Heroinstar Fanzin II.

Page 1

iletişim;

kaoscocukparkisanatedebiyat@gmail.com ve bu; kaoscocukparkisanatedebiyat.blogspot.com ve şu; kaoscocukparkielestiri.blogspot.com koordinatör- lokman kurucu

yayına hazırlayan tahterevalli- müslüm çizmeci

2


3


‘KONUŞARAK DA SEVİŞEBİLİRİZ.’ Söyleşi- Mabel Matiz – müslüm çizmeci

‘öz’de insana inanıyorum ve onunla ilgileniyorum’ “dürüst bir insan daima çocuk kalır” demiş sokrates. çocuk kalabilmek için dürüstlük yeterli mi? başka neler gerekir ‘yaşım çocuk’ diyebilmek için? ‘yaşım çocuk’ ilk etapta albümün zamansızlığına ithaf. ama çocukluk zamansız bir aralık olduğu kadar bende de yalansız bir aralık aynı zamanda. çocuklar daha şeffaflar. büyüdükçe, dünya zamanına karıştıkça bir şeyleri öğreniyoruz. bir şeylerin raconunu çakozluyoruz. kişi ne olduğunu ve ne olmadığını bildiği, kalbinin ve vicdanının sesine kulak verdiği sürece çocuk kalabilir. bütün mevzunun kişinin kendisinde olup bittiğini düşünüyorum

“Yıkıma inanmam değişimin mutlaklığını kabul etmek galiba, hiçbir şey sonsuza dek sürmüyor, hiçbir duygu sonsuza dek devam etmiyor, hiçbir ilişki ya da durum sonsuza dek devam etmiyor. dolayısıyla yıkıma, sıfırlanıp, bir başka kapıdan, pencereden çıkıp yoluna devam etmeye açık olmalı insan.” diyorsunuz bir demecinizde. çok doğru. şimdi kendini hissedebildiğin en eski zamanı düşünmeni ve şu anki mabel’le yan yana getirmeni rica ediyorum. neler değişti ya da neler yıkıldı? kendimi hatırladığım en eski dönem 3-4 yaşlarındaki halim. pısırık, çekingen, içine kapanık bir çocuktum. korkardım. kekelerdim, kekelemekten çok daha fazla korkardım. çok korkardım her şeyden. o çocuğun üstünden çok şeyler geldi geçti. dünya bir yana insanın kendinde bile sürekli bir yıkımdan/değişimden bahsedebiliriz sanırım. tabii ki. o zamandan bu zamana kadarki aralığıma baktığımda kendimde ve öz’de çok fazla değişim görüyorum. 3-4 yıl önceki halimden bile oldukça farklıyım. bir kısmı gitmiş, oraya yeni şeyler kurmuş bir insan olduğumu söyleyebilirim. peki bu sürekli değişime rağmen ‘değişmez’ dediğin şeyler var mı senin için? insanların eşit oluşu mesela. herhangi bir kimlik bilgisi benim için önemsiz. insanların nerede doğdukları, cinsel tercihleri, konuştuğu diller önemli değil. öz’de insana inanıyorum ve onunla ilgileniyorum. kibirden hiçbir zaman hoşlanmadım. kötü enerjiden hep uzak durdum. eskiden korkarak uzak dururdum. artık korkmadan uzak duruyorum. enerji demişken iyi/kötü ya da pozitif/negatif enerji sende ne ifade ediyor? hayatında ne kadar yer kaplıyor? ben bütün her şeyi enerjilerimizin yönettiğini düşünüyorum. mesela birkaç gündür çok ağır hissediyorum kendimi. telefonlara çıkmıyorum. insanlarla görüşmüyorum ya da tersliyorum. moda sahile gidip tek başı4


ma kayıklara oturuyorum. göğü izliyorum. onu çağırdıkça, içine düştükçe daha da düşüyorsun. iyi şeyler çağırırsan iyi; kötü şeyler çağırırsan kötü şeyler olur inancına sahibim. kötü enerjiden kendini uzak tutmak için başvurduğun yöntemler var mı? birtakım önemsiz detaylara kafayı takıp günü heba etmemeye çabalıyorum. insanı yiyip bitiren bazı özelliklerden arınmaya, önyargılarımı sıfırlamaya gayret ediyorum. mümkün olduğunca olduğum gibi ifade etmeye çalışıyorum kendimi.

‘gerçek, kendimize çizdiğimiz sınırın dâhilinde de olabilir, onun çok uzağında, ötesinde de’ “bu albümün özet sesi biraz da ‘krallar’ aslında. çünkü gerçekten “ayıp” olanı belirleyen toplumdan korkusuz, duvarları kıran, sürüye dâhil olmadan yazılmış sözler ve besteler var albümde. Bir tür marş aslında ‘krallar…’ azınlık olan, ötekileştirilmiş kim ve ne varsa ki kendi içimizde büyüttüğümüz her şey buna dâhil, sokaklara çıkarak bunu söyleyecek. ben başladım.” ne güzel diyor sinem sal. Bu şarkının “kurtul kendinden” ve “huzur isyanda” dizelerini öne çıkardığımızda; albümün anarşizan çehresi, harekete geçiren yanı; mabel’i mabel yapan temel duygulanım diyebilir miyiz? bilmem. bunu demek veya dememek dinleyenlere kalmış. sübjektif nitelemelerden uzak durmaya çalışırım. ‘kurtul kendinden şunu anlatıyor: insanların yapmak ve varmak istediklerinin önündeki en büyük engel genelde kendisidir. farkında olsun, olmasın. birtakım toplumsal kayıplara kulak veriyordur. bir yönü bilmiyordur. kafasında saçma sapan başka şeyler vardır. kendine varmakta bu yüzden sıkıntı çekiyordur. özellikle kendinden kurtulması gerekebilir. ‘anarşizan çehre’ tanımlamam biraz da insanın kendinden başlayan ve genele yayılan sınır/sınırlamadan arınma güdüsüyle ilgili. bana göre gerçek, çok fazla sınırlar çizilerek belirlenebilecek bir şey gibi gelmiyor hemfikirim. gerçek, kendimize çizdiğimiz sınırın dahilinde de olabilir, onun çok uzağında, ötesinde de. sınırlar ifadesini sevdim, ‘krallar’la ilgili. ‘krallar’ sınırları kaldırmaktan bahseden bir şarkı. bu yüzden ‘huzur isyanda’ diyor. o sınırları kaldırmadan ya da o sınırlarla bir kavga haline geçmeden huzura, öz’e, çekirdeğe ulaşmanın imkansız olduğundan bahsediyor.

“ama yağmur gökkuşağına dönüşecek” alaimisema! bu şarkı eğlenceli olduğu kadar cinsiyetçiliğe karşı atılmış güçlü bir tokadın izlerini taşıyor; ‘hem narin hem zorba.’ seksi bir ironi hakim. tam bir ters köşe. tam bir mabel işi. ‘sonra sonlardan en sonra’ da mabel’den bu tarz şarkılar dinlemeye devam edecek miyiz? tabii ki. alaimisema benim için de albümdeki en önemli şark1lardan biri. anlattığı ana metni senin gibi şahane şekilde okuyabilen insanlar var ama muhtemelen hiçbir şey anlamayan da bir o kadar insan var. konserlerde o heterojen kalabalığın özellikle bu şarkıda yan yana hoplayıp zıplamalarına, bağıra çağıra eşlik etmelerine bayılıyorum. anlamayanlar da zaman içinde anlayan tarafa geçecektir ve şarkının anlatmak istediği şey bir şekilde bir işe yarayacaktır diye düşünüyorum. bilinen kalıpları yok eden bir şarkı bu da. ve bence bu reddi aslında biraz naif bir şekilde yapıyor. bakma; çok ritimli, enerjisi yüksek bir şarkı ama acıklı bir şeylerden bahsediyor. ‘kaldı bize, bizden gacıların acısıyla, baronları hoş etmesi’ cümlesi bir film konusu bile olabilir. 5


‘ben kendince doğru, kendince iyinin peşinde olan bir insanım. benim doğrularım ve iyilik halim herkesle örtüşmeyebilir’ ‘ölü pantolon. sefil sefil. yaşım çocuk.’ sevişilerek kazanılacak bir savaş değil bu, sanıyorum: savaşla işimiz yok, kazanmak umrumuz değil. ama sevişmek ama tek yolu sevgiyi doğurmanın; ama sevişmek elbet değil salt cinsel doyum. aklıma altay öktem’in ‘sevişin’ önermesi de geliyor. ‘yaşım çocuk’ albümünün özet sesi ‘krallar’ ise; özet esi sevişmek. sevişirken konuşur musun mabel? yoksa sadece müzik mi? konuşurum, müzik de çalar. çok yüksek seste müzik çalar altta. illaki cinsel organlar birbiri üzerine çıkmak zorunda değil tabii. ‘sevişmek,’ daha büyük, daha ruhani bir şey sanki. altay da salt bir penetrasyondan söz etmiyor ki altay’dan bahsediyorsak öyle zaten. benim için de çok fazla şey ifade ediyor. konuşarak da sevişebiliriz gibi geliyor bana. ya da bir şarkı, bir şiir… kesinlikle, şarkı söyleyerek de sevişebiliriz karşılıklı. zaten konserlerimizin çoğu bu tatta geçiyor. insanlar tüm şarkılara var gücüyle eşlik ediyorlar. bu; o tensel birlikteliğin de ötesinde çok daha ölümsüz, dünyadan uzak bir birleşme benim için. ‘sevişin’ deyince elbette bir ten teması da geliyor akla. ama dediğim gibi onun da ötesinde ondan daha güzel bir şey varsa; bir şekilde yazdığımız, çizdiğimiz, sunduğumuz şeylerin insanlarda bir şeyler uyandırması. bu mevzu üzerinden bir araya gelmemiz, onu tekrar tekrar çoğaltmamız.

“bir hayal burktum en sol yerimden” sanki albümün alt başlığı. Ve beni en çok etkileyen dize ‘eğilip alıver yüzümü.’ bugüne değin hayallerinin önemli kısmını gerçekleştirdiği görüyoruz. peki, bundan sonrası; şu an mabel, dalıp da boşluğa, neler hayal ediyor? çok daha büyük şarkılar yazmak ve söylemek istiyorum. çok daha şiir olsun. şiir konusunda yeni türkü’yü çok kıskanırım mesela. bir çok şiiri çok güzel bestelediler. ben de daha çok sizin kuşağın (kuşağımızın) şiirlerini bestelemek istiyorum. çok daha geniş insanlara ulaşsın; ne kadar çok insana ulaşırsa o kadar ‘gerçek’ olacağını düşünüyorum. kalabalıklara ulaşan her iş gerçek değil tabii ama ‘yaşım çocuk’ şu çekirdek kitlesiyle bile görkemli bir gerçeklik yakaladı bence. daha büyük bir ayna kurabiliriz. müzik insanlara bir şeyler versin, kafalarını açsın, kendilerine kurdukları sınırları, duvarları kaldırmalarına yardımcı olsun. ‘alaimisema’ birinin kafasındaki soru işaretlerini kırsın. ‘krallar’ birini bir başkasıyla barıştırsın. ‘söylese o ben söyleyemem’de insanlar aşık olsun. en büyük hayalim daha evrensel iz bırakan bir beste yapmak. patti smith ile bir şarkı söylemek. sezen’le bir şarkı yazmak, bazı şarkıları goran’la yeniden kaydetmek istiyorum.

mabel’le kendini içselleştirenlere son olarak kısaca ne söylemek istersin? fazla içselleştirmemelerini tavsiye ediyorum. içselleştirirken beni doğru anlayıp anlamadıklarından emin olmalarını istiyorum. birtakım yıkımlardan geçebilirler aslında bu iyi bir şey. dolayısıyla biraz önce söylediğim şeyleri takmayıp içselleştirmeye de devam edebilirler ama ben kendince doğru, kendince iyinin peşinde olan bir insanım. benim doğrularım ve iyilik halim herkesle örtüşmeyebilir. yine de öz’de bana yakın durmalarından hoşlanabilirim. imgesel derinliği olan bir albüm, elbette bir çok farklı duygu hali yaratacaktır. belki de senin aklının ucundan bile geçmeyen hislerle dinleyenler vardır. ama en azından albümün özünü anlayan ve o özde kendine yer açabilen insanların var olduğunu biliyorum. az sayıda da olsa var o insanlar. aslında beni geriye kalanı pek ilgilendirmiyor. beni geriye kalanı da ilgilendiriyor. şöyle ilgilendiriyor: daha çok insanla çoğalmak, çoğaltmak amacından dolayı. kıracaksak tabularımızı beraber kırmak arzusundayım. tabii ki özü anlayan kitleden insanlar çok değerliler benim 6


için. özü sürdürebilmek, üzerine başka şarkılar koyabilmek adına gereksinim duyabileceğim her şey o insanlarda var. o insanlardan alıyorum enerjimin çoğunluğunu. bu çok değerli. belki mevzu da bundan ibarettir. bilmiyorum.

dosya:

mabel matiz mabel matiz, yaşım çocuk- banu kalyoncu bi’ mola molası- çağrı çığ sığırcı mabel’le matiz olmak- müslüm çizmeci matiz’in sarkacı- merve acar

15


mabel matiz- yaşım çocuk banu kalyoncu

Mabel Matiz’i ilk duyduğumda bir çikolata ismi gibi “mutlaka ucunda mutluluk vardır” demiştim. Halbuki “çok sarhoş, düşkün kimse” demek olduğunu ve eski Yunanca kökenli, argo bir kelimenin birleşiminden oluştuğunu öğrendim. Fakat bu benim ilk duyduğumdaki düşüncelerimi asla değiştirmedi. Ben iç sesini dinleyen, önsezilerini kullanan, hisleri ile karar veren biri oldum ömrümce. Bu yüzden yanılgılarım oldu ama bağlandıklarımdan her ne olursa olsun vazgeçmedim. İlk albümü çıktığında çok sarmadı aslında beni ama söz yazarlığı konusunda hayran olmuştum. Özellikle ilk albümden aklımda kalan “öteki” şarkısını hala zevkle dinlerim.

“Şekerlerinizden, uçan balonlarınızdan, Kuru sıkı, patlak, korkak, yaman silahlarınızdan, Dinmek bilmeyen keyfi karın ağrılarınızdan, Çok sıkıldım.. Çok sıkıldım..

Hangi kan affeder bayım, kalbinizdeki kili? Hangi göl temize çeker, ellerindeki kiri? Bir tutam ya da birkaç tomar Ah yalan bu ne fark eder? Kahrınızın külleri şer, Hanginizi yakar?” Beni etkilemesi bu kadar kolay olabiliyordu işte. Ama her şey bu kadar basit anlatıldığı gibi değil elbette. İnce eleyen, sık dokuyan, hemen her şeyi beğenmeyen, didikleyen, araştıran, eksik arayan ve üzerinden defalarca tekrar yapan biriyim. Öncelikle karakterimden gelen mükemmeliyetçilik duygusu, sonra işimin verdiği titizliği ve ayrıntıcı oluşum etkilenmesi kolay ama beğenmesi ve bağlanması zor biri yapıyor beni. Bundan şikayetçi değilim, hatta hoşuma bile gidiyor. 9


“ O yazları sen de özlüyor musun şimdi? Uykuların aşka soyunduğu o toy vakitleri. Kanayan su gibi akıyor mu içine dün? Bi’ derin of çekerek batıyor mu ötede gün?”

Müzik benim için önemli. Ruhumu okşayan, içimi aydınlatan, beni düşündüren, eğlendiren, mutlu kılan, sabrımı deneyen her sanat dalını seviyorum. Ama müzik bambaşka. Şarkı söylerken dünyalar benim oluyor çünkü. Dünyaların en tepesinde kendimi daha özgür, kimseye sorumluluğu olmadan, ne yaparsam yapayım ben istediğim için olacağını bildiğim, hissettiğim yer. Bu yüzden ben kiminle şarkı söylüyorsam –bir dinleyici bile olsam-, müziğin ritminden, şarkıcının sesinden, vokallerin gelişine kadar her şey önemli. Ses çok önemli, şarkı sözlerini vurgulaması, müziğin içinde kaybolmadan bir bütün halinde hissettirebiliyorsa o kişi benim için değerlidir. Video klibini izlemesem ya da şarkıcının kendini görmesem de olur.

“Dönüyorum ah dönüyorum dönmedolabımda idareten Açıları keçileri kaçıra kaçıra bi’ hoş oldum Sapıyorum da, sapı kimin bu asılı kesili meydanların Kaçacağım deliğime bir harala gürele bulunca Bir şey var bir yerlerde Kalbim aç tezahürlere”

“Yaşım Çocuk” içinde koşup zıplayası geliyor insanın. Bahar çarpması yaşatacak bize Mabel Matiz. Krallar ile başlayıp, beyaz çiçekler kondurup saçlarına, aşk’ta yok olup, aklımızı uçurumlara-kalbimizi kafeslere hapsedip “Kerem gibi “ sabırla, ah bu sefer aramızdaki yağmur sesi diye diye ilerliyor notalar. “İnsan görmediği, yaşamadığı, hissetmediği şeyi nasıl yazar” derdim, şairlerle söyleşilerimde. Bu sanat icra eden her sanatçı da var aslında. Mabel Matiz dinlerken onunla birlikte, isyan edebiliyorsun, delice sevebiliyorsun, özlem duyabiliyorsun, geçmişi anımsayabiliyorsun, hayal de kurabiliyorsun. Öyleyse sanatçı yaşadığını bizimle paylaşmak için bu kadar kapısını açmışken, davete icap etmek gerek.

“Sonra, sonlardan en sonra Hem narin hem zorba Aşklardan itildik Kanlı terli yorganlarda Al sebzeler hormonda Çiğnenmeden yutulduk”

Müzikte sınırlamaların ve bir kalıba sığdırılmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Fakat müziğin evrenselliği, sanatçının ortaya koyduğu eserin mükemmelliği ile oluşur. Mabel Matiz’in kendine has yorumu, kendine özgü şarkı 10


sözlerindeki anlam, enstrüman seçimi önemli vurgulanacak unsurlar. İyi isimler ile çalışmış. İyi bir iş ortaya koyabilmek için özel bir çaba elbette sarf ettiğini kendi de söylüyor. –Gerçi herkes aynı şeyi söyler ama üç gün sonra unutulup giderler- Şarkı sözü yazamadığı için hastanelik olan, yazdığı şarkı sözleri üzerinde günlerce uğraştığını duymuşsunuzdur. “Telefonuma seni şekerim diye kaydetmiştim” gibi sözler taşımayınca şarkıları, bir değil binlerce kez dinlettirebiliyor kendini. Bu da diğerlerinden farklı olmasını sağlıyor.

“Yağmurun sesi gibi değil Ah bu sefer aramızdaki Ah bu sefer aramızdaki”

Albümde Mete Özgencil ismini görmekten memnun oldum. “Zor Değil” kendini belli eden güzel bir çalışma. Bir de önce şaşırdığım ama sonra ağız kulak mesafemi yakınlaştıran bir şarkıyla coştum diyebilirim. Yıldız Tilbe’nin “Aşk Yok Olmaktır” çok iyi bir cover olmuş ve çok iyi yorumlanmış. Bu halini daha çok sevdiğimi itiraf etmeliyim. Favorilerim arasında “Yıllar Saçlarına” ve “Tamburu Yokuştan” şarkılarını eklemeliyim. Diğerlerini dinlemiyor muyum? Bu albümde ayırt ettiğim bir çalışma yok ama öne çıkanlar illaki olacak. Nasıl “Grup Çekirdek’in hiçbir şarkısını unutmadıysam, Murat Özyüksel’in albümünde “bir çiçek yılı sonra” diyen Teoman’ı hala seviyorsam, Ezginin Günlüğü’ne çocukluğumdan beri nasıl sarıldıysam, Mabel Matiz’de yaşlandığımda ilk günkü sevinciyle dinleyebileceğim biri.

“Geçmiyor hiç gözlerimden Bir hayal burktum en sol yerimden Sen bana sır, ben sana yar Bi’ düşünmeye gör, göğüm kamaşır ( can’ım kamaşır )”

Sevgili Mabel; uzun soluklu, kısmeti bol, hayallerini gerçekleştiren bir albüm olsun. Sesindeki akdenizi hiç kaybetme! Ucunda mutluluk dağıtan bu isim hayatımda her daim var olacak…

Sevgiyle.

21


heroin

bi’ mola molası? çağrı çığ sığırcı

Salt Beyoğlu’ndaki söyleşide öğrendim. Leos Carax, yönetmenin gerçek adı değilmiş. 12-13 yaşlarındayken kendi hür ve gür iradesi ile adını değiştirmiş. Holy Motors! Mabel Matiz de adını edebiyattan, soyadını sinemadan aldığı ilhamla baştan yazan bir şarkı yazarı. Yoluna kendi stiliyle devam ediyor.

(Gönderme molası kaptan: Destina kendi kendini çalsın. Proaktif şarkılara ihtiyacı var bu dünyanın.)

90›ların güzel popundan beslenen, sevdiği şairlerden dem vuran, sevmediği ülke saçmalıklarını röportajlarına konu edinen birinden bahsediyoruz. (Mabel Matiz molası kaptan: «Söylese o ben söyleyemem». Rakılar yağıyor.) Bunca yıllık gözler artık bellediler. Sadece şarkı isimlerine bakarak bir albüm hakkında fikir yürütmek mümkün. Bakıyorsun ve anlıyorsun. Orada bir şeyler değişik. Bu sıkıcı dünyanın değişik şeylere ihtiyacı var.

(Yaşım Çocuk molası kaptan: Krallar. Yaşım Çocuk. Yıllar Saçlarıma. Zor değil. Aşk yok olmaktır. Alaimisema. Tamburu Yokuştan. Aldanıyor. Sefil Çıplak Korkusuz. Kerem Gibi. Ölü pantolon. Ah bu sefer.)

Ve söylemeden geçememem lazım: Mabel Matiz’inki keskin bir vokal. Bazı kulakların alışması zaman alabilir. Bazı kulaklar belki hiç alışamayabilir. Bazı kulakların yıllardır arayıp da bulamadığı KBB uzmanı da olabilir. Bilemiyorum. Nihayetinde herkesin kulağı kendine. Gece olup da yıldızları yaktığımız zaman yanımızda sadece kendi kulaklarımız... Kulaklarımıza iyi bakmalıyız.

Serüvenini -serüven acayip güzel kelime- takip etmeye devam. Yolu ve bahtı açık, çıplak kralların tahtı kaçık olsun. 11


star

mabel’le matiz olmak müslüm çizmeci

*yaşım çocuk albümü üzerine kolaj şiir çalışmasıdır

Bir şey var bir yerlerde

Kör kuyu, derin ateş

Bi’ düşmeyegör, göğüm kamaşır

Soy beni diye bağırıyorlar

Sevişen çocukların bu karanlık matinesinde

Sokaklar mı sarışın

Öfkesi bal aynaların

Çırılçıplak ve korkusuz

Kalbimden damlayan ter

Kalbin korkulu bi› çocuk,

Kanayan su gibi akıyor mu içine dün

Vücudunun en ölümcül makinesiyle

oyuncaklarını arıyor mu?

Hiç gelmez keşkesi

sen misin çocuk

24

Kurtul kendinden


*** mabel matiz’in son albümü ‘yaşım çocuk’ öylesine değil. yaptım oldu hiç değil. buyurun biraz da buradan yanın, diyor; demesine de demekle kalmıyor. bi’ şekilde tutuyor elinizden alıyor kör kuyusuna götürüyor. başınızı okşuyor. avuçlarını özenle gezdiriyor teninizde. samimi. öyle bir öpüyor ki dudağınızdan ama öylesine değil. öptüm gitti hiç. saatlerce yumuşak, saatlerce korkusuz. sıcak.

gün doğuyor. gün batıyor. göğün mavisi de karanlığı da bir. ‘yaşım çocuk’ imgesel derinliğinde hapsediyor sizi. zaman duruyor, öylece bakıyor gözlerinize. zaman matiz. zaman anlamsız. anlam o ara götünüzde ip atlamakla meşgul çünkü terlemeli çünkü gece soğuk. sabaha kadar sevişmek bir görev. albüm bitiyor. yeniden başlıyor. bit. başla. ezber yanı başınızda kızlığını bozuyor. kız kim? kızlık ne? üzerinize gökkuşağı yağıyor. çırılçıplaksınız. önemi yok. dün, bombalanıyor. siz sevişmeye devam ediyorsunuz. Kuyu kırmızı.

albümdeki şarkı sözlerinin biri yıldız tilbe’ye, biri mete özgencil’e, diğerleri ise mabel’e ait. yukarıdaki kolajı hazırlarken buna dikkat etmemiştim. Daha sonra iki şarkıdan kesyapıştır yapmadığımı, ne hikmetse bu iki şarkının sözlerinin zaten mabel’e ait olmadığı anladım. her ne kadar sözleri mabel’e ait olmayan bu iki şarkıda sıkı dizeler (!) yakalayamamış olsam da albümde en sevdiğim şarkının ‘zor değil’ olduğunu; ‘aşk yok olmaktır’ın da favorilerim arasında bulunduğu söylemem gerekir. buradan çıkardığım sonuç; her şiirsel değerin şarkı yapılamadığı gibi güçlü imgelerle örülü olmasa da insanı kötürüm bırakacak kuvvette şarkılar var olabilir. müzikal anlamda çok yetkin olmadığım bilgisiyle beraber albümün ses kalitesinde bir düşüklük mevcut gibi. sadece benim değil danıştığım müzisyen dostlarımın da dikkatini çeken bir durum. ama nedense bu hali benim hoşuma gitti. nasıl denmez; sanki hafifmeşrep bir ses kurgusu. sanki albümün sunumunda bir eksiklik yaratmanın aksine duyguya güç katmış. tabii bu albüm başka türlü dinlemelere, okumalara açık; bunun böyleliğidir mabel’i mabel yapan ki bana bu yazıyı yazdıran. velhasıl kelam eğilip alıver yüzümü. bize hep kaos. biz hep çocuk.

52


matiz’in sarkacı merve acar

boş çocuk parklarında büyük ruhların gezinmesi gibidir mabel matiz dinlemek.

duyduğun her şey kendi içinde yeni anlam kazanır.

yokuştan inerken bisiklet üzerinde ellerini bırakır gibi... acı ve haz üzerine bildiğiniz her şeyi değiştirmeye başlarsınız ve kırlarınızın üzerinde yeşil pencere açılır dünyaya. matiz dönüşüm yaşar ve karşınızda bulursunuz onu sessizce sanki görülmeyen şefkatli elleri ile ruhu kavrayan isteklere yeniden ateş verir. yaşı hep çocuk kalanların şarkısı o, hayatı bir yerden yakalamaya çalışan. Yükselen kum ile köpüğün hikâyesidir hep anlatılan farklı denizlerde. rüzgar kumu hep götürecek... deniz hep orada kalacak. koşar gibi çırılçıplak denizlere, rüyaların çıplak bedenine dokunabilir matiz. lotus çiçeğinin ardına saklanan her yükselen ruh için kutsal gözyaşları da var üstelik. Aşkı tanımlar taştan yatakların etrafında gözkapakları kurumuş gölgelerle. göremezler...

kendi yolunda giderken çizgilerde büyüyen bir adam, sayısız taç yaprakları olan.

hayalleri kuş yuvasında saklanan insanların şarkısı ama bir rüzgar yeter dağıtmaya geleceği. gecenin yolunu izler matiz. kimi zevklerin acısını oluşturan tutkusu… kulak verebilene, ses veren bir gerçek matiz. şarkılar söyler. yürüyenlerin geçişini seyrederek kör kuyulara şarkı söyleyendir. meçhul sözleri vardır tanımlanamaz notalar arasında. sözlerin zamanı yoktur. susan bir ağızdan çıkan şarkıdır matiz. 32


yumaklandıkça gece gözlerime sihirbazın elinden geçerim hayata hüseyin can kaçar -denizi gösterinyürür su köstebekleriyle ruhum olgunluğa itilen inanç şarkımda elimi sallasam akar imge rehberim -hep gülerimkara dişlerimin lekesine bulanır güneş ayaklarımdan geçen kramp zayıflatmaz yolumu ve sigara dumanına pespaye oluşum bildirir tabutumdaki boşluğu duy bunu ‘’bir yerden aşağı çok aşağı düştüm zaman’’ *Mabel Matiz

17


çocukluğum ve çiçekler tolga çınar Küçük bir adam Ateşli bir genç daha sonra Ve tekrar küçük bir adam Onlarca şiir Onlarca çocuk kalışı bu yüzden Oyuncaktan öte lunapark gibi rengarenk

Işıkların içinde Dönme dolap ve atlıkarınca Koşturur gibi hayallerime Nefes nefese kalıyorum…

Ben de Tanrı yaratmasıyım, bu kesin Ama eğri ama doğru Doğduğum andan beri büyütülüyorum sorgusuzca Zaten hiç bir zaman para üstünü tam getirmedim Para üstüne aldığım şekerlemeydim ben

Direnişle geçti çocukluğum Zamanın memesinden emdiğim süte karşıydım Çünkü Tüm zorlukları aşmadan çocuk kalamazsın 28


“kendimi ifade etmeden yaşayamam orası kesin” söyleşi- ece dorsay– kadri karahan - Sevgili Ece ikinci albümün ‘’Kırmızı Karanlık’’ henüz yayınlanmamıştı ki kapını çalmıştım. ‘’Kum Saati’’nin hala bıraktığı izler vardı ve konuşalım istemiştim ki sen yeni albüm müjdesini vermiştin, sonra bir daha bir araya gelemedik. O gün bugündür, bol bol konuşalım istiyorum şimdi hepsini :) Öncelikle her şey şarkılarını internet ortamında paylaşman ile başladı ki bunu peşinden bir demo takip etti ve derken müzik yarışmalarında gördük seni, o süreci özetlemeni isteyelim mi hemen söyleşinin başında? - Elbette. 1996 senesinde yani henüz lise yıllarımda aileme bir elektrogitar aldırmıştım. Daha evvel abimin klasik gitarıyla akorları öğrenmiştim. Kendi imkânlarımla bir demo kaydettim, içinde Güneş ve Sen ile başka bir şarkım vardı yıl 1997. Birkaç plak şirketinin kapısını çaldım ama kapılar açılmadı. Güvenimi asla yitirmedim ve Roxy’e ikinci kez katıldım, 2000 yılında finale kaldım. ‘Manhattan Ice Dream’ adlı bir yarışmada da finale kalıp 2000 senesinde H2000 festivali’nde sahne aldım. 2000 yılı bana uğurlu geldi. ‘Mp3.com’ adlı (myspace’in ilk hali gibi bir site) müzik sitesinde demolarımı paylaştım ve listelerde yükseldim. Milliyet gazetesi benimle röportaja geldi ve oradan Universal Müzik beni keşfetti. İlk profesyonel demo kaydımı Yavuz Çetin ile yaptım. Tutkuların Peşinde aldı demom, karma bir albümde yayınlandı. Guitarist adlı İngiliz dergisinde de “What The Hell is Goin On” adlı demom yayınlandı. İnterneti müzikal başarı için kullanabilen ilk Türkiye müzisyeniyim desem yerinde olur.

- Derken bu başarılar ilk albüm ‘’Kum Saati’’ne doğru yol aldı ama zaman bir hayli hareketli geçti aslında öyle değil mi? Bu albüm için önemli müzisyenlerden destek aldın ve yayınlanır yayınlanmaz da etkisini gösterdi bu başarın. Bugün ‘’Kum Saati’’ albümü hala lezzetini koruyorsa bunun sırrı ne olabilir peki? - 2001 senesinde Kum Saati, Nezih Ünen ve Artun Sürmeli prodüktörlüğünde kaydedildi. Çok profesyonel bir ekip çalıştı. Zor ama eğitici zamanlar oldu benim için. Şarkı sözlerime dönüp baktığımda çoğunun hala eskimediğini hatta demlendiğini görüyorum. Özellikle “Kum Saati” ve “Her Günün Sonunda” adlı bestelerimin sözleri yukardan bir yerlerden ruhuma güneş gibi doğuverdi. Halen de yaşadığım duyguları anlatıyor o şarkılar. Klasik bir söz olacak ama çok inanarak yaptım müziğimi ve beraber çalıştığım ekiple özellikle Artun Sürmeli’yle, çok sağlam bir iletişim kurdum. Müzikal olarak istediklerimi de anlatmaya çalıştım ve onlardan da prozodi konusunda sıkı bir eğitim aldım. Stüdyoda büyük gerginliklerle ve karakterimi erken yaşta olgunlaştırarak ortaya çıktı bu albüm. 13


- Müziğe ara vermedin ki senin hep özel bir sevgin olmaya devam etti, zaman zaman çeşitli mekânlarda sahne de aldın ama ikinci bir albüm için biraz beklettin dinleyicileri? Peki, ne oldu da bu kadar zaman geçti, ‘’Kırmızı Karanlık’’ bu süreçte ne kadar hazırdı bir ikinci albüm olmaya, bu albüme nasıl hazırlandın? - Aslında 2004 senesinde 12 şarkıdan oluşan bir demo yapmıştım evde gitaristimle. Ancak o demoyu çıkartmak mümkün olamadı. O sırada araya Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı eğitimim ve Londra’daki bas gitar eğitimim girdi. Mezun olunca, kendi imkânlarımla ikinci albümü kaydetmeye karar verdim. 2004 yılındaki demoları rafa kaldırdım çünkü ruhumda yaşadığım evrim ve devrimlerle çok daha cesur şarkılar besteledim. 2008 yılında ‘Kırmızı Karanlık’ı kaydettim ve prodüktörlüğü de üstlendim. Düşük bütçeye iyi bir iş yapmak, çok büyük emek istedi. Sonuç güzel oldu ama epey saç beyazlattım. 2010 senesinde Kırmızı Karanlık albümü nihayet DMC etiketiyle basıldı.

- Kuşkusuz bundan on sene sonra da biz bu albümü keyifle dinleyeceğiz ama bazı enteresan durumlar da olmuyor değil ki bu sırf senin karşılaştığın bir durum değil, ne yazık ki birçok değerli müzisyenimizin albümü tarihi yeni de olsa raflarda yerini bir süre sonra kaybediyor. Bunun sebebi ne Ece oysa sen gerçekten iyi bir firmanın etiketi ile yayınladın bu albümü, çok ama çok kişiye ulaşmayı hak ediyordu. - Ne yazık ki böyle bir şanssızlığım var ya da sistem böyle kötü işliyor. İlk albüm, Universal’in kapanmasıyla raflardan kayboldu. Bu albüm ise aslında tükendi ki bu çok iyi haber ama tekrar basılmadı. Şirketlerin böyle hatalarına içerliyorum. Hata mı yoksa umursamazlık mı bilemiyorum. ‘’Mor Rüya’’ adlı bir de şiir kitabım var. Yayınevi kapandı ama halen internetten siparişi verilebiliyormuş.

- Sosyal platformlarda aktif olarak dinleyicilerinle buluşuyorsun. Yakın tarihlerde seni canlı performanslarınla da izledik çeşitli etkinlikler kapsamında. Sahnede tek başına olmayı seviyorsun Ece ve böyle çok mutlusun da öyle değil mi? Bu yıl adına nasıl gözlemlerde bulundun adına, nasıl buluşmalar oldu gerek senin gerek dinleyicilerin adına ki parantez açmak istiyorum seni daha çok dinlemek istiyoruz. - Sahne benim er meydanım ve bulunmayı en çok sevdiğim yer. Sahne, her şeyim… Çoğu dinleyicim ve müzik yazarları, sahnede, albümleri de aştığımı söylüyorlar ki bu beni onore ediyor. Sahnede, sesimin tüm renklerini ve duygulanımlarımı aktarabiliyorum. Albümde tam böyle olamıyor çünkü 70’lerin analog kayıtları yok artık ve dijital platformda, bir çok nüans kayboluyor, tıraşlanıyor. Kompresör gibi efektler, “canlılık” hissini bozuyor ama kayıtta da ne yazık ki bu efektleri kullanıyorlar. 96 yılından beri birçok grup kurdum ama ne yazık ki ülkemizde grubu (hele de solo sanatçıysanız) birlikte tutmak çok zor. Önce mecburiyetten tek devam ettim ama sonra baktım ki ufkum inanılmaz genişliyor ve bu sayede groovebox, pedallar, basgitar gibi enstrümanlara olan heyecanımı da yaşamış oluyorum sahnede. Ezberleri bozmak güzel.

- Biz sık sık konuşuyoruz bu durumu seninle aslında müzikte gelinen nokta, neredeyiz dinleyiciler olarak ya da müzisyenler neredeler bu şartlar altında. Biliyoruz ki her gün yeni bir albüm karşımıza çıkıyor, biliyoruz ki her şeye rağmen albüm satışları çok düşük, belirli mekânlar dışında müzisyenler mutlu ayrılamıyorlar çaldıkları mekânlardan, hazırladıkları klipler internetten öteye gidemiyor bazen vs. Özetle karmakarışık değil mi her şey, bir müzisyen olarak neler düşünüyorsun, yarınlar adına neler olacak burada? - İnternet, devrimsel bir mecra ama ne yazık ki bir kaos ortamı da yarattı. İyi ile kötüyü ayırt edebilen bilinçli, sağduyulu, birikimli kitle sayıca azaldığı için internette, çer çöp ile gerçek yetenekler birbirine karışabiliyor. Herkes ama herkes işin mutfağında olmak istiyor. İnsanlar, “ben de yapabilirim” dedikleri işlere ilgi gösteriyorlar. Teknolojinin de gelişmesiyle, herkes bir kamera veya kayıt cihazı alabiliyor. Hobi olarak bakarsak, herkesin yaratıcılığa eğilme isteği hoş karşılanabilir ama gerçek sanatçı ile amatörü ayırt edecek bir sistem hala oturmadı. Zaten 2


kapitalist düzende, ne kadar sığ işler yapıyorsanız o kadar ilgi görüyorsunuz. Karamsarlık bana göre değil ama iyimserim de diyemem ne yazık ki… Dönüp dolaşıp, sahnenin önemine geliyorum.

- Geçtiğimiz günlerde bir internet sitesinde vazgeçemediğin müzisyenlere ve şarkılara ait bir seçki okudum senden. Ben de sormadan geçmek istemiyorum ve dünden bugüne hayatının en özel müzisyenleri kimler oldu, bir kere de bizimle paylaşmanı istiyorum. Müzik yolculuğunda bir gün öyle bir durağın olsun ki orası neresi olsun mesela, en uç hayalin nedir, özellikle birlikte çalışmak istediğin biri var mı? - Batı kaynaklı müzikten yoğun etkilenmiş biriyim ama son yıllarda Türkçe müziğin de hazinelerini keşfettim ve devam ediyorum buna. Bizim memleketten İlhan İrem, çok ilgimi çekiyor, heyecan veriyor yaptıkları. Duruşu da çok ilgimi çekiyor. İlk çıktığından beri Gökhan Kırdar’ın işlerini ilgiyle takip ediyorum. Batıdan ise say say bitmez. Jeff Buckley, Nick Drake, Pj Harvey, Patti Smith, Marianne Faithfull, Marcus Miller, Suede, eski haliyle U2, Amy Winehouse… Sonsuza kadar gider. Caz virtuözlerinden, indie rock gruplarına oradan elektronik müziğe geniş bir yelpazem var. Sevdiklerimin hepsinde gördüğüm ortak yön ise biraz muhalif ve alışılmadık olmaları. Farklı şeyler söyleyen veya isyan edenleri sevdim hep galiba… Kısacası ayrıkotu olmalı sanatçı. Bu tercih bilerek olmamalı, içten gelmeli…

- Bir iki soru müzikten kopalım ve hayatının diğer renkleri ile devam edelim. İki albüm arasında ‘’Mor Rüya’’ isimli bir de şiir kitabı yayınladın. Önümüzdeki günlerde de sürpriz bir proje içinde görüşeceğiz seninle ve şiirlerinle; demek istediğim şudur ki; Ece neler biriktirdi, neler yaşadı, nasıl bir dünyası var şiirin, kelimelerin içinde? - Şarkı sözleri biriktirirken fark ettim ki bazıları şarkı sözü olamayacak kadar karmaşık ve alt anlamlı… Kendi içinde gene kafiyesi ve müziği olan ama daha katmanlı dizeler yazdığımı fark ettim. Sevin Okyay bana cesaret verip, bunları bastırmalısın dedi. Şair ruhlu birinin devrimci nitelikler taşıdığına inanıyorum. Allen Ginsberg ile ilgili bitirme tezimde, muhalif ve naif duruşundan bahsetmiştim. Kurulu düzenden gerçekten rahatsız olan ve aşkın bir tür anarşik başkaldırış olduğuna inanan kişidir şair benim gözümde. Yoksa çiçek böcek demekle şair olunmuyor ki ben de henüz çiçeği burnunda bir şairim, ustalardan öğrenecek çok şey var. Mor Rüya, ilk bakışta kadın şiirleri gibi gözükse de, bir yandan ruhunda her iki cinsiyetin özelliklerini barındıran ve hepimizin aslında birçok rengi taşıdığına inanan, hapsedildiği düzenden ve bedenden öte, dünyayı daha cinsiyetsiz algılayan bir duygulanımla yazıldı. Kategoriler ötesi bir dünya görüşü ve tutku ile çıktı dizeler…

- BirGün gazetesinde Pazar günleri yayınlanan bir de köşen var. Yeri geldiğinde bir albüm tanıtımı yeri geldiğinde bir konser izlenimi yeri geldiğinde içinden geçen hayatın diğer renkleri ile buluşturuyorsun bizi, yine bir de blog sayfan var, oradan da takip ediyoruz seni; kocaman bir dünyan olmalı Ece? - İç dünyam gerçekten kaotik ama zengin. Beni en mutlu eden şey, tüm bunları paylaşma ve doğru kalplere ulaşmak. Tırnaklar ile oluyor hepsi. Çok yavaş, sancılı ama hediyesinin büyük olacağına inandığım süreçler… Kendimi ifade etmeden yaşayamam orası kesin…

- Sevgili Atilla Dorsay’ın kızısın ki bilemiyorum sana belki en çok sorulan sorulardan biri budur ama ben de merak ediyorum. Kendisinin hayatımıza kattığı birçok şey oldu dünden bugüne, senin hayatına kattıkları elbette merak konum; sanatın her rengi var aile çerçeveniz içinde, aranızda nasıl bir ilişkin var baba - kız olmanın ötesinde? - Babamla birbirimizi çok eleştiririz ama bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Birbirinden farklı dünya görüşlerimiz oluştu zamanla. Babamın birikimi; özellikle sinema tarihi bilgisi e çok yönlülüğü elbette beni de etkilemiştir. Fakat ne babam ne ben, birbirimizi övmeyi sevmeyiz hatta kendi ayaklarım üzerinde durmayı her daim 51


tercih etmişimdir. Böyle bir soyadını taşımak ve kendini var etmek önceleri çok sancılıydı, zamanla rahatladım. Evdeki ortam, bolca müzik ve film arşivi elbette kulaklarımı ve ruhumu caz ve türevleri ile doldurdu ta çocuk yaştan itibaren… Yeşilçam’ın içindeki insanlar aile dostumuz ve tüm bunlar değerli şeyler kattı bana. Belki yaşım ilerledikçe, daha fazla fark ediyorum bu ortamın bana kattıklarını…

- Birkaç cümle ile müzisyen olmayı nasıl tanımlarsın; iyi bir müzisyen olmanın nasıl kriterleri vardır? - Bunun asla matematiksel kuralları yok ama benim en önem verdiğim şeyler: Samimiyet, müzik tutkusu, düzenle veya hayatla bir derdi olmak, enstrümanları sevmek (sırf şarkıcı bile olsanız bence etrafınızda çalınan enstrümanları biraz merak edip kurcalamalısınız, saç / baş yaptırmaktan daha anlamlı olur.) Bunlara yürekten inanıyorum. Unutmadan: Sahneyi sevmek canlı çalmayı ya da söylemeyi sevmek anlamında. Tabii, tevazu ve sabır gibi olgun tavırlar da gerekiyor. - Ece bundan sonrasında neler olacak, önümüzdeki günler adına planladıkların nelerdir peki? - Konserlere kesinlikle devam edilecek, yeni besteler ve cover/yorumlar ele alınacak. Belki bir sürpriz olabilir yan projelerimle ilgili ama kesinleşmeden söylemek istemiyorum aslında. Birgün’e yazmaya devam. Yeni bir şiir kitabı da eninde sonunda gelecektir.

- Bu keyifli söyleşi için çok teşekkürler. Daha nice albüm görüşmek üzere :) - Ben çok teşekkür ederim bu derin ve manalı soruların için sevgili Kadri…

42


mor rüyalar ece dorsay

renk vermez rüyalar gizlenir şeffafça sevişine rüyalar perdenin arkasında gömer rüyalar kafayı yastığa uyanır rüyalar ben uyumadan önce kızar rüyalar önemsenmeyince öper rüyalar değerini bilince sevişirler her gece bilincimle

33


amatör şizofren ece dorsay Sessizliği bozdum İçimdeki seslerle Konuştum kafamdaki Karakterlerle. Hepsi bendim aslında. Benden bir parça Kattım her birine. Sohbet ettik, güldük, ağladık

rüzgarı öp

Acımı dindiren sesler

ece dorsay

Beni yakan sesler Düşman sesler

Tek kişilik oda

Dost sesler

İki yataklı

Sevişirken hepsiyle

Zihinsel uyuşukluğumla

Bir tanesini seçtim

Hatırlarım

Ona senin ismini verdim.

İki düğmesi açık Gömleğini Tatlı esintini Çiçekli verandanı Kişisel eşyalarını Odada bıraktığın.. Uykumu bölmemek için Nazikçe kapıyı aralık Bırakışın.. Özledim seni anla Hep özledim Rüzgarı öp ki Yine geleyim.. 26


elmadağ’da gece sokağı dilek değerli 1Dolunayın ortasında evlerin kokusunu ezberleyerek, gezintide sokak köpekleri koro halinde gece şehrinin efendileri sanki peşlerinde kedilerle fareler kıkırdar zaman tepetaklak.

2Topal bir kağıt toplayıcısının sırtlandığı sokaklar mı yoksa ağaçların küskün ruhları mı? Çöpten aldığı kırık araba bilmediği çocukluğu taşır ıssız kalbine zaman hep aynı kekemelikte.

3Ölüler sohbete başlar evsizler parkında kuru yaprak hışırtısıyla kavak tozu uçuşunda hepsi aynı zamanı susarlar ilk derin acılarını.

19


4Kadınla erkek aralığında bir ses yırtar sokağın uykusunu sivri topuklu kaçmaca ardında kırmızı gözlü adam ve perdelerden sarkan gözler zaman sağır bir kaplumbağa.

5Kaldırımdaki mukavva yatağına uzanmış gökyüzünü içen adam çöpten gelen ‘Suç ve Ceza’yı koyar her gece apartmanın giriş basamağına bir de kitabın içinden çıkan kuğu kadını zaman solucanlaşır.

29


evlerin içi ercihan yolcu gül kokmaz savaşlar ortasında yazılan mektup ‘’külden martı doğurmaz’’ ortadan yırtılmış odacıklar evlerin içi ah evlerin içi sevişmek sandığımız bağırışlar…

41


insan bazen kendini şizofrenleyebilmeli çağrı çığ sığırcı hayır hayır hayır evet hayatta olmaz bilakis kesinlikle çıkacağım diyorum o gökyüzüne ve öpeceğim o yıldızı posta kutuma mesaj geliyor alacakaranlıkta, barış manço›dan metroda gördüğüm kızın eşkalini ve teessüflerini göndermiş -hayatın değişti mi yeni hayat›tan sonra?

istiklâl, caddelerdedir mirim evde durmalar yasak bize hem elektrikler kesildi, biraz zulalasaymışım keşke a kasabasından saatte 3,5 şiir hızıyla sekmeye başlayan bir kadın b beldesinden dakikada 1,2 mısrayla koşan bir adamla ne zaman sevişmeye başlar? -sürekli koşarsa hiç ölmeyeceğine inanan birini tanıyorum.

televizyon, internet, radyo, gazete ve telefon orucu tutalım telepatilerimle sempati besleyebilirim sana ama önce dünyayı kurtaralım yar kenarında mafya akbabaları, çılgınlar gibi kahkaha atıyorlar dünya aşağıya atlamaya çalışıyor fakat ben müsaade etmiyorum -insan bazen kendini şizofrenleyebilmeli.

47


Sırat köprüsünde bomba paniği müslüm çizmeci Esat’a

soludukça yaşız; bu bi’ gerçeklik fantom bak kara kuru parmaklarım, soluyorum bir gelincik benimle soluk, sol yanım benimle son.

zaman ne fantom? kara kutu dudaklarım dursa bükülmeye bu şehir paslı tren, vagonlar küflü pandik sarkıyorum camdan, gözaltım benimle yaş aç karnım benimle an; uçurum, uçtuğum yarık dizaltı çocukluğum ve içkanaması dünya bir sokak seninle var bu kaldırım benimle sıcak

35


ben bomba süsü verilmiş sprey kokusu şu duvar seninle duvar, şu köprü allah korkusu

hastasıymışım göğün, dilaltı hapı yazdı doktor para’sızdım, çaldım, açtım, yuttum, koydum yerine hapın, bir jilet benimle jilet bir şakak benimle çarpı eşittir sen

ben kaçak elektrik patlamış mısır çarşısı şu duvarı yık fantom, şu köprü allah’ından bulsun

bu yolculuk yırtık bilet, biletçi boşluk fantom soldukça yaşıyoruz; bu tren benimle tren bak bir öküz geçiyor şu çiçek yarın soldu şu güneş dün doğacaktı fantom gün kör sağır ama geveze

atom seni korusun ben çoktan parçalandım fantom 27


şubat öyküleri ufuk aksoy Bir düşün, dedi kazağının yakasından sökülen iple oynayan çocuk: ‘’Kimsesizliğimiz, insanlığımızın hammaddesidir. Bize kendi çıkarımız için zamanı geldiğinde her şeyi yapmamız gerektiğini öğreten bir ailemiz olmadı. Ne mutlu! Kimseye borçlu değiliz. Ne bizi karnında taşıdığı için bir kadına ne de emeklemeye, yürümeye, konuşmaya başladığımızda sperminin yol açtığı tansıkları görüp göğsünü kabartan bir herife. Üstelik yapmacık akraba ilişkilerine, bayram günlerine, aptal gelenek ve göreneklere maruz kalmadık.’’ Sokaktaki tes ses birbirilerine çarpan dişlerin tıkırtısıydı. ‘’Yürümenin sonu yok hadi şu banka kıvrılalım artık. Bizim için güvenli, güvensiz diye bir ayrım hiçbir zaman yoktur. Bu saatte buralarda bizden olanlar dolanır. Onlar zararsızdır. Amacı olan insanlar zarar verir. Kaçırılma ihtimalimiz de yoktur. Para eden çocuklar temiz yorganlara gömülüp uyudular çoktan. Şuan belki de bizim yaşamımızı sürüyorlar rüyalarında. Sabah uyandıklarında bunun bir kâbus olduğuna şükredecekler’’ Diğeri, bir an ayakkabısındaki delikten içeri sızan şubata küfretmeyi kesip gülmeye çalıştı. Bu uğraş yıllarca sürecekti.

II ‘’Karşıma geçmiş sana ezberletilen eşitlik, barış içeren, ayrımcılık karşıtı sözler sarf ediyorsun. Biraz gerçek şeylerden konuşalım. Ortada bir ben varsa bu, sen anlayışına da zorunluluktur. Kendini bir ırka ait hisseden, karşı ırkını da yaratır. Üzgünüm dostum, dünya savaşlarını kedi-köpekler çıkardı sanıyorsan yanılıyorsun. İnsanın onursuzluğundan, hinliğinden nasibini almamış tek ülke göğün yüzüdür; kuşların pasaportu yoktur. Ama her şeye rağmen umudu yitirmemeli Bir gün, yerin yüzünde bir tek insan bile kalmazsa işte o zaman dünya; eşitlik, barış içinde olacak.’’ Diğeri, bir an ayakkabısındaki delikten içeri sızan şubata küfretmeyi kesip gülmeye çalıştı. Bu uğraş yıllarca sürecekti.

III ‘’Göbekli ve bıyıklı bir devlet memuru olabilirdim. İlk işim gidip ev almak olurdu. Sonra ömrünün yarısı borç öde. Belki dalgınlığıma gelirse evlenirdim de. O zaman çoraplarımı istediğim yere atamazdım. Lezzetli ev yemekleri yersem midem bozulabilir. İş dönüşleri bacaklarıma yapışan salak ve ağlak çocuklar.. Karımın başı ağrırdı. Bu akşam da olmazdı. Koynuma soğuğu alıp uyurdum. Sabahları ütülü, temiz gömlekler giyip hep aynı otobüse binip aynı iş yerine gidip aynı aynıları aynılarken aynılığa aynı aynı aynılar aynardım.’’ Diğeri, bir an ayakkabısındaki delikten içeri sızan şubata küfretmeyi kesip gülmeye çalıştı. Bu uğraş yıllarca sürecekti.

48


IV ‘’Karabaşla Dertli ağlar. Sen de ağlar mısın dostum? Ben olsam ağlardım. Büyük ihtimal. Sanırım. Ölüm, ani. Damdan. Düşer. Gibi. Yüzüme bilmem kaç kilometre hızla gelen bir kamyon. Üstelik göremeyeceğim yüzümün dağınıklığı. Ayıplayacaklar. Bekar ceseti işte, diyecekler ‘’serseri ceseti.›› Diğeri, bir an ayakkabısındaki delikten içeri sızan şubata küfretmeyi kesip gülmeye çalıştı. Bu uğraş yıllarca sürecekti.

V ‘’Sen neden hiç gülmüyorsun?’’ Diğeri; ceketini aldı, çıktı bu öyküden.

31


anna cem kaçar Görmeye alışık olmadığım kadınlardan biri karşımdaydı. Gerçek sarı ve lenssiz mavi gözlere bir metre kadar yakındım. Ve ikimizi birbirimize bir metre kadar yakınlaştıran aramızdaki masaydı… Aynı sınırlardan olmadığımız konuşmasından sızıyordu. Sorduğumda Rusya dedi. Rus’um dedi. Adım Anna dedi. Şaşırdım, sevindim ve beğendim adını... Siz’lere ve Biz’lere gerek duymadan kestim açılış kurdelesini. Bütün iz’ler lüzumsuzdu… -Türkçeyi nerede öğrendin? -Türkiye’de -Neden? Oturuşu bir anda dikleşti. Şaşırdı soruma. Belki bozuldu. Hesap sorar gibi miydim acaba? Ben çatmasını beklerken kaşlarını, o kaldığı yerden devam etti anlatmaya. -Türkiye’de yaşamaya başladığım için. Mecburdum yani. -Neden Türkiye’de yaşamaya başladın ki, neydi mecburiyetin? -Kocam Türk olduğu için -Kocan mı? O nerede? -Aşk olsun. Yanımdaki dozeri görmedin mi? -Özür dilerim, sizi unutmuşum. Halbuki yarım saat önce tanıştırılmıştık değil mi? Şayet kıskançlık krizine girip beni boğazlamaya çalışmayacaksanız eğer; karınızla tanışıklığımızı pekiştirmeye devam etmek istiyorum. -Rica ederim. Lafı mı olur. Biz uygar insanlarız. -Teşekkür ederim. Ettim ve döndüm o Rus hatuna. Birkaç soru daha sorarak hayatını anlatmasını sağladım. On dokuz yıl olmuş evliliği. Ve üç erkek vermiş dozer dediği adama. Çantasından çıkardığı telefonunu bana çevirerek çocuklarını gösterdi. Yakışıklı olabilecek küçük melezlerdi… -İki oğlum sporla uğraşıyor. Büyüğü ise müzisyen olacak. 16


Oğullarını anlatmaya büyük olanıyla devam etti. Gözleri ona, saçları ve diğer tüm kılları ise babasına çekmiş. Kılın babaya çeken tarafının renk mi, yapı mı, yoksa yoğunluk mu olduğunu sorup muhabbeti kıllandırmak istemedim. Anna’nın büyük oğlu babasına çeken kıllarının yanı sıra piyano çalıyormuş. Ve yedi yıldır piyano çalıp klasik müzik eğitimi alan oğlunu bir akşam piyanosunun başında, ‘ Urfa’nın Etrafı ’ türküsünü çalıp söylerken bulmuş. Anna noktayı koyduktan hemen sonra gülmeye başladı. Bende peşinden. Diğerleri de peşimden… Boşalan bardağımı doldurması için havaya kaldırıp mekan sahibine gösterdim. Sağ omuzundaki havluyu sol omuzuna atıp ağır ağır masaya geldi. Boşun dolusuyla değiştirilip önüme konması kısa sürmüştü. Bardağımdan ilk yudumu alıp içimin serinlenişiyle mutlu olmaya başladığım o anda, mekana geldiğimizden beri hiç konuşmadan bizi dinleyen arkadaşım, dile gelip Anna’ya Stalin’i sevip sevmediğini sordu. Sessizliğini ortamı gererek bozmuştu. Kadın Stalin’i sevdiğini söylediğinde ise bu sefer arkadaşım gerildi. Veriştirmeye başladı. Sonra akrabalarının Kırım’da Stalin tarafından kırdırıldığını söylediği mekan sahibini çağırdı masaya. Saçı ve boyu uzun, göbeği biradan şişik, yaşı elli dokuzu geçeli henüz üç yıl olmuş, Kıbrıs gazisi ve bildiğim kadarıyla da anti-Stalinist biriydi. Onun da desteğini alan arkadaşım Stalin’e olan öfkesini Anna’ya kusuyordu. Mekan sahibi tartışmaya arada bir girip fazla beklemeden çıkıyordu. Hiç yere müşterisini kaybetmek istemezdi tabi. Haklıydı… Kısa süren sessizliği bozan yine arkadaşım oldu. Anna’ya bakarak Staline küfretti. Anna sinirden çıldırdı. Rusça konuşmaya başladı. Susmadı devam etti. Sanırım sövüyordu… Bizimki Stalin’e tekrar küfretmeye kaldığı yerden devam edince, Anna da maşallah Kalaşnikof’a döndü. Küfür olduğundan artık emin olduğum Rusça sözcükleri es vermeden sıralıyordu. Arkadaşım çenesiyle baş edemediğinden olacak, Anna’ya kahpe Nataşa dedi. İpler işte asıl o zaman koptu. Anna’nın kocası karısına kahpe nataşa diyen arkadaşıma “ kahpenin eniği” diyerek boğazını sıktı. Adamda Pitbul çenesi gibi el vardı. Tuttu bırakmıyor. Nefes alamıyordu bizim keriz. Hem yanımda geberip başıma bela olmasın diye ve hemde gençliğine doysun diye elime geçirdiğim bira bardağını adamın suratına vurdum. Façasını aldım piçin. Tam olarak neresi ne kadar kesildi göremedim. Siktiret dedim içimden. Anna çantasından çıkardığı biber gazını bize sıkmaya çalışırken arkadaşım “Amına koyduğumun orospusu ” diyerek yumruk attı. Kafamı çevirdiğimdeyse mekan sahibi telefondaki polise eşkalimizi veriyordu. Zaten hali hazırda birahaneler sokağında devriye atan polisi, montlarımızı giyip mekandan çıkışımızla kapıda karşıladık. Arkadaşım amirim diyerek sırnaştığı polislerden birine mekan sahibini gösterip içerdeki Rus hatuna “ Amına koyduğumun orospusu ” dedikten sonra tokatladığını söyledi. Yalanlar ve iftiralar boldu. O gece kapıda karşıladığımız polisler hiç düşünmeden bütün bu yalanlara kondu. Ve o gece benim için harbiden sondu… 51


sitem ali varol Yalnızlığın hırçın sesi dolaşıyor kanımda Hangi dosta gitsem alnı buz yığını Sığınacak bir insanlık yok mu bu orta yerde Gövdemde ökseye tutulmuş umut kırıntıları Bağırsam bağırtılarım deli saçmalığı Sırtımı dayayacak bir kül yok mu bu yangında Kelimelere yalın elbiseler giydiriyorum Ki dört bir yan söz ve biçim kabalığı Gömülecek bir kibrit kutusu yok mu bu mezarlıkta Sus yoksa çığlığın boğulacak bu suskuda Her insanın her sözü birbirinin kaçamağı Hüznümü dökeceğim bir harf yok mu hançerede

0


teg soner dayan Bir resmin aynadaki görüntüsü; Çekip çıkarmalı o eşsiz yüreği yerinden, Lir kemiği kırılmış bir Ozanın ! -Kendini otuyor otacılar.Geri verin çaldığınız küreklerimi Bu nasıl bir resimdir denizlerin Ortasında ben ruj. İsmail iyilik perisidir bu kentin Meydanlarında açar. Büyür Gri bitkileriyle Ortak Tanrımızın, Tanrısızlığımızın… İyi ve kötü kıvrımları ırmağın; Tatlı kan, Kutsal roman, Ağlak çingene. Bir gün elverirse ruhumuz, Çekip çıkarırsak bir yüreği yerinden Ve ten yerine, Göndereceğimiz elbiseleri kabul buyurursa tanrılarımız, Yırtılır aynanın kötü resimleri, Düpedüz ayak koşmalarında şiirsizliğimizin Koşuşur mutun iyi ozanları…

30


hakikat günyüze hasret ismail döver “Ejderhanın üflediği kendi soluğu Biz onu alev, ateş sanırız.” Murathan Mungan

“ Ne olursa olsun söyleyeceğim. Bu akşam gideceğimiz konserin sonunda açıklayacağım her şeyi.” demiştim o günkü görüşmemizde psikologuma. Evet kararlıydım. Artık daha fazla dayanamayacağımı hissediyordum. Daracık bir mezar olmuştu da evren üzerime kapanıyordu. Soluğumu kesiyordu. “Her şeyi anlattığın zaman yükünün hafifleyeceğinin garantisi yok. Biliyorsun değil mi?” demişti psikologum, uzun, uzun olduğu kadar da anı donuklaştıran bir aradan sonra. Biliyordum. Hiçbir şeyin garantisi yoktu. Besmelesi yanlış çekilmiş bir hayatın telafisi mümkün müydü? Yeni baştan başlamak olası mıydı her şeye? Baştan. En baştan. Daha insanın vücut bulmadığı kadim zamandan. Yalnızca tanrının var olduğu, bu varlıktan da yine yalnızca kendisinin haberdar olduğu büyük yalnızlıktan başlamak. Ah! Hiçbir kumaş yetmiyor hayatımızdaki bu yırtığı yamamaya. “ Ne olursa olsun anlatacağım.” “ …” “ Sırrımı hakikat yapmanın zamanı geldi. Dayanamıyorum. Kendi sırrımın dört duvarı arasında bir başkası olarak yaşamaktan sıkıldım. Sırrımdan bir hakikat yapıp, kendimi var etmeliyim…” Oysaki daha bu sözleri söylerken biliyordum. Biliyordum. Ben asla sırrımı aşikâr edemeyecek, söylediğim sözlerin derununa inip hakikati çıkaramayacaktım. Ama o an bildiğim kadar bilmediğim bir şey daha vardı; hakikatin isteği. Hakikat gün yüzüne hasretti. Akşam, konserin ardından Gordion düğümü çözülecekti. Lakin düğümü çözmede İskender cesareti gösteren kim olacaktı? Zaman bizi merakta bırakmamak için hızla ilerliyordu. İlerliyordu, koşar adım hakikatin isteği peşinde. Sanki dünya daha hızlı döndü o gün sırtını güneşe. Sanki konser boyunca acele ettiler enstrümanlar bile. Ve sonunda geldi zamanın ruhunun istediği an. Konserden çıktıktan sonra onun, yani Berk’in seçtiği bir pastaneye gittik. Çikolatalı pastalarımızı yedikten sonra Berk “Bir çay iyi gider şimdi bu tatlının üstüne” deyince, garsonu çağırdık ve siparişimizi verdik. Çayımızı beklerken sohbeti başlatan yine ben oldum. Nereden aklıma esti bilmem; “ Senin gözlerin ne kadar da hüzünlü bakıyorlar.” Deyiverdim. “ Aaaa! Ne alakası var be. Kısacık ömürde neye hüzünlenecekmişim!” “ Kirpiklerin uzun ya belki ondandır. Ne olursa olsun hüzünlü bakıyorsun. Hüznün okunuyor gözünden.”

49


“…” “ Unutma ki bazıları hüznüyle doğar. Bir neden gerekmez onlar için. Hüzün vurulmuştur bir kere alınlarına.” Konuyu daha nereye kadar uzatacak, daha nelerden dem vuracaktım kim bilir. Çaylar geliyor. Hüznü bir tarafa bırakıyoruz. Üstelemiyorum. Gözlerdeki hüzün kalıyor yerinde. Gözlerim derinlere dalıyor. Zaman o an beni terk ediyor. Berk’in sesiyle kendime geliyorum. İsrafil’in can verdiği sur oluveriyor sesi. Canıma can, ömrüme ömür katıyor sanki. Evet, onu gördüğüm ilk andan beri damarlarımdaki kan, kanımdaki can o. “ Çay ne güzel kokuyor değil mi?” “ Bilmem.” “ O kadar uzaktan kokusunu alamazsın ki. Yaklaştır burnunu.” “ O kadar çaba gösterdikten sonra her çay kokar. Önemli olan kokusunu uzaktan da olsa aşikâr etmesidir. Ayrıca da klorak kokuyor beğendiğin çay.” “ Hadi canım!” “ Belki de yalnızca takıntı. Bilirsin ya beni. Bulaşık makinesinden çıkan bardakları bir daha bir daha durularım evde. Annem de kızar. Evleneceğim kızın pasaklı olacağına kesin gözüyle bakan sözler sıralar ardı ardına.” Gülümsüyoruz. Çayımızdan bir yudum alıyoruz. Gülümsemeye eşlik eden çay nelere gebedir, o an bilmiyoruz. Devam ediyorum konuşmaya: “ Anneme hiç merak etmemesini, zaten evlenmeyeceğimi söylüyorum.” “ Niye be abi! Hiç mi bir kızdan hoşlanmadın? Seni senden alan bir kız olmadı mı?” Susuyorum. Yalnızca mütebessim bir edayla bakıyorum. Üsteliyor. “ Pek olmadı.” diyebiliyorum cılız bir sesle. “Ben hiçbir kızdan hoşlanmadım.” “ O zaman bir erkeğe âşık oldun!” “ Aman Beeerk!” “ Anlat anlat hadi. Erkeklerden hoşlanıyorsan da gayet doğal bir şey bu.” Şaşırıyorum. Gerçekten böyle mi düşünüyor yoksa beni konuşturmak, oltaya getirmek için yem mi atıyor? Yüzümün yandığını duyumsuyor ve kızardığımı hissediyorum. “ Tamam. O halde çaylarımızı içelim de yolda anlatırım.” Sesimde ikiye bölünmüş kişiliğimin iki ayrı tınısı var. Biri kapatalım bu konuyu derken diğeri itiraf etmenin tam zamanı olduğunu söylüyor. İkisine de inat susuyorum. Susuyoruz. Derin bir sessizlik benliğimize ve geceye hâkim oluyor. Sessizliği bozan tek şey yan masaya gelen kalabalık bir yaşlı adam grubu. Eşekarısı gibiler. Anlamsız şakalaşmalarla sessizliğimize çizik atıyor, geceyi kanatıyorlar. Susuyoruz. Susuyorum. Bu, zamanın beni ikinci terk edişi! Kalkıyoruz. Ağır adımlarla karşıya geçip arabamıza biniyoruz. Söyleyiveriyorum aniden: “ Ben gey’im.” “ Tam tahmin ettiğim gibi.”

38


Ardından tuhaf bir kahkaha patlatıyor. O anki kahkahası o kadar samimi idi ki daha önceki bütün kahkahalarının yapmacık olduğunu hissettim. Yüreğimin gizli saklı köşesinde o an bir şeyler koptu. Acıdı. Acıdım. “ Nasıl tahmin etmiştin?” diyebildim titrek bir sesle. “Aslında ben değil, Pınar tahmin etmişti. Pınar’ı sen tanımıyorsun tabii. Nerden tanıyacaksın ki. Hiç kız muhabbeti yapmadık senle. Kız arkadaşım Pınar. Sık sık dışarı çıkmamız, beni konserlere davet etmen dikkatini çekmiş. Hatta kavga bile ettik senin yüzünden. Gey olabileceğini de ilk o söyledi.” “ Sen ne düşündün peki bu konuda?” “ Hiç. Gayet doğal geldi. Eğer bir erkekle yatmaktan hoşlanıyorsan kim ne diyebilir ki?” Susuyor ve arabasını kullanmaya devam ediyordu. Neden sonra “Seni evine bırakayım.” deyiverdi. “ Söyleyeceklerim daha bitmedi ama.” “ Bitir o halde.” En uygun kelimeyi seçmeye çalışıyordum ki söyleyiverdim: “ Ben bir gey’im ve sana âşığım!” “ Anlamadım!” “Âşığım. Âşık! İşte hepsi bu kadar.” Şaşırıyor. Ne yapacağını bilemez bir halde eli kolu birbirine karışıyor. “ Şimdi en yakın durakta beni indirirsen çok sevinirim. Eve gitmeden önce yalnız kalmalı ve hava almalıyım.” Ve önümüzdeki ilk durakta iniyorum. Arabadan inmeden önce yanağına, korkarak da olsa bir öpücük konduruyorum. Arkadaşlığımızın bundan sonrasını merak ediyorum. Soruyorum. Değişen bir şey olmayacağını, hâlâ dost kalabileceğimizi söylüyor. İnanmıyorum. Sonrası sarı lambaların çiğ aydınlığında kaybolan bir araba… Karanlık durakta yalnız kaldığımda anladım; ben yalnızlığın yedeğinde yol alan, yalnızlığa yazgılı bir insandım. Güneş dahi beni düşünerek doğmuyordu ama cömertliği de inkâr edilemez bir gerçeklikti. Zindanımın duvarlarındaki çatlakların arasından sızmanın bir yolunu buluyor, karanlığımı yarmaya çalışıyordu ama güç yetiremeyeceğini öğrenince pes ediyordu. Yüzyılını şaşırmış bir Cemali dervişiydim ben. Erkek suretlerde okuyordum Tanrının doksan dokuz ismini. Zaman zaman varlığından şüpheye düştüğüm Tanrının açık bir delili oluveriyordu ansızın karşıma çıkan yakışıklı bir erkek sureti. Tabakamda kalan son sigaramı da yaktım kendi karanlığımdan daha karanlık olmayan geceye karşı. Derin bir iç çekişle ciğerlerime doldurdum dumanını. O an her şey durdu sanki; yollardaki arabalar, az önce ılgıt ılgıt esen rüzgâr. Her şey ama her şey durdu. Zaman, zamanını yitirmiş bir Cemali dervişini sonsuza kadar terk etti. Ve ortalığa boğazları yakan bir kilorak kokusu yayıldı hakikatin isteğine uyarak.

34


ki murat yanç

aşk ki; taş yatağı kıyısız sevdaların, kendi ömrüne devinen külünden bir çağrı... ve kalbe oyulan bir urartu yontusu bin yıllık! taşa kazır bakışlarını kod adın gibi sessiz...

44


başla oytun tez

başla. bir şekilde başla. çok zararlı ufak yollar biriktirdim ►  mazilerinizdeki hırçın yenilgilerinizi yüzüne vurmaktan, görüpgöreceğinizin tümü olmaktan ∆ ve böylece, hayır,eeee eeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee ┼ şşşş. deli deli olma başımda, sizin bu varlığa neler yapıp ettiğinizi birben bilirim, 2-) ben nefret ederim, 3-) ben düzeltmeyeceğim 4-) sizikimse düzeltmeyecek 5-) ikte sallanadurun . sonra ( » ) kimsecikler Ω amcıklar farkına varmadan sızmak gerek en korkunç, o en delikli, yatayda fazla yaygın kanılarınıza çırrrrrrrrr (r harfine tikim Ξ var) r-r-r-r-r-ıl çıplak ayırıp teker teker sizi diğerlerinden, öyle birdövmek gerek ki! sanmayın, sanma sanma sanma|beyin dayakla çok güzel terbiye olur!

☻♥ biraz dumura uğratmak gerek sizi, kafamı sikime takabilirim, ağzımıtırnağına dövdüğüm parmağımla kulağınızı kurcalarım, bağırırım! ♫ hakkaten, benim sizle ne alıp veremediğim var ya... ↔ sizi meşru kılmakla uğraşıp duruyorum. öyle mi oldu şimdi, ben buçukura da düştüm. siz siz siz siz siz dedikçe bana bir haller oluyor,n’oldum ben böyle birden, hayır olmadım, n’öldüm ben böylebilmeden. deli deli öldüm. güzel oldum ben, küçükken de güzeldim


♣ böyle apartmanların çatılarında sıkıştırırlardı, kendimi ilk o zamankumru sandım büyüyünce dupduru güzellikte bir oğlan çocuğu ☼ olacaktım ♂ n’oldum ben böyle ya! doktor beeeeey: asanı uzat bana: ┼ biz senle pek iyi anlaşamayacağız... çünkü her şey tersine gidiyor sen ↓ daha az zekisin ben daha az güzel insanlar daha az seyrek ve kolamdaha az gazlı. zihninizin korkusundan tam altıma sıçacakken heptuvalet kağıdı bitmiş oluyor ya da hepimiz aşık gibi davransak

vedünden bugüne kalsak... yok ya, sizi

K İ M S E ! bitiremeyecek! ∞ LA, tanrı öldü (. diyor ) ölecek, siz hala ekmeğine yağ sürün, ∩ olacak iş mi! bedenimi parsellemeye bir son verin en azından, fecişekilde nudistim iç organlarım görünüyor. görünsün görünmesine de,aslınızın bir türlü görünür olmaması meselesi kafama takılıyor. kuklacınızkim len! kafasını göreyim yeter bembeyaz bir duman çekmek ☺ istiyorum içime, bembeyaz çok beyaz feci beyaz, bir an gelecek. varolan...var olan tüm duygu (sakinleşiyor muyum?) vedüşünceleri...tümünü hep bir anda, bir anda hissedip düşüneceğim. oyumru, iki merkezimin ortasında, takriben boğazımda bir yerlerde 46


örgütsel bir aşkın dökümanları-1 sezai akın sen şimdi uzak şehirlerde sen şimdi sağır notalardasın çulsuz adamlar dolaşıyor memelerinde kirli çakallar yapışmış eteklerine ve kendine gelemeyecek kadar yorgunsun kendine gelemeyecek kadar yorgun sen yaşıyorsun diye varım ben sana olanlar için özür dile benden benim içimde öksüz sırları kanar güncemin benim içimde trabzanlardan kayan gençliğim kanar saç diplerine kamp kuran yetim ellerim çok defa öldüm ama hiç gömülmedim ben ne zaman ben ne zaman dönerim bana sen istediğin için yirmi sekiz çekiyor şubat sen yalnız kalma diye yaşıyor yedi milyar polisler ki kaçan uykularını tutuklamak için var kaldı ki sen yaşıyorsun diye varım ben parmağın acısa benim namazımı kılarlar şayet intiharı yasak buyurmasaydı dinim ben de bilirdim gözlerine bakmayı özür diliyorum senden sensiz de yaşayabildiğim için 29


hiç kimse sana benzemeyi göze alamadı şizokrat kırılgan bir şehir vardı ayaklarımızın altında. insanları düşleri naftalinleyip gardırobuna asan bir kadınla yaşıt. içinde, -ki bir iç ne kadar içten olabilirse o kadar mühimdibir kalabalık içinde taburemde oturup yazdığım şiir, bir cebimde sana biriktirmekle doldurduğum bir yığın ses, bir kadının ikliminde yok olmakla eş değer bir katil yatılıydı. anladım. hiçbir toprak parçası seni taşıyacak kadar büyümemişti henüz. umursamaz bir heyecan vardı bir yanımızda yerleşkesi aykırı. mevzisi sınırlanamayan kirli bir felsefeyle sevişen kaltaklık, bize umarsız ve utanmaz gelen yaradılış gayesini anlatıyordu. malum, elmayla birlikte Havva’nın boğazında kalmıştı ayrılık.. anladım. hiçbir felsefe açıklayamazdı aynı gökyüzüne dalan göz ulemasını. ki ben o ara, kirli geçmişimle ehemmiyetsiz sözler taşıyordum sana. karanlığı saf tutmuş bir güruhsam, hiçbir şairin şiirinde dile getiremediği ve hiçbir şairin dile getiremeyeceği bir şekilde kavradıysam seni, yaşamış olsa Nazım bile anlardı kimseyi sevmediğini.. gördüklerimin hepsi sözün özünü market raflarında satın almakla telaşlı. aynı koşturmaca içinde anladım bilinen ne varsa : ‘’sanırım aşk fahişe bir kapitalist olmalıydı‘’ gittin. yalnız bir opera başlamadı bu sefer. çoktan intihar etmiş olmalıydı Murathan’ın kendisi. hiçbir yerde hiçbir şehir senin gibi çiçek açmayı öğrenemedi. kendi toprağıyla kavgalı bir mevsim gibi yarıp geçtin kavmimi. hiçbir şiir seni anlatacak kadar kafiyeli değil artık. yazmıyorum bunları sana.. anladım, yokluğunaydı yazılan ne varsa…

41


SOSYOPATİKA/necati eker H. Emre: Hem konuyu hem zihni açar düşüncesiyle erotizm’le giriş yapmak istiyorum. SosyoPatika’da erotizm var. Biraz öfkelisin. Sence erotik şiirdeki o “tatlı” imgeler yerini, çağa da uygun olarak, tamamen çıplaklığa mı bırakıyor? N. Eker: Sen şimdi SosyoPatika’da erotizm var deyince kendimi çıplak hissettim bir an ve merak ettim. Erotizm merak uyandıran bir şeymiş gerçekten, insana kendi yazdığını bile merak ettiriyor. Haklısın, cinsel ögeler, çağrışımlar çokça karşısına çıkıyor okuyucunun. Öfkeli değilim aslında ben, sadece bunlar ben öfkeliyken yazılmış şiirler, kimisi de sarhoş kusmuklarının sabah uyanınca yırtılıp, atılmaktan kurtulanları… Erotik şiirdeki tatlı imgeler bana bir şey çağrıştırmadı. Bir şiir erotik olabilir; ancak “erotik şiir” diye bir tür ya da tanımı doğru bulmuyorum. Bahsi geçen “tatlı” imgeler yerini çıplaklığa bırakmasa da çıplaklık şiir içinde kendine yer bulabilir. Bu tamamen şiirin atmosferi ile ilgili bir şey bana göre… H. Emre: Şiirlerin derin ve tabiri caizse deneysel. Yazdıkların kesinlikle birer zekâ ürünü... Kelime ekonomisine ne kadar güvenirsin? Sence tek bir kelimeyle çok şey anlatacak kadar güçlü bir Türkçe mevcut mu?

N. Eker: Teşekkür ederim, okuyucular hayal kırıklığına uğrayacaklar bu sözlerinden sonra, eh sonuçta bir zekanın ürünü oldukları doğrudur da bu zekanın seviyesi bilinmez Evet, denediğim şeyler oldu bu dosyada, mesela sesli harf olarak sadece “u” kullandığım “u turn” diye kısa bir şiir var ve bazı biçimsel denemeler, basit sözcük oyunlarına da rastlamak mümkün… Anlatılmak isteneni az sözcükle, mümkün olan en sade biçimiyle gereksiz ifadelerden arındırarak anlatmak, bir zamanlar takip ettiğim internet üstünden yayın yapan Şiir Evreni sitesinde şiir ile haşır neşir abilerimizin, ablalarımızın hatta kardeşlerimizin hep tavsiyesi olmuştur. Tabi burada az sözcükten kasıt şiirin uzun ya da kısa olmasıyla alakalı değil. Ben de bu tavsiyeler ve eleştiriler doğrultusunda şiirimi şekillendirdiğimi söyleyebilirim. Fakat SosyoPatika’da öyküsel anlatımlı şiirler de var, bu durumda sözcükler biraz daha cömertçe akıyor. Tek kelimenin gücüne inanıyorum, Türkçe ya da Papua Yeni Ginece fark etmez... H. Emre: Biliyorsundur; Cemal Süreya’nın bir ‘Üvercinka’ hikâyesi var. Dillerin doğurgan olduğunu biliyoruz ama üzerinde duracağım şey şairin doğurganlığının farkında olup olmadığı. SosyoPatika az önce de konuştuğumuz gibi senin derin şiirlerine yakışan bir isim. O şiiri merak edenler için soruyorum: Sosyo-Patika mı, Sosyopatik-a mı?

21


N. Eker: Evet, var bir oyun. “pat” hecesini ortak kullandım. Sosyopat ve Patika sözcüklerini birleştirdim. Sosyopat’ın Patikası şeklinde açabiliriz. Sosyopat, yani antisosyal kişilik bozukluğuna sahip insanlara verilen isim. Sosyopatiye sosyal çevrenin sebep olduğu sanılıyormuş. Diğer insanların hakları ile ilgili daimi umursamazlık ve ihlal seyri. Empati yokluğu içindedirler ve egolarını yapay olarak şişirirler. Suçlarını (ya da biz hatalı davranış diyelim) bir takım özür ve mantıklılaştırma yolu ile meşrulaştırmaya çalışırlar. Daimi olarak, sinirlilik, endişe ve moral bozukluğu içindedirler… İşte böyle bir patikanın içinde yol alıyor bu şiirler, dolayısıyla patikanın vardığı yer de kaotik bir çocuk parkından öte bir yer olmuyor… İki sözcükten tek sözcük yapmak ne kadar doğurganlıktır bilemiyorum; ancak bu şekilde bileşik kelimeler türetmeyi ya da normalde ayrı yazılan sözcükleri ya da sözcük gruplarını birleştirip onlara özel anlamlar katmayı (SularAltı örneğinde olduğu gibi) seviyorum ve bir sakınca görmüyorum. Fakat bazı şiirlerde gördüğüm yapım-çekim eklerinin sınırlarının zorlanmasıyla yapılmış türemişlere pek sıcak bakamıyorum. H. Emre:Evet, yaklaşmışım. Sosyo(Pat)ika. Senden önce değinme fırsatı vermedin, SularAltı adındaki kitabını da aynı zevkle okudum. Fanzin kitaba adını veren şiirine SularAltı kitabında rastlıyoruz. Bence dosyanda uygun isimler bulunuyordu. Neden böyle bir yol izlediğine ya da SosyoPatika isminin senin için önemine değinebilir misin?

N. Eker: Son anda sevgili dostum Sedef Kandemir’in baskı ve isteğiyle SularAltı’na alınmasaydı muhtemelen bu fanzin-kitabın içinde yer alacaktı. Bir önceki soruda açıkladığım gibi şiirlerin ruh haliyle ilgili bir durum ve yanlış kitaba kaçmış bir şiire selam etmek amacıyla yapıştırılmış bir isim… Bu arada aslında SularAltı’nda yer alması gerekip SosyoPatika’ya kaçmış şiir ya da şiirler de olabilir. İsimlerini verip onları deşifre etmek istemiyorum zaten kendilerini belli ederler…

H. Emre: Bazen verdiğin cevaplardan bile sorular çıkarıyorum. Bu sohbetinin sıcaklığından… Başlarken senin için ‘öfkeli’ dediğim için utandım şimdi. Son olarak senin yaşam serüveninden ve KÇP’ye uğrayan patikandan bahsedelim. Şiirlerin ve sen; nasılsınız?

N. Eker: Şiir yazmaya 96 senesinde, lisede başladım… Az önceki sorunda demiştin ya sözcük tasarrufuna, tek kelimenin gücüne inanır mısın diye. İşte beni yazmaya teşvik eden bir arkadaşımın defter kapağına yazılmış, Hasan Hüseyin’e ait kısa bir alıntıydı: “Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç” Birkaç ürkek deneme ile şiir yazmaya başlamış buldum kendimi… İlk şiirim sanırım Maskesiz diye bir dergide çıktı, sanırım diyorum çünkü derginin o sayısını hiç görmedim. Sonra aynı şiir, ben üniversitedeyken Öküz dergisinin okur sayfalarında çıktığında acayip mutlu olmuştum. Okur sayfası sayılmaz dersen Mersin’de çıkan Şiirin isimli sevimli bir seçkinin adını verebilirim. Tabi insanın kafası hep “bir kitabım olsa” diye çalışıyor o dönem ve hep işittiğim aynı nasihat: “önce kendine uygun dergilere şiir gönder, dergilerde pişmeden bu iş olmaz.” Nitekim ufaktan dergileri denemeye başladım. Heyecan, hayal kırıklığı, üzüntü ve sevinç dolu bir dönem… Yoğunluklu olarak 2005’den sonra dergilerde yer bulabildim. Bazı dergiler için çok uğraşmam gerekti, şiirlerime güveniyordum aldığım red cevapları hatta bazılarının yayımlamadıkları şiirler için ayırdıkları “nasihat sayfaları” hiç moralimi bozmadı. Çünkü bir diğerinin reddettiğini bir diğeri yayımlıyordu. Tek sayı da olsa baba geçinen tüm dergilerde yer buldu şiirler. Şiir yazmaya başladıktan16 sene sonra ise çoğunluğunu dergilerde çıkan bu şiirlerin oluşturduğu SularAltı isimli ilk kitabım yayımlandı. Ancak SularAltı’na sığmayan bazı şiirler vardı. Kimi deneysel, kimi öyküseldi ve gerek SularAltı’ndaki gerekse daha eski şiirlerden oluşan ve daha sonra yayımlanacak olan kitaptaki şiirlerden çok daha fazla bağırıyorlardı. Biraz da kafaları dumanlıydı. Bu yüzden beklemedeydiler. Bu arada Kaos Çocuk Parkı, fanzin-kitaplar yayımlamaya başladı, onları ilgi ve hayranlıkla takip ederken bana da teklifte bulundular. Böylelikle bu şiirlerin de ruhu, bir fanzin-kitap olan SosyoPatika ile beden bulmuş oldu. 26


SHIRLEY VERRET’E AĞIT/hüseyin emre N. Eker: Shirley Verrett i ilk kez kitabının isminde duydum ve kitabını okumaya başladıktan hemen sonra da bir yandan dinledim. Sen ilk kez ne zaman duydun ve dinledin? H. Emre:Galiba herkesin merak ettiği sorulardan biri. Öncelikle biraz ondan bahsedeyim. O bir Afro-Amerikandı, bir opera sanatçısıydı. Yaşamı, sahnelenen dramlarda başkalarının yerine haykırmakla, ağlamakla geçti. Yetmiş dokuz yıllık bir ömürden bahsediyorum. ‘Kesin olan; Shirley siyah ve gizemli bir sesin sahibiydi.’ Maalesef ki kendisini hayatının son dönemlerinde dinleme fırsatı buldum. Yani, daha öncesinde operayla tanışmıştım. İlk dinlediğim eserler Gürcistan doğumlu Kürt soprano Diyana Wekîl adındaki sanatçıya ait Kürtçe eserlerdi. Dengbêjê Operayê adında bir albümü vardı Diyana’nın; ama bendeki kaset, o zamanın tabiriyle, karışık şarkılardan oluştuğu için uzun yıllar adını bilmeden, kendisini tanımadan dinlettirdi onu. Bilecik’te yatılı okuduğum yıllardı. On üç, on dört yaşlarındayım. Bende bir ‘walkman’ yani kasetçalar var. İngilizce ismini vermemdeki sebep o zamanlardaki havasından. Bir gün yurttaki rutin aramalardan birinde yakalattım. Yasaktı. Gizlice radyo dinlemeye başladım geceleri. Hayatımın en güzel geceleri… O gecelerden birinde adını ve sesini duyduğumu anımsıyorum. Sonrası bir gazetenin ‘kültür sayfasında’ Shirley Verret’e ait ufak bir ölüm haberi. N. Eker: Keşfedilecek yeni bir isim daha öğrendim: Diyana Wekîl . Peki bu fanzinde yer alan şiirlerin, ortaya çıkış süreci ve atmosferi hakkında biraz bilgi verebilir misin? H. Emre:Bu şiirlerin hepsi gezgin şiirleridir; gezgindirler. Lise, üniversite ve ondan sonraki çalışma hayatımın büyük bir bölümünde benimle beraber şehir-şehir, dergi-dergi gezdiler. İnsanın söyleyecek iki çift kelamı olması lazım derler ya, aynen öyle. Konuşmak için yazdım. Okulda dayak yedim yazdım, karakolda dayak yedim yazdım, sigaramı çaldılar, ayakkabılarıma jilet attılar (yurttaki öğrencilerin tehdit oyunu) yazdım. Çünkü yalnızdım, aşıktım, sarhoştum, Hüseyin’dim… Atmosferler genel itibari ile böyleydi. Her ne kadar savaştan haz etmesem de yazmak için savaşacak kadar yetenekliydim artık. Şairlerle tanıştım. Kimiyle dost oldum. Kürt dengbêjleri/halk ozanları üzerine ve Kürt sözlü edebiyatı üzerine çalışmalar yapıyordum. Türkçeydi. En değme solcu arkadaşlarım bile dergilerini bana kapattı. İşin esprisi Kürt kültürü üzerine yayım yapan bir dergiye yazılarımı gönderdiğimde: “Türkçe yayım yapan bir dergiyiz. Yazılarınız Türkçe olmadığı takdirde yayımlayamayız.” cevabını aldım; şaşırdım, küstüm. Kendi anadilimi öğrenmeye başladım. Birkaç yıl sadece okudum; çeviriler yaptım. Ama yazdıklarım beni hep tedirgin gözlerle izliyordu sanki. Onlardan vazgeçtiğim bir gün KÇP’yle tanıştım. Fanzinlerin bir duruşa sahip olduğunu biliyordum. İlk kitabımı fanzin olarak çıkarmayı düşündüm. Devamı da geldi zaten. Cezmi Ersöz’ün “Ya rastî dilê te ketiye tiştekî pir kevn/Sen aslında çok eski bir şeye aşıksın” adındaki seçme şiirlerinden oluşturduğum bir dosyayı da KÇP’den çıkardık. Üçüncü bir çeviri kitabını da fanzin olarak çıkarmayı düşünüyoruz bakalım. N. Eker: Şiirin Shirley Verrett dışında da müzikten beslenir mi? Hangi müzisyenler seni etkiler? Müzik dinlerken şiir yazar mısın?

36


H. Emre: Gerçi önceki sorulardan birinde buna az biraz değindiğimi düşünüyorum, ama müzik üzerine konuşmak isterim. Çokta seçici değilimdir aslında. Arabesk dışında her türlü müziği dinlerim. Bir Çingen zurnası yutmuş kadar hareketlidir içim. Ama Nizamettin Arıç’ın hüzün hakkını vererek dinlerim. Tom Waits dinlemenin adabını bilirim. Azeri müziklerini severim; şimdiye kadar anlamsız tek bir şarkı sözüne rastladığım olmamıştır. Yann Tiersen, Bonobo, John Sokoloff benim enstrümantal takımımdandır. Hepsinin tarzı farklıdır. Sırf Mohsen Namjo’yu daha iyi anlayabilmek için Farsça öğrenebilirim. Ha, bir de talihsiz Ahmed Zahir vardı. Sağ olsun kuzenim Güneş, eşinin Afganistan ziyaretinden sonra getirdiği kasetlerin, lise’ye başladığım yıllarda benim için birer kopyasını hazırlamıştı. Onlarda yurdun kalorifer kazanında kül olup gitti. Toparlayacak olursam; kimisi böyle söylediğim için eleştiriyor beni ama bence şiir dinlenilecek içli bir şarkıdır. Şiirlerimin tamamı müzikten beslenir. Bana o duyguyu verecek kadar çarpıcı olması gerekir. Örneğin, “Evden Kaçanlar Baladı” bir kış günü Ünol Büyükgönenç’in seslendirdiği “Dışarıda Kar Yağıyor” şarkısından aldı ilhamını. N. Eker: Kitap içinde “Evden Kaçanlar Baladı” nın en sevdiğim şiirlerden biri olmasını şimdi daha iyi anlıyorum çünkü Ünol Büyükgöneç’in o şarkısını çok severim. Şimdi; ”Öteki Şiir” isimli şiirinden yola çıkarsak; Şiir insanı kurtarır mı? İnsanı kurtarmayacaksa şiir neye yarar? H. Emre: “Öteki Şiir” aslında bir arayışın adı… Bireysel değil, tamamen toplumsal bir kurtuluşu arıyor. O zamanlar şiire olan inancım şu dizelerden rahatlıkla anlaşılıyor: “Kurtar beni şiir kutsa/ Yoksa yok kimsenin soracağı/ Dünyada açlar, savaşlar…” Ne yazık ki yanılgım, ondan beklediğim kutsamayı, değeri, benim bin kat fazlasıyla ona vermemden kaynaklanıyor. Evet, yanılmışım. Şiir dünyayı kurtaramayacak kadar aşındı. Büyük kitaplar dışında kutsallığı kalmadı. Belki de diyorum; Polonyalı şair Czeslaw Milosz, benimle kahvelerde az çay içen, bol şiir okuyan devrimcilerden biriydi. “İnsanı kurtarmayacaksa şiir neye yarar?” sözünü o sigara dumanlı kahvelerden birinde bütün yüreğiyle ötekilerin kurtuluşu için söylemişti. Ama bugün devrimci-romantizm bizi çürüttü. Gerçekçi olamadık. Zaten hepimiz dertleri olan insanlardık. Mücadelemiz bize ekstra oldu. Son zamanlarda yaşadıklarımla beraber bireysel acıların, toplumsal acılardan daha baskın olduğunu ezile büzüle hissettim. Anımsıyorum, şöyle bir şeydi galiba: şiir şu an belki dünyayı kurtaramaz, ama insanın kendisini mutlaka kurtarır. N. Eker: Kitapta ilk şiirden son şiire çeşitli acılarla karşılaşıyoruz; aşklar, savaşlar, intihar eden şairler, günlük hayat ve sanki hepsi bekliyorlar haykırmak için, 2010 senesinin kasım ayını bekliyorlar. Ve sonunda o güzel sesli kadına yakılan ağıt, her birinin ağıtı oluyor. Sen ne diyeceksin? H. Emre:Güzel demişsin. Biliyorsun: Ağıt da bir şiir türü. Elbette ayrıntılı incelediğimizde onun da sınırları ortaya çıkar, ama derdimiz o değil. Hayatımın büyük çoğunluğu Kürtçe ve Türkçe ağıtlar dinleyerek geçti. Hayır, bir ağıt derleyicisi falan değildim. Bire bir kendi kadınlarımın sesinden dinledim gidenleri. Onların iyilikleri, güzellikleri, yiğitlikleri kafiyeli bir şekilde ve direk ruha işleyince etkilenmişim. Şiirlerimde bir çığlık olduğu çok açık: yardım çığlığı, hawar, feryat… Savaşta kaybettiğim yakınlarım oldu. Ben bireysel acılarımı, yakın bulduğum insanlar hariç, kimseye açabilen biri değilim. Bu yüzden şiirlerimde imgeleştirdiğim yakınlarım var; haykırırcasına “Life is beautiful” dediğim halde giden… 23


galgverium fosfat köksal erdenoğlu iyi hali de kötü hali de veren sevgi, aşk., ne midir., tetra molekül yapılı karmaşık bir karbon molekülü., dışarıdan alınır mı., hayır., beden yapar., kalp yapar., kalpte iki tür hücre vardır., bir türü veringeçleriyle bu molekülü salgılar; diğer türü veringeçlere karşılık gelen alıngaçlara sahiptir., kalp kalbe karşı gibi., böyle gibi., alıngaçlar karbonu fosforla kaplayarak, hücrenin özüne alır, bu hücrelerin çekirdeğine öz denir., böyle+böyle olursa bu öz gündüz görünür., gece parlar., bu işlem yapılmazsa, molekül korunmazsa karbon bozunarak karbondioksit olur., nefes olur, uçar gider., şu anda moleküler fosfor kaplama yapıyorlar., kalp kadar bir alanı tetra biçimlendirmenin maliyeti yok., ya da çok., hali vakti yerinde olan varsa yaptırsın., olmuyor., etkin olması için nesnesi her daim özne kılınmalı., alıngaçlar ve veringeçler deli olmalı: ılgül olmalı, virgül olmalı., niye yaptığını bilmemeli ama yapmalı., nefes gibi., fosfor her gün yeniden doğmalı., (extract: bir nefes uçtu gibi., bir nefes uçtu da kondu gibi., defalarca uçacak ve defalarca konacak gibi., bu minvalde kalp aramice kuş gibi.,)

al an köksal erdenoğlu alan 1 ateş alıyor beni., al al., ateşten al beni.,., alan 2 ateşten almadın beni., alma daha., sen alsan., ben korum.,.,

18


masum batu güven Gökyüzü turuncu hırkasını giydirsin yine güneşe

adını bilmediğimiz insanlara gülümsetsin bizi Ruhumuza büyük gelen bedenimizi daraltıp paylaşmayı öğretip aydınlatsın bizi

yıkasın yüzünü denizlerle ufkumuz dağların etekleriyle kurulansın umudumuz sözde kimseye gebelik etmeyen dünyamız savaşın çocuklarını taşımasın bir daha ne olur hiçbirşey daha acınası dedğildir ağlayan bir çocuktan hangi vicdan edebilir ki onu o masum gülüşünden? senin bitmek bilmeyen o hırsın yüzünden daha kaç anne olacak evlatlarının sesinden ? ete kemiğe bürünsün vicdanı insanlığın çıkalım karşısına hesap soralım bıkmayalım taşımaktan umutları sırtımızda yeter ki olmasın lekesi savaşın o masum ruhumuzda

gün gelir

hangi düşünce suçudur esir eden bizi bi başkasına kimi daha şık gösterir ki giyindiği bedeni? neyse içimizdeki ruhumuzun ederi başka hiçbir şey ödetmesin bize bu kambur bedeli

engin fordugil Gün Gelir De Dikilirsen Anandan Doğduğun Gibi El Oğlunun Karşısına. Sakın Üzülme. O Da Dikilecektir, Anasından Doğduğu Gibi Senin Karşına.

ritüel müzeyyen deniz -gün gözlerinin rengince ışıl yedi kuşağı bal sarısı alkımınkelimelerin bir kurşun gibi dayanmıştır şakağına kızıl kısrağın birazdan çözülecektir dili çözülüp dolanacaktır dili diline o vakit toprak o vakit cümle nebat o vakit hep aynı çağrışımla Telli’nin kuşları üç kerre bismillah çekip varacaktır secdeye ötelerden duyulacaktır sesi doğum ıslığının verda mevsimidir artık toprak tepeden tırnağa elhamra daya ağzını göğün göğsünden akan tatlı şuruba !

50


ormanşehir içinde tahta masalar hüseyin kekiç

Yoğun bir işgünü öğlesinde, aynı anda camdan bakıyoruz. Aralık ayında güneşi görüp birbirimize dönüyoruz aynı anda. “Haydi dışarıda yiyelim” diyoruz. Zamanımız sınırlı, apar topar atıyoruz kendimizi dışarıya. Yakınımızda yeni ve gösterişli Avm’ler var. Çok temiz ve yeni mobilyalarla döşenmiş fastfood dükkanları var. Çok uluslu markaların temsilciliğini almış restoranlar, kafeler dizilmişler yan yana. Nerede otursak, neler yesek diye düşünürken sahilde buluyoruz kendimizi. Kandilli iskelesinde denize sıfır bir masaya oturuyoruz. Balıkları beklerken, bu ani kaçışımızın sohbetine başlıyoruz. Çok sevdiğim arkadaşım, canım kardeşim Arzu, kızıyor bana. “Ne zamandır bekliyorum” diyor. “Ne zaman gideceğiz istediğim gibi bir yere” Eyvah! Yine utanıp kızarıyorum. Yıllar önce ilk istediğinde “Ondan kolayı var mı?” diyerek gülmüş ve söz vermiştim ona. En kısa sürede, bakımsız bir bahçe içinde, tahta iskemlelerin arasında ayakta zorlukla duran, üzerinde güllü, dallı muşamba örtüsü olan bir masa bulacaktım. Öyle zengin mutfağı olmasına gerek yoktu. Hatta temiz olması da şart değildi. “Böyle çok yer var, ben bir bakayım haftaya gideriz” deyince, bana niye alaysı bir gülücükle baktığını anlamamıştım ilk önce. “Bak” demişti “Öyle, çok müşterisi olan, içinde her türlü eğlencenin olduğu, bahçe mobilyalı, minderli, şemsiyeli, özel kıyafetli aşçıların, garsonların olduğu yeni model piknik alanı istemiyorum.” “Tamam, anladım” demiştim. “Salaş, bir bahçede, kırık dökük bir tahta masa olacak.” “Çivileri gevşemiş tahta iskemleleri olacak” diye devam etmişti. “Tahta masanın üzerinde muşamba örtü olacak” demiştim. “Muşamba örtüde, bıçak izleri olacak” diyerek gülmüştü. “Bunu dert etme, olmadı biz çizeriz bıçakla” dediğimde, bakıp yüzüme yine. “O çizikler kirden kararmış olacak ama” demişti. Ve devam etmişti istediği mekânı tarif etmeye. “Muşamba örtünün üzerindeki güller güneşten solmuş olacak. Masanın yanına sarkan ve çivilerle tutturulan kenarlardaki güller ise daha renkli kalacak. Masanın bacağına yakın yerlerinde paslı, çivi izleri bulunan bir örtü olacak” “O anda çizersek olmaz, çiziklerin içi temiz kalır” “Ha şunu bileydin” “Güllerini de solduramayız, aynı anda muşamba örtünün” “Paslı, eski çivi deliklerini de unutma” Eskiden olsa, kolaydı böyle yerler bulmak. Eski Türk filmlerinde vardı böyle mekânlar. Şarkılar bile yakılmıştı “Ayağı kırılmış o tahta masa”ya. Çok zaman geçmişti bunları konuşalı. Ben gezip dolaştıkça bu ormanşehir içinde, hangi ağacın altında bir masa görsem, üzerinde muşamba örtü arar olmuştum. Balıklarımızı beklerken yanımızda oturan, sessiz ve şaşkınlıkla bizi dinleyen arkadaşımız Cemile 39


giriyor söze. “Gerçekten böyle kirli bir yer mi? istiyorsunuz” “Evet, böyle sade, sessiz ve temiz bir yer arıyor, ama bulamıyoruz” “Ama muşamba örtüde kirler olacak, paslı çiviler olacak diyorsunuz” “Evet, ama kirler yalnızca örtünün çiziklerinde kalacak. Aynı bahçeden toplanmış, hormonsuz gıdalar yiyeceğiz” “Bahçeyi, köylü bir aile işletiyor olacak.” Balıklar çok lezzetli. Ama öğlen tatilimiz bitmek üzere. Kalkıp dönüyoruz. Yol boyunca denizin karşı yamacındaki orman içine yapılmış lüks villalara bakıyorum. Sevgili Lokman’ın derginin ilk sayısını heyecanla anlattığı sohbetimize gidiyorum bir anda. “Ormanşehir, derken..?” Lokman, ağzımdan alıyor soruyu. “Abi” diyor. “Bu şehir aslında büyük bir orman. Her türlü suçun gizlendiği, orman kanunlarıyla ayakta duran, yağmacı kültürün eğemen olduğu, her canlının hayat bulduğu ve tıpkı ormanlar gibi, güçlünün güçsüzü ezdiği büyük bir orman İstanbul” Tüm ümitlerim tükeniyor. Arzu’ya dönüyorum. “Seninle Ankara’ya mı gitsek” “Nereden çıktı bu şimdi?” “Tahta masayı bulamıyorum da bu ormanşehirde...”

45


teşne inan ulaş arslanboğan Otele çantamı bırakıp dışarı çıktım. İdille ilk tanıştığımız travestiler sokağına yollandım. Gitmeden önce önüme çıkan ilk tekelden siyah poşeti ağzına kadar doldurdum. İsmet, o zamanki adıyla İnci incecik bir erkekken incecik bir kadın olmuştu. Bir altmış beş boylarında, dolgun göğüslü muhabbeti zil zurnayken bile çekilir cinsten bir hatun. O zamanlar çok içiyordu, şimdi de eminim içiyordur diyerek içimden geçirip zile bastım. -Kimi aradın? -Seni -Sen kimsin? -Sokakta kaldım, şuradaki tekel elime bunları verip sana yolladı Beni biraz süzdükten sonra “Vay eşek siki, eşek sıpası” deyip, sarıldı. “Gir içeri, yorulma şunları da ver ablana.” Yeni kızlar masa örtüsünü değiştirirken bana bakıp kıkırdadılar, sardığım tütünü tavana üflerken evimdeyim hissiyle bacaklarımı iyice açtım. Yemek masasında “Kaç yıl oldu?” dedi İnci. “Şerefsiz” diye ekledi. -Dokuz, on yılı bulmuştur. Yanındaki kızlara “ben bunu ilk gördüğümde daha çocuktu, kafayı çekmiş –sesini düşürüp yanındaki kızlara- artık iki bira mı içti üç mü bilemem deyince bastılar kahkahayı. “Neyse bu deli gibi içmiş, sokakta o zamanlar deli İbrahim var, bize yapmadığı kalmamış orospu çocuğunun, liste yapmış piçin dölü her gün birimizi kapatıyor. Kapatmak ne kelime bizim pezevenkler deli İbrahim’in günlerini es geçiyor, o derece yani… Neyse vurun vurun, ses gelsin. Masada dört kişiyiz, İnci anlattıkça anlatıyor. Aldı muhabbetin sopasını habire vuruyor kafama. -Deli İbrahim öyle tokmakçı, öyle vuruşan biri ki, aklınız durur. Evine girdiğinde nazikçe viski ikram eder, canım cicimle içini eritir, sıra sevişmeye geldi mi, çıkartır kobrayı ortaya koyar, kaldırması ayrı, alması ayrı dert… Neyse vurun bakalım, eski dostumuz gelmiş. İnce bardaklarımızı tokuşturduk dört kişi, çın sesleri evin ilk katından pencerelere, oradan tüm sokağa yayılacakken, “Sen de az kobra değildin hani” diye tıslayınca İnci, kahkahalar patladı. İnceydi kızlar, güzellerdi, insanın içi kabukla kaplı olsa çatlatıp, sızarlardı o kadar iyiydiler. Kızlardan biriyle göz göze gelince, durup bana baktı İnci. -İdil’i mi sormaya geldin? Bira dolu bardağa dalıp başımı öne eğdim. -Evet. -Evet, dimi. İşte bunun saplantısı da İdil. İnce kaşları yukarı kalktığında, kızların başları masaya düşerken sadece “Yapma abla” diyebildim. Kızlara dönüp, “Bunlar, kıyıda köşede büyük aşk yaşadı. Evlerine çok girdim çıktım, bodrum katında kalıyorlardı, ekmek götürürdüm, dertlerini dinledim. Malum virane insanın derdi dağ olur. Biz tavşan misali girip çıkıyoruz. Bir gün gittim tavana kadar kan, bu almış kızcağızı eline yer misin, yemez misin, dövmüş Allah dövmüş. Kız perişan, pejmürde. İdil kana bulanmış, ağzından burnundan ayrı geliyor. Bu da kesmiş kendini İdil’den özür diliyor. Bira şişelerinin üzerinden atlayıp vardım yanlarına, yırttım göleği eteği, çantada iki paket malbora vardı kan dursun diye tampon yaptım, parçalayıp döktüm tütünü yaralarına. Sonra biraz dövdüm itleri, sonra da Taksim ilk yardım. Kurtuldular kurtulmasına da aradan kaç yıl geçti. Bu hala kızın peşinde giyotin gibi dolanıyor işte. -Saplantı değil abla, dedim -Yok, saplantı değil, ananın amı. Ulan deli İbrahim’i de sen kestin bilmiyo’muyuz? Gitti sarkaç oldu İdile, önce karısını siktin, sonra döndün herifi tavuk gibi gırtlakladın. He yavrum he, saplantı değil! Allahtan herifin çoluğu çocuğu yoktu.

43


Göz göze geldiğim kız masadan kalkıp beş dakika sonra elinde iki poşet dolusu birayla masaya geri döndü. Önümüzde anıt gibi dikilirken “Ağbi, büyük aşk yaşamışsın, helal olsun” dedi. İnci “Büyük aşk görmek için daha önünde büyük yaraklar var” diyip susturdu kızı. Felsefeyle beraber ironinin amına koyuyordu. Bu gece maşallahı vardı. -İdris dedim ondan haberin var mı? -Yok! O esnaflıkla, translık arasında gidip geliyordu. Kürdistan’a açılmıştı en son ama oralar İdris kadar büyük götleri kaldırmaz. Masadan çerezler kalkarken, “Abla İdil” dedim. -Uzak ol, dedi. Sürünerek uzaklaştım evden, içtim köşe başında ömrümden biraz daha gidercesine içtim ve döndüm penceresinin önüne. İdiiiiil diye bağırdım, abla İdil. O nerde? Perdeyi açıp “Nedeeen” diye bağırdı. -Abla çünkü her şeyin ya ölüsü ya da hikâyesi olmalı.

52


sebze kuralları onur sakarya Bizi götürmeyi bekliyorlar Sebze kuralları işliyor, Sebze kuralları işliyor Mutant annelerin çığlıkları kabarık Nereye doğru koşuyor, Nereye doğru koşuyor Çiklet patlatan beyaz geceler kızı Aç, aç, aç kaldırımüstü çocukları Kaç oradan hemen, hava bazukalı Senin düşlerin kaç, kaç, kaç santim Durmadan gölgesini soyuyor, Durmadan gölgesini soyuyor Bana inekli evraklar imzalat Köpek adamlar küçük bir delik buldular Bu evrenin sonu olmalı Şüphesiz ki o her şeyi seviştiren bir deneme radyosudur Bana zamanlama hatalarından bahset Gözyaşların kaç liraysa, o kadar pörtlek köfte Kanlı yemekler sunan bir bitkinin elleri var Bizi götürmeyi bekliyorlar Nereye? Bizi götürmeyi bekliyorlar Ama nereye? Kardeşini parka götür ve Bir kulak kopartmasını bekle Ruhunu Finlandiyalı bir cine sat Aman kıç çatalın gözüksün, çok önemli bu Doğumhanelerde bebeklerin ilk rüyalarına konuk ol Hatalıysam bile özür dilemiyorum martı janıtın Sebze kuralları işliyor, Sebze kuralları işliyor Ey şebelek, işte 21. yüzyıl, hey sen neredesin Çıkarın vakumlanmış boş kalplerinizi Çıkarın şu amansız hastalıklar sendromunu Çıkarın kıyafet uygulamaları kararlılığınızı Oğlum bu saçının hali ne lan serseri Oğlum senin tipini… Oğlum bak git Oğlum! Sebze kuralları işliyor Oğlum! Sokma şu çipi şeyine

1


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.