeçli, su pisliği lirik kuşun ötüşü alarm, kır saati, gerçeği gitmeye’öle’say sahteyi tersinden pattttttttttt bombadır, ilişkiler şişkinliği yaşam rakamlar, harfler, krediler... delirmeden çölden şehre otobüs, akıl hocası fuları recmin taşları gözden fır bebekler en çakılını atan, seni en seven yalan değil, kurgu söyleyen durakta bekleye’gel şehirden çöle yırtınarak, çıplak!.. düz görünenin arkasında çokkkkkkkkkk ters/lik var!.. bacaklar arasından geleceğe köprüdür en iyi yatırım otosansür, ota sansür, boka sansür… şiiri bu işe karıştırma onun hadi soyun’la hiçbir ilgisi yok!.. Neslihan Yalman
struma ya da kıpı kız çocukları sıtmayı ağzına deniyor birbirini, ağzını size göre bir uzakta bekletiliyor bize göre “istanbul açıklarında 1941 aralık’ı”
dili kaç gram karanın ki ölümü ötmüyor?
olmayanlar gemiden! size göre bir hiç burada tartılıyor bize göre çalkalandı mı (bir şey) bulanıklaşır dişlerinin uzamasından ısırıyor yanık yapıldak şeyler bize göre “karadeniz’de 1942 şubat’ı” bir yok-gemi’de tek kurtulanlı çocukların dilleri -103 dilkarınlarından oralarınaoralarından dizlerinedizlerinden tırnaklarına sarkık gözkapakları gözlerinin üzerine kapanmıyor anlık bir kıpı size göre bize göre adı struma ‘sefine’ diyor ece. anita sezgener
tali(m)
beni yutmaya çalışan prototipik beyaza durdum. zamanı tuttum. ürpertilerle kusacaktım, dokunurken döngünün içindeki izleme, aniden düşmeye başladığında tüm sancılar tepetaklak. alabora tekneler kıyıya yakınlaşsalar ne olacak? yine beyaz.. oturdum tam ortalarına. sırtımı kendiliğime yaslayıp, kollarımı astım netameli salınan havaya. yaratarak dinmeyen boğaz üçlemelerini, enjeksiyona kara kızıl sokuldum. perdeye doldu volta atanlar gerisin geri. bir yerlerimde gözenek olur bu fısıltılar. metaforik rastlantılara yıllarca tükürdüğüm dilimi, masaya örttüm. dudak aralarımdan kopan et parçacıklarını özgürlüklerine yaydım, kırmızı baloncuklar üfleyerek. pat pıt.. incinen “bir” duydum, ona yöneldim susayarak. ardından birkaç çığlık kahkaha tadında. bu kez “birkaç”a yöneldim, patlatıp kulaklarımı içtim. hiçliği dinmeyecek susuzluğuma övgüler saçtım, astım salkımlarına. birkaç seri cinayet arzusuyla doldu hiçliğim. kırıntılarını eşelediğim ruhunu yeniden, yeniden, yeniden öldürebilsem.. damıttım kanımı, tazeledim piçliğimi. rehabilite uzama yayılmış olan çarpaşık harfleri unuttum, noktaların tümünü yuttum yalaya yalpalaya. kübik masallar eşliğinde seramoniye pus… pençeleri yoktu ki. üç beş cümleli sabah rakısına küflü peynirler yanaşacak yine. can atan parmaklarıyla deşmek yaşanmışlık yazıtlarını. kara incinin dibine bir kara inci daha. düş(tü).
hah! o anda akmaya başladı birkaç hadımın duyargasız leşi tozluğun orta atlasına. biriktirdiler ellerinde, yanlarında, yörelerinde ne yoksa. bir çırpınmada hepsini ağızlarının kuyularına attılar. incecik haykırışlarından hemen sonra, patladılar. bol davetiyeli sayısız görsel şölen! rengine kül beğen. karşı karşı pencerelilerde patlamaları tiz çığlıklarının ertesinde okusam.. bitkin’in yanı başında farelerle birlikte uyudum. gecenin varoşlarına sürdüğüm yüzümü zamansız boşluğunda(boşluğumda) dansa kaldırabilsem..
kalktım, kaşımı gözümü çekiştirerek. anaforlarımı avuçlayıp, adım adım kaçtım. yukarı, hep yukarı… uzaklaştım mı sandım. odacıklara kök boyası sürsem..
evren evrim önal
I
extacy çiko
bak ne g ze l de saklamış kanın kuü ız d r u m nereye baks amış henüz gözirleilriğini ve isyan jiletak o keskin masumiyimizde jilet et kaldırımları kim tükürdükim tükürdü toprağ neydi kaldır seni kaldırımlara a koyan bu kirımlardan söküp sen i li mezara neden bu sü hangimiz şa rüngen yalnızlığı ne hangimiz piçştı yerle gök arasınd den ihanet ettik e piç dengesindeyk a en sokaklara susmak mı y koca bir boş ine çiko luk mu II çık bir tu acele et fan şekeri alalım çiko hemen bak kan dön gök düşmüymüyor yer kalkmıy or azıyor yalnızor lığın diş gıcır çık çiko datan durgu nluğu geliyoruz ke kendimize g ndimize yitiyoruz bizeldikçe çık biz, biz o olmayanları çık kalabalık lmayalım hadi çiko laşalım biz olmayan larımızla teslim etme b iz i kendimize hadi kesik bitkisel karddamarımız eşimiz hadi
yıllar hayaletini ço bir boşluğa ğaltarak geçiyor sen yaktığın sıçtdönüşüyor yıktığın uyurken gün dolmuyığın her sokak şafak sökmü or gece solmuyor ateşimizi za yor be çiko köz zamanlapt eden bu sinsi dur gunluk r doğuruyor sen uyurken derin efkar d oyuncaksız kalan A şimdi hayat ağıtıyor karanlığa zrail şimdi daha bdaha geçilmez be çik üyük kara k ızıl nefreo çık bu uzun t im iz durgunluğu geceden çiko m hadi uyan uza el ver bir tufan çık bu kez kentin ortasında hadi kan dşeelikeri alalım r s in çiko gök düşsün boynumuzu keselim yer kalksın sarsılsın yaln hadi çık yiyorsa ızlığın teme li piç çiko çık bu kez beraber ölelim çık sırtlarına b in e lim ebanile devriyelerde lokman kurucu rin n dayak yziy elim
Tam 1 Çirkeflik İçine Düşmüşüm! oyun evresi Tanrı yazmam için izin verdi… Tüm sözcükler bir vahiy gibi indi dilime, kalemime. Yazmanın bir hastalık olduğu yerde, paranoyakların sadece çalıntı imgelere ihtiyaçları vardır. Monologun girdaba dönüştüğü yerde, diyalog hep imkânsızdır. Dikkat! Takip edilmen seni bir yazar yapmaya yetmez. Sapkınlığın dili geceye uçkur çözerken, ben kadının kırmızı çerçeveli gözlüklerinde esir kalamam. Burası senin şehrin değil; selamsız bir hiçlik içinde yalnızlığın usulca beklemekte. Ruhunun gizini gördüğünde şöyle haykırmıştı kadın: tam bir çirkeflik içine düşmüşüm! oyun teorisine giriş: 1-her oyun kendinle oynanır. 2-robot adamlardan soru cümleleri çıkması bir risktir . 3-güneş her zaman aydınlıksa hayat hep sıkıcı bir karmaşaya mı evrilir? Çalıntı metinlerimi kışkırtacak imgeler gerek mi, bu galaksi de ‘tıp’ oyunu oynanıyorsa? Kutsal bir ayartıcı olarak evdeki hemşire telkinleri, çocuk susuşlarda; sus, sus, us… Tanrı oda-yazımı terk etti. oyunlara katılım bilgisi: Bir ismin mutlaka olmalı, yoksa simgesel düzende hiç yoksun. Peki, bay perşembe olası her dünyada nesnel bir isim midir? Bir şeyler bırakmak istiyorum geride her ölümlü gibi, benimkisi mutlak yazılı olarak. Tanrı benden ismimi çaldığı günden beri, sadece bir metinim. oyunbozan Sözcüklerimi geri istiyorum. Tek bir şiire vurulabilecek sözcükleri. Yazmak bir monolog eyleminden başka ne olabilir ki? Ölümlü bir bedenin içsel döküntüleri. Yazılabilecek her metin bir sayıklama. Tanrının imgelerini aldığı bir kalem, çalacak düş arıyor, satırlara vuracak. Yalnızlık ruhumun cilası, bilmiyorum, belki anımsıyorum: sıfırdan başlayan Babil Kulesi. ‘sıfır noktasına varınca sayacı sıfırla’-bir romanın giriş alıntısı. Neuromancer-William Gibson Romanın özeti= Lacan’ın teorisine göre iletişim imkânsız bir eylemdir. Bilgisayar korsanı Case, yapay zekâ ile iletişeme geçecektir, sanal bir uzayda. Türler ötesi, soyutla somutun tek koordinatta buluştuğu bir sex deneyimi. Ve bu bana ilham verdi. oyundişi Evdeki kadını kısaca öldürdüm; sessiz ve kısa olur bu hep. Ve o gece tüm bedenin en işe yarar kısımlarını pişirip, yedim: beynini, kalbini, dudaklarını, amını… Gece sözcükler sökün etti ufkuma. Sabaha kadar durmadan yazdım. İnsanlar işe giderlerken sızmışım, öğlen kalkıp hiç durmadan 30 saat yazdım. Sanırım ilk romanımı kısa sürede bitireceğim. Kadının eti her zamanki gibi, her sevişmemizdeki gibi lezzetliydi, akıcı ve neredeyse kaygandı. Tıpkı şu an bir ekrana akıp duran imgelerim gibi. Tanrı; yine benimle, teşekkürler Sayın Tanrı. 2009-2010-2013 Rafet ARSLAN
REYHANLI GÖĞÜNDEN BİLDİRİYORUM Buralarda yuvarlanma faaliyetleri devam ediyor kaptan Parçalanma endeksi tavan yaptı, can borsası kapanmak üzere Hadi al, küçük salak umutlar, git ondan kömür iste Git ondan makarna iste, o sana ne istersen verir Bacaklarımı kaybettim diye üzülme, o sana bacaklar verir O bir sürü yol yaptı ama kaptan, bir sürü gözyaşı yaptı Git ondan kader iste, az ısıtılmış ama tehlikeden uzakta Her yana dev binalar dikti o, sana yaşam sundu Çekinme iste, hakkındır, kardeşinin kafasını iste Annenin kulakları gıcırdatan ağlamasını, ama sadece gıcırdatan Ya o baban, babanın hiç mi hakkı yok bu kanlı dilekte Baban için bir araba iste, içine bomba koy, sür Onları suçlama sakın, onlar mutlaka haklılardır Onlar haklılar çünkü beş para etmez ciğerini sattın değil mi? Ben yuvarlanmaya başladım, bence sen de yuvarlan Yuvarlan ve yuvarlanarak bir ateş düşü gibi orta doğuya dökül Onlara yalvarmaya devam et kaptan, seni ancak… Seni ancak onlar kurtarabilir, değil mi, kan seni yaratacak Değil mi, kan seni onaracak, iç, onların tasından kan iç Televizyonu aç, korkma, mamanın sıcaklığını kontrol ettiler Gazeteleri aç, mürekkep lekesi, ama sadece mürekkep Tüm bunların yanında faturalarını öde, vergini öde, öde, öde Borcun hiç bitmeyecek kaptan, ölürken, öldükten sonra Ve yuvarlan güneylere doğru yuvarlan Toprağım, kentim, benim insanım, sevgilim, gardaşım Sen de yuvarlan, sınırı geç, saldır, saldır, saldır Ve kimse ölmedi de, kırk kişi de, alışmalıyız de Sözlerim bitti, sözlerim bitti, sözlerim bitti Ama git onlardan özgürlük iste, demokrasi falan Ama git onlardan kitle imha silahları iste, verirler El bombası iste, tabanca iste, top iste, tüfek iste, verirler Ama görme canım sen de ne yaparlarsa yapsınlar Çünkü senin henüz yanmış vücudun yok, o da olacak Çünkü senin evin yerli yerinde duruyor, o da Çünkü deniz kenarına inip çay içebilirsin, o da Çünkü sevdiğin kimse henüz ölmedi, o da Yuvarlan kardeşim, boğul, yoksulluktan yokluk kus Ama ver kardeşim, oy ver, sesini ver hatta kıçını ver Ama ver kardeşim, ver, ver, ver… Çünkü baban küçücük bir kutuya sığdırmadı uzuvlarını Çünkü sen, siz, hepiniz… Beni bundan sonra aramayın, gömüldüm ben, gömüldüm ONUR SAKARYA
siyah / beyaz diyelim kardeşin, çocuğun, annen, baban senin başına gelse kesinlikle cezalandırılmasını isteyeceğin kötü bir şey yapsalar birine, onu polise ihbar eder miydin? 1000 yıllık soru. cevabınızın genellikle ‘kol kırılır yen içinde kalır’ eğilimli olacağı tahmin dahilinde. genel eğilim bu olunca niye etik kitabı yok bu ülkede sorusu boşa düşer. peki özgürlük mücadelesi içindeki biri devletçe kovalanırken diyelim arabayla ve yine diyelim ki kırmızı ışığa denk geldi. kırmızı ışıkta durmalı mıdır? kimindi bu örnek hatırlamıyorum şimdi, belki chomsky; dikkat soru 1000 yıllık değil. hayırsa, cevabınızın açtığı pencerenin‘kol kırılır yen içinde kalır’dan çok farkı vardır, burası kritik. ama hala etik kitabı yok bu soykırımcı ülkede. bir etik kitabı politize taktik kitabı değildiri de ekleyerek, karıştırmayalım. beyindeki sinir hücrelerinin dağılması en çok sağdan soldan iki kişinin birine vurmasıyla olur, ya da devletin vurmasıyla. “iyiler kemikleriyle gömülür” vari bi şey hatırladım, julius caesar’da mıydı? yumuşak bir zeminde toprağı kazıp dururken sert zemine rastlarsanız yani beklenenin tersine, orayı da kazınız, kemiklerin yanında devlet çıkacaktır. ‘silahı bırak’ cümlesi komiktir, niye bırakılsın ki! “aklımı kaçırıyorum”la sorunum var benim. cümlenin gizli öznesi ‘ben’. sanki bunu ben yapıyormuşum gibi. “toplumun intihar ettirdiği”ne inanırım ben. bu yüzden doğrusu “aklımı kaçırıyorlar ya da kaçırttırıyorlar” olmalı… saldır süper ego’ya solla kendi sorununu, ha-ha… kundakçıların kendilerini rahat hissettikleri yerde yangın çıkarttıkları söylentisi var. itirazım, merkezinde insan varsa sivas’daki faşizmde görüldüğü gibi, konu rahat hissettiklerinden daha fazla. içinde o insan(lar) olduğu için onun, onların bulunduğu o yerden de nefrettir asıl ve ilkin. bu yukarıdaki söylenti insansız mekanlarda çıkartılan yangınlar için geçerlidir daha çok… sürgünün anahtarı var mı? yoksa tarihin bir anına saplanıp yiter. silinmek çok rastlanılan bir şey… biri örneğin sadece hiroşima’ya atılan bombanın etkisini görse ki gördüler bir daha nasıl bomba yapabilir ki? bu romantik soruda ısrarlıyım… taşıyıp dur bir kayayı. an gelir yuvarlanır aşağıya. sonra tekrar çıkart yukarı. yahu, esas mesele yüklerden kurtulmak olmalıyken bu ne süblimasyon. gün gelir dizlerinin bağı çözülüverir. hazırlıklı mısın buna. oluyor işte. başka bi şey öğrenemedik; öğrenmek dediğim de kabul etmek, başka bi şey değil yol. neysen o kadar… derinlerde her şey acınacak kadar basit. ilginç olan ve hayatı da ilginçleştiren savunma mekanizmaları, berisi tekillik... dün boynum kaşındı, et benimsi bi şey çıkmış. bedenim kötülüğü dışarı atmaya çalışıyor. ‘onlar’ı mı, bendekini mi acaba?.. bugün dolunay yok… uygar asan
GÖRÜNTÜ GÖRÜNTÜ fondip, saksafon eşliğinde mastürbasyon, fotojenik olma ihtimali hormonlu virüs, silikonlu göğüslerini spot lambasına dayadı önce televizyonu yumrukladım, televizyon süs likit fon, paçalı don, mutlu son; mutlulukta yüzde on indirim mutluluğu tüketin, fonksiyonel ya da işlevsel ikisi de değil önemli değil göründüğü gibi değil. maket bıçak ve fon kağıdı eşliğinde gramofon yapan kedi fonem, para birimleri ve aramızdaki diğer astronomik birimler dahil göründüğü gibi değil, içimiz dışımız oto yıkama, oto yalayan köpük pornosu, bir sonraki dosyamız: murat yüzotuzbir ve seks yarılan burun kırılan kaş patlayan dudak tamponu, vergi, stopaj! mizanpaj pasajında makyajını tazeledi kim? otomatik kapı açıldı, asansör fantezileri bir; sakso çeken masum köylü evet efendimcilik hayır efendimcilik, papatya toplamak ya da korkmak göründüğü gibi değil gramofonda saksafon sesi elektrokimya ya da elektrogitar ikisi de değil dikiş bilmeyen terzi, otobur kasap, yalınayak ayakkabı boyayıcısı edimsellik, amel, iş, fiil hiçbiri hiçbiri değil göründüğü gibi değil götümde bir minare mevcut, mevzuatlar kanunu yetiş. daimlik, denetim ve kurulları, çocuk bilimi dağ bilimi, devinimsel devrim devşirme dilbilimler ve onların piç padişahları ve onların hiç peygamberleri eş ses eş anlam eş değer eş biçim eş başkan eş cinsel eş eksenlilik eş güdüm eşit özgür eşekbaşı ve eşantiyon geçimlilik değil. göründüğü gibi değil yerinden fırlayan kalp, içine gömülen ant kibir kibrit ısrar tekbir ve itaaaat değil. lütfen, siktirin grimsi gırtlağımda gayrimümkün hacim taş ağıt makas, şargoz kolonisi, düzen feykte ameliyat değil. başmuallimle muhallebiciye gitti kim? aklıevvel başimamla seks benlik yitimi beni sik ağrılar ve kesicileri, anestezi azizleri anonim üretimler betimleyiş, benzeşim, benimsetiş değiller biçimlilik nasıl biçimleniş neden sansar ya da simsar, siz de. lütfen beni yalnız bırakın göründüğü gibi değil. zorunlu depremler ve onların sigortası, cenaze töreninde toplu düğün merasimi. aç simit satıcısının holding hayalleri kendi kalenize attığınız gol
müslüm çizmeci
ŞAİR, KENDİNE KARŞI Cihan Oğuz Şair de insandır. Onun da zaaf açısından diğer insanlardan pek farkı yoktur. Aşık olur, evlenir, loto oynar, bir daha aşık olur. Son nefesini verinceye kadar kendine karşı savaşır. “Nefs”tir belki tanımlanacak hali; ama dinsel anlamıyla değil, kendini hizaya çekme babında. Sadece kendi hayatını değil, hiç kimsenin geleceğini kuru gürültüye getirmemektir çabası. Bunu yaparken dört dörtlük bir ideolojik donanıma sahip olma kaygısı gütmez; o ideolojinin hükümran söylemlerine bel bağlamadığı gibi. Öyle olsaydı eli bu kadar serbest kalmazdı. Zaten hükümran söylemlerinden arınmayı beceremeyen bir ideolojinin hayatla ne kadar ilintili olduğu da izaha muhtaçtır. Adam gibi şair, işte bu yüzden karşıdır ödüllere, yarışmalara, armağanlara. Kimseden icazet almaz. Jüriye şiirlerini sunarak, sosyal bilgiler yazılı kağıdının okunmasını bekleyen öğrenci misali, heyecan içinde öğretmenin önünde el-pençe divan durup beklemesi gibi dikilmez. Mağrurdur; “ödüllü” yaftasını almaktansa. Çünkü ödüllerin edebiyatın “sus payı” olduğunun bilincindedir. “Artık bizdensin!” adi komandit şirketinin bir bölüm hissesidir ödül. Rüşvettir. Şairleri sidik yarışına sokup, güya bunu etkinlik sanma yanılgısıdır. Günde elli kez eleştirip itin götüne soktuğu o kapitalizmin en önemli ilkesi olan rekabete kapı açmaktır. İşte şair, nefsiyle, kendine karşı mücadele ederken o eşiği sessizce geçmelidir. Ödüle yüz vermemelidir. İçindeki zaafları ehlileştirmelidir. Alkışı jüriden değil, belki yıllar sonra bir okurdan, tanıdık bir şairin övgüsünden duymalıdır. Ama tarihe kalmak gibi bir saplantısı varsa, yani şiiri egosunun tırmanma şeridinde bir basamak olarak görüyorsa, o zaman yapacak bir şey yok. Basamakları ikişer üçer koşarken, mutlaka bir gün tökezleyecektir. Eh, kıç üstü düşmek de bir ödül sayılır, kafa üstü çakılmak yerine!
BİR ÖMÜRTAY ÇALIŞMASI
Tam suyun karaya dediği yere bak Bulutun gökyüzüne Kanadın havayı ilk kestiği Işığın ilk dokunduğu aynanın zamana Belki de ilk yeşile ilk infilak ki ona retinanda kuşkusuz dün gibi sarı olacak belirmem akşamüstü varılacak büyük ağaçların oraya... el sallanmış bir balkon sonrasının ilk değdiği yerden geçiveren taşları üstünü aldığın tamamlanınca eksik saydığın sana kalan perakende karaya tedavülden kalkmış ömrünün.
dur orada bak oraya yaslarken sırtını yavaşça sana yeni çağ.. böyle gürültülü müzemsi ne bileyim semt çadır yokuş pazar yeri sanki ya da kışın mavi öğlen dörtte akşamın dokuzu gibi
akşamüstlerinin, koltuk altındaki mevsimlerin, kumların... tam kenarında ayak parmaklarının ucunda... oraya özgü ağaçları belkili mimiklerinin “camdan kalp umudu” derdi bir arkadaş elle tutulur gibi ne güzel! eski vitrinle taşınmış ama onlar... Keşke küsseydik. Düşmezdik o vakit
Şimdi bu cam kırıklarının hepsi çocuk Azer Mükerrem
11.03. 2013
akıntılar yüz ve parça ama ben hiçbir aman diğer parçama benzemedim… öteki, benzer olmayan ben’in; benzerleriyle buluşmayan ben’in parçası olarak var… yazmak, işte tam da bu noktada yıkıcılığı ya da parçalılığıyla insana bir çıkış yolu gösteriyor… gözün görmediği tek nokta kişinin yüzüdür… kendi yüzünün dışında her şeyi gören göz sezgilerimizin, aklımızın, düşlerimizin parçası olarak kalıyor… fotoğraflara ya da aynalara baktığımızda gördüğümüz yüz kaç boyutludur? yüzümüze baktığımızda gerçeğe yaklaştığımız hissini uyandıran parçalar değil midir? yüzümüz bir bütün gibi görünen bir parçadır aslında… gerçek bir harika mı? “meşe palamudu kilden saksıya ekilirse saksı parçalanır; yeni şarap eski tulumlara doldurulursa tulumlar patlar.” matha 9:17 gerçek, bir ütopya olarak algılandığında insana itici bir güç gibi her zaman büyük gelmiştir… istenen ve korkulan yanıyla gerçek, bölünmüş bir gelecek olarak çıkıyor karşımıza. gerçeğe ne yüklenirse yüklensin bir geçmiş, bir eski hatta gelenek olmaktan öteye geçmiyor, geçirilemiyor… bir sanat eserini değerlendirirken “son derece gerçekçi, müthiş gerçek!” vb. nitelemeler yaptığımızda o sanat eserine ve yaratıcısına haksızlık etmiş oluruz… insan gibi hiçbir sanat eseri tanımlanamaz. çünkü “yaratım, yaratma” asla tam bütün gerçek değildir… gerçek, genişleyen ve gerçekleşen düşüncenin değil genişleme ve gerçekleşmenin canlılığıdır… gerçek her zaman kavramlarla özellikle de şu iki kavramla sürdürülebilir; büyüme ve sürekli yineleme; biçimler ve araçlarla… gerçek, gerçekçilerin makinesi mi hâlâ?! çünkü gerçek, hiçbir zaman yerinde olmadı. yerinde olmayan her şeyin sökülüp atılması gerekiyor… karnaval dobralığı şairler, dilin katı töreselliği karşısında susmamalı… saf olandan çok karma olanı, uzlaşıcı olandan çok yalın olanı, doğru olandan çok çarpıtılmışı, belirgin olandan çok farklı yorumlanabileni, düz ve kişiliksiz olandan çok sıkıntı veren ve ilginç olanı, iyi tasarlanmış olanın yerine sıradan ve akışkan olanı, dışlayandan çok davet edeni, basitten çok iyi pişirilmiş olanı, eskiyi anımsayan (eskiyi anlatan) değil aynı zamanda yenilik getirene, açık ve kesin olandan çok tutarsız ikili anlamlara da çekilebilen şiirler de yazabilmeli… açık bir bütünlük yerine karışık bir canlılıktan yana olmak… süreksizliği ve çelişkiyi ilan edelim… düş, gerçek zaferdir! bir usta ve çırağı kırda yürümektedirler, bir ağacın altında dururlar. hava sıcaktır, otururlar. usta, çırağına “orada bir kuyu görüyorum. bana biraz su getirebilir misin?” der. genç çırak, beş yüz metre ilerideki kuyuya gider. genç bir kıza rastlar. birbirlerinden hoşlanırlar. konuşmaya başlarlar. genç kız yakındaki köyde oturduğunu söyler. delikanlı kıza, testisini taşımayı önerir. köye kadar giderler. genç kız, delikanlıyı ailesine tanıtır. yemeğe davet eder. vakit geç olmuştur. gece kalmasını önerirler. kalır. genç kızla çok hoş vakit geçirmektedir. sonraki günleri de onunla geçirir. sonunda evlenirler. delikanlı köyde çalışmaya başlar. çocukları olur. sonra kızın anne-babası ölür: yaşam son derece olağan bir biçimde sürmektedir, derken günün birinde delikanlı birden su getirmeye gittiğini anımsar! karısının saçlarına aklar düşmüştür. ağacına altında bekleyen ustasına su götürmesi gerektiğini anımsar. aceleyle köyü terk eder. bir çanak su alır ve altında olduğu ağaca gider ve orada kendisine şunu söyleyen ustasını bulur: “neyse…beni bekleteceksin sandım.”
düş, zaman karşısındaki gerçek zaferdir… geçmiş’in hafızası: zaman birden yağmur yağar, sonra karla birlikte ya devam eder ya da çekilir. ya da birden açar bulutlar başka topraklara çekilir… ya da gökle toprak arasında gerilen bulutlar rüzgârla birlikte hızla hareket ederler… evlerin damlarını uçurur, ağaçları köklerinden sarsar, koparır… elektrikler kesilir… karanlık başlar… bulunduğumuz yerde kayboluruz… belki korkudan, belki meraksızlığımızdan dolayı, yerlerimizden kımıldamayız… yaşımızın bizde bıraktığı sonuçlara göre attığımız adımlar ve girdiğimiz yollar da değişir… böcekler gibi ruhumuzun derinliklerinde bir oyana bir bu yana kaçar dururuz. çoğu kez bir şeyler göstermeye, anlatmaya, yansıtmaya çalışırız… birden yaktığımız mum da söner… hayatlarımız tıpkı bir mumun birden bire sönmesi gibi zaman karşısında ayrı anlamlar taşır…. bu anlamlar ya ben’in, ya başka’nın ya da öteki’nin zamanını gösterir… olmak kadar olmamak da elde değildir çoğu kez. her ben-başka-öteki hayatlar zamanı göstermek ve simgelemek/sembolleştirmek ister… geçmiş denilen süreçten gelen ve gelecek denilen sürece doğru sürekli bir akışın içinde mekânımızı belirlemeye çalışırız. anlamı kazanıyor muyuz, anlam kazandırıyor muyuz? zaman denilen evrensel öğeyle kesişme noktalarında bulunduğumuz ölçüde oldularımız da, bittilerimiz de zaman ve mekân içinde gerçekleniyor. gerçeğe bürünen anlam zaman ve mekân menzilinde varlığın varlık içinde kaybolmasıyla çürüyen nesnelere dönüşüyoruz. zaman mı? belki hayır salih aydemir
on iki deyince davul sonra sana her değdiğinde içim ürperir tokmak sonra ben o çok bilmediğin şairlerden değilim bana şair diyenin de allahını ve …bir daha…bir dönüyorum kendi eksenimde dünya kaymış kaysın. kim kime kayıyor. kim kimi kayırıyor dünya ve biricik ve bitanecik yaratıcısının umurlarında mı? yok! yoksa… kusur da yok. isteyen sadece bugünlük kirpi olabilir isteyen amonyaknitrat olabilir para veren au bulsun, h2so4 hasan iki salak osman dört alternative spelling sulphuric acid nice formüller uğruna şehit verdim böyle sıra arkadaşlarımı kimse osman olmak istemez mesela ama isteyen herkes bugünlük sadece davul olabilir
İsahag Uygar Eskiciyan
on altı deyince yeşil bunu en sonunda ölmekle müjdelenmiş bir bakinin son arzusu gibi görebilirsiniz! birkaç müphem denemeyle muvaffuck olunamamış dirilme teşebbüsü ilkinde elinde iğne ve ayna vardı sonra safra kesesi boş ve yeşildi baki, mikrofona konuşmasını beceremezdi tatlı bir masalcı çıkıp gelse ya samimi anlatsa derdimi ben oturup flüt çalar size çizdiğim resimleri okurdum rio dejeneryo’da karpuz mevsimi yüze asla, arkadan konuştuğu görülmemiş şereften azade baki nefretten ürken, kıbleye dönük burnu kıllardan kaşınırken elhamları severdi son arzusunda ki ölümle müjdelendikten sonra herkesin son bir arzusu vardır herkes bir can daha yüklenmek ister herkeste film şeridi döner herkes annesini özler babasını hatırlar ben böyle acı görmedim leblebi tozundan alınamayan soluk ahırlarda akşam seansları nifuck tohumları saklayan saman kireç mutfuckta boğulan sonra sen ……………………… …… vardın işte ……….. ………………………… bir de her gün …… …………… seni görmeye gelen azrail…… …..….bizi seven …… …..bir resul yoktu…... …stop…ben…..baki…….
“yürüyen kelimeler” •
Yer İzmir Basmane Oteller sokağı malum şahıs Ali İSTEKLİ
-alicim kolay gelsin -sağolun doktorum, abi bak doktorum gelmiş. akrabam. orta teneke. birazcık taze. -nasılsın iyimisin -bana bir reçete yaz doktorum -yazarız o kolay. buralarda buralrda oturan bir arkadaşım var adı sabahattin tanıyormusun onu -alaaddin mi diyon doktorum az kaldı, sen kemali tanıyon mu. kemalinağzına sıçayım. -sen nerede oturuyorsun -zemin kattayım doktorum üç numara -sen 52 yaşındasın değil mi -evet kemal sunal, senin tarzandan korktum kemalettin.kamikaze ismetle abiliğe çıkardın beni. doktorum şov yapma bana ahmet abim döver seni sonra tımarhanede ahmet ağzımı burnumu kırdı doktorum..... allah babasını tımarhaneye koysun. allahın iki tane teyzesi var doktorum, selam söyledi - aleykümselam -allah ahmetin ağzını burnunu kırar. ali çok kıral -aç mısın gel birçorba ısmarlayayımsana -yemek yemiyom doktorum bir adam var hep onu yiyom. aburcu oldum, evime gitmek isiyorum. babamı da taburcu ettik, turşucu bir babam var. turşucu ahmet manisalı, tarzanın erkek oğlunun arkadaşı. tanımazsın babamı sen. manisalı ismail abim olur. körpe kalamarlı. mardin abi var, tanıyon mu onu doktorum. - hayır tanımıyom. - selahattin abimi kemal edeyim i mi - nasıl olacak o iş -doktorum biramı içeyim yaparım. -ali manisadan kaçmışsın yine, kimlerden kaçtın. -araplardan birde polislerden kaçtım. biri bana kaçıyodu ben de ona kaçtım. -çok mu seviyon burayı -çok seviyom. doktorum agora ablama bir gazete ser. -olur sereriz(ezan okunur) -allahın taşakları serindir doktorum ben namaz kılmaya gidiyom (beş dk sonra gelir) -doktorum izzet bey seni çok özlemiş -izzet bey kim ya -sarı gömlekli adamlar var ya doktorum, onlar hep izzet finişşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş
söyleşi: ilker kılıçer
evin herhangi bi yerindeki fareye mektup herhangi bir kış sabahı, velakin fürfella cimcimesi gibi gülümserken tuvaletin içinden, bir dost bellemişsindir belki de beni, o umutsuz durumda. ne münasebet ulan! hiç umrumda da değildin. sana olanlar ki, küçük bir fare oluşun bile yeterince tiksinçti bir dönem, bir dönem ki; evin müptezel gençlerini yeterince ürküttün ve benden ve senden ve bulunduğumuz bu durumdan tiksindirttin. gökyüzü kaplıydı tuvalet, sigara dumanı bahardan bir bulut, bonjoa de sontraaaa derdi klozet. sorma ki ben zarif bir kızım, aksine aksi aksine taksi gibi bir kızım, tarifelerim bile var ve sen o tarifelere dahil olamadın benim küçük dostum. senin bir adın yoktu, geldiğin yer hiç bir yere benzemiyordu. lağım faresi ya da ev faresi veyahut şehirli bir fare oluşun inan hiç umurumda değildi. ama sevdim seni bir ara küçük bir ara, yalnızlığımda, filtreli dertlere gark ettiğimde, mal gibi yattığım zamanlar yatakta, içerden tıkırtılarını duyar, ‘’hassiktir’’ derdim. o hassiktir ağzımdan çıktığı an unuturdum her şeyi. her şeyin bir hassiktir olduğunu şimdi daha net bir biçimde algılıyorum. ne kadar öldürsem de seni kalbimde her zaman bir yerin olacak kuşlar, güneş kusup bayılana dek öttüğü sürece yaşlanmamaya çalış, genç ol. bu yüzden hep derim seks dırags ve rakın rolll. ama bu hiçbir şeyi değiştirmez.
bengi şiir umutlu
Bu Nedir? Nasıl bir yaşam sürüyordunuz? İlk karısıyla odanız ayrı mıydı mesela? İkimizin odası ayrıdır. İlk geldiğimde yalnız benimle yatıyordu. Ne ahır ne bahçe bilirdi, nerede yakalasa “Benle yat” diyordu. Yatmadığın zaman ağzını burnunu kırıyordu. 14 yaşındaydım, ses edemezdim ki. Dedim ki, “ herhalde adet budur. Kocası nerede yakalarsa orada yapar. Kadının görevi budur.” İğreniyor muydunuz cinsel ilişkiden? Beni keşke öldürselerdi, böyle şey görmeseydim. Bu nedir, bu nedir! Böyle bir şey, bu nedir? Bir yakınım evlenmeden anlattı bana. Ben dedim, “ hayatta böyle bir şey yoktur.” 14 yaşındaydım daha. Çok korkuyordum. Kocanız size hiç şefkat göstermez miydi? Şefkat nedir? İlk günler düşünmüştüm. Elini boynuma atar, dayak yiyeceğim zannederdim. Hep yatmak ister, hep ister. Cinselliği hâla iğrenç buluyor musunuz? Sevmiyorum. Hiç hoş bir şeyini görmedim. Benim için iğrenç bir şeydir. Belki zamanla doğrudur, öyle bir şey vardır ama… Dayaksız, küfürsüz, tükürüksüz… Ama ben böyle bir şey görmediğim için… Belki insanların ihtiyacıdır. Sizin öyle bir ihtiyacınız yok mu? Yok.
Ucuz Ucuzdum Ucuz bir çocuktum Ucuz bir kardeş ve daha ucuz bir akraba Ucuz bir öğrenci Ucuz bir evlât Ucuz bir vatandaş Ucuz, daha da ucuz bir arkadaş Ucuz, çok daha ucuz bir sevgili Ucuz, daha da ucuz bir eş Ucuz, çok ucuz bir gelin Annem de ucuzdu ve annesi de Bu yüzden anne olmadım Daha fazla ucuz olmamak için Artık pahalı bir kadın olmak istiyorum Uzaktan bakılmak Pahalı bir kadın Yani fahişe Bilet kesmek girenler için Ve çıkarlarken üstlerini aramak Benden çaldıklarını görmek için Pahalı bir kadın, yani fahişe Bedelini istiyorum gülüşümün bile goge su
yokuş yol’a
güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar Muş – Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar Muş – Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar turgut Uyar
JI BO KAŞERÊ
tu ji laşê gulan yeko yeko jê bikî dirrehên wê cihên te dirreh jê kirî wê yeko yeko xwîn jê bê nebî tu cihên te dirreh jê kirî bişibînî beharekê yan na li kurdistanê û li ser riya mûş-tetwanê cihek wê xwîn jê bê li ser riya mûş-tetwanê tu baweriya xwe bînî bi gulan û dewletê wê xwîn ji nijdevananan bê wê xwîn ji serbazên çek û rextê wan xerab bê tu delaleke havînan î, pelên te tirş in, ger tu xwe bişoyî li nav avê wê dilê pirteqalê bişke, wê tûtin şerm bike, wê xwîn ji hejîran bê li ser riyekê destê me di destê hev em ê biçin, ger tu aciz bibî rojekê li ser wê riyê wê xwîn ji şahan û mûşan bê, wê xwîn ji darulbedayiyan bê êvara te çi ye rojeke li ser riya mûş-tetwanê li wir her tim xwîn ji giya û giya û xamabûnan tê li ser riyeke ku destê me di dest hev de em diçin ger tu gav bi gav mezin bibî di dilê min de cihekî gelekî vemayî, gelekî kevn wê xwîn jê bê Wergêran: Osman Mehmed turgut Uyar
Şeffaf Sandık’tan 9 Mayıs 2012 Okuduğum ilk Turgut Uyar şiiriydi bu; sürekli cepte taşınan, ama hangi kapıya uyacağı önceden bilinmeyen bir anahtar, Azer’in “buharlı maymuncuk” dediği cinsten bir araç, yaban sümbüllerini (sümbülteber), neredeyse topraktan hiç ayırmadan, canlarına can katarcasına bir hamlede kesip toplayan bir orak (teber)... Dünyaya dayanmanın (dünya sözcüğü sanki dayanmak fiilinden türemiş gibi) ve sonsuza varmanın hem organik (kırlar, kuşlar) hem inorganik (maden) yolu... Orhan Koçak’ın Turgut Uyar okumasının da iyice görünür hale getirdiği bir kör nokta: “Gözleri” maden.... Kırlardan Geliyorlar kırlardan geliyorlar ellerinde sümbülteber elbette kırlardan kırlardan gelecekler başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri söyleyin nasıl dayanılır dükkânlara depolara bu katran kokusu başka türlü nasıl geçer sonsuza varmadan bir önceyiz sanki -o sayının da bir adı vardı unuttumher şey öyle saydam öyle madensel kapıların kilitleri açık ve herkes uykusuz hepsinin elinde bir saat bir sümbülteber eskiden şaşardık bazı şeylerin yokluğuna artık bu yokları var etmeyi usladık ağaçları budadık ormandan balıkları tuttuk denizden hani bazı açılmaz sanılan kapıları omuzladık çünkü herkesin elinde bir saat bir sümbülteber hey koca dünya nasıl avucumuzdasın nasıl da parlıyorsun ey gözleri maden çözdüğüm bütün bulmacalardan zorludur yüreğin elbette kırlardan gelecekler kırlardan kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber ey güzelim sümbül ve teber ey canım gördüğüm sanki o değildi sanki kuşlar albümünden bir maden “Kayayı Delen İncir” – Büyük Saat, s. 566
“Edirnekapı’ya, Edirnekapı’dan girilirdi, ya da çıkılırsa, Edirnekapı’dan çıkılırdı. Sonrası boydan boya Trakya!.. O zaman kapıydı, gerçek bir kapıydı, sürgüleri bile üstünde, belki de bana öyle gelirdi. Sürgüleri akşamları sürülen, dövme bakır bir kapı. Mihrimah Sultan’ın incecik minaresi ile karşı karşıya. Yine var o kapı, yine var da, artık bir kapı gibi değil, bir gedik gibi, bir oyuk gibi.” “Son söz: Edirnekapı’yı çağsal gereksinimlere uydurmak amacıyla parçaladılar, böldüler, genişlettiler, oradaki sekiz-on bölümü bir alana indirgediler. Evler yıkıldı, yenileri yapıldı. İyi de ettiler. Dünyaya her gün bir takım yeni insanlar gelmekte. Yer gerek hepsine. Dünyanın, sivil yapısı korunacak bir mekân olmadığı anlaşılmalıdır artık. Tarihsel görünümler, kutsal güzellikler bir sınıfsal aldatmacadır. Dünyaya her yeni gelene bir yer! Her yerde! Edirnekapı’da bile!” (“Vaiz Sokak” – Korkulu Ustalık, s. 421, s. 423) Hakan Atay
s o k a ğ ı n z r a p o r u
b u z d a ğ ı n ı n ö t e s i ( ıı ) dünya sokaklarında bir gezgin ve 51.şehrin hikayesi..komünist mustafa’ ile söyleşi..
çocuklar için faşizm
çocuklar da anlayabilir dayak yemektir serseri bir babadan karanlık odaya kapatılmaktır hakkını istemekte direttiğin zaman üvey ana, yarı güleç öksüze sabunlu eliyle tokadı yapıştırır henüz yaslıdır çocuk henüz dayanıksızdır yıldırmaktır amaç esir etmektir çocuk faşizmi yanağında tanır onlar niçin böyle çirkin olurlar bir tek güzel faşist yaşamamıştır anlamlı sorulardır bunlar çocuklar size okullar bu dersi öğretmiyorlar nerde bir kuvvet birikmişse haksız nerde bir zartzurt ya da cartcurt nerde elimizden kapılmışsa ekmek işte çocuklar faşizm ordadır hepimiz elele tutuşmalıyız korkmadan yürümek için gecenin ötesine güneş nasıl olsa doğacaktır horozlar ötmeye başlar başlamaz ergin günçe sokağın poetikası...: seninle ilk karşılaştığımızda hep bir yerlere gitmek istiyordun . başka şehirler başka sokaklar diyordun . son görüştüğümüzde yine aynı planlar.. sence gitmek için plana gerek var mı.sokakta plan olur mu ..ve neden gitmek.. mustafa: - eskiden planı başkaları kurardı. ben kurulan planda plansız kaçardım polisten ordan buradan. ve giderdim .şimdi ise planı kuranda benim kendimi yola çıkaran da ben. yaşam zaten başlı başına plansızlık değil midir.. bir plan var o da bizim planımız değil..
sokağın poetikası...: burada bi parantez.. valter benjamin ‘ in bir sözü var . (bir şey var ki ancak ölümle telafi edilebilir on beşimizdeyken kaçmamış olmak. ) sanki bu sözü doğrulamak için yaşıyor gibisin ve valter bejamin’in yüzünü kara çıkartmama çabası içindesin .. bu çaba ne zamana kadar sürecek... mustafa: içimdeki ruhu kaybettiğim zamana kadar .. evet bir yolculuk daha düşlüyorum. ve bunu mutlaka yapacağım. ölümüme de karar veren ben olacağım. hiç ölüme otostop çekmeyi düşündün mü … sokağın poetikası...: ölüme otostop çekmek mi nasıl yani.. nasıl düşüneyim .ilk kez duyuyorum senden ruh nereye gider peki. ölüme seni ne kadar taşıyabilir .. ne kadar uzaklara.. sen en iyisi şu ölümden devam et .açar mısın biraz şu ölüme otostopu…. mustafa: ruh gidince ölüme otostop başlar bende .otostop bana göre bir iletişim bir ulaşmışlık. kimi şeyhe kime müride. kimi başka başka şeylere.. kimi ise nirvanaya ölüme otostop ise benim artık ruh ve enerjı boyutumun değişmesi… yani hep kamyon taksi plakalarına çektik.. hiç kimse kendi arabasına otostop çekti mi.. işte benim arabam ölüm olacak ona otostop çekmek… sokağın poetikası...: peki bi de çok jeack kerouac . o da senin kafadan duydun mu.. yolda diye roman yazmış .beat kuşağından mustafa: valla duydum ama henüz okuyamadım.. sokağın poetikası...: nirvanaya yaklaşınca ya da hep yollarda olunca ,,,,,,,,,,,,,neyse buna tekrar döneriz.. mustafa: anlamadım sokağın poetikası...: sen şu hikayeyi bi anlatır mısın . kendi arabanıza otostopu.yani kendi babanın arabasına .. mustafa: asiliğim çocukluğumdan başladı. babamın arabasına sinyal çekmekle.. kim kendi babasına sokakta sinyal çeker ki.. beşiktaş stadının ışıklarında. kafa nirvana. beden neyzen.. ışıklarda arabalardan para istiyoruz sinyaldeyiz yani .. bir araba gördüm. çok tanıdık bu araba dedim kendikendime .. yani halüsinasyon bile bu kadar tanıdık bir olayı gösteremez .. yani gerçek.. baktım babamın arabası.. babam arabadan çıktı. ben camları kırmaya başladım. polis geldi : -özür dilerim efendim bu çocuklardan çok çekiyoruz dedi.. polise dönüp o benim babam dedim. polis ne halin varsa gör der gibi gitti. baba ışık yandı ve gitti. şimdi her ışık yandığında birileri gidiyor. birileri duruyor. ama durma mesafesi çok kısa ben de hep yollara gidiş ışığımı yaktım.. sokağın poetikası...: peki o zaman baban da olsa fark etmiyor yani giden gidiyor..
mustafa: öyle değil midir.. sokağın poetikası...: gidenler ve gelenler değişiyor o kadar ..öyle mi sence de.. mustafa: gelen benim için gelmiyor gidenlerle zaten bir tanışıklığım yok aynen öyle sokağın poetikası...: babadan girdik madem . şöyle bir kısa yolculuk yapalım mı senin geçmişine doğru o zaman .. yolu geri çevirebilirim biraz.. nedir seni ve babanı bu kadar birbirinizi tanımaz hale getiren. nerde başladı serüven... ve ilk kaçış hikayen.. mustafa: her çevriliş de bir yoldur ilk durağa dönüş. yaşamın.. mustafa: ben çok iyi bir aileden geldim. ve süper bir anne. bilgili donanımlı. karşı taraf güç baba.. her şey var elimde. ne istersem.. ama eksik olan bi şeyler de olanlarla devam ediyordu.. tamamlanamıyordu. ve babamın gelmediği günlerde hep kaçardım sokağa . belki kimsenin görmediği şeyleri gördüm. silahlarla tanıştım. insanları nasıl susturduklarına şahit oldum . koskoca emniyet müdürlerinin el pençe divan durduklarını gördüm. küçüktüm ama korkmuyordum. sokağın poetikası...: kaç yaşındaydın o zamanlar mustafa: 10-11 yaşlarında filan.. sokağın poetikası...: hımm daha 15 e çok var sen benjamin’den önce davranmışsın yani.. mustafa: ilk kaçışım kendi mahallemde bir boş binaya . sonra sarıyer sahiline . sonra bakırköy.. sokağın poetikası...: mekan istanbul değil sanırım önce. yolculuk samsunda başlamadı mı.. ilk kaçış serüveni.. mustafa: büyük kaçış orası. iyi bir okulda sigaraya başlamamla.. sokağın poetikası...: benim tanıdığım sokak çocuklarının mardinli diyarbakırlı kürt çocukları ve ya romanlar. sen ikisi de değilsin sanırım. senin derdin neydi samsun dan İstanbul a zaten bahsettin biraz ama.. mustafa: şimdi asıl aile İstanbul da idi zaten. anne baba. sokağın poetikası...: samsundan pek çıkmaz sokak çocuğu ve bu türden kaçışlar öyle değil mi .. mustafa: ben samsun da yatılı okulda idim o zamanlar . sokağın poetikası...: samsun da yatılı okul . ha evet o günlerden de bahsetmek lazım bende sınavlarına girmiş ikinci sınavı kazanamamıştım..
mustafa: gece baktığımda yollar görünüyordu. okul tepede idi. hep bu arabalar nereye gidiyor nereden geliyor diye düşünür gece kalkar hep o yollara bakardım. farklı bir şey oluştu. yatılı okulda serseri tabir ettiğimiz çocuklar abiler kazan dairesinde sigara içerlerdi. beni aralarına almazlardı . ben de marlboro içersem alırlar diyerek onlara sigara alırdım. ve beni aralarına aldılar . finansör oldum ve sonra diğer alkol vs. vs .maddeler… sokağın poetikası...: isyana katılmak için gerekli koşulları hazırlamaya başladın yani.. mustafa: aynen. altınbaş rakıyı ilk o zaman tanıdım. sokağın poetikası...: o zaman sen aralarına katıldın siz birlikte bi güç oldunuz… peki daha önce bir güç değil miydin.. mustafa: daha önce güç değildim. kendi düşleri etrafında dolanan yolları sokakları düşünen biri idim. sokağın poetikası...: neden kazan dairesinde.. toplanıp gizli gizli.. mustafa: nedeni . gizli yer olması evet. sence özgürlük de öyle midir .. gizlilik mi gerektirir yoksa bu yasaklanmayla mı alakalı.düşlerin yasaklanması vs.. mustafa: bunların yanına çıkamıyorsam. bişeyler yapmam lazım diyerek onlara karıştım. ve artık onları yönetmeye başladım. ve borç para verir faiziyle geri alırdım. 5 defa disiplin cezası yedim. ama kimse okuldan atmaya cesaret edemedi. din dersine hiç girmedim. hocaların bir çoğu sevmezdi beni. çünkü müdürden torpilim vardı. hatırlarsan izmir’de de öyleydi.. yani nere gitsem bir torpil çıkıyordu bana. ben istemeden ama.. sokağın poetikası...: izmir ‘e sonra gelelim istersen. daha 11-15 yaş arasındayız. hızlı gitmeyelim .vaktimiz çok.. benim merak ettiğim bi şey var. sen dedin ya marllboroyu aldım içlerine girdim sonra yönetmeye başladım . nasıl bi yönetimdi bu . sizi yönetenlerin yönetim biçiminden farkı neydi .. mustafa: fark yoktu hiç.. sokağın poetikası...: peki bir yönetim varken neden başka bir yönetime gerek duyulur sence .. mustafa: bizi yönetenlere karşı güçlü olmak . etraf oluşturmak ve yemeğin en güzelini yemek için elbet.. sokağın poetikası...: bir güç birliği diyelim o zaman . direnme gücü mü yani.. mustafa: abilerimiz beni yok yazmazdı . ziyaretçiler dizisini izleyebilirdim. erken yatmazdım . çoraplarımı başkasına yıkatırdım. çantamı başkası taşırdı . gezerken 10.15 kişi gezerdik ve liderdim.. sokağın poetikası...: anladım mustafa: insanları kendi biçimimle yönetmek. hoşuma gidiyordu . babadan geçti bu özenti belki de.. sokağın poetikası...: bir insan birine neden çorabını yıkatır . bunda bi sakatlık yok mu..
mustafa: yok. sokağın poetikası...: lider olmakla mı ilgili.. mustafa: o dönem yok. sokağın poetikası...: tabii farkındayım. o zamanlar geçerli tüm bunlar. mustafa: benim çorabımı yıkadığı zaman, en azından onun da başkalarına karşı gücü oluşuyordu. arada bir etrafımda bulunuyordu bunun için . .. sokağın poetikası...: daha çorapların bütün gün ayaklarda kalmaktan sıkıldığı ayakların nefes almadığı günlere gelmedik oraya da geleceğiz . anlıyorum.. mustafa: işte ben insanları böyle böyle tanıdım.. sokağın poetikası...: senin çorabını yıkamak seninle gezmek bir çeşit kabul görme onay durumu yani mustafa: onlar için bir zevk mi ne ise. evet bu doğru cümle. hepside namaz kılardı. sokağın poetikası...: itaat tamdı yani. zorunlu muydu peki namaz kılmak.. mustafa: düşünsene şarap içiyorum . kadehimi doldurup ben namazımı eda edip geleyim derdim. sokağın poetikası...: baskı var mıydı peki çocukların üstünde.. mustafa: baskı yok ama .zaten gücüm var bu başlı başına bir baskı değil mi.. sokağın poetikası...: sen şaraba takılıyordun yine. içeride mi .dışarıda mı. yani kazan dairesi faal mi hala.. mustafa: hem para hem etraf . hem giyim kuşam .okul dışarıda öyle para pul sökmez. kılık kıyafet de sökmez . taktikler değişir. akıl mantık sokakta geçerli ve taktik olarak en cüsselileri yanında bulundurursun. aptal olanları ama bedeni olanı.. sokağın poetikası...: evet sokağın gücü.. hayal gücüyle birleşiyor öyle değil mi .. güce karşı güç var yine de.. mustafa: aynen . sokağın poetikası...: var olmak ayakta kalmak için . mustafa: öyle ayakta değil.. sokakta kalabilmek yaşayabilmek için. sokağın poetikası...: sokakta daha çok mu güce ihtiyaç var peki. ayakta durabilmek var olabilmek varoluşunu sürdürebilmek için . daha fazla hayat bilgisine mi diyelim. mustafa: kesinlikle sokakta daha fazla güce gerek var. daha fazla bilgiye. sokağın bilgisine çünkü sokakta herkesle mücadele ediyorsun. legal illegal resmi ve resmi olmayanlarla. çünkü sokak paylaşılmış. yer edinmek ve sokakta var olmak adına ve aynı zamanda kendi bölge sınırlarını korumak adına. bilgi ve pratik zeka ve acımasızlık .acımasız da olmak zorundasın. sokağın poetikası...: sokakta var olabilmek için .. acımasız da olmak gerek yani.. çünkü orada var olma koşulları acımasız.
mustafa: olabilir dediğin anda bir olay için .işte orda sıçarsın .olmayacak yada olacak.. acımasızlığı sevgi ile karşılayamazsın sokağın poetikası...: seni yaşatmıyorlar nefes aldırmıyorlar öyle değil mi.. mustafa: daha çok acımasızlıkla karşılarsın yani.. sokağın poetikası...: bir filmde şöyle bir söz vardı filmin girişindeydi sanırım jean baudrillard diye bir filozofun sözü “ bir kötülükle mücadele etmek için daha fazla kötülükle cevap vermek durumundasın,, öyle bi şey mi bu… mustafa: kesinlikle aynen öyle.. oksijenin bile bu kadar pahalı olduğunu orda öğreniyorsun. her gece ne yaşayacağını nerede dayak yiyeceğini yada nerede tecavüz olayını yaşayacağını bilemezsin. kötülüğe daha fazla kötülükle cevap vermek.. sokağın poetikası...: güce güçle kötülüğe kötülükle karşı koyarsan güç ve kötülük halen sürüyor olmaz mı peki.. yani aynı dili konuşmak zorunda kalmak…ya da tercih etmek.. mustafa: sokaklara karışmasalar aslında hiç bi şey olmaz. ilk şiddeti her zaman devlet kullanıyor zaten öyle değil mi.. sokağın poetikası...: evet oraya gelelim .şiddetin kaynağına .öncesi aile mi şiddetin okulda öğretmenler anneler babalar vs. mustafa: tüm bunların hepsi biraz polise benzemiyor mu .bi düşünsene.. polisin şiddetinden kaçan çocuk daha büyük bir şiddetle karşılaşıyor.. sonra psikologlar bu çocuklar ailelerinden şiddet yüzünden kaçtı diyorlar.bu büyük bir yanılma şiddet var olduğumuzda doğduğumuzda başlıyor . ilk şiddet kıçımıza tokat atmakla mesela yaşıyor mu yaşamıyor mu .sesi var mı yok mu .. sokağın poetikası...: evet oralara kadar gider yaşamın ilk kaynağına.doğaya. mustafa: sonra aile öğretmen vs.. sırayla gidiyor sokağın poetikası...: doğaya bu başka bişey ama . biri pozitif mi desek zaten doğal olan yani. diğeri ise uygulanmazsa yerine bir şey konulabilecek olan şiddet yani baba çocuğunu dövmese polis seni dövmese olur..olabilir mümkün değil mi bu.. mustafa: belki diğer çocuklar için geçerli neden olabilir ama. sokağın poetikası...: polisin başka bir dili olamaz mı.. babaların başka bir dili.. mustafa: bir şekilde korkutulduk. masallarımızda cinler periler sonra babalar polisler zincirleme giderler. dil konusuna gelince baba ile polisin dili aynı zaten.. toplumun dili de aynı . burada çocuğun dili yok. sokağın poetikası...: bir şiirinde şöyle diyor ergin günçe . “çocuk faşizmi yanağında tanır ,, mustafa: doğru. konuşamayan çocuk sokağa haykırıyor. sokağa kusuyor. sokağın poetikası...: yani faşizm taa oralardan mı başlıyor.. mustafa: elbet . belki de en demokratik olan yer yine sokaklar.
sokağın poetikası...: tokatın kimin yanağına kimin attığının ne önemi var ki .öyle değil mi .. baba polis devlet.. mustafa: faşizmle mücadele ediyon .çocuk içinde bu böyle . büyükler için de. sokağın poetikası...: evet bu büyüklükle büyümeyle ilgili değil devreden bi durum sanki devlet şiddet hep devrediyor durmadan.. mustafa: aslında bir başkasının faşizmi içinde ezilmektense bilinçsizce de olsa çocuklar kendi faşizmini üretiyor kime karşı yine onlara faşistçe yaklaşanlara karşı. sokağın poetikası...: evet bu sıradan faşizm olmuyor mu yine. var olmak için uygulanan faşizm hepsi aynı bence . çocuğun çocuğa uyguladığı faşizmde çocuk elbet faşizm olduğunun bilincinde olmadan habersizce uyguluyor bunu haklısın.. mustafa: bunun bir kavram olarak faşizm olduğundan habersiz ama sokağın poetikası...: evet zaten yaklaşık olarak onu söylemeye çalışmıştım ben de.. sokakta var olmanın bir biçimi olarak bir başka dil bulunamadığı zamanlarda geçerli bu.. mustafa: ben ne zaman kavradım işte o zaman . gözaltına farklı nedenlerden dolayı alındım ne zaman kitap okudum aç kaldım. sokak çocuğundan da devrimci olur muymuş diye dalga geçtiler polisler. ben de onlar devrimcileri sevmiyor diye devrimci olmaya çalıştım. bilinçsizce olsa bu sonra bilince çıkardım tabi . gözümün önünde polise biri taş atsa bende atardım.. sokağın poetikası...: zaten hep göz önünde değil miydi her şey … evet ama ben sadece gıcık olduğum için taş atardım. sokağın poetikası...: bu bir refleks.grup dinamiği dayanışma dili değil mi.. mustafa: dayanışma ortak dilden çıkar. ama benim derdim başka sadece gıcıktım polise.. diğerleri ise bir bilinçle taş atarlardı. sokağın poetikası...: evet anlıyorum. sen ne zaman devrimci olmaya karar verdin peki.. birileriyle mi karşılaştın sokakta . taş atmaya gelicez yine unutma.. yani bilinç değişikliği okumayla mı başladı . sinemaya mı gittin. ne yaptın.. mustafa: aslında her şey annemle başladı.bana her şeyi o öğretti. onun benim için mücadelesi burada çok kişiye esin kaynağı oldu. okuyan bilgili bir kadındı. ama sokakta öğrendim devrimcileri. kimsenin ulaşamadığı yazarlara ben ulaşırdım.sokakta karşılaşır ve sorunlarımı paylaşırdım.ulaştığım o insanlarla konuşa konuşa bana kitap vere vere bu hale geldim. ee sana geldiğimde de senden de öğrendim. sokağın poetikası...: eyvallah . ben de daha çocuğunu sizlerden sokaktaki çocuklardan öğrendim.daha oralara gelmeyelim on beş öncesindeyiz hala..neyse.. sokağın poetikası...: annen senin için çok değerliymiş. ve halen de öyle.. mustafa: aynen öyleydi annem .evet hala.. sokağın poetikası...: anne ile sokak arasında kalmak çok zor olsa gerek
mustafa: annem biraz hippiydi.. hippi bir kadındı. elele tutuşur delilik yapardık beyoğlu’nda. bir çok tanıdık arkadaşı vardı. şair orhan alkaya mesela.. cezmi ersöz ve daha adlarını bilmediğim yazar çizer tayfası.. yani bunlar bir tesadüf değildi belki evet var sokağın poetikası...: orhan alkaya evet benim de arkadaşım. sokağın poetikası...: can baba var bi de senin daha önce bahsettiğin onunla ilgili de çok anıların olmalı paylaşmak istersen .. mustafa: evet var can baba ile ilgili.. mustafa: yalnız burda duralım. daha meksika bolivya tayland yunanistan maceralarım var. sokağın poetikası...: 51.şehrin hikayesi var. adıyaman var. menzil var .o güneşin doğuşu vs... mustafa: izmir ,antalya, datça , konya ,mevlana vs. şimdi şehir kalmadı.. sokağın poetikası...: devlet memurluğu var. zeki müren parkında yatıp sokak çocuklarıyla ilgili konferansa katıldığın hikaye.. mustafa: reddedişlerim..tiyatro.ankara süleyman demirel .mesut yılmaz ile görüşmeler.. ve umay umay,,,,,,,,,,,,,,,,,, sokağın poetikası...: aklımda.. sürecek…
SOKAĞIN YAŞLARI Yokluğun güzlerime doluyor sessizce. Sen giderken susmuştum ya sana: “Hayır, dur! Dudaklarına beni koy, Ama veda koyma.” Diye… Ardına bakmayışların şiir oldu gecelerimi titreterek Çünkü gözlerini gölgelemek istemezdi mısralarım. Zaten adımların gölgelemişti renkleri sen giderken; Gözlerinin denizine aldanmıştım Üşüyerek… Nefesinin sonbahar koktuğu yarınsız dünlerde Bir keşkeye bilenmişti kanatlarım. Uçurumlarından beni iterken Atlayacağımı biliyor muydu sahi, Saçlarına bağladığım o kadim rüzgarların? Şimdi bulutlarımı diktiğim akşamüstünde Sokaklara dokunuyor kalabalık yağmurlarım. Başka bir rüyada uyudum dün gece, tenin saltanatı bitene kadar. Soluksuz (misafir) kadınların yüzünde konaklıyorum hep Azar azar… Ve yürüyorum gökyüzünü ardımda bırakana dek Tanrı’ya uzanıyor yolum ve perdesiz karanlığım. Herkes bu sokakta birbirinden ne denli uzaksa Ben de sana o kadar uzaksızım; Sana bir tek ! Yine yağmur kaldırıyor başını unutuluşlara Ve yine sırrını dönüp gidiyor bakışlarındaki mühürüm. Sakın korkma, yağmur sussa da kendime yağarım birazdan Yavaş yavaş sokağın yaşlarında kaybolur hayali ölümüm, Hiç kimse duymadan, duasızca. Buse çetin
Cartagena Her rüzgarın inandığı bir gerçek vardı ışıklı tepede asılı.Bir zamanla bilenmiş düşlerin her birinin biraz umut dilendiği başka zamanlardan kalma.Biz bilmezdik.Ama bilseydik,belki tüm yalanlarımıza tövbe ederdik Cartagenanın saçlarını rüzgara dolayan yıldızlı bir sabahta.Her sayıklanan isme sen derdik hiç kirletmeden düşlerimizi.Kaldırımlara yüz bulayan gölgelere daldığımızda bakamadık gerçek gözlere konuşurken.Cartagenanın bir söyleyeceği vardı gözlerinde dolu.Suskunlukla beklenen bir eski şarkıydı yağmuru.Bana sen kokan yağmur yorgun,ve tedirgin yaşama.Boşvermiş yada sadece.Sakın söyleme.Akşam sefalarından saklamalıyız tüm yağmur seslerini.Korkmasınlar. Tebessümlerine yağıyordu şimdi bu karanlık ara sokağın. Sonralarına sorduğu karanlık pencerelerden düşmüştü.En güzel onlara vermiştim korkusuzca sırları.Sarhoşluğuyla silik bir gölgenin getirdiği masalın,dans etmiştik ışıkları yanmayan evleriyle cartagenanın.Her biri için tekrar dilerdik gerçekleri.Halbuki ikimz hayali bile bir akşamüstüne hapsolmuştu.Saat geceden daha karanlık bir geceye vurmuştu.Sadece bir düştük;düşmeden bulutsuz,yıldızsız,rüyasız göğümüzden henüz.Sonra gerçek olduk. Suskunlukla beklenen eski yağmurlarla doğduk.Kimdim aslında korkarım sormaya sokaklara.Çünkü bilirim ya,sokakların da beklediği başka yağmurlarvar.Kimin düşüyken söylemeliyim her şeyi bir başka gerçek düşmeden… Düşmeden sahnedeki son sözcüğün nefesi ve kapanmadan perdesi.Yalnızlığın değilse,kimin Cartagena kaldırımdaki bu ayak sesi… ? Yangın Mavisi Sus çocuk! Dedi genç kadın.Dikkat et sözlerine.Çocuk başını eğdi. Bakmadı bir daha gözlerine.Yağmur bildik bir sohbet içindeydi gelmiyen kışla.Takvim yaprak dökmüştü ağaçlarla bir.Her birinin dilinde yağmur kokan bir şiir.Özgürlüğünün bedelini çantasına koyamazdı.Anlatsa inanmazdı.Genç kadın gözlerini kapadı.Zaman bir kelebekti yangın mavisi.Kül ederdi konup geçtiği baharları. Gelmeyen baharları beklemek güzeldi.Yıldızları henüz düşmüş güneşli sabahları.Tok bir kahkaha atardı kapı yalnızlığımıza.Kim o sorusuna kopan alkıştı yalanlar.Benin derdik.Biz kimdik?Zaten bir beklemiyor muyduk gelmesini yazların?Kimdik beklemekten başka sıcakları?Kapıdaydık.Beklenen yaz mıydık?Resmini çizemediğimiz bir hıdırellez gecesi gül dallarına bağlamıştık zamanı.Birken iki olmamıştı ne kadar beklesek ömür.Kimdik biz zaman mıydık?Selamsız geçiyorduk hayattan.Her gün ve gece aynı yollardan dönyorduk yaşanmışlıklara.Döndük.Kim o? dedi ses. Hiç kimse.Hayata çizebildiklerimiz bizdik sadece.Çizebilmek için özgür olmalıydık.Özgür olduğumuz kadar yalnızdık.Bu yüzden sus! dedi denç kadın.Dikkat et ded sözlerine.Çocuk özgürlük demişti çünkü. Özgürlük ağırdı.Kadının bir adı ve bir resmi vardı.Bu yüzden Sus! dedi.Titremişti sesi.Çantasını aldı ve yapabileceği her şeyle birlikte gitti.Köşeyi dönerken bir kedi miyavladı.Yağmur durmamıştı.Çocuk hala herkes kadar hiç kimse,kadın hala kimse kadar yalnızdı… Afranur Şimşek
sevdaluk a.ş.(k) sunar! duyduk deyin, duymadık demeyin: garantili aşklar vaat ediyoruz: aşklarınıza, sevdalarınıza sigorta yapıyoruz. maksat siz keyfinize bakın, riskleri (ve paranızın ufak bir kısmını bize bırakın!) firmamızın işi-gücü, sevgili çiftlere telkin, teskin, baş etme, kafa bulma, kafa atma gibi meziyetler kazandırmaktır. riskleri biz alalım, sevgililer olarak siz keyfinize bakın. keyif bozulasıya kadar, sizlere daha uzun zaman bırakmış oluyoruz böylece. platonik olduğu kanıtlanmış aşklar en az risk grubundadır, bu sebeple en düşük tarife uygulanır. evlilikte de devam eden aşklar kapsam dışındadır. kasti olarak yapılan ve kırma-dökmeyle sonuçlanan davranışlar durumunda sigorta tedavülden kalkma hakkını saklı ve gizli tutmama hakkına sahiptir. hile yok, hurdaya çıkmış aşkları uygun fiyata devralıp bir öyküye yahut şiire, yahut filme dönüştürme, bir yerinden katma sözü veriyoruz. bizde yamuk olmaz! içiniz rahat, sevgiliniz yanınızda olsun. detaylar için telgraf çekiniz! karacamurat
sevdaluk a.ş.(k) özel ve tüzel müdürü
yaşamak düzenin öğretilerini kusmakla başlar cemil gök
aşk ve hürriyet manifestosu doğrudan demokrasi kolektifi, parti programlarına,devlet politikalarına,tüzüklere,yasalara,yasaklara,normlara,doktor tavsiyelerine,baba nasihatlerine uymayan/uyamayan ; her zır deliyi,çılgın aşığı,yaramaz bebeği,kaçık filozofu,başsız örgütlenmeyi,mülhit dervişi,’’uğursuz’’kara kedileri,asi kargaları,evden kaçan/kaçmaya yeltenen çocukları ve gençleri,yürek diliyle konuşan dilsizleri,şirinleri ,şarkılarıyla ve kemanıyla gömülen çingeneleri,entelektüel şizofrenleri,düzen bozguncusu göçebeleri,mülksüzleri,eşcinselleri,t ravestileri,paris kanalizasyonlarında yaşayan sekiz milyon fareyi,hiçbir kafese tel örgüye alışamayan,sığmayan esir canlı türlerini,firar eden filleri,pink floyd, beatles,nirvana bestelerini,geronimo’yu,devletsiz kavimleri,sahte güzellikleri bozan doğal çirkinlikleri,kızgın obezleri,asimetrikleri,özgür ruhlu ihtiyarları,karaşın kürtleri,latin amerikalı komünist rahipleri,melankolizmine rağmen müslüm gürsesi,kazım koyuncuları,ömrünü kedilere adayan ismini bilmediğim iyi kalpli teyzeleri,balkonlarımıza sıçan güzel güvercinleri,nudistleri,fahişeleri,engellileri,markaların reklamların bankaların modernistlerin köhnemiş geleneklerinin bulaşmadığı tüm vahşileri,yüreğinde özgür bir dünya düşü taşıyan anarşistleri doğal müttefiki,öncüsü,yoldaşı sayar.. doğrudan demokrasi kolektifi, ağzından şehvet salyaları akan tacizcileri,tecavüzcüleri,sömürgecileri,paraya tapan rezil kişilikleri,şöhret servet tahakküm sevdalısı beyinleri,ispiyoncuları,yalancıları,ikiyüzlüleri,narsisistleri,kariyeristleri,imajpe restleri,zehir saçan aç gözlü kapitalistleri,doğayı kirleten fabrikaları,gdo’lu ürünleri,kalbsiz avcıları,silah ve petrol tüccarl arı,borsacıları,kanserojen maddeleri(o maddeleri üreten zihniyetleri),islamofobikleri,islamofaşistleri,şovenistleri,paranın ve saltanatın envai çeşit türevlerini reddeder ve onlara karşı mücadele verir doğrudan demokrasi kolektifi, özgürlük alternatiflerinin hürce doğduğu,üretildiği,geliştiği çok renkli ve çok ritimli harmonilerin iç içe geçtiği,tüm doğal akışların kesiştiği,bin bir çeşit ırmağın/nehrin karıştığı,coşkuyla akan yaşam şalelerinin anarşik kardeşliğidir. sonsuzca esen rüzgarların,kara deliklerin,gezegenlerin,tanrıçaların,gökkuşaklarının,rüyaların,aşıkların,kızılderililerin ve şiirlerin izinden gider. düzen ötesi bambaşka dünyalara uzanmak,hürriyeti şimdiye taşımak için ; el ele yürek yüreğe verelim !
fırat karaşın :https://www.facebook.com/DogrudanDemokrasiKolektifi blog:http://dogrudandemokrasikolektifi.blogspot.com/
1- bir sokak dervişi neden dışarda yaşadıklarımızı,fakirliği pis bir yaşamı tercih ettiğimizi soruyorlar.bense şunu soruyorum.hangi konfor,lüks ve şatafat gökyüzünde asılı yıldızlardan daha parlak,daha cezb edici,daha görkemlidir ? hangi yastık yorgan mis kokulu çimenlikler kadar rahat,ağaçların verdiği sakinlik benzeri huzur ve huşu vericidir. tüm ömrünüzü çürüyüp bozulan mobilyaları almak,hormonlu yiyecekler yemek,markaların peşinden harcamak kendinize haksızlık değil mi? dost sufilerin dediği gibi siz mülke değil,mülk size sahip olur.benimse bedenim dahil hiçbir malım ve mülküm yok.allaha ve doğaya aitim. beni doğuran göksancılarına müteşekkür,beni yaratan özgürlük kudretine,ilahsız aşka kulum.kulluğum köleliğim değil hiçliğimdir! bazen kainatın doğal harmonisi ile kendiğinden sarhoş düşerim, bazen de ehli hak misali şarabın ve haşhaşın muhabbeti ve ibadeti ile mest olurum. param,pulum,malım,mülküm yok.kariyere,karizmaya iktidarlara ihtiyaç duymuyorum.ben tenimi ısıtan güneşe,terimi döktüren yokuş yollara,yağmura ve tüm bunları devindiren aşka ve kaosa aitim. düzenin sizi hasta ettiğini,değersizleştirdiğini,çürüttüğünü görmüyor musunuz? butun bu ilaçlar,depresyonlar,magazin programları,barlar,cafeler ve evler mezarlarınız fark etmiyor musunuz? muhabbeti,merhameti ve hürriyeti unutalı kör kuyulara düştünüz,girdablara kapıldınız. asıl yoksulun siz oldugunu bilmiyor musunuz? aklınızı kaybettiğinizden eminim artık ama korkum şu ki; hırslarınız,kibrinize köleliğiniz kalbinizi ve vicdanınızı da kuruttu tüketti yok etti. inceliğinizin,temizliğinizin ve güzelliğinizin ardındaki sahteliği çirkinliği ve pisliği hissedin ! tv’lerin,devletlerin,ailelerin size öğrettikleri yalan. kötülüğü örten zarif bir işbirliği içinde toplum. ve bu gösteri ve tüketim çukurlarında tüm lanetlenmişliğimle,kovulmuşluğumla ezberlerinizi bozmaya sizi rahatsız etmeye devam edeceğim. yavaş,sakin,duru ve hür hayatımla işte burdayım,sokaktayım ! ben evsiz mülksüz hakiki bir dervişim ! 2. istememeyi istemek ! koşmak istiyorum fütursuzca,sınırsızca ve çizgisizce. yürümek istiyorum,yola yoldaş olmak işin aslı yol olup yolsuzca evrene uzanmak,diğer yollara ruhlara dolanmak istiyorum! yaşamak istiyorum.allah’ı,kainatı,kendimi,öte benliklerimi,seni, tüm kuşları,rüzgarları yaşamak. haykırmak istiyorum.coşku ve mutlulukla! bazen öfke ama çokça sevinç ile.çığlıklaşmak,çığlık olmak.bağıra bağıra susmak! nakış nakış sükut etmek,dinginlikte,sessizlikte yeni yaşamlar keşf etmek.. ölmek istiyorum.hayırlısı ile. öte yerden doğarak.bir başka varlıkta yeşererek. dünya ötesi alemlerde filizlenerek .ölümün yaşamla,gecenin gündüzle kardeşliğini bilerek.. mistik mağaralara çekilmek,benötesi dünyalarla bütünleşmek ve bir mülhit gibi gezdikçe hürleşmek,hiçleşmek,biricikleşmek istiyorum. kendimleştikçe büyümek,büyüdükçe bir zerrede küçülmek istiyorum. dünya hayatına,dünya anlamına sığmamak istiyorum.. dokunmak istiyorum başka hallere,renkli tuvallere,en içteki hakikatlere.. sevişmek istiyorum heyecanla.öncesiz ve sonrasız naif bir yabanilikle. ve geldiğim gibi gitmek,gelmeden gitmeden uzaksız,yakınsız ve zamansız bir ana karışmak.. ben istememeyi istiyorum fırat karaşın
bir şiirin son dizesi
burada sabah akşam donmuş bir denizi taşlıyoruz taşladıkça taşıyor deniz çocuklar oyunda hile yapan arkadaşlarına ceza olarak bir parça bu denizden veriyorlar akasyalar ve barbunlar bir aradalar ortaçağ anlatıları satıyor uzun yol şoförleri mola yerlerinde… durup ay’a bakıyor kediler ve köpekler dolunay akşamları… mardinli bir gece istiyor aşıklar haftaiçleri ve haftasonları italyan rönesansı hakkında konuşuyorlar… mahalle bakkalı yaşlı adam boyuna bir ağacı yontuyor anlıyoruz ki aşk soyunan bir şehirdir susuyoruz ve balkanlar ve ötelerinde yazılmış bir şiiri söylüyoruz ege ağzıyla… kadınlar geçen kıştan, kardan sözediyor şiirin sonunda biz anlıyoruz ki erimek eski bir şiirin son dizesidir atları içeri çekiyorum ve üstünü onlarla örtüyorum şimdi daha serin terliyorsun bu iyi bir mevsim gibi geliyor sana ben dolu vurmuş bir tarlada üstüm başım ay bir filmde oynuyorum… seninle tanışmamışız daha!.. kalçalarını istiyorum denizi geçmek için. doğan ergül
BİR ŞEY OLDU Bir şey olduğu yoktu. Ki. Bir şey oldu. Attı kendini dışarı. Çoktandır koşuyormuşçasına soluk soluğa. Binanın kapısından çıkıp, bir an için durdu. Önünde uzanan güzergâh olasılıklarını tarttı ve ileriye, dedi. Hareketlendi. Hızlı ancak telaşsız adımlarla başladı. Başladığım ne, sorusunu hiçe saydı, devam etti. Duramayabilirim, diye düşündü. Varsın olsun, dedi. Bunca zaman durmuş olmamın değiştirmediklerini düşününce, varsın olsun. Caddenin karşısındaki durağa yaklaşana dek ayakları yürüme eylemini sürdürürken, zihni konuşup durmuştu. Konuşmak mı? Hayır, mırıldanmak daha çok. Mırıltılarının arasına serpiştirdiği sevinç nidaları ise ayaklarına verilmiş komut gibiydiler. Her nidaya daha hızlı, daha büyük bir adım. Durağa yaklaştı, durağı geçti. Geçtiğinde fark etti kadını. Geri döndü, dikkatle süzdü onu. Gidip yanına oturdu neden sonra. Bildiği tek selamlama sözünü verdi kadına: Günaydın. Öğle saatlerinin çoktan sona ermiş olmasını sorun etmeyecek birine benziyordu. Haklıymış. Kadın gülümsedi. -
Dakikalar geçti, gelmedi, dedi gülümseyişin sonrasında.
-
Yeterince bekleyince geliyor, diye cevap verdi. Aylarca bekledim ben, beklediğimi bilmeden; beklemiş olduğumu ancak geldiğinde ayırt ederek.
Yürüyüşü gibi konuşması da kıpır kıpır. Zihni kıpır kıpır. Asıl kıpırtı ise başka bir yerde. Henüz bundan söz etmeye mahal yok ama. - Otobüsü diyorum, diye müdahale etme gereği duydu duraktaki kadın. -
Gelir, dedi kıpırtılı olan.
-
Neden döndün yolundan, diye sordu beriki. Aynı şeyi beklemediklerini fark etmiş gibiydi.
-
Anlatmaya, diye cevap verdi.
-
Ya gelirse, diyerek emin olmaya çalıştı kadın.
-
Gelsin, dedi kıpırtılı.
-
Anlat, dedi kadın.
Durağa başkaları gelip gittiler bu sırada. Kafa kafaya vermiş bu iki kadının yolcu almak için duran otobüsleri görmeden konuşmaya kapılışlarını göz ucuyla süzüp, otobüslere binip gittiler. Kıpırtılı söyledikçe, bekleyen kâh kafa sallayarak kâh itiraz jestleriyle eşlik ediyordu ona. Eyleyen ile kurgulayan. Söyleyen ile dinleyen. Dökülen ile toplayan. Kadın ile kadın. - Duramıyorum, dedi kıpırtılı. -
Durma, diyerek yol verdi bekleyen. Ardından sordu:
-
Ne yapacaksın?
Kıpırtılı, durağa yanaşan otobüse baktı önce, sonra ıssız kaldırımıyla uzayan yola. - İlerleyeceğim, diye cevap verdi. Sen ne yapacaksın, diye soruyu ekledi. Bekleyen de otobüse baktı uzunca. - Her an gelebilir, bekleyeceğim, dedi. Dönüp birbirlerine baktılar. - Zihninden dertliyim, dedi bekleyen. Kıpırtılı güldü: - Ben de senin kör umudundan, dedi. Gülüştüler. - Ayrılalım artık, dedi bekleyen. Unutma, asla söze dökülmeyecek o olan şey. -
Unutmam, dedi kıpırtılı.
Vedalaştılar. Bekleyen kalkıp, kıpırtılının işaret ettiği yol boyunca yürümeye başladı. Önce ağır, sonra nidalara eşlik eden bir hızla. Kıpırtılı onun boş bıraktığı durakta oturup, geliyor mu diye otobüsün yolunu gözlemeye başladı. Melek Ekim Yıldız.
siklamen Dinginleştiğimde orada olacağım O toprağın gövdesinde Ve her biriniz bana bir günah yollayacaksınız Siyah omuz üstlerinizden Islıklarıyla yaprakkurularının Yere serilen deniz tuzunun suya dökümü Mavi, yaşlı, alıngan ve mutsuz Kırmızıya dönüşen gök ve ağırlaşan dargın bir gece Siyah bir toprak ürkekliğinde Üstümü örtmeye başladığında İçeride bir ben unuttuğunuzu fark edeceksiniz Petek seyran
erman akçay
mele - ke başa geldik., öğrenmek gerek., öğrenmemiz gerek., kitaplar rafinedir., çiçekler mucize.,.,., ten masaldır ve tebessüm sonsuzluktur.,., ses renktir ve renk kördür; gece kör olur., ses, gece ses olur.,., el desen iz olur., bulut desen sis olur.,., ke.
SANATTA ‘KAYGI NESNESİ’ OLARAK ‘HAZIR MADDE’LER
’bir sanatçının elleri kesilse bile, yine de yapacağı seçimlerle kendine ait bir eser üretebilecektir. Marcel Ducampz I.
Günlük yaşamda kullandığımız eşyanın sanat ürününe konu edilmesi ya da araçsallaştırılması Kübizm akımı (Braque ve Picasso) ile başlamış, Dada Hareketi ile daha ileri noktaya ulaşmış ve nihayet Duchamp’ın “ready mades” (hazır nesne) leriyle çağdaşları için çıkış noktası oluşturmuş. Picasso’nun endüstrileşme sonucunda hazır nesneleri sanata dahil etme isteği ile bu alandaki çalışmaları 20. yy sanatçılarının nesneye dayalı sunumları için geniş ufuklar açmalarına vesile olmuştur. Ancak bu dönemde kullanılan nesneler sanatçı tarafından üretim amaçlarının dışında bir şeye dönüştürülerek yaratıcılık alanına sokuluyordu .Örneğin, Picasso’nun 1912 yılında yaptığı yağlı boya çalışması, bir ölü doğa kompozisyonuna bambu örgüsü desenli muşamba parçası yapıştırmış olduğu çalışma sanat dışı malzemenin kullanıldığı ilk yapıt olarak gösteriliyordu. Günümüz sanatçıları kitle iletişim teknolojilerinin avantajlarından faydalanarak, bu teknolojinin onlara sağladığı yeni olanaklar sayesinde ürünlerine farklı boyutlar kazandırmışlardır. Bilhassa plastik sanatlar alanındaki ürünler bu doğrultuda sürekli çeşitlilik gösteriyor. Her farklı form işlev ve ihtiyaç karşılığı olan hazır nesne, sanatçının üretim sürecindeki biçimsel ‘oyuncaklara’ da dönüşebiliyor. Fakat bu ‘kutsanmış’ endüstriyel oyuncaklar aynı zamanda günümüz sanatı ve onun izleyicileri için ontolojik sorular hatta sorunlar da barındırıyor. Sanat ürününün biçimsel veçhesini tanımladığını varsaydığımız hazır nesneler veyahut materyaller, aynı zamanda sanat ürünün içeriğine ya da bağlamına da nüfuz etmiş durumda. Gerçi alışık olduğumuz ‘biçim-biçem-içerik’ üçlemesinin özellikle kavramsal sanatla yeniden yorumlandığına tanık olduk. Artık sanat disiplinleri arasındaki keskin sınırlardan söz ederken duyduğumuz kuşku, ürünün kendi paradigması içindeki kategorik sınıflandırmalar için de pekala geçerli olabilir. Kullanılan malzemelerin kendine özgülüğü, kendiliğindenliği biçimsel bir tercih olmanın yanı sıra bir ‘fikir’ olarak da karşımızda duruyor. Bir bakıma sanatçının biçim üzerinden yola çıkıp biçemle ifşa ettiği tema, fikir ya da bağlam daha ilk başta alışılageldiğimiz sanat ürününü algılama düzeneğine tezat oluşturuyor. Aklı evvel bir tutumla davransam eğer, ilk olağan şüpheli olarak kapitalizmin endüstri postunda sanatın bu kadar konforuna hizmet etmesi gücümüze gider mealinden sözler de edebilirdim. Ancak mesele bu kadar yüzeysel değil sanırım. Bir anlığına üzerine fikir yürüttüğümüz bu konun ilk şahitleri olduğumuzu varsayalım. Üstelik şartlar da aynı. ‘sanat ürünü tek’tir’ ön kabulünden yola çıkarsak hazır nesnenin seri üretime dayanan niteliksel ve sayısal aynılığı nasıl absorbe edilebilir. Sanırım bir hazır nesnenin bu mutat aynılığı biçimsel bir form olarak değil yeni bir fikir olarak tüketiciye sunuluyor. Bir bakıma inovasyon yapıyor sanatçı. Ancak bu sınırlı ‘inovasyon’da tüketenin de bir rolü olmalı. Alışılageldiğimiz sanat ürünüyle karşılaşma biçimlerimizi bir yana bırakıp her şeyden önce bir fikir olarak algılanmamız isteniyor sanki. Bir çeşit ön kabul prosedürünün ürün karşısındaki duygu aktarımına kapı araladığı da şimdi baktığım yerden -her şeyden önce- ironik geliyor. Sanki, kullanılan hazır nesne üzerindeki yaşanmışlık ya da izleyicinin o nesneyle yaşanmışlığı bir çeşit sanatsal aktarıma dönüşüyor. Böylece sanat ürününün tekliği, karşılaşan kişinin kendi hikayesine oluveriyor. Ancak bu ‘başkalaşım’ bir çeşit kaygı olarak da pekala tezahür edebilir. Hatta bu yanıyla sanatçı tarafından bile ‘meydana sürülebilir.’ Post modern insan prototipini ayakta tutan ve ilerlemesini sağlayan kurgu bütününün bir bakıma “kaygı” üzerine kurulu olduğunu düşünürsek bu konudaki çekinceleri da kaçınılmaz olarak sorgular hale geliriz. Biraz daha soru soralım. Teknolojik gelişmelerle ortaya çıkan yeni materyalleri “sanat yapıtı” kılan unsur tam olarak nedir? Bu yapıtlar bizi alışageldiğimiz tepkileri aşıp, daha ince ve daha ayrıştırıcı tepkiler geliştirmeye zorlamalı mı? Bu sorular daha çok sanat felsefecileri arasındaki tartışmaların öznesi olsa da zaman zaman sanatçıların da kafasını karıştırmaya yetmektedir. Felsefi tartışmalardan özellikle uzak duran Picasso bile bu sorunsala dönük oldukça okkalı sözler söylemiştir. “ Hepimiz biliyoruz ki, sanat doğruluk alanına ait bir şey değildir. Doğruyu –en azından bize dayatılan doğruyu fark etmemizi sağlayan bir yalandır sanat. Sanatçı, yalanlarının doğruluğuna başkalarını ikna edecek yolu bulmalıdır.”(2) (Sanatın Felsefesi Felsefenin Sanatı syf :9) Toplum modernleşmesi; gündelik yaşama dönük ihtiyaçların karşılanmasında çeşitlilik anlamına da geliyor. Ancak bu çeşitliliğin bedellerinden birisi, zamana karşı yarışır bir hızda ve en az hatayla üretimin maksimize edilmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan robotlaşmış insan bakiyesidir desek abartmış mı oluruz. Atalet duygusunun kaçınılmaz olduğu tekdüze yaşam biçimi bazen insanları tek tip düşünmeye itmiyor mu. Yukardaki satırlarda ucunu açık bıraktığımız bir konuya dönerek devam ettiğimi varsayın lütfen. Sanatçının seçenek(kimi buna özgürlük diyor) alanının genişlemesi; iradesi dışında konmuş kurallara uyma zorunluluğunun ortadan kalkması ile izleyici artık bir sanatsal yapıtın neyi betimlediğini anlamaya çalışmaktan ziyade kendisinde bıraktığı çağrışımlarla düşünmeye zorlanıyor ya da yönlendiriliyor. Herbert Marcus’a göre, “ Modern toplumda sanat, işlevini ancak yabancılaş(tır)ma yoluyla gerçekleştirebilir. Sanatın “yadsıyıcı gücü” mekanik yaşam tarzının sahte kendiliğindenliğini yıkar.’ ‘Gerçek bir sanat yapıtı karşısında olup olmadığımız konusundaki belirsizlik yüzünden bizi tedirgin eden modern sanat yapıtlarını betimlemek üzere “kaygı nesnesi” sözünü ilk kullanan, eleştirmen Harold Rosenberg olmuştur. Bir kaygı
nesnesi karşısında, çoğunlukla bir meydan okumayla yüz yüze geldiğimizi görür, hatta şaşkınlık, rahatsızlık, hayret, öfke veya yalnızca can sıkıntısı duyabiliriz. Güçlük, bunun niçin sanat olduğunu, hatta sanat olup olmadığını belirlemektir. (3)( Suzi Gablik, “Kaygı Nesneleri: Kültürel Muhalefet Tarzları”, Sanat Dünyamız, sayı 75) Saf sanata olan tepkisinin yanında sanatın ne olması konusundaki görüşlere de karşı çıkan ve bu konudaki hareketin önemli temsilcisi kabul edilen Marcel Duchamp, ın Çeşme adını verdiği ve 1917 yılında New York’ta düzenlenen Bağımsızlar Sergisi ne R. Mutt takma adıyla yolladığı pisuvar, beklediğimiz tarzın dışında gerçekleştirilmiş olması ve sanatta kabul edilebilir olanın dışında kalmasından dolayı ‘kaygı nesnesi’ tanımına uyan ilk çalışma olacaktır. Nesneyi bir şeye benzetme kaygısı duymadan doğrudan kullanan sanatçıların ilki Marcel Duchamp olmuştur. Sanatçı belirli bir nesneyi alıp onun üzerinde yaratıcılığını kullanmak yerine rastgele bir nesnenin konumunu değiştirerek ona yeni bir düşünce kazandırmak istemiştir. Duchamp’a göre düşünce yapıttan üstündür ve yine Duchamp’ a göre kolay elde edilebilir herhangi bir nesneye sanat yapıtı denmesinin sebebi öncelikle bizim onu sanat olarak kabul etme isteğimizdir. Bu düşünce pek çok sanat hareketine ve sanatçıya öncülük edecekti. “Adeta dahilik ile saçmalığın bıçak sırtı dengesi üzerinde duran pisuvar daha sonraki birçok yapıt için bir çıkış noktası oluşturmuştur.” (4)Suzi Gablik, “Kaygı Nesneleri: Kültürel Muhalefet Tarzları”, Sanat Dünyamız, sayı 75) Estetik kaygı ve kurallara göre hareket eden bir sanatçının sanatsal özgürlüğünün daralacağı gerçeği Duchamp ı hazır yapıtlarına ulaştırdığı gibi birçok sanatçı için de sınırların kalktığı yolculuktur. Bu yolculuk bu sınırsızlık olumlu ya da olumsuz birçok eleştiriyi de beraberinde getirir. Öncelikle Belçikalı yönetmen Jean Antoine nin Marcel Ducamph’ ın ölümünden iki yıl önce 1966’da, Duchamp’ın Neuilly’deki atölyesinde kendisiyle yaptığı bir söyleşide (Bu söyleşi, Belçika televizyonu dışında pek çok kez öğrencilere gösterilmesine karşın, daha önce bir metin olarak yayımlanmamıştı. The Art Newspaper için hazırlanan bu çevriyazı, Marcel Duchamp’ın kendini ifade ediş biçimine belki de en sadık derleme.) “ready made” üretimi ile ilgili endişesini dile getirir: R. Mutt imzasıyla Bağımsızlar Sergisi’ne yolladığınız pisuardan biraz bahseder misiniz? O biraz istisnai bir durumdu; şöyle ki, New York’da gerçekleşen ilk Bağımsızlar Sergisi idi ve diğer tüm Bağımsız Sergiler gibi burada da seçici bir kurul yoktu. Bağımsızlar Sergisi’nin de asıl amacı sanatçılara, yapıtlarını herhangi bir seçici kuruldan geçmeden sergileyebilme olanağı sağlamaktı. Ben de bu parçayı geri çevrilme ihtimali aklıma gelmeksizin halkın nasıl bir tepki vereceğini görmek için yollamıştım. Fakat sergiyi düzenleyenler ya da seçici kurul bunu sergilememe kararı aldı. Müstehcen ya da pornografik, hatta erotik bile olmamasına karşın alınan bu karar şok ediciydi diyebilirim. Sergiyi düzenleyenler ise reddetmek ya da engellemek için geçerli bir neden öne süremedikleri için onu paravanların arkasına bir yerlere atıverdiler ki görünmesin ve tabii biz de tüm sergi boyunca gerçekten göremedik. Artık bulamayacağımızdan emindik; sergi bitip de malzemeleri sökmeye başladıklarında paravanların arkasından çıktı ve ancak o zaman akıbetini öğrenebildik. Dahası, ben de düzenleme komitesinde görev alanlardan biriydim ve bu olaydan sonra derhal çekildim ve bir daha asla Bağımsızlar Sergisi’ne bir şey yollamadım. Peki daha sonraki ready-made’leriniz? Onlar daha çok, belki de fazlasıyla, mantığa dayalı bir düşünme sürecinden doğdu. Tabii mantık derken kastettiğim, ellerinizi kullanarak yarattığınız eserlerin mantığı: bir sanatçının elleri kesilse bile, yine de yapacağı seçimlerle kendine ait bir eser üretebilecektir. Ne de olsa palet kullanırken de renkleri seçersiniz. Dolayısıyla bir sanat yapıtında en önemli etmen seçimdir. Hatta ellerimizi kullanmakla neden uğraşalım diyerek bunu daha da ileri götürebilirsiniz. O halde sanatçının ellerini kullanarak yaratmadığı, yani salt yaptığı seçimlerle ortaya çıkan bir şey, tıpkı o kullandığı readymade gibi yaratılmış bir şeydir ve şahsım adına her koşulda geçerlidir. Ancak şunu da belirteyim, amacım kesinlikle bir ready-made ekolü yaratmak değil; hatta buna karşıyım. Zaten sizin ready-made’lere yaklaşımınız da bir ekol karşıtlığı barındırmıyor mu? Belli bir dereceye kadar evet ama tamamen diyemem. Ancak ready-made’in de kendi içinde bir tehlike barındırdığını gayet iyi biliyorum ve bu tehlike de üretim kolaylığı aslında. Şöyle ki, bir yıl içinde on binlerce ready-made yapmak son derece monoton ve sıkıcı bir iş olur. O nedenle benim tavsiyem, ready-made’lerin üretiminde bir sınır olması.(5) http://www.theartnewspaper.com/articles/An+interview+with+Marcel+Duchamp/29278 Bir fikir olarak ele alınan her hazır nesne sanatçının yaklaşımıyla pekala bir sanatsal üretime hatta fikir’e dönüşebilir. Peki aynı rahatlıkta sanat ürününe dönüşebilir mi? Ya sanat eserine? Sanatçıyı hazır kalıplardan ‘kurtaran’ bu olumlama, izleyicinin hiç olmadığı kadar kendi hayatındaki herhangi bir nesneyi kurgu içinde bulmasıyla en azından farklı bir boyutla da ele alınmasını elzem hale dönüştürebilir. Şöyle ki. Endüstriyel objelerin günümüz insanı için sadece bir obje olmanın dışında da anlamları var. Gerçekte Ducamph’ın tanık olduğundan hayal edilemeyecek düzeyde fazlasına tanık olan ve olmaya devam eden biz çağdaş izleyiciler için acaba bu nesneler sadece orada duran materyaller midir? Hepimiz pekala biliyoruz ki hıza, tek tipleşmeye, tüketmeye, unutmaya, yozlaşmaya her zamankinden daha açık olan çağımız insanı için hazır nesne; içinde bulunduğu yaşam kültüründeki paradoksları da işaret ediyor. Kişi adeta bir kuşatılmışlık yaşıyor. Ducamph gibi sanatçılar bu kuşatılmışlığı ‘içerden’ bir paradigmaya işaret ederek aşacağımıza inanıyor. Bizimse çağımız gereği ‘şüphelerimiz’ var. adem yeşilyurt
dünyada küçük bir gün ı.
ıı.
küçük bir gün dünyada
otuzaltı ispanya
akşamüstü saat beş
karakısabiryazdı
annelerin çocuklarına
küçük bir gün dünyada
kuşlarına koştuğu ağaçların
akşamüstü saat beş
portakallar arasında
devrim için hep erken
kıpır kıpır bi güneş.
dünya için saat geç.
saklı zaman bahçesinde elleri
granada şehrinde
kısacık bir ay olmuş şubat
bir uçurum önünde
gülün ömrü rüzgarda
yıldızların arasında
dalgınlığı coğrafyanın
bir küçük yıldız
upuzun bi ağustos
güvercinler arasında
uyanmışız kar yazında
bir güvercin rüyamız.
pervazında pencerenin
kırlangıçlar arasından
küçük bir gün dünyada
çıkıp gelen bi güneş.
akşamüstü saat beş lorca için çok erken
uzaktan çok uzaktan
dünya için saat geç.
es geçilmiş sokaklar
camların buğusundan
akşamüstü saat beş
el sallayan çocuklar
küçük bir gün dünyada
hep birazdan inecek
şiir için çok erken
güneşleri kendinden
dünya için saat geç.
çok beklenmiş yolcuya.
anarrrest
CEVİZ DÜŞÜ Geriye ne kalır diye sorma (kalmaz çünkü) Ya da “güzelsen” güzelliğin kalır “korkuyorsan” korkuların kalır Pembe üzümler yersen “sarhoş” olursun Hüznün kuzey kıyılarını döver Bir polis seni- sincap ağzı çalışır- ceviz düşer Geriye ne kalır diye sorma “sarışın” kadınlar güler Kahraman kadınlar kalır Kemal’e sorarsan “yazı” kalır Söz nereye uçar Kaan Gündüz geceye mi susar Aydınlık mı kalır elimin sıcaklığı mı? Al senin olsun gülüşüm Bana güneşin kekremsi tadı kalsın Geriye bu şiir mi kalsın Bütün ağaçlar kurur Gözyaşları ayaklanır Mezar taşına “şiir” düşer Sizi sevdim yazar “ hayat” Ceviz ağacına sarılır Cenevizlileri düşünür Gemiler aşka gider Kaptan anılarına kırar dümeni El sallar çocukluğu İçindeki çocuklar sevilir hep Kitaplar kırılır- adamlar kitaplaşır Yaklaşmayın- yakmayın Ya da ısınalım sohbetle Geriye ne kalır deme “aşklar da” tükenir “ gül de” Gülüşüne sahip çık dostum Çölde devendir o Gölde balıkların Kimse kalmaz geriye Ne “Leyla” ne “ Kerem” Hiç olur “her şey” “şiir” kalır – sen de kal Beni bu sayfadan al Kemal’e götür Asma dalına assın beni Pembe üzümlere doyalım mı? ( bir deli havaya ateş etti- bu şiir bitti)
Mevsim Değirmeni
“Senin İçin Topladım” Her kelimenin her insanda farklı bir iklim yaratma hüneri vardır ya, benim içimdeki en ılıman iklimi yaratan da “mektup”tur işte… bir mektubun insan yaşamında neleri değiştirebileceğini en iyi bilen bir kuşaktan geldiğimi sanıyorum… Hayatımın en güzel ilk mektubunu muhalifliği sürgünle ödüllendirilen öğretmen babamın tayin edildiği Hatay’ın bir köyünde aldım… Yıl 1980... o kan ve gözyaşı, yoksulluk ve yoksunlukların sindiği bir yıldan bir çocuğun hafızasına yer edebilecek belki de tek güzel anı… İlkokul 3. sınıftaydım… ilk mektubumu postacı getirmedi… utangaç bir el tarafından bir teneffüs saatinde defterimin arasına bırakılmıştı… zil çaldı sırama geldim… Defterimi açtım arasında kabarık bir zarf buldum… üstünde büyük harflerle “mektup” yazıyordu… Çocukluğumun mihenk taşlarından olan bu ilk mektup, açılır açılmaz içinden papatya başları dökülen, topu topu bir cümleden oluşan bir mektuptu, kareli bir defter yaprağının küçük bir parçasına yazılmış bir not;“senin için topladım” ve de bir kalp resmi …içimde ilk kez boy veren ve beni belirsiz bir duygu seline sürükleyen bu mektup, şu an düşündüğümde bir çocuğun vermesi gereken bir tepkiden çok başka bir şey yaratmıştı içimde… sıramın üstüne kapanıp ağladığımı anımsıyorum… sonra gözlerimi silip kim koymuş olabilir diye sınıfa göz attım… arkamda oturan, ara sıra saçımı çekiştirip duran sevgili Yakup’u aradı gözlerim, yoktu, firardı… beni ağlar görünce mi, yoksa mektubu bırakınca mı gitmişti anımsamıyorum… üç gün okula gelmedi… üç gün boyunca onun boş sırasına dönüp bakmaktan boynum tutuldu ve içimdeki ilk boşluk ve özleme sancısı sanırım o günlerden armağan… Bu beni biraz daha büyüten mektuptan kısa bir süre sonra babamın tayini başka bir köye çıkmıştı... boş bir derste Yakup’un defterini gizlice ele geçirip, defterinin tam ortasını açıp başına “mektup” yazdım ve altına da elimi koyarak elimin çıkartmasını resimledim… ve de şu notu düştüm… “biz yine uzaklara göçüyoz, belki yine geliriz, lütfen üzülme ”… Bir kamyon kasasının arkasına tüm köylünün elbirliği ile tıkıştırdığı taşınmaktan hurdaya dönmüş eşyalarımız arasında küçük bir bölme de bizim için açıldı her zamanki gibi… abim ve ben boylarımızı neredeyse kapatan bu kamyon kasasının arkasından geride kalan ve bizi bağrına basan bu çoğu pamuk ameleliği ile hayat süren yoksul ama onurlu köy halkına el sallarken benim gözlerim Yakup’u aradı… ama bulamadı… Yakup gelmişti bana göre şüphesiz ama yine bir kuytuluk yerde saklanmayı seçmişti… Mavi göllerin, salınan kuğuların resmedildiği kamyon kasalarında, o köy senin bu köy benim diye geçerken çocukluğum “göçmek” duygusunun bende yarattığı en derin anlam, hiçbir zaman hiçbir yerin yerlisi olamayacağımız gerçekliğiydi… bu anlamda devamlı göçenlerin, ne birlikte yaşlanacakları çocukluk arkadaşları, ne birlikte yaşlanacakları sevgilileri olamayacağının derin hüznünü taşırım hep… (...) Şimdi geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki hayatımda karşıma çıkmış adamların en incesi “benim de çağırmayı bilmediğim Yakup”tu… İtiraf ediyorum yazdığım özel mektupların arasına papatya dalı sıkıştırma huyum ondan bir alıntıdır… bu çok geç kalmış mektup da, ona anma niyetine sunulmuş bir demet papatyadır… “siz hiç kendinize mektup attınız mı?” Sonrasında yatılı okullar girdi hayatıma… bir nevi yarı açık cezaeviydi... haftada iki saat çarşı izinlerimiz dışında, okul avlusundan başka çıkabileceğimiz bir yer olmadığı gibi, kız okuluyuz ya(!) dışarıya açılan pencerelerimiz bile boyalıydı… namusumuz emin(?) ellerde, kapalı duvarlar ve boyalı pencereler arkasında kurumaya bırakılmıştı… ama her birimizin, bir göz büyüklüğünde kalem ucu ile boyaları oyulmuş bir pencere köşesi vardı… ben de yol boyu kavakların uzandığı, bir gün buradan çekip gideceğimin hayalini kurduğum yola bakan camlardan birinde bir oyuk açmıştım kendime… İlk başta alışmak oldukça zordur, bir nevi terkedilmişlik duygusu büyütür bu okullar insanda, hapishaneler gibi… aileler ilk yıl, vicdanlarını rahatlatmak için bol bol mektup atar… ilk yıldan sonra bıçak gibi kesilir mektuplar… postanın geldiği Pazartesi ve Cuma günleri herkesin gözü okulun ana giriş kapısına çaktırmaz bir bakış fırlatır… işte bu nedenle mektupların kıymetini, incelikli köy çocukları dışında, bilse bilse bir mahpuslar bir de parasız yatılı okulların çocukları bilir…. Mektupların kesilmesiyle kararan hayatlar, evi yakın olanların hafta sonu evlerine dağılmalarıyla enkaza döner, sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen erken büyümüş çocukların yüzlerindeki güller düşerdi… Kirli sarı devasa duvarları, yanmayan kaloriferleri ve boğucu havasıyla bizi hep küçük ve üşümüş hissettiren bu soğuk okul binası, Cuma akşamları sanki ıssız bir dağ başında unutulmuş köhne ve terkedilmiş bir yapıya dönüşürdü… hep hüzünlü anılar gergeflenirdi gizli defterlere… ama yatılı okul çocuklarının da mahpuslar gibi hiçbir özel alanı olamayacağından(?), sık sık yapılan okul aramalarında tecrübeli ve bizi eğitmeye ayarlı eğitmenler elinde (saygı değer öğretmenlerimi ayrık tutarak biz kendi aramızda kız kurusu derdik onlara)
oyuncak olurdu defterlerimiz… en gizli en özel köşelerimize hoyratça uzanırdı eller ve biz kendimizi öyle çırılçıplak ve hiçbirşeysiz hissederdik… mektuplarımız da görülürdü elbet… “görüldü” damgası belki yoktu üstlerinde ama bazı kendini bilmez hocaların esprisi olarak düşerdi bir dersin ortasına, bir arkadaşın mektubunun içindeki görülmüş hatta zihni kayda alınmış bir cümle… Ama insan yeter ki istemeye görsün en köhne, ses geçirmez, sevgisiz binaları bile panayır alanına çevirme gücüne sahip… belki de bu yoksunluklar insanların içindeki gizil yetenekleri ve kendi öz güçlerini açığa çıkaran, tetikleyen, devamlı sınayan ve insanı ol’duran bir işleve de sahip… İşte bu çekilmez yatılı okulların bu kasvetli Cuma geceleri, yatma saati açısından özgür bırakıldığımızdan, bizler bir araya gelir adına “moral gecesi” dediğimiz geceler düzenler birbirimize tüm hünerlerimizi gösterirdik… Skeçler, tiyatrolar yazar oynar, türküler söyler, halaylar çeker, kız kıza danslar ederdik… Katıla katıla hep birden güler, yorgunluktan sızardık… Kendime mektup yazma alışkanlığım da işte özellikle o Cuma akşamlarından kalma bir uğraş… iple çektiğimiz hafta sonu çarşı izinlerimizde hazırladığım iki mektubu yanıma alır, arkadaşlarımla okul müdürünün odası önünde kuyruğa geçerdik… Yırtmaçları teyelli eteklerimizi ve etek boylarımızı dönerek gösterip, denetim geçidinden geçip, tek tip tebdili kıyafetlerle kentin tek izinli ana caddesine, adeta “kaçılın yatılı okul kızları geliyor” nidasıyla çıkardık… ben bir bahane uydurarak arkadaşlardan biraz uzaklaşıp, postanenin yolunu tutardım… ve gider hazırladığım mektupların birini kendime, birini de oda arkadaşıma farklı isimlerle atardım… Postacı geldiğinde, alt sınıfların müjde diye koşarak odamıza gelmesi en büyük mutluluğumuzdu o sıralar… kah bir yemek, kah bir pasta/çay ısmarlayarak ve içimden kıs kıs gülerek kendi mektuplarıma ulaşırdım… hatta bir yılbaşında gidip epey bir arkadaşıma özellikle mektup gelmeyenlere, esrarengiz hayranlardan gönderilme kartlar da atmışlığım var… ve o kartları başucuna asan hayal kuran arkadaşlarımın bir çoğu bilmediler bu durumu, ya da bilmek istemediler… işte bunu da buradan itiraf ediyorum… o erkek teknik lisesi adresli kartlardaki gizli hayranlarınız bendim ve gerçekten hepinizi çok sevdim… ...bu oyunu o kadar uzun sürdürdüm ve o kadar mektup birikti ki, bir süre sonra mektupları kendimin attığını dahi unuttum… İşte o zaman daha çok kavradım mektupların insanı hayata sıkı sıkıya bağlama hünerini… o gün bugündür en çok kendime mektup atmışlığım var… “mektuplar: cezaevleri/ mektuplar: özlem ” Sonra cezaevleri girdi hayatıma… yok öyle kendi açımdan uzun hapislik deneyimlerim olmadı benim… kısacık bir solumuşluğum var… hep direkten dönenlerden… mahpus adamlara mahpus olduğum dönemlerden daha çok tanıdım orayı… şans mı, şanssızlık mı bilmem ama, zaman zaman bi başına dışarıda kalmak daha acıtıcı geldi bana… İçeri ile dışarı arasında, sadece kelimelerin sesini duyabilenlerin geçebileceği, ete kemiğe bürünen bir koridor yaratır mektuplar… ve içeri ile dışarısı arasındaki zamandan uçurumu siler… o koridordan en az bir kez hakkıyla geçenler, en soğuk gecelerde bile bir mektubu yorgan niyetine almayı bilirler üstlerine, üşümezler… bu nedenle işte mahpuslar en iyi ve en kalıcı mektup yazıcılarıdır… karşılıkları ya gelmez ya bir azizliğe uğrar çok zaman… incinir kırılırlar haklı olarak… Yürek mazeret tanımaz çünkü… Aslında içeriye yazmayanların bu eylemsizliğinin genel nedenini kayıtsızlık ya da sevgisizlikte aramak kolaya kaçmak olur sanırım… yazıp da atamadığım çok mektubum oldu benim, asla sevgisizlikten ya da unutmaktan değildi… yoksa bir yanın içerdeyken hayata ve günlük yaşam kaygılarına tutunmak kolay değil… aklını ve yüreğini zarflara tıkıştırdığında, geriye kalanla (hoş pek bir şey de kalmıyor) dışarının hengamesi ezip geçiyor… oysa umutlu ve mutlu cümleler girsin istiyorsun zarflara… ve belki korkuyorsun kendinle (hapisliğinle) yüzleşmekten… bilmem, saçma bahaneler yaratıyorum belki ya da günah çıkarıyorum… atamadığım mektupların anısına… Hani insanların hayatlarında ve tarihlerin tozlu sayfalarında bazı olaylar “milat”lar açar ya… benim milatlarım hep bir mektupla başlayıp bittiğinden ben o (MÖ) ve (MS)‘leri hep “mektup öncesi” ve “mektup sonrası” olarak okumayı seçtim… ne zaman bir yılgınlığa kapılsam bir mektup elimden tutup kaldırdı beni… sanırım benim mektuplarım da kaldırdı birilerini… Ve şunu öğrendim: mektup yazmayan ve mektup almayan hep eksik sever…“birilerine gerçekten dokunmak istiyorsanız, onlara mektup gönderin” nilgün gürbüz
Tanrı’nın Azrail’i yanına çağırmasıyla başlar hikâye ve Tanrı Azrail’den Kafka adında bir adamı öldürüp kendine getirmesini ister. Azrail elindeki öldürülecekler listesinde küçük bir oynama yaparak Kafka’nın adını ilk sıraya alır ve canını almak için dünyaya iner. Prag’dan başlar aramaya ve tüm Avrupa’yı dolaşır, ama bulamaz. Tanrıya karşı mahcup olmak istemediğinden hiç ara vermeden devam eder yolculuğuna ve tüm mevsimlerde, tüm kentleri dolaşır… Tanrı’nın huzuruna çıktığında eli boştur. Tanrı Kafka’yı sorar kendisine, Azrail boyun büküp cevap verir, “Yok” der önce… “Sizin yarattığınız evrende Kafka adında bir adam yaşamıyor.” Tanrı öfkelenir bu sözün karşısında, belki de ilk defa istediği bir şey yerine gelmemiştir. Gür sesiyle bağırır Azrail’e “Git o zaman onu kendi yarattığı dünyada bul ve getir.” xxy
akşamüstüsaatbeş
degilodadegil@gmail.com muslum.cizmeci@gmail.com
kara kolaj
heba sayfalar
uff zor işmiş bu gelenden gidenden ve telefonlardan konsantre olamadım:) dün gece bitirdim Heba’yı ve içimde bıraktığı derin boşluğu bir nebze unutmak için, bir meret hazırlayıp kendime, tüm Ziyalar ve ( onların iyi ki de bir fena masalcısı olan) Sevgili Hasan Ali Toptaş için kaldırdım kadehimi…zihnimizdeki ezber odalarına dokunuşları, “hayatın uzak ve yorucu bir köşesine hızla gönderip getirmeleri ” başımı döndürdü ve minnet duydum…biliyorum bunu demem de kendisinde bir mahcubiyet yaratır ve şöyle seslenir bana “Minnet duygusu feci bir şey Nilgün (Ziya Bey), onun insanda nasıl bir tahribata yol açtığını bana kalırsa ancak yaşayan bilir.Aslında sadece tahribata yol açmakla kalmıyor,insanı eksilte eksilte gönüllü bir köleye de dönüştürüyor bu duygu.Her şeyi yapmaya hazır oluyor bu köle, coşkulu oluyor, yaralı oluyor ve yarasını da her zaman kendi elleriyle kendisi kanatıyor” … ama bende içimdekini demesem mahcup olurum……sahi masalcı, sığınılacak hiçbir yer kalmadı mı geçekten “dışarısı görünür, içerisi görünmez cam” mezarlardan başka, “kendilerinden o hiçbir şeye sahip olmamanın huzuru bile esirgenen insanlar” ne yapmalı ki, “topluca intihar” mı etmeliler? n.gürbüz
“Bir insanın, kendisine zulmedene gülümsemeye mecbur bırakılmasından daha beter bir zulüm yoktur yeryüzünde”
“İnsan başka yollardan da var edebilir kendini; uzun bir öpüşmenin derinliklerinde kaybolarak, bir bakışın ateşinde yanarak, bir kitabın ruhundan doğarak, bir dokunuşla sarsılarak”
“İnsan içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür.
”Bu camlardan dışarısı görünür ama, içerisi görünmez.,,
“ Elmanın alı taş çağırır,,
unut
may
Akşamüstü saat beşte. Saat tam beşti akşamüstü. Ak çarşaf getirdi bir çocuk. akşamüstü saat beşte. Bir sepet kireç hazırlandı akşamüstü saat beşte. Gerisi ölümdü, yalnız ölümdü akşamüstü saat beşte.
ı unu tma
!
SİVAS DERSİM ROBOSKİ REYHANLI: ARTIK HEPİMİZ BİRAZ DAHA AZ İNSAN’IZ
sarı iş makinaları kadim bir nehri dövüyor dijital fotoğraflarda. düne göre daha suskunum. az önce haber okumaktan geldim ‘evde yoktum’.. oysa ne ilhan berk şiir yazıyor artık ne de adile naşit in uykudan önce si var.. şimdi savaş var..durdum iki saattir okuduğum yazılara baktım.. uğraşıma... ne yana dönsem bir haber kırıntısı görüyorum.. bu saat itibarıyla zehirliyim ben. uluslar arası basın reyhanlı daki patlamada ölenlerin sayısını 170 civarında bildiriyor. bir kişi ile 170 kişinin ölümü arasındaki fark nedir. ölüm sayısal bir nicelik olarak kabul edilirse hep daha fazlasına öykünmez mi. bu bakımdan ölü sayısına 40 ya da 170 demek hangimizi daha çok ‘haklı’ yapar. üstelik bu saldırının, ipini koparmış gibi ortalığı vahşi bir şekilde yıkan sözüm ona ‘muhalif’ fundamentalist selefi danalar tarafından gerçekleştirildiği biz ülkemiz dışında nerdeyse sağır sultana bile ayan olmuşken... tam burda orwel in 1984’ünü anımsıyorum...’büyük birader in gözü senin üstünde’ ..anlaşılan büyük ve küçük olmak üzere her kalem biraderin gözü üzerimizde.. yoksa bu suskunluk kisvesine bürünmüş habis korkaklığımızı neye yorabiliriz.. kibrit kutusunu dijital cep telefonlarımızda baş parmağımız ve işaret parmağımız marifetiyle büyütüp ‘ev’ yaptık. sonra güncel eşyalar oyuncaklar alıp döşedik ve dünyayla bağımızı kesip kafamızı desenli yastıklarımıza desenli mutfak kokularımıza.. akrabalarımıza arkadaşlarımza alışkanlıklarımıza kredi kartlarımıza tamahkarlığımıza gömdük..kimse bize dokumanaz sandık bize her türlü dokundular..artık herşeyi biliyoruz dedik..cehaletin bu kadarının ancak bu piç tahsille mümkün olduğunu evrene biz öğretmiş olduk.. apartman dairelerinin kurallı köşelerindeki zavallılığımız bize yetmiyormuş gibi bir de bu kutunun içinde yeni bir sanal kutucuk yarattık.. adı televizyon aristodan aşırdığımız zehirli katarsis i şiar edinip o kutudaki monologlarla insan olmamızın doğal mirasından fersahlarca uzağa atıldık. türlü hilelerle..kirli oyunlarla inşa edilmiş mutfaklarından çıkma zehirli çikolataları ‘bağımsız haberler’ diye dinleyip kendimizi bir bok sandık... hastalıklı matruşkalar oluverdik kendi tekliğimize. ..o sanal kutucukların dünyasındaki riyakarlığa pasifliğe ve tembelliğe teşne ruhumuzun kıçını serdiğimiz minderden reyhanlı yı seyrediyoruz şimdi. ölenlerin gerçek sayısı kaç acaba. bizim adımıza allah beğenen, içtiğimiz ayranı bile tescilleyen kaç çocuk yapacağımızı bize kızgınca dikte eden büyük biraderimiz her yerde..upss işimizi kaybedebiliriz.. tezgaha gelebilir ‘kirli çamaşırlarımızı’ ortalığa serilmiş bulabiliriz. ..istikbalimiz.... peki ya çocuklarımız.. susalım mı .. susalım.... azalmak ve onurdan erdemden on binlerce yılın kanıyla teriyle emeğiyle akıl ve aşkıyla birikmiş bakiyesinden damıtılan bu mavi kürenin içinde sanal abdestli yeni sürüm sözüm ona ‘hayat’la yaşayalım öyle mi..bunca on bin yıllık birikimi ‘küfür’ sayıp paradaki sıfırları atar gibi yeni bir tarihe mi inanalım.. yanı başımızda insanlar bir birini boğazlarken. kadınlara alçakça tecavüz edilip erkeklerin kulakları burunları dudakları kesilirken biz hangi komedi dizisine güleceğiz. üstelik o estetikten zekadan yaratıcılıktan uzak zavallı -gerçekten zavallı- dizilerimize bile sansür uygulanırken..(zaten kendileri başlı başına sansürken)... kabul edelim biz müsvedde bir ömür yaşamaya zorlanmış zavallı çağdaşlarız.. hiçbir gücümüz yok... sabaha doğru herhangi birimizi o çok sevgili kutucuklarımızdaki desenli döşeklerden alıp zindana atsalar ne yapabiliriz. sırtımızın bu güneşi görmekten kamburlaşan sanal külhanbeyi cakalı aynası bir mobese kameranın izansız öksürüğüne pişti olsa derdimizi kime anlatırız.. savaş uçakları başımıza bomba yağdırsa ve biz henüz on dört yaşında olsak ölürken ne değişir. .teker teker hepimiz -pehheyyy- derya deniziz.. yakışıklı güzel zengin bilgili yaratıcı iyi kalpli iyi huylu tuttuğu koparan çalışkan hünerli iktidar sahibi ahlak sahibiyiz öyle mi(fallarımız ve burçlarımız bile bize sıfat devşirirken).. öyle olsun..ama kabul edelim bizler birer hiçiz toplamda.. bu cinayetler hepimizin suçu..katil olan aslında bizler değil miyiz ki. araba süsü bir biblo köpek figürü gibi kafamız gövdemizin içinde her devinimde bir o yana bir bu yana salınanlar bizler değil miyiz. sarı iş makinaları kadim bir nehri dövüyor dijital fotoğraflarda. kabul edelim düne göre artık toplamda hepimiz biraz daha az ‘insan’ız... adem yeşilyurt