TTasavvuf a s a v v u f Dergisi Dergisi Yıl: 2 Sayı: 8 Türkiye Ücreti: 8 TL. Jahrausg.:2 Ausgabe: 8 Herbst Deutschland Preis: 8 E.
A Aş şkkı ınn B Baaş şl laaddı ığğı ı Y Ye er r
ALLAH’A MUHTAÇ OLMAK
8 8
ALLAH’A MUHTAÇ OLMAK Melekler İnsanlığa Peygamberlik Yapamaz •
Muharrem Ayı Ve Hz. Mehdi (A.s) • İnsanın Yüceler Yücesine Çıkışı • Eğitim Aracı Olarak Sohbet • Sufi Ahlakı • Tevek k ül • Mevlana’nın Sırrı • Paranoya Hastalığı • Medya Ve Müslümanlar• Oyunlar Ve Piyonlar Gölgesinde Misyonunu Korumak •
Son Son bahar bahar
HANLAR LOJİS T İ K
Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Kosova, Arnavutluk, Bosna ve Karadağ * YURT İÇİ KAPALI KASA YÜK TAŞIMACILIĞI * YURT DIŞI TAŞIMACILIK * PARSİYEL TAŞIMACILIK *KONTEYNER TAŞIMACILIK TAŞIMA KONUSUNDA BAŞARILI VE GÜVENİLİR ÇÖZÜM ORTAĞINIZDIR
2
Hürriyet mh. 1099 Sk. No:1/A Gaziemir - İZMİR / TÜRKİYE E- mail: hanlarlojistik@hotmail.com - info@hanlarlojistik.com - Web: www.hanlarlojistik.com Tel: +90 232 281 17 21 - Fax: +90 232 281 40 52 - Gsm: +90 549 660 35 35
BUHARA
BUHARADERGI.COM
3
ALLAH’A
MUHTAÇ OLMAK Melekler İnsanlığa Peygamberlik Yapamaz Muharrem Ayı Ve Hz. Mehdi (A.s) Eğitim Aracı Olarak Sohbet Tevekkül Mevlana’nın Sırrı Allah’a Muhtaç Olmak İnsanın Yüceler Yücesine Çıkışı Dua, Sorumluluğu ve Mümin’nin Mümin’e Duası Sevgi Ve Ameldeki İhlas Seyyid Emir KÜLAL Hazretleri (K.s) Dost Seçerken Oyunlar Ve Piyonlar Gölgesinde Misyonunu Korumak Muhacirlere Ensar Olmak Sufi Ahlakı Hırs Ve Azim Arasındaki İnce Çizgi Medya Ve Müslümanlar Paranoya Hastalığı Çocuğa Yardımlaşmayı Öğretmek Sen’den Gayrisine “LA!” Diyebilmektir Seni Sevmek Furkan Sıfatıyla Akıl
24 18 36 13 26 06 12 16 23 28 33 53 40 43 46 48 56 54 10 08
Ş.M. Nazım KIBRISİ, El-HAKKANİ (K.s) Ş.A. Yasin BUHARİ, El-BURSEVİ (K.s) Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ Prof. Dr. Adem APAK Prof. Dr. Mustafa KARA Doç. Dr. Abdürrezzak TEK Vehbi VAKKASOĞLU Ercan HATİPOĞLU Nurten ÜSTÜNGÖR Esin BEYHAN Nazlı GÜLER Yazar Mustafa Sefa GÜVENİR Ahmet SEYYAR Dr. Günay BEYHAN Yazar Mustafa Sefa GÜVENİR Rumeysa ULUDOĞAN Nör. Uzm. Rafet YILMAZ Yazar Aylin ATMACA Yurdanur GÜLER Emre MOL
İçindekiler 4
BUHARA
Editörden Nesibe YILMAZ
“DÜNYA HAYATI OYUN VE EĞLENCEDEN İBARETTİR” (Ankebut, 64) Ve “DÖNÜŞ ANCAK O’NA’DIR” (Nur, 42)
Oyun çocuk işidir. “Ancak çocuk oyunla akıllanır” demiş Hz. Mevlana. Ancak, çocukça bir oyunun dahi kuralları vardır, intizamı ve kendine göre bir disiplini. Aksi halde disiplinini, keyfiyetini ve dahası anlamını yitirir. Hakikatte tıpkı oyunlarda olduğu gibi canlı ve cansızların, yer ve göğün arasında yaratılmış istisnasız her şeyin bir intizamı, disiplini ve kendi içlerinde uydukları kuralları vardır. Öyle ya; sırrına mazhar edildiğimiz, intizamsız tek bir adet düzen var mıdır? Adı İslam, meali barış olan bir dinin mensupları olarak bizler “İslam olmak” fıtratında yaratıldık. İnsan yavrusu olan bir çocuğun bile oyunla akıllanması için oyun, oyundan hakkını alabilmesi için, oyununa İslam olması gerekmektedir. İnsanoğlunun yavrusuna bile eğlenirken sorumluluk veren Yaradan, yarattıklarının içerisinde en büyük İslam olma sorumluluğunu insana vermiştir, yani halifeliği. Buna bağlı olarak her şey, Yaratan’ının iradesinde iken, insan bu konuda kendi iradesine bırakılmıştır. Ancak burada püf noktasını gözden kaçırmamak çok önemli; kendi iradesine bırakılmış akıl sahibi insan, başıboş bırakılmamıştır. Doğan, büyüyen, gelişen ve keşfeden insan için oyun henüz başlamaktadır, kuralları daha da sorumluluk sahibi olmasını gerektiren, kendisine akıl iradesi ile beraberinde, bedeni, ruhi, zihni birçok kuralları olan bir oyun üstelik bu… İnsan olmanın, âlemlerim halifesi olmanın gereği, sadece hayvanata verilen beslenme döngüsü zinUTKU Matbacılık Adına İmtiyaz Sahibi Osman ERGÜN İSNN: 2146- 5819 Kıbrıs Şehitleri Cd. Filiz Sk. No:5/C Osmangazi/BURSA os_er@mynet.com Gsm:0.539. 615 2394 Ofis: 0.224. 256 7844
Genel Koordinatör & ABONE & REKLAM& SATIŞ & PAZARLAMA Departmanı
Genel Yayınyön.& Editör & Sorumlu Yazı İşleri Md.& Grafik- tasarım Nesibe YILMAZ
DAĞITIM Sorumlusu İsmail BAYRAK ismailbayrak78@gmail.com
Ercan HATİPOĞLU Gsm: 0.533. 085 3338 info@buharadergi.com
cirinin bir halkası olmanın çok ötesinde, akıl, beden, ruh üçgenin hakkını verebilmektir. Çocukluktan başlayan oyunun sınırları giderek genişliyor haliyle, sorumlulukları da. Öyle ki, dünyaya sığmaz bir hal alıyor ve aslında burada oynadığımız kulluk oyununun sonuçları, gerçek dünyamız olan ahrette karşımıza çıkıyor. İslam, yani barış burada gerçekleşmemişse, yaşam oyunu, yaşam kavgamız halini alıyor. Neticesinde ne mi oluyor? İnsan dünya dediğimiz oyun alanından mağlup edilmiş olarak ayrılıyor. Oyunu kazanmanın kuralı bellidir aslında. İnsana fıtratına en uygun şekilde tasarlanmış ve önüne altın tepsi içinde sunulmuştur; Sünnet, Kur’an bunu ne güzel de anlatır. Tıpkı sınav öncesi, öğretmenin soracağı soruları cevapları ile beraber vermesi gibi. Öğretmene inanmak yükümlülüğü dışında, öğrenciden hiçbir vasıf istenmemiştir. Ondan istenen tek bir şey vardır; sadece ama sadece inanmak ve uygulamak. Oysa nefis der ki; öğretmen kandırıyor, sana soru sormayacak, seni zaten bu dersten geçirecek veya sadece iyiliksever bir öğrenci olmak yetecek. Sınıfta kalmadan, devasa oyun alanında süremiz dolmadan, hem şimdi, hem ahirde kazanmak için oyunu, kuralına göre oynamalı, oyundan zevk, şevk almalı. Ölmeden önce nefsimizi öldüremesek de, karınca misali o yolda ölmeliyiz. İslam olarak yaratıldık, aslımıza, özümüze uygun olarak yaşamalı, O’na dönüşümüzün de gönderilişimiz kadar arınmış olması gerçeğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Abone Şartları Türkiye Abone Bedeli:
(Posta ücreti dahil) 30,00 TL. Satış Bedeli: (Posta ücreti hariç) 8,00 TL. Yurt dışı abone bedeli: 30,00 E. Satış bedeli: 8,00 E.
Yurt İçi Abone Banka Hesap Numarası Ercan HATİPOĞLU GARANTİ BANKASI Şube Kodu: 269 Hesap No: 6683787
Toptancılar Çarşısı/İZMİR İBAN TR 73 0006 2000 2690 0006 6837 87 Avrupa Aboneliği İçin Banka Hesap Numarası Ercan HATİPOĞLU ŞUBE KODU: 269 (TOPTANCILAR ÇARŞISI) HESAP NUMARASI : 9094482 İBAN TR54 0006 2000 2690 0009 0944 82
BUHARADERGI.COM
5
ALLAH’A
MUHTAÇ OLMAK “Allah zengindir, siz ise fakirsiniz, O’na muhtaçsınız.” (Muhammed, 47/38 )
Mutasavvıflar sûfînin kendine ait bir varlık görmesini kıyas kabul etmeyen bir günah kabul etmişlerdir. Dolayısıyla sâlikin başta varlığının bulunduğuna dair düşüncesi olmak üzere maddi veya manevî her türlü arzu ve tutkudan arınmadığı sürece fakr mertebesine ulaşması mümkün değildir. Doç. Dr. Abdürrezzak TEK
İ 6
lk sûfîler “yoksulluk” anlamına gelen fakr ile “Allah’a muhtaç olma” anlamındaki fakrı birleştirerek bunu kendi yolları ve gayeleri hâline getirmişlerdir. Onlara göre fakr Allah’a giden yol, fakir de bu yolun yolcusudur. Bu anlamdaki fakiri sûfî gibi
BUHARA
tarif ederek ona “ehl-i tecrîd” ve “ehl-i terk” adını vermişlerdir. Maddi anlamdaki fakrın zenginlikten üstün olduğu görüşünü benimsemekle birlikte insanın, Allah’a muhtaç olduğunun idrakinde olmasının mı (iftikâr ilallâh), yoksa manevî zenginliğin mi (istiğnâ billâh) daha üstün olduğu
konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ahmed b. Ebü’l-Havârî, Hâris Muhâsibî, Ebû Saîd Ebü’l-Hayr gibi sûfîler manevî zenginliğin kendini Allah’a karşı muhtaç olduğunu bilme hâlinden daha üstün olduğunu söylerken, bazı sûfîler ise Allah’ın kendisine ganî, insanlara fakir sıfatını verdiğini, Allah zengindir, siz ise fakirsiniz, O’na muhtaçsınız.” (Muhammed, 47/ 38) âyetini göz önüne alarak insana fakrın daha çok yakıştığını belirtmişlerdir. Söz konusu iki hâl arasında fark görmeyen Cüneyd-i Bağdâdi ise bu hususu “Allah’a muhtaç olma hâli sağlam olmayanın Allah ile müstağnî olma hâli de sağlam olmaz; bu iki hâlden biri olmadan öbürü tam olarak gerçekleşmez” sözüyle dile getirmiştir. Öte yandan sûfîler tasavvufun maddî zenginliği de asla reddetmediğini vurgulamışlardır. Şeyhülislam Abdullah Herevî fakrı, “sahiplik
İkincisi, mürîdin küllî yokluk olan ezeldeki geçmişine dönmesi, diğer bir ifadeyle ezelde yokluk âleminde iken Hakk’ın lütfu ve fazlı ile varlık âlemine geldiğini bilmesidir. Bu sayede amellerini kendine nispet etmekten, en üst mertebelere ulaşmayı amaç edinmekten ve ulaştığı hâl ve makâmlara değer vermekten kurtulur. Hakk’ın dışındaki hiçbir şeye itimat edip yönelmez. Mutasavvıflar sûfînin kendine ait bir varlık görmesini kıyas kabul etmeyen bir günah kabul etmişlerdir. Dolayısıyla sâlikin başta varlığının bulunduğuna dair düşüncesi olmak üzere maddi veya manevî her türlü arzu ve tutkudan arınmadığı sürece fakr mertebesine ulaşması mümkün değildir. Üçüncüsü, sâlikin ilâhî bir zorunlulukla Hakk’ın vahdâniyetine kapılması ve tecrîd bağına hapsolmasıdır. Benliğin bütünüyle kaybolduğu
“Zâhid, dünya ile ne kalben ne de zâhiren meşgul olmayan kişidir.“ iddiasında bulunmamak” şeklinde tanımlayarak üç kısma ayırır: Birincisi, dünyayı bütünüyle terk etmek ve ondan hiçbir şekilde bahsetmemek anlamındaki zâhidlerin fakrıdır. Zâhidler dünyalık şeyleri elde etmek için sebeplere sarılmadıkları gibi, dünyaya ait herhangi bir şeye yönelmez ve onu edinme çabası içinde olmazlar. Kendilerine dünyevî bir şey verildiğinde onu infak eder, verilmezse de asla talep etmezler. Zâhidlerin diğer bir özelliği de her ne sebeple olursa olsun dünyadan bahsetmemeleridir. Zira ister övmek, isterse kötülemek amacıyla olsun dünyadan bahsetmek onunla meşgul olmak anlamına gelmektedir. Şu hâlde zâhid dünya ile ne kalben ne de zâhiren meşgul olmayan kişidir. Ancak sûfîler böyle bir zühd anlayışında gizli bir tehlikenin varlığına dikkati çekmişlerdir. Onlara göre zâhid, dünyayı terk ettiği için kendini beğenme duygusuna kapılıp ucb ve riyâya düşebilir. Buna benzer duygulardan kurtulabilmesi için dünyayı terk etmenin veya istemenin onun açısından herhangi bir değerinin bulunmaması gerekir.
ve fakrın tam mânâsıyla yaşandığı bu dereceyi Abdürrezzak Kâşânî şöyle izah eder: “Fakr hâline ulaşan sûfî, kendisine ait herhangi bir vasfın ve fiilin bulunmadığını görür. Zira varlığı yoktur ki fiili ve vasfı olsun. Başına gelen her şeyin ezelde belirlenmiş bir hüküm olduğunu müşâhede eder. İlâhî bir zorunlulukla Hakk’ın vahdâniyetine kapılır. Burası, ağyarın bütünüyle yok olduğu cem‘ mertebesidir. Masiva olmadığı gibi masivanın adı dahi yoktur. “Onun vechinin dışında her şey yok olucudur” (Kasas, 28/88) âyetinin mânâsının tahakkuk ettiği yerdir. Böylece sâlik tecrîd bağına hapsolur, yani herhangi bir resim, isim ve sıfatın bulunmadığı ahadiyyet mertebesinde kalır ki burası aynı zamanda zât mertebesidir. Sûfîlerin “zâtın birliğinde fânî olmaktır” diye tanımladıkları fark mertebesinden daha yüksek bir makâm yoktur.” Bu açıdan bakıldığında ilk derecedeki fark zâhidlerin, ikinci derecedeki fakr mutasavvıfların, üçüncü derecedeki fakr ise sûfîlerin fakrıdır.
BUHARADERGI.COM
7
FURKAN SIFATIYLA
“İnsan, öldükten sonra kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanıyor? Biz, parmak uçlarına kadar onu derleyip toplamaya kadiriz.” (Kıyame,3-4) 8
BUHARA
AKIL
Emre MOL
M
usibet mi, en etkili kelamların gücü müdür insana tesir eden? Hani eskiler demişlerdir; “Bir musibet, bin nasihatten daha etkilidir” diye. Elbet nasihat etkilidir ve musibetin kendi bile bir kelamdır kendi lisanında. Bu bazen kaza, bazen dayak ve bazen de çok büyük acılardır. Hayvanlarda ve insanlarda nasihat almak ve nasihat olmak gibi özellikler vardır. İlk insan, Hz Âdem’in (A.s) oğlu Kabil, kardeşi Habil’i öldürdükten sonra öldürdüğü kardeşini gömmek için kargadan nasihat almıştır. Hayvanlar, uçmak, yüzmek, yani doğal ortamlarında yaşarlarken, birçok âlim ve bilim adamına, hatta gören gözlere nasihat olmuşlardır farkında olmadan. Akıl sahibi insanlar için birçok nasihat, hatta yaşama dair her şey nasihattir Yüce Kadir-i Zül Celal’den. Elbet, akla sahip olmayan hayvanat içinde vardır nasihatler, ancak akıl öyle bir melekedir ki, insanı hayvanattan birçok konuda kalın bir sınırla ayırdığı gibi bu konuda da en ayıran özelliktir. Nasıl mı? Hayvanlar ile insanlar arasındaki en belirgin fark, akla bağlı olarak insanın sözden-laftan da anlaması özelliğidir. Örneğin; aklı başında bir insan, diğer ucu prize takılı kablonun çıplak ucuna dokunmaz. Ancak, kedi gibi oyuncu bir hayvan, kabloya dokunmadan, onun can yakıcı olduğunu anlamaz, anlamaya da çalışmaz, sadece onun dokunulmaması gereken bir şey olduğunu bilir ve kesinlikle bu hatayı tekrarlamaz. Elbet, insanlarında hayvanlar gibi deneme/yanılma yöntemi ile keşfetmeye çalıştığı ve hatta canından olarak, kalan diğer insanlara nasihat ettiği şeyler de yok değildir. Peki, keşfedilmişi, tekrar sorgulayarak, deneyerek ömrü boyunca yanlışa düşenlere ne demeli? Ahmak mı, akılsız mı, deli mi? Elbette akıl sorgular, araştırır, ancak aklın getirdiği her şeyin başına imanı getirmezseniz rakamsal olarak sıfırdır. Çünkü iman birdir, başına bir getirilmemiş her sıfır, ne kendinden önce gelen, ne de kendinden sonra gelecek olan sıfırlara bir değer katmayacaktır. Emin olun ki, ilim adamları başka hiçbir kaynağa başvurmadan, sadece önce iman ettikleri şeye inanıp, sonra bunun ardında yatan sırra vakıf olmak için akılla hareket etselerdi, hem akılları ile nasihat olunanı anlar, hem de imanlarını kurtarırlardı. Bunu da başka bir örnekle açıklamaya çalışalım; İnsanlar, ilk olarak 1884 yılında, İngiltere de parmak izlerinin farklı olduğunu kabul
etti ve polis teşkilatı tarafından resmi delil olarak kullanılmaya başlandı. Oysa bu resmi açıklamadan tam 1300 sene evvelinde, yüce kitabımız Kur’an da, Kıyame suresinin 3. ve 4. ayetlerinde; “İnsan, öldükten sonra kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanıyor? Biz, parmak uçlarına kadar onu derleyip toplamaya kadiriz.” Bugün, insanların parmak uçlarına kadar farklı yaratıldıklarını teknoloji sayesinde anlıyoruz ya da ilk vahiyde insanın bir kan pıhtısından yaratıldığını. Peki, bundan iki yüz sene evvel insanlara, hatta zamanın ilim adamlarına Kuran’daa, yani Müslümanların mukaddes kitabında bu yazıyor deseydiniz, ne olurdu? Buna inanmaz, saçmalık gibi görürdü. Gerçi şimdiki bilim adamları da bundan nasihat almazlar, almıyorlar. Tüm örneklerden de anlaşılacağı gibi nasihat almak konusunda insan, aklına rağmen, pek kibirli, hatta bir hayvandan bile aciz. Öyle ya, altı üstü kısa süreli elektriğe tutulmuş gibi hayvan, bir daha kabloya dokunmaması gerektiğini, akılsız olmasına rağmen anlıyor. Diğer yandan insan, aklına rağmen, söz ile nasihat alabilmesine rağmen, tarih ve geçmiş ilimler örneklerle dolmuş olmalarına rağmen hala bildiğini okuyor. Hepsi bir yana, değil kendi büyüklerinden, toplum büyüklerimizin sözlerinden nasihat almayanlara ne demeli? Tarihe geçmiş, sözlerini söylemek için bir ömür yaşamış büyüklerimize? Nasrettin Hocalar, Evliya Çelebi’ler, Yunus Emre’ler ve daha binlercesi. Peki ya yaşayan Kuran Hz Muhammed’in (SAV) hayatı? Bir tane insan var mıdır ki, hayatının herhangi bir olayında, kutlu peygamberimizin hayatı ile çakışmasın, buna dair bir boşluk olsun? Büyüklerin sözlerini yabana atmayın, boş geçmeyin. Çünkü size o nasihati vermek için bir ömür yaşamaları gerekmiştir. Bu, ömrünüzü bereketlendiren, ömrünüze başkalarının ömrünü katan, musibeti olmayan bir nasihattir.
Doğruyu ve yanlışı ayırt ederken, kendimizi hayvandan ayıran en belirgin özelliğimiz olan aklımızın, hakkını vererek hayatınıza geçirin. Ancak nefis öyle bir garabettir ki, insanın sadece imanını değil, aklını da gölgeler ve imanla birleşmeyen akıl, ancak koca bir sıfırdır vesselam.
BUHARADERGI.COM
9
“SEN’DEN GAYRİSİNE ‘LA” DİYEBİLMEKTİR
SENİ SEVMEK
“Kahrın da hoş, lütfun da hoş” demeyi öğrenene dek, elçiye değil de asıl gönderene yüzümüzü dönüp, “Sen’den gayrisine “La” diyebilmektir Seni sevmek… Yurdanur GÜLER
İ
nsan mükemmel yaratılmıştır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “Biz insani en güzel şekilde yarattık” (Tin 4) O muhteşem yaradılışta öyle bir hazine vardır ki, hiç bir şeye benzemez. Lakin
10 BUHARA
insan bunun bilincinde değildir. Gerçeği bilse de gaflet her yanını sardığından aldırış etmeden yoluna devam eder. Resulullah (Sav) bu konuda söyle buyurmuştur: “Bedende bir et parçası vardır. O parça iyi ve sağlam olursa bütün beden sağlam olur. Bu parça bozuk olursa beden bozuk olur. Biliniz ki, o et parçası kalptir.”
Kalp her ne kadar küçük bir et parçası olsa da manen ucu bucağı olmayan bir ummana benzer. Neleri barındırmayız ki o kalbin içinde? Nice sevdalar gelip geçmiş ne sevgiler hükümdar olmuş… Faniye duyulan Aşk söz konusu olunca akıl tatile çıkmış mantık oltasını alıp terki diyar eylemiş. Kısacası insanı vezir de rezil de eden o kişinin kalbinde duyduğu sevginin kime ait oluşudur. Kim için çarpıyor yürek? Kimi arzuluyor? Kimi istiyor? Vuslat için arzu duyulan kim? İşte bu sorularda gizli, vezirlik de rezillik de. “Ya Rab, (insanların) dirilecekleri gün beni mahcup etme. O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur.)” (Şuara, 87-89) O öyle bir mekândır ki tıpkı taht misali... Her tahtın mutlak sahibi olan bir padişah vardır ve her padişah ancak kendisi için hazırlanmış tahtı benimser ve kimseyle paylaşmak dahi istemez. Teşbihte hata yoktur sözünden yola çıkarak kalp yalnızca Allah’ı seviyorsa o zaman o kalp Allah’ın tahtı olmuştur ve Allahtan başka hiç bir şey o tahta bir anlığına dahi yerleşemez. Hadisi kutside de buyurulduğu üzere Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”Ben ne yeryüzüne ne de gökyüzüne sığarım yalnız mümin. Olan kulumun kalbine sığarım”
Kul Allah’tan Başkasını Sevmemeyi Öğrenene Kadar İmtihandadır
Kulun amellerinde söz sahibi, kalptir. Kalp vücudun denetim mekanizmasıdır. Eğer bu denetim, sıhhatli bir denetim yapmıyor ya da yapamıyorsa, kişiyi zararlı işlere, günahlara sevk ediyorsa yapılan işlerden fayda görmez. Kalp dünya ve de içindekilerine aşırı muhabbet duyarsa bu kişi hiç şüphesiz zararın en büyüğünü yaşıyordur. Resulullah (sav) bu konuda söyle buyurdu: “Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır.” Ve yine bir başka hadiste söyle rivayet edilmiştir: “Dünya ve de içindekiler lanetlenmiştir Ancak Allah i zikredenler hariç.” Kişi bu dünya da kimi sever arzu ederse sonsuz yaşam dediğimiz ahiret yurdunda şüphesiz ki o kişiyle olacaktır. Resulullah (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” İnsanın elini şakağına götürüp ahrette kiminle olmak istediğini güzelce düşünmesi gerekir. Dünya dediğimiz bu mekân bizim için gelip geçicidir, oyun ve eğlenceden ibarettir. Oyuna dalıp da evine dönmeyi unutan çocuklar gibi olmamalı, dünyaya ve içindekilere dalmamalı, gönderiliş gayemizi unutmamalıyız.
Hedefe varmak için karşımıza çıkan birbirinden farklı ve zor sınavlardan korkup kaçmamalı, aşmak için üzerine yürümeliyiz. Çünkü kişi hakkıyla kul olmaya karar verdikten sonra imtihanları başlar ve kişinin manevi süluku ilerledikçe, seviyesi arttıkça imtihanların derecesi de kuvvetlenir. Bu ilerleyiş insanın tahammül gücünü de genişletmesi demektir ki, bu, gücünü sevgiden alır, Allah’a olan yakınlığından alır.
Kalp Yalnızca Allah’a Ait Olunca
Allah’tan başka her şeyin sevgisini içinde barındıran kalp karşılaştığı imtihanların zorluklarında bocalar. Bu bocalayış, ta ki, Allah’tan gayrisini kalpte yakıncaya kadar devam eder. Kalp bunu başardığında tevhide ulaşmıştır. “La İlahe İllallah” kalpte tecelli etmiştir. Kalp saltanatının sahibini bulmuştur artık. Ne mutlu Allah ile mütmain olan o kalbe ki! Başına gelen her musibete sabır gösterir, Allah’tan geldiğini bilir boyun eğer o sıkıntı bile ona sevgili gelmeye başlar. Kalp artık mutmain olmuş arayışı bırakmış, gördüğü her nesneyi, her şeyi, yaratıcının bir lütfu gibi görüp o şekilde de benimser. İstese de, kendisini zorlasa da, Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şeyi hatırına getiremez. Bu kalbe fenâ-i kalp denir. Bu durumda kişi sevdiklerini Allah için sever, Allah’ın rızasına nail olmak için muhabbet duyar. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah için seviniz Allah için buğzediniz”. Birgün halkı Zekeriya peygambere (a.s) gelerek onlara nasihat etmesini ister. O da Davut’un (a.s) şu kıssasını anlatır: Birgün Davut Peygamber Allah’a yalvarır: “Allah’ım kalbime nazil ol!” der. Allah “evini temiz tut!” buyurur. Bunun üzerine Davut Peygamber sorar: “Allah’ım evimi nasıl temiz tutabilirim?” Allah: “Kalbinde Bizden gayri ne varsa yak. Ancak o zaman nazil olurum” buyurur. Hâsıl ı kelam, kalp sadece ve sadece Allah’ın saltanatıdır. Aşka ulaşıncaya, arınıncaya dek mücadele vardır, Ebu Bekir Sıddık efendimizin ifade ettiği gibi “büyük harbe” yolculuk vardır. Vuslatı hedefleyen için yaşamak büyük harptir zaten. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” demeyi öğrenene dek, elçiye değil de asıl gönderene yüzümüzü dönüp, “Sen’den gayrisine “La” diyorum” diyebilmektir Seni sevmek… sinem_almanya@live.de
BUHARADERGI.COM
11
İNSANIN YÜCELER YÜCESİNE ÇIKIŞI
Vehbi VAKKASOĞLU
İ
nsanın hem yücelerin yücesine çıkış yolu, hem de aşağıların aşağısına iniş yolu açıktır. Yani Peygamberlere komşu olacak makama kadar yükselebilir, melekleri bile geçebilir… Aynı insan, hayvanlardan daha da değersizleşebilir, hatta şeytanlaşabilir. Gaflet perdesiyle kapalı olan gözü, dünyadan başka şey görmez. Hep madde, hep para, pul, servet, makam, mevki, zevk, keyif ve eğlence peşinde helal haram dinlemeden şeytanın askeri olur… Ancak Rabbi’ni bilen, O’nun kulu olduğunu unutmayan, peygamber çizgisinden sapmayan, yaratılış amacının dışına çıkmayan yüksek ruhlular da melekleri dâhi imrendiren manevi derecelere ulaşabilirler. Melekler ise, yaratılış çizgisini sürdürürler. Ne aşağıya düşerler, ne de makamlarını yüceltebilirler. Hangi kulluk çizgisinde yaratıldılarsa, o çizgide devam ederler. Çünkü ne daha fazla ibadet edebilirler, ne de günah işleyip kayba uğrarlar. Bu sebeple meleklerin makamı sabittir, değişmez.
Sadi-i Şirazi’ye şeytanlaşmış bir insanla, şeytanın mukayesesini sormuşlar. Şu cevabı vermiş: “Ey bana insan ve şeytandan hangisinin daha hayırsız olduğunu soran! Bilmez misin ki, şeytan, Kur’an okumaktan kaçar, insanoğlu ise, Mushafı çalar götürür!”
12 BUHARA
Yaratılmışların en üstünü olan insan”, kötü bir seçimle, aşağıların aşağısına yuvarlanabilir… En şerefli olmak vasfını, öyle bir şerefsizlikle değiştirir ki, canavarlar bile ondan iğrenir… Böylesine yaratılış istikametinden çıkmış olan bir insan, şeytanı çok sevindirir. Şeytan bu insanlar sebebiyle çok rahat eder, çok dinlenir ve etki alanını durduk yere genişletir. Zira bu şeytanlaşmış insanlar, şeytana yapacak bir iş bırakmazlar… Hatta bazen şerlerinden şeytan bile çekinir. Halk arasında bu tip insanlara, “Şeytan’a pabucunu ters giydirir.” derler… İnsanı böylesine alçaltan nedir? Hiç şüphesiz ki, nefsidir. Nefsine uyması, iman zayıflığına düşmesi, insanı alçaltır, onu gönül özürlü yapar. Hz. Yusuf (as) gibi bir büyük peygamber dâhi, “Rabbim rahmetiyle beni korumasaydı, ben de nefsime uyabilirdim…” demiştir. Sürekli kötülükleri emreden bu nefis, içimizdeki asıl düşmandır. Nefis, şeytanın işbirlikçisi ve casusudur… Nefis ve Şeytan işbirliği, en çirkini en güzel gösterebilir... Kötüyü iyi, yanlışı doğru, zararlıyı faydalı göstermekte mahirdir. Bu güçlü işbirliğinin hilesinden kurtulmak için, iman şuuru lazımdır. Hakikatine varılmış bir imandan hâsıl olan nur ile insanın kalp gözü açılır… Mü’min olmayanların göremediklerini görürler, hayrı şerden ayırırlar. Hem hayrı, iyiyi, doğruyu fark ederler, hem de o doğrultuda yaşama azim ve iradesini gösterirler…
TEVEKKÜL Prof. Dr. Adem APAK
“Ey Muhammed de ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim Mevlamızdır. O’nun içim mü’minler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe, 104/51)
İ
nsanı yeryüzünün en üstün varlığı olarak yaratan Cenab-ı Allah, onu diğer canlılardan ayırmak için akıl gibi bir özellikle donatmıştır. Akıl sayesindedir ki insanoğlu yeryüzünün imkânlarından faydalanmakta yararlanmakta ve karşılaştığı problemleri çözebilmektedir. Kendisine akıl nimeti verilen insan, bunun karşılığında sorumlu tutulmakta ve dünyada çalışmakla mükellef olmaktadır. Gerçekten de kişinin kendisi ve ailesinin hayatını sürdürebilmesi, ülkesi ve milleti için faydalı bir fert olması için de çalışıp çaba göstermesi gerekir. Bu gerçeği, Kur’ân “İnsan için kendi
çalışmasından başka bir şey yoktur” (Necm,81/ 38) şeklinde ifade eder. İslâm dini inananlara hem dünya hem de ahiret için çalışmayı emretmekte ve onlardan her iki âlem için hazırlık yapılmalarını istemektedir. Buna göre dünya için ahireti, ahiret hayatı için dünyayı terk etmek, uygun görülmemekte ve her iki dünya için denge kurulması tavsiye edilmektedir. (Bakara, 2/ 201) Gerek dünya, gerekse öbür âlemle ilgili görevlerini ifa ettikten sonra insanın sorumluluğu ortadan kalkar. Bundan sonra insan için tevekkül devresi başlar.
BUHARADERGI.COM
13
Tevekkül, meşru anlamda bir maksada ulaşmak amacıyla, bir işi başarmak için her türlü çalışmayı yapıp gayret gösterdikten sonra, Allah’a güvenip gayretinin sonucunu ondan beklemektir. Başka bir ifadeyle, sebeplere sarıldıktan sonra neticeyi Allah’a havale etmektir. Böyle bir durum her şeyden önce ferdi, ruhen de rahatlatır. Çünkü insan, hedefe ulaşmak için her türlü gayreti göstermiş, tedbirini almış ve sonucunu en güvenilen varlık olan Allah’a sevk etmiştir. Böyle bir ruh haliyle işini tamamlayan kişi hedefinin sonucu konusunda da herhangi bir endişe duymaz. Zira her şey Allah’ın kontrolü altındadır, O dilemezse hiçbir şey gerçekleşmez, O dilediğinde de buna kimse engel olamaz. Dolayısıyla Allah’a tevekkül eden mümin, isteği gerçekleşmez, hedefine ulaşamazsa dahi, bunda hayal kırıklığına uğramaz, zira Allah böyle bir sonucu kendisi için daha hayırlı kılmıştır, diye düşünür. Gerçekten de kendi hayatımızda da örnekleyebileceğimiz gibi, bazen gayretlerimize rağmen bir hedefe ulaşamadığımızda üzüldüğümüz, ümitsizliği kapıldığımız olmuştur. Ancak zaman geçtikçe bu işin istediğimiz gibi gerçekleşmemiş olmasının kendimiz için daha hayırlı olduğunu görmüşüzdür. Her anlamda model insan olan Hz. Muhammed’in (sav) tevekkül konusunda da güzel bir örneklik göstermiştir: Hz. Peygamber’in (sav) Mekke müşrikleriyle imzaladığı Hudeybiye anlaşmasının maddelerinden birinde, “şâyet Medine’den Mekke’ye dönmek isteyen bir kişi olursa ona izin verilecek, ancak Mekke’den Müslüman olup Medine’ye gitmek isteyen kişi çıkarsa buna müsaade edilmeyecekti.“ Daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan Mekke delegasyonu başkanı Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, Müslüman olduğunu ilan ederek Medinelilerin arasına karıştı. Mekke müşrikleri bunun anlaşmaya aykırı olduğunu söyleyerek onu geri istediler. Hz. Peygamber’de (sav) ashabın tüm rica ve ısrarlarına rağmen, anlaşma hukukuna dayanarak Ebû Cendel’i Mekkelilere teslim etti. Bu hadise karşısında müteessir kalan bazı sahabiler, Hz. Peygamber’e (sav) karşı kırgınlıklarını belirtir şekilde, onun emirlerine karşı kayıtsız ve isteksiz davranmışlardır. Allah Rasûlü (sav) ise tüm gayretleri göstermiş, tedbirleri almış ve Allah’a tam tevekkül içinde Medine’ye geri dönmüştü. Müslümanlar ile birlikte Medine’ye dönemeyen Ebû Cendel, babasının yanında barınamadı ve Mekke ile Medine arasında Mekke-Şam ticaret yolu üzerinde bir vadiyi mekân tuttu. Daha sonra Müslüman olup da iki şehre de giremeyen başka insanlar ona katıldılar ve hep birlikte kendilerini bu hale getiren Mekke’lilerden intikam almaya karar vererek, Şam’a giden Mekke ticaret kervanlarını yağmalamaya ve Mekke’nin en önemli geçim kaynağı olan ticareti engellemeye başladılar. Bu durum karşısında Mekkeliler kendi istekleriyle anlaşmaya koydurdukları
14 BUHARA
maddenin kaldırılması için bizzat Hz. Peygamber’e (sav) müracaat etmek zorunda kaldılar. (İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I-IV, (thk. Ömer Abdüsselam ed-Tedmüri), Kahire 1987, III, 263-266). Böylece başlangıçta Müslümanlar aleyhine görülen bu durum, daha sonra onların lehine gerçekleşmiş, Hz. Peygamber’in (sav) tevekkülü Müslümanlar için büyük imkânlar sağlamıştır. Tevekkülde aslolan, bütün gayret gösterildikten ve çalışma yapıldıktan sonra Allah’a güvenmektir. Yani tevekkül gayretin ikinci safhasıdır. Yoksa hiç bir emek harcanmadan, sebeplere müracaat edilmeden işleri Allah’a havale etmek, tevekkül değil, tembelliktir ki, tembellik yüce dinimizin ruhuna aykırıdır. Kur’ân’da da tembellik yerilmekte, bunun yerine çalışmak, insanlara yardım etmek övülmektedir. (Yûnus, 109/9; Nahl,76/ 92) Merhum Mehmet Akif, Safahat’ın Fatih Kürsüsünde kısmında, çalışmayıp tembellik edenleri tenkit ettikten sonra bir tembelliğini tevekkül olarak adlandıran müminleri şöyle hicvetmektedir: “Çalış dedikçe din, çalışmadın, durdun. Onun hesabına birçok hurafe uydurdun! Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin maskaraya! Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden, Yorulma, öyle ya Rabbin hizmetçin iken! Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini. Birer birer yazıp tamamlayınca listesini; Bütün işleri Rabbim görür: Vazifesidir. Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir. ... Ya sen nesin Mütevekkil, yutulmaz artık bu! Biraz saygı gerekir, ne saygısızlık bu! Hüda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hüda, Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete ha! ...Tevekkül böyle emir vermek mi demektir Allah’a Kur’ân’ın kimin için indiğini hiç düşündüğü yok.. Sorsalar Kur’ân’ın muhatabı Allah’tır diyecek! ...En ufak işinde başvurmazsan gayeye ulaştıracak vasıtalara, O işi başarmanın imkanı var mıdır acaba?...” (Safahat, I-II, (hzr. Ö. Faruk Huyugüzel-Rıza BağcıFazıl Gökçek), Feza Gazetecilik. I, 494-497. Burada sadeleştirilmiş metin kullanılmıştır)
Tevekkül, meşru anlamda bir maksada ulaşmak amacıyla, bir işi başarmak için her türlü çalışmayı yapıp gayret gösterdikten sonra, Allah’a güvenip gayretinin sonucunu ondan beklemektir. Başka bir ifadeyle, sebeplere sarıldıktan sonra neticeyi Allah’a havale etmektir.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, tevekkül; insanın bir işte muvaffak olabilmesi için çalışması, kendisini başarıya ulaştıracak metodu doğru bir şekilde uygulaması ve bunun sonunda istediğine ulaşabilmesi için Allah’a sığınması ve onun yardımını, kararını beklemesidir. Son sözü Kur’an’ın yüce tavsiyesine bırakalım: “Ey Muhammed de ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim Mevlamızdır. O’nun içim mü’minler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler”. (Tevbe, 104/51).
BUHARADERGI.COM
15
Dua ”(Resûlüm!) De ki: ‘(Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?’”
SORUMLULUĞU VE MÜMİNİN MÜ’MİNE DUASI Ercan HATİPOĞLU
[Furkan, 77]
“Neden
Dua
sız bırakıyorsun dilini? Kapıyı çalmadan açılmasını bekleyenlerden misin?” Hz. MEVLANA
16 BUHARA
A
llah Zülcelal hazretleri, kâinatı, bizler için yoktan var etti. Gözümüzle gördüğümüz, dağlar, taşlar, ovalar, bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi, canlı-cansız tüm bu nimetler bizler için yaratıldı. Acaba bizler; bütün bu nimetlerin, şükrünü eda edebiliyor muyuz? Gerektiği gibi kulluk yapabiliyor muyuz? Bunca nimete karşı ne kadar da nankörüz, değil mi?
Peki, Hak Teâlâ hazretleri bizden bu nimetlerin karşılığında ne istiyor? Allah Zülcelal hazretleri, bizden kulluk ve dua etmemizi istemektedir. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim de buyuruyor ki; ”(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” [Furkan, 77]. Demek ki Rabbimiz bizlere kulluk ve dualarımız için değer vermektedir. Hele ki günümüzde, fitne, fesat ve şerrin yayıldığı, hesapsız bir şekilde insanların katledildiği bir dünya da duaya ne kadar da çok ihtiyacımız var, değil mi? Günümüzde şahitlik ettiğimiz bunca insanlık dışı vahşet ve zulmün yaşandığı, Müslüman kardeşlerimizin katledildiği bir zamanda, onlara gücünün yettiği ölçüde yardım etmesi, herhangi bir yardımda bulunamayanın da dua etmemiz farz olur. Evet, dünyada zulme uğrayan, savaşa mecbur bırakılan Müslümanlara dua etmek farzdır. Oysa ki bizler, bu kadar çok ihtiyacımızın olduğu ve sorumlu olduğumuz bir şeyi ne kadar da az yerine getiriyoruz??? Dünyanın öteki ucundaki bir Müslümanın derdi, bizim derdimiz demektir. Her Müslümanın bu sorumluluğu yerine getirmesi gerekmektedir. Hadis i Şerifte buyruldu ki; ‘’Müslümanların dertleri ile ilgilenmeyen onlardan değildir” [Hakim]. İbn-i Ömerü’l Faruk hazretlerinden yapılan rivayette, Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur; “En çok kabul edilen dua, Mümin’in Mümin’e duasıdır.” [Tirmizi, Ebu Davut, Buhari]. Evet, bir müminin diğer din kardeşine yaptığı dua, temiz ağızla yapılan dua olması hasebiyle kabule şayan dualardandır. Çünkü bunda riya (gösteriş) yoktur. Halisane iyi niyet vardır. Yalnız Allah rızası için olur ve kabul olur. Buna ‘’Gıyapta Dua ‘’ denir. Peygamber efendimiz; ‘’Günah işlemediğiniz diller ile dua ediniz!’’ buyurmuştur. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hak; “Ey Musa! Bana günah etmediğin, kötü söz söylemediğin bir ağızla dua et, sığın! Hz. Musa; “benim öyle bir ağızım yok “ dedi. Hak ta buyurdu ki; “Öyle ise, başkalarının ağzı ile dua et!’’ Çünkü sen başkalarının ağzı ile günah işlemediğin için, o ağız senin için temizdir, günahsızdır. Öyle hareket et ki başkalarının ağzı senin için gece-gündüz dua etsin. Sen başka birinin ağzı ile kötü söz söylemediğin, günaha girmediğin için o başka birinin özür dileyen ve dua eden ağzı yok mu, işte o ağız senin için günah etmediğin ağızdır.’’ buyurmuştur. Hepimiz, öyle bir yaşam sürmeliyiz ki, başkaları gıyabımızda, gizli dua etsin. Hadis-i Şerifte; “Gizli (gıyabda) yapılan dua, aşikarenin yetmiş misline eşittir.” [Ebuşşeyh]. Mesnevi’de deniyor ki: Adamın birisi, her gece kalkıp namaz kılıyor,
Allah’ı anıyor, O’na dua ediyor, yalvarıp yakarıyordu. Şeytan ona bir gün vesvese verir:”Ey ahmak kişi, her gece, Allah demenin, O’nu zikretmenin ne anlamı var ki? Sabaha kadar uykusuz kalıp yalvarıyorsun, bütün kapılar yüzüne kapalıdır. Sana ”Ne istiyorsun” diyen var mı? Şimdiye kadar bir kapı açıldı mı? Buyur eden oldu mu? İstenmeyen yere gidilir mi? Allah senin bu yalvarıp yakarmana önem verseydi dileklerini kabul ederdi, bir cevap verirdi. Boşuna kürek çekip durma.” Adam, kendine gelen bu düşünceyi doğru bulup gönlü kırıldı, başını yere koyup zikretmeden hüzün içinde uyudu. Rüyasında ona, ”Neden Allah’ı zikretmeden uyudun bugün?” dendi. Adam,”Yalvarıp çağırmalarıma bir cevap gelmiyor ki... Kapıdan kovulduğumu anladığım için artık o kapıyı çalmıyorum” dedi. Adama şöyle dendi: (Senin Allah demen, O’nun kabul etmesi, buyur demesi sayesindedir. Senin yalvarışın, Allah’ın senin ruhuna duyurmasındandır. Senin gayretlerin, Allah’ın seni kendine yaklaştırmasındandır. Senin korkun, sevgin, ümidin, Allah’ın lütfu iledir. Senin her “Ya Rabbi” demenin altında, Allah’ın “Buyur kulum” demesi vardır. Gafilin, cahilin gönlü bu duadan uzaktır. Gafiller dua edemez. Çünkü “Ya Rabbi“ demeye güç yetiremez. Onun ağzında da dilinde de kilit vardır. Dert içinde iken de ağlayıp sızlayamaz. Allah ona dert, ağrı, sızı, gam, keder vermez. Verse de o doktor der, Allah diyemez. Artık anla ki, Allah’a dua etmeni, O’nu çağırmanı sağlayan dert, dünya saltanatından daha iyidir. Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua ise gönülden kopup gelir, makbuldür. Adam rüyadan uyanınca, sevinir ve yeniden dua etmeye başlar ve muradına kavuşur. Günahkâr Müslümanın duası, kabule şayan değilse de, Cenab-ı Hak, dua edeni boş çevirmez. Dua sebebiyle ya günahlar affolur, ya gelecek bir bela önlenir, ya mevcut bir bela kalkar, yahut ahirette büyük sevaba kavuşulur. Dua istemek demektir. Kimden? Kâinatın Sahibi Allah Zülcelal Hazretlerinden. Sebeplere yapışarak Rabbim Teala hazretlerinden isteyeceğiz. Ne istyiyor isek, duanın kabul şartlarına, edebine, zamanına riayet ederek, yüce Mevla’mızdan bıkmadan usanmadan istemeliyiz. Özellikle Cuma saatleri, bayram ve kandil geceleri, teheccüt saati, abdestli ve kıbleye yönelmiş olarak ihlasla iki salavat ı şerife arasında edilen dua, kabulü cezbeder. İsterken sadece sözle istememeli, fiili duayı da gerçekleştirerek, duamıza icabeti, işimizin akıbetini Allah’ın takdirine bıraktıktan (tevekkül ettikten) sonra bize biçilene razı gelmeliyiz.
BUHARADERGI.COM
17
MUHARREM AYI VE HZ. MEHDİ (AS.)
Allah katındaki bayramlar ayrıdır, insanların yeryüzündeki bayramları ayrıdır. Resullullah (a.s.v.) Efendimiz Mirac-ı Şerif’e çıktığında, orada meleklerin bayramı olan Kadir Gecesini, Beraat Gecesini görünce Cenab ı Allah’tan talep etti. O talebinin üzerine Allah Teâlâ o bayram gecelerini de bize indirdi. Bir manevi bayram gecesi daha vardır ki; işte alâmet de odur: Bir Muharrem… Bugün Müslümanlar’ın bayram günüdür. Muharrem Ayı Allah’a hicret etme ayıdır.
Şeyh Ahmet Yasin BUHARİ, El-BURSEVİ (K.s)
İ
çinde bulunduğumuz ay ve gün çok mübarektir. Genel öneminin yanında, bizler için bu sene içerisindeki ahir zaman işaretlerinden ikincisidir. Mehdi’nin (a.s.) çıkışından önceki ikinci işarettir. Kurban bayramında Cenab-ı Allah’ın iki bayramı
18 BUHARA
bir araya getirdiğini hepimiz hatırlıyoruz: Cuma bayramı ile kurban bayramını bir araya getirdi. Allah katındaki bayramlar ayrıdır, insanların yeryüzündeki bayramları ayrıdır. Resullullah (a.s.v.) Efendimiz Mirac-ı Şerif’e çıktığında, orada meleklerin bayramı olan Kadir
Gecesi’ni, Beraat Gecesi’ni görünce Cenab-ı Allah’tan talep etti. O talebinin üzerine Allah Teâlâ o bayram gecelerini de bize indirdi. Bir manevi bayram gecesi daha vardır ki; işte alâmet de odur: Bir Muharrem… Bugün bir Muharrem... Müslümanların bayram günüdür. Bugünde çok büyük tecelliyatlar olmuştur. Âdem (a.s.) yeryüzüne bugün (bir Muharrem’de) indirilmiştir. Yine bir Muharrem’de Havva Anamız’la buluşturulmuştur. Tövbesi kabul olunup, Kâbe-i Muazzama’yı yapması emredilmiş ve bir Muharrem’de Kâbe’nin inşaatını bitirmiştir. Şit’in (a.s.) kavmi bir Muharrem’de helak edilmiş. Ad ve Semud kavimleri bir Muharrem’de helak edilmiş. Nuh’un (a.s.) kavmi bir Muharrem’de helak edilmiş. İman edenler o gün gemide kurtulmuştur. Davut’un (a.s.) orduları bir Muharrem’de, Eyyûb (a.s.) hastalıklardan bir Muharrem’de kurtulmuştur. İsa’nın (a.s.) semaya kaldırılışı dahi yine bir Muharrem günü olmuştur. Resullullah’ın (a.s.v.) küfrün zulmünden, Medine-i Münevvere’ye, rahmet diyarına, hicret etme sebebi ile gönderilmesi bir Muharrem’de olmuştur. Ve yine bir Muharrem’de çok büyük olaylar tecelli edecektir. İki bayram. Yarın Cuma Bayramımız. Üzerimize farz olan büyük bayramdır. Muharrem bayramı ile denk gelmesi, Allah’ın özel bir ikramıdır. Beklenen Mehdi’nin (a.s.) vaktinin geldiğinin, yaklaştığının alametidir. Bin senede bir kere böyle denk gelir, kolay değil. Bugün bayramdır!. Mehdi (As) Bir Şahıstır Ve Gelecektir Bakın Resulullah (a.s.v.) hadis-i şerifinde ne buyuruyor; “Ya inandığınız gibi yaşarsınız veya farkında olmadan yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” Bugün insanların en büyük hastalığı, yaşadıkları gibi inanmaya başlamalarıdır. Kendi düşüncelerine göre hükümler çıkarıp, meseleleri çözmeye başlamalarıdır. Deccal bir şahıstır. Adada hapistir. Çıkması çok yaklaşmıştır. “Dabbetü’l arz” bir mahlûktur, çıkmıştır. Mümini, münafığı, kâfiri herkesi birbirinden ayırıyor, yaptığı işleriyle. “Ainesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” diye bu nedenle söylenir. Kalbine giren dabbetü’l arz sana öyle işler işletir ki; iyi misin, kötü müsün, yamuk musun, hepsi çıkar ortaya. Bu mana ile herkesin alnına mühür vurulmuş olur. Mehdi de (a.s.) şahıstır, bir kişidir ve gelecektir. Mehdi’nin (a.s.) doğruluğunu hepimize ispat edecek olan İsa (a.s.)’dır. Etle kemikle gelecektir. İsa (as) peygamber olmasına rağmen, Resullullah Efendimiz’in vakti ve zamanı olduğu için, Mehdi’nin (a.s.) arkasında namaz kılacaktır. İsa (a.s.) evlenecektir. Çoluk çocuk sahibi olacaktır. Yedi sene yaşadıktan sonra, Cenab ı Allah’ın huzuruna çıkacaktır.
Mehdi (a.s.) zamanını tamam etmeden, Deccal çıkacaktır. O vakitleri yaşıyoruz. O vakitler için gerekli olan azığı yanınıza alın. O azık ilim azığı, hikmet azığı, irfan azığı. Bu da nasıl olur? İlla “Allâhümmahşurna fî zümratissalihin” salihlerle beraber olmakladır. Doğru insanlarla beraber olmakladır. Üç milyonluk Bursa, yetmiş milyonluk Türkiye’nin içerisinde kılığınızla, kıyafetinizle burasını duymayan kalmadı. Çünkü bu gemi, farklı gemi, mürettebatı farklı mürettebat. Ancak nasibi olan ve müsaadesi olanlar o kapıdan içeriye girer. Kapısı herkese açık olmasına rağmen, istediği kadar vazifeli olsun, nasibi olmayan içeri adımını atabiliyor mu? Nuh’un (a.s.) gemisine binmek kolay mı? Selamet gemisine... Kolay mı? Her işi kullar yapıyorsa, Allah ne yapıyor o zaman? Sen nasıl Müslümansın? Her şeyi yapan Allah’tır. Fail i mutlak diyoruz. Fiiliyatı halk ettiği gibi, olayları ve hadiseleri de halk eden O’dur. Senin teslimiyet ve ihlasına göre tecelli eder. Teslimiyet ve ihlasın O’na hakiki kulluksa, “Allah sabredenlerle beraberdir” ayeti tecelli eder, ne çabuk unuttun! “Allah şükredenleri sever” ayetini ne çabuk unuttun! Allah sadece sabredenlerle ve şükredenlerle beraberdir, diğerleri ile beraber değildir. Sabredersen ve şükredersen, Cenab-ı Allah’ın seninle olduğunu bilirsin. Resullulah’ın (a.s.v.) hadisi şerifini bilmiyor musun? Sahabe sordu; - “Ya Resullullah, Allah bizi anıyor mu? Allah benim adımı zikrediyor mu?” - “Sen ne zaman Allah’ı anıyorsan, bil ki o an Allah seni anıyor.”
Allah seni andığı için, sen O’nu anıyorsun. Onun için; her zaman Sultanî zikri, Allah’ı anmayı unutmayın diyoruz. Unutulduğun zaman unutursun. O zaman şeytanın elinde asker olursun. Sakız gibi çiğner seni ağzında, perişan eder. İşlerini toparlayamazsın. Kendini, düşüncelerini toparlayamazsın. “Unutkanlık başladı bende” demeye başlarsın.
BUHARADERGI.COM
19
Muharrem Ayı
O’nunla mutlu olalım. O’nun haricindeki her şeyi kalbimizden atalım. Attığımız anda her şeyi bize verecek. Her şeyin sahibi olan Cenab ı Allah’tır, Malik el Mülk’tür. Onun mülkünü kalbimizden çıkarttığımız anda Cenab-ı Allah bize her şeyi ikram eder. Bizim gönlümüzde yokken, o bizi dünyaya getirdi.
Bugünlerin kadir ve kıymetini bilin. Ayıca Muharrem ayının özelliği, zulmün gelip de rahmetin çiğnenmesidir, Resullullah’ın (a.s.v.) soyundan gelen bütün seyyidlerin katledilmesidir. Çünkü peygamber ne dedi? “Benden sonra size Kitabı, sünneti ve Ehli beytim bıraktım” dedi. Sırayla hepsinin kaldırılabilmesi için, Ehl-i Beyt’inin kaldırıldığı aydır. Zulmün yapıldığı aydır. Hüseyin’lerin Kerbela’da şehit olduğu aydır. Bu ay zulme karşı koyma ayıdır. Bu ay hicret ayıdır. Zulümden kaçıp kurtulma ayıdır. Bu ayda herkes nefsinin zulmünden kaçıp, ruhuna sığınmalıdır. Bu ayda insan günahlarından Cenab ı Allah’ın rahmetine hicret etmelidir. “Ya Tevvab” ism-i sıfatına, tevbeleri kabul eden, insanları aziz eden, günahlarını af eden Cenab ı Allah’a hicret etme ayıdır bu ay... Allah’ın kapısına kul olmaya geldik. O’ndan sadece kulluk istiyoruz. Başka talebimiz yok. Kim Gavs olacakmış, kim kutup olacakmış, kim evliya olacakmış Allah ona versin. Bize kulluk kapısını açsın yeter. Sıfır yapsın bizi, yok olalım yeter! Allah’ın olduğu yerde, biz kimiz ki varlık iddia edelim? O’nunla mutlu olalım. O’nun haricindeki her şeyi kalbimizden atalım. Attığımız anda her şeyi bize verecek. Her şeyin sahibi olan Cenab-ı Allah’tır, Malik el Mülk’tür. Onun mülkünü kalbimizden çıkarttığımız anda Cenab ı Allah bize her şeyi ikram eder. Bizim gönlümüzde yokken, o bizi dünyaya getirdi. “İşte mülküm; ye, iç, israf etme, haddi aşma!” dedi. Ama bizi yetiştirenler yanlış anlayışla yetiştirdi. Anamızın halifesi kızları, babamızın halifeleri bizleriz. Çalışacaksın, kazanacaksın, herkesten üstün olacaksın, atın olacak, araban olacak, senin dediğin olacak, sen, sen, sen... Firavun yapmak için uğraştılar bizi. Hiç ellemeyip kendi halimize bıraksalardı, Cenab ı Al-
20 BUHARA
lah İbrahim’ini mağarada nasıl muhafaza ettiyse, Hızır’ı (a.s.) nasıl muhafaza ettiyse, hepimizi muhafaza ederdi. Ama bozdular. Akıllı geçinenler bizi mahvetti, perişan ettiler. Kendi mevcut sistemlerini içerisinde erittiler, yok ettiler. Şimdi aslına döndürelim diye uğraşıyoruz! O’dur mülkün sahibi. Daha elli sene öncesine kadar yer satın almak diye bir şey yoktu. Yüz sene önce kimse parayla yer satın almazdı. Adama deli derlerdi. Kimin neye ihtiyacı varsa, münasip bulduğu bir yere gider, kendisi kerpicini keser, çoluk çocuk beraberce evini bahçesini yapardı. O zamanın sermayesi evlad-ı iyaldi. Ailesiydi bütün serveti. Onun için bizde kadınlara Servet ismi çok konulmuştur. Erkeklere bile Servet ismi verilmiştir.“Bu benim servetim, hazinem” anlamında. Savaş çıksa ilk bombalanacak yer, Lut kavminin, Ad kavminin yaşadığı şehirlerin içidir. Hiç dağ başının bombalandığını gördünüz mü? Orada bir tane kulübecik var diye, kim gidip bombalıyor onu? Hastalık çıkınca şehirdekiler hasta oluyor. Hiç dağın başındaki adama bir şey oluyor mu? Zaten tek başına yaşıyor. Kimseyi gördüğü yok ki, ne bulaşacak ona? Bu Ad ve Lut kavminin içinde yaşayana para lazım. Yoksa dağın öbür tarafında yaşayan, sabahleyin kalktığında ne yapacak parayı? Eşekle alışveriş mi yapacak? İnekle, koyunla, keçiyle para alışverişi mi yapacak. Onlar bedavaya etini de, sütünü de veriyor. Tavuk yumurtluyor. Buğdayı da tarlasından kaldırıyor. Neden insanlar illa bu kavmin içerisinde yaşayacağım diye yarışıyor. Helak olmaya yer arıyor. Bu bir manevi duadır, fiili duadır. “Ya Rabbi, bizi bir an önce helak et! Biz helak olacaklar ile beraberiz” demektir. Ne işin var? Allah akıl fikir versin. Çıkın dışarılara. Ormanlara gidin, dağlara gidin. Boş yerlerdeki boş arazilere, kendinize “Bismillâhirrahmânirrahîm, Yâ Malik-el Mülk” diyerek bir sınır çizin. Onun içerisinde yaşayan bütün mahlûkat ile birlikte, adaleti temsil ettirin. Hak yemeyin. Helalinden rızıklarınızı yiyin. Geleni gideni misafir edin. Bak Allah neler verecek o zaman. Ama “hayır efendim bırakamam” diyorsun. Neden? Hangi zincir seni bağlıyor bu kavmin içerisine? Hırs... Sen o hırs zincirini kırdırmak için gelip şeyhe bağlanmadın mı? Bağlandın ama laf dinlemiyorsun ki!
dakikada dolacak. Kırk sene dergâhta durmak, onun yanında olmak yetmiyor. Yaptığını yapmak gerekiyor. Ebu Leheb, sahabenin çoğundan fazla Peygamber Efendimizin yanındaydı. Aynı zamanda amcasıydı, en iyi tanıyanlardandı. Yanında olmak imanını kurtarmaya yetmedi. İmansız gitti. Ama bir taraftan Bilal geldi, öbür taraftan Selman-ı Farisi geldi, acayiptir... Onun dini bütün dünyaya dağıldı. Bu onların peygamber olduğunun alametidir. İsa’nın (a.s.) dini de öyle dağıldı. Onu yok etmeye uğraştılar. Zannettiler ki onu yok edersek din bitecek, on iki kişi değiller mi idi bunlar? Bütün dünyaya dağıldı dini. Bu onun peygamberliğinin alametidir. Musa’ya (a.s.) da aynısını yaptılar. Firavun ona orduları ile saldırdı. Çöle sürdü. Açlıktan öldüreceğim, bitireceğim onları diyordu. Firavun bitti ama Musa ve yolunda gidenler hala yaşıyor. Onun yolunda gidenler biziz, iman edenler!.. Kendine Musevi’yim diyenler değil. Musevî olan benim, İsevî olan benim, Muhammedî olan benim. Onların yolundan gidip, onların adaletini tutmaya geldim. Millet i İbrahim, Ümmet i Muhammed’im. Niye kendinizi bu kadar ezdirmişsiniz. Şeytan ilmiyle sizin nefislerinizi korkutmuş, sizi ezmiş, yere indirmiş. Seni ırkçılıkla, milliyetçilikle ezmiş, sana Kürtsün demiş, ona Türksün demiş, buna Yunansın, ona İngilizsin. Ezmiş. Ne alakası var? “Hasbunallah ve niğmel vekil!” Benim vekilim Allah ise, benden büyüğü yok. Ben Halife-i Ruyi Zemin isem o zaman benden büyüğü yok. İlim de bende, hikmet de bende, irfan da bende. Hangi şeytan karşıma çıkacak? Onun arkasında kimse yok! Benim arkamda Cenab-ı Allah ile bütün melekleri var, bütün peygamberler arkamda. Ben onları temsil etmeye uğraşıyorum. Sen de öyle olacaksın, o da öyle olacak. Hepimiz böyle olacağız. Onun için uğraşıyoruz. Allah Teâlâ şu bayramda, bu hicrette hepimizi oraya erenlerden, O’nun yolunda gidenlerden eylesin. Amin, velhamdülillahi Rabbi’l Âlemin, El- Fâtiha meas salavat. Bursa-17.12.2009 Sohbeti
“Ben on senelik dervişim.” Yüz senelik olsan neye yarar? Hala nefsine aynı zincirlerle bağlısın. Yunus Emre boşuna mı diyor; “Bir testiyi bir pınarın başına koysan, kırk sene orada kalsa kendi dolası değil.” Bir el tutup, pınarın altına koysa, bir
BUHARADERGI.COM
21
riB
Hadis Söz Şiir
Rabia BAL
Bir Söz
is
Bir
Bir Had Hadis
) lü (sav u s e R için Allah (R.a) ( a! Kurban her n e t ’ d ai atım nın Ebu S “Ey F un. Zira ka ların : u d r l ah buyu nda bu geçmiş gün ı n a y e kalk v a karşılık ın a l dam s caktır.” r, na a l ahsustu m bağış i m i: eyte dâhil Dedi k ce biz ehl-i b nlar buna a e d m “Bu sa tün Müslü da ü b nlara a yoksa m ü l s Mü ” midir? bize de tüm mi] s Heyse “Bilaki ” buyurdu. , m i k ir. [Hâ şamild
Bir Şiir
“Gönlü ışık yakmayı, ay dınlanmayı öğrenen kişiyi, güneş bil e yakamaz. Gündüz gibi ışıyıp durm ayı istiyorsan, geceye benzeyen benliğini yakıver.” Hz. MEVLANA
FANİ DÜNYA
? a baki var mıdır Şu fani dünyad ır? , kefen dar mıd lü ö i m i d le y Sö ıdır? kuru tahta sal m Ummanda bir ? yatan var mıdır at h ra a d ın ar Mez ıdır? ip susan var m Derdini söyley ? bulan var mıdır a ev d e in er tl er D ile, ip mürşid i kam Halin arz eyley mıdır? ahrum olan var m en d in et m Him ır? kalkan var mıd m la ğ sa e d cü ec Tehh ır? yapan var mıd ru ğ o d in et ad İb ıdır? ep bu zaman m Ahir zaman ac ? yenin var mıdır Hali açık söyle dua buyursun, Sultanına söyle n. k sevgili kulusu Sen ki Rabbin ço n, nefeslik okusu Ruhumuza bir n. t huzuru bulsu re si , il eğ d t re Su
22 BUHARA
re al bizi, Halakayı zikirle yalara sal bizi. Temizleyip der sana gelmeye, Yüzümüz yok sal bizi. inle cennetine et m h ra im b ab R IOĞLU Bünyamin AVC
Bismillahirrahmanirrahim “İhlas, Benim sırlarımdan bir sırdır. O’nu ancak kullarım içerisinde seçtiklerimin ve sevdiklerimin kalbine koyarım.”(Hadis i Kudsi) Hz. Mevlana sevgide ve ameldeki ihlası yukarıdaki kudsî hadise dayanarak, Mesnevi’sinde Hz. Ali kıssasıyla vermektedir. Hazret, ibadette ihlasa çok önem verir. Çünkü asıl ihlaslı kişi, yalnız Allah için seven kişidir. İhlaslı sevgiyi, hal ve harekette ihlasın nasıl olacağını Hz. Ali’den öğren, “O Allah aslanını hile ve gösterişten, riyadan uzak bil!” der. İslam Aslanı Hz. Ali bir gaza günü düşman askerini yere sermiş, kılıcını kaldırıp vuracağı sırada, o müşrik Hz. Ali’nin yüzüne tükürmüştü. Zavallı bilmiyordu, O İslam kahramanını tanımıyordu. O tükürük ile Hz. Ali’nin farkındalığı bir kez daha uyandı ve kendi kendine; “Ey Ali! Sen Allah yolunda, O’nun için gazadasın. Yüzüne tüküren adamı, ona kızgınlığın sebebiyle nefsin için mi öldüreceksin?” diye düşündü.
Mesnevi Bahçesinden Nurten ÜSTÜNGÖR
SEVGİ VE AMELDEKİ
İHLAS “ Rabbbimin affı, kurtuluş vesikamdır. İhlas Suresi ise sığınağımdır.’’ İ.Gazali
Her şeye rağmen Hz. Ali birden bire durdu ve yerdeki düşmanını öldürmekten vazgeçti. Bu vazgeçiş, Hz. Ali’nin vücudunda taşıdığı ilahi cevherin farkındalığındandı ve ta ezel meclisine dayanıyordu. Çünkü o mecliste Büyük Yaratıcıya “EVET” demişti. O İslam’ın aslanıydı ve elinde Resul’ün armağanı olan kılıç vardı… Yerdeki pehlivan bu hale çok şaşırmıştı. “Kafamı uçuracakken, kılıcını elinden niye bıraktı?” diye düşündü. “Ya Ali! Gözlerinde nasıl bir nur yandı ki, ben karanlıkta kaldım? Ve birden senin iman nurunun parlaklığı, benim içime de yansıdı. Seni bu derece büyüten imanın ve ahlakının sanki farkına vardım. Ruhum ilk defa bilmediğim, duymadığım derin bir hazla doldu. Sen Allah’ın aslanısın, bunu biliyordum. Fakat lütufta, büyüklükte nesin? Ne ölçüdesin? Bunu kavramaktan acizim.” Dedi. İşte ezele dayanan sevgideki ihlas ve bu kıssada gördüğümüz ameldeki ihlas, Allah’ın aslanı Hz. Ali ile bir kez daha hatırlatılmış oldu. “Önemli olan seni tamamlayacak ruhu bulmandır. Her Peygamberin verdiği öğüt aynıdır; “Sana ayna olacak insanı bul!” (Hz. MEVLANA) Allah Rahmetini, Cemaliyle ikram eylesin. Âmin… El-Fatiha.
BUHARADERGI.COM
23
MELEKLER İNSANLIĞA PEYGAMBERLİK YAPAMAZ “Muhammed’e (görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı. Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.” (En’am 8-9)
Şeyh M. Nazım El-KIBRISİ, EL-HAKKANİ (K.s) Hazırl.: Nurten ÜSTÜNGÖR
24 BUHARA
Bismillahirrahmanirrahim “Muhammed’e (görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı. Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.” (En’am 8-9) Bu, şeyhle yaşadığımız bir toplantıdır. Bunun manası kim bu toplantıya iştirak ederse kalbi şeyhle beraber çarpar. Şeyhin kalbi ise Hazret-i Muhammed (Sav) ile rabıtalıdır. Kimse Niagara şelalesinden su içemez. Ancak borularla bu su getirilebilirse bu su içilebilir. İşte bu yukarıdaki sözümüzün basit bir misalidir. Bizler bu istasyondaki yolumuzu bulmakla mükellefiz. Eğer bulabilirseniz çok şanslısınız. Çünkü o istasyona ulaşabileceksiniz demektir. Bu, peygamber için dünyaya gönderilmesinin başlıca sebebidir. Onlara insan hüviyeti giydirilmiştir. Ama bu fiziki elbise normal insanlar için giydirilmiştir. Siz eğer bir karınca değilseniz karınca gerçeğini anlayamazsınız. Eğer siz erkek değilseniz bir erkeğin özelliklerini anlayamazsınız. Bir kadın değilseniz asla bir kadının özelliklerini anlayamazsınız. Dolayısıyla eğer peygamberler normal insan fiziki elbisesi ile gelselerdi, hiçbir zaman insanın ihtiyaçlarını, şikâyetlerini v.s. hiçbir şeylerini anlayamayacaklardı. Bu nedenle Allah (c.c.) onları giydirdi ve insanlık için yolladı. İşte cahil insanlar buna akıl erdiremez. Niçin peygamber insan halinde gönderildi diye sual ederler. Onlar da bizim gibi yiyor, içiyor, uyuyor ve evleniyorlar, konuşuyorlar. Öyleyse bizden farkları ne diye karşı çıkarlar ve peygamberlerin farklı bir şekilde belki de melek olarak gönderilmesini beklerler. Melek insanın gerçek durumunu anlayamaz. Melek yemez. Yemeyince insanı nasıl kontrol edebilir? Bu kuralları anlayamazlar. Bunun için melekler insanlığa peygamberlik yapamaz. İşte peygamber hem cennet istasyonlarıyla irtibatlı, hem de insanlık için insan gibi yaratılmışlardır. Allah (c.c.), Efendimiz’i (Sav) gönderdiği zaman cahil insanlar bu imkânsız dediler. Efendimiz (Sav) ümmi idi. Ama her şeyi kaynağından alabiliyordu. İnsanlar okuyorlar ve yazıyorlardı. Ama onlara bunları öğretenler vardı. Ana kaynaktan ise ancak peygamber bilebilirdi. Bu yüzden Peygamber’in (Sav) bir öğretici ihtiyacı yoktu. O, limitsiz bir kaynaktan istediği bilgileri alabiliyordu. Bugün Avrupalılar, Hristiyanlar, Yahudiler ve bütün dünya onun büyüklüğü, şahsiyeti karşısında titriyor ve daima gerçekten kaçıyor.
Efendimiz (Sav) dedi ki: “Allah (c.c.) beni öyle bir şekilde ödüllendirdi ki; yaratılışın başından sonuna, gelmiş geçmiş bütün insanlar ve gelecek için bütün bilgiler kalbime verilmiştir.” İslam kütüphanelerinde milyonlarca kitap var. Bunların nereden geldiğini düşünüyorsunuz? Bunlar insanların hayal mahsulü değil, masal, hikaye, roman da değil. Hepsi tamamen bilgi ile dolu. Her kitap büyük bir okyanus gibi. İnanmayan hiçbir kimse bunları yazmaya cesaret edemez. Bu bilgiler nerden geliyor? Eğer onlar “LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULALLAH” demeseler hiçbir şey yazamazlar ve düşünemezler. Allah (c.c.) bu bilgilerin hepsini en büyük akıllı ulaşılmaz ve en saygılı peygamberine; Efendimiz’e (Sav) verdi. Bu gelen bilgiler nasıl gelişti? Bizim kapasitemiz bu bilgilere ulaşamaz. Ayağımızı bu okyanusa değdiremeyiz. İşte ümmi olan peygamberimize bu bilgilerin hepsi daha bebek iken verilmişti. Kimse bunu anlamaya muktedir değildir. Efendimiz (Sav) cahil insanlara geldi. Kendindeki büyük ve eşsiz bilgileri onlara bildirdi. En alt kademedekinden en üstüne kadar bu bilgileri verirken hepsini en üst düzeye çıkartmayı bildi. Onun yaptıklarını bütün dünya, bütün insanlık, Hristiyan bishop herkes takdir etmeli. O insanları cahilleri içinde bulundukları karanlıktan vahşi hayatlarından alıp düzlüğe çıkardı. Vahşi hayvan evladını öldürmez, ailesine düşkündür. Bu insanlar o zamanlar bunu da yaşıyorlardı. Buna da son verdirdi. Ey insanlar! Gözlerinizdeki gözlüğü çıkarın ve atın. Onun yaptıklarını düşünün. İslamı yargılamayın. İslamı zaten yargılayamazsınız. Cahil insanları yargılayın. Onları terörizm için yargılayın. Kendinizi suçlayabilirsiniz ama İslamı suçlayamazsınız. İslamın adı yüksektir. Hakiki özgürlük İslamdadır ancak, İslam doğru anlaşıldığı zaman… Edeple, idraklerin gerçeği anlayabilecek seviyeye ulaştığı zaman, islam hakiki özgürlüktür. İslamın şerefini doğuda ve batıda geri getirmeli; bunun için çalışmalıdır. Her hareketinle, dilinle, vücudunla, paranla yaptığın tüm işlerde hedefin İslamın şerefini yeryüzüne geri getirmek olsun. Çünkü; insanlığın olmadığı yerde İslamın kokusu da duyulmayacaktır. Allah bizi affıyla bağışlasın ve ilahi lütfundan yarattığı, yaratılmışların en şereflisi Hazret-i Muhammed (Sav) Efendimiz ile birlikte olmayı nasip etsin… EL-FATİHA
BUHARADERGI.COM
25
MEVLÂNÂ’NIN SIRRI “Dini tanıma, tanıtma, anlama, anlatma, yaşama ve yaşatma bir gönül işidir. Gönül alışverişinin gerçekleşmesi için de maddeye değil, manaya bakmak gerekir. Sûrete değil, sîrete bakmak gerekir. Servete değil, hikmete bakmak gerekir. “ Prof. Dr. Mustafa KARA
26 BUHARA
Y
edi yüz senedir Mevlânâ’yı takip edenlere, özellikle materyalizmle kirlenmiş olan çağımız insanının onun peşine “takılmış” olmasına bakınca gerçekten bu işin “sırrı”nı merak etmemek mümkün olmuyor. Aslında bu sorunun cevabı için Mevlânâ, Mesnevî’nin ilk beyitlerinde ipucu veriyor bize: “Sırrım, feryadımdan ayrı ve uzak değildir. Fakat her göz ve kulakta bunu sezebilecek nur yoktur.” Bu tespit iki konu üzerinde tekrar soru sormamızı gerekli kılmaktadır: “Feryad” nedir “göz ve kulağın nuru” ne demektir? Mevlânâ’nın feryadı insan merkezli bir feryattır. Yani hasret ve firkat merkezli bir feryattır. Şiir merkezli, hikmet merkezli, tabiat merkezli bir feryattır. Nihayet aşk ve Allah merkezli bir feryattır. “Göz ve kulağın nuru” ifadesi ise, bakmaya ve duymaya, okumaya ve dinlemeye işaret ediyor. Kur’ân “oku” emriyle, Mesnevî “dinle” temen-
nisiyle başlıyor Bunlar “nur”a giden yolun ilk adımlarıdır. Problem şu: Çağdaş akımlar, pozitivist, materyalist, ateist rüzgârlar bizi “yerimizden” etti. Kafamızı karıştırdı. Gözümüze kulağımıza perde indirdi. Okuyamaz, dinleyemez olduk. Kitap okuyamaz, sohbet dinleyemez olduk. Küreselleşme fırtınası, uluslararası sermaye tayfunu bizi çok yabancı sahillere götürüp bıraktı. Evsiz, barksız, yolsuz yurtsuz kaldık. İşte Mevlânâ… İnsan ile aşk arasındaki duvarları yıktığı için arayış içinde olanlar, okumak ve dinlemek isteyenler onun feryadını duymakta ve o sese doğru koşmaktadır. Ona ulaşanların göz ve kulağındaki perdeler erimekte ve “hakikat”la tanışmaktadırlar. Evet, Mesnevî’nin ilk beytinde “ayrılıklardan şikâyet” söz konusu ediliyor. Aslında günümüz insanı uyarıcı ilaçlarıyla maç kazanan insana benziyor. İnsanüstü bir güç ortaya koyuyor gibi gözüküyor dışarıdan. Aslında uyarıcı yani tabiî olmayanın yani insanî olmayanın tesiri geçince olduğu yerde yığılıp kalacak! Mevlânâ ve meslektaşları bize “doping öncesi”ni anlatıyor. Yani doğru olanı, sahih olanı, sâlim ve fıtrî olanı… Ona kulak verenler, “bişnev” emrini duyanlar aslında kendilerine kulak veriyor. Onu tanıyanlar kendini tanıyor. Neticede “Kendini bilen Rabbini bilir” hale geliyor. Farsça bir beyt var. Türkçesi şöyle: “Gönül ehli insanlar gitti. Aşk şehri boşaldı deme! Cihan, Şems-i Tebrizîlerle doludur ama Mevlânâ gibi mürid nerede?” Aslında Mevlânâ’dan önce de sonra da bu yolu gösteren yüzlerce, binlerce gönül ehli insan geldi geçti. Bunların delâletiyle insanoğlu “aşk okyanusu” ile tanıştı. Mevlânâ’yı yetiştiren ortama hazırladılar. Mevlânâ’yı tanımayan yüzlerce binlerce Allah dostu vardır, onlar başka pınarlardan beslenmişlerdir. Ama onun 26 bin beyitlik Mesnevî’si, 36 bin beyitlik Divanıyla farklı bir performans ortaya koyduğu da açıktır. Mevlânâ’nın fazla öne çıkmasının bir sebebi de sunîdir.Bir başka ifade ile MEVLÂNÂ’NIN İSTİSMAR EDİLMESİDİR. İnsanoğlu, vazgeçemediği bazı insanları olduğu gibi değil de kendi gözlüğüyle tanımak ve tanıtmak ister. Mevlânâ da bunlardan biridir: Onun Allah-Kur’ân-Muhammed merkezli düşüncesi saptırılarak ve sulandırılarak hümanizm, sekülarizm ve modernizm üçgenine oturtulmuştur. Bildiğiniz gibi Mevlânâ ken-
disini böyle anlayanlara sır kelimesinin çoğulu esrar kelimesini kullanarak yine Mesnevî’nin ilk mısralarında cevap vermektedir: “Herkes kendi zannına göre beni dost edindi. İçimdeki esrarı kimse araştırmadı.” Mevlânâ’ya bir “bütün” olarak bakamadığımız, onun “esrar”ına vakıf olamadığımız için espri ve nükteleri kavrayamayan çocuklar gibi davranıyoruz. İnsanoğlunu Allah ve din ile tanıştıran varlık peygamberlerdir, yani insanlardır. Peygamberlerin mirasçıları, takipçileri de âlim ve âriflerdir. Dolayısıyla çağımız insanlarının Mevlânâ, İbn Arabî, Yunus Emre gibi insanların delâlet ve aracılığıyla hakikatle yüz yüze gelmesinde anormal bir durum yoktur. Demek ki Arapça, Farsça ve Türkçe yazan yukarıdaki üç isim irşat ve davet psikolojisinin gereklerini yerine getirdikleri için hiç bir reklâma ihtiyaç duymadan mesajlarını istedikleri yere ulaştırabilmektedirler. Bu insanları sevenler bir müddet sonra bu insanların maşuklarını da sevmeye başlayacaktır. Çünkü Mevlânâ’nın “Kur’ân’ın kulu kölesiyim” ifadesiyle “Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum” tespitiyle karşılaşacaklardır. Hepsi mi? Hayır. Çünkü Muhammed Mustafa’yı bizzat görenlerin hepsi onun yoluna gitmedi, onun gönlüne girmedi. Herkes denizden elindeki kap kadar su alabilir. Şunu da ilâve edelim: İslâm’ın değil de Mevlânâ’nın öne çıkışında Batı’ya sunulan veya Batı’nın anladığı “İslâm imajı”nın da hissesi vardır. Gönül adamlarının bize öğrettiği ilk şey dinî hayatın gönül hayatı olduğu gerçeğidir. Dinin merkez kelimesi imandır. İmanın merkezi de kalptir, gönüldür. Dini tanıma, tanıtma, anlama, anlatma, yaşama ve yaşatma bir gönül işidir. Gönül alışverişinin gerçekleşmesi için de yukarıda söz konusu edilen “nûr”a ihtiyaç vardır. Bunun için maddeye değil, manaya bakmak gerekir. Sûrete değil, sîrete bakmak gerekir. Servete değil, hikmete bakmak gerekir. Onların irşad ve aydınlatma metotlarını dikkatle izlemek yanında, yeni yöntemler ilâve etmek gerekir. Gönülden gönüle giden yolda meydana gelen “heyelan”ları temizleyerek Allah aşkına doğru koşmak isteyen “yolcu”ların heyecanlarını canlı tutmak gerekir. Hepsinden önemlisi bütün peygamberlerle birlikte şu gerçeği hayatımızın temel düsturu haline getirmemiz gerekir: “Ben sizden bir ücret istemiyorum. Ücretimi âlemlerin sahibi verecektir.” (Şûrâ, 26/145)
BUHARADERGI.COM
27
SEYYİD
EMİR KÜLAL HAZRETLERİ
Seyyit Emir Külal Hazretlerinin Türbesi-Buhara/ÖZBEKİSTAN
Esin BEYHAN
“Ey dostlarım, gidişatınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hal, gaflet içinde olmanın delilidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı, Allah Teâlâ’nın rızasını aramaktır. Onlar buna kavuşmuşlardır. Allah Teâlâ her asırda sevip seçtiği kullarından büyük bir zat yaratır. Böylece, herkesi belalardan, felaketlerden korur.” Seyyid Emir KÜLAL Hazretleri
28 BUHARA
H
z. Hüseyin soyundan gelen Seyyid Emir Külâl hazretleri, insanları Hakk’a ve saadete ulaştıran o yüce silsile i aliyenin on dördüncü üyesidir. Buhara’ya iki fersah uzaklıkta bulunan Sühari kasabasında doğan Emir Külâl hazretlerinin babasının adı Hamza idi. Çömlekçilik yaptığı için Külâl ismiyle anılırdı. Uzun boylu, çatık kaşlı, esmer tenli olan zatın; göğsü geniş, kolları uzundu. Pehlivan yapılı, güçlü kuvvetli bir insandı. Sakalının bazı yerlerinde beyazlar vardı. Son derece tevazu ehli ve yumuşak başlı olan Emir Külâl hazretleri, itiraz ve inat etmek nedir bilmezdi. Emir Külâl hazretlerinin üstün hallerini gösteren pek çok menkıbeler vardır. Daha anne karnındayken bu harikûladeliğin başladığı, şüpheli yiyecekler konusunda annesini uyardığı bilinir. Bu konuda annesinin şöyle anlattığı rivayet edilir; “Emir Külâl’e hamileyken ne zaman şüpheli yiyecekler yesem bir karın ağrısına tutulurdum. Şüpheli lokmayı midemden geri çıkarmadıkça karın ağrım geçmezdi. Her defasında bu hali yaşadığım için anladım ki çok hayırlı ve mübarek bir çocuğa hamileyim. Bundan sonra yediklerimin helal lokma olmasına daha da özen gösterip ihtiyatlı davrandım.”
Kıyamet Günü Pehlivanı
Güçlü kuvvetli bir yapıya sahip olan Emir Külâl hazretlerinin gençlik yıllarında güreş sporuyla meşgul olduğu ve çok iyi güreştiği anlatılır. Halk ve diğer pehlivanlar onun güreşlerinde toplanır, onu seyretmek için can atarlardı. Birgün Emir Külâl hazretleri yine er meydanında güreşirken halk toplanmış onu seyrediyordu. Kendisini tanıyan ve sevenlerden biri, Emir Külâl gibi seyyid ve nesep sahibi birine güreşle uğraşmayı yakıştıramayarak içinden bu iş onun seyyidlik şerefine uymuyor diye geçirdi. İşte o anda kendisine bir uyku hali geldi ve oturduğu yerde uyuya kaldı. Rüyasında kıyametin koptuğunu ve kendisinin bir bataklığa saplandığını görür. Bu bataklıktan kurtulmak için can havliyle uğraştığını, uğraştıkça daha da battığını çaresizlik içinde olduğunu görür. Tam da ümidini kestiği anda Emir Külâl hazretleri ona doğru geliyor ve onu kuvvetli kollarıyla bataklıktan çekip çıkarıyor. Bu sırada adam uyku halinden uyanıp kendine gelince güreşin bittiğini fark eder. Güreşi bitiren Emir Külâl hazretleri adamın olduğu yere gelip şöyle der; “Bizim pehlivanlığımız rüyada gördüğün gün içindir. Senin gibi batağa batmış olanları kuvvet ve himmetle kurtarırız.” Bunun üzerine o kimse yaptığı hatayı anlar ve Emir Külâl hazretlerinden özür dileyip Allah’a tövbe ve istiğfar ile affını diler.
Annesinin şöyle anlattığı rivayet edilir; “Emir Külâl’e hamileyken ne zaman şüpheli yiyecekler yesem bir karın ağrısına tutulurdum. Şüpheli lokmayı midemden geri çıkarmadıkça karın ağrım geçmezdi. Her defasında bu hali yaşadığım için anladım ki çok hayırlı ve mübarek bir çocuğa hamileyim. Bundan sonra yediklerimin helal lokma olmasına daha da özen gösterip ihtiyatlı davrandım.”
BUHARADERGI.COM
29
Seyyid Muhammed Baba Semmasi Hazretleri’nin Kabr i Şerifi
Muhammed Baba Semmâsi Hazretlerinin Öğrencisi
Şeriat, tarikat ve hakikati cem edip insanları Allah’a ulaştırmak için uğraşan, veli i kâmil bir insandır Emir Külâl. Muhammed Baba Semmâsi hazret-lerinin öğrencisi ve en önemli vekilidir. Hocası Baba Semmâsi hazretleri, onu himmetle dergâhına bağlar. Burada seyr-i sülukuna başlayan Emir Külâl hazretlerinin hayatında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştır. Aradığını bulan Emir Külâl hazretleri, hocasının emir ve hizmetinden asla ayrılmaz. Yirmi yıl hizmetine devam eder ve bundan sonra artık güreş ve diğer dünyevi meşguliyetler onun gözünden silinmiş, gönlü yeni bir dünyaya dirilmiştir. Haftada
30 BUHARA
iki gün, bulunduğu Sühari kasabasından beş fersahlık mesafedeki Semas’a gidip şeyhini ziyaret ediyor, onun feyzinden faydalanıyordu. Hocasına olan bağlılığı, gayreti ve ilme olan arzusu, onu kısa zamanda olgunlaştırıp kemâle erdirdi. Büyüklerinin yolunu izledi, kendi akranlarnı geçti ve yüce makamlara mazhar oldu. Emir Külâl hazretlerinin yaşamı boyunca talebele-rinin şahit olduğu en önemli özelliklerinden biri de zatın Buhara’dan hiç çıkmadığı halde dünyanın muhtelif yerlerinde görülmesi, oralarda sohbet ile insanları irşat etmesi ve pek çok müritlerinin olmasıdır. Emir Külâl hazretleri buyurur ki; “Allah Teâla sevdiği kullarına öyle ih-
sanlarda bulunmuştur ki, bir anda doğudan batıya gidip gelirler de başkalarının bundan haberi olmaz”
Şahı Nakşibend Hazretlerini Yetiştirdi
Altın silsilede kolbaşı olan ve tarikata adını verecek olan Şah-ı Nakşibendi Muhammed Bahaddin Buhari, Emir Külâl hazretlerinin talebesidir.
Seyyid Emir Külâl hazretleri, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin yetişmesine büyük bir titizlik göstermiş ve onun yüksek makamlara gelmesine vesile olmuştur. Birgün Emir Külâl hazretleri, Şah-ı Nakşibendi hazretlerini yanına çağırarak; “Şeyhim Muhammed Baba Semmasi hazretlerinin, senin yetişmen konusundaki emirlerini yerine getirdim. Artık hem hâl bakımından, hem de kaal bakımından üst seviyelere ulaştın. Sadrımda ne varsa sana aktardım, fakat senin himmet kuşun beni geçti, daha yükseklerde uçuyor. Artık kemâl semasında dilediğin gibi uçmaya tarafımdan mevzusun” diyerek icazet verdi. Emir Külâl hazretleri daha sonra postuna Şahı Nakşibend hazretlerinin oturmasını vasiyet etti.
Menkıbe
Emir Külâl hazretlerinin müritlerinden birisini, bir gece manevi bir hal kaplar. O da bu hali şeyhine bildirmek için yanına gider. Bundan sonrasını şöyle anlatıyor; “Gecenin yarısında şeyhimin müsaadesiyle odasına girdim. Odada kalabalık bir cemaat olduğunu gördüm ve çok şaşırdım. O cemaati bu güne kadar hiç görmemiştim. Meclis o kadar kalabalıktı ki oturacak yer kalmamıştı. Herkes başını önüne eğmişti ve sessizce oturuyordu. Ben de kenarda bir yere oturup gözlerimi kapatıp murakabeye başladım. Bir süre sonra gözlerimi açtığımda odada hocam Emir Külâl’den başka kimse yoktu.” Hocam şöyle buyurdu; “Sana müjdeler olsun, sen artık maksadına ulaştın ama bunu gizli tut.” Hocama önce gördüğüm ama sonra kaybolan o zatları sordum. Buyurdu ki; “Onlar ricali gayb denilen veliler idi. Aralarında Hâce Abdülhalik Gücdüvani de vardı. Bunlar öyle zatlardır ki vefatlarından önce ve sonra Allah’ın dinine hizmet ederler. Bu gece sen de onların feyzinden hisseni aldın.”
Evliyanın Kerameti, Peygamberimizin Mucizesinden Dolayıdır Ve Peygamberin
Peygamberliğini Tasdik Eder Emir Külâl hazretlerinin talebelerinden birisi bir gün Kermine şehrine gitmişti. Burada bulunduğu sırada sohbet eden bir grup insana katıldı. Bu insanların her biri kendi hocalarını
anlatıyor, onların üstünlüklerinden bahsediyordu. Emir Külâl hazretlerinin talebesi de anlatmaya başladı; “Benim şeyhim hepinizin hocasından daha üstün ve keramet sahibidir. O hem seyyid hem de mürşidi kâmildir” dedi. O esnada sohbet eden topluluğun üzerinden bir kuş sürüsü geçmekte idi. Orada bulunan insanlar; “Eğer senin hocan, söylediğin gibi kâmil bir mürşit ise dua et de şeyhinin himmetiyle şu kuşlardan bir tanesi önümüze düşsün” dediler. Bunun üzerine Emir Külâl hazretlerinin talebesi Allah’a dua ederek şeyhinin hürmetine, bu işin gerçekleşmesini istedi. O talebe dua eder etmez kuşlardan biri cemaatin önüne düşüverdi. Bunu gören insanlar hayretler içinde şaşırıp kaldılar ve Emir Külâl hazretlerinin gerçekten büyük bir veli ve tasarrufu kuvvetli, kâmil bir mürşit olduğunu anladılar. Muhammed Baba Semmâsi hazretlerinin talebeleri, birgün Emir Külâl hazretlerine evliyanın kerametinden sorarlar. Oda buyurur ki; “Evliyanın kerameti haktır. Aklen ve naklen caizdir.” Bu hususta evliyadan çok nakiller vardır ve hiç şüphe yoktur. Kalbi iman nuru ile aydınlanmış her insan evliyanın kerametine inanır ve hiç şüphe etmez. Pek çok misâlleri vardır. Bunlardan biri, Süleyman’ın (a.s) Veziri Asaf’ ın, Saba Melikesi Belkıs’ın tahtını bir anda Saba’dan Kudüs’e taşımasıdır. Başka bir misalde ise Hz. Ömer, halifeliği zamanında Medine-i Münevvere’de, mescitte hutbe okurken, çok uzaklarda cihatta bulunan İslâm ordusunun zor durumda oluğunu görüp ordu kumandanına; ”Ya Sariye dağa dağa!” diye seslenmesidir. Uzakta olan kumandan Sariye ve ordunun erleri bu sesi işitip dağa doğru çekilir ve düşmanın hücumundan korunur. Bu apaçık bir keramettir. Keramet hiçbir zaman mucizeyle kıyaslanamaz. Çünkü hiçbir veli, peygamber seviyesinde olamaz. Evliya-ı kiram buyurmuşlardır ki; “Evliyanın kerameti, peygamber efendimizin mucizesinden dolayıdır ve peygamberin peygamberliğini tasdik eder. Eğer peygamberler doğru sözlü olmasaydı, evliyanın kerameti hâsıl olmazdı. Çünkü evliya peygambere tabi olmuştur”.
En Büyük Keramet, İstikamet Üzere Olmaktır
Esas olan evliyanın kerametinden ziyade istikamet üzere olmaktır. İstikameti Emir Külâl hazretlerinin; “Ey kıymetli talebelerim, ilim öğrenmekten ve Muhammed’in (a.s) yoluna tabii olmaktan asla ayrılmayınız.” sözlerinden de anlıyoruz. Biz de günümüzde istikamet üzere olmayı kâmil mürşitlerden öğreniyoruz. Bir Allah dostunun elinden tutmak ve onun hizmet halkası içinde yer almak kişi için en büyük keramettir. Allah herkese bir kâmil mürşit nasip etsin. Âmin.
BUHARADERGI.COM
31
Nazlı GÜLER
32 BUHARA
DOST
SEÇERKEN “Sadıklarla beraber olunuz!” (Tevbe, 119)
Y
aşamımız boyunca birçok insanla tanışır, onlarla yaşadığımız her hadiseden ders çıkarır ve insanların farklı karakterlere sahip olduklarını öğreniriz. Yaşanmış her tecrübe bizleri hamken pişirir, hayata ve dost seçimine yardımcı olur. Hayatımıza alacağımız arkadaşlarımızı ve dostlarımızı bir elekten geçirir ve kalan ömrümüzü o dostlarımızla geçirmek isteriz. Öncelikle dostluklarımız Allah’ ı isteyenlerle olmalı ki, daim olsun. Allah ı bilen dost, dostluğunun bu dünyada olduğu gibi ahiret de devam etmesini ister.
günümüzde yaşamak oldukça zor. Çünkü artık insanlarımızın öncelikleri para, hırs ve statüden ibaret. Bunun en büyük nedeni manevi boşluk, iman zayıflığıdır. Günümüzde dostluk kurulacaksa öncelikleri Allah’ı bilmesi değil de konumu ve parası gibi önceliklerini düşünerek kurulan dostluklar tamamen çıkar ilişkisi üzerine kurulmuş sahte dostluklardır. Bu nedenledir ki, insanlarımız çevresinde bulunanlara karşı güvensiz davranarak etrafına şüphelerle dolu bir duvar örmektedir. Bu duvarı yıkmalı, çevremizdeki herkesi elekten geçirmeli, kalan dostlarımıza kalbimizi sonuna kadar açmalı sadık ve güvenilir olmalıyız. Zamanın hastalığı olan maddiyatçılığı Halk arasında herkesin bildiği bir söz vardır: bırakmalı, salih duygularla, Allah’ın sevmemi"Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyle- zi istediği kriterlerle sevmeyi, dost olmayı yeyim." veya hepimizin bildiği atasözü "Üzüm ilke edinmeliyiz ki Rabbimiz de aynı şekilde üzüme baka baka kararır" gibi sözler, anlatılmak düşünen insanlarla yolumuzu kesiştirsin. isteneni çok güzel ifade ediyor aslında. Cenab ı Hak Kur’an ı Kerim’de "Sadıklarla beraber Kur’an bu bakış açımıza çok net bir şekilde olunuz!"(Tevbe, 119) buyurmaktadır. Zira in- ışık tutmaktadır: “Mümin erkekler ve mümin san muhabbet ettiği kişinin kaderinden pay kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder alır. Dost dostunun davranışlarından etkile- kötülükten alıkorlar; namaz kılarlar, zekat venir ve hal ve hareketleri bir birine sirayet eder. rirler, Allah'a ve Peygamberine itaat ederler. İşte Zamanla birbirlerine benzemeye başlarlar ki, Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz buna tasavvufta (hal sari yani hal insandan in- güçlüdür, hakimdir.” (Tevbe, 71) sana geçer) denir. Hakiki dostumuzu da bulmuşsak, ona sıkı Kimi sever ve onunla beraber olursak, onun sıkı sarılmalı, dostun hoşa gitmeyen hallehali ile hâllenme istikametinde bir değişikliğe rine tahammül etmeli, hatasından incinmememaruz kalırız. Allah’ını bilen dost her za- li ve ondan yüz çevirmemeliyiz. Çünkü Allah man dostunu güzel davranışlarıyla etkiler ta kullarının hatalarından ve günahlarından ve zamanla dostu da onun gibi yaşamaya yüz çevirmez. Yapacağımız her işi Allah için ve onun hayata bakış açısıyla bakmaya yapmalıyız ve dostluklarımızda da Allah başlar. Eski zamanlarda yaşanan dostlukları rızasını gözetmeliyiz. BUHARADERGI.COM
33
Bir Menkıbe
Y
ABDÜLHAMİD HAN EVLİYALARIN SULTANI İDİ Emine ULUDOĞAN
azar Ahmet ŞAHİN’in, Adıyaman’lı merhum Mahmud ALLAHVERDİ’nin bizzat ağzından duyduğu şu yaşanmış hadise de Sultan Abdülhamid’in “manevî hüviyetine” parlak bir ışık tutmaktadır: “O günlerde ben de Sultan Abdülhamid aleyhtarı idim. Okulda anlatılanları gerçek sanıyor, aleyhinde bulunuyordum. Birgün yine aleyhinde konuşurken, dükkânımdaki müşterinin biri bana çıkıştı: “Oğlum, sen imanlı insansın. Sakın Abdülhamid aleyhinde konuşma. O büyük bir veli idi!” Ben buna kızarak karşılık verdim: “Kim demiş veli diye? Memleketi bu hale getiren o değil mi? Ben öyle rivayetlere kulak asmam. Herkes bir şey söylüyor, kimi veli diye rivayet ediyor, kimi de deli diye...”
Osmanlı sultanlarında yedi evliya derecesi vardır, ola ki şifa bula.” Bu tavsiye babamın aklına iyice yatmış olacak ki, beklenen saatte yol üzerine çıktık, ümitle beklemeye başladık. Az sonra yaylı araba göründü. Ama bizim ona yaklaşmamız mümkün değildi. İzdiham çok fazlaydı; uzakta kalışımıza çok üzüldük.
Yaşlı zat elindeki bastonuyla beni dürttü, belli ki kızmıştı: “Bana bak, şimdi sana öyle bir olay anlatacağım ki, bu ne bir rivayet, ne de bir söylenti. Bizzat yaşadığım, şahit olduğum, başımdan geçen bir olay bu!” Ben bu defa dikkat kesilmiştim. Çünkü işitme, söylenti falan değil, bizzat yaşadığı bir olayı anlatacaktı. Nitekim başladı da anlatmaya:
Benim dilim tutuktu, cevap vermem imkânsızdı. Dilsizdim. O anda bir şeyler hisseder gibi oldum. Birden dilim çözüldü, cevap verdim: “Sen bizim padişahımızsın!” Bunun üzerine babam, “Allah Allah!” diye feryadı bastı. Beni aşağı indirdiler. Ondan sonra bülbül gibi konuşmaya devam ettim. Dilimin açılması onun duasıyla oldu.
-“Ben, sekiz yaşına kadar dilsizdim. Konuşamıyor, el-kol işaretiyle maksadımı anlatmaya çalışıyordum. Babam buna çok üzülüyor, ne yapacağını bilemez halde bulunuyordu. Gitmedik hoca bırakmadı. Ama hiçbiri de fayda etmedi. Bir gün yaşlı komşumuz geldi, dedi ki: “Seni çok üzgün görüyorum, üzülmekte de haklısın. Bir baba için yavrusunun dilsiz olması kadar üzücü bir şey olamaz. Sana bir çare söyleyeceğim. Bunu mutlaka yap!”
“İşte evladım, bu olay bir söylenti falan değil, bir yaşamadır. Sakın ola ki, Osmanlı sultanları aleyhine konuşmayasın. Onlarda gerçekten yedi evliya derecesi vardı. Dilimin açılmasına sebep onun duasıdır. Ona hep Yasin okumaktayım.”
Babam ümitle gözlerini açıp dinlemeye başladı: “Yarın şu yoldan Sultan Abdülhamid geçecek, oğlunu mutlaka karşısına çıkar ve ona dua ettir.
34 BUHARA
Fayton hizamıza gelince beklenmedik bir olay oldu. Ansızın durdu, içeriden başını uzatan Sultan Abdülhamid Han bize doğru bakarak seslendi: “İhtiyar! Çocuğu getir, çocuğu!” Şaşırdık. Babam heyecanla elimden çekerek beni kalabalığın içinden arabanın yanına götürdü, elimden tutup yukarı çıkardılar. Sultan, yanaklarımı okşadı, bir şeyler okuyor gibiydi. Az sonra bana: “Beni tanıyor musun, ben kimim?” diye sordu.
Kaynakça Mustafa ARMAĞAN, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, İstanbul, 2006, s.85-87. İsmail ÇOLAK, Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek, İstanbul, 2007, Akis Kitap.
Bir Kıssa “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun.” (Hud,112)
AYETİNİN TECELLİYATI
A
bdulkadir Geylani (Ks) hazretleri anlatıyor: “Küçük bir çocuk idim. Arife günü çift sürmek için tarlaya gittim. Bir öküzün kuyruğundan tutup arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dedi ki: ‘Ey güzel çocuk! Sen böyle işler için (çift sürmek için) yaratılmadın. Esas vazifene dön.’ dedi. Korktum, geri döndüm, evin yolunu tuttum. Evimizin damına çıktım. Gözüme hacılar gözüktü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip: ‘Ey gözüm nuru annem! Beni Allah Teâlâ hazretlerinin yolunda çalışmaya bırak. İzin ver, Bağdat'a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyaları ziyaret edeyim.’ dedim. Annemin gözleri hayretle açıldı, sebebini sordu. Gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının kırkını kardeşime ayırdı. Yarısını bana verip koltuğumun altına, kaftanıma belli olmayacak şekilde dikti ve: ‘Ey Hayat ağacımın tek çiçeği! Haydi, sefere çık ve kemal yolunda ilerle! Her iş ve her harekette doğruluktan ayrılma!’ deyip benden söz aldı. ‘Haydi, Allah (CC) rızası için senden ayrılıyorum. Allah (cc) Hazretleri selamet versin. Oğlum, kıyamete kadar da belki yüzünü bir daha göremem. Tekrar ediyorum, eğer yüce Allah (CC) Hazretleri'ni ve beni hoşnut etmek istersen, doğruluk üzere ol. Bir nefes olsun yalan söyleme. Allah (cc) Hazretleri doğrularla beraberdir’, buyurdu. ‘Söz ey benim biricik canım annem.’ dedi ve sarılıp annesinin mübarek ellerini öptü öptü, ondan helallik aldı. Her ikisinin de gözleri bulut gibi yaş döküyordu.”
var.” Eşkıya güldü. “Git oradan fakir çocuk.” dedi, onu bırakıp gitti. Bir başkası geldi sordu. “Nerededir?” dedi. “Koltuğumun altındadır.” dedi. Alay ediyor zannederek “Reisimizin yanına yürü” deyip, çete reisinin yanına götürdüler. Azılı eşkıya sordu: “Ey çocuk! Kırk altınım var” demişsin. Doğru mu bu?” Gavs cevaben: “Evet.” dedi. Eşkıya başı “Nerede?” diye sorusunu tekrarlayınca: “Elbisemin altında dikili.” diye yanıt aldı. O anda elbiseyi hemen kesip baktılar. Gerçekten kırk altını buldular. Eşkıya reisi hayrete düşüp: “Çocuk neden söyledin?” diye sordu. Eşkıya başının aldığı yanıt çok enteresan: “Anneme ne olursa olsun doğruluktan ayrılmayacağıma, yalan söylemeyeceğime söz verdim. İhanet edemem.” Eşkıya reisinin birden gözleri pınar oldu ve haykırdı: “Bu çocuk annesine verdiği ahde bu kadar vefa gösteriyor, ben bunca senedir beni yaratıp yetiştiren Rabbime ihanet ediyorum. Tövbe edip eşkıyalığı bırakıyorum” dedi. “Bu çocuk benim kurtarıcım oldu.” Eşkıya reisinin gözyaşı ile tövbe etmesi diğer şakileri de etkiledi. “Ey reisimiz! Şimdiye kadar yol kesmede, eşkıyalıkta başımız idin, şimdi de tövbe etmede ve iyiliğe dönmede reisimiz ol” dediler. Reis: “O halde kervandan aldıklarınızı geri verin.” Kalpleri yosun tutmuş altmış civarında eşkıya Hz. Pir Abdulkadir Geylani (KSA) hazretlerinin dizinin dibinde tevbe ettiler. Pir Abdulkadir Geylani (KSA) hazretleri Bağdat'a gittiğinde on sekiz yaşında idi. Orada bulunan meşhur âlimlerden ilim öğrendi.
Nur yumağı çocuk küçük bir kafile ile Bağdat'a gitmek üzere yola düştü. Hemedan’ı geçince birden bire silahlı altmış atlı eşkıya çıkageldi. Kafilenin önünü kesip soydular. Eşkıyalardan biri gelip: “Ey fakir çocuk, senin de üzerinde bir şeycikler var mı?” Nur yumağı Abdulkadir Geylani (KSA) hazretleri: “Var!” dedi. “Kırk altınım
Bu kıssadan anlaşılacağı üzere Allah’ın dostluğuna ulaşmak, anne babanın daha anne karnındayken, ahtta çok daha öncesinden Allah’ın sınırları içinde yaşamasının yanısıra canu pahasına doğrudan vazgeçmemeyi ama hiç bir doğrudan vazgeçmemeyi gerektirmektedir.
BUHARADERGI.COM
35
EĞİTİM ARACI OLARAK
SOHBET
Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ
“Erenlerin nazarı toprağı güher eyler, Erenler kademinde toprak olasım gelir. Erenlerin sohbeti, artırır marifeti Cahilleri sohbetten her dem süresim gelir.” Yunus EMRE 36 BUHARA
Tasavvufta sohbete büyük önem verilir, bir arifin, bir hakîmin, bir velinin ve bir Hak dostunun sohbetinde bulunmak, hatta sadece onu görmek, insana çok şey kazandırır, bazen insanın yönünü değiştirir, onu tepeden tırnağa dönüştürür. Hak erenlerin sohbeti, bakırı altına dönüştüren bir kimya, bir iksir gibidir.
Y
etişmiş insanların bilgilerini, deneyimlerini, maharetlerini ve hünerlerini yeni nesillere aktarmalarının birçok yolu ve şekli vardır.
Sohbet yoldaşlık, arkadaşlık, dostluk, ahbaplık, hasbihal, yarenlik ve söyleşide bulunmak anlamına gelir. Sohbet meclisleri bir çeşit nasihat toplantılarıdır. Konusuna göre sohbet "Dini Sohbet", "İlmi Sohbet", "Edebi Sohbet" vb. gibi isimler alır. Her sohbet herkese göre değildir. Hz. Peygamber dini bilgileri ve yaşama halini çevresinde müminlere sohbetlerde öğretirdi. Mümin olarak onun sohbetinde bulunanlara sahabe veya ashab denir. İslam ümmeti içinde en üstün ve en erdemli nesil sahabedir. Sahabeye bu yüksek payeyi kazandıran husus Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunarak ondan ilim ve feyz almış olmalarıdır. Hz. Peygamber ister erkek, ister kadın (sahabe, sahabiyye) olsun çevresindeki müminleri sohbet yoluyla terbiye eder, yetiştirir ve geliştirirdi. İtikad, iman, ibadet ve ahlak konularına bu sohbetlere ayrı bir önem verilirdi. İlim öğretilirken insanların zihnine ve zekâsına hitap edildiği halde dini nitelikteki sohbetlerde muhatabın kalbine ve hislerine de hitap edilir. Onun için Allah Resulünün sohbetinde bulunanlar onu pür-dikkat dinlerken duygulanır, heyecanlanır, gözleri buğulanır ve coşarlardı. Hz. Peygamber Mekke döneminde müminlere dini bilgileri genellikle sohbetlerde verir, dini hayatın nasıl yaşanacağını da bu yolla öğretirdi. Medine’ye geldikten sonra Mescit-Cami’de vaaz eder, Cuma günleri hutbe okur, ama yine de sohbetle sahabeyi eğitme ve bilgilendirme faaliyetlerine devam ederdi. Sahabe olmak için mümin olmak şart olduğundan gerek Mekke’de gerek Medine’de Resulullah’ın konuşmalarını, hitabelerini ve öğütlerini dinleyen gayrimüslimler sahabe sayılmaz. Bu durum sohbette inanç birliğinin ne kadar önemli olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Demek ki dini anlamdaki sohbetle sohbetinde bulunulan zatla onu dinleyenlerin aynı dinde ve inançta olmaları sohbetin verimli, yararlı ve feyzli olması için şarttır. Dini mahiyetteki sohbetlerde genellikle sohbetinde bulunulan âlim, akid, arif, deneyimli, basiretli, feraset ve fikir sahibi, ahlaklı, edebli, huşu ve hal sahibi muhterem bir zat vardır; buna rehber, kılavuz, mürşid, pir ve şeyh gibi isimler verilir. Tasavvufta sohbete büyük önem verilir, bir arifin, bir hakîmin, bir velinin ve bir Hak dostunun sohbetinde bulunmak, hatta sadece onu görmek insana çok şey kazandırır, bazen insanın yönünü değiştirir, onu tepeden tırnağa dönüştürür. Hak erenlerin sohbeti, bakırı altına dönüştüren bir kimya, bir iksir gibidir. “Erenlerin nazarı toprağı güher eyler, Erenler kademinde toprak olasım gelir. Erenlerin sohbeti, artırır marifeti Cahilleri sohbetten her dem süresim gelir.” Yunus böyle diyor.
BUHARADERGI.COM
37
“Bizim yolumuz sohbettir. Halvette/ yalnız olmakta şöhret vardır. Şöhret ise afattır. Hayırlı olan toplumla olmaktır.” Toplum halinde bulunan dostlardan her birinin: ‘Ben yokum, diğerleri var’ anlayışında olmaları gerekir. Ululardan biri: ‘Beri gel, bir an iman edelim’ sözüyle şuna işaret etmiştir: “Eğer bu yolun taliplerinden bir cemaatle sohbet edeler, pek çok hayır ve bereket hâsıl olur. Umulur ki buna devam etmek kişiyi hakiki iman noktasına götürür.” Attar, Tezkiretu’l- Evliya’da: "Cennetteki nimetlerin en büyüğü Allah dostlarıyla sohbet etmektir. Sohbet olmasa cennet neye yarar" demiştir.
Bir Hadis-i Şerifte mümin şöyle tarif edilmiştir: “Mümin, ülfet eder, ülfet etmeyen ve ülfet edilmeyen kimselerde hayır yoktur.” (İbn Hanbel, Müsned, II, 400)
İnsan sosyal bir varlıktır, sosyal bir hayat yaşar, tek başına yaşayamaz, yalnızlık Allah’a mahsustur. Sosyal hayat yaşayan insan, sohbete, ahbaplığa ve yarenliğe muhtaçtır. İnsan kelimesinin üns kelimesiyle ilgisi vardır. Diğer kişilerle ünsiyet ve ülfet ettiği, yani mahabbet ve yarenlik ettiği için insana insan denilmiştir. İnsan su gibi, ekmek gibi arkadaşa ve onunla muhabbet etmeye muhtaçtır. Bir Hadis-i Şerifte mümin şöyle tarif edilmiştir: "Mümin, ülfet eder, ülfet etmeyen ve ülfet edilmeyen kimselerde hayır yoktur." (İbn Hanbel, Müsned, II, 400) İnsanın ünsiyet ve ülfet ettiği kişiye enis/can dostu, can yoldaşı denir. Peygamberimiz: "Allah’ım! Kalplerimize ülfet ver" (Ebû Dâvûd, Salât/178) diye dua ederdi. Yüce Allah: “Hatırlayın, birbirinizin düşmanı idiniz, Allah kalplerinizi te’lif etti de O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz" (Âl-i İmrân, 3/103) buyuruyor. Burası telif "ülfet ve ünsiyet eder hale getirme" anlamına gelir ve çok önemli bir şeydir. Nitekim başka bir ayette: "Sen, yeryüzünde ne var ne yok tümünü harcasaydın onların kalplerini telif edemez, kaynaştıramazdın, ama Allah onların aralarını telif etmiş ve bulmuştur.” (Enfâl, 8/63) İşte İslam’ın hedefi: Dostluklar ve arkadaşlıklar kurmak, yani sohbet, muhabbet, ünsiyet, ülfet… Başka bir ifadeyle insanlarla hoşça geçinmek ve geçinilen bir kişi olmak. Geçimsiz olmak huyların en kötüsüdür.
38 BUHARA
Kötü, cahil, bencil, çıkarcı, şöhret düşkünü, gösteriş meraklısı, kendini öven ve nefsin aşağı arzularına tutsak düşen maceracı kişilerle arkadaş olmak ya da böylelerinin sohbetine katılmak insana yarar değil zarar verir. Yahya b. Muaz Razi:“Üç çeşit insanın sohbetinden sakınınız: Gaflet halindeki âlimler, yağcı hafızlar ve cahil mutasavvıflar.” Demiştir. Ebu Ali Sakafi: “Büyüklerin sohbetinde bulunanların çok saygılı olmaları gerekir. Saygılı olmayanlar onların feyzinden, bakışlarındaki bereketten ve saçtıkları nurlardan mahrum olurlar.” Saygıdeğer bir büyüğün sohbetinde bulunan bir kişi kendini boş, onu dolu, kendini cahil onu âlim, kendini gafil, onu arif/agâh bilip sözlerini can kulağıyla dinlemelidir ki, sohbetten faydalansın feyz alsın. Kendini dolu gören kibirli ve inatçı kişiler sohbetten istifade edemez. Baksanıza, Ebu Cehil, Ebu Leheb Allah Resulü’nün sohbetinden nasıl mahrum kaldılar. İslam’da akıl ve onun ürünü olan ilim çok önemli ve değerlidir. İlim öğrenmek zihinsel/kalbi bir ibadettir. O halde ders halindeki öğretmenöğrenci, nasihat eden ve dinleyen hoca-cemaat, mürşit-talipler, ibadet halindedirler. İbadetteki ihlasın, disiplinin, dikkatin, huşuun, burada da bulunması gerekir. 21. yüzyılın bir bilgi, bir bilişim ve iletişim çağı olduğu söylenmektedir. Bilgi de ancak öğretimle kazanılır. Eğitim ise, yani edep ve terbiye hem öğretimin şartı ve temeli hem de gayesi ve hedefidir. Edepsiz ve terbiyesiz kişilerin bilgisinden toplum ve insanlık yarar değil, zarar görür. Edep ve terbiyenin kaynağı ise dindir, inançtır, ailedir, gelenektir, erdemli ve ergin insanları örnek almaktır. Bu da geniş ölçüde konusu din, ahlak, edep ve terbiye olan sohbetlerle gerçekleşir.
“ ALLAH YETER”
DOST VE YARDIMCI OLARAK (Nisa, 45)
Yazar İsmail MUTLU Bir Müslümanın kâfirleri, din düşmanlarını kendisine içli dışlı dost edinmesi, Kur’ân tarafından yasaklanmıştır. Mü’minler dost edinilebilirler. Ancak gerçek manada dost ve gerçek manada yardımcı sadece ve sadece Allah’tır. Kul, bunun şuurunda olmalıdır. Bunun içindir ki, Yüce Rabbimiz, sık sık “Dost olarak da yardımcı olarak da Allah yeter” (Nisa, 45) buyurarak kullarına bunu hatırlatır. Rabbimiz bir âyette de kendisinden başka varlık ve güçleri sığınak edinmek isteyenlerin durumunu örümcek ağı yapmaya benzetir. Âyet şöyledir: “Allah’dan başka dostlar edinenlerin misâli, ağ örerek kendisine ev yapan örümceğe benzer. Oysa barınakların en çürüğü örümcek ağıdır. Keşke bunu bilmiş olsalardı.” (Nisa Sûresi, 45)
HAKKANİ İLAHİ GRUBU Özel anlar bir kere yaşanır... Sünnet, nişan, düğün merasimlerinizi bizimle eşsizleştirin. Türkiye’nin tüm şehirlerine hizmet verilir.
BARIŞ SAYGÜN İrt.: 0.542.313 6102
BUHARADERGI.COM
39
MUHACİRLERE
ENSAR OLMAK
“Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr-59) Ahmet SEYYAR
K
Allah için, Allah adıyla başlayan bir kardeşlik… alpleri imam nuru ile nurlanmış, Allah ve Muhammed (sav) için canlarını seve seve feda eden, dünyayı kenara itip, davası uğruna, zerre pişmanlık duymadan vatanını terk eden bir topluluk… Başta nurlu Nebi. Mekke kırgın, Mekke hüzünlü... Çalacak bir kapı yokken teslimiyetin zirvesinde arkasına bakmadan giden cesur yürekler… Ve Medine. Şanlı ev sahibi… Ekmeğini verecek kadar cömert, evini verecek kadar sevdalı… Gönül kapılarını sonuna kadar açıp, yaralara merhem olabilmek, yanan sinelere Su serpebilmek için, kin bilmeden, kıskançlık bilmeden misafirini bekliyor. Allah ve Resulüne bağlılığın birleştirdiği kalpler… Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’ de: “İslâm'ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Allah onlara için-
40 BUHARA
den ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe-100) ifade buyurulduğu üzere, Ensar olmak her zaman ve her millete, ümmete nasip olduğunda şeref verecek ama her kişiye nasip olmayacak kadar şerefli bir makamdır. Ensar dediğimizde aklımıza ilk gelen, İslam’ın ilk yıllarında Mekke’ den Medine’ ye dini için İslam için gidenler gelmektedir. Mekke’ li Müslümanlar maddi anlamda daha iyi imkânlara kavuşmak için Medine’ ye göç etmediler, tersine onlar nereye ve hangi sebepten hicret ettiklerinin bilincindeydiler. Günümüz insanı hicretin gerçek manasını Allah Resulü’nün sancağı altındaki muhacirden öğrenmiştir. Mekke’ den Medine’ ye hicret eden muhacirlerin tamamı tek ırk değildi. İçinde farklı ırklara ve renklere sahip Müslümanlar vardı. Amaçları Allah’ ın emrettiği din i İslam’ı huzur içinde rahatça, kardeşçe yaşayabilmek ve sevgili Peygamberimizin izinde yürümekti. Hicret edip muhacir olmak her ne kadar yüzyıllar önce olduğu aklımıza gelse de; kıyamet gününe kadar Müslümanlar bir yerden diğer bir yere gerek dini daha rahat yaşamak, gerek sağlık, gerek rızık,
gerek nasibi için hicret edip muhacir olacaktır. Bizler de muhacir olup, hiç tanımadığımız memleketlere gidebiliriz. Bunun sebebi ülkemizde savaş da olabilir kıtlık da olabilir. Ancak gideceğimiz memlekete önceden emin olup güvenerek gitmemiz en büyük düşüncemiz olur. Medine’den emin olmasaydı Peygamberimiz Hicret eder miydi?
Ensar olmak şereftir, Şehadet gibi güzeldir
Ensar olmanın şerefi; gelen muhacirin size olan güveninden ve sizde görmek istediği güzel sözlerden geçer, sizin bir muhacire verdiğiniz değer ile değerlendirilir. Şüphesiz Müslümanlar kardeştir (Hucurat, 10). Kapımıza gelen misafiri nasıl evimizin en güzel köşesinde en güzel yerinde en güzel yemekleriyle ikramda bulunup Allah Rızası için onunla ilgileniyorsak, herhangi bir milletten gelen muhacirin; hangi ırka dile sahip olduğuna bakmaksızın ona saygı duymak ve ihtiyaçlarına gücümüz nispetinde yardımda bulunmamız gerekir. Bu yardım sadece kişiliğimizi milletimizi vatanımızı değil, en kutsal varlığımız dinimiz İslam’ın kardeşliği emrettiğini gösterir.
Efendimizin hadis-i şerifte; “İnsanların hayırlısı (en iyisi), insanlara faydalı olandır” buyurduğu üzere insanların üzüntülerini, dertlerini, sıkıntılarını paylaşmak her fırsatta yardımlarına koşmak Allah’ın (cc) hoşnut olduğu hasletlerdendir. Bu itibarla insanlara hizmet etmek, faydalı olmak ve onları sevindirmek, Allah Teâlâ’nın kullarına yardımındaki sebeplerden birkaçıdır.
Muhacirlere yardım sadece maddi değil manevi olarak bir selam vermek ve onları Allah’ın Selamı ile selamlayıp yüzlerini güldürmek hem bir samimiyet göstergesi hem bir sadaka hem de kardeşliğin adıdır. Nasıl ki Peygamber efendimize, ashabına yoldaşlarına evlerini açıp yardım eden hali ile hâllenen Medineli biri nasıl bizim için şeref sahibi bir Ensar’sa ve o makamda olmak ayrıcalıksa, şu anda dünyada bir memleketten başka bir memlekete savaş, din, rızık için göç eden bir Müslümana kucak açmak onu kabul edip güler yüz göstermek, Medine’ li bir Ensar ile aynı şerefe nail olmaktır. Çünkü amaç Allah için vatanından ayrılan terk-i diyar eyleyen bir Müslümana sadece Allah için kucak açmaktır. Eğer ki biz Müslümanlar kardeşliğin anlamını tam olarak idrak edip yaşayabilirsek, Müslümanların görmüş olduğu zulümden kurtulma yolunda önemli bir adım atmış olacağız. Ensar olma şerifine nail olmak isteyenler; kapısına gelen Müslüman kardeşlerine kucak açmak onları Allah için sevip korumak ve halleri ile hâllenip dertlerine sıkıntılarına koşmak zorundadır. Kapımıza gelen onlarca muhacir Müslüman varken Ensar olma şerefini elinden kaçıran bir Müslüman olmayalım. Müslümanlık sadece dilde olmaz, İslam’ın gerektirdiği gibi kardeşlikle olur. Gerçek Müslümanlar bir vücut gibidir, tıpkı Suffe Ashabı gibi. Siyah saçını beyazlatan acıyı beyaz elleri hissetmelidir. Beyaz ellerimizi siyah saçlarımıza dokunup düşünelim. Gerçek Müslüman kardeşine yardım etmez mi? Gerçek Müslüman kardeşine kucak açıp selamlamaz mı? Şu anda binlerce muhacir bizden Ensar’ lık beklemekte, binlerce muhacir kapıda beklerken Ensar olamıyorsak vay halimize...
Bu hususta Yüce Kitabımızın; “Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine'ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 59) öğrettiğine göre, bizlerinde tıpkı Ensar gibi yaralı kanatlara merhem olmamız gerektiği ifade edilmektedir.
BUHARADERGI.COM
41
EL-MÜ’MİN (Emin, Emniyet, Güven Veren, Şüphe Ve Tereddütleri Kaldıran, Korku, Zorluk, Sıkıntı İçinde Olanlara Emniyet Veren) “O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. Melik’tir; Kuddûs’tur; Selam’dır; Mü’min’dir; Müheymin’dir; Aziz’dir; Cebbar’dır; Mütekebbir’dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir.” (Haşr, 23)
Meryem BURMAOĞLU
B
u isim-i şerifin daha birçok manası vardır. Ancak biz üç manası ile açıklayalım: -Bütün yaratılmışları endişe ve korkulardan emin kılması ve onları güven içinde yaşatması: Hepimizin öyle ya da böyle zor günleri olmuştur. Çünkü hayatın ta kendisi imtihan sahasıdır. Bu sahada iyi ya da kötü birçok olaylarla karşılarız. Bunların bazısı bizlere bizim nazarımızda (doğrusu öyle değildir), kötü iz bırakırken, bazısı da iyi iz bırakır. Yaşadığımız o kötü diye adlandırdığımız durum ve olayları belirli bir zaman sonra sadece hatırlarız. İşte kötü iz bırakan, daha önce yaşadığımız, istenmeyen korku dolu o anları, ELMÜ’MİN ismi şerifi burada tecelli ederek, güven ve emniyet içerisinde hayatımıza devam ederiz. Bu korkulara örnek olarak, deprem, yangın, kaza veya ölüm gibi bir korku olabilir. Ve şimdi şunu düşünelim: Başımıza gelen olayın korkusuyla bir ömür boyu yaşayacak olsak ne yapardık? Hayat bizin için ne kadar zor ve çekilmez olurdu?.. Oysa korkular gelip geçicidir. Allah Teâlâ Hazretlerinin, El-MÜ’MİN ism-i şerifi ile bütün yaratılmışlar güven içinde yaşarlar. Çevremizde bazı insanların bu sıfattan diğerlerine göre daha az mahrum kaldıklarına şahit oluruz. Tıp diliyle panik atak, depresyon vb. hastalıklarla Allah kullarına zulmetmez. Ta ki bizler bu nimetin farkına varalım ve Mü’min olan Allah’a şükür secdesi yapalım… -Kulların iman nuru ile aydınlatması ve onları birer mümin yapması: Allah Mü’mindir. Bu ismiyle kuluna tecelli ettiğinde kalbinde iman ışığını yakar. İnsan, iman eder. Allah’a iman eden her kul bu isme aynadır. Bu ismin tecellisiyle insan sahibini, malikini sultanını tanır.
42 BUHARA
-Allah’ın emin olması, sözünde sadık olup vaadinden asla geri dönmemesi: Allah Mü’mindir. Yani emindir, sözünde sadıktır, asla sözünden dönmez. Bu onun sünnetinde yoktur. Vaadinden asla dönmez. Çünkü sözünde durmamak, vaadinden dönmek asla izzetine yakışmaz. İşte bu manada Allah, sözünden asla şüphe edilmeyendir. O halde bize düşen; vaadine itimat ederek, ona hakkıyla kulluk etmektir. -Kullarının emin olup, sözlerinde sadık ve güvenilir olması: Yaratılmışların arasında her bakımdan en üstün olan, peygamber efendimiz (sav)’dir. Dolayısıyla bu isim bu mana ile azami mertebede Efendimiz (sav) de tecelli etmiş, dost ve düşmanlarının ittifakıyla Muhammedü’lEmin ismini almıştır. Bize düşen Cenab ı Hakk’ın bu ismiyle ahlaklanıp sözünde ve özünde doğru ve emin bir mümin olmaya çalışmaktır. Ey iman nurunu yaratan güzel Allah’ım! Bizi, Seni daima zikredenlerden kıl! Zikreden, şüphesiz zikredilen olur Mümin adınla Rabb’im! Çöz dilimizdeki düğümü! Gözümüzden şu hayra mani gaflet perdesini kaldır Mümin adınla! Haşyetinden kalbi ürperenlerle; hayırda yarışanlarla birlikte an adımızı Mümin adınla! “...Fakat Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsledi.” (Hucurat, 7) İmanla süsle kalplerimizi Mümin adınla! Amin.
SUFİ AHLAKI
Dr. Günay BEYHAN
Sufinin tek amacı Peygamber efendimize benzeyerek Allah’ ın rızasını kazanmaktır. Bu yol uzun ve meşakkatlidir. Tasavvuf yolundaki sufi insanlara karşı iyi muameleyi, Hakk’a sadakatin esası olarak bilir.
BUHARADERGI.COM
43
K
ur’an-ı Kerim her bir âyetiyle Peygamber Efendimizi anlatır. Bizlere hayat düsturlarını tarifleyen kutsal kitabımız Hz. Resûlullah ve kâinat ile iç içedir. Sevgili Peygamberimiz’in (a.s.m.) hayatını öğrenmek istiyorsak, en başta Kur’an’a bakmalıyız. Hz. Peygamber, Kur’an’ ın emirlerine harfiyen uymuş ve Kur’an neyi tefekkür etmemizi emretmişse onu tefekkür etmiştir. Annemiz Hz. Âişe’nin (ra) buyurduğu üzere “Onun ahlâkı Kur’ân idi” sözünün zımnında da, bu anlam vardır.
Peygamber efendimizin örnek hayatında gördüğümüz üzere, Müslümanın ezalara sabretmesinin uzletten daha hayırlı olduğu, öfkeyi yenmenin ve hoşgörülü olmanın ne denli övülen davranışlar olduğu unutulmamalıdır. Sufi tıpkı Peygamber Efendimizin yaptığı gibi muhtaçları gözetmeli, ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmalıdır. “Kötülüğe iyilikle muamele er kişinin işidir” diyen ulema, kişinin kendisini mülkün emanetçisi olarak görmesi gerektiğini vurgulayarak cömertlikte de ölçü olarak Hz. Peygamber’ i esas almışlardır.
Tüm insanlar İslam fıtratı üzerine doğar. Ayeti kerimede buyurulduğu üzere “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tin, 4). İlâhi emirler tarafından kuşatılmış kişinin yaşamı edepli bir hayatı temsil eder. Böyle bir insan hem Yaratıcı’ ya hem de yaratılana karşı edeplidir. Edep; terbiye, güzel ahlâk, iyi davranış, incelik, kibarlık, gibi manalara gelir. Sufi edeplidir. Sufi, topaldır, sağırdır, kördür. Sufinin tüm duyu organları kapalıdır fakat gönül gözü açıktır. Hayata maddi değil manevi gözle bakar. Sufinin bu hali beşeri ilişkilerle olduğu kadar tabiat ile olan münasebetlerinde de açıkça görülür. Bu edep hali, Hz. Peygamber Efendimizin yaşamı olup adab-ı muaşeret olarak tarif edilir. Sufi, ahlakta model olarak Peygamber Efendimiz’i (sav) alır. Sufinin yaşam felsefesinde Hz. Peygamber’in (sav) ahlakıyla ahlaklanmak yani Allah’ın (cc) ahlakıyla ahlaklanmak esastır. Çünkü Rasulullah Efendimiz’den (sav) Allah’ın (cc) özel rahmeti ile şeytani sıfat sökülüp alınmıştır. Güzel ahlak, insanı Cennet’e götürür. Sufinin tek amacı Peygamber efendimize benzeyerek Allah’ ın rızasını kazanmaktır. Bu yol uzun ve meşakkatlidir. Tasavvuf yolundaki sufi insanlara karşı iyi muameleyi, Hakk’a sadakatin esası olarak bilir. Bu yolda insanlarla iyi geçim, sabır, cömertlik, ülfet, nasihat ve şefkat gibi hasletleri Hukuk-u Azim’den bilir. Bu paralelde sufi son derece tevazu sahibi olup, kendisinin değersiz olduğunu bir an olsun hatırından çıkarmamalıdır. Herkesi kendinden hayırlı gören, zillet ve meskenete düşmeyen gerçek manada Allah Rasulü’ nün yolundadır.
44 BUHARA
Yaratılan canlı cansız her varlığa yumuşak davranmak halkın arasında Hak ile beraber olmak hakikat ehlinin özünü teşkil eder. Peygamber efendimizin örnek hayatında gördüğümüz üzere, Müslümanın ezalara sabretmesinin uzletten daha hayırlı olduğu, öfkeyi yenmenin ve hoşgörülü olmanın ne denli övülen davranışlar olduğu unutulmamalıdır. Sufi tıpkı Peygamber Efendimizin yaptığı gibi muhtaçları gözetmeli, ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmalıdır. “Kötülüğe iyilikle muamele er kişinin işidir” diyen ulema, kişinin kendisini mülkün emanetçisi olarak görmesi gerektiğini vurgulayarak cömertlikte de ölçü olarak Hz. Peygamber’ i esas almışlardır. Sufi her zaman tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. Efendimiz “Müminin kalbinin aydınlığı yüzüne vurur” hadisinde buyurduğu gibi, tebessümü sadaka olarak ifade etmişlerdir. Sevinç ve neşe Allah’ tandır. İnsanları hoşnut etmek ve rahatlatmak için latife ve şaka yapılsa da, halvette ciddiyyet esastır. Elbette Peygamber Efendimiz de şaka yapardı. Ancak, Efendimizin örnek ahlakında gördüğümüz üzere şakanın içine dahi nefs girmemelidir. Çünkü nefisten kaynaklı davranışlarımızda yapmacık ve gösteriş gibi hoş olmayan hareketler de bulunabilir. Unutulmamalıdır ki, bunlar sufide asla olmaması gereken hasletlerdendir. Olmayanı varmış gibi, var olanı da olağanüstü biçimde dillendirmek kanaatsizliğin en önemli belirtisidir. Kanaat, Allah’ ın rızasından kaynaklı olup insanın şerefini artırır. Aynı zamanda insanı fitnelerden koruyarak Allah’ ın tükenmez hazinelerine kavuşturur. Sufiler Cenab-ı Hakk’ın hazinelerini deniz gibi (tükenmez) bilir. Bu yüzden, Allah’ı (cc) kuşlar gibi devamlı tevekkül içinde olurlar. Sufi ahlakında sevmek, merhamet, kardeşlik ve insanlarla iyi geçinmek Allah’ın (cc) en hoşnut olduğu davranışlardandır. Sevmeyen ve sevilmeyende hayır yoktur. İyiliğe teşekkür ve duada bulunmak, nimetin hakiki sahibinin Allah (cc) olduğu şuuru ile yapıldığı zaman Allah’ a şükretmektir. Böylece kişi şükür makamına kaim olur ve ona bu davranışı şükür sevabı kazandırır. Efendimiz buyurur ki; “Kime bir iyilik yapılır da bu iyiliğe iyilikle mukabelede bulunmak üzere maddi bir imkân bulursa, hemen o iyiliği iyilikle karşılasın” (Buhari).
Sufi, her zaman hamd etmenin kulluk borcu, teşekkürün ise insanlık borcu olduğunun şuurundadır. Sufinin teşekkürü, teşekkülün kemalinden, inancın nimeti Allah’tan (cc) görmelerindendir. Dinimiz, Allah’a hamd etmeyi emrettiği gibi, iyilik yapan insanlara da teşekkür etmeyi emretmektedir. Çünkü sufinin kalbi, korku veya şükür halindeki gözyaşı ile sürekli yumuşak olmalıdır. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şükür hakkında; “Bana şükredin, nankörlük etmeyin” (Bakara 152) şeklinde ifade buyurulur. Sufi felsefesinde Hakk’ın varlığını kabulü, Hakk’ın vücudunu perdelemez, çünkü Allah (cc) her şeyi açık seçik görür. Nimete hamd etmek, nimetten daha değerli olup müstehaptır. Sufi devamlı hamd üzere olmalıdır. Bu husustaki en önemli incelik Allah’ın (cc) nimetlerine de elemlerine de sevinmektir. Sufinin gönlünde Allah Teâlâ’nın verdiği elemler, nimetler gibi güzeldir. Sufi, nimet zamanında da sıkıntılı hâllerde de Allah (cc) sürekli hamd halindedir. Öfkelenmemek tartışmadan ve münakaşadan uzak olmak, yumuşak başlılığın en önemli alametlerindendir. Bu husus Müminler için Âyet-i kerime’ de: “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmran, 134) diye tarif edilmiştir. Peygamber Efendimiz de bu konuda şunları buyurmuşlardır: “Öfke şeytandandır, şeytan ateştendir, ateş ise su ile söndürülmektedir, öyleyse biriniz sinirlendiği zaman abdest alsın.” İyi insanlarla dostluk ve onlara muhabbet beslemek kalbe inşirah verir. Yine Efendimiz buyurduğu üzere; “Kişi sevdiği ile beraberdir” hadis i şerifi bize Allah için sevmeyi öğretmektedir. Bu hususta sufi Allah’ın rızasına nail olabilmeyi en önemli hedef olarak görür ve bu uğurda gayret ederek Allah için sevmeyi ve buğz etmeyi kendisine amaç edinir. Böylece sufi, hem Allah rızası doğrultusunda yaşamakta hem de insanları örnek ahlakı ile Allah rızası dairesinde yaşayanları sevmeye davet etmektedir.
BUHARADERGI.COM
45
HIRS VE AZİM
ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ
Resulullah (sav) buyurdular ki: “Ademoğlu için iki vadi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Ademoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenleri affeder.” Buhari, Rikak 10; Müslim, Rikak 116, (1048); Tirmizi, Zühd 27, (2338)
Oysa tevekkül sahibi insanlara baktığımız zaman tam tersidir; bundandır ki onlarda kesinlikle endişe, gam, keder esamesi göremezsiniz. Benlik o kadar yoktur ki, evlatları, sağlıkları, maddi ve manevi varlıkları, refahları hep mutlak Hâkim olanın elindedir, O’ndandır, O’nun bir emanetidir ve kul ancak tümüne kiracıdır. Yazar MUstafa Sefa GÜVENİR
46 BUHARA
D
üşünün ki, apartman dairenizi birileri kiralıyor, kiraladığı evi zamanla benimseyen kiracınız bir anda kirasını vermeyi kesiyor ve daha da ötesinde evi sahipleniyor. Ne kadar da büyük bir saçmalık olurdu bu, kuvvetle muhtemeldir ki, kanuni hakkınızı arardınız ve o kiracıyı dairenizden çıkartıp, akıl sağlığına duacı olurdunuz. Örneği gerçekçi bulmayanlar için işte gerçek bir örnek; tıpkı apartman dairesi örneğinde olduğu gibi, insanlar binekler de kiralarlar arabalar, tekneler, uçaklar, otobüsler gibi… İşte tıpkı bu örnekte de olduğu gibi insanlar, dünya âlemine cismen gelebilmiş olabilmek için beden bineğine binerler. Ana rahminden itibaren, çevresi ile iletişime geçen insan, doğum sonrası bunu beş duyu organı ile daha da hızlandırır. Zamanla yardımsız olarak konuşmaya, yürümeye ve koşmaya, kendi idrak yetenekleri doğrultusunda hayatı algıladığı şekli ve düzeyinde yaşamaya başlar. Ancak, tıpkı kiralık ev örneğinde olduğu gibi, kiralık bedenine, aklına sahiplenmeye de başlar. “Ben” kelamı ile başladığı bu ma-cerada, “Benim için, bana ait, bence, bana göre, ben yaptım, yapmalıyım” gibi daha da tehlikeli kelamları, hayatında suret bulmaya başlar. Elde ettiği başarıları ve buna benzer dünyalıklarını sahiplenmeye alışmış insan, hep daha fazlasını yapabileceğine inanır, bu tükenmek bilmeyen hırs ve arzular o kadar derin bir kuyudur ki, şikemperver (doymak bilmez) bir nefis halini alır, gayretini daha da artırır, daha da ve daha da…
Nihayetinde nefis ile birleşen hırs, azim ve gayretin gölgesinde kalır. Öyle ki, bu tarz insanlar, tıbben ruh hastası olmaya başlar. İhtiras, istek ve arzularını karşılayan benlik, bir süre sonra artık yeterli olmamaya başlar. Bu konuda Hz Ali (R.A) ne kadar da güzel özetlemiştirler; “Ruhun hastalığı, hırstan gelir.”
Nasibin nereden geldiğini, kişinin nereden gelip, nereye gittiğini bilmemesi, değil elinde bulunan mal varlığının, kendi canının ve bedeninin bile kiralık birer binek olduğunu bilmemesi sonucudur bu ruh hastası durumu. Oysa tevekkül sahibi insanlara baktığımız zaman tam tersidir; bundandır ki onlarda kesinlikle endişe, gam, keder esamesi göremezsiniz. Benlik o kadar yoktur ki, evlatları, sağlıkları, maddi ve manevi varlıkları, refahları hep mutlak Hâkim olanın elindedir, O’ndandır, O’nun bir emanetidir ve kul ancak tümüne kiracıdır. Peki, bizlere verilen akıl, sağlıklı beden ve ruh sadece ibadet, tevekkül içinde mi kullanılmalı? Hayır, elbet de hayata dair gayret kemeri bağlamalı, kendimize sebepler bulmalıyız. Yine peygamber efendimiz, Hz Muhammed (SAV) “Yarın ölecekmiş gibi ahrete, bin yıl yaşayacakmış gibi dünyaya çalışınız” buyurmuşlardır. Elbet, nasibin ancak Allahtan geldiğini bilerek azmedeceğiz, ısrarcı olacağız. Bir kedi ya da henüz konuşmayı bilmeyen bir insan yavrusunda bile bununla ilgili ne güzel de nasihat vardır; kediler istediklerini alana kadar miyavlarlar, bebekler ise ağlarlar. İstemenin lisanı bazen de duadır, vakti gelmiştir, niyaz edilmelidir. Bu fiilen çalışmakla da olur, el açıp dua ile de… Ancak sabır göstermek, bu işin gayret, sürekliliği veya devamlılığı ise azim kısmıdır. Atalarımızın da dediği gibi; “Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliğidir”. Ancak, bilinmelidir ki, hırs ve azmin arasında incecik bir çizgi vardır, bu çizgi iman sahipleri için oldukça enlidir, iman konusunda zayıf olanlar için saç telidir, imansız olanlar için ise maalesef hiç olmayacaktır. Aldığı nefesi bile kiralayan insan, sahiplenmek konusunda Hz. Adem’den beri hep çok hünerli olagelmiştir… m.sefam@gmail.com
BUHARADERGI.COM
47
EDYA VE
M
ÜSLÜMANLAR
Medyanın sana dayattığı fikirlerden uzaklaş! Medya hiçbir zaman dürüst değildir. İyi niyetli hiç değildir. Senin beyninde iyi veya kötü adına her ne varsa hepsini gözden geçir. Tekrar kontrol et, defalarca kontrol et. Unutma! Alıştırılmamanın yegane kaidesi unutmamaktır. Araştır, tarihini bil. Gerçek tarihini bil! Osmanlı Türkçesi öğren. Oku! Atalarını oku! Rümeysa ULUDOĞAN
48 BUHARA
BAYRAK Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.' Davransana... Eller de senin, baş da senindir! His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? … Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş... Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! ' Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından, Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan! Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar... Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var. Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır! Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! 'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma. Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma. Mehmet Akif ERSOY
BUHARADERGI.COM
49
Ş bilirsin.
u an aklından geçen şey tam olarak ne? Bu yazıyı okumaya başlamadan önce düşündüğün en son şey ne idi? Biraz daha genişletirsek, hayat felsefen ne? Dikkat et! Bunu öz iradenle değil medya gücüyle düşünüyor ola-
Konuyu biraz aydınlatayım: Dünyada varolan en iyi kontrol şekli; kökünden kandırıldığı zaman kukla, kurallara baş kaldırdığında özgür olduğunu düşünmendir. Hapis hayatı yaşamanın bir yolu, bir hapishane hücresinde olmaktır. Parmaklıları görebilir, onlara dokunabilirsin. Diğer bir şekli ise, yine bir hapishane köşesinde oturursun ama parmaklıları göremezsin, ortada parmaklık yoktur. Böylece sorgulamadan özgür olduğunu düşünürsün. İnsan ırkının yeryüzünde yaşadığı bütün ızdıraplar kitle hipnozundan gelir. Hipnotize edilen bir insan özgür olduğunu düşünür. Düşüncelerinin kendine ait olduğunu düşünür. Normal yaşantısına devam eder. Bir kaç şeye başkaldırdığı zaman kendi hakkını savunduğunu düşünür ve bu yolla da (sözde) belirli haklarının varlığına gerçekten inanır. Medyanın birşeyi örtpas edip göstermemesinden bahsetmiyorum. Medyanın sizin o çok güvendiğiniz zihinlerinizin içinde kurduğu hükümdarlıktan bahsediyorum.
İslamdır”(Ali İmran, 19) ayetini cuma hutbesinden kaldırdıklarında tepki vermeyen, domuz etini kasap statusüne yükseldiğini bilmeyen, genel evlerin kanunlaştırıldığını görmeyen, araştırmayan görmek istemeyen uyuşmuş beyinlerden bahsediyorum. Müslümanların basiretini bağlamışlar. Basiretlerimiz bağlanmış! ve bu gidişle kimsenin uyanacağı da yok. Suriye’deki olayların sembolu R4bia işareti, Esma ve Sümeyye. Neden bir işaret ve iki isim var, hiç düşündünüz mü? Psikolojide buna algı yönlendirme ismi verilir. Oradaki binlerce şehidi bilinç altınız kesip atıyor ve bütün o videolardan sonra aklınızda kalan sadece ve sadece bir işaret iki isim... TVnin kasıtlı bir hareketi… Eğer bu kulağınızaa tuhaf geliyorsa, işte şimdi medyanın istemediğini düşünmeye başladınız. Bugün en muhafazakar olarak nitelendirilen kanallarda dahi aynı yöntem mevcut: Kafanızda iyi ve kötüyü gruplara ayırarak sizin “(Sözde) iyi safta olduğunuzda vicdanınızı rahatlatmanızı sağlama” yöntemi kullanılıyor. Bu kanal iyi bu kanal kötü. Evet tabi.
Dünyadaki en etkili hipnoz aracı; odanımızın köşesinde ki dikdörtgen kutudur. Mütemadiyen bize inandırdığı şeylerin gerçek olduğunu söyler. Ona inanma. Televizyonu kapat. Dur ve en önemlisi DÜŞÜN..
Spikerler, Politikacılar, Öğretmenler, Hatipler.. İnanılmaz derecede hasta insanlar tarafından yönetilen bir dünyada yaşıyoruz. Olduğunu söylediğimizle gerçekte var olan arasındaki uçurum kesinlikle çok büyük. Evet, onlara göre herkes köle! Yalnızca bazıları gerçeklerin farkında.Düşmanın Amerika değil, düşman İsrail değil, düşman sizin beyninizde. Asıl düşman gerçekleri görmek istemeyen beyinleriniz, bir çocuğun nasıl öldüğünü gördükten sonra kanalı değiştirtebilen vicdanınız, “Müslüman müslümanın kardeşidir” [Buhârî, Mezâlim 3] Hadis i Şerifini unutan aklınız, “Şüphesiz ki bir millet kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez.” (Rad /11) ayetini hiç duymayan zihniyetten bahsediyorum. “Allah katında tek din
50 BUHARA
Amerika’yı müttefik kabul edip Suriye’ye girme fikrine ne dersiniz? Mümkün mü? Eğer mümkün olduğunu düşünüyorsanız, artık daha az tv izlemenin vakti gelmiş demektir. Çünkü ABD yi müttefik kabul etmek caiz değildir. İlaveten bunun caiz olduğunu düşünen dinden çıkar. Tarih daha kaç kez tekerrür etmeli. Vietnam, Afganistan biraz daha yakına gelirsek Irak... Kafirlerden dost edinilmez. Ben Müslümanım diyen bu saçmalığa HAYIR der. Sevdiğin parti grup ekol ne derse desin, Şeriat hükümleri açıktır.
Meşhur bir örnek vardır, herkes bilir: "Bir kurbağayı kaynar suyun içine atarsanız hemen dışarı fırlar, geç kalırsa ölür. Ancak, aynı kurbağayı ılık suyun içine koyarsanız ve korkutmazsanız kımıldamadan durur. Suyu alttan yavaş yavaş ısıtırsanız sıcaklık yükselirken kurbağa hiç bir şey yapmaz. Tersine keyif de alır. Yükselen sıcaklıkta kurbağa sersemleşmeğe başlar. Sonra dışarı çıkacak hali kalmaz. Engel
olmamasına rağmen kaçamaz, haşlanıp ölür. Çünkü kurbağanın sinir sistemi, yavaş tedrici değişimlere değil, ani değişikliklere programlanmıştır." Aslında değişime hızla cevap verilmemesinin sebebi; "günümüzde hem örgütlerin, hem de toplumların hayatta kalmasına yönelen birincil tehditlerden ve ani olaylardan çok, tedrici (kademeli) süreçlerden" oluşmasıdır. Tedrici değişimleri görmeyi öğrenemeyenler, kurbağanın kaderinden kaçamaz. İlgi, konsantrasyon başka ve çok farklı etmenlerce dağıtılıp, alıştırılan alışması istenen duruma adapte edilir, zihni/algıları yoğrulur, alt bilinci uygun yöntemlerle boşaltılıp işlenir. Bunun şüphesiz en iyi yolu ise MEDYA‘dır. Zira tek yönden işleyecek bir alıştırma faaliyeti asla tutmayacaktır. Alıştırılanın konuya uyanmaması için; duyu algılarının zayıflatılması ve çok farklı, birbiriyle alâkasız görünen etkilere maruz bırakılması gerekmektedir. Bağıntıları deşifre edenlerin ise "paranoyak", "komplo teorisyeni" vs. ilan edilmesi ya da seslerini duyurmasının her yöntemle engellenmesi önemlidir. Bu onların en iyi savunma yöntemidir. Yani sizi birileri paranoyak ilan ettiyse bu iyi bir durumdur. Medyaya baş kaldırıdığınızın alametidir. Irak'ta bir Kürt devleti kurulabileceğini hayal bile edemezdik. Şimdi ise, "Neden onlarla işbirliği yapmıyoruz?", "Önce kabul eden biz olursak, ucuz petrol alırız" diyenler var. Alıştırılıyoruz. Sözde PKK açılımı, çözüm süreci, İmralı görüşmeleri, akil insanlar vs.. Ülkemizin doğu bölgesini birilerine vermeye, yani bölünmeyi kabullenmeye de alıştırılıyoruz. Oysa, bize Sevr Anlaşması'nın kötü olduğu öğretilmemiş miydi?
dır. Hakkı savunmaktan korkma! Medyanın sana dayattığı fikirlerden uzaklaş! Medya hiçbir zaman dürüst değildir. İyi niyetli hiç değildir. Senin beyninde iyi veya kötü adına her ne varsa hepsini gözden geçir. Tekrar kontrol et, defalarca kontrol et. Unutma! Alıştırılmamanın yegane kaidesi unutmamaktır. Araştır, tarihini bil. Gerçek tarihini bil! Osmanlı Türkçesi öğren. Oku! Atalarını oku! Dünyadaki en etkili hipnoz aracı; odanımızın köşesinde ki dikdörtgen kutudur. Mütemadiyen bize inandırdığı şeylerin gerçek olduğunu söyler. Ona inanma. Televizyonu kapat. Dur ve en önemlisi DÜŞÜN.. Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.' Davransana... Eller de senin, baş da senindir! His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? … Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş... Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! ' Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından, Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan! Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar... Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var. Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır! Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! 'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma. Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.
Gün geçmiyor ki, ülkemizin doğu bölümünü, bize ait göstermeyen bir harita ortaya çıkmasın. Ama ne oluyor? Bunların üzerine giden var mı? Hakkımızı savunabilen kaldı mı? Dışişleri Bakanlığı bunlardan hangisiyle ilgilendi? Halen kullandığımız yirmi Türk lirasının üzerindeki haritada bile, Türkiye'nin doğu bölgesi gösterilmiyor. Bağımsız Merkez Bankası, bu parayı tedavülde tutmaya devam ediyor. Bunda da bir sakınca görmüyor. Öyle ya, bizim Merkez Bankamız, bizden bağımsız. “Alıştık artık, Alıştırıldık..” deme! UYAN! Gerçekleri görmekten korkma! Kimsenin cehennemi yok seni cehenneme atamaz, kimsenin de cenneti yok seni cennetine koyamaz. Seni yoktan var eden bir Allah‘tır ve dönüş de ancak O’na
BUHARADERGI.COM
51
OYUNLAR VE PİYONLAR GÖLGESİNDE
MİSYONUNU KORUMAK
D
ünya savaş tarihine öyle çok derinlemesine bakmaya gerek yok, bugün gerçekleşmek üzere olan savaşlara bakınca. Adını ne koyarsanız koyun, bu şeytan ve Allahın yolunda gitmeye çalışan âdemoğullarının savaşıdır aslında. Her ne kadar akıl dolu oyunlarla bezeli bir satranç oyununu andırsa da bu aslında, siyahlarla beyazların, iyilikle kötülüğün, mazlumla zalimin savaşı değildir, bu şeytanın Hz. Âdem ve onun neslinden gelenlere bir meydan okuması ve kaybedeceği bir savaşa girmesinden başka bir şey değildir. Şeytanın rengi nedir bilemeyiz ama yolundan gidenleri siyaha boyadığı kesin, en azından vicdanlarını. Elbet bu satranç oyununda siyah ve beyazın bir de taşları vardır; ele geçirilmeye çalışılan bir şah ve o şahı muhafaza etmeye çalışan vezir, atlar, kaleler, filler ve piyonlar… “Peki, bu teşbih de kimler ne görevi üsleniyor acaba?” diye düşünmemek içten bile değil. Kötülüğün
52 BUHARA
şahı, muhtemeldir ki fitnedir ve kaynağı batılı ülkeler ve İsrail’dir, veziri Arap kralları, piyondan daha önemli ve vezirden daha az etkin olanlar ise küçük ülke liderleri ve piyonları ise sokağa dökülüp, kaldırım taşlarını söküp, mandallık ile sisteme sözde sahiplenen halk düşmanlarıdır. Bir de beyaz taraf vardır, la teşbih, şahı hak yolu, veziri peygamberi, önemli taşları veli kulları, tıpkı beyaz tarafın piyonları gibi ama daha etkin.. Şeytan, siyah taşları ve piyonları çok iyi idare ediyor anlaşılan, özellikle mazlumların kanını dökerken… İnsan, gittiği yolun rengine boyanır, ister siyah olsun ister beyaz. Tarih olageldiğinden beri, satranç taşları, piyonları, vezirleri, şahları hep değişmiştir, Âdemlerle şeytanlar, Habillerle Kabiller, İbrahimlerle Nemrutlar, Muhammedilerle müşrikler, kısacası zalimlerle zalimliğe uğratılmaya çalışılanlar… Herkes, kendi yolunun rengine boyanmış, siyahlar kendi iradeleri ile bu savaşı yürüttüklerini sanıyorlar. Oysa şeytanın
Siyah, karardıkça, beyazı da belirginleştiriyor artık, yani her şey zıttı ile kaim olmaya başladı. Yenidünya düzeni için akıl yetmiyor, sevgi, hoşgörü azaldıkça da yetmeyecek ve bu kadar masumun kanı elbet yerde kalmayacaktır. Deccalı olmayan deccaliyet, Mehdi’si olmayan mehdiyet olmaz. Madem deccal hortlamıştır, beklenen o günler yakınlaştırılmıştır.
Yazar Mustafa Sefa GÜVENİR kuklası, piyonu olduklarını farkında değiller. Bu nasıl bir ahmaklıktır ki ve dahi nasipsizlik, hiçbir piyon, kendi iradesi ile yerinden kımıldayamaz, elbet elinde tutan bir irade, bir güç vardır, öyle de; genlerindeki kabil, nemrut, müşrik, cehil, şeytan, hepsi kendi nefsi ve kibrinin avuç içine aldığı birer kukla değildi de neydiler/nedirler? Şimdilerde, kimi kral veya başbakan, toplum liderleri ön plana çıkıyor. Herkes kendince birilerinin tarafında ve kimse karşısındakinin görüşlerine tahammül edemiyor, adeta rengin dışında hiçbir diğer insani değere bakılmaksızın, kardeş kardeşe düşman oluyor. Bunun sebebi hikmeti ne ola ki? Siz, karşı rengin insanına her ne kadar akıl sahibi bir insanın anlayacağı bir lisandan konuşursanız konuşun, tarafınızdaki lideri sevmiyor, sevemiyor. Daha önceleri bir kanaat vardı, bilgili olan kesim, haklı çıkabiliyordu. Ancak artık bu ihtimal de ortadan kalktı. Öyle ki, insanlar, yaşadıkları toplulukların ortak değerlerini bile hiçe sayıyor. Bayrak, bayram, kandil, dini ve milli birçok ortak
paydamız artık yok, sadece siyah mısın, beyaz mısın var? Önceden tartışılabilir birçok şey, şimdi tartışmaya tamamen kapalı! Siyah, karardıkça, beyazı da belirginleştiriyor artık, yani her şey zıttı ile kaim olmaya başladı. Yenidünya düzeni için akıl yetmiyor, sevgi, hoşgörü azaldıkça da yetmeyecek ve bu kadar masumun kanı elbet yerde kalmayacaktır. Deccalı olmayan deccaliyet, Mehdi’si olmayan mehdiyet olmaz. Madem deccal hortlamıştır, beklenen o günler yakınlaştırılmıştır. Görüneni göremeyen gönül, ne bilsin mehdiyeti, kaldı ki Mehdi’nin (AS) geldiğini. Tarihinde görülmemiş derecede kan akıtılırken, kanı akıtılan insanların hak ettikleri cezayı bulduğunu düşünen kimi kesim, sizin de hak ettiğiniz ceza yakındır. Bilseydiniz kimin piyonları olduğunuzu, bilirdiniz ki, satrancı yapan el, siyahı da beyazı da yaratandır ve o mazlumların yanındadır. m.sefam@gmail.com
BUHARADERGI.COM
53
ÇOCUĞA YARDIMLAŞMAYI
ÖĞRETMEK Yaşamı güzel ve anlamlı kılan ‘sevgi’dir. Tek başına olmayı istemek, yalnız kalmayı seçmek, insanlardan uzaklaşmak doğru bir yaklaşım değildir. Tam tersine insanlarla bir arada olmayı istemek, beraber gülmek beraber eğlenmek, paylaşmak, konuşmak, istişare etmek güzel olandır. Zorluk ya da sıkıntıyı da birlikte atlatmak güzeldir. Elbette ki bütün bunlar imanlı insanlarla anlam kazanır. Çünkü vefa, sadakat, dürüstlük, samimiyet, candanlık, güvenilirlik hep imanla birlikte elde edilebilecek meziyetlerdir. Yazar Aylin ATMACA
G
ünümüz modern insanları bireysel yaşamları tercih ediyor. Özellikle Batı dünyasına baktığımızda milyonlarca ‘yalnız’ insan görmek mümkün. Her ne kadar Amerikan filmlerinde insanlara farklı bir tablo çizilmeye çalışılsa da insanların içinde bulundukları yalnızlık açık bir şekilde görülüyor. Aile bağlarının, arkadaşlık ilişkilerinin, dostlukların anlamını yitirdiği yalnızlığa itilmiş bireyler… Belki evleri, arabaları, kıyafetleri, iyi bir işleri var, filmlere konu olan şehirlerde yaşıyorlar ama dostları yok, hastalandıklarında yardımlarına koşacak tek bir insan, hastanede kendilerine refakat edecek bir aile ferdi, istişare edecekleri, konuşacakları, yardım isteyecekleri, güzellikleri sevinçleri paylaşacakları bir arkadaşları yok… İşte sevgisizlik hastalığının insanları getirdiği nokta… Oysa yaşamı güzel ve anlamlı kılan ‘sevgi’dir. Tek başına olmayı istemek, yalnız kalmayı seçmek, insanlardan uzaklaşmak doğru bir yaklaşım değildir. Tam tersine insanlarla bir arada olmayı istemek, beraber gülmek beraber eğlenmek, paylaşmak, konuşmak, istişare etmek güzel olandır. Zorluk ya da sıkıntıyı da birlikte atlatmak güzeldir. Elbette ki bütün bunlar imanlı insanlarla anlam kazanır. Çünkü vefa, sadakat, dürüstlük, samimiyet, candanlık, güvenilir-
54 BUHARA
lik hep imanla birlikte elde edilebilecek meziyetlerdir. Çocukları yetiştirirken de bu düsturlar mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Çocuk arkadaşlarını kendisi gibi imanlı, güzel ahlaklı insanlardan seçmelidir. Ilk şart budur. Bu şart oluştuktan sonra sevginin gerekçeleri de oluşacaktır. Güvenilir bir ortamda, güvenilir insanlarla olunduğunda ‘sevgi’ de otomatik olarak o ortama hakim olacaktır. Kuran’a baktığımızda Allah’ın emir ve tavsiyelerinin pek çoğunun toplulukla birlikte yaşanırsa yerine getirilebileneceğini görürürüz. Söz gelimi Allah “insanlara iyiliği emredip onları kötülükten men etmemizi” bize emreder. Bunu yapabilmemiz için müminlerle birarada olmamız gerekir. “Affı tutmamızı” öğütler. Affedebilmemiz için etrafımızda müminler olmalıdır ki onlar hata yaptıklarında hemen bu ayetin hükmünü yerine getirip onları affedebilelim. “Mallarımızdan infak etmemizi” ister bu ayeti de yine topluluk olarak yaşadığımızda yerine getirebiliriz. “Sözün en güzelini söyleyin” diye bildirir. Peki sözün en güzelini kime söyleyeceğiz? Tabi ki çevremizdeki müminlere söyleyeceğiz. “Kuran’la öğüt verip uyarmamızı” emreder. Ama bunu yapabilmemiz için karşımızdaki insanların da yine Kuran’ı ölçü alan kişiler olmaları gerekir. Allah yine
Kuran’da “Şefkatli ve tevazu sahibi olmayı, alay etmemeyi, sadıklarla birlikte olmayı, dedikodu yapmamayı, sabırlı olmayı, adaletli davranmayı, merhamet etmeyi, ahde vefalı olmayı, emanete ehil olmayı, yalan söylememeyi” emretmektedir. Bütün bu ayetlerin yaşanabilmesi için insanın tek başına bir köşede yalnız bir hayat sürmesi değil, müminlerle iç içe olması gerekir. Bu durum Kuran’da şöyle bildirilir: “Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi ‘istek ve tutkularına (hevasına)’ uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.” (Kehf, 28) Bu nedenle çocukları eğitirken öncelikle onlara müminlerle yaşamanın, bir arada olmanın güzelliklerini anlatmalı ve sevgiyi öğretmeliyiz. Bencilce, egoistçe, yalnız, insanlardan uzak bir yaşamın doğru olmadığını, güzellikle-rin, sevginin ve pek çok ayetin yaşanmasının buna bağlı olduğunu telkin etmeliyiz. Eğer çocuk sevgiyi öğrenir ve yaşarsa fedakarlık ve yardımseverlik gibi meziyetleri doğal olarak gelişir. Ancak bunlar da elbette çocukla büyük bir insan gibi konuşulmak suretiyle ona anlatılmalıdır. Bir arkadaşı bir eşyasını kaybettiğinde kendi eşyası kaybolmuş gibi hissetmeli ve ona yardımcı olmalıdır. Arkadaşı zayıf not aldığında tıpkı kendisi zayıf
almış gibi düşünmeli ve arkadaşının notlarının düzelmesi için onu çalıştırmalıdır. Çevresindeki çocuklarda herhangi bir maddi eksiklikle karşılaştığında kendisi onu telafi etme gayretini göstermeli, bu konuda fedakarlık yapmalı, gerekirse kendisinin sevdiği eşyalarından verebilmelidir. Bütün bunları çocuğa Kuran mantığıyla anlatmak en uygun yol olacaktır. Fakat bu anlatımla birlikte sevginin öğretilmesi şarttır. Yardımlaşmanın, fedakarlığın, yardımseverliğin, paylaşmanın Allah’ın hoşuna gidecek hareketler olduğu iyi ifade edilmelidir. Yazının başında anlattığımız Batı toplumlarında örneklerine sıkça rastlanan ‘yalnız’ insanlar sevgisizlik hastalığına yakalanmış, yalnızca kendisini seven, kendisini bencilce herkesin üstünde gören, kendi menfaatlerini başkalarının menfaatlerine düşünmeden tercih eden insan tipleridir. Çocuğa bu modelin korkunçluğu iyi anlatılmalıdır. Paylaşmanın ondan bir şey eksiltmeyeceği aksine bereket getireceği ifade edilmelidir. Güzellik ve sevgi ancak paylaşarak, hissederek, yardımlaşarak, fedakarlık ederek, kısacası Kuran’da anlatıldığı şekilde güzel ahlak göstererek elde edilebilir. Bunun de tek yolu çocuklara sevgiyi aşılamak ve Kuran ahlakını öğretmektir. Gerisi kendiliğinden gelecektir.
BUHARADERGI.COM
55
PARANOYA HASTALIĞI
Kendi karakter ve yapısına çok sıkı bağlı olduğu için, hezeyanına bilgi ve eylemlerle destekler. Örneğin; birilerinin kendisini takip ettiğini, öldürmek istediğini iddia edip, bütün olayları bu yönle yorumlar ve buna yönelik tedbirler alır. Nör. Uzm. Rafet YILMAZ
P
aranoya psikoz denilen ağır akıl hastalığının bir belirtisidir. Ailesel fakat daha çok devre etkilerine bağlı olarak gelişir.
Çoğumuz başkalarının ara sıra bize düşmanca davrandığı duygusu-
56 BUHARA
na kapılırız. Ama bu geçicidir ve değişen koşullarla birlikte ortadan kalkar. Ancak paranoyaklar sürekli olarak bazı insanların bir takım yaratıkların hatta uzaylıların, casusların, polislerin vs. kötü niyetli kişilerin kendisine kötülük yaptıklarına inanır.
Paranoya, kronik sistematik hezeyanlarla akli melekelerdeki muhakeme bozukluğunun ilavesiyle, klinik tablo oluşur. Bu takıntısını öylesine sistemli tefsirli anlatımı vardır ki, inanmak veya inanmamak çok güç olabilir. Bazen günlük hayatta görülebilen türde; kıskançlık, takip edilme, kötülük görme, icatçılık, hastalanma, tek yanlı aşk, eş ya da sevgili tarafından aldatılma gibi garip nitelikli hezeyanlar tabloya eklenebilir. Hastalık genellikle 30-40 yaşlardan sonra ortaya çıkar, %10 kadar kalıtımsal özellik taşır. İlerleyici ve tedaviye son derece dirençli bir hastalıktır. Kendi karakter ve yapısına çok sıkı bağlı olduğu için, hezeyanına bilgi ve eylemlerle destekler. Örneğin; birilerinin kendisini takip ettiğini, öldürmek istediğini iddia edip, bütün olayları bu yönle yorumlar ve buna yönelik tedbirler alır.
- Hak iddiası: Haklarının gasp edildiğini, kendisinin çok yetenekli; büyük işler başaran biri olduğunu, kıskançlık ve komplolara maruz kaldığını iddia eder ve ömrü mahkemelerde geçer. - Keşif hezeyanı: Mevcut keşif icatların kendisine ait olduğunu iddia eder. Uçak, raket, füze vs. projeleri geliştirir. Resmi makamlara kabul için uğraşıp durur.
- Büyüklük ve asaletli olma hezeyanları: Bu insanlardan bazıları seyit, mehdi vb. olduğunu veya insanlığı kurtaracak yeni mesajcı olduklarını iddia eder. Telkin güçleri kuvvetli olduğu için etrafına telkine yatkın zekâsı orta veya ortalamanın altı insanları rahatlıkla toplayabilirler. Mesela İslami anlayışa uygun olmayan; mute nikâhı kıyar, tesettürü inkâr eder, çıplak namaz kılmayı önerebilir. Paranoya hastalığı tam oluşmadan önce hasta Olan olayları mehdiliği yönünde tefsir eder, üç evre geçirir: kitaplar yazar. Ne yazık ki bilgisiz, masum - Dikkat ve analiz devresi- Hasta etrafında yüzlerce genç bu tür insanların telkinleri olup biten hadiselere dikkat eder. Bu had- ve propagandalarına uyarak peşinden giiseleri gelecekteki hezeyanlarını besleyecek der. Bunlar ayrıca politik, ideolojik, ihtilalci, tarzda yorumlar yapar. Kendisinde anarşist vs. hazeyanlara da sahip olabilirler. ve etrafındaki kişilerin kendisine olan davranışlarında, kendisinde bir olağanüstülük - Kıskançlık paranoyası -En tehlikeli bulunduğunu keşfeder. tablolardan biridir. Kişi eşinin kendisini aldattığına inanır. İhanetini ispat için - Perseküsyon devresi- Bu dönemde heze- çeşitli deliller arar kendisine göre bulur da yanlar ortaya çıkmaya başlar. Etrafında ona örneğin; sokaktan geçen şahısların bakışları, fenalık yapacak, hakkını gasp edecek ve hatta aralarındaki konuşmalar, sokak satıcısının onu öldürmek için fırsat kollayacak kişi ne bağırması, gazete ve dergilerde kocasını alşebekelerin mevcudiyeti olduğundan tedbir- datan bir kadının haberi hatta kocasını aldaler alır. Mesela oturduğu yeri değiştirir, evde tan bir roman veya filmin yayınlanması v.s dinleme cihazları arar. karısının ihanetini ima eden şeklinde yorumlar ve aile içi cinayetlere neden olabilir. - Büyüklük hezeyanlar devresi- ikinci dönemde alınan tedbirler sonucu kendini; Paranoyaklarla hezeyanları konusunda büyük, azametli, bilgin, birilerine yön veren, mantıki tartışmaya girmek doğru değildir, mehdi vs. güçlü biri algılamaya başalar. ikna edilemezler. Zaten, kesinlikle hasta Bundan dolayı kendini çok çekemeyenlerin olduklarını kabul etmezler. Fazla üzerine olduğunu söyler. Bu hastalarda hezeyanları varırsanız sizi de düşman kabul edebilirler. ile ilgili konularda irade, dikkat ve hafızası çok artmıştır. Tedavisi Paranoya ciddi bir hastalıktır ve tedavisi kolay Paranoyanın sık rastlanan klinik şekilleri: değildir. Genellikle hastalık düzeyindeki be- Kötülük görme paranoyası: Çevresindeki lirtileri geç fark edilir ve uygulanacak antiinsanların kendisine düşman olduklarını, psikotik ilaçlardan kısmen fayda görürler. kendisine komplolar hazırladıklarına inanır.
BUHARADERGI.COM
57
Tasavvuf dergisi
Aşkın Başladığı Yer
Buhara’yı Online Takip edebilirsiniz:
www.buharadergi.com BUHARA DERGİMİZE ABONELİK İÇİN Genel Koordinatör-Türkiye Temsilcisi ABONE & SATIŞ & REKLAM DEPARTMANI Ercan HATİPOĞLU Gsm: 0.533. 085 3338 E-Mail: info@buharadergi.com
58 BUHARA
Sultanımız Şeyh Ahmed Yasin El-Bursevi, El- Hakkani hazretlerinin gönülleri, ruhları fetheden değerli eserine 0.533. 085 3338 nolu telefondan Ercan HATİPOĞLU’na ulaşarak eserin sahibi siz olabilirsiniz...
BUHARADERGI.COM
59
60 BUHARA