Buhara 10

Page 1

Tasavvuf Dergisi Yıl: 3 Sayı: 10 Bahar- Türkiye Ücreti: 10 TL.

Jahrausg.:3 Ausgabe: 10 Frühling/ Deutschland Preis: 10 E.

Aşkın Başladığı Yer

SABIR ABİDESİ EYYUB (A.S) VE SABIR EHLİ OLMAK Ş. Ahmet Yasin BUHARİ, BURSEVİ (K.S)

1 0 bahar

Dr. Âdem APAK- Şam’a İslam’ı Anlatan Sahabe- Ebu’d DERDA (R.a) • Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ- Rahmet Ve Merhamet • Prof. Muhammed BOZDAĞ- Hz.Peygamber’e (Sav) Göre Günü Yaşamak • Dr. Vehbi VAKKASOĞLU- Gerçek Zaferler Üstün Ahlak Anlayışının Burcundadır • Prof. Dr. Mustafa KARA- Allah Sekineyi Müminlerin Kalplerine İndirdi • Ş. M. Nazım KIBRISİ, HAKKANİ- İyiliği Allah İçin Yap! • Doç. Dr. Abdurrezzak İnsan ı Kâmil Olarak Peygamberimiz • İsmail MUTLU- Allah’ınTEKGazabını İbadet-SADAKA • Dr. Günay BEYHAN-Vuslata DostlaSöndüren • Dr. Osman ALDEMİR- NASİHAT-BalıErilir Tarif Değil, Tattırabilmektir • www.buhara.org 1


HANLAR LOJİS T İ K

Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Kosova, Arnavutluk, Bosna ve Karadağ * YURT İÇİ KAPALI KASA YÜK TAŞIMACILIĞI * YURT DIŞI TAŞIMACILIK * PARSİYEL TAŞIMACILIK *KONTEYNER TAŞIMACILIK TAŞIMA KONUSUNDA BAŞARILI VE GÜVENİLİR ÇÖZÜM ORTAĞINIZDIR

2

Hürriyet mh. 1099 Sk. No:1/A Gaziemir - İZMİR / TÜRKİYE E- mail: hanlarlojistik@hotmail.com - info@hanlarlojistik.com - Web: www.hanlarlojistik.com Tel: +90 232 281 17 21 - Fax: +90 232 281 40 52 - Gsm: +90 549 660 35 35

BUHARA


www.buhara.org 3


UTKU Matbacılık Adına İmtiyaz Sahibi Osman ERGÜN İSNN: 2146- 5819 Kıbrıs Şehitleri Cd. Filiz Sk. No:5/C Osmangazi/BURSA os_er@mynet.com Gsm:0.507. 502 7480 Ofis: 0.224. 256 7844

Genel Yayınyön.& Editör & Sorumlu Yazı İşleri Md.& Grafik- tasarım Emre MOL Genel Koordinatör &Abone & Reklam& Satış& Pazarlama Departmanı Ercan HATİPOĞLU Gsm: 0.533. 085 3338 info@buharadergi.com Dağıtım Sorumlusu İsmail BAYRAK ismailbayrak78@gmail.com Abone Şartları Türkiye Abone Bedeli:

(Posta ücreti dahil) 40,00 TL. Satış Bedeli: (Posta ücreti hariç) 10,00 TL. Yurt dışı abone bedeli: 40,00 E. Satış bedeli: 10,00 E.

Yurt İçi Abone Banka Hesap Numarası Ercan HATİPOĞLU GARANTİ BANKASI Şube Kodu: 269 Hesap No: 6683787 Toptancılar Çarşısı/İZMİR İBAN TR 73 0006 2000 2690 0006 6837 87 Avrupa Aboneliği İçin Banka Hesap Numarası Ercan HATİPOĞLU ŞUBE KODU: 269 (TOPTANCILAR ÇARŞISI) HESAP NUMARASI : 9094482 İBAN TR54 0006 2000 2690 0009 0944 82

4

BUHARA

KÜNYE


SABIR ABİDESİ EYYUB (A.S.) ve SABIR EHLİ OLMAK Dr. OSman ALDEMİR Prof. Dr. Âdem APAK Prof.Dr. Mustafa KARA Prof.Dr. Süleyman ULUDAĞ Esin BEYHAN Doç. Dr. Abdurrezzak TEK Ş. M. Nazım KIBRISİ, HAKKANİ Ş. A. Yasin BUHARİ, BURSEVİ İsmail MUTLU Davut Dinçer AYRAL Nazlı KÖSEOĞLU Nurten ÜSTÜNGÖR Yurdanur GÜLER Dr. Günay BEYHAN Vehbi VAKKASOĞLU Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ Dr. Muhammed BOZDAĞ Emre KARACA Nurten ÜSTÜNGÖR Kllin. Psik. Hasan KUL

04 07 10 12 16 20 23 26 28 34 36 38 40 42 44 41 44 46 49 52

Nasihat, BAlı TArif, değil, Tattırabilmektir Hz. Ebu’d DERDA (R.a) Allah Sekineyi Müminlerin Kalplerine İndirdi Rahmet Ve Merhamet Hace Alaeddin ATTAR (K.s) Tasavvufi Terbiyede Mürşide Duyulan İhtiyaç İyiliği Allah İçin Yap! Eyyub (a.s) ve Sabır Ehli OLmak Ömrü Uzatan İbadet SADAKA Kuantum Fiziği Bize Neler Anlatıyor? Huzuru Nerede Aramalıyız? Güzel Rüya Müjdedir Efendimizin Sünnet i Seniyyeleri Vuslata Dostla Erilir Şah ı M. Bahauddin NAKŞİBEND Cennet Kapılarını Açacak Anahtar “Besmele” Hz. Peygamber’e (Sav) Göre Günü Yaşamak Geçmişin ve Günümüzün Haşhaşileri Dr. Şuayb DAĞISTANLI İle Röportaj Evlilik Ve Eşler Arası Uyum

İçindekiler

www.buhara.org 5


NASİHAT Dr. Osman ALDEMİR

BALI TARİF DEĞİL, TATTIRABİLMEKTİR “Nasihat, Samimiyettir, ihlasla yapılan amellerin kelamla muhataba gönül den hitabıdır.”

N

asihat; İslam dininin, insanlığın kemâlini hedefleyen en muhtevâlı ahlâki prensiplerinden biridir. Kuran’ın her ayeti bir nasihattir. Ve onun canlı uygulayıcısı olan Rasûlüllah’ın (a.s.v) hayatı, sözleri, uygulamaları nasihattir. Ve O’nun diliyle; “Din nasihattir” Nasihat, ‘nush’ kökünden, balı süzmek, elbiseyi dikmek, aldatmamak, samimi olmak, muhatabın iyiliğini istemek, ona yol göstermek, onu uyarmak anlamındadır. (1) Nasihat, kendisine nasihat edilenin hayrını istemektir. Sadece öğüt verip ikaz etmekten ziyade bütün iyiliklerin istemidir. Dini terim olarak nasihat; vaaz vermek, irşad etmek, hayra davet etmektir. Doğru ve gerçek olanı, şefkat ve merhamet dairesi içerisinde, müşfik tavırlarla anlatmaktır. Muhatabın şüphe ve tereddütlerini, sabır ve anlayışla dinleyebilmektir. Meseleleri fasih ve beliğ bir lisanla izah etmek, muhatabının aklı miktarınca konuşabilmektir. Ona değer vererek, iltifat ile kusurunu araştırmadan, tebessümle muhatabını ciddiye alarak amel diliyle tebliğ edebilmektir. Nasihat, şahsi menfaat gözetmeden muhatabın menfaatine yönelik talim ve terbiye üslûbudur. Doğru ve iyiliklerin samimi izahıdır. Emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker (iyiliği emredip, kötülükten men etme) ölçüsünde, insanların iyiliklerini isteme gayretinin adıdır.

6

BUHARA


İnsanı, amele ve kulluğa şekilde, güzel ve doğru bir üslupla hatırlatmalardır. Peygamberlerin ‘güvenilir bir nasihatçiler’ olduğunu Kur’an-ı Kerim, inananlarına bildirir; “Size Rabbim’in risaletlerini tebliğ ediyorum ve size nasihat ediyorum...” (2) “Rabbim’in vahyettiklerini size tebliğ ediyorum. Ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim.” (3) “Ben size Rabbim’in risaletini tamamıyla tebliğ ettim ve nasihat ettim, hayrınıza çalıştım... ”( 4) Kuran’ın kendisi nasihattir; “Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifâ ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’an) geldi.”(5) ve “(Biz Kur’an’ı) Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.”(6) Evet Allah’tan öğüttür, nasihattir (7), şifadır (8) hidayettir, rahmettir ( 9) Kur’an... Rabbimiz, “Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler...”(İsrâ,17/53) ayetiyle usûl öğretir. Bu üslubun karşılıksız olması gerektiğini de bildirir; “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”(10) Ayetin aynı sûrede defaatle zikredil-mesi, nasihatçinin karşılık beklemediğini, bunun ancak Allah’a ait olduğunu anlatır. Bunu en iyi yapabilmiş yegane insan Allah Rasûlü (a.s.v)’dır. Temimu´d-Dâri (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (a.s.v): “Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir!” demişti. Biz sorduk: “Ey Allah´ın Resulü! Kimin için hayırhah olmaktır?” “Allah için, Allah´ın kitabı için, Rasûlü için ve Müslümanların imamları ve hepsi için!” buyurdular.” ( 11) Hadis-i Şerif, nasihatin hayırhahlık olduğunu ve bunu Allah, O’nun kitabı, Rasûlüllah, ve o’nun ümmeti için olacağını açıkça ifade eder. Bunun şekli ise; “(Ey Rasûlüm!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır!”(12)

ayetinde öğretilir. Kısaca Müminlerin birbirlerine nasihati; doğru, güzel ve faydalı şeylerin, menfaat gözetmeden, samimi, dürüst ve doğru olarak muhatabın iyiliği için bir tâlim ve terbiye metodudur. Güvenilir nasihatçiler (13) olarak bildirilen peygamberlere öğretilen adaptır. “Tevbe-i nasûh”; samimi olarak yapılan tevbedir. Ve buradaki “Nasuh”, ifadesi ‘nush ve nasihat’ kökünden olup, samimi, içten ve yürekten olmayı tarif eder. Nasihatte de aynı içtenlik, samimiyet, güvenilirlik ve dürüstlük elzemdir. Kaynağı iman olan nasihat, imanın, ihlasın ve takvanın mahalli olan kalpten, gönülden olmalıdır. Kalbî davranış olan nasihat, severek yapılan ahlâkî fazilettir. Sevmek dostun işidir, bu sebeple İslam li-teratüründe; Dostun iyisi nasihati çok olan olarak bilinir. Nasihat; nefsin için istediğini başkası için de istemenin gayretidir. Şefkat ve merhametin müşfikâne tavrıdır. İbadetlerin özü olan ihlas ve samimiyetin en belirgin fedakârlık mahallidir. Hüsranda olmamanın şartlarından olan “hakkı ve sabrı tavsiye” olarak anlatılan “Asr” sûresinin yaşamda tezahürüdür. Nasihat; anlatmak değil yaşamak ve yaşatmaktır. Nasihat, balı tarif değil, tattırmaktır.

“Kuran’ın canlı uygulayıcısı olan Rasûlüllah’ın (a.s.v) hayatı, sözleri, uygulamaları nasihattir. Ve O’nun diliyle; ‘Din nasihattir’.”

Dipnot 1-İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, ‘N-S-H’ maddesi) 2-A’raf, 7/62 3-A’raf, 7/68 4-A’raf , 7/79 5-Yunus, 10/57 6-Tâ-Hâ, 20/3 7-Nisa, 4/ 58 8-İsrâ, 17/82 9-Nahl, 16/ 89 10-Şuarâ, 29/109, 127, 145, 164, 180 11-Canan, Prof. Dr. İbrahim, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/120122; Müslim, İman 95, (55); Ebu Davud, Edeb 67, (4944); Nesai, Bey´at 31, (7, 156) 12-Nahl,16/125 13-Â’raf 7/68; Kasas 28/20

www.buhara.org 7


ŞAMLILARA İSLAM’I ANLATAN SAHABE

Hz. Ebu’d DERDA’nın (R.A) Kabri Şerifleri

HZ. EBU’D-DERDÂ (R.A)

Geç bir dönemde İslâm’a girmesine rağmen Ebu’d-Derdâ (r.a) bundan sonraki hayatını dinine adadı. Başta Uhud savaşı olmak üzere bütün gazvelerinde Hz. Peygamber (sav) ile birlikte bulundu. Onun bilhassa Uhud’da büyük fedakârlık ve şecaat örnekleri gösterdiği rivayet edilir. Askerî faaliyetlerin yanı sıra ilimle de meşguliyetini devam ettiren Ebu’d-Derdâ (r.a), Allah Rasûlü (sav) hayatta iken Kuran-ı Kerîm’i baştan sona ezberleyen sahâbîler arasına girdi. Prof. Dr. Adem APAK

A

sıl adı Âmir olmakla birlikte daha ziyade Ebu’d-Derdâ (r.a) adıyla tanınmıştır. Medineli Hazrec kabilesine mensuptur. Hicretin ikinci yılında İslâm’a dâhil oldu. Hem ailesi, hem de Ensâr içindeki en son Müslüman kabul edilir. İslâmiyet’e girmesine vesile olan ise yakın arkadaşı, aynı zamanda da Hz. Peygamber’in (sav) şairlerinden Abdullah b. Revâha’dır (r.a). Abdul-

8

BUHARA

lah (r.a), Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) hâlâ atalarının dini üzere kalmasından son derece üzüntü duyuyor, her vesile onu Müslüman olmaya çağırıyordu. Ancak bütün çabalarına rağmen bir türlü Ebu’dDerdâ’nın (r.a) putları terk etmesine engel olamadı. Abdullah b. Revâha (r.a) sonunda arkadaşına bir oyun oynamaya karar verdi: Bir gün onun evin-


den ayrıldığını görünce, gizlice putunu muhafaza ettiği odasına girerek çok sevdiği ve hürmet gösterdiği putunu bir balta ile parçaladı. Putun bulunduğu yerdeki gürültüyü duyup gelen Ebû’dDerdâ’nın (r.a) hanımının çabaları da Abdullah’ı (r.a) engellemeye yetmedi. Kısa süre sonra evine geri döndüğünde eşinin ağladığını gören Ebû’dDerdâ (r.a), bunun sebebini sorduğunda hanımı olanları anlattı. Ebû’d-Derdâ (r.a) ilk anda Abdullah’ın (ra) yaptığına çok sinirlendi. Ancak durumu bir kez daha düşündükten sonra dilinden şu cümle döküldü: “Putta bir marifet olsaydı, kendisini savunur, korurdu, dolayısıyla kendisini koruyamayan bu şey beni nasıl koruyacak?” Daha sonra da doğruca Abdullah b. Revâha’nın (r.a) evine gidip kendisinin de Müslüman olacağını açıkladı. Bunun üzerine birlikte Rasûlü’nün (sav) yanına vardılar. Ebu’d-Derdâ (r.a) bir de onun huzurunda kelime-i şehadet getirmek suretiyle İslâm’a girdiğini ilan etti. Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) İslâm’ı seçmesinden son derece memnun olan Hz. Peygamber (sav) onu Selmân-ı Fârisî (ra) ile din kardeşi yaptı. Kaynaklarda bu hadisenin Bedir savaşından hemen sonra gerçekleştiği kaydedilir. (1) Geç bir dönemde İslâm’a girmesine rağmen Ebu’d-Derdâ (r.a) bundan sonraki hayatını dinine adadı. Başta Uhud savaşı olmak üzere bütün gazvelerinde Hz. Peygamber (sav) ile birlikte bulundu. Onun bilhassa Uhud’da büyük fedakârlık ve şecaat örnekleri gösterdiği rivayet edilir. (2) Askerî faaliyetlerin yanı sıra ilimle de meşguliyetini devam ettiren Ebu’d-Derdâ (r.a), Allah Rasûlü (sav) hayatta iken Kuran-ı Kerîm’i baştan sona ezberleyen sahâbîler arasına girdi. İslam Tarihindeki ilk kadı asker, Ebu’d-Derdâ’dır Ebu’d-Derdâ (r.a) Hz. Ebû Bekir’in (r.a) hilâfeti sırasında başlatılan ve Bizans kontrolündeki bölgeleri hedef alan Şam fetihlerine iştirak etti. Kaynakların bildirdiğine göre o, orduda kadı olarak görev yapmıştır. Bu şekilde İslâm tarihindeki ilk (kadı askerinin) Ebu’d-Derdâ (r.a) olduğu rivayet olunur. Gerek Hz. Ömer (r.a), gerekse Hz. Osman’ın (r.a) halifeliklerinde de aynı görevini devam ettirdi. (3) Divan sistemini kurup Müslümanlara İslâm’a giriş önceliklerine göre maaş takdir eden halife Hz. Ömer (r.a), Bedir Gazvesine katılmamış olmasına rağmen, Müslümanlığa yaptığı üstün hizmeti sebebiyle olsa gerek, Ebu’dDerdâ’yı (r.a) da Bedir Ashâbına dahil ederek kendisine maaş bağladı.

Ebu’d-Derdâ (r.a) Hz. Ömer’in (r.a) hilâfeti döneminde Medine’de bir süre kadılık görevini ifa ettikten sonra halifeden Suriye’ye gitmek için izin istedi. Onun talebini kabul eden Hz. Ömer (r.a) orada kendisini valilik görevine getirmek niyetinde olduğunu açıkladı. Ancak Ebu’d-Derdâ (r.a), yöneticilik yapmak yerine insanlara Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamber’in (sav) sünnetini öğretmeyi, halkı din konusunda aydınlatmayı tercih edeceğini bildirdi. Bunun üzerine Şamlılara ilim öğretmek üzere Medine’den Suriye bölgesine gitti. Başka bir rivayette ise Hz. Ömer’in (r.a) Suriye valisi olan Yezîd b. Ebû Süfyân’ın halifeden Şam’da Kur’an ve fıkıh muallimine ihtiyaç duyulduğunu bildirmesi üzerine Hz. Ömer (r.a) Ebu’d-Derdâ (r.a) ile birlikte iki kişiyi bu amaçla Suriye’ye göndermiştir.(4) Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) da aralarında bulunduğu muallim heyeti önce Hıms’a gidip burada bir miktar görev yaptı. Kısa süre sonra Ebu’d-Derdâ (r.a), faaliyetlerini daha fazla ihtiyaç hissedilen Dimaşk’ta sürdürmeye başladı. Bu esnada Muaviye’nin Suriye valiliği sırasında Hz. Ömer’in (ra) emriyle Dimaşk şehrinin kadılığına getirildi. Dimaşk’ın ilk kadısı olan Ebu’d-Derdâ (ra) görevini Hz. Ömer’in (ra), ardından da Hz. Osman’ın (ra) halifelikleri döneminde devam ettirdi.(5) Bu resmî vazifesinin yanı sıra onun asıl faaliyeti Müslümanlara Kuran-ı Kerim öğretmek oldu. Nitekim pek çok Şam’lı ondan kıraat dersi aldı. Kaynaklarda Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) Hz. Osman’ın (r.a) halifeliği döneminde Şam valisi Muaviye tarafından düzenlenen Kıbrıs’ın fetih harekâtına pek çok sahabe ile birlikte katıldığı da bildirilir.(6) Müslümanlığından sonraki hayatının önemli bir kısmını Şam’da geçiren Ebu’d-Derdâ (r.a) Hicretin 31 veya 32. (M.651/652) yılında vefat etti. Burada bulunan Bâbüssagîr Kabristanı’na defnedildi. Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) Bilâl ve Yezîd adlı iki oğlu ile Nesîbe adlı iki kızı olmuş, bunlardan Bilâl, Emevîler döneminde babası gibi Dimaşk kadılığı yapmıştır.(7) Sahabe arasında takvası ve ibadete düşkünlüğü ile meşhur olmuştur Ebu’d-Derdâ (r.a) sahâbe arasında takvası ve ibadete düşkünlüğü ile meşhur olmuştur. Önceleri ticaretle uğraşırken, müslüman olduktan sonra kendini tamamen zühd ve ibadete vermiştir.(8) Bu halini şöyle anlatır: “Peygamber efendimiz risâletle geldikten sonra hem ticaret, hem ibadet yapmak istedim. Fakat ikisinin bir arada olamayacağını anlayınca, ticareti bırakıp ibadete yöneldim.” Halîfe Hz. Ömer (r.a) memurlarını teftiş amacıyla Medine’den Şam’a gittiğinde, Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) dünya malına

www.buhara.org 9


karşı bigâne kalmasına şahit olmuştur: Yaptığı incelemeler sonucunda Şam valisi Yezîd b. Ebî Süfyân başta olmak üzere bütün bürokratlarının kapılarının kilitli olduğunu, odalarının ipekle kaplı bulunduğunu, huzurlarına girenlerin kim olduklarını sorduklarını, müreffeh yaşadıklarını görmüş; buna karşılık kadılık görevini ifa eden Ebû’d-Derdâ’nın (r.a) konutuna gittiğinde ise onun kapısında kilit bulunmadığını, odasında ışık olmadığını, ayrıca ince elbisesi içinden soğuktan muzdarip bir şekilde yaşadığına şahit olmuştur. Üstelik o, gelenin selâmını alıp kim olduğunu sormadan içeri kabul ediyor, altında bir keçe parçası bulunan bir evde oturuyordu. Bunun üzerine Ebû’d-Derdâ’ya (r.a), “Ben seni Medine’de hoş

edilmektedir. Buna karşılık Medine’de kardeşi olan Selmân-ı Fârisî (r.a), İslâmiyet’in bu kadarına izin vermediğini söyleyerek onun bu konudaki aşırılığına engel olmuştur.(9)

tutmadım mı? Buradaki halin niye böyle ?” diye sorunca Ebû’d-Derdâ (r.a) halîfeye Rasûlüllah’tan (sav) duyduğu şu hadisi hatırlatmıştır: “Sizin dünyadan metâmız bir yolcunun azığı kadar olsun“. Başka bir günde ise kendisine misafirliğe gelen arkadaşları, yatak yerine yerde yatıp da şikâyet ettiklerinde şöyle demiştir: “Bizim bir başka evimiz var ki, hepimiz orada toplanacağız” cevabını vermiştir. Hz. Peygamber’in (sav) onun hakkında “ümmetimin en âbidi ve en müttakîsi” “bu ümmetin hâkimi” gibi takdir bildiren ifadeler kullandığı rivayet edilmektedir.

Ayrıca halkı iyilik etmeye, ahireti düşünmeye, yetimleri gözetmeye, köle azat etmeye, Allah’ı zikretmeye, mütevazı ve dünyaya karşı tok gözlü olmaya, zulümden kaçınmaya teşvik ederdi.

Dünya malına değer vermeyen Ebu’d-Derdâ (r.a), kendisine damat olmak isteyen ve zenginlik içinde yüzen halifenin oğlu Yezîd b. Muaviye’yi reddetmiş, onun yerine kızını fakir bir Müslümanla evlendirmiştir.

Ebu’d Derda’nın (r.a) Bartın’daki Makamı

Ebu’d-Derdâ’ın (r.a) diğer bir güzel hasleti ise açık sözlü olmasıydı. Nitekim bildiklerini söylemekten çekinmez, yöneticileri de onlardan gelebilecek zararı düşünmeden tenkitten geri durmazdı.

Rivayetlerde Ebû’d-Derdâ’nın (r.a) zühd ve takva konusunda çok ileri gittiği, hatta Müslüman olduğu sıralarda karısını ihmal edecek kadar kendisini ibadete verdiği bildirilmektedir. Hz. Peygamber’in (sav) onun hakkında “ümmetimin en âbidi ve en müttakîsi” “bu ümmetin hâkimi” gibi takdir bildiren ifadeler kullandığı rivayet

10

BUHARA

Ebu’d-Derdâ (r.a) tefsir, fıkıh, hadis ve kıraat sahalarında ashabın ileri gelenlerinden kabul edilip, bu ilmî sahalarda büyük hizmetler gördüğü bilinmektedir. Nitekim Ebû Zerr (r.a) onun hakkında “Yeryüzü senden daha âlim birini sırtında taşımadı, yeşillik de senden daha âlim birini gölgelendirmedi” demiştir. Sahabeden Muaz b. Cebel’e (r.a) vefatı anında kendilerine ne vasiyetinin olduğu sorulduğunda “Ebu’d- Derdâ’nın ilmine sımsıkı sarılınız. Çünkü o, kendisine ilim ihsan edilen kişidir” cevabını vermiştir. (10) Çok hadis rivayet edenler arasındadır Ebu’d- Derdâ (r.a), yıllarca titizlikle yürüttüğü kadılık görevi sırasında bir hüküm verdikten


sonra, kararından emin olmak için davalıları geri çağırtıp onları tekrar dinlemiştir. Onun hassasiyeti hadis rivayetinde de görülür. Nitekim kendisinden hadis öğrenmek üzere çeşitli ülkelerden gelen talebelerine rivayette bulunduktan sonra herhangi bir yanlışlık yapmış olabileceğini düşünerek, “Hadis bunun gibidir veya buna benzer şekildedir” der, böylece meydana gelebilecek muhtemel hataların sorumluluğunu üstlenmek istemezdi. Bununla birlikte Ebu’d-Derdâ (r.a) ashap arasında çok hadis rivayet edenler arasında yerini almıştır. Onun rivayet ettiği hadislerin sayısı 179 olup, Enes b. Mâlik (r.a), Abdullah b. Amr b. elÂs (r.a), Abdullah b. Abbâs (r.a) gibi sahâbîlerle hanımı Ümmü’d-Derdâ, oğlu Bilâl, Cübeyr b. Nüfeyr, Ebû İdris el-Havlânî, Saîd b. Müseyyeb, Atâ b. Yesâr gibi Tâbiîler kendisinden hadis rivayet etmişlerdir.

Yüzlerce hâfız yetiştirmiştir Ebu’d-Derdâ (r.a) Şam’daki tedris faaliyetleri neticesinde yüzlerce hâfız yetiştirmiştir. Ondan Kur’ân öğrenenler arasında hanımı Ümmü’dDerdâ, Atıyye b. Kays el-Kilâbî, Hâlid b. Ma’dân ve Ba’lebek Kadısı Süveyd b. Abdülazîz bulunmaktadır. Meşhur yedi kıraat imamından İbn Âmir’in de ondan Kuran dersi aldığı bilinmektedir. Ebu’d-Derdâ (r.a) ilme katkıları yanı sıra hikmetli sözleri ve nasihatleriyle de meşhur olmuştur. Onun güzel sözlerinden bazıları şunlardır: “Kul Allah’a ibadetle meşgul olunca Allah onu sever, mahlûkatına da sevdirir”. “İmanın zirvesi başa gelene sabır, kadere rıza, samimi bir tevekkül ve Allah’a boyun eğmektir” “Halkın hoşlanmadığı üç şey vardır: Bunlar fakirlik, hastalık ve ölümdür. Hâlbuki ben bu üç şeyi

Ebu’d-Derdâ (r.a) hikmetli sözleri ve nasihatleriyle de meşhur olmuştur. Onun güzel sözlerinden bazıları şunlardır: “Kul Allah’a ibadetle meşgul olunca Allah onu sever, mahlûkatına da sevdirir”. “İmanın zirvesi başa gelene sabır, kadere rıza, samimi bir tevekkül ve Allah’a boyun eğmektir” “Halkın hoşlanmadığı üç şey vardır: Bunlar fakirlik, hastalık ve ölümdür. Hâlbuki ben bu üç şeyi çok severim. Rabbime kavuşmayı istediğim için ölümü, beni mütevazı yaptığı için fakirliği, günahlarıma kefaret olduğu için de ölümü, hastalığı severim”. “İnsan başına gelen felaketlerden şikâyet etmemeli, acı ve kederini şuna-buna anlatmamalı, diliyle kendisini temize çıkarmaya çalışmamalıdır.”

Dimaşk’ın Kıraat Hocası Fıkıh ve hadis sahasında önemli hizmetler veren Ebu’d-Derdâ (r.a) aynı zamanda Kuran muallimliği ile de meşhur olmuştur. Nitekim bu sebeple kendisine “Dimaşk mukrii” (Dimaşk’ın Kıraat Hocası) adı verilmiştir. Her gün sabah namazından sonra talebelerini okutmaya başlardı. Dersten önce talebelerini onar kişilik gruplara ayırır, her birinin başına müstakil öğretici tayin ederdi. Yardımcı hocalar talebeleri çalıştırırken kendisi de mihrapta oturur, zaman zaman ders halkaları arasında dolaşmak suretiyle yapılan çalışmaları takip ederdi. Kıratta belli bir seviyeye ulaşan öğrenciler daha sonra derslerini doğrudan ona arz ederlerdi. Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) kıraat halkalarına katılanların sayısının zaman zaman 1600 kişiye kadar ulaştığı rivayet edilir. İslâm eğitim tarihinde Kuran taliminde bu eğitim metodunu ilk defa onun başlattığı söylenmektedir.

çok severim. Rabbime kavuşmayı istediğim için ölümü, beni mütevazı yaptığı için fakirliği, günahlarıma kefaret olduğu için de ölümü, hastalığı severim”. “İnsan başına gelen felaketlerden şikâyet etmemeli, acı ve kederini şuna-buna anlatmamalı, diliyle kendisini temize çıkarmaya çalışmamalıdır”.(11) Dipnot 1.İbn Sa’d, VI, 391-392; Zehebî, Siyerü A’lâm, II, 340. 2.İbn Abdilberr, IV, 1646. 3.İbn Sa’d, VI, 392; İbn Abdilberr, IV, 1646. 4.İbn Sa’d, VI, 392. 5.İbn Abdilberr, IV, 1646. 6.Taberî, IV, 259. 7.İbn Sa’d, VI, 393; İbn Abdilberr, IV, 1646. 8.İbn Sa’d, VI, 392-393. 9.İbn Abdilberr, II, 637-638. 10.İbn Abdilberr, IV, 1647. 11.Bk. Aydınlı, Abdullah, “Ebu’d-Derdâ”, DİA, X, 310-311.

www.buhara.org 11


Ömrü Uzatan İbadet

SILA-İ RAHİM ”Her kim rızkının çoğalmasını, ecelinin gecikmesini istiyorsa, sıla i rahim yapsın.” (Müslim)

12

BUHARA


Efendimiz (sav) ümmetini sıla i rahim konusunda müjdelemektedir: “Nesebinizden sıla-i rahim yapacaklarınızı öğrenin, zira sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır.” (Buhari –Edep)

S

ıla, ulaşmak kavuşmak manasına gelen vusul kökünden mastardır. Rahim ise rahmet kelimesinden gelir. Acıma şefkat merhamet manalarındadır. (Fîrûzâbâdî, I, 66, IV, 119; İbnü'l-Esir, II, 210)

Daha geniş şekliyle akrabalık hak ve hukukunun yerine getirilmesi şeklinde ifade edilen sıla-i rahim, kişinin baba, anne, dede, nine, kardeşler, amcalar, halalar, kardeş çocukları, dayılar, teyzeler, sonra da yakınlık derecesine göre nesep bağı olan akrabalarına karşı, imkân nispetinde maddi ve manevi anlamda faydalı olmak, hizmet etmek, hal hatırlarını sormak, ilgi ve alaka göstermek demektir. Yerine göre iletişim araçlarıyla da olsa onlarla irtibatı devamlı hale getirmek anlamlarına gelir.

Bir hadisi kutside şöyle buyruluyor; “Ben Allah’ım. Ben Rahman’ım. Rahmi (akrabalığı) Ben yarattım. Kendi ismimden bir ismi ona verdim. Artık kim yakınlarıyla ilgi kurup akrabalığın hakkını yerine getirirse ona lütuflarda bulunurum. Kim de akrabayla ilişkisini keserse (ilgisiz kalırsa) Ben de ondan rahmetimi keserim.(Tirmizi, Kitabu’l birr ve’s sıla, 9) Bu kutsi hadis ile Rabbimiz sıla ı rahimi desteklemekle birlikte bağların koparılması durumunda ise şiddetle uyarmaktadır. İşte bu itibarla sıla-i rahime riayet Yaradan’ın merhametini celb ederek birçok berekete vesile olacağı gibi, bu emre rivayet etmemenin de Cenab ı Allah’ın azabına ve belalarına sebep olacağı bilinmelidir. Nitekim akrabayla devamlı irtibatlı olunması halinde Peygamber Efendimiz (sav) sıla i rahim konusunda ümmetini müjdelemtedir: “Nesebinizden sıla-i rahim yapacaklarınızı öğrenin, zira sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır” (Buhari – Edep) Bir başka hadiste de Efendimiz ”Sevabı en çok olan taat sıla-i rahimdir.” buyurmaktadır. Sıla-i rahim Allah Teâlâ’nın kesin emriyle farz olduğu gibi bunun zıddı olan kat-i rahim de haramdır. Zira akrabayla ilişkiyi

Meryem BURMAOĞLU

kesmek, iyilik ve ihsanda bulunmayı terk etmek Allah Teâlâ katında mesul ve mahcup olmak demektir. Cenab-ı Mevla Rad suresinde şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının. Adını anıp Kendisini vesile ederek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir." buyurmaktadır. (Kur'ân, 4/ 1) Ayetin mealini okurken dahi insanın içi ürperiyor. Allah bizleri muhafaza eylesin. Konuya Rasulullah’ın bizi ümitlendirecek bir hadisiyle devam edelim. Halid b. Zeyd (Ebu Eyyub El-Ensari) hazretlerinden rivayet edildiğine göre bir adam Hz. Peygamber’e gelerek; -“Ya Rasulallah; beni cennete sokacak bir ibadet söyler misiniz?” Dedi. Rasulullah şöyle cevap verdi, - “Allah’a ibadet eder, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılar, zekat verir ve sıla-i rahim edersin.” (Buhari) Yazık ki bizler yalancı dünyanın yalancı telaşlarıyla öylesine meşgulüz ve bir o kadar müsrifiz ki, zamanın nasıl geçtiğinin bile farkına varmadan ömrü tüketip gidiyoruz. Ve bir gün “ah babacığım hayatta olsaydı, vah anam yanımda olsaydı” gibi pişmanlık cümleleriyle geride kalan ömrümüzü tamamlıyoruz. Oysa hep olması gerektiği gibi Allah Zü’l Celal hazretlerinin emirlerini hayatımızda tam olarak uygulayabilsek hem dünyamız hem ahiretimiz bizlere cennet olur. Maalesef son zamanlarda kaybettiğimiz değerler arasında yer alıyor sıla-i rahim. Bundan dolayı akrabalar arasındaki ilişkiler zayıflıyor, yeni yetişen nesil akrabalarını dahi tanımıyor. Ne olur silkinelim. Sıla-i rahim farzdır, unutmayalım. Bunları çocuklarımıza öğretelim. Cennet kapılarının anahtarlarından birinin de sıla-i rahim olduğunu hafızalarımızdan çıkarmayalım. Efendimiz (sav), “akrabalık bağını kesip koparan kimse cennete giremez.”buyuruyorlar .

www.buhara.org 13


ALLAH SEKÎNEYİ MÜMİNLERİN KALPLERİNE İNDİRDİ

C

enab ı Allah, rahmetiyle bütün mahlûkatı kuşatmıştır. Kul da rahmete vesile olan yolları aramalıdır. Üç beş kişi bir araya gelince, Mevlâ’yı zikretmelidir. Ebû Said elHudrî’den rivayet olunmuştur ki, Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Allah’ı zikreden hiçbir kavim yoktur ki, melekler onları kuşatmış, Allah’ın rahmeti onları bürümüş, üzerlerine ‘sekîne’ inmiş ve Cenâb-ı Allah onları kendi nezdinde olan meleklerine övmemiş olsun.”(Müslim, Zikr/39; Tirmizî, Daavât/7) “Sekîne”ne demektir? Sekîne; kalbin Cenab ı Allah’a tam bağlılığı sayesinde korkudan uzaklaşıp, huzur içerisinde olmasıdır. Nitekim

14

BUHARA

Prof. Dr. Mustafa KARA ayette de şöyle buyrulmuştur: “Cenab ı Allah, sekîneyi müminlerin kalplerine indirdi.”(Fetih, 48/4) Sekîneden maksadın, bir melek olduğu ve müminlerin kalplerine huzur ve emniyeti yerleştirdiği şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Nitekim Hz. Ömer (r.a) hakkında: “Muhakkak ki sekîne, Ömer’in lisanında konuşur” (Rağıb el-İsfehânî, Müfredât, s. 237) buyrulmuştur. Sekîneyi akıl ile izah edenler de vardır. İnsanı kötülüklerden, şehevî arzu ve isteklerden alıkoyan akıl, nimetlerin en büyüklerindendir. Zikirle kalbin huzura ereceğini işaret eden şu ayette buyruluyor ki: “Onların kalpleri, Cenab ı Allah’ın zikriyle mutmain olur.”(Ra‘d, 13/28)


“Allah, rahmetiyle bütün mahlûkatı kuşatmıştır. Kul da rahmete vesile olan yolları aramalıdır. Üç beş kişi bir araya gelince, Mevlâ’yı zikretmelidir. Ebû Said el-Hudrî’den rivayet olunmuştur ki, Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Allah’ı zikreden hiçbir kavim yoktur ki, melekler onları kuşatmış, Allah’ın rahmeti onları bürümüş, üzerlerine ‘sekîne’ inmiş ve Cenâb-ı Allah onları kendi nezdinde olan meleklerine övmemiş olsun.” (Müslim, Zikr/39; Tirmizî, Daavât/7)”

Bu hal Rasulullah’ta (s.a.v) bilhassa vahyin inişi anında çok görülüyordu. Zeyd b. Sabit -ki vahiy kâtiplerinden idi- şöyle buyuruyor: “Ben, Rasûlullah’ın (s.a.v) yanı başında bulunuyordum da O’nu sekîne kaplamıştı.”(İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, II, 385) Görülüyor ki bu, öyle huzur ve rahatlıktır ki Cenab ı Allah, onu istediği kullarının kalbine atar ve onu rahat ettirir. İşte bu hal Rasulullah’ta (s.a.v) Kuran’ın inişi esnasında görülüyordu ki dalma, gaybet ve sükûn halidir. İbn-i Mesûd’dan gelen bir rivayette de: “Sekîne hali ganimettir, onu terk etmek ise borçlanmaktır.”(İbnü’lEsîr, a.g.e., a.y.) Kelimeye, rahmet manası da verilmiştir. Kelimenin bunlardan başka manalara geldiğini söyleyenler de olmuştur. Fakat en önemli olanları bunlardır: “Allah O’dur ki, imanları üstüne iman artırsınlar diye müminlerin kalbine manevî huzuru indirdi.”(Fetih, 48/4) Hudeybiye’de, ağaç altında biat eden müminler hakkında da şöyle buyruluyor: “Böylece kalplerinde olan sadakati bildi de üzerlerine manevî huzuru indirdi.”(Fetih, 48/18) Yine Cenab ı Allah: “Hani o kâfir olanlar, kalplerindeki taassuba (cahiliyet gayretine) sarıldıkları sırada Allah, Rasûlü’nün ve müminlerin üzerine manevî huzuru (sekîneyi) indirmişti.” (Fetih, 48/26) Görülüyor ki sekîne, Allah Rasulü’ne sadece inhisar ettirilmemiş, bunun içine müminler de dâhil edilmiştir. Ama bu nimetten inanmayanlar mahrum edilmiştir. Kur’an okuyan, Allah’ı zikreden müminlerin üzerine sekînenin bir rahmet bulutu halinde in-

mesi de vardır. Bera b. Azib’den (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ashaptan bir kişi, bir gece Kehf Sûresi’ni okumuştu. Evinde de bir atı vardı. Bu sırada at ürkmeye başladı. Bunun üzerine o zat: ‘Ya Rabbi! Sen âfetten emin kıl!’ diye dua etti. Hemen o zatı, duman gibi bir şey yahut bir bulut kapladı. Sonra bu vakayı Nebi’ye (s.a.v) hikâye etti. Rasulullah: ‘Oku ey kişi! Çünkü o bulut gibi görülen şey sekîne idi. Kuran’ı dinlemek için yahut Kuran’ı tebcil (saygı) için inmişti’ buyurdu.”(Tecrîd-i Sarîh, IX, 306) Savaşlarda ve korku anlarında Cenab ı Allah’ın yardımı ile müminlerin üzerine bir huzur, bir rahmet ve bir sekîne çöker. “Sonra Allah, sekînesini onun üzerine indirdi ve onların göremeyeceği askerlerle onu teyit etti.”(Tevbe, 9/40) Cenab ı Allah, rahmetiyle bütün mahlûkatı kuşatmıştır. Kul da rahmete vesile olan yolları aramalıdır. Üç beş kişi bir araya gelince, Mevlâ’yı zikretmelidir. Böyle zikirden gafil olanlar hakkında ise şu hadîs-i şerif, ne kadar ibretle okuyup düşünmemiz gereken bir hadistir! Ebû Hüreyre (r.a), Rasulullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu haber vermiştir: “Bir kavim, bir mecliste otururlar da Cenab ı Allah’ı zikretmeden kalkarlar ise, sanki eşek leşini yemiş gibi kalkmış olurlar ve (o meclis) onlar için kıyâmet gününde hasret ve pişmanlık olur.”(Ebû Dâvûd, V, 180 vd) Yine bu hadise yakın manada, bir başka hadisi daha görüyoruz: “Bir meclise oturup Allah’ı zikretmeyen kişi için bu, aleyhinde bir noksanlık olur.”(İbnü’l-Esîr, V, 139)

www.buhara.org 15


GERÇEK ZAFERLER KILIÇLARIN UCUNDA DEĞİL, ÜSTÜN AHLAK ANLAYIŞININ VE FAZİLETLERİN BURCUNDADIR Vehbi VAKKASOĞLU

D

ost yürekler bulur birbirini… Daha doğrusu buldurulur birbirine layık yürekler. Rabbim iyileri iyilerle karşılaştırır. Dostları dostlarla… Dünyada tesadüf yoktur. Dostluk da tesadüf olmaz… Dostlar da tesadüfen bulmaz birbirlerini… Buldururlar… Dost arayan, dost olmalıdır. İnsan müthiş ve muazzam bir varlıktır. Yaratıkların en mükemmeli ve en üstünüdür. Bu üstünlüğün en önemli özelliği ise, bilmesi ve sevmesidir. İşte bu sebeple bilmeyen ve sevmeyen insan, yaratılış çizgisinden uzaklaşmakta ve üstünlüğünü yitirmektedir. Bilginin ve sevginin en tatlı meyvesi ve neticesi ise, DOST OLMAKTIR. Dost olmak, dost bulmak demektir. Gerçekten var olan sevgi, yürekten taşar ve etrafını kendinden haberdar eder. Çevresinde bilinir sevgi de, güzel gönüllü insanları mıknatıs gibi çeker, toplar, birleştirir. Dost yürekler bulur birbirini… Daha doğrusu buldurulur birbirine layık yürekler. Rabbim iyileri iyilerle karşılaştırır. Dostları dostlarla… Dünyada tesadüf yoktur. Dostluk da tesadüf olmaz… Dostlar da tesadüfen bulmaz birbirlerini… Buldururlar… Dost arayan, dost olmalıdır. Dostluğu, sevgi ve şefkat dolu sohbetlerle yaşatanların sarsılmaz birliği ve beraberliği, toplum yapısını da güçlendirir, sağlamlaştırırdı. Gerçek dostları, ancak ölüm ayırırdı.

Dost öyle derin ve tarifsiz bir güzelliğin temsilcisiydi ki, “Dostun dostu da dost” sayılırdı… Zira dostluğun altyapısını oluşturan muhabbet, şefkat, merhamet, vefa manevi ve ruhani özelliklerdir. Bunlar başkalarına da sirayet eder, yakın duranları da rengine boyardı. Yaratılışımızın gereği olan dostluk, “Çeçen Direnişinden”

16

BUHARA


Rabbimiz’in de emridir. Yüce Yaratıcı bizi, kendisinden korkarak, yaratılış çizgimizi bozmamaya ve dolayısıyla da, SADIK’larla beraber olmaya çağırır. (Tevbe,119)

gibi olurlar… Birinin hayatı, ötekilerle irtibatlanır ve asla yalnız ve tek olmazlar. O dost gönüllüler birbirlerinde fani olmuşlar, erimişler, kaybolmuşlardır.

Efendiler Efendisi de şöyle buyurur: “Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de kâmil mümin olamazsınız.” “Size bir şey söyleyeyim mi? Onu yaptığınız takdirde birbirinizi seversiniz: Aranızda selamı yayınız ve hediyeleşiniz…”

Dost adama, yedi kat yabancı da dosttur. Allah’ın ayali olan halkın her bir ferdini, bir dost adayı olarak görür, dostluk gösterir. Dostluğun gerektirdiği gibi davranır… Dostluğun bedeli nefsaniyetten arınmaktır. Nefsani duyguları bir kenara atmak, kötülükleri emreden nefsin burnunu her daim toprağa sürtmektir. Çünkü dostluk vefa ister, fedakarlık ister, aşk ister, kadir-kıymet bilmek ister, katlanmak, katlanmak, katlanmak ve asla kırılmamak ister… Üstelik, kendi varlığını daima daha aşağı görmek ister, ancak tevazu tabanına oturur. Kibirle, gururla, kendini

Bir Kutsi Hadiste de, birbirlerini Allah için severek dost olanlar şöyle müjdeleniyor: “Ey Habibim, benim için birbirlerini sevenleri müjdele… Benim için birbirlerine ikramda bulunanları müjdele… Senin için birbirine itimat edip de dost olanları müjdele… Onlara benim de muhabbetim tahakkuk etmiştir. Ben de o kullarımdan razıyım…” Dünyaya dostluğu ve sevgiyi en sağlam ölçülerle hediye eden Güzeller Güzeli Efendimiz, kazanılan her arkadaşın Cennet’te bir derece kazandıracağını haber veriyor. Allah için birbirlerini seven dostların ahiret âlemleri öyle nur, huzur ve mutluluk dolu olacak ki, bunu ancak Efendimiz (SAV) anlatabilir. “Kıyamet gününde, Arş-ı Ala’nın etrafına kürsüler konacak. O kürsülere oturanların yüzleri, ayın ondördü gibi parlayacak… Diğer insanlar korku ve endişe içinde çalkalanırken, onlarda korku ve endişe olmayacak… Nebiler ve şehitlerden olmadıkları halde, bütün iman ehli onlara imrenecek… Kürsüleri nur, elbiseleri nur, vücutları nur… Yüzlerinin ışığından ay ve güneş olmadığı halde, mahşer yeri pırıl pırıl olmuş. “Ya Rabbi, bunlar kimlerdir?...” diye soracak mahşer halkı… Onlar öyle kimselerdir ki, ayrı ayrı memleketlerden, uzak şehirlerden Allah için bir araya gelip toplanırlar, sevişirler ve Allah’ı zikre-derler… Onlar ne birbirlerine haset ederler, ne buğzederler, ne kin beslerler. Gönül birliği içinde Hakk’a müstağraktırlar. Allah sevgisinde yok olmuşlardır. İşte onlar, o kürsülerde oturanlar, Allah için birbirlerini sevenlerdir.” Kenetlenmiş tuğlalar gibi, ayrılmaz bir bütün olmuşlar, kaynaşmışlar, kopmazlaşmışlar… Kardeş olmuşlar, dost olmuşlar… Onların biri binden fazladır. Rabbimizin sevgisinden sevgisiyle yarattığı insan, böylece erer insanlığın sırrına… Böyle layık olur insanlığa… Bu sebeple, “Sevmeyende ve sevilme-yende hayır yoktur…” Bu sevgiyle bir kubbeyi meydana getiren taşlar

“Yaratılışımızın gereği olan dostluk, Rabbimiz’in de emridir. Yüce Yaratıcı bizi, kendisinden korkarak, yaratılış çizgimizi bozmamaya ve dolayısıyla da, SADIK’larla beraber olmaya çağırır. (Tevbe,119)”

beğenmişlikle, bencillikle yürümez… Bu sebeple dostluk önce HAKK’A DOSTLUK olarak temellenmelidir. Ancak Allah’ın ahlakı ile ahlaklananlar dost olabilirler, tek’leşip, bir olabi-lirler… Yavuz Sultan Selim, Mısır yolunda, “Orduyu Hümayun” saatlerce Kocaeli’nin bağ ve bahçelerinden geçer. Yavuzun içinde bir endişe: “Acaba asker izinsiz bir tek elma koparmış mıdır?...” Bir müddet sonra ordusunu durdurur. Yeniçeri ağasını yanına çağırarak, bütün askerin heybelerinin aranmasını emir verir. Arattığı şey; tek bir elmadır. Fakat yok. Yarım elma bile çıkmaz heybelerden. Yavuz sevinçlidir: - Eğer bir askerin üstünde halkın bahçesinden koparılmış tek elma çıksaydı, Mısır seferinden vazgeçecektim. Şükür Allah'ıma, der. Tarih gösteriyor ki; gerçek “ZAFER”ler yalnız kılıçların ucunda değil, üstün ahlak anlayışının ve faziletlerin burcundadır.

www.buhara.org 17


RAHMET VE MERHAMET Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ

“Rahmetim gazabımı geçti” (Buhari, Tevhid 55; Müslim, Tevbe 14)

R

ahmet ve merhamet eş anlamlı iki kelime olmakla beraber aynı zamanda farklı anlamlara da gelir. Rahmet ve merhamet kelimelerinin Türkçe karşılığı esirgemek, acımak, bağışlamak ve yarlığamaktır. Bu iki kelime arapça olmakla beraber yine arapça olan rikkat, şefkat, atıfet ve mağfiret kelimeleriyle açıklanır. Bununla beraber rahmet ve merhamet kelimelerinin anlamı, onları açıklamak için çok daha açık ve seçiktir. Bunun sebebi Kur’an ve hadiste sıkça geçen bu kelimelerin bütün Müslüman kavimler tarafından günlük hayatta sıklıkla kullanılması, kullanıla kullanıla yeni ve derin anlamlar kazanması, böylece insânî ve İslâmî duyguları ifade etmeye son derece uygun hale gelmesidir. Bu sebeple bu iki kelimenin Türkçe’de karşılıklarını aramaktan ziyade açıklanmaları ve taşıdıkları zengin ve derin anlamlarının tahlil edilmeleri önem taşır. Rahmet ve merhamet kelimeleri Müslümanların gönüllerine o kadar işlemiş, vicdanlarıyla o kadar kaynaşmış ve ruhlarının derinliklerine o kadar nüfuz etmiştir ki Müslümanlar en temiz, en samimi, en yüce ve aslî duygularını bu kelime-

18

BUHARA

lerle anlatırlar. Bu kelimeler onların hem inanç ve ibadet hayatını, hem de ahlâkî hayatını düzenler, birleştirir. Yüce Allah’ın en çok tekrarlanan ve anılan isimlerinden biri Rahman (rahmet sahibi), diğeri Rahim (merhametli)’dir. Özellikle Rahman ismi Hak Teâlâ’dan başkasına ad veya sıfat olarak verilemez, tıpkı Lafza-ı Celâl (Allah) gibi. Rahman, Cenâb-ı Hakk’ın en özel isimlerinden biridir. Ve çok kapsamlıdır. Rahman olması dolayısıyla Yüce Allah dünyada müslim-münkir, mü’minkâfir, dindar-dinsiz ayrımı yapmadan herkese merhamet eder, ihsanda bulunur, var olması ve varlığını en uygun şartlarda sürdürmesi için gerekli uygun ortamı hazırlar. Rahim ise özellikle ahirete intikal eden mü’minlere merhamet etmesi, onlara ihsanda ve ikramda bulunması, kusur ve günahlarını bağışlaması ibadet ve taatlerindan ötürü onları ödüllendirmesi anlamına gelir. Bunun içindir ki vefat eden bir mü’minden “merhum”, “rahmetli, Allah rahmet eylesin” (Rahimehullah, Rahmetullah’ı aleyh) şeklinde bahsedilir ve bu çok önemli bir


duadır. Her mü’minin en büyük arzusu rahmetle anılmak, öldükten sonra Allah Teâlâ’nın rahmetinde olmaktır. Maddî ve manevî fayda sağlayan, insanın bedenine ve ruhuna haz veren, gönül huzuruna vesile olan ve kişiyi mutlu kılan her şey, her nimet rahmettir. Rahmet insanın her çeşit dertten, üzüntüden, azaptan, işkenceden, sıkıntıdan, zarar ve ziyandan uzak kalarak sağlık ve âfiyet, huzur ve esenlik içinde bulunması halidir. Bu anlamda rahmetin kaynağı ve esas sahibi yüce Allah olduğu için ona Rahman ve Rahim denmiştir. Allah isminden sonra Cenâb-ı Hakk’ın en özel ismi Rahman’dır. Rahman sadece Allah’tır, başka Rahman yoktur. Rahmet ve merhamet Allah’ın en özgün sıfatıdır, hatta onun zâtıdır. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de: “Ayetlerimize ina-nanlar sana geldiklerinde de ki: Selam size! Rabbim nefsine rahmeti yazmıştır. Bilmeden kötülük yapan, sonra da tevbe edip kendini düzeltenler hakkında O af ve merhamet sahibidir.” (En’am, 6/54) buyrulmuştur. Hak Teâlâ’nın zatına rahmet yazması, onu kendine gerekli kılması, ondan gelecek her şeyin rahmet olması, başka bir ifade ile rahmetin ilahî cevher olması anlamına gelir. Allah Teâlâ’nın rahmet ve merhameti çok geniş, çok kapsamlı olup her şeyi kuşatmıştır. Onun için Kur’an’da: “Rabbin geniş rahmet sahibidir.” (En’am, 6/147), “Rabbimizin rahmeti ve ilmi her şeyi kuşatmıştır” (Gâfir, 40/7), “Rahmetim her şeyi kapsamıştır.” (A’raf, 7/156) buyrulmuştur. Varlık âleminde bulunan her şey Allah’tandır ve O’ndan gelmesi dolayısıyle rahmettir. Olaylara ve nesnelere böyle bakan bir mü’min âlemde hep hayır görür, iyimser olur. Peki, âlemde hiç mi şer, azap ve zarar yok mu? Gazali el-Maksadu’lEsna’da bu soruya şöyle cevap verir: “Var elbette, ama rahmetin ve hayrın varlığı aslî ve zâtî, azabın ve şerrin varlığı ârizî ve iğretidir. Mesela hastanın aldığı acı bir ilacın acılığı geçicidir, ama sağladığı fayda, yani hastayı sağlığına kavuşturması kalıcıdır, ilacın faydası çok, zararı azdır. Ayrıca hastalık ve ilaç sayesinde insan sıhhat ve afiyetin kıymetini bilip Allah’a şükreder. Âlemde sâf ve hâlis hayır vardır ama saf ve hâlis şer yoktur. Her ve şer kötülük az veya çok bir hayır içerir. İnsanlar ve diğer canlılarda da merhamet vardır ama Hak Teâlâ “Merhametlilerin en merhametlisidir.” (Erhamu’r-rahimin) (A’raf, 7/151), “Merhamet edenlerin en hayırlısıdır” (Mü’minun, 23/118109) Hz. Peygamber buyurur: “Rahmet ve merhamet yüz parçadır. Allah Teâlâ bunun 99’unu yanında alıkoydu, birini bütün insanlara ve canlılara dağıttı. Eğer bir canlı acıdığı ve esirgediği için ayağını yavrusundan sakındırır ve üzerine basmazsa bunun sebebi o ilahî rahmetten almış olduğu paydır. (Buhari, Edeb, 19;

Müslim, Tevbe, 17) Allah halkı yaratınca şöyle yazdı: “Rahmetim gazabımı geçti” (Buhari, Tevhid 55; Müslim, Tevbe 14) Bütün canlılarda; özellikle insanlarda merhamet hissi doğuştan ve yaratılıştan vardır. Özellikle aynı soydan gelenler, aynı annenin rahminde yatanlar birbirine karşı daha merhametlidirler. Akrabalığın ve hısımlığın anlamı da budur. Cenâb-ı Hak rahmi (dölyatağını) yarattığı zaman ona şöyle hitap etti: “Ben Rahman’ım, sen de rahimsin, ismini ismimden türettim, adın adımın türevidir. Seninle ilişki kuran (sıla-ı rahm eden) ile ilişki kurar, seninle olan ilişkisini koparandan (kat-ı rahim) ilişkimi koparırım.” (Buhari, Edeb 13; Müslim Birr 16) Bu hadisler insanlardaki merhametin kaynağının ilâhî merhamet olduğunu, ilâhî merhametle beşerî merhamet arasında çok sıkı bağlar bulunduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yüce Allah’a yakın olanlar yakınlıkları oranlarında merhametli olurlar. O’ndan uzak olanlar ise merhametsiz olurlar. Şöyle de söylenebilir: Merhametli ve şefkatli insanlar ne kadar merhametli ve şefkatli iseler o kadar Allah’a yakındırlar. Merhametsizler, katı kalpliler kalpleri kara ve kasvetli olanlar, taş yürekliler ise acımasız oldukları nispette Hak Teâlâ’dan uzak kalırlar. Kur’an ve hadisler insanları merhametli, şefkatli, cana yakın, hoşgörülü, himayekâr, esirgeyici olmaya davet eder. Merhametsizliği ve özünde merhametsizliğin bulunduğu zulmü, gaddarlığı, işkenceyi ve haksızlığı şiddetle yerer. Merhametsizlik pek çok kötülüğün kaynağı ve sebebidir. Peygamberimiz son derece merhametli idi. Gönlü şefkat duygularıyla dolu idi. Kalbi rakik (yufka) idi. Bu yüzden zaman zaman gözleri buğulanır, şakaklarından aşağı gözyaşları akardı. Özellikle ümmeti hakkında çok merhametli idi. Yüce Allah O’nu böyle bir tabiatta yaratmıştı. Ondan bahsederken şöyle buyurur: “O mü’minler hakkında pek şefkatli ve çok merhametlidir.” Tevbe 9/128) Peyamber’in çevresindekiler hakkında yumuşak olması Allah’ın rahmetinin eseridir. Eğer katı kalpli ve kaba biri olsaydı çevresindekiler dağılıp giderlerdi. (bk. Âl-i İmran 3/159) Muhammed (a.s) bizzat rahmetin kendisi idi. Yüce Mevlâ O’nu âlemlere rahmet olarak göndermişti. Rahmeten lilâlemîn. (Enbiya 21/84) Hz. Peygamber buyurur: “Ben rahmet peygamberiyim.” (Müslim, Fazail, 126; Tirmizi, Daavat 118) “Ben rahmet olarak gönderildim. (Buhari, Rekaik 21; Müslim, Fazail 17) Hz. Peygamber buyurur: “Ümmetim karşısında benim durumum, ateşe düşüp yanmasınlar diye elinde yelpaze ile canlıları ateşten uzaklaştıran kişinin ha-

www.buhara.org 19


line benzer, eteklerinden tutup ümmetimi ateşten uzaklaştırıyorum. (Buhari, Rekâik 26; Müslim Fazali 17) Bu ümmet Allah’ın ve Resulü’nün himayesinde ve esirgemesi altında olduğu için bir hadiste: “Benim bu ümmetim ümmet-i merhumedir” buyrulmuştur.(Ebu Davud, Fiten 7) Bütün peygamberlerin ümmetlerinden önce kendilerini düşünüp “Nefsî! Nefsi!” diyecekleri mahşer günü merhamet duygularıyla dolu olan Resulüllah kendinden önce ümmetini düşünüp “Ümmetî! Ümmetî!” diyecek. Rahmet ve merhametin kaynağı olan Rab

ler. Ortada bir ateşin alev alev yandığını, çevresinde de çocukların oynadığını görürler, kadın sorar: — “Ey Allah Resulü! Allah mı kulları hakkında daha çok merhametlidir yoksa ben mi şu evlatlarım hakkında daha fazla merhametliyim!” —“Allah daha çok merhametlidir.” —“Peki, ben hiç şu çocuğumu şu ateşe atmak ister miyim?” Hayır. —“Peki, onca rahmetine rağmen Allah kullarını ateşe nasıl atar?”

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhari, Tevhid 2; Müslim, Fazail 66)

“Yerdekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizi, Birr, 116)

“Rahmet ediniz ki, rahmet olunasınız.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 165)

Teâlâ’nın kelamı olan Kur’an da en önemli bir rahmettir. Rabbimiz bundan bahsederken: “Rabbinizden rahmet ve hidayet geldi” (En’am 6/157) der. Abdurrezzak Kâşânî şöyle bir olay anlatır: Hz. Peygamber bir gün sahabe ile Medine’nin bir sokağından geçerken bir kadın onları evine davet eder. Hz. Peygamber ve yanındakiler içeri girer-

20

BUHARA

Râvi diyor ki: Bu soru üzerine Hz. Peygamber ağladı ve: “Bana öyle vahyolundu” buyurdu. (İstılahatu’s-sufiyye 62) Tasavvufta buna meskûtün anhâ hikmet denir. Burada susmak gerekir. Beşerî rahmet ve merhametin kaynağı Allah’ın rahmeti ve merhametidir, demiştik. Hak Teâlâ: “O size, sevgi ve rahmet verdi” (Rum, 30/21) buyurur.


Hz. Peygamber’in bu konudaki hadisleri: — “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhari, Tevhid 2; Müslim, Fazail 66) — “Yerdekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizi, Birr, 116) — “Rahmet ediniz ki rahmet olunasınız.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 165) Allah Teâlâ bana rahmetini göndersin, merhamet etsin diyen bir kimsenin önce başkalarına merhamet etmesi ve bütün canlılara acıması gerekir. Mü’minler ve Müslümanlar dualarında daima Yüce Allah’tan rahmet ve merhamet isterler, bu niteliğin kendilerinde de olmasını dilerler ve: “Rabbimiz bize katından bir rahmet, bir merhamet ver, lutf eyle” (Kehf, 108/10) derler. Besmele ve Fatiha suresini okurken de ilahi merhamete mazhar olmayı dilerler. Bazen da “Bize merhametsizi musallat etme” (Tirmizi, Daavât, 79) diye dua ederler. Müslümanlar birbirlerine karşı merhametli olmak zorundadırlar. (Fetih, 48/14) Birbirine merhametli olmayı tavsiye ederler. (Beled, 100/17) İnsânî duyguların en soylusu, en yücesi, en değerlisi merhamet ve şefkat olduğu gibi en kötüsü de merhametsizlik ve acımasızlıktır. Cennet İlâhî rahmetin en fazla tecellî ettiği bir yerdir, hatta bizatihi rahmettir. Buraya ibadet ve taatle ama daha çok Allah’ın rahmet ve merhameti ile girilir. (Buhari, Rikak 18; Müslim, Tevbe 71) Rahmet ve merhamet Allah’a ait olduğundan onu dilediğine verir. (Feth, 48/25) Dua ve niyaz ile ondan rahmet istenir. Mânevî kurtuluşa da ilâhî rahmet sayesinde erilir. (Yunus, 11/58) ve: —“Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez.” (Hicr, 15/56; Zümer, 39/53) —“Şüphe yok ki Allah’ın rahmeti iyilere yakındır.” (A’raf, 6/56) Tasavvuf saygı ve şefkat üzerine kurulmuştur Tasavvuf iki temel üzerine kurulmuştur: “Allah’ın buyruklarına saygı, yaratıklarına şefkat!” Sufiler Rahman ve Rahim isimlerini, başına “Abd” (kul) kelimesini getirerek Abdurrahman ve Abdurrahim şeklinde söylerler. Abdurrahman (Rahman’ın kulu) olma makamında bulunan bir kişi Allah’ın Rahman ismine mazhar olmuştur. Bu kişi bütün âlem hakkında merhamet sahibi olup kabiliyet ve istidad itibariyle onun merhameti her şeyi kapsar. Abdurrahim makamındaki kişi ise özellikle takva sahibi Sâlih ve Allah’ın rızasını kazanan kimselere merhamet eder, Alah’ın gazap ettiği kimselerden de intikam alır. İbn Arabi’ye göre Rahman tüm varlıklarda mevcut olan maddî ve mânevî kemal (erginlik) hallerinin, Rahim ise mü’minlere özgü marifet ve tevhid gibi mânevi kemâlâtın kaynağıdır.

İbn Arabi’ye göre rahmetin türleri: Lutûf olduğu söylenen rahmet (rahmet-i imtinâniyye), insanların her hangi bir iş yapmalarından önce Allah’ın onlara nimetler ihsan etmesini gerektiren rahmet. Her şeyi kapsayan rahmet budur. Varlık rahmeti: Takva sahibi erdemli insanlara va’d olunan rahmet. “Allah’ın rahmeti ihsan sahibi erdemli kişilere yakındır” (A’raf, 7/56), “O rahmeti takva sahiplerine yazdık” (A’raf, 5/456) ayetlerinde vucudî rahmet bahis konusu edilmiştir. Aslında bu da birinci tür rahmetin kapsamına girer. Ebu Said Harraz müridin niteliklerini şöyle sıralar: Mürid iradesinde samimidir. Üzerinde gâlib olan his rikkat, şefkat, lütufkârlık, fedakârlıktır. Kimden gelirse gelsin bütün sıkıntılara katlanır. Öyle ki Allah’ın kulları için yer olur, üzerine basarak yürürler. Yaşlılar için hayırlı bir evlat, küçükler için şefkatli bir babadır. Bütün halka karşı tavrı budur. Hakk’ı rahatsız eden şey onu da rahatsız eder, onlara gelen musibetler onu da üzer, ezalarına ise sabreder. (Serrac, Luma s. 276) Ünlü sufi Bayezid Bistami halka olan merhametini şöyle dile getirirdi: “Allah’ım beni cehenneme at ve vücudumu o kadar büyüt ki orada başka birine yer kalmasın!“ Bayezid Hemedân’dan hardal tohumu satın almıştı. Bistam’a gelince tohumdan bir karınca çıktı. Karıncayı aldı. Hemedan’a götürdü aldığı yere bıraktı. İşte sufilikte evrensel ve insana merhamet ve şefkat. Bu menkıbeyi anlatan Attar ilave eder: Allah’ın emrine saygı, yaratıklarına şefkat budur. (Tezkiretu’l-evliya, s. 165) İbn Arabi evrensel şefkati anlatırken: Allah’ın kullarına şefkat esasını gözetmek Allah için gayretten önce gelir, diyor (Fususu’l-hikem, 165; Fass-ı Yunus) Allah Teâlâ’nın rahmeti ve merhameti hiç azalmayan ve durmadan akan bir su gibi sürekli olarak güldür güldür akar. Bunu görmek de şırıltısını işitmek de insana mânevî bir haz verir. Fakat ilâhî rahmet ırmakları bazı mübarek mekânlarda ve zamanlarda daha gür akar, adeta bir deniz gibi coşar. Bunlar Ka’be, Mescid-i Nebî, Beytu’lkudus, camiler gibi yerler. Mübaret gün ve gecelerdir. Özellikle üç aylarda, bilhassa Ramazan’da en fazla da Kadir Gecesi’nde ilâhî rahmet coşar, taşar, tüm insanlığa feyz ve bereket saçar. Rahmet deryasında yıkanmak ve arınmaktan daha büyük mutluluk tasavvur edilemez.

www.buhara.org 21


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TASAVVUFÎ TERBİYEDE

MÜRŞİDE DUYULAN İHTİYAÇ

“Mürşidler Allah’ın nazlı kullarıdır.”

“Tecrübî sanatlar ve uygulama ile öğrenilen meslek ve ilimler bir müddet erbabının yanında durmadan öğrenilemez. Tasavvufta da bir insan, kâmil bir şeyhin yanında ve gözetiminde bulunmadan onun meclisindeki ruhanî havayı soluklayıp davranışlarını özümsemeden manevi dünyasını imar edemez ve kemale eremez.” Doç. Dr. Abdurrezzak TEK

G

erek dünyevî gerekse dinî alanlarda Allah’ın istediği şekilde doğru ve güvenilir bir istikamet üzere bulunabilmek için mutlaka o alan hakkında özellikle tecrübî bilgisi bulunan ve yol gösteren birinin olması şarttır. Bu çerçevede düşünüldüğünde peygamberlerin dahi hakikate dair kimi bilgileri bu yolla aldıkları görülmektedir. Mesela Hz. Musa’nın “doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı?” (Kehf, 18/66) diyerek Hızır’ın (a.s) bağlanması böyledir. Hatta Hz. Musa’nın peygamberlik mertebesinde kemâle ermesi ve ulu’l-azam derecesine ulaşmasında, on sene Şuayb’ın (a.s) hizmetinde bulunmasının neden olduğu belirtilmiştir. Hak’la konuşma şerefini ancak bu şekilde kazanmış ve ancak bundan sonra “kelîmullah” olma bahtiyarlığına ermiştir.

22

BUHARA

İrşad ve terbiye pratik bir uygulamadır. Güneşin altında meyveler nasıl farkına varmadan güneşten aldıkları gıda ile olgunlaşırlarsa aynı şekilde insanlar da çevresinde ve halkasında bulundukları mürşidlerin manevi ikliminde pişerler. İnsan, sıradan dünya işlerinde bile çoğu zaman o işin inceliklerini bilen kişilere başvurmak, onların bilgi, beceri ve tecrübelerinden yararlanmak ister. Tecrübesi olmayan kişilerin sadece okumuşlukları ve diploma sahibi olmaları insanları tatmin etmez. Çünkü bir konuda bilgi sahibi olmak ve bir takım düşünceler üretmek başka bir şey, o bilgiyi uygulamak başka bir şeydir. Mesela bahçe-sinde ağaç, sebze ve meyve yetiştirmek isteyen bir insanın o konuda yazılmış eserleri okuyup öğrenmesiyle sonuç almaşı başkadır, bu işi yapan tecrübeli bir bahçıvana başvurması ise daha başkadır.


Dolayısıyla tecrübî sanatlar ve uygulama ile öğrenilen meslek ve ilimler bir müddet erbabının yanında durmadan öğrenilemez. Tasavvufta da bir insan, kâmil bir şeyhin yanında ve gözetiminde bulunmadan onun meclisindeki ruhanî havayı soluklayıp davranışlarını özümsemeden manevi dünyasını imar edemez ve kemale eremez. Bu anlamda sûfîlerin üzerinde ittifak ettikleri husus, velâyet ve tasarruf sahibi kâmil bir şeyh olmaksızın tasavvufî terbiyeyi tamamlamanın ve hakka’l-yakîn derecesine ulaşmanın mümkün olmadığıdır. Nitekim 13. Yüzyılda Anadolu’da yaşayan mutasavvıflardan Necmüddin-i Dâye Farsça kaleme aldığı Mirsâdü’l-İbâd isimli eserinde tasavvufî terbiyede mürşide duyulan ihtiyacı sıralamıştır ki, onun bu tespitleri günümüzde de hâlâ geçerliliğini korumaktadır: 1.Zâhiri manada her hangi bir yolculukta bir rehber ve kılavuza ihtiyaç duyulur. Örneğin Kâbe’ye gitmek isteyen birisi yanında daha önce bu yolu yürümüş, yolun inişlerini, çıkışlarını, duraklarını ve tehlikelerini bilen bir rehber olmadan gidemez. Bu gün bile hava yoluyla hicaz bölgesine kısa sürede gidenlerin yanında bir rehber bulunmakta ve her hâlükarda bir kılavuza ihtiyaç duyulmaktadır. Hakikat yolunda da durum böyledir. Yolculuğa yeni başlayan dervişlerin manevî yolculuklarını tehlikelere düşmeden sürdürebilecekleri bakışları, böylesine uçsuz bucaksız bir yolu yürüyebilecek güçleri olmadığından mutlaka mürşide ve rehbere ihtiyaçları vardır. 2.Zâhiri yolculukların hırsızları ve eşkıyaları çok olduğundan yolu korumasız ve emniyetsiz yürümek mümkün değildir. Hakikat yolu da dünyevî arzu, süs ve güzelliklerle kesilmiştir. Nefis, hevâ, kötülükler ve sahte şeyhler hakikat yolunun haramileridir. Özellikle mutasavvıflar sahte şeyhlere dikkat çekerek onları kuttâu’t-tarik yani yol kesici eşkıya olarak tanımlamışlardır. Nasıl eşkıya yol kestiğinde yolculunun malına, mülküne, çoluk çocuğuna ve hatta canına kast ediyorsa, sahte şeyhler de tıpkı eşkıyalar gibi bağlılarının parasını, evini, arabasını, çocuklarını, karısını hatta canını bile almaktadır. 3. Hakikat yolunda şüphe ve kaymalara sebep olacak pek çok tehlike ve uçurum vardır. Sâliklere bu uçurumların ne olduğunu gösterecek ve onları tehlikelerden kurtaracak olan kâmil mürşittir. Aksi halde bidate sürüklenmeleri ve doğru yoldan ayrılmaları kaçınılmazdır. Nitekim filozoflar hakikate giden yolda tek başlarına yürümeye çalıştıkları için pek çok şüpheye kapılarak

inançlarını kaybetmiş, imansızlık vadilerine yuvarlanarak helâk olmuşlardır. Velâyet sahibi kâmil bir şeyhin himayesinde yola çıkanlar ise şüphe duydukları her şeyi danışmışlar ve bu sayede ayakları kaymadan güvenli bir şekilde yol alabilmişlerdir. 4. Dervişlerin yolunda yürüyenlerin çeşitli imtihan ve belalara maruz kalmaları mümkündür. Bu tür bela, imtihan ve fitneler onların duraklamalarına ve yolda kalmalarına sebep olur. 5. Tasarruf sahibi mürşid ise dervişlerin tasavvufî terbiyelerindeki istek, şevk, irade ve samimiyetlerini canlandırmasını bilir; kabz hâllerini, üzüntü ve durgunluklarını, latif söz ve işaretlerle giderir ve böylece yolda kalmalarına engel olur. 6. Tasavvuf yolunda yürüyen sâlikler bir takım âfet ve hastalıklara yakalanır. Onları bunlardan kurtaracak olan mürşid-i kâmildir. Söz konusu hastalıklar arasında özellikle yaptığı hizmeti büyük görmek, kendini diğer dervişlerden üstün kabul etmek, gördüğü rüyalardan hareket ederek kemale erdiğini zannetmek, ulaştığı manevi mertebenin son mertebe olduğunu düşünmek, kendisine verilen görevi, vekilliği veya halifeliği ayırıcı bir vasıf ve üstünlük kabul etmek gibi hastalıklar son derece tehlikelidir. Bu durum onların sadece Hak’tan perdelenmelerine, manevî makamlardan birine takılıp kalmalarına sebep olmayıp inançlarını yitirmelerine bile neden olabilir. Nitekim nice sâdık ve samimi dervişler bu hastalıklara yakalanmış ama kâmil bir mürşitleri olmadığı için imanlarını yitirmekten kurtulamamışlardır. 7. Sâlik bu yolda bazı ruhanî makamlara ulaşarak toprak ve çamurdan oluşan beden elbisesinin etkisinden kurtulur. Bu durumda ona Hakk’ın isim ve sıfatlarının eserlerinden ortaya çıkan bir nur ulaşır. Bu nurlar sâlikte tecelli edince beşeriyetinden kaynaklanan özellikler kaybolur. Kalp ayna gibi temizlenip saflaştığı için ruhun tecellisini kabul etmeye hazırdır. Böyle bir makamda bulunan sâlik gurura kapılarak kemale ulaştığını ve gerçek maksadını elde ettiğini zanneder. Hâlbuki bu onun için bir tuzaktır. Zira dervişlikteki yegâne maksat Allah’ın rızasına ulaşmak ve O’nun boyasıyla boyanarak halifetullah olmaya hak kazanmaktır. Bunun gibi tuzakları velayet sahibi bir şeyh tasarrufuyla ortadan kaldırıp sâlikin elinden tutmazsa, sâlikin hulûl ve ittihada düşme tehlikesi vardır. Yani bu durumdaki sâlik Hakk’ın kendisiyle birleştiğini düşünür ki bu da imanını kaybetmesine neden olur.

www.buhara.org 23


8. Seyr ü sülûk yolunda sâlikin gönlüne gayb âleminden bir takım görüntüler ulaşır ve kalbine bazı manalar doğar. Bunların her birinde müridin eksikliğini, fazlalığını, yürümesi veya duraklaması gereken yerleri gösteren bir işaret vardır. Yolun başında bulunan derviş, bunların hiçbiri hakkında bilgi sahibi değildir ve bu işaretleri tanıyamaz. Çünkü bu işaretler gayb âlemine aittir ve gayb âleminin dilini bilmeyenler tarafından yorumlanamazlar. Dolayısıyla müridin gayb ilmini bilen bir şeyhe ihtiyacı vardır ki, kalbine gelen manaları izah edip kendisine yol gösterebilsin. Aksi halde terakki edemez. 9. Dervişlik yolunda her mürid kendi istidadı ve gücü nispetinde yol alır. Bazen olur ki, bir makamı

da yine de tam olarak burada kalamazlar” sözleriyle konuya dikkati çeker. 10. Müridin bu yolda yürüyebilmesi için zikre ihtiyacı vardır. Her yolculuğun azığı olduğu gibi dervişlik yolunun azığı da zikirdir. Ancak mürid kâmil bir şeyhin telkini olmaksızın kendi kendine zikir belirleyip yapması ona yeterince bir fayda sağlamaz. 11. Müridi velâyet mertebesine ulaştıracak olan kâmil mürşiddir, onun aracı olmasıdır. Bu durum tıpkı devlet başkanına yakın olmak isteyen veya idari bir makam elde etmek isteyenin devlet başkanına yakın kimseleri aracı kılmasına benzer. Aracı olan kişinin kıymeti sebebiyle devlet

“İrşad ve terbiye pratik bir uygulamadır. Güneşin altında meyveler nasıl farkına varmadan güneşten aldıkları gıda ile olgunlaşırlarsa aynı şekilde insanlar da çevresinde ve halkasında bulundukları mürşidlerin manevi ikliminde pişerler.”

tamamlamak için yıllarını harcar da yine de yol alamaz. Zaten mübtedî dervişlerin yürüyüşleri karıncaların yürüyüşleri gibidir. Öte yandan bu yolda öyle makamlar vardır ki, bunlardan ancak kanatlanıp uçarak geçilebilir. Yolun başında olan mürid ise bırakın uçmayı, henüz yumurtadan dahi çıkamamıştır. Onu yumurtasından çıkarıp kuş olma özelliğini kazandıracak ve uçmayı öğretecek olan mürşididir. Henüz uçmayı yeni öğrenmiş olan bu derviş şeyhinin himmet ve velayet kanatları altında tüm ömrü boyunca geçemeyeceği makam ve mesafeleri kat eder. Nitekim Kübrevî şeyhlerinden Mecdüddin Bağdadî “Bizim öyle müridlerimiz var ki onlara iki yılda yaptırdığımız seyrü sülûkla hakikatin nihayetine ulaştırdık. Hâlbuki nice kimseler bu mertebelere ancak kırk beş yıl yaptıkları mücahede sonucunda ulaşırlar

24

BUHARA

başkanı tanımadığı hâlde onun sözüne bakarak istenen mertebeyi bu kimseye verir. Mürşidlerin Allah katındaki durumları da böyledir. Cenâb-ı Hak onların aracı olması sebebiyle müridi velâyet mertebesine kabul eder. Zira mürşidler Allah’ın nazlı kullarıdır. “Üstü başı toza ve toprağa bulanmış nice abalı kullar vardır ki kimse onlara önem vermez ama onlar Allah’a yemin ederek; ‘Rabbim şu iş şöyle olsun’ dese, Allah onların yeminini doğru çıkarır” (Tirmizi, Sünen, V, 692) hadisi bu hususu ifade etmektedir. Görüldüğü üzere geçmişti olduğu üzere günümüzde de tasavvufî terbiyenin birinci şartı bir mürşide bağlanmaktır. Mürşidin gerekliliği tartışmasız bir gerçektir. Ancak burada esas olan bu mürşidin ne kadar ehil olduğudur.


SİLSİLE İ ÂLİYEDEN BUHARA SULTANLARINDAN

HÂCE ALÂEDDİN ATTAR (K.s)

Hace Alaeddin Attar’ın (K.s) Kabr i şerifleri

“Tasavvuf erbabının kalplerine eziyet verecek bir iş yapmaktan sakın. Onlarla düşüp kalkarken, aralarına katılırken uyulması gerekli edebi unutma. Onların sohbetine katılmadan edeplerini öğren. Çünkü “edebi olmayanın tarikatı da olmaz.” Tarikattan, tasavvuftan istifadenin yolu sohbetten geçer, sohbet de edeple olur. Sakın kendini edepli görmeye kalkışma. “ Hace Alaeddin Attar (K.s)

Esin BEYHAN

B

uhara da yetişen en büyük âlimlerden olan Alâeddin Attar hazretlerinin lakabı Alâeddin’ dir. İnsanlara doğru yolu gösteren, hakikate kavuşturan ve Allah’a ulaştıran, alimleri ifade eden

Silsile-i Âliye’ de ki büyük velilerin on altıncısıdır. Esas adı Muhammed Bin Muhammed Buhara olup doğum yılı belli değildir. Vefatı 1400 (H.802) senesinde olup Kabr-i Şerifi Buhara’nın Cağanyân kasabasındadır.

www.buhara.org 25


Buharalı zengin bir ailenin üç oğlunun en küçüğü olan Alâeddin, ilim öğrenmeye çok meraklı idi. Medrese eğitimine devam ederken babasının vefatı üzerine üç kardeşe çok miktarda miras kalmasına rağmen, Alâeddin bu mirastan hiç pay almadı. İlme ve fakra düşkün olan mizacı gereği Buhara medresesine bir süre devam etti. Medresedeki tahsili sırasında sık sık rüyalarına Muhammed Bahâuddin Nakşıbend hazretleri teşrif etmeye başladı. Rüyalarında batıni ilimleri Şah-ı Nakşibend hazretlerinden öğrenmeye başlayan Hazret içinde karşı konulmaz fırtınalar yaşamaya başladı. Çevresi tarafından çok sevilen olgun ve vakarlı hali onda büyük bir istidadı işaret etmekteydi. Manevi âlemde yetiştirilen Alâeddin hazretleri, Allah’ ın takdiri ile kısa bir süre sonra Şah-ı Nakşibend hazretlerinin huzuruna çıkarak ilahi aşkını ve muhabbetini arz etti. Bahâuddin-i Buhari hazretleri ona nazar ederek şöyle bulundu; -“Evladım, bizim kapımız yokluk kapısıdır, bu yolda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır, dünyayı ve nefsini terk etmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?” Alâeddin ise cevaben, - “Yaparım efendim” dedi. Talebeliğe kabul edilen Alâeddîn-i Attar hazretleri, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Her anını değerlendiren ve hocasının verdiği dersleri ve vazifeleri en kısa zamanda yapmak gayreti içinde olan Hazretin, dünyaya meyletme korkusuyla, yatağı ve yorganı bile olmadı. Aileden gelen zenginlik gururunu kırmak için Şah-ı Nakşibend hazretleri ona elma satmasını emretti. Önce kenar mahallelerde, tanınmayacağı yerlerde sattı. Sonra Bahâuddin hazretleri Alâeddin’e ağabeylerinin dükkânlarının önünde elma satmasını söyledi. Emre itaat eden Alâeddin hazretleri hocasının söylediği gibi elma tezgâhını ağabeylerinin dükkânı önüne kurdu. Bu durumu nefsani onurlarına ve zenginliklerine yediremeyen abileri “bizi el âleme rezil etme, para lazım ise para verelim, hakkından fazlasını verelim, ne kadar istersen yeter ki bu işi bırak” dediler. Abilerini dinlemeden elma satmaya devam eden Alâeddin Attar hazretleri abilerinin elma tezgâhını dağıtmalarına ve Alâeddin hazretlerine dayak atmalarına rağmen hiçbir şeye aldırış etmeksizin verilen görevi yerine getirmeye devam etti. Onun nefsini kırdığını gören Bahâuddin hazretleri; “oğlum Alâeddin, artık elma satma işin tamamlandı. Kardeşlerinin nefsinin kabardığını senin nefsinin ise ezildiğini gördüm. Bundan böyle sohbetlere de katıl, ilmini, fazlını tamamla” diyerek onu

26

BUHARA

dergâhına kabul etti. Dergâha kabulünden sonra Alâeddin’in kalbine şeyhine karşı büyük bir muhabbet ve sevgi dolar. Bunun üzerine bir gün Bahâuddin hazretleri Alâeddin’e “sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” diye sorar. Alâeddin cevaben; “ikram sahibi zatınız, aciz hizmetçisine iltifat etmelisiniz. Hizmetçiniz ise sizi sevmelidir” dedi. Nakşbed hazretleri ise “bir müddet bekle işi anlarsın” buyurdular. Bir süre bekleyen Alâeddin’in kalbinde Bahâuddin hazretlerine karşı sevgi ve muhabbetten eser kalmaz. Durumu anlayan Alâuddin’e hocası “gördün mü, sevgi benden midir yoksa senden mi?” buyurur. “Eğer maşuktan olmazsa muhabbet âşıka, Âşığın uğraşması kavuşturamaz maşuka asla. “ Hocası Nakşibend hazretleri ondaki kemalâtı, olgunluğu ve Allah katındaki yüksek derecesini bildiğinden henüz buluğ çağına girmiş olan kızını ona nikâhladı. Dünyalık hiçbir şeyi olmayan Alâeddîn hazretleri için bir ev yapmaya karar veren arkadaşları o sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Arkadaşlarının gölgede dinlenmesine karşın, Alâeddîn-i Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi. Ancak arkadaşları güneşin Alâeddîn hazretlerine gölge yaptığını hayretle izlerlerdi. Alâeddîn-i Attar hazretleri o hâlde iken bile tefekkürü bırakmaz Cehennemin sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Nehre atladı Behâeddîn-i Buhari hazretleri, bürgün talebeleri ile kır gezintisine çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu. Behâeddîn-i Buhari hazretleri; “Alâeddîn atla!” buyurdu. Alâeddîn-i Attar hazretleri, kendini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular Alâeddîn’i derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak hocalarına da bu işin esrarını soramıyorlardı. Behâeddîn-i Buhari hazretleri, talebeleriyle yoluna devam ederek kırlarda bir müddet gezdi. Akşamüzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine; “Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?” diye sordu. Talebeler de; “Bir kişi eksiğimiz var. O da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı.” dediler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak; “Alâeddîn gel!” buyurdu. Alâeddîn-i Attar nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı. Behâeddîn-i Buhari, talebelerine buyurdu ki:


“Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâeddîn’in kökü sağlam olduğundan söküp götüremedi.” Hazretin sözlerinden

Alâeddin hazretleri buyuruyorlar ki; “Nefsi terbiye etmekten maksat, bedenî bağlılıklardan geçip, ruhlar ve hakikatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terk etmelidir. Bunun çaresi şöyledir: “Kendisini dünyaya bağlayan şeylerin hangisinden istediği an vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangisini terk edemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; “Bu elbise falan kimsenindir.” diyerek, onu emanet gibi giyerlerdi.” Yine Alâeddîn-i Attar hazretleri buyurmuşlar ki; “Şuna inanmalı ki: Hakiki gayeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızası ile erilebilir. Bu sebeple, mürşidin rızasını, sevgisini talep etmek, müride talebeye düşen başlıca görevdir.”

hazretleri şu sözleri çok ilgi çekicidir: “Tasavvuf erbabının kalplerine eziyet verecek bir iş yapmaktan sakın. Onlarla düşüp kalkarken, aralarına katılırken uyulması gerekli edebi unutma. Onların sohbetine katılmadan edeplerini öğren. Çünkü “edebi olmayanın tarikatı da olmaz.” Tarikattan, tasavvuftan istifadenin yolu sohbetten geçer, sohbet de edeple olur. Sakın kendini edepli görmeye kalkışma. “ Talebelerinin terbiye olmaları ve kemal derecelerinin artması için çok gayret sarf eden Alaeddin Attar hazretleri, onların sürekli tevbe i istiğfar ile meşgul olmalarını isterdi. Kendileri bu hususta ;“Tevbenin sağlam oluşunun alameti, ibadete kulluğa meyil duymaktır. Masiyet ve günahtan kaçmaktır. Yüce Rabbimiz, nefse iyiliklerini de kötülüklerini de ilham eder. Eğer tevbe sağlam ve makbul olursa insanın gönlüne güzel ilhamlar gelir. Kul gönlünde güzel ilhamlar ve taate meyiller bulursa, haline şükrederek bu ilham ve meyillerin gereğini yerine getirmelidir. Eğer gönlünde kötü ilhamlara yer bulur ve o tarafa meyil hissederse hemen Allah’a sığınıp tevbesini yenilemeli ve ağlayıp gözyaşı dökmelidir.” buyurmuşlardır.

Şah-ı Nakşibend hazretleri sağlığında “Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti” şeklinde buyurarak bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâeddîn-i Attar’a bırakmıştır. Alâeddîn-i Attar hazretlerinin bereketli sohbetleri, ilmi ve güzel terbiyesi ile çok talebesini kemâl derecelerine çıkarmıştır. Hazret, evliyalık makamlarında ve marifette, Allah Teâlâ’nın zatına ve sıfatları ile ilgili hususlarda o kadar yükseldi ki; “Alâiyye” ismi ile Silsiletü’zZeheb’e (en büyük âlimler ve Velîler silsilesine) yeni bir şekil verdi. Bu yolun büyükleri; “Tasavvuf yollarının en yakını “Alâiyye yoludur. Bu yolun esasının Şâh-ı Nakşibend hazretlerinden, elde edilmesi ise Alâeddîn-i Attar hazretlerindendir.” buyurmuşlardır. Şah-ı Nakşibend hazretleri “yolumuz sohbet yoludur” şeklinde buyurduğundan Alaeddin Attar

www.buhara.org 27


İYİLİĞİ

ALLAH İÇİN YAP!

Ş. M. Nazım KIBRISİ, HAKKANİ (K.s)

“İyiliği yap denize at, balık bilmezse Halık bilir.” “Ateş ile aranıza mesafe koyunuz, kendinizi ateşten saklayınız!” “Yarım hurmayla da olsa, kendinizi ateşten sakınınız!”

B

(Resulullah (s.a.v.))

ir zamanlar Hicaz memleketinde şimdiki gibi bolluk yoktu, kıtlık seneleri başlamıştı. Bir günde hurma bulamayan dahi olurdu. Bir hurma bulup, o hurmanın yarısını yerken bir kimse gelse, sadaka istese, o yarım hurmayı da ona vermek zorunluluğunu hissederdi o zamanın insanı ve “Ya Rabbi! Bu sadakanın hürmetine ce-

28

BUHARA

hennemden beni azad eyle!” diye Cenab-ı Hakk’a yalvarırlardı. (O yarım hurma cehennemle araya mesafe koyar, ateşten uzaklaştırır.) Aslında her iyilikte insanı cennete yaklaştırır, cehennemden uzaklaştırır. İslamda sadaka, aldığı sevaba göre 5’e ayrılır: •Haram paradan verilen sadaka: Sevabı birebir-


dir. •Kapıya gelene, yolda dilenene sadaka: Sevabı bire ondur. •Muhtaç komşuya verilen sadaka: Bire yetmiştir. •Muhtaç akrabaya verilen sadaka: Sevabı bire yedi yüzdür. •Allah (C.C.) yolunda verilen sadaka: Sevabı hesapsızdır. İyilik küçük olsun, büyük olsun, aynı kategoride hesap olunur. İyiliği Allah (C.C.) için yap! İnsanlara iyilik yap ama insanların hatırı için değil, Allah için yap! İnsanlar acayiptir, bir iyilik yaparlar, sonra o iyilik yaptığı kimseden bir acı söz işitse, bir aksi hareket görse, darılırsa ve kendi kendine “Ben ona iyilik yaptım, o da bana böyle kötü muamelede bulundu, yaptığım iyiliği unuttu. Bana nankörlük yapıyor” dese, karşılık beklediği için o iyilik ne kadar makbul olur? O insandır. Unutmayan Allah (C.C.)’tır. Onun için yaptığın iyiliği Allah (C.C.) için yap ki; Allah (C.C.) unutmaz, insan unutur. Unuttuğu zaman da senin kalbine ağır gelir ve bu duygu seni hasta yapar. 1-İyilik yap! 2-Karşılık bekleme! Sen iyiliği unutmayan Allah (C.C.) için yaptığında hiç korkma! Kul sana ne ile karşılık verebilir? Dolayıyla kulun yanında iyiliğin zayi olabilir, karşılık bekleme. •Sen iyilik yapmakla emrolundun. •Kötülükten sakınmakla emrolundun. •Küçük olsun, büyük olsun eline gelen iyiliği elinden kaçırma! Küçüktür deme, çünkü Allah’ın (C.C.) kulunun hangi amelinden razı olacağı bilinmez. Sen küçük dersin, Allah (C.C.) katında çok değerlidir. Sen büyük zannedersin, Allah (C.C.) nezdinde küçük sayılır. Hz. Ömer Efendimiz (r.a.) ahrete teşrif ettiklerinde, sahabe efendilerimizden biri zuhuratında görmüş ve ona demiş ki: “Ya Ömer, Cenab-ı Hak sana muamelede bulundu?” “Rabbim beni bağışladı, bana rahmet etti.” Demek ki bağışlanmak manası, mahkûmiyetten azad manasıdır. Bir insan mahkûm olursa hâkim “bağışladım” diyebilir. “Rabbim seni neyle bağışladı?” “Cenab-ı Hak bana dedi ki: Ya Ömer! Ey kulum! Hatırlar mısın, sen falan gün Medine’nin sokaklarında dolaşırken bir takım çocuklar gördün. O çocukların ellerinde bir serçe yavrusu vardı. O serçe yavrusunu ayağından bir sicimle bağlamışlar ve onu pır pır uçurttular ve tekrar aldılar, tekrar uçurttular ve tekrar aldılar. O hayvancağızın ayağı bağlı, kaçmak istese

de kaçamazdı; çünkü tekrar çekerlerdi. Sen o günü hatırladın mı?” Hz. Ömer hatırlıyor ve her şey gözünün önünde görünüyordu: “Bak sen o çocuklarla o kuş için ne muamele işledin? Sen o çocukların yanına yaklaştığında, bu kuşcağızı bana verir misiniz? Ben size para vereyim, yiyecek alırsınız dedin. Sen o çocuklara bir akçe verip razı ettin, ellerinden kuşu aldın, ayağından ipi çözdün ve azad ettin. O Benim yarattığım mahluktu. Ona sen rahmet ettin, yani merhamet ettin, acıdın ve azad ettin. Benim yarattığım mahluka karşı şefkat ve rahmet gösterdiğinden, sana rahmet eyledim, seni bağışladım ya Ömer.” Cenab-ı Hakk’ın hangi vesile ile bir rahmetini yetiştireceği, onu bağışlayacağı belli değildir. Merhamet merhameti çeker. Merhametsiz insan Allah’ın rahmetinden uzaktır. Merhamet ne kadar çoksa, Allah’a yakınlığı da o kadar çoktur. Yüce Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki; “Yeryüzündekilere merhamet ediniz, gökyüzünde mülk ve melekûtun sahibi Allah (C.C.)’da size merhamet etsin.” (Hadis-i Şerif -Tırmızi, Birr, 16) Kırkıncı müslüman olup, İslam’a gece gündüz hizmet eden, Peygamber-i Zişan’ın veziri, sonra da İslam halifesi olan Emirü’l Mümin’in daha sayılamayacak kadar meziyetlere sahip olan Hz. Ömer’in (r.a.) sadece bir serçe kuşuna gösterdiği merhametten dolayı Allah’ın (C.C.) indinde itibar kazanacağı aklına fikrine gelmemişti. Herhangi bir iyiliğin ufak olduğunu aklından bile geçirme. Allah’ın (C.C.) rahmetini istersen mahlukatına acı, şefkatle muamele et. Zira kalbi katı olan insan Allah’ın rahmetinden uzaktır. Hikâye: İki çoban varmış. Biri bir gün demiş ki : “Ey kardeşim! Peygamber’in halifesi Emirü’l Müminin Hz. Ömer de dünyadan göçtü.” Öbür çoban: “Nereden bildin? Nereden haber aldın?” diye hayret etti. “Bugüne kadar bu sürülerden bir kurt girip de bir hayvan alıp götürmüş değildi. Bak! Kurt şimdi girdi, bir kuzu kaptı, kaçıyor.” dedi. İşte Hz. Ömer’in heybetinden ve adaletinden dolayı kurt sürüye hücum edemez, kapamazdı. Adaleti bu derece misal olmuştu. Kısa bir müddet sonra Peygamber halifesi Emirü’l Müminin Hz. Ömer dünyadan ahrete yöneldi diye bir haber işitildi…

www.buhara.org 29


SABIR ABİDESİ VE SABIR EHLİ HZ. EYYUB (A.S) OLMAK “Eline bir demet sap al ve onunla vur, yeminini bozma. Gerçekten biz Eyyûb’u sabreden bir kimse olarak bulduk. O ne güzel bir kuldu! O, Allah’a çok yönelen bir kimse idi.” (Sâd, 38/44) Ş.Ahmed Yasin BUHARİ, BURSEVİ (K.s)

Eyyub’un (a.s) yaslandığı sabır taşı

E

yyûb (a.s) büyük bir nebidir. Urfa’da yaşamıştır. Hatta Urfa’nın dışında mağarası vardır. Hz. Eyyûb’un kavmi; “Eyyûb gibi olsak, biz de inanırız. Onun rahatı yerinde, hayvanları var, çoluğu çocuğu var, keyfi yerinde. Hiçbir maddi sıkıntısı yok ki! Elbette bu rahat içerisinde Allah’a ibadet eder, onun

30

BUHARA

gibi olsak biz de Allah’a ibadet ederiz” diyordu. Bunu da fitne olarak şeytan çıkartmıştı. Şeytan herkesle uğraşır. Şeytanların reisi uğraşırsa hepimizi helak eder, takatımız yetmez onunla uğraşmaya. Üzerimize avanelerini salıyor ama o bile yetiyor bizi günaha sokmaya, kul hakkı yemeye, yalancı şahitlik yaptırmaya. Eyyûb (a.s) ile


şeytanın reisi uğraşıyordu. Halkın içerisine bu fitneyi şeytan sokmuştu; “Siz onun haline bakmayın canım. Onun rahatı yerinde, tuzu kuru. Adamları var, hizmeti görülüyor, yemeği yapılıyor, hayvanları var, her şeyi yerinde. Onun gibi olsanız siz de ibadet edersiniz. Siz onun gibi değilsiniz ki! Tarlaya gideceksiniz, çoluk çocuk için rızık kazanacaksınız, kolay mı bu işler?” diyordu. Cenâb-ı Allah, kulu Eyyûb’un öyle olmadığını bize göstermek için Kurân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “O sabredenlerdendi ve güzel bir kuldu.” (Sad, 38/4) Bize onun halini göstermek için lâin şeytana dedi ki: - “Ne istiyorsun sen bundan?” - “Yâ Rabbî, müsaade et biraz oynayayım bununla. Bakalım sana böyle ibadet etmeye devam edecek mi?” dedi. - “Ne yapacaksın? Ne yapmak istiyorsun?” - “Sen müsaade et Yâ Rabbî! Bakalım, senin salih dediğin, sabredenlerden buldum dediğin kulun sana sabredecek mi?” - “Sana müsaade edildi, hadi bakalım ne yapacaksan yap” denildi. Önce Harran Ovası’nda bir sel oldu, Hz. Eyyûb’un sürüleri çobanları ile birlikte helak oldu. Eyyûb (a.s) gece namazı kılıyordu. Oraları sıcaktır, yaz günleri dam üstünde yatarlar. O da evin damında ibadet ediyordu. Ay da parlak, sanki gündüz gibi ortalık, her taraf görünüyor. Lâin koşarak geldi: - “Ey Eyyûb! Sen ne biçim adamsın?” - “Ne olmuş bana?” - “Ne burada oturmuş, secdede ağlayıp duruyorsun. Hiç haberin yok mu? Bir sel geldi ve bütün sürünü, çobanları ile birlikte aldı, götürdü. Sen burada oturmuş hâlâ Allah’a dua ediyorsun. Kalk, koşsana kurtarasın onları!” Eyyûb (a.s) güldü ve: - “Hayırlı olsaydın, sen de onlarla birlikte giderdin. Allah verdi, Allah aldı. Neyin peşinden koşacağım” dedi. Şeytan şaşırdı: -“Bu öyle kolay biri değil anlaşılan, başıma iş açacak benim” dedi. - “Allah verdi, Allah aldı, mal benim, sana ne? Verirken iyiydi de, şimdi imtihan etmek için geri aldı. Sana ne oluyor, ne yırtınıyorsun?” dedi. Şeytan hakikaten şaşırdı. -“Bu o kadar kolay yutulur lokma değil herhalde. Ama ben sana sorarım! Bak, ben senden nasıl intikam alacağım” dedi. Eyyûb’un (a.s) hanımı, çocukları ve kölleri vardı. Ertesi akşam bir yangın çıkarttı. Mevcut mahsüllerini, evlerini, çocuklarını, kölelerini kaybetti. Eyyûb (a.s) yine namazda iken şeytan kâhya kılığında koşarak yanına geldi: - “Sen ne yapıyorsun burada, olacak iş mi? Ne biçim insansın sen, alnını secdeye koymuşsun. Çocuklarını,

kölelerini kaybettin. Hepsi perişan oldu. Mal gitti, mülk gitti. Koşsana şunları kırtarsana, peşlerine düşsene!” Eyyûb (a.s) baktı ve: -“Hayırlı olsaydın sen de giderdin. Allah verdi, Allah aldı. Giden mal da, can da benim. Sen ne yırtınıyorsun? Nedir bu telaşın?” dedi. Şeytan iyice şaşırdı: - “Eyvah, bunun hayvanlarını aldık, mallarını aldık, ailesini aldık, canına dokunduk. Hâlâ hiçbir şey dediği yok. Allah verdi, Allah aldı deyip teslim oldu. Ben vaktimi dolduruyorum sadece, Cenâb-ı Allah’a kulluğumu yapıyorum dedi. Buna daha büyük bir şey yapmak lazım.” Şeytan, lâin olduğu, kovulduğu halde secdeye kapandı. Şeytan ibadetini yapar. Hâşâ, Cenâb-ı Allah’ı kabul etmemek olur mu? Cenâb-ı Allah’ın mülkünde yaşıyor, her tarafını biliyor. Cennetten çıktı Azazil. O Âdem’i kabul etmiyor, seni beni kabul etmiyor. Onun için kandırmaya uğraşıyor. Allah’la bir sorunu yok. Allah’a isyan eden biziz. Onun için şeytan çok zaman insanlardan kaçar. Hani insan der ya; “Şeytan beni kandırdı” diye. Yalan! Şeytan seninle arkadaş olmaz ki seni kandırsın. Sen günde kaç kere Allah’a isyan ediyorsun. O bir kere sözüne karşı geldi diye cennetten kovuldu. Ebedî lanetlendi, iblis oldu. İnsan çok berbattır. İnsan bu kadar mükemmel bir varlık olmasına rağmen, yaptıklarıyla şeytandan çok daha ileri gider, Allah korusun! Onun için; “Ben tövbe ettim ama düzelmiyorum” diyorsun. Nasıl düzeleceksin? “Ama önceden namaz kılıyordum” diyorsun. Öncekiler bitti, sen isyan ettin, dinden çıktın! Hepsi iptal oldu. Şimdi tekrar tövbe edip, yeniden dine giriyorsun. Geçmiş namazları, oruçları kaza edeceksin. O kadar basit mi zannediyorsun? Kebâir günah işlediğin zaman, İslam âlimlerinin çoğuna göre -Allah muhafaza etsin- imandan çıkarsın. Sadece Hanefi mezhebinde merhametli davranmışlar; “İmandan çıkmaz ama işi Allah’a kalır, büyük günahtır. Bir daha yapmamak üzere kesin tövbe etmesi lazımdır” demişler. İmandan çıktığın vakit hepsi gider. Allah’tan izin istedi: “Bana izin ver, onun azıcık canına dokunayım. Malına, mülküne, ailesine bir şey demedi ama biraz canına dokunayım. Bak o zaman Yâ Rabbî, sana itaat edecek mi?” dedi. Cenâb-ı Allah müsaade etti: - “Ne yapacaksan yap bakalım” dedi. Mübarek gece namazı kılarken, secdedeyken, alev gibi burnundan içeri girdi. Hazret-i Eyyûb’un ciğerlerini cayır cayır yaktı! Öyle bir hastalık sardı ki, sanki yanıyor mübarek!

www.buhara.org 31


Hiçbir su o ateşi söndüremez. Buz gibi suların içerisine giriyordu, hâlâ içi yanıyordu. Hastalıktan bütün vücudunda yaralar çıktı. Yaralar kurt sardı, kurtlar bütün vücudunu yemeye başladı. O hâlâ hiçbir şey olmamış gibi Cenâb-ı Allah’ı zikretti. Dikkat edin hanımlar! Hanımı Rahime annemiz de hizmet ediyordu. - “Ya sen ne biçim peygambersin, bir kere dua etsene” demiyordu. Ayıptır. İtaat etmiş, peygamberliğine iman etmiş. Bir tek Rahime anamız kaldı hizmetinde. Diğer hanımlarının hepsi ya öldü, ya gitti. Kul Hakkı ve Değerimiz Vücudunu kurtlar sardı. Kurtlar o derece yiyorlardı ki -dikkat edin-, bazıları yere düştüğü zaman: - “Belki senin benim üstümde hakkın vardır. Sonra senin hakkını nasıl öderim” deyip, yerden alıyordu ve yarasının üstüne koyuyordu ki yemeye devam etsin diye. Onun için Cenâb-ı Allah buyuruyor; “Kul hakkıyla gelmeyin!” Eyyûb (a.s) hayvan hakkından bile bu derece korkuyordu. Yaşarken gözden kaçırdığımız yanlışlarımız Kul hakkıyla gelmeyin! Kimseyi kandırmayın, aldatmayın, yalan söylemeyin. Üstünüze vazife olmayan işlere yönelmeyin, başkasının malı olan bir şey almayın. İnsanlar büyük şeylerden günaha girmezler. Ama ufak şeyleri önemsemez; “Arkadaşımın malı farketmez” deyip, sigarasından alır, suyundan alır. Ama gönül rızası var mı? Yoksa hakkı kalır üzerinde. Bir lira almıştır, arkadaşı diye ödememiş, unutmuştur. Kul hakkıdır bunlar. Bunlar bizi cehenneme sokar. Yüz milyon lira borç alsan, o miktarı zaten unutmayacaksın. Ne sen unutacaksın, ne de arkadaşın unutacak. İnsanın karnı tokken, cebinde biraz da olsa parası varken, ne iş için olursa olsun, başkasından borç para istemesi haramdır. Ne iş için olursa olsun, haramdır! Ev almak, araba almak, dükkân açmak için de olsa haramdır. Ayağını yorganına göre uzat! Cenâb-ı Allah akıl verdi sana, hesabını iyi yap. Hırs peşinde koşma. Hırs seni helak eder, dinden imandan çıkartır. Ebedî âlemini perişan eder. Kimseyle yarışma. Onun için sordum sohbetimin başında “Var mı içinizde peygamberlerden üstün olan?” diye. Eğer yoksa ve Cenâb-ı Allah peygamberlerini bu derecede imtihan edip, sana-bana ölçü gösteriyorsa, biz halimize şükredelim. Firavunlardan, nemrutlardan daha iyi yaşıyoruz. Bizim yediğimizi, içtiğimizi onlar yemedi. Her mevsimde her şey önümüzde bulunuyor. Çocuklarımızın elinde bilgisayarlar, telefonlar... Hanımlarımızda araba, istediğimiz zaman istediğimiz yere gidiyoruz. Nefsimize hiçbir şekilde “Dur” diyemiyoruz. Ne

32

BUHARA

isterse yapıyoruz. Hâlâ istekler peşinde koşup, utanmadan, peygambere komşu olmak istiyo-ruz. Nasıl olacak? “Allah adamı şaşırtırsa, karıya bacanak dermiş” diye bir atasözü var. Adam karısına bacanak der mi? Demek şaşırmış ki diyor. Bu kadar nimetin içerisindeyken azgınlık yapıyor; “Yetmiyor Yâ Rabbî ver! Vermezsen bak yıkarım her tarafı” diyorsun. Hal lisanıyla dediğimiz bu. İsyan ediyoruz. “Vereceksin! Yetmiyor, çabuk! Yoksa dinden, imandan çıkarım. Terk ederim seni. Yeter, sana namaz kılıyorum, oruç tutuyorum, Zekât veriyorum. Neden yapmıyorsun işimi?” Neden yapsın ki? Kimsin, nesin, ne için yaratıldın? Kıymetimiz ne kadar? Bir parça sudan halk edildik. Üç gün gömmeseler, leşiz, kurtlanırız, böcekleniriz. Yaşarken içimiz pislik dolu... Ne kıymet biçiyorsun sen kendine? Ne zannediyorsun kendini? Haddi ne kadar aştığının, sözlerinle, hareketlerinle Arş-ı A’lâ’yı titrettiğinin farkında mısın? Yarın pazar kuruluyor. Çık pazara, satışa koy kendini, bakalım kaç kuruş edeceksin? Kim alacak seni! Değerini öğren de öyle gel! Kim alacak bakalım? Hazır elindekiler seni seviyorlar, sayıyorlar, hürmet ediyorlar. Neden hâlâ şükretmiyorsun? Nedir bu mal, mülk derdi?

Malikü’l-mülk olan Allah’tır. Allah’ın malını aç kurtlar gibi parçalamak için mi gönderildin sen yeryüzüne? Nasibin neyse Allah senin için onu ayırdı. Peki, sen neyi kapmaya çalışıyorsun? Yerin dibindeki hayvanın, karıncanın rızkını bile düşünen Allah, seni bir gün aç bıraktı mı ki, sen Allah’ın malını parçalamaya uğraşıyorsun? “Ben de alacağım, benim de olacak. Abimin bu kadar, kardeşimin bu kadar, komşumun şu kadar, benim de olsun o kadar!” diyerek neden isyan ediyorsun? Ne zannediyorsun kendini? Hiç.

“Şeytan beni kandırdı” deme. Yalan! Şeytan senden kaçar. İlmin olmadığı için sen kendini kandırıyorsun. Yarın Allah katında şeytan, böyle kullardan davacı olacak: - “Yâ Rabbî bana iftira attı” diye mahkemeye verecek seni. “Yeryüzünde hep beni kötüledi. Sor Yâ Rabbî! Beni görmüş mü?” Soracaklar: - “Gördün mü?” diye. Gördün mü? Yoo, görmedin! - “Görmediği halde benim kandırdığımı söylüyor, hâl-


buki ben ona bir şey yapmadım ki! O kendi nefsinin belasıydı” diyecek. İşte Ramazan-ı Şerif’teyiz. On altı gündür şeytanlar bağlı. Bizde hâlâ bir değişiklik yok. Allah Teâlâ bize nefsimizi görelim diye bir fırsat verdi. İşte halini görüyor musun? Kimseye iftira atma, bunlar senin suçların. Hâlâ tövbe etmiyorsun, geri adım atmıyorsun, inat ediyorsun. Kime karşı, ne için? Eyyub’un (a.s) Sabrı Şeytan, Eyyûb’un (a.s) bu halini görüyor ve uzaktan takip ediyordu. Artık kurtlar kalbi ile diline dayandığında Eyyûb (a.s) dedi ki; - “Ey âlemleri yoktan var eden Rabbim! Yetmiş sene bana sıhhat verdin. Hayâ ederim sana şikâyet etmekten. Yetmiş sene şu hastalığı çeksem, belki ondan sonra afiyet isterim. Ama kurtlar dilimle, kalbime dayandı. Onlarla seni zikrederim. Müsaade etsen de kurtlar dilimle, kalbime musallat olmasa!” Şeytan bunu görünce parçalandı. - “Bu ne biçim adam! Yerden kurtları alıp, üzerine koyuyor ama ben senin zikrinden vazgeçmem, sadece kalbimle dilime dokunmasınlar diyor.” Kudurdu şeytan! Kafasını taşlara vuruyordu. Hemen insan kılığına girerek halkı kışkırtmaya gitti. Şeytan çok zaman insan kılığına girmiştir Şeytan çok zaman insan kılığına girmiştir. Hazret-i Zekeriya’yı kestirirken insan kılığına girdi. Ağacın içerisine gizlenmişti, insanlara haber verip kestirdi. Çünkü Zekeriya (a.s) Allah’tan başkasına sığınmıştı. Ağacın içerisindeyken kapatıverdi şeytan. İstese Zekeriya (a.s) ağacı açardı. Allah’ın peygamberiydi. Fakat açmadı. O da yaptığı zilleti bildiği için nefsine; “Sen hak ettin ağacın içinde kıtır kıtır kesilmeyi” dedi. Testere ile biçildi. Bize ne oldu? Bize daha bir taş bile gelmedi. Üstümüzdekiler hep marka elbiseler. Yediğimiz önümüzde, içtiğimiz arkamızda. İsyandan yanımıza yaklaşılmıyor. Melekler korkup kaçıyor. Bizden pis koku geliyor onlara. Bu nasıl dünya sevgisi? Biz çok fena kurtlanmışız. Eyyûb (a.s) gibi değiliz. Allah’ı zikredebilsin diye, zahiri kurtlar Hazret-i Eyyûb’un (a.s) kalbini ve dilini yemedi. Ama manevi kurtlar bizim hem dilimizi, hem de kalbimizi yedi için Allah’ı zikredemiyoruz. Allah bize kendini zikrettirmiyor. Adam adama kızdı mı; “Benim adımı ağzına alma, kafanı kırarım” diyor. Cenâb-ı Allah bize öyle gücenmiş ki, adını ağzımıza aldırttırmıyor. Zikredemiyoruz O’nu!

Şeytan insan kılığında halkın arasına girip fitne çıkardı. “Bu Eyyûb çok fena hasta. Hepinize bulaşır bu hastalık. Perişan olursunuz, bunu acele şehrin dışına, çöplüğe atın. Yoksa çoluğunuz, çocuğunuz da böyle hasta olacak” diye halkı kışkırttı. O hasta haliyle koca peygamberi çöplüğe attılar. Eyyûb (a.s) ise peygamber olduğu için onlara dua ediyordu: “Yâ Rabbî! Sen onları helak etme. Onlar bilmiyorlar. Bilseler onlar benden çok sana ibadet ederler, itaat ederler. Seni daha çok severler, sayarlar. Mağfiret eyle kavmimi” diye hâlâ yalvarıyordu. Şehrin çöplüğüne attırmasına rağmen şeytan hızını alamadı. Rahat edemiyor, olacak iş değil. İki günde bir Rahime annemiz Hz. Eyyûb’un (a.s) yanına gider, bir parça ekmek götürür, yaralarını siler, temizlerdi. Ama tek başına bir kadın, parası pulu yok. Halime annemize yapılan iftira O zamanın âdeti, ahlâksızlık yapan kadınların saçlarını keserlerdi. Saçı kesik kadınları, fuhuş yapmış, kötü kadın olarak bilirlerdi. Aradan beş gün geçti. Rahime annemiz o hastalıklar içerisindeki Eyyûb’a (a.s) bir parça kuru ekmek götürememiş. Nereden bulsun? Yok, bir parça ekmek yok! Çeşme olmasa suyu da bulamayacak. Biz hiç bu hale düştük mü? Buzdolaplarımız ağzına kadar dolu... Nedir bu firavunluk? Firavunu helak eden, veziri Hâmân’dı. Firavun onunla istişare etti. -“Musa’nın Rabbine iman edelim mi?” diye sordu. Haman; -“Sen koskoca ordular sahibisin. Kendine Musa’dan korktu mu dedirteceksin? Sen onun Rabbiyle bile savaşırsın” dedi. Bu âyeti tefsir eden âlimlere diyorlar ki: “Oğul dikkat et, firavun olan sensin. Âyette adı geçen Haman ise nefsindir. Onunla istişare edersen, her zaman Hazret-i Muhammed’in (a.s) getirdiği hükümlere asi olursun, karşı gelirsin.” Onun için; “Allahümmahşurnâ fî zümratissalihin / Allah’ım, bizi sâlihlerle haşreyle” diye dua ediyoruz. Sâlihlerin hali ve nasihatı size tesir eder. Şeytan, Rahime annemizin en sıkıntılı ve en üzüntülü anında yanına geliyor ve diyor ki; - “Sen kimsin? Ne güzel bir kadınsın. Saçların da güzele benziyor.” Rahime annemiz: - “Defol başımdan, sen de kimsin?” - “Ben saç tüccarıyım, fırça yaparım. Köy köy dolaşırım, fırça yapmak için saç satın alırım. Senin de saçlarını uzun görünce, geldim. İstersen para karşılığında alabilirim. İstemezsen almam.” Rahime annemiz para lafını duyunca şaşırdı. Kaç gündür ekmek alamamış ya! Şeytan onun hayret ettiğini görünce, fırsat bildi. Hemen kalbine vesvese verip kandırmaya çalıştı:

www.buhara.org 33


- “Ne olacak canım, kimse bir şey demez. Sen fakir bir kadına benziyorsun. Hem eğer çoluk çocuğun varsa ya da hasta kocan varsa -bilmiyormuş gibi davranıyorona yardım etmiş olursun. Ben sadece saçlarından fırça yapacağım. Sonra satacağım, kimse görmeyecek” diyerek Rahime annemizi kandırdı. Saçlarını kesti, parasını verdi. Rahime anamız sevinç içinde aldığı parayla ekmek almaya gitti. Eyyûb peygambere götürmek için biraz kumanya aldı. Şeytan hemen bütün mahalleye yaydı: - “Duydunuz mu, bir de peygamber karısıyım diyordu. Ne ahlâksızlık yaptığı belli değil. Suçüstü yakalamışlar da saçlarını kesmişler.” Her tarafa haberi yaydı. Koşarak, insan kılığında Eyyûb’un (a.s) yanına geldi. Oradan geçiyormuş gibi davranarak; - “Ahh ah, ben senin peygamber olduğunu biliyorum, sana iman edecektim” dedi. Eyyûb (a.s) sevindi.

- “Aç başını çabuk!” Annemiz örtüsünü çıkarınca saçlarını kesik görüyor ve: - “Demek ki söylenenler doğruymuş” diyor. - “Ne doğruymuş, ne oldu?” -“Sen fuhuş yapmışsın. Fuhuş yaparken yakalandığın için saçlarını kesmişler. Âdetimiz budur zaten.” - “Hâşâ, Vallahi ben temizim. Sana ihanet etmedim. Hiçbir şey yapmadım.” Olan biteni ne kadar anlatmaya çalıştıysa da şeytanın iftirası leke bıraktı. Daha sonra Cebrâil (a.s) gelip onun temiz olduğunu söyleyince, Hazret-i Eyyûb inandı. Şeytan bütün bu hileleri yapmasına rağmen, ne peygamber ne de hanımı haram yemedi, kimseye kölelik etmedi. Sahip olduğumuz zenginlikten ne hale düştük diye isyan etmedi. Hastalığından dolayı feryat etmedi. Allah Teâlâ’ya olan şükür ve ibadetlerini daha da artırdılar. “Yâ Rabbî sen bizi imtihan ediyorsun, bizim ihlâsımızı ölçüyorsun. Seni sevip sevmediğimize, samimiyetimize bakıyorsun. Biz hakiketen samimi olarak seni seviyoruz” dediler. “Olur mu böyle? Peygamberim ben. Yeter artık, niye bu kadar çektiriyorsun bana?” demedi. Ne oluyor bu günün insanına?

Bak ne tuzaklar kuruyor, bunlar hep şeytanın ahlâkıdır. Tuzak kurmak... Doğru adamın bunlara ihtiyacı olmaz ki! Plan, proje, hesap yapmaya... Doğru adam kendi yoluna bakar, Allah’a İmtihanın Neticesi kulluğuna bakar. Onunla, bununla, hi- Rahime validemiz üzüntü içerisinde şehre leyle, hurdayla uğraşmaz. döndüğünde, şehirde de aynı fuhuş isnadında bu-

- “Ben sana iman edenlerden olacaktım ama tam inanacağım sırada, karının da fuhuş meselesini duyunca artık ben sana inanmaz oldum” dedi. - “Ne diyorsun sen?” dedi Eyyûb (a.s). - “Senin haberin yok mu? Günlerdir bu ekmekleri sana nereden getiriyor? Halk onu yakaladı, saçını bile kesti. İnanmazsan gelince bakarsın.” Yıkıyor, fitne üstüne fitne! Bütün vücudunu kurtların yediği, hastalık içerisindeki bir zata, bu kadar eziyet edilmiş, malı mülkü her şeyi elinden çıkmış, tüm ailesini kaybetmiş ve şehrin çöplüğüne atılmış ama o bununla yetinmiyor gelip hanımına iftira ediyor. Hazret-i Eyyûb: - “Eğer iyileşirsem ona yetmiş değnek vuracağım” diye ahd ediyor. Yani had cezası uygulayacak. O halinde bile hâlâ Allah’ın koyduğu kuralları uygulamaya çalışıyor. Bu arada Rahime annemiz her şeyden habersiz geliyor. - “Ya Eyyûb, sana yemek için bir şeyler getirdim” diyor. - “Başını aç!” - “Niye?”

34

BUHARA

lunuldu, taşlandı. Şehirden atılınca, Cenâb-ı Allah şeytanın hilelerine “Artık yeter! Biz Eyyûb’u sabredenlerden bulduk, mükâfatı haketti” dedi. Cebrâil’i (a.s) Eyyûb peygamberin yanına gönderdi. Cebrâil (a.s) geldi ve selam verdi: - “Selamün aleyküm” - “Aleyküm selam” - “Biliyor musun ben kimim?” - “Allah bilir, Rabbim bilir! Ben bilemem.” - “Ben senin kardeşin Cebrâil’im” - “Hoşgeldin, sefa getirdin. Rabbimin bana karşı muamelesi nasıl? Hâlâ beni seviyor mu?” Cebrâil (a.s) şaşırdı: - “Rabbin bütün meleklerine sevinle övünüyor. Levhi Mahfûz’a ve cennetin her yerine “Biz onu sabredenlerden bulduk. O ne güzel kuldur” diye yazdırdı. - “Allahu Ekber!” diye bağırıyor, şükrediyordu Eyyûb (a.s). Hemen Cebrâil (a.s): - “Ayağını yere vur. Çıkacak olan suyla yıkanacaksın” dedi. - “Takatım yok, kaldıramıyorum ayağımı.” Cebrâil (a.s) kaldırdı ayağını, vurdu yere. Topuğunu yere vurmasıyla bir su çıktı. Çıkan suyla onu yıkadı. Eyyûb (a.s) eski sağlığına kavuştu, gençleşti tıpkı onsekiz yaşında delikanlı gibi oldu. Hiçbir şeyi kalmadı, kalktı, Allah’a şükredip, secdeye kapandı. Cebrâil (a.s) dedi ki;


- “Ya Eyyûb, demin ki halin daha sevinçliydi.” - “Elbette demin ki halim daha sevinçliydi. Bu hastalıktan önce de sıhhatliydim. Sağlam eden O, hasta eden O. Tekrar sıhhate kavuşturan yine O. Ama ben asıl öbür habere sevindim. Bütün cennetlerinde beni “Sabreden kullarımdan buldum” diye yazmış. Ona sevinmeyeyim de neye sevineyim?” dedi.

tirse, ağzın burnun kırılır, altı ay çorba bile içemezsen, o zaman aklın başına gelir. Ondan sonra “Ne yaptım da başıma bu geldi?” dersin. Daha ne yapacaksın? Karının ağzına, yüzüne vurmasını biliyorsun ya! Küfretmek insanı küfre düşürür. Dil, Allah’ı zikretmek için halk edilmiştir, küfür etmek için değil. Ondan küfür çıkmamalıdır.

O arada ağlaya ağlaya Rahime annemiz de geldi, çöplükte kocasını arıyor. İki insan görüyor. Biri Eyyûb (a.s), diğeri de insan kılığında Cebrâil (a.s). Bakındı sağa sola, göremedi hasta kocasını. İyice hüngür hüngür ağlamaya başladı. Vahşi hayvanların gelip, hasta kocasını yediğini zannetti. O iki adamın yanına gitti, onlara sordu: - “Burada hastalıklı bir adam vardı. O benim kocamdır. Gördünüz mü onu?” dedi. Eyyûb (a.s): - “İyice bak bana ya Rahime!” deyince, şöyle bir baktı. - “Ben kocamı arıyorum, sizinle işim yok” dedi. - “İyice bak bana” dedi tekrar. Bir daha bakınca tanıdı. - “Ya Eyyûb, sana ne oldu?” - “Allah Teâlâ imtihanımızı bitirdi” dedi. Sarıldılar. Cebrâil (a.s) “Allahu Ekber!” diye tekbir getiriyordu. Daha sarılma biter bitmez Eyyûb (a.s): - “Allah’a söz vermiştim, hükmü yerine getirmem lazım. Şimdi sana yetmiş değnek vuracağım”dedi. - “Vallahi ben böyle bir şey yapmadım” - “Evet, biliyorum. Kardeşim Cebrâil söyledi ama yeminim var, sözüm var. Hükmü yerine getirmem lazım” dedi.

Allah Teâlâ, Hazret-i Eyyûb’un malını mülkünü tekrar artırdı. Çok nimetler ihsan etti. O kısmını başka zaman anlatacağız inşallah. Ama Cenâb-ı Hak hem semada, hem de yeryüzünde, Kurân-ı Kerim’de “O ne kadar güzel bir kuldu! Biz onu sabredenlerden ve şükredenlerden bulduk” diyerek övdü. Bu anlatılanlar Benî İsrail peygamberleriyle ilgilidir. Bütün peygamberlerin, yani yüz yirmi üç bin dokuz yüz doksan dokuzunun peygamberi olan Muhammed Mustafa’nın (Sallallâhu aleyhi ve sellem) faziletleri sayılmayacak kadardır. Allah kâinatı onun hürmetine yarattı. Biz onun ümmetiyiz. Peygamberimiz buyuruyor ki; “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir.” Allah katında o derece faziletlidirler. İrşad yönünden değil, hizmet yönünden ve kemalat yönünden. Allah onlara ikram ediyor. Bizim âlimlere, âriflere karşı tavrımız nasıl? Şüphe ediyoruz, iftira ediyoruz. Aklımız nasıl çalışıyor? Biz ne kadar azgın bir varlığız? Nasıl haddimizi aşmışız. Onun için insan insana kızınca “Mikrop” diyor. Mikrop olmuşuz artık. Kendimiz hastalıkla çürüdüğümüz gibi başkalarını da bulaştırıyoruz. Ramazan-ı Şerif’in başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azattır. Rahmet artı mağfiret kısmındayız daha. Allah Teâlâ içinde bulunduğumuz şu ayın hürmetine hepimizi affetsin. İlahi bir idrak, anlayış versin. Habibi Muhammed Mustafa’ya (aleyhissalatü vesselam) salih ümmet olanlardan eylesin. Peygamberin izinden giden, Cenâb-ı Allah’ı dinleyen kullarından eylesin. Yokluk ve darlık göstermesin. Sıhhat ve afiyet versin. Terbiyesizliğimizi bağışlasın. Kelime-i Şehadet ile vefat etmemizi nasip ve müyesser eylesin. Çoluğumuzu, çocuğumuzu kâmil eylesin. Huzurunda razı olduğu kullardan eylesin, İnşallah. Âmin, velhamdülillahi Rabbilâlemin, elFâtiha maassalavât.

Bak, Allah Teâlâ peygamberleri nasıl imtihan ediyor! Hazret-i İbrahim’e seksen yaşından sonra evlat veriyor da, sonra “Evladını kes!” diyor. Bizim hangimize böyle bir imtihan geldi? Çoluğumuzun, çocuğumuzun haline bak, padişah çocukları gibi. Şükredelim halimize, isyan etmeyelim. Kadınlar haddini bilsin, erkekler haddini bilsin. Ailelerinize söyleyin, ahir zamandayız. Son devredeyiz. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah vahiy indirdi. Cebrâil (a.s) dedi ki: “Allah Teâlâ seni gerçekten sabredenlerden ve şükredenlerden buldu. Ona itaat edenlerden buldu. Senden razı oldu. Yetmiş tane buğday sapını bir araya getir, bir kere hanımına vur, o hüküm yerine gelir” . (Sâd, 38/44) Yetmiş tanesi bir araya gelince, bir sopa gibi oluyor, fazla bir şey değil. Onunla bir kere Rahime annemize vurdu. O da kabasına, başka yerine vurdurmadı. Bu kadar büyük suçtan dolayı. Bugünün erkeklerine ne oluyor? Karısının yüzüne tokat atıyor, kafasına vuruyor. Neden, ne yaptı? Ahlâksızlığı mı var? Kim verdi sana bu salahiyeti? Ne zannediyorsun sen kendini? Eğer Allah onun bedduasını kabul eder de; beş kişiye seni silkele-

www.buhara.org 35


Allah’ın Gazabını Söndüren İbadet

SADAKA

“Sadaka Rabb’in gazabını söndürür, imansız ölmeyi önler.» (Hadis i Şerif)

“Mallarını Allah yolunda harcayanların misali, yedi başak veren ve her başağında yüz dane bulunan bir tohumun haline benzer. Allah, dilediği kimseye, yaptığı iyiliğin karşılığını böyle kat kat artırır. Allah geniş ihsan ve ilim sahibidir.”(Bakara, 261) İsmail MUTLU

P

eygamber’imiz (sav) buyuruyor ki: “İyilikler, kötü akıbetlerden korur. Gizli sadaka Rabb’in gazabını dindirir, yakınlara iyilik etmek ömrü uzatır.» «Fakire verilen sadaka bir sadakadır. Fakat yakına ve-rilen sadaka, hem sadaka ve hem de sıla-i rahim olarak iki sadakadır.» “Sadaka Rabb’in gazabını söndürür, imansız ölmeyi önler.» Zekât ve sadaka gönül hoşnutluğu ile verilmelidir Rabbimiz, zenginlere zekât ve sadaka vermeyi emretmiş, ancak bunun kabul edilmesini gönül hoşluğuyla verme şartına bağlamıştır. Bu konuda bir ayet şöyledir:

36

BUHARA

“Yaptıkları bağışın kabul edilmemesinin sebebi, Allah’ı ve Resulü’nü inkâr etmeleri, namaza üşenerek gelmeleri ve bağışlarını da istemeye istemeye yapmalarından başka bir şey değildir.” (Tevbe, 54) Sadakanın Allah Katındaki Değeri Rabbimiz, kullarını zekâtın dışında da sadaka vermeye teşvik eder. Bu konudaki ayetlerden bazıları şöyledir: “Mallarını Allah yolunda harcayanların misali, yedi başak veren ve her başağında yüz dane bulunan bir tohumun haline benzer. Allah, dilediği kimseye, yaptığı iyiliğin karşılığını böyle kat kat artırır. Allah geniş ihsan ve ilim sahibidir.”(Bakara, 261)


İnsanın en fazla sevdiği kendi hayatı, sevdiklerinin hayatı, sonra da malıdır. Dolayısıyla şeytan gibi bir düşman, insana sevdiği bir şeyi durup dururken bir başkasına vermeme hususunda ona vesvese verir. Bunun başında insanı çoluk çocuğunun varlığıyla, ileride fakir düşebileceğiyle aldatmaya çalışır. Şeytanın bütün hilelerini bilen Yüce Allah, kullarını bu sinsî düşmanlarına karşı ikaz etmiştir. Bunlardan birisi de sadaka verme hususundadır. Bu konuda şöyle buyurur: “Şeytan sizi fakir düşmekle korkutuyor ve size cimriliği (sadaka vermemeyi) emrediyor. Allah ise size Kendi hazinesinden bağışlanma ve bolluk vaat ediyor. Allah’ın ihsanı geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir” (Bakara, 269) Sadaka kime verilir? Kullarını sadaka vermeye teşvik eden Rabbimiz, bu sadakaları verilecek yerlerden bazılarını da bildirmiştir. Meselâ bir ayette, “Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki, buyurulup iman esasları sayıldıktan sonra şöyle devam edilir: “Allah rızası için malından seve seve akrabalara, yetimlere, fakirlere, yolda kalanlara, ihtiyaç sebebiyle isteyen kimselere, hürriyetine kavuşmak isteyen esir ve kölelere bağışta bulunur” (Bakara, 177) Bu konudaki bir başka ayet şöyledir: “Sadakalar, kendilerini Allah yolunda hizmete adamış fakirler içindir. Onlar, yeryüzünde dolaşıp hayatlarını kazanmaya fırsat bulamazlar. Tok gözlülükleri sebebiyle, onların durumunu bilmeyen kimse kendilerini zengin sanır. (Ey Habibim,) sen onları yüzlerinden tanırsın. Yoksa onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Siz hayır olarak her neyi harcarsanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilir.”(Bakara, 273) Sadaka olarak güzel şeyleri verin Kendisi için en güzel şeyleri beğenen insanoğlu, iş sadaka vermeye gelince, elindeki güzel şeylerden değil, kötü veya en azından artık kendisinin beğenmediği veya meyve cinsinden ise çürük olanlarını sadaka olarak verir. Oysa ihsan ettiği rızıktan sadaka vermeyi isteyen Yüce Allah, böyle yapılmamasını emrederek şöyle buyurur: “Ey iman edenler, kazandıklarınızın helal ve iyi olanlarından ve sizin için yerden rızık olarak çıkardığımız şeylerden bağışta bulunun. Sizlerin ancak gözünüzü yumarak alabileceğiniz kötü şeylerden bağışta bulunmaya kalkışmayın. Bilin ki, Allah Ganiyy’dir; bol nimet sahibidir, sizin bağışınıza ihtiyacı yoktur. Ve Hamîddir; çok övülendir.” (Bakara, 267) Bu konuda bir başka ayet şöyledir: “Sevdiğiniz şeylerden bağışta bulunmadıkça asla iyilikseverliğe eremezsiniz. Şüphe yok ki, siz her neyi bağışlarsanız, Allah onu bilir.”(Âl-i İmran, 92.)

Sadakayı gösteriş için vermeyin Gösteriş için ibadet etmenin ahirette kula kesinlikle bir faydası dokunmayacaktır. Özellikle günümüzde kamera karşısında insanlara bir şeyler verenlerin şu ayet karşısında tüylerinin diken diken olması gerekir: “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını bağışlayan kimse gibi, siz de sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet vermekle boşa çıkarmayın. Böylelerinin durumu, üzerinde bir parça toprak bulunup da isabet eden şiddetli bir yağmurun çıplak bıraktığı kaygan bir taşa benzer. Böyle kimseler de verdikleri sadakadan dolayı hiçbir sevap elde edemezler. Şüphesiz Allah kâfir bir topluluğu doğru yola iletmez.”(Bakara, 264.)

“Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: “İyilikler, kötü akıbetlerden korur. Gizli sadaka Rabb’in gazabını dindirir, yakınlara iyilik etmek ömrü uzatır.» «Fakire verilen sadaka bir sadakadır. Fakat yakına verilen sadaka, hem sadaka ve hem de sıla-i rahim olarak iki sadakadır.» “ Gösteriş için mal harcayanların tehdit edildiği başka ayetler de vardır: Verdiği sadakanın aslında kendi faydasına olduğunu bilen insan, başkasına sadaka vermekle, iyilik yapmakla aslında kendisine iyilik yapmış olmaktadır. Çünkü eğer imkânı olduğu halde sadaka vermese, iyilik yapmasa, mahşer günü bunun hesabını verecektir. Sadaka verdiğinde ise aksine bunun mükâfatını görecektir. Diğer taraftan sadaka, kişinin hem kendisini, hem ailesini, hem de malını belalardan ve musibetlerden koruyan mânevî bir sigorta hüviyetindedir. Rabbimiz, sadaka verenin bundaki menfaatini şöyle bildirir: “Hayır olarak her ne harcarsanız kendiniz içindir. Zaten siz bağışlarınızı ancak Allah rızasını gözeterek yaparsınız. Yaptığınız bağışların karşılığı ise size tamamen ödenir. Sizler haksızlığa uğratılmazsınız.” (Bakara, 272) Sadaka Allah’ın rızasına vesile sayılmalıdır “(Bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe iman eder; bağışladığı şeyi de Allah’ın rızasına) ve Resulün duasına vesile sayar. Evet, bu gerçekten onlar için Allah’ın rızasına bir vesiledir. Allah onları rahmetine eriştirecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Tevbe, 99)

www.buhara.org 37


KUANTUM FİZİĞİ

BİZE NELER ANLATIYOR? “Bilimsel çalışmaların temel düşünce sistemini oluşturan Aristo mantığını ele aldığımızda Kuantum bilgisi bize bu mantığın tümüyle yanlış olduğunu gösteriyor.Yani A eşittir B ise B’de eşittir C ise A eşittir C çıkarımı artık bir kesinlik değil bir olasılık olmaktan öteye gidemiyor. Evet, şimdiden herkesin kafasının karıştığını anlayabiliyorum. Demek ki bizim de düşünce sistemimiz skolastik eğitim ile aristolaştırılmış. Öyleyse Aristo mantığının hayatın bir gerçeği olduğu değil, bize öğretilmiş belki de dikte edilmiş bir düşünce sistemi olduğunu anlıyoruz. D.Dinçer AYRAL

B

ugün modern fiziğin en önemli alt başlığını oluşturan veyahut modern fizikle direk özdeşleştirebileceğimiz bir alan kuantum fiziği. Birçok kişinin ismini duyduğu fakat içeriği hakkında bilgi sahibi olmadığı konu. Gerçi hali hazırda üzerine çalışma yapan bilim adamlarının dahi bu alanda akılları iyice karışmış durumda… Peki, Kuantum Fiziği bizim daha önce bildiğimiz neleri altüst ediyor. Hangi alanlardaki bilgileri tümüyle yeniliyor. Belki bu sorunun cevabı olarak; sadece fizik alanı değil kimya ve hatta biyoloji alanında ki birçok bilinenin tümüyle eksik veya yanlış olduğu sonucuna ulaşılabiliyor. Öyle ki bu konu felsefe alanına dahi girmiş ve şimdiden kuantum felsefesi ile ilgili yüzlerce binlerce çalışma yapılmış. Hollywood dahi bu alanı es geçmemiş birçok filmin ana temasını kuantum felsefesi oluşturmuş. Öncelikle bilimsel çalışmaların temel düşünce sistemini oluşturan Aristo mantığını ele alalım. İşte Kuantum bilgisi bize bu mantığın tümüyle yanlış

38

BUHARA

olduğunu gösteriyor.Yani A eşittir B ise B’de eşittir C ise A eşittir C çıkarımı artık bir kesinlik değil bir olasılık olmaktan öteye gidemiyor. Evet, şimdiden herkesin kafasının karıştığını anlayabiliyorum. Demek ki bizim de düşünce sistemimiz skolastik eğitim ile aristolaştırılmış. Öyleyse Aristo mantığının hayatın bir gerçeği olduğu değil, bize öğretilmiş belki de dikte edilmiş bir düşünce sistemi olduğunu anlıyoruz. 19.yy sonlarına gelindiğinde başta fizik olmak üzere bazı alanlarda yapılan bilimsel çalışmaların artık olgunluğa ulaştığı Newton Fiziği ve Newton düşünce sistemiyle beraber herşeyin açıklanabildiği bir evren kitabının yazıldığı düşünülüyordu. Zaman mefhumunu mutlak kabul eden bu düşünce sistemi Einstein’ın basit bir kaç cümlesiyle altüst oldu. Lakin ileri çalışmalar başlangıçta ütopik gibi görünen bu düşünceleri haklı çıkardı. Daha önce zaman kavramına hiç dokunmayan onun varlığını sabit ele alan koca kitaplar artık tenkit ediliyordu. Big Bang teorisinin de anlaşılmasıyla “zaman”ın da yaratılmış olduğu ispatlanmıştı. Bu ardıardına gelen şoklar


“Yaratılıyoruz ama mutlak varlığa asla ulaşamıyoruz. Anlayacağınız kısa bir süreliğine varız temelli değil.”

materyalist düşünce temeline kurulmuş bilim anlayışını iyice zorlamış yıkılacağını, geleceğinin olamayacağını ispatlamıştı. Peki, madde; maddenin de varlığı inkâr edilemezdi ya! Ne de olsa herkes devamlı müşahede ediyordu. Evet, şaşıracaksınız lakin kuantum fiziği maddenin varlığını dahi tartışılır hale getiriyordu. Elektronlarla yapılan çift yarık deneyinde elektronların aynı anda iki yerde birden bulunabileceğinin anlaşılması “hacim” kavramını altüst ediyor, en dokunulmaz alanları dahi sorgular hale getiriyordu. Artık bilim dünyasında şu soru sorulur hale geldi. Madde gerçekten var mı? Yoksa sadece beynimize giden elektrik sinyallerinden başka bir şey değil mi? Bu soruya bilim adamlarının verebildiği cevap madde enerjinin yoğunlaşmış bir halidir. Meşhur E=mc2 formülü işte. Ya peki enerjiyi gören var mı ya da enerjinin elektron, protonları var mı elbette yok! Öyleyse yokluktan varlığa bir geçişin olduğu anlaşılıyor. Fakat hemen öyle heveslenmeyin! Buradaki varlıktan veya mad-

deden kastımız, esasında çokta kararlı bir bölge değil gerçekte varlıkla yokluk arasında gidip gelen bir manası var. Kısacası yaratılıyoruz ama mutlak varlığa asla ulaşamıyoruz. Anlayacağınız kısa bir süreliğine varız temelli değil. Buradan çıkan sonuçlarla Darwinist ve Materyalist düşünce sistemi tümüyle çökmüş oluyor. Sizleri duyar gibiyim. Madem öyle neden bu hususlar bilim adamları tarafından her seferde dile getirilmiyor? Evet, maalesef günümüzde hala bilim dünyası ve bilim adamları materyalist ve darwinist düşünce sisteminden vazgeçemiyor. Çünkü artık onlar için bu kavramlar bilimsel bir bilgi olmaktan çıkmış inanç seviyesine yükselmiştir. İnançlarından asla vazgeçmek istemiyorlar. Kuantum fiziği ile ilgili ise “her türlü çalışmayı yap ama işe bir Yaratıcı karıştırma” diyorlar. Tabii ki artık iradeleri de oldukça zayıflamış durumda, gerçekleri durduramayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bu hususta bir ateist bilim adamının bu sözleri durumlarını özetliyor: “Bu konuda belki de en iyisi hiç konuşmamak...”

www.buhara.org 39


HUZURU NEREDE ARAMALIYIZ? Nazlı KÖSEOĞLU

40

BUHARA

“Onlar ki inanmışlar ve kalpleri Allah’ı zikretmekle huzura kavuşur. İyi bilin ki ancak Allah ı zikretmekle kalpler mütmain olur.” (Rad 13/28)


H

uzur gönül rahatlığıdır. İnsanın kendini güvende ve emniyette hissetmesidir. Yıllar geçse asırlar değişse de hangi toplumda olursa olsun ırkı, inanışı ne olursa olsun insanlar huzuru aramak için birçok adrese başvurmuştur. Doğru adresi bulana dek bu arayış sürer, kimi maddede arar kimi maneviyatta... Modern hayatın getirdiği konfor, rahatlık, varlık dahi insanları mutlu etmeye yetmiyor. Âşık Yunus’un dediği gibi; “bunca varlık var iken geçmez gönül darlığı. İnsanların huzursuzluğunun nedenidir gönül darlığı.” İnsanoğlu yaradılış gereği bekayı çok sever, dünyaya sımsıkı sarılır, her şeye sahip olsalar da hep eksik kalan bir şeyler olduğunu düşünürler içlerinde ki, boşluğu doldurmak için geçici heveslere kapılırlar; içki ve uyuşturucuda ararlar, olmaz, başka sapkınlıkları denerler yine olmaz ve içinden çıkamayacağı bir boşlukta sürüklenir giderler. İşlenen her bir günah kalbe birer siyah nokta olarak yerleşir ve kalp günahtan kararmaya başlar artık hiç bir şey insanı mutlu etmemeye başlar. Oysa bilmez ki, aç bırakıp bir kafese kapatmış ruhu çırpınmaktadır. Artık asrın hastalıklarının pençesine düşmüştür. Yaşadığı her sıkıntıda sabır ve şükür mahiyetini bilmediği için isyana yönelir ve intihara kadar gider bu karamsar tablolar. Bizler küçük sıkıntılarda bir avuç suda boğulurken, Allah dostlarının yaşadıkları sıkıntılara rağmen o büyük zatlar okyanuslarda bile boğulmadılar. Sabır kahramanı hz. Eyup (a.s) kıssasında bunun en güzel örneğini müşahede etmekteyiz: Hz. Eyûp (a.s) epey bir müddet yara bere içinde kaldığı halde o hastalığın mükâfatını düşünerek tahammül etmiş. Sonra yaralarından üreyen kutlar zikri ve ilahi mafiretin makamları olan kalbine ve diline iliştiği zaman, kulluk vazifesine zarar geleceği düşüncesiyle kendi rahatı için değil Allah’a kulluk edebilmek, O’nun adını zikredebilmek için demiş ki: “Ya Rab! Bu hastalık bana dokundu, dilimdeki zikrime ve kalben kulluğuma zarar veriyor.” Cenab-ı hak halis, saf, samimi, sırf kendi rızası için yapılan o yakarışı harika bir surette kabul etmiş. Hz. Eyup’a tam bir afiyet ihsan edip onu merhametinin türlü tecellilerine mazhar eylemiş. Bu kıssada da olduğu gibi huzur zikirde gizlidir. Allah’ı zikredenle zikretmeyen, diri ile ölü gibidirler. (Buhari, deavat, 67) “Onlar ki inanmışlar ve kalpleri Allah’ı zikretmekle yatışır. İyi bilin ki ancak Allah ı zikretmekle kalpler mütmain olur.” (Rad 13/28)

Kuran okumak, tefekkür ve namaz da zikirdir. Biz kıldığımız namazda okuduğumuz Kuran da ve Allah’a tüm kalbimizle teslimiyette buluruz huzuru. Namaz ruhun teneffüse çıkmasıdır. Nasıl ki bir öğrenci zilin çalmasını sabırsızlıkla bekliyorsa ruhumuzda namaz kılınacak dakikaları sabırsızla bekler. Ruhumuzun da mola vermeye ve beslenmeye ihtiyacı vardır. Unutmayalım ki namaz ruhun gıdasıdır. “Ey iman edenler; Allah’a rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin, hayırlı işler yapın ki felah ve huzur bulasınız. ” (Hacc, 77) Dünyanın geçici olduğunu bilerek, sadece sonsuz kudrete bağlanmalıyız. Her işimizde Allah rızası için niyetlenmeli ve işimizi ona bırakmalıyız. Çünkü Cenab ı Hak kullarını yolda bırakmaz. Rabbim’in merhameti sonsuzdur, biz O’na bir adım atarsak O bin adımla karşılık verir. Allah bizlere güzellikler sunduğunda mutlu oluyoruz da ondan gelen hastalık ve sıkıntılarda ümitsizliğe kapılıyoruz. Oysaki hastalığın bir dakikası bir saat ibadet hükmüne geçmektedir. Tabi ki isyan etmez, Rabbimden gelen başım üstüne der isek… Aslında bütün mesele her şeyin sahibi olan, kâinatın düzenini belirleyen Allah’a teslim olmak… Sizin hayır bildiklerinizde şer vardır, şer bildiklerinizde hayır. Allah bilir, siz bilmezsiniz” buyuruyor Allah. “O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır’ derler.” (Bakara, 156) “Beni yediren ve içiren O’dur. Hastalandığımda bana şifa veren de O’dur.” (Şuarâ 26/79-80) Ayetlerden de anlaşılacağı üzere her şey O’nun muradı dâhilinde cereyan eder. Biz O’nun müdahale yoluyla hükmünü değiştiremeyiz. Bize düşen ise ancak ve ancak O’nun hanginizin iyi hangimizin kötü olduğunu ayırt edici imtihanı karşısında O’nun razı olacağı duruşu sergileyebilmektir. Bir kulun duyacağı en büyük huzur bu olsa gerek. Bu bağlamda arayış içerisinde olan insanoğlu aslında huzurun İslam’da olduğunu bilse boş şeylerde aramaz. Huzurlu yaşamak her insanın hakkı ve bu bizim elimizde. Bizler kulluk vazifelerimizi en doğru şekilde yerine getirirsek, yaratılan her şeyde Rabbim’in esmasının nakşını görürsek, namazı dosdoğru kılar cennetin anahtarını da elimize geçirdiysek ve yanı başımızdaki ölümü unutmayıp hazırlığımızı yaptıysak işte o zaman ne mutlu bize. Bu şekilde yaşayan insanlar sırtlarındaki yükü bırakır, ruhunu besler ve kendini hafif ve güvende hisseder. Çünkü Rabbine teslim olmuştur. Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. O vakit ömrünüzün dakikaları seneler hükmüne geçer diyoruz.

www.buhara.org 41


GÜZEL RÜYA MÜJDEDİR

Büyük velilerin eserlerinden de öğrenildiği gibi rüya âleminde ölülerin hallerinin anlaşılması, onlarla kurulan temaslardan anlaşılmaktadır. Mesela: Cüneyd-i Bağdadi’yi rüyada görüp,

R

ahmani rüyalar hakkında Efendimiz (Sav), “Güzel rüya Allah’tan’dır.” buyurur.

Rüyada çeşitli hikmetler vardır. Kur’an-ı Kerim’de rüya ile ilgili bilgi mevcuttur. Hadis-i Şeriflerde bilgi verilmiştir. Rüya tabiri, ilim işidir. Görülen rüyalar ehline veya salih kimselere anlatılmalıdır. Zira onlar rüya tabiri ilmini bilmese de hayra yorduğu için zararı olmaz. Salih kimseler ölmez. Ayet-i Kerimede: “Allah yolunda ölenleri ölü sanmayın. Onlar (Rableri katında) diridirler…” buyurulmaktadır. Yani onların ölümü tamamen yok olmak demek değildir… Büyük velilerin eserlerinden de öğrenildiği gibi rüya

42

BUHARA

âleminde ölülerin hallerinin anlaşılması, onlarla kurulan temaslardan anlaşılmaktadır. Mesela: Cüneyd-i Bağdadi’yi rüyada görüp, “Allah sana nasıl davrandı?” diye soran kimseye “Sadece gece kıldığım iki rekât namaz beni kurtardı” diye cevap verildiği gibi daha birçok misaller vardır… Yine ünlü bir müceddid İmam-ı Gazali’ye göre; insanların rüya âleminde gördüklerini Peygamberler ve bazı zatlar uyanık iken görür. Zira Peygamberlerin ve Velîlerin keşfi kimyaya, âlimlerin ilmi de altına benzermiş… Başlı başına sırlarla dolu olan rüya ilmi ne satırlara ne de idraklere sığar gibi…Allah’ın lütfuyla ancak ehli olanlardan bir nebze haberdar olabilirsek ne mutlu!...


“Allah sana nasıl davrandı?” diye soran kimseye “Sadece gece kıldığım iki rekât namaz beni kurtardı” diye cevap verildiği gibi daha birçok misaller vardır… Nurten ÜSTÜNGÖR

Hz. Mevlana’nın Görmüş Olduğu Rüya Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi (kaddesallahü sirruhu) beş yaşlarında iken Nişabur’da bir rüya görüp ve rüyasında gayet nurani bir ihtiyarın kendisine altı çatal yani altı adet dalı olan bir gül verdiğini babası Sultanü’l -Ulema hazretlerine anlatmış. Babası Sultanü’l-Ulema oğlunun rüyasını tabir edip: “ –Oğlum sana rüyanda verilen altı dallı gül senin altı ciltlik bir kitap sahibi olacağına işarettir” demiş, bunlar bu müzakerede iken, bunu konuşurlarken Feridüddin-i Attar hazretleri yanlarına gelerek; “-Altı dallı gülün sırrına ulaşıncaya kadar bu kitap ile meşgul oladurursun.” diyerek Hazreti Mevlana’ya esrarname ismindeki ve bir ismi de Mantıku’tTayr* olan kitabı takdim etmiş ve Mevlana hazretleri’nin gördüğü rüyayı keşf eylemiştir.

Meğer Mevlana hazretlerinin rüyasında kendilerine altı dallı gülü veren ihtiyar Ferüdiddin-i Attar hazretleri imiş. Dipnot *Mantıku’t-Tayr: Feridüddin-i Attar’ın kuşların dilinden kuş güzelliği ile anlatılan, yüzyıllardır güzelliğini koruyan klasik bir eseridir. Konusu: Yol gösteren ve Mevlana hazretlerinin sık sık bahsettiği Hüt hüt önderliğinde, kuşların Simurg Sultanı’na kavuşmak için yaptığı yolculuğu anlatır.” Hedefe ulaşan otuz kuşun hikayesidir”. Kaynak Kimya-i Saadet, Yüce Veliler ve Evliyalar Ansiklopedisi

www.buhara.org 43


EFENDİMİZİN (SAV) SÜNNET İ SENİYYELERİ

“Sünnet-i Seniyye, edepdir. “

Resûl-i Ekrem (sav) buyurmuştur: “Allah’a ve Resulüne itaat eden kimseler; nebiler, sıddîkler, şehitler, sâlihler ve Allah’ın kendilerine in’am ve ihsanda bulunduğu kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaşlardır.” Yurdanur GÜLER

S

ünnet-i Seniyye, edepdir. Resûl-i Ekrem (sav) buyurmuştur: “Allah’a ve Resulüne itaat eden kimseler; nebiler, sıddîkler, şehitler, sâlihler ve Allah’ın kendilerine in’am ve ihsanda bulunduğu kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaşlardır.” Bu hadis i şerif ışığında en büyük amacımız sünnet i seniyyeyi ilmek ilmek ruhun en derinliklerine, gönle nakşetmek olmalıdır. Çünkü hz. Aişe annemizin ifadesiyle onun ahlakı Kuran ahlakıdır. Sünnet i seniyye ile yaşamak onu sevgilinin gönlüne ulaşabilme arzusu ile onun etrafında pervane olup, her istediğini yerine getirmek için can ı gönülden çabalamak, ne muhteşem bir saadettir. Onu seven onun gibi olur. O olmak, onda olmak, onun gibi olmak... Resûl-i Ekrem’e (sav) benzemek, Allah Teâlâ’nın ve Efendimiz’in rızasını, sevgisini kazanmaya ve günahların affına sebep olur. Sünnet i seniyyeye uyarak Resullullah´a (s.a.v) benzemiş

44

BUHARA

oluruz ki, Peygamberimizin yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. İşte bu sünneti seniyyelerden bazıları: Selamlaşmak Selam dua, selamlaşmak ise karşılıklı dualaşmaktır. İki Müslüman karşılaştığı zaman birbirine (Selamün aleykum/ Allah’ın selamı üzerine olsun) demesi, sonra da salavat getirerek el ile musafaha etmesi sünnettir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Bir selam ile selamlandığınızda ondan daha iyisiyle ve ya aynısıyla selamı alın…” (Nisa, 86) Efendimiz (sav) ise şöyle buyurdu: “Müslüman’ın Müslüman üzerindeki altı haktan biri de selam vermektir.” (Müslim) Musafahalaşmak İki Müslüman arasında sevgiyi artıran bir başka sünnet i seniyye ise musafahadır. Sevgiyi artıran diyoruz, çünkü musafaha eder-ken başparmakta bulunan kanallardan muhabbet yayılır, iki


kişide de aynı duygular hâsıl olur. Musafaha eden kişilerin günahları dökülür. Ebu Zer Gıfari (r.a) buyuruyor ki: Resulullah (s.a.v) ile her karşılaştığımda benimle musafaha ederdi. Hediyeleşmek Hediye; Islam ahlakındandır, sevgiyi ve muhabbeti artırır. Hediyeleşmek menfaat ve ya başka bir maksat gözetmeksizin, sırf Allah rızası için yapılırsa, sünnettir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadis i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Hediyeleşin, zira hediye, kalpteki kuşkuları giderir. Komşu kadın, komşusu kadından gelen (hediyeyi) hakir görmesin, bir koyun paçası olsa bile.” (Tirmizi) Davete İcabet Sosyal hayatta, misafirlik ve davet mühim bir yer tutar. Müslüman için “ikram vesilesi” çok boldur. Meselâ, uzun bir yolculuktan gelince (hacdan, umreden vs. gibi uzun seyahatlerden) bir hayvan kesip ziyafet vermek sünnettir. Bir kimsenin çocuğu dünyaya geldiğinde, çocuğun sünnetinde, düğünde, ev aldığında, araba aldığında ziyafet vermesi sünnettir. Misafir ağırlamak, yemek yedirmek, ziyarete gelenlere ikram etmek Mü’minin şiarıdır, salih kişilerin âdetidir. Hz. İbrahim’in (a.s) misafirperverliği meşhurdur. “Allah’ın dostu” mânâsında “Halilullah” diye yâd edilen Hz. İbrahim (A.s) misafir olmadan sofraya oturmaz, yola çıkar misafir gözetlerdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve sahabelerinin misafirperverlikleri, ikramları hepimize örnek olmalıdır. Onlar bir avuç hurmayı, bir parça ekmeği, bir parça eti birbirleriyle paylaşır, birbir-lerine ikram ederdi. Hz. Ibn i Mes’ud (r.a.) nak-lediyor: “Davete icabet edin. Hediyeyi red etmeyin ve Müslümanları dövmeyin.”

Mes Giymek Mes giymek sünnettir. Bununla birlikte mes giymeyen bir kimseyi ayıplamak ve kınamak dogru olmaz. Peygamber efendimiz, mübarek ayaklarına mest giymiş ve nasıl mest giyilecegini göstermiştir. Mes hakkında hadis-i şerifde buyuruluyor ki:“Yahudiler, namaz kılarken nalın veya mes ile ayaklarını örtmezler. Siz onlara muhalefet edin, nalın veya mes giyinin!“ (Müslim, Ebu Davud) Misvak Kullanmak Islâm dini temizlige büyük bir önem vermiş ve temizligi imanın belirtilerinden saymıştır. Hz. Muhammed’in (S.A.V) önemle tavsiye ettigi, diş fırçası vazifesini gören, hoş kokulu ve erâk adı verilen meyvesiz bir agacın dallarından kesilip kullanılan parçaya misväk diyoruz. Hz. Âişe’den nakledildigine göre, Rasûlullah (S.A.V) şöyle buyurmuştur: “Misvak kullanarak kılınan namazın, misvaksız namaza üstünlüğü yetmiş kattır.” Namazda Sarık Veya Takke Kullanmak Namaz kılarken erkeklerin başını örtmesi sünnettir. Maksat saçları göstermemek degil, başa bir şey koyarak sünneti yerine getirmektir. Başı örtmek, dört mezhepte de sünnettir. Dört mezhepte de takke sarıgın yerini tutmaz, ama takke başı kapattıgı için namazı mekruh etmekten korur. Sarıkla kılmak elbette daha faziletlidir.

Allah’ın Resulü (S.A.V) şöyle buyurmaktadır: “Sarıkla kılınan iki rekât namaz, sarıksız olarak kılınan yetmiş rekatHasta Ziyareti Hasta ziyareti sünnettir. Biri hastalanınca hemen tan daha hayırlıdır.” ziyarete gidilmez. Sık sık gitmek de dogru değildir. En fazla iki günde bir gidilebilir.“Sırf Allah rızası için, arkadaşını veya bir hastayı ziyaret eden için, Allah Teâlâ buyurur ki: Ne güzel ettin. Cennette kendine bir köşk hazirlamış oldun“ (Buhari)

Beyaz Giymek Peygamber Efendimiz giyim kuşamda bazı renkleri daha çok tercih etmiş, elbiselerini bu renklerden seçip hem de ashâb-ı kirâma tavsiye etmiştir. Beyaz, tercih ettigi renklerin başında gelir. Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Beyaz renk elbise giyiniz. Çünkü beyaz daha temiz ve daha hoş görünümlüdür. Ölülerinizi de beyaz kefene sarınız.” (Tirmizi)

Tebessüm Gülümsemek, güler yüzlü olmak ve az gülmek sünnettir. Bunlar da sadaka sevabı vardır. Bunlar kalbe hayat verir. Ruha huzur verir. Peygamber Efendimiz (S.A.V ) Buyurmuştur ki: “Allah’tan kork ve hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birisine kovandan su vermek ve ya Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak dahî olsa.” (Müslim ) “De ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” ( Al-i Imran, 31)

www.buhara.org 45


VUSLATA DOSTLA ERİLİR

İnsan ulvî cephesiyle ilahî âleme, bedenî varlığı ile de tabiata yani fizikî âleme bağlıdır. Süflî vasıflar, onun maddî varlığından kaynaklanmaktadır. Çünkü “nefis olabildiğince kötülüğü emreder.” (Yusuf, 53) İnsan, günahları ile ruhuna ıstırap çektirir. Ruhu her yerinden yaralayan nefsani arzular, hakikatte ruhun kafesi bedeni sinsice çürütmektedir. İnsanın en üstün gayesi, ruhun tekrar kendi ilahi aslına, Allah’a dönüşü ve O’na kavuşmayı sağlamak olmalıdır. Dr. Günay BEYHAN

A

llah’ a erişmek, ermek, varmak, ulaşmak anlamına gelen vuslatı ehli tasavvuf Allah’a ulaşarak O' nun’la hem hal olma anlayışı olarak tarif eder. Bu hususta arzu edilen, Hakk’ a ermek, kemale ermek, olgunlaşmak, seyr-i ve süluku tamamlamaktır. Böylece Allah’ın lütfu ile kul arzu ettiklerine kavuşur. İnsan maddi varlığı ile fiziki hayatı, ruhi varlığı ile manevi hayatı temsil eder. Çünkü insan, yaratılışı gereği ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Ama onun ruhu ilahî bir âlemden kopup geldiği için, asıl yönü manevî tarafıdır. Cesede girdiği an-

46

BUHARA

dan itibaren çeşitli aşamalardan geçerek gelişen bir bedene hapsolduğu için, geldiği âlemden ayrılışın ıstırabını ve hasretini çekmektedir. Asıl mekânından koparılarak beden hapsine düşmüş olan ruhumuzu Allah’ tan gayrı hiçbir şey tatmin etmediğinden, sürekli esas vatanına kavuşma özlemi çekmektedir. Burada önemli olan insanın ezelde Allah’la yapılan sözleşmesine sadık kalarak, Allah’ tan gelen ruhumuzun yine O’ na döneceğinin bilincinde olmasıdır. Bu hasret, arayış ve ayrılık acısı ise kişiyi sürekli olarak olgunlaştırmaktadır.


İnsan ulvî cephesiyle ilahî âleme, bedenî varlığı ile de tabiata yani fizikî âleme bağlıdır. Süflî vasıflar, onun maddî varlığından kaynaklanmaktadır. Çünkü “nefis olabildiğince kötülüğü emreder.” (Yusuf, 53) İnsan, günahları ile ruhuna ıstırap çektirir. Ruhu her yerinden yaralayan nefsani arzular, hakikatte ruhun kafesi bedeni sinsice çürütmektedir. İnsanın en üstün gayesi, ruhun tekrar kendi ilahi aslına, Allah’a dönüşü ve O’na kavuşmayı sağlamak olmalıdır. Bedenin asgari geçimi temin edildikten sonrası haramdır. Oysa ruhumuz hep iyiliği emreder. Bedenimizin nasıl ki dışarıdan beslenmeye ihtiyacı varsa, ruhumuzun da beslenmeye ihtiyacı vardır. Ancak ruhun beslenmesi beden ihtiyaçları gibi maddi değildir. Çünkü ruh etten ve kemikten değildir. İlahidir rahmanidir. Bu özelliği ile Rahmana doğru yöneliş halindedir. “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” (Maide, 5/54) ayeti kerimede buyurulduğu üzere Yüce Rabbimiz kendisini sevene rağbet ederek onu sever. Bu sevgi kolay kazanılmaz ve birtakım manevî hâllerin gerçekleşmesi ile mümkündür. Allah’ a kavuşana kadar gerçekleşecek olan sıkıntılara katlanarak sabretmek ve bu uğurda çekilen çileler manevi mertebeyi belirler. Bu amaçla insan, ruhunun safiyetini koruyarak, ruhani güçlerinden gereğince istifade edebilmeli ve ruhani yükselişinin gerçekleşmesini istemelidir. Dünyalık isteklerini terk eden kişi artık ilahi isteğinin peşinde koşmaya başlar. Bu artık diriliş ve yeniden varoluş anıdır. Bu öyle bir dönemeçtir ki, herkesten her şeyden vazgeçmenin başlangıcıdır. Bu artık “terk i dünya, terk i ukba, terk i bendi ve terk i terk” olmanın yoludur. Mutlak varlığa olan bu tek ve hakiki yöneliş ile ilahi aşka giriftar olan ruhun özlem ateşini sular söndüremez. Ancak böyle bir insan madde âleminden uzaklaşıp nefsini saflaştırarak temaşa âlemine yükselebilir. Ancak kendi benliğinden sıyrılmış, kendini hayret denizine daldırmış ve kaptırmış olan ruh Allah’ta yok (Fenafillah) olabilir. Allah ile kul arasında gerilmiş ve nefsin kendisini Allah’tan ayrı bir varlık görmesinden kaynaklanan büyük perdeler vardır. Çünkü Allah’ a ulaşan yollar çok çeşitli olmasına rağmen tuzaklarla doludur. Ölmeden önce ölme sırrına eren her insan için bu perdeler ortadan kalkar. Allah yolundaki her insan bu perdelerin kaldırılması için çalışmalıdır.

artık büyük bir gaflet hali içindedir. Çünkü gaflet içindeki ve Allah'ın zatından bihaber olan insan sadece Allah'ın sanatını ve yarattıklarını görür. Hakk’ ın yarattıklarına ve sıfatlarına takılıp kalan insan ise, Allah'ın zatından mahrum kalır. Hakikati anlamanın yaratılış gayesine erebilmenin kısaca vuslata ermenin tek yolu bir Mürşid-i Kamile tabi olmaktır. Mürşid-i Kâmilin uyandırışı ile yeniden doğan insan kendi cevherinin farkına varmaya başlar. İşte o zaman kişi içinde duyduğu derin özleyişin kime ve nereye doğru olduğunu idrak eder. İlahi varlığı önce dış âleminde, sonra iç âleminde bularak tecelliye eren insan artık, Allah’ın nazarı ile bakan ve baktığı her yerde Allah’ı görme sırrına erer haline gelir. Kemâl mertebesinde olan insan bile kendine karşı daha hoş bir yöneliş içerisinde olduğundan tam bir olgunluğa eremez. İnsan-ı kâmil olabilmek için, zannı terk etmek gerekir. Oysa Mürşid-i Kamil, insanların iyisine de kötüsüne de ayrım gözetmeksizin aynı mesafede yaklaşır. Bu nedenle her kesimden insan kendi idrak ve anlayışı nispetinde, bu üstün insanlara yaklaşır, onlara yar olur, onların hâlleriyle hâllenmeye çalışır. Hakikate, her türlü şüphe ve tereddüt geride kaldıktan sonra varılır. İnsan-ı kâmillerin gönül hazinelerindeki nuru görmek, sözlerindeki hikmetli manaları yakalayıp ilahi aşka ulaşarak zahitlikten arifliğe, maddeden manaya ve ilimden irfana kavuşmak ancak bu yol ile mümkün olur. Tasavvuf ehline göre, herhangi bir şeyi güzel bulan ve ona gönül veren kimsenin kendisiyle o güzel arasında bir asıl ve mana benzerliği vardır. Çünkü her cins kendi cinsinden hoşlanır. Âlim başkasının ilminden, fazıl başkasının faziletinden hoşlanır. Halktan biri eğer Allah’a ulaşma yolundan hoşlanıyorsa bu kişide faziletli insan olma istidadı vardır. Bu itibarla vuslat akılla değil aşkla mümkündür. Her konuya akıl erdirmek, fikir yürütmek marifet değildir. Hakk’ ın divanına ancak kâmil bir yol gösterici ile yanık bir yürek ve yaşlı gözler ile varılır. Hakikat âleminin semalarında dolaşabilmek için kişinin maddi varlığından vazgeçip tüm duyularını kapaması gerekir. Rahman’dan gelen feyzin alınması ancak bu yolla mümkündür. Dünyevi sorumluluklarımızı yerine getirirken Allah’ ın rızasına göre yaşayalım. Her neyi yaparsak Allah için yapalım. Her nefeste Hakk’ ın rızasını kazanmak hedefimiz olsun. Allah dostları ile birlikte olalım ki Allah’ ın dostu olalım. Sevdiğini sevelim ki O da bizi sevsin.

En büyük perde ise nefis ve benliktir. Nefsinin peşinde koşan ve benliğinden kurtulamamış insan

www.buhara.org 47


HZ. PEYGAMBER’E (SAV) GÜNÜ GÖRE YAŞAMAK

Dr. Muhammed BOZDAĞ

D

(sav). Öyleyse onun modelliğine nasıl başvurabilir; yaşantısından hangi zaman yönetimi derslerini alabiliriz? Kimsenin günlük serveti 1440 dakikadan bir saniye uzun ya da kısa değildir. Lakin kimimiz heba ediyor servetini, kimimiz sonsuzluktan yeni bir saray kazanma gayretiyle günün sonuna ulaşıyor.

Bu kısacık hayatı gerçek anlamda verimli ve dopdolu yaşamanın yolu nedir? Zamanı nasıl yönetebilirsek büyük zafere erişebiliriz? Şüphesiz insan için gerçek zafer dünyayı da ahireti de kazanmayı başarmaktır. İnanıyoruz ki yeryüzünde böyle bir başarıyı en zirve düzeyde ortaya koyan en büyük insan Hz. Muhammed’dir

Hz. Peygamber (sav) nasıl yaşadı? Efendimiz bugün aramızda olsaydı hangi olay karşısında ne yapardı? Televizyon izler miydi? İnternete girer miydi ve bunları yapacak olursa nasıl yapardı? Hangi kanal veya sitelerde niçin ve ne kadar zaman geçirirdi? Kahveye, bankaya uğrar mıydı? Borsayı takip eder miydi? Evinin ışıkları gece geç saatlere kadar yanar mıydı? Geç saatlerde alışveriş merkezlerinde dolaşır

ünyaya geldik ve uğurlanmaya hazırlanıyoruz. Sessiz veya şatafatlı günler üzerinden ömür bitiyor. Hiçbirimiz yeryüzünde ebedi değiliz. Maddî itibarlar çürüyüp gitti ve mânevî itibarlar ölümsüzleşti. Yeryüzünde misafir olduğumuzu, sabırla ve şükürle sınandığımızı ve sonsuzluğa eğitilerek hazırlandığımızı biliyoruz.

48

BUHARA


mıydı? Sabah işe nasıl giderdi ve evine ne zaman dönerdi? Şüphesiz; Hz. Peygamber’in (sav) ahlâkı Kuran ahlâkıdır. Hayatını Kuran’a göre plânlamış, önerilerini, öğütlerini, kişisel modelini ona göre oluşturmuştur. Şu halde Hz. Peygamber’in (sav) yaşantısından ve sözlerinden edinebileceğimiz zaman yönetimi ilkelerinden sadece bir kaçını hatırlayalım: -Zamanı yönetmek ömrün kısalığını keşfetmekle başlar. Hayat ebedi değil, hızla tükeniyor ve her insan herhangi bir günde dünyadan ayrılabilecek yaştadır. Hz. Peygamber (sav) “İnsanlar iki nimetin değerini takdir edemiyorlar: Sağlık ve boş vakit.” buyurmuştur. -İkinci adım hayatına bir amaç ve misyon bulmaktır. Hz. Peygamber (sav) gençliğinde, çobanlıktan ticarete kadar çeşitli işlerle ve kimi derneklerdeki rolüyle nasıl sosyal hizmete adanmışsa, fakirin, yetimin, muhtacın derdiyle ve insanlığın imanıyla son nefesine kadar o kadar içten ve azimli ilgilenmiştir. Yüce Allah’ın “İnsan ancak çalıştığının karşılığına erişir.” (Necm, 39) buyruğunu düşününce, Hz. Peygamberin (sav) bu büyük başarısının ardında ne büyük bir çaba gizlendiğini daha iyi anlıyoruz. Amaçsız insanların yönetecek ömürleri yoktur. Tek işleri ömür öldürmektir. Oysa mü’min, başında cenneti kazanmak veya kaybetmek gibi çok büyük bir dava bulunduğunu unutmaz. Allah yolunda nefsiyle ve malıyla mücadele etmesi gerektiğini aklından çıkarmaz. Hem dünyaya tutunmaya, hem ahireti kazanmaya çalışır, hem de insanlığın kurtuluşu işin çırpınır. Bu idrakteki mü’min, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmanın” heyecanı içerisinde koşuşturmak ister. Önünde en büyük insan Hz. Muhammed’in (sav) 23 yıla sığdırdığı, hala insanlığı dönüştürmeyi sürdüren baş döndürücü bir mucize devrim vardır. Azim, adanmışlık, fedakârlık, kahramanlık dolu bir hayat örneği vardır. -İşi ertelemek ömrü öldürmektir. Hz. Peygamber (sav) “ ‘Yarın yaparım, ertesi gün yaparım’ gibi düşünceler şeytanın prensibidir.” buyurmuştur. Her gün gibi bugünün önemli görevleri vardır. Bugünün ibadetleri, öğrenilecekleri, bugünün aileye, sağlığa, eğitime, mesleğe karşı gerektirdiği sorumluluklar uyanır uyanmaz karşımıza çıkar. Her günün işini gününde yapmayan unutur, gelişmez, gücünü yitirir. Her günün işi o günü doldurmaya yetecek ve hatta artacak boyuttadır.

Dolaysıyla erteleyiciler üretici olamazlar. Aciz düşerler, ağır bedeller öderler. Bu yüzden bir işe başlamak onun çoğunu yapmak sayılır.

-Kapasiteyi arttırarak ilerlemenin yolu kalite bilincidir. Bunu da Hz. Peygamber’in (sav) “İki günü birbirine denk olan ziyandadır.” “Beni Allah’a yaklaştıran ilmimin artmadığı bir gün yaşayacak olsam, o günü hayırla geçirilmeyen bir gün sayarım.” ifadelerinden anlarız. Her gün ilmine, yeteneklerine ve hizmetine bir yenilik eklemesi gerekir insanın. Her gün yeni bir şey öğrenmeli, yeni bir şey yapmalı, yönettiği hayatına yenilikler ve gelişmeler eklemeye çalışmalıdır. Böylece yönü yukarıya olur ve yaşadıkça yükselişini sürdürür. Aksi takdirde gelişmeye odaklanmayanın yönü aşağıyadır; sürekli kapasitesi küçüleceği için ömrü daralır ve zaman içinde anlamlı bir iş üretemeyen zavallı birisi haline dönüşür. -İnsan hayatını sorumluluk alanlarına göre plânlamalıdır. İşinize odaklanıp da sağlığınızı yitirmek ister misiniz? Ailenize odaklanıp da ahiretinizi yitirmek ister misiniz? Hayatımızla bağlantısı olan herkese ve her şeye karşı sorumluluğumuz var. Sonsuzluğu kazanmak için Rabbimize karşı görevlerimiz var. Sağlıklı yaşamak için beynimize ve bedenimize karşı sorumluyuz. Özel sığınağımızı korumak için ailemize karşı görevlerimiz var. Geçimimizi sağlamak için mesleğimize karşı görevliyiz. Gününün bir kısmını dinlenmeye, bir kısmını ibadete, bir kısmını ailesiyle ilgilenmeye, bir kısmını toplumun ihtiyaçlarıyla ilgilenmeye ve bir kısmını da hak dini tebliğ etmeye ayıran dopdolu yaşamış bir peygamberin hayatı en dengeli hayattır. Ortaya koyduğu sünnet bedeni sıhhate, aileyi huzura, mesleği zafere, ahireti cennete dönüştüren hayattır. Zamanı yönetmek, günün akışında her görevi doğru yerde, zamanda ve biçimde yerleştirmektir. -En verimli gün, etkili dinlenme aralıklarına bölünen gündür. Durmaksızın ve dinlenmeksizin veya akılsız ve dengesiz dinlenmelerle yaşayan ömür sermayesini verimsizce tüketir.

www.buhara.org 49


Hz. Peygamber (sav) gününü namaz vakitleriyle bölümlemiştir. Gecenin yarısından sonra veya son üçte birlik kısmında, teheccüd, ardından sabah ve öğlen namazı, kısa öğlen uykusu, ikindi, akşam, yatsı namazlarıyla bölümlenmiş bir ömür var önümüzde... İnsan verimlilik istiyorsa koşuşturmaya ara vermeli, maddî/mânevî dinlenmeli ve hayatın koşuşturmalarına kaldığı yerden devam etmelidir. “Allah geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı ve gündüzü de hareket ve çalışma vakti yapmıştır.” (Furkan 47) buyruğu çerçevesinde gece istirahat etmeli, gündüz hareket halinde olmalıdır. Bugün bizler nerelerde hata yapıyoruz? Sabah evden çıkıyoruz, koştura koştura, dinlenemeden, bir camide, secdede rahatlayıp gevşeyemeden veya namazı bile alelacele kılarak, akşama kadar enerji sistemlerimizi çökertiyoruz. Sonra da eve yorgun argın varıyor, televizyonun karşısında sızıp kalıyoruz. -Başarı erken yatıp, erken kalkanın hakkıdır. Hz. Peygamber (sav) yatsıdan sonra teheccüde kadar uyumuş ve kalan uyku ihtiyacını da öğle (kaylule) uykusuyla tamamlanmıştır. Zamanında elektrik olsaydı bile, Hz. Peygamber (sav) televizyonla, internetle geç saatlere kadar oyalanmazdı. Bu düzende şaşırtıcı bir enerji vardır. İnsan biyolojik ritmi güneşin ışınlarıyla ilişkili olarak düzenlenir. En dinç insan, erken yatıp erken kalkan ve kalan uyku ihtiyacını da -biyolojik ritme uygun olduğu sonradan keşfedilen-öğle arasında uyuyan insandır. Günümüzde geç yatıp, geç kalkmanın, ihtiyaçtan az veya fazla uyumanın beyni ve psikolojiyi tahrip ettiği bilinmektedir

Hz. Peygamber (sav) “Günün başında veya sonunda uyumak, aklın azalmasına ve bereketsizliğe sebep olur.” “Allah’ım, günün erken saatlerini ümmetime bereketli kıl.” buyurmuştur. Günümüz bilimlerinden öğreniyoruz ki; biyolojik ritmimiz gece ve öğle uykusuna göre göre programlanmıştır. -Dinlenme dışında boş durmak israftır. Hz. Peygamber (sav) yüce Allah’ın “Bir işten boş kaldın mı diğer işe giriş.” (İnşirah, 7-8) buyruğuna uygun yaşamıştır. Boş durmamış, sürekli bir işle, hizmetle, konuyla ilgilenmiş veya ibadet etmiştir. Günümüzü işlerimiz çerçevesinde planlayarak

50

BUHARA

düzenli çalışmazsak yavaşlarız. Çalışmaya soğuruz, üşeniriz. Ardından türeyen tembelliğin sonu da, can sıkıntısından, nefisle ilgilenmeye, kine, kibre, şehvete kadar bir yığın olumsuzlukta boğulmaktır. Çalışmaya başladığımızda bir ısınma devresi geçer ve sonra da alışınca kendimizi çalışmanın heyecanına kaptırarak ilerleriz. Ancak işten bir süre kopacak olursak bu bizi bir gün, bir ay, bir yıl ve belki de bir ömür amacımızdan koparır. Yapılacak bir iş varsa onu zihinden uzaklaştırmadan, ısrarla ve azimle sürdürmek gerekir ki, neticesi üretme ve başarı olan yol bu yoldur. Hz. Peygamber (sav) bu bölümde, “Allah’a en sevimli amel az da olsa devamlı olanıdır.” buyurmuştur. -Gerekli işlere odaklanmak ve gereksizleri hayattan ayıklamak gerekir. Savaşlara seferlere katılan, ev ve kişisel işlerini bizzat yapan, ibadetle, tebliğle, hizmetle gününü kuşatan Hz. Peygamber’in (sav) hayatında hiçbir gereksizlik, yararsızlık bulunamaz. O kısa tebliğ süresine inanılmaz mesajlar, işler, ilişkiler, hikâyeler, dersler sığdırması muhteşem bir başarıdır. Hz. Peygamber (sav) “Lüzumsuz işleri terk etmesi müminin imanının güzelliğindendir.” buyuruyor. Peygamberliğinden önce merak ettiği için iki kez eğlence törenlerine katılmak ister. Kaderin engel çıkarmasıyla, her ikisinde de uyuyakalır. Alıkonduğunun bilincine vararak mahcup olur ve bir daha yararsız etkinliklere gitmez olur. Böyle bir hayatın hangi bir dakikasına haram dizilere, faydasız oyunlara bakmak girebilir? Hangi gereksiz dedikoduyla veya gazete haberiyle ilgilenmeyi anlamlı bulabilir? Kıyamet çağındayız. Şeytan tarih boyunca hiç bu kadar güçlü bir donanım kazanmamıştı. Teknolojik aletler çıkar çıkmaz önce şeytana hizmet ediyor. Şeytan kısacık yeryüzü hayatını hiç bu kadar kandırıcı süsleyememişti. Bir yığın oyuncak üzerinden kalbimiz dünyaya bağlanıyor ve sonsuzluk yolcusu olduğumuzu unutma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Modelimiz, rehberimiz ve liderimiz olan Hz. Muhammed’in (sav) hayatı ve eserleri ortadadır. Ayrıca, O’nun (sav) izinden gidenlerin tarihte saçtıkları ışıklar da ortadadır. Basiretli mümine düşen aynı kutlu yolda yaşama azmini ısrarla diri tutmasıdır. Yüce Allah bizlere başarı lütfetsin.


GEÇMİŞİN & GÜNÜMÜZÜN

HAŞHAŞİLERİ

Günümüzde Osmanlı Devleti’nin başarıyla yerine getirdiği İslam önderliğini bir kez daha yapmak için kolları sıvayan Osmanlı torunlarının mücadelesine gölge düşürmek ve yollarından saptırmaya yeminli olanların Amerikan bayrağı altında saklandığını görmekteyiz. Haşhaşiler ve Gülen cemaatinin aynı coğrafya üstünde oynadıkları oyunların birbirine bu denli benzerlik göstermesinin tesadüf olamayacağı açıktır.

Emre KARACA

B

ir şeytan yükselir Kum şehrinin tozlu sokaklarından göğün kucak açtığı Alamut kalesine, ne o bilir efendisi olacak adamın şeytandan zeki olduğunu ne de efendisi bilebilirdi dünyayı bu denli değiştirebileceğini. Hasan bin Sabbah bu ismin yanına konması gereken iki büyük isim

daha vardır. Bunlar Ömer Hayyam ve Nizam-ı Mülk'tür. Bu üçlü arasında iki rivayet baskındır: Birincisi üçünün aynı jenerasyon oldukları ve aynı hocadan eğitim gördükleridir. Bu rivayeti çürüten ikinci düşünce ise Nizam-ı Mülk ile aralarındaki yaş farkıdır. Hangi rivayetin doğru olduğunun önemini yitiren şeyse Selçuklular’ın başına bela olan bu adamın nasıl bu kadar güçlü olabildiğidir.

www.buhara.org 51


Hasan Sabbah Kum şehrinin sıcak veya soğuk bir günü tam olarak ta bilinmese de doğum tarihi yaptıkları hep hafızalara kazınmış olan haşhaşilerin efendisi şöhrete kavuşma hikâyesi Selçuklu devletinde yüksek bir göreve getirilmesiyle başlamıştır. Bu önemli göreve gelmesinde katkısı azımsanamayacak Nizam-ı Mülk ile ters düşmesi ile güzel günleri geride kalmıştır. Selçuklular’ın hazine işlerinde görevli Hasan Sabbah'ın tuttuğu defterlerde değişiklikler yapılarak itibarsızlaştırılmış ve görevinden uzaklaştırmıştır. Buraya kadar her şey normal gözüküyor olabilir. Ama asıl hikâye bundan sonra başlamıştır. İntikam hırsı ile yanan Hasan Sabbah kartalların yuva yaptığı kaleyi gözüne kestirmişti. Buranın dik yamaçları gözünü göğe çevirmiş duvarları ile fetih edilmesi imkânsızla eş değer olan Alamut'u içten fethetmiştir. Kale ahalisini kendi yanına çekmeyi başaran Hasan Sabbah kale komutanına da rüşvet vererek kartal yuvasının efendisi olmuştu. ''Zafere giden yolda her şey mubahtır.'' Bu söz onun hayatına şekil ve yön verirken, yegâne tutkusuna ulaşmasın da motive ettiği müridlerini yalanları ile zehirlerken vicdanının rahatlatmasına yardım ediyordu. İsmaililik mezhebi altında kendine peygamber diyecek kadar ileri giden Hasan Sabbah suikastçilerin (haşhaşilerin) şahı olmuştur. Alamut kalesi içinde dailer (müridlerini eğiten hocalar) tarafından müridlerinin aklını yıkarken, kalenin arkasında kurduğu sahte cennet bahçesi ve afyonla birçok insanı ölüme gülerek yollamıştır. Yalanlarla kandırdığı müridleri aldığı eğitimler sayesinde birçok devlet görevlisinin yanına sokulabiliyordu. Onları hiç beklemedikleri anda öldürürken kaçmak yerine efendileri sahte peygamber Hasan Sabbah'ın propagandasını yapmaktan geri kalmıyorlardı. Afyon bu suikastçilerin cesaretlerini artırsa da onları asıl böyle korkusuz yapan cennetin anahtarını elinde bulundurduğu söyleyen bu adama son derece inanmış olmalarıdır. Selçuklu devleti başına bela olurken baş vezir Nizam-ı Mülk'ü de çadırında öldürterek intikamını alan Hasan Sabbah birçok suikastin de mimarı olacak haşhaşilerin yıllar boyu Alamut'ta hüküm sürmelerini sağlamıştır. 12 Haziran 1124'de ölen Hasan Sabbah'ın müridleri yüzlerce yıl daha ortadoğu devletlerinin korkulu rüyası olmuştur. Moğol istilasına kadar ayakta kalan Alamut kalesi yok olup gitse de ismi halen korkuyla anılan Haşhaşileri bize miras olarak bırakmıştır.

52

BUHARA

Bugünün Haşhaşileri Son günlerde haşhaşilerin adını sıkça duyar olduk. Özellikle başbakanın, cemaati haşhaşilere benzetmesi manidardı. Fakat neden böyle bir benzetme yapmış olabilirdi? Her ikisi de örgüt olabilirdi. Ama gerçekten aynı çizgi de buluşuyor olabilirler miydi?

Hasan Sabbah ve Fettullah Gülen… İki ismi yan yana koyarak işe koyulalım: Hasan Sabbah yüzlerce yıl önce Alamut kalesinin aşılmaz duvarları arkasında Ortadoğu'yu yönetmeye çalışmıştır. Ona ulaşmak müritleri için bile imkânsızdı. Fetullah Gülen ise Pensilvanya'dan Türkiye'yi yönetmeye çalışıyor. Onun için de değişen pek bir şey yok. Müritleri onu da görmekte pek bir zorlanıyor. Yalnızca birçok görüntüden ibaret bu adama Hasan Sabbah'ın müridleri kadar bağlı olmaları ve her iki liderin de sözleri bir emir olarak addedilmesi ilk benzer yanları olabilir. Yalanlar süslü bir yol yapılacak olsa bu yolun temelini Hasan Sabbah'tan başkası atamazdı. Onun yegâne işi yalanlar söylemekti. Peki, Fetullah Gülen de yalan söylüyor mu? Benim aklıma ilk gelen Türkçe olimpiyatlarına Peygamber Efendimiz’in geldiğini söylediği geliyor. Bu olabilir belki de doğru söylüyordur diyenleriniz olacaktır. Ama buna cevabı kendi sözlerimle vermeyeceğim. Dokuz Eylül Üniversitesi inşaat mühendisliği okuyan bir arkadaşım bana şöyle demişti: Peygamber Efendimiz’in adabından bahsetmiş ve Fetullah Gülen'in bu sözleri üzerine geçen sene İzmir'de katıldığı Türkçe olimpiyatlarına atıfta bulunarak;“Onca kalabalığın arasında mini eteklisini, kısa kollusunu, sevgililerin sarmaş dolaş hallerini gördüm. Kimsenin hayat yaşantısına bir şey dediğim yok ta adabın yek vücut olduğu Peygamber Efendimiz’in orada olduğunu söyleyecek kadar adabını kaybetmiş bir adama nasıl böyle bağlı olabiliyorlar.” Arkadaşımın da söylediği gibi kimsenin yaşantısına bir şey söylediğimiz yok, tek sözümüz Peygamber Efendimiz’i böyle bir yere yakıştıran ahlaksızlaradır. Bu yalan mekanizması Hasan Sabbah ve Fetullah Gülen'de de aynı işlediğini gösteriyor. Bu onları birbirine yaklaştıran ikinci


unsur olarak kabul edebiliriz. Hasan Sabbah Alamut duvarları arasında suikastçılar yetiştirirken en önem verdiği şey kılık değiştirmek ve her ortama uyum sağlamayı öğretmiştir. Böylelikle düşmanı olarak gördüğü herkesin evine sinsice giren müritleri hançeri düşmanına indirene kadar kimse onların gerçek yüzünü görememiştir. Peki ya cemaat sistemi nasıl çalışıyor? Öncelikle cemaat evlerinde abi ve ablalar emanet edilen çocukları geleceğe hazırlıyor. Bu geleceğe şekillendirme, eksik gördükleri devlet kademelerine adam yetiştirme olarak düşünmek doğrudur. Bunda yanlış olan bir şey yok diye düşünebilirsiniz. Öyleyse bir de şu yönden düşünün; bir emniyet müdürü veya komutan cemaatin evinden yetişip o günlere geldiğinde kendini bu insanlara borçlu hissediyor. Nasıl hissetmesin ki, hiç bir zaman ellerini bu insanların üstünden çekmeyen cemaat günü geldiğinde isteklerini yerine getirmesi için zorlanıyorlar. Bu da kısaca bir kılık değiştirme olarak görülebilir. Sonuçta her iki yüzyılda da hançer göğse inmeden müritlerin gerçek yüzü ortaya çıkmıyor. Bu Hasan Sabbah ve Fetullah Gülen cemaatini birbirine yaklaştıran başka bir yöndür. Asıl olarak olayların ne zaman başladığına bakmamız gerekir; son günlerde gündemi meşgul eden en önemli olayın dershanelerin kapatılması olduğunu bilmeyeniniz yoktur. Ne zaman dershanelerin kapatılacağını haberlerde gördük, işte o andan sonra bir şeyler olmaya başlamıştı. O güne kadar destekledikleri, yanında oldukları hükümeti karalama politikası başlamıştı. Yolsuzluk soruşturması ile devletin altına dinamit döşeyenlerin tek istekleri dershaneleri kurtarmak olduğunu bilmek beni gerçek anlamda korkutmuştu. Para basan darphaneleri olabilirdi dershaneler ama yılarca yan yana yürüdüğün insanları sırf bu yüzden alaşağı etmeye çalışmak bu sınırları zorlayan bir hamleydi. Son günlerde rahat uyuyanınız var mı bilmiyorum. Ama ben uyuyamıyorum. Böyle bir anda değişen ülke gündemi beni bir kez daha düşündürdü. Cemaatin böyle saldıracağını kırk yıl geçse düşünmezdim. Asıl korktuğum ise yılarca onları destekleyen yaptıkları güzel işlerde onları destekleyen hükümete böyle düşman kesilenlerin halen bu ülkede sevenlerinin olabilmesidir. Ağzından düşürmedikleri Allah kelamı ile ağlamaları ile ünlü liderleri beddualar eşliğinde andığı kişi, bu ülkenin başbakanı olduğunu göremeyen kara düzencilere kızmamak elde değil. Onların tek istedikleri akan çeşmelerinin önünün

kesilmemesi idi. Bu yüzdendir ki, Amerika'dan çıkıp vatan toprağına gelemiyor. Korktuğu kesin, bu korku hapse girme korkusu değildir. Eğer ki gelecek olsa, gözler önünde olacak bütün müritleri, onun neler karıştırdığını bilecek, kimlerle anlaşma yaptığını görecek, böyle bir şeyi neden istesin ki? Bin yıl önce belki de örnek aldığı adam Hasan Sabbah gibi gizli perdeler arkasında kalarak kendisini efsaneleştirmenin önemini anlamıştır. Binlerce yıl önce biri çıkıp peygamber olduğunu iddia edip peşine binlerce kişi takıp olmadık sapkınlıklarla Ortadoğu'ya kan kusturmuştur. Günümüzde Osmanlı Devleti'nin başarıyla yerine getirdiği İslam önderliğini bir kez daha yapmak için kolları sıvayan Osmanlı torunlarının mücadelesine gölge düşürmek ve yollarından saptırmaya yeminli olanların Amerikan bayrağı altında saklandığını görmekteyiz. Haşhaşiler ve Gülen cemaatinin aynı coğrafya üstünde oynadıkları oyunların birbirine bu denli benzerlik göstermesinin tesadüf olamayacağı açıktır.

Sözün özüne gelecek olursak Haşhaşiler Selçuklu devleti başına büyük belalar açmış. Baş vezirini çadırında öldürtmüştür. Bu gün ise Fetullah Gülen cemaati Ortadoğu’nun lider gücü olarak görülen Türkiye'nin başbakanını karalayarak gerilemesini, hatta yok olmasını istemektedir. Onları birbirine bağlayacak birçok örnek verebiliriz. Ama asıl olan büyük resmi görmektir. Fetullah Gülen hep Müslümanlıktan dem vururken papanın elini öptüğünü unutmuş değiliz. Allah demenin yeterli olduğunu, “Peygamber Efendimiz’in ismini anmasak ta olur” dediğini unutmuş değiliz. Farklı devirlerin aynı aşırılık ve kindarlık örnekleri ile süslü iki cemaati birbirinden ayıran tek şey ise cesarettir. Hasan Sabbah'ın müridleri korkusuzca yaptıklarını dile getirip efendilerinin ismini bağırarak anarken, Fetullah Gülen ve tayfası korkaklığıyla ün salmıştır. Türk milleti tarihine baktığında ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Bizler ancak böyle içten yapılan oyunlarla yola getireceğimizi bilen emperyalist güçlerin son Haşhaşi ordusu cemaatin artık sonu yakındır. Onlara hizmet edenler iyi bilmelidir ki, sahte cennet ile kandırılanların sonu elbette cehennem olacaktır...

www.buhara.org 53


esi de diyebiliriz. Biyoenerji; günümüzde sayısı gittikçe artan ve çok merak edilerek, uzmanları aranılan bir konu… Önceleri modern tıp ve alternatif tıp birbirlerini reddederken; bugün birbirlerini olumlu yönde sorgulamaya başlamışlardır. Böylece bugün, modern tıp ve alternatif tıp el ele çalışmaktadırlar. İnancımız bu yöndedir. Biyoenerji’nin kelime anlamı, doğal olan enerjidir. Vücut içinde devamlı bir titreşim vardır… “İnsan kendini içsel bir varlık olarak tanımlamalıdır. İçinizdeki melodiyi duyabilmeniz dileğiyle…” Bu, alternatif tıp doktorlarından, Dr. Şuayip Dağıstanlı’nın insanlığa seslenişidir… Farkındalığı uyandıran bir formüldür… Doktor Şuayip Dağıstanlı, 26 Ağustos 1969’da Dağıstan’da doğdu. İlk tahsilini doğduğu “Hindah” köyünde bitirdi. Liseden sonra Dağıstan Devlet Pedagoji Üniversitesi’nde (1986-1992) öğrenim gördü. 1989’da geçirdiği kazada 19-20 yaşlarında iken; bedeninin büyük bölümü felç oldu. Yaradan’ın izniyle, “kendi kendini tedavi etme” yöntemini uygulayarak felçten kurtuldu. Doktorların dikkatini çekip; onların maddi manevi yardımlarıyla Moskova – Kiev’de alternatif tıp eğitimi gördü. 1991’de Kuzey Kafkasya’da ilk ezoterik bilim merkezi’nin kurucusu oldu. 1996’da Moskova’da Birleşmiş Milletler ve “Unesco Doktoru” unvanını kazandı. Şuayip Dağıstanlı’nın “Biyoenerji ve Alternatif Tıp” ve “Biyoenerji Siz de Bir ‘Simurg’ sunuz” isimli iki kitabı bulunmaktadır. Dr. Şuayip Dağıstanlı ile Suadiye’de bulunan Şua Human Academy Merkezinde son kitabı “Biyoenerji Siz de Bir ‘Simurg’ sunuz” üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik… N.Ü.: Sizce bugün alternatif tıbba olan yoğun ilginin sebebi nedir? Şuayip Dağıstanlı: Biz Alternatif tıp uzmanlarının tedavide hiçbir ilaç kullanmayışımız insanlara cazip geliyor olabilir. N.Ü.: Bilim adamlarının insanın bir biyoenerji alanı olduğunu fark ettiklerini söylenmekte ve bu çalışmalar tüm dünyada ve Türkiye’de de yapılmakta. Biyoenerji nedir? Ş.D.: Biyoenerji insan vücudunda ve her hangi bir canlı türünde var olan doğal bir enerjidir. Tedavide, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde kullanılır. Kısacası vücut enerjisinin akort edilm-

54

BUHARA

N.Ü.: Çakralardan da bahseder misiniz? Ş.D.: Çakralar bedenimizdeki enerjiyi gözlemleyebildiğimiz enerji merkezleri veya enerji düğüm noktalarıdır. Kuyruk sokumundan tepeye kadar uzanan çakralar yedi renk ve frekanstan oluşur. Tepe (Taç), alın, boğaz, göğüs, mide, göbek, kuyruk sokumu. N.Ü.: Aura nedir? Ş.D.: Çakraların çalışmasıyla beden çevresinde ozon tabakası benzeri bir görev üstlenen manyetik enerji alanı oluşur. İnsanların fiziksel bedenini dış etkenlerden, negatif enerji dalgalarından koruyan bu alana aura denir. N.Ü.: Bu çakralarda meydana gelen tıkanıklıkları açmak için yöntemler var mıdır? Ş.D.: Pek tabi… Yoga, meditasyon, rabıta, dualar, ibadet, NLP, nefes teknikleri ve benim geliştirdiğim kendi kendini programlama sanatı dediğimiz “ŞUA” metodu başlıca yöntemlerdir. N.Ü.: Seminerlerinizde bu teknikleri öğretiyor musunuz? Ş.D.: Evet! Böylece insanların vücudundaki kan dolaşımı harekete geçiyor, sağlıklı enerji dağılımı sağlanıyor. Zihin güçleniyor, fiziksel ve ruhsal denge kurulmuş oluyor, çakraların açılmasıyla… N.Ü.: Tasavvuf müziğiyle tedavi yönteminizi de duydum… Ş.D.: Evet. Harikaydı, gerçekten… Suadiye’deki bu merkezimizde bu deneyi gerçekleştirdik. Asırlarca Türklerin tasavvuf müziğiyle tedavi uyguladığını duymuştum ve merak etmiştim. Hicaz makamındaki müzik dinletilmeden önce suyun aurası ile dinletildikten sonraki aurası arasındaki farkı görmeliydiniz… Sonuç harikaydı… N.Ü.: Alternatif tıbba olan ilginiz nasıl başladı? Ş.D.: 1989’da askerliğim sırasında geçirdiğim kazada yere düştüğüm anda gökyüzünü ve yıldızları seyrederken bir ışık topunun yukarıya doğru yükseldiğini gördüğüm anda dedemin küçükken öğrettiği korunma dualarının titreşimini hissettim, hatırladığım bu kadar… N.Ü.: Hangi dua olduğunu bizimle paylaşır mısınız?


Ş.D.: “Kul hüvallahü ehad”… N.Ü.: “İHLAS Suresi” … Zaten sizinle karşılaştığımızda bu inancınızı hissetmiştim. Kaza anında duanın titreşimini hissettim” derken neyi kast ettiniz? Ş.D.: Titreşime inanırım, niyet çok önemlidir. Frekans da budur. Yukarıya yolladığım mesaja cevap verildiğine inandım ve teslim oldum. N.Ü.: Kitabınızda “kendi kendini tedavi etme” yöntemini uygulayarak felçten kurtulduğunuzu yazıyorsunuz. Hastalarınıza bu yöntemi nasıl uyguluyorsunuz? Ş.D.: İnsan bir makamdır, bir sestir, titreşimdir. Ve her bir organın kendi titreşimi vardır. Tedavi için elimi koyduğum yerle bağlantı kurarak, kişinin kendi özüne dönmesine yardımcı oluyorum. N.Ü.: Yani, kısaca insanların farkındalığına bir anahtar mı oluyorsunuz? “İnsan kendini bir içsel varlık olarak da tanımlamalıdır” mesajınız da bu muydu? Ş.D.: Aynen öyle… N.Ü.: Kitabınızdan edindiğimiz bilgiye göre tasavvufla da ilginiz oldukça yoğun. Yalova Güney Köyü’nden de bahsediyorsunuz… Ş.D.: Gençlik idealim Kanada’ya yerleşmekti, transit olarak Türkiye’den geçmeyi düşündüm İstanbul’a gelmeden önce bir arkadaşımın davetiyle Dağıstanlıların toplanmış olduğu Güney Köyü’nde bir müddet ikamet ettim. N.Ü.: Nakşibendi silsilesinden Şeyh Şerafeddin Hazretleri’nin (K.S.) evi ve makamı da oradadır… Ş.D.: Bilmez miyim, en zor günlerimde Hazret’in türbesinde bile yattım. Himmetini aldığıma inanıyorum. Bir müddet sonra İstanbul’a geldiğimde, yine bir arkadaşımın vesilesiyle Kanada planlarım suya düştü ve ben gördüğünüz gibi buradayım… Kadere inancım tamdır, insanın alnında ne yazıyorsa onu göreceğine inanıyorum… N.Ü.: Kitabınızda Üsküdar’da bir türbeden bahsediyorsunuz, biraz açar mısınız? Ş.D.: 1992’de Türkiye’ye geldim. Gölcük’te yaşayan bir arkadaşımla buluşup arabayla gezmeye çıktım, gecenin üçüydü çok uykusuzdum ve

arabayla bir kaza geçirdik, frene bastığımda çok geçti, denize uçtuk. Bir mucize eseri bu kazadan sağ kurtulduk. Bir kurban kesme ihtiyacını duydum. Ve bir arkadaşım Anadolu yakasında bir evliya türbesini tavsiye etti. Taksiyle türbeye ilerlerken o çevreyi önceden tanıyormuş gibi hissettim, türbenin kapısına geldiğimde gerçekten daha önce oraya geldiğimi hatırladım… Yıllar önce bir hastamın vesilesiyle ziyaret ettiğim Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin türbesiydi burası. İçeri girince inanılmaz bir huzur duydum. Önce gelişimde içeride çok kısa kalmıştım. Oysa şimdi buradan çıkmak istemiyordum. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri Osmanlı zamanında Bursa’da yaşayan bir ermiş kişiymiş. Dua edip, türbeden çıkarken duvardaki bir yazıyı gördüm: “Burayı bir kez bile ziyaret etmiş olan kişi para sıkıntısı çekmez, denizde boğulmaz…” arkadaşım ve ben çok etkilenmiştik. Eskiden denize açılacaklar onu ziyaret edip dualarını almadan teknelerine binmezlermiş… N.Ü: Titreşimi ben de hissediyorum şu an… Ş.D.: Ertesi gün çok sevdiğim Eteri Davidovna ile bu ilginç olayı paylaştım, çok etkilendi. Hıristiyan olmasına rağmen kendisini de oraya götürmemi istedi, Eski Hint Prenseslerinden Esra Bereket Hanım’ı da alarak Hazret’i ziyarete gittik. Bu iki hanımın farklı inançlardan olmalarına rağmen türbeye girerken başlarını örtmeleri, ellerini açarak dua etmeleri, huzur bulmaları beni çok duygulandırdı. N.Ü.: Kitabınızda Prag’da bulunduğunuzu da yazıyorsunuz, bize o günlerden bahsedebilir misiniz? Ş.D.: Bir yıl kadar Prag’da kaldım. Bu arada Elizabeth’le karşılaştım. Beyninde tümör vardı, doktorlar 6 ay ömür biçmişler. Tedavim başarılı oldu, bir sene sonra tümör yok denecek kadar küçülmüştü. Sevinçle boynuma sarıldığını ve getirdiği çiçeklerle onu unutamam... Elizabeth mutlu bir insan olarak Amerika’ya dans öğretmeni olarak döndü. Ben de İstanbul’a dönerek mesleğime kaldığım yerden devam ettim. Dünyada her varlığın bir misyonu, işlevi var. Doğru zamanda ve doğru yerde kullanılmak koşuluyla. N.Ü.: Bu keyifli sohbet için size çok teşekkür ediyoruz. Son olarak, mesajınız nedir? Ş.D.: Dünyanın kurtulması için insanların ruh-

www.buhara.org 55


sal arınmaya ve aydınlanmaya ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Enerjinizi pozitif yönde kullanarak, mutluluğu yakalayabilmeniz için, içinizdeki melodiyi, titreşimi duyabilmenizi diliyorum… İçimizde yükselen ses, onu dinleyebilirsek bizi yönlendirecektir. Bu ses mutluluğumuzun, sevincimizin, yaşama ve ümit kaynağıdır. Şua Human Academy Merkezinde etrafımıza baktığımızda, Dr. Şuayip DAĞISTANLI’nın değerli savaroski taşlarıyla işlenmiş çok güzel eserleriyle de karşılaştık… En büyük tutkusu olan Simurg ve Semazen kompozisyonlarıyla, bir nebze olsun, onun iç dünyasını zahirde de seyredebildik… Eserleri ile Dr. DAĞISTANLı’nın geniş bir yelpaze olduğunu da gözlemledik. Simurg efsanesiyle başlayan macerasının ayna üzerine işlediği semazen de bitişini de zevkle seyrettik… Röportajımızı noktalayarak Dr. Şuayip DAĞISTANLI’nın yanından ayrıldığımızda, henüz ikindi ezanı okunuyordu. Bu bilinçle namaz terapimizi eda edebilmenin heyecanıyla adımlarımızı eve doğru hızlandırdık… DAĞISTANLI’nın sözünü tutup, iç melodimizi dinledik; çok şükür! “el-hamdülillahi RabbilAlemin…” titreşimiyle bütünleştik… RESİM YAZILARI: Tasavvuf gülü, simetrik güller: Yaprakların birbirine dokunuşu Adem ile Havva’nın aşkı (Muhammedi aşk). VAV doğuşu ELİF oluşu simgeliyor…

56

BUHARA


EVLİLİK & EŞLER ARASI

UYUM

Hasan KUL Uzm. Klinik Psik.& Psikolojik Danışman

G

ünümüzde evliliklere ve evlilik ilişkilerine dair çalışmalar giderek artmakla birlikte evlilik uyumunu etkileyen değişkenler de araştırmacılar tarafından dikkatle incelenmektedir. Evlilik ve aile öğeleri arasındaki ilişkilerin nasıl ortaya çıktığını açıklamak için yapılan bazı araştırmalar, bu öğelerin bazen iç içe olduğunu, bazen aralarında hiçbir ilişkinin olmadığını, bazen evlilik ilişkisini etkileyen faktörlerin sadece eşleri etkileyebildiğini, bazen de eşler arasındaki ilişkiyi etkileyen faktörlerin ailenin diğer ünitelerini de etkilediğini belirtmektedir (Yalçın 2014). Evlilik uyumunu etkileyen faktörlerin başında karşılıklı iletişim ve etkileşim ile bunların temelindeki birey olma ve kendi benliğini kaybetmeden karşıdakinin benliğiyle bütünleşebilme yetileri gelirken, diğer birçok faktör de evlilik uyumunun şekillenmesinde belirleyici olabilmektedir. Yine evlilik uyumu bir başka tanımda da evli-

likteki mutluluk ve başarıyla bağlantılı olduğuna inanılan paylaşılan aktiviteler, çatışmalar gibi faktörlerin bileşkesi olarak ele alınmış, diğer bir tanımda da sorunları çözme kapasitesi üzerine vurgu yapılmıştır (Fışıloğlu ve Demir 2000). Gottman (1996) evli çiftlerle yaptığı araştırmalarında, çiftlerin evliliklerinde uyumu ve ilişkilerdeki mutluluğu arttıran faktörleri incelemiş ve bu faktörleri; bütün taşları dökmek, yumuşak tartışmalar yapabilmek, esnek planlar yapabilmek ve prensip sahibi olmak olarak sıralamıştır (Çavuşoğlu 2011): Bütün Taşları Dökmek: Birbirleriyle tartışırken aklına gelen her şeyi söylemekten kaçınan çiftlerin daha mutlu olduklarını bulmuştur. Yumuşak Tartışmalar: Çiftler arasındaki tartışmaların bağlamasının ilk sebebinin çoğunlukla, çiftlerin çatışma yaşadıkları konuda konuşurken eleştirilerini yüksek sesle yapmaları olduğunu gözlemlemiştir.

www.buhara.org 57


Eleştirilerini daha yumuşak bir sesle ve karşı tarafı suçlamadan yapan eşler, tartışmaların kavgaya dönmesini engellemektedirler. Esnek Planlar: Araştırmada, kadınların planlarını eşlerinin programlarına göre değiştirmekte daha esnek ve rahat olduğunu, erkeklerinse bunu yapmakta zorlandıklarını bulmuştur. İlişkide kişiler ne kadar esnek olurlarsa evliliklerinde de o oranda mutlu olmaktadırlar.

“Evlilik uyumunu etkileyen faktörlerin başında karşılıklı iletişim ve etkileşim ile bunların temelindeki birey olma ve kendi benliğini kaybetmeden karşıdakinin benliğiyle bütünleşebilme yetileri gelirken, diğer birçok faktör de evlilik uyumunun şekillenmesinde belirleyici olabilmektedir.”

58

BUHARA

Prensip Sahibi Olmak: Mutlu çiftlerin ilişkilerinde bazı prensiplere sahip olduklarını bulmuştur. İlişkisinde çok mutlu olan çiftlerin yeni evli ya da birbirlerine yeni âşık olmuş olsalar bile birbirlerinden gelecek incitici ya da rencide edici en ufak bir davranışı kabullenmedikleri görülmüştür. İlişkinin başından itibaren kötü davranışlara karşı düşük toleranslı olmak, uzun vadede mutlu bir ilişkinin göstergesidir. Bakım Onarım Çalışmaları: Başarılı çiftlerin büyük tartışmalardan nasıl çıkacaklarını iyi bildiklerini gözlemlemiştir. Mutlu çiftler tartışma kontrolden çıkmadan olumsuz durumu nasıl onaracaklarını iyi bilirler. Mutlu çiftlerin tartışma sırasında yaptığı başarılı müdahalelerden bazıları; tartışma konusunu alakasız bir konu ile değiştirmek, espri yapmak, bu durumun karşı tarafı ne kadar zorladığını anladığını söylemek, tartışmayı “bu bizim problemimiz” vb. diyerek ortak bir noktaya çekmektir. Ayrıca evlilik uyumuna etki eden faktörler bireysel özellikler, çift özellikleri ve çevresel etmenler olmak üzere üç madde halinde sıralamak mümkündür. Bunlara ilişkin bilgiler aşağıda yer verilmektedir (Özden 2013): •Bireysel Özellikler; Sorunlar, stresle başa çıkma güçlüğü, işlevsel olmayan düşünceler, aşırı tepkisellik, aşırı kızgınlık ve saldırganlık, tedavi edilmemiş depresyon, kronik irritabilite, aşırı utangaçlık, olumlu özellikler, dışa dönüklük, özgüven, iddialılık teslimiyet, aşk, esneklik. •Çift Özellikleri: Sorunlar, negatif ilişki tarzları, olumlu özellikler, iletişim becerileri, çatışma çözme becerileri, kaynaşma, yakınlık, güç paylaşımı veya kontrolü, uzlaşma. •Çevresel Etmenler: Aile kökeninin etkileri, aile sürecinin izleri, aileden bağımsızlaşabilme, anne babanın evliliği, anne babanın ve arkadaşların desteği, iş stresi, ana ve baba olmanın stresi, dışarı uğraşlarının gerilimi, diğer stres faktörleri (borçlanma, sağlık, eşin yakın akrabaları vb.)


ALKOL VE İNSANIN KENDİNE VERDİĞİ ZARAR

İçki içmenin Şeytanın işi bir pislik olduğu ve kaçınmamız gerektiğini Kur’an-ı Kerim’de Maide Suresi 90. Ve 91. ayetinde bildirilmiştir; “Ey İman edenler! Aklı örten içki ve (benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, Şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?”

İ

slam’da aklı baştan alan her türlü davranış ve zararlı madde kullanımı, içki içmek kapsamında değerlendirilmiş olup yasaklanmıştır. İçki içmenin Şeytanın işi bir pislik olduğu ve kaçınmamız gerektiğini Kur’an-ı Kerim’de Maide Suresi 90. Ve 91. ayetinde bildirilmiştir; “Ey İman edenler! Aklı örten içki ve (benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, Şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?” Her akşam ufacık bir kadeh alkol alıyorum demenin de hiçbir geçerli mantığı yoktur. (Çoğu sarhoş edici olanın azı da haramdır hadisinde bildirilmiştir.) “Alkolde bazı faydalar var, az içmek kalbe faydalı, soğuk havada insanı ısıtıyor” gibi iddialar geçersizdir. Tüm tıbbi hastalıkların tedavisinde tedavi prensiplerinden biri alkol ve vücuda zararlı madde kullanımını kesmek vardır. Alkol periferik ven damarlarını genişletir bu yüzden alkol alanların gözleri kızarır, el ve yüzünde kızarıklıkları görülür; vücudu ani bir şekilde ısınır. Soğuk havalarda oldukça tehlikeli olan bu durum, vücuttaki aşırı ısı kaybına yol açar. Vücut birden aniden ısınır, kısa süre içinde de ani soğumayla birlikte hipotermi, yani vücut ısısının normalin altına düşmesi görülür. Bu durum uzun süre soğuğa maruz kalındığında gelişen ve ilerlemesiyle donmaya- ölüme sebep olan bir hastalıktır. Atardamarda da daralmaya neden olan sürekli alkol tüketimi, kalp krizine sebebiyet verir. Zaten Kur’an-ı Kerim’de de içki ve kumarda bazı menfaatler bulunsa bile zararının daha çok olduğu

Nör. Uz. Rafet YILMAZ açıkça belirtilmiştir. Fakat alkol sadece dini açıdan zararlı değil, toplumsal açıdan da tüm kötülüklerin anasıdır. Trafik kazaları, kavgalar sonucu ölüm veya yaralanma, ırz ve namus suçuna teşebbüs gibi toplum yapısını zedeleyici davranışlar alkol tüketimiyle doğru orantılı bir şekilde görülmektedir. Bu durum tarih boyunca pek çok insana zarar vermiş, toplum yapısını bozarak şiddet ve baskının hâkim olmasına neden olmuştur. Bunun yanı sıra alkol, insanda beynin frontal lob denilen kısmına en fazla etki ederek ya kişiyi depresyona sokar ve hatta intihar etmesine neden olur veya manik hale getirip gülen, bağıran çağıran, yerinde duramayan etrafına idrarını yapan, kusan; saldıran ırz namus kavramını tanımayan hayvan haline hatta daha aşağı hale getirir. Alkolün etkisi geçtikten sonra ise kişi bunların hiç birini hatırlamamaktadır. Kendisine sorulduğu zaman ya hatırlamıyorum veya “alkollüydüm ne yaptığımı bilmiyordum” diye cevap vermektedir. Bu hiçbir toplumsal yapıda kabul edilemeyen bir durumdur. Kişinin özsaygısını yitirmesine ve akıllı bir insandan beklenmeyecek tavırları alkollüyken sergilediği için, kişinin bunalıma yol açacaktır. Hukuki açıdan ise, suç söz konusu olduğunda dünyanın hiçbir yerinde alkollü davranış, cezai ehliyetinde indirim nedeni değildir. Bilakis, alkol alıp almamak yetişkin bireyin kişisel tercihi olduğundan dolayı suça teşvik edici davranış olarak sayılmaktadır. Özet olarak alkol ve sarhoşluk veren madde kullanımı; dini ahlaki tıbbi ve toplumsal açıdan zararlı alışkanlıklardır. Kesinlikle kullanılmaması gerekir. Bağımlıların ise rehabilitasyon merkezlerinde tedavisinin acilen yapılması ve toplumdan dışlanmış olan bireyin topluma geri kazandırılması için destek verilmesi gerekir.

www.buhara.org 59


sürücü kursu HÜRMET tam sayfa Özel Sarnıç

Sürücü Kursu

* Kaliteli eğitim, * Uygun ödeme imkanı, * Deneyimli güleryüzlü eğitim kadrosuyla, * İstediğiniz gün ve saatte direksiyon uygulaması ile Özel Sarnıç HÜRMET Sürücü Kursu adaylarını bekliyor.

İrtibat: Mustafa YILMAZ - Gsm: 0.535. 211 8546 - Ofis: 0.232. 281 30 48 / 0.232. 281 17 65 BUHARA Adres: Hürriyet Mh. 60 Sokak No: 14 Sarnıç- Gaziemir / İZMİR

60


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.