Yıl: 3 Sayı: 9 Türkiye Ücreti: 8 TL. Jahrausg.:3 Ausgabe: 9 Winter/ Deutschland Preis: 8 E.
Tasavvuf Dergisi
Aşkın Başladığı Yer
RESULULLAH’IN İZİNDE Ateşteki İbrahim Olabilmek Dr. Osman ALDEMİR
9 Kış
• Prof. Dr. Âdem APAK- Akabe Biatları • Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ- Ölüm Ve Mahiyeti • Dr. Muhammed BOZDAĞ- Dua Kaderi Değiştirir mi? • Vehbi VAKKASOĞLU- Güzel Görmek Güzel Yaşamak • Prof. Dr. Mustafa KARA- Onlar Sizin İçin, Siz Onlar İçin Bir Elbisesiniz • Ş. M. Nazım KIBRISİ, HAKKANİ- Cennetin Kapılarını Açacak Anahtar Besmele • Ş. A. Yasin BUHARİ, BURSEVİ- Şah ı Merdan Hz. Ali ve Gadir Hum Bayramı • Doç. Dr. Abdurrezzak TEK- İnsan ı Kâmil Olarak Peygamberimiz • Prof. Dr. Safa YEPREM- Müzik Eğitiminde Dini Motifler • M. Sefa GÜVENİR- Kerbelayı Anlamak
RESULULLAH’IN İZİNDE Ateşteki İbrahim Olabilmek İnsan ı Kâmil Olarak Peygamberimiz Akabe Biatları Kerbelayı Anlamak Allah Kulundan Tam Bir Teslimiyet İster Şah ı M. Bahauddin NAKŞİBEND Cennet Kapılarını Açacak Anahtar “Besmele” Şah ı Merdan Hz. Ali Ve Gadir Hum Bayramı Hayal Kurabilmek Bir Sanattır Güzel Görmek Güzel Yaşamak Ölüm Ve Mahiyetiı Dua Kaderi Değiştirir mi? Müzik Eğitiminde Dini Motifler İnandıklarımız Ve Himmet Ölüm Uykuları Havf Ve Reca Hz. Peygamberi Ağlatan Ayet Ve Tefekkür Eylemi Neslimiz Ve Manevi Terbiyesi Günahı Küçümseyen Aldanır Bu Ümmetin Hastalığı: Fitne Onlar Sizin İçin, Siz Onlar İçin Bir Elbisesiniz EVLİLİKLERİMİZ: “Ben”den “Biz”e Özgüven Sahibi Gücünü Allah’tan Alır
07 10 12 14 15 18 20 24 26 28 32 36 38 41 44 46 48 50 52 54 56 58
Doç. Dr. Abdurrezzak TEK Prof. Dr. Âdem APAK Mustafa Sefa GÜVENİR İsmalil MUTLU Esin BEYHAN Ş. M. Nazım KIBRISİ, HAKKANİ Ş. A. Yasin BUHARİ, BURSEVİ Nurten ÜSTÜNGÖR Vehbi VAKKASOĞLU Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ Dr. Muhammed BOZDAĞ Prof. Dr. Safa YEPREM Davut Dinçer AYRAL Rumeysa Hatice ULUDOĞAN Meryem BURMAOĞLU Emine ULUDOĞAN Dr. Günay BEYHAN Yurdanur GÜLER Ercan HATİPOĞLU Prof. Dr. Mustafa KARA Genç Osman Nazlı KÖSEOĞLU
İçindekiler 2
BUHARA
Editörden Emre MOL
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM NEFSTEN RUHA YOLCULUKTA RESULULLAH’I REHBER EDİNMEK Resulullah’ın izinde olmak… İz sürmek, kimliği (kulluk) hakkında sorumluluk alan âdemoğlu içindir. Kendini özgür (!), aslında nefsinin kölesi kabul eden için iz sürmek söz konusu değildir. Çünkü ona göre bu tutsaklıktır (!). O sebeple onun iz takip et-meye ihtiyacı yoktur, o “başıboş bırakılmak suretiyle yaratılmış” gibi yaşar yaratılışına inat (Tevbe, 16). Bu, bir seçim olduğu kadar, elest bezminde verilen ahde vefasızlık, İslam fıtratı üzerine yaratılan ruha, bir başkaldırış, Yaratıcı’ya savaş açıştır farkında olmadan, olanca gücüyle kötülüğü emreden nefsin (Yusuf, 53), fıtratını sergileyişidir.
Müstedrek 2/670; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ 10/191):“Şüphesiz ki Allah’a, ahiret gününe iman edenlerle Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın elçisinde güzel bir örnek vardır.”(Ahzâb, 33/21) Yani bu ayetle Allah, kainatın içinden “izinden yürüyeceğimiz yegane rehberi” seçtiğini ilan etmiş, Resulullah’a itaatle emretmiştir: “Ey mü’minler!Allah’a itaat edin, Resûlüne ve sizden olan idârecilere de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, bir şey hakkında çekiştiğinizde, onu Allah’a ve Resûlüne arz edin. Böyle yapmanız hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” ( Nisâ, 59)
İşte insan ömrü, bu kötülüğü emreden nefsin, iyiliği emredip kötülükten nehyeder durumuna hicret edinceye kadar müacedele ile geçmektedir. Bunun adına yaşam diyoruz.
Bir hadis i şeriflerinde Allah Resulü, çocuğa verilebilecek en güzel hediyenin de güzel ahlak olduğunu belirterek, asıl mirasın Kuran ve sünnet olduğunun altını çizmiştir.
Elbette insana kulluk vazifesi verilirken, yaşamının sınırlarını belirleyip iz takip etmek suretiyle yoldan çıkmaması, başıboş yaşamaması için insana ‘doğruyu yanlıştan ayırt etme melekesi olan akıl emanet edilmiş ve bir çok ayette kul tefekkürle emrolunmuştur. Akla Kuran emanet edilmiş, güzel ahlak emanet edilmiştir. Çünkü “İslam, güzel ahlaktır.” (Kenzu’l Ummâl, 3/17, Hadis no: 5225)
Yaşamayı kolaylaştırmak bizim elimizdedir. Bunun en kolay yolu da Hz. Mevlana’nın (K.s) da ifade ettiği üzere akıllı ile dost olmaktır. Akıllı olmaktan her birimiz farklı şeyler anlayabiliriz. Ancak kast edilen, Allah ve Resulü’nün çizdiği doğrultuda “emrolunduğumuz gibi dosdoğru olup” (Hud, 112) muhammedi yaşayamayı başaranları yoldaş einmektir. En önemlisi de Resulullah’ın izinden yürüyen, tam manasıyla teslim olan bir irşad edicinin (mürşidin) rehberliğinde yürümek gerekir nefsten ruha doğru yolculuğumuzda vesselam...
Allah, dinini tamamlamak için kâinatın içinden en yüce ahlak üzere olan (Kalem, 4) kulu ve Resulü, Efendimizi (sav) seçmiştir. (Hâkim, UTKU Matbacılık Adına İmtiyaz Sahibi Osman ERGÜN İSNN: 2146- 5819 Kıbrıs Şehitleri Cd. Filiz Sk. No:5/C Osmangazi/BURSA os_er@mynet.com Gsm:0.539. 615 2394 Ofis: 0.224. 256 7844
Genel Koordinatör & ABONE & REKLAM& SATIŞ & PAZARLAMA Departmanı
Genel Yayınyön.& Editör & Sorumlu Yazı İşleri Md.& Grafik- tasarım Emre MOL
DAĞITIM Sorumlusu
Ercan HATİPOĞLU Gsm: 0.533. 085 3338 info@buharadergi.com
İsmail BAYRAK ismailbayrak78@gmail.com
Abone Şartları Türkiye Abone Bedeli:
(Posta ücreti dahil) 30,00 TL. Satış Bedeli: (Posta ücreti hariç) 8,00 TL. Yurt dışı abone bedeli: 30,00 E. Satış bedeli: 8,00 E.
Yurt İçi Abone Banka Hesap Numarası Ercan HATİPOĞLU GARANTİ BANKASI Şube Kodu: 269 Hesap No: 6683787
Toptancılar Çarşısı/İZMİR İBAN TR 73 0006 2000 2690 0006 6837 87 Avrupa Aboneliği İçin Banka Hesap Numarası Ercan HATİPOĞLU ŞUBE KODU: 269 (TOPTANCILAR ÇARŞISI) HESAP NUMARASI : 9094482 İBAN TR54 0006 2000 2690 0009 0944 82
BUHARADERGI.COM
3
DOSYA
RESULULLAH’IN İZİNDE
Ateşteki İbrahim Olabilmek
Akide, insanı ateşe İbrahim, işkenceye Zekeriyya, inzivaya Meryem, çileye Eyyup eden güçtür, imandır. İmansa, bedendeki ruh gibidir... Rabbimiz indinde kabul olunan iman, Rasûlullah (a.s.) ve ashabının inandığı gibi inanmaktır. İman, Allah Rasûlü’nün (a.s.) getirdiğini tasdik etmektir. Bu tasdik de kalbin bilmesi, lisanın zikretmesi, bedenle amele taşınması ile tamam olur. Dr. Osman ALDEMİR
'Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü?...' 1 Hevasını ilah edinmek, beşeri, ateşe götüren yoldur. Toplum olarak birçoğumuzun geldiği nokta, sevindirici değildir: Bir taraftan ibadetlerimizi yerine getirmeye çalışırız, diğer taraftan ken-dimizi dinden çıkaracak işlerle meşgul oluruz; Mü'min kimliğimizle yaşadığımızı zannederiz, fakat şirke varan tavırlar sadır olur
4
BUHARA
bizden; dinimize laf söyletmeyen duruşumuzun olduğunu düşünürüz ama İslam’a yakışmayan tutum ve davranışlar sergileriz; Rabb olarak Allah’ı (c.c.) kabul ettiğimizi söyleriz, lakin O'nun istediğinden başka her sistemin terbiyesinden geçeriz; Rehberimizin Hz. Muhammed (a.s.) olduğu söylemlerimizle O'nsuz bir hayatın içinde dolaşırız; daha acısı; bu hallerimizin farkında olmayışımız... Bu tahlil ilk düşüncede ağır gelebilir halimize, kendimize... Fakat biraz tefekkür ettiğimizde
farkındalıklar başlar. Çünkü ilk algımız nefisle olur, eğer algımızı Rabbimizin bizden istediği kaynaklar ışığında yaparsak, o zaman anlarız farkında olmadan yaşadığımızı, yaşadıklarımızı... Allah’tan başka ilah olmadığını söyleriz tevhidimizde...Yalnızca O'na ibadet ettiğimizi ve sadece O'ndan yardım istediğimizi söyleriz Fatihâ'mızda... Oysa biraz hakikati düşündüğümüzde; hayatımıza aldığımız 'olmazsa olmazlarımız', olmadığında mızıldandığımız, olduğunda kendimizden geçtiğimiz, varlığını yanımızda tükenmez güç addettiğimiz, bize Rabbimizi unutturan birçok ilah edindiklerimizin varlığını hissederiz. Varlık ve yokluktaki halimizin farkının, farkında olmadan yaşarız şu fani arzın üzerinde... Yollarda, arabamızla geçtiğimiz zamanki halet i ruhiyemiz ile yaya halimiz arasındaki farkı hesap etmeyiz çoğu zaman. Farkında olmadan yaşamaktır bizimkisi... Oysa sarhoşlar için 'Ne yaptığını bilmiyor' ifadesini kullanan bizler, içmeden sarhoş olduğumuzun farkında olmadan yaşarız bâkiyi unutarak içimize sindirdiğimiz fânilerin sarhoşluğunda... Söylemimizdeki 'yalnız O'na ibadet' yerine her işimizde başkasına eğilir, 'sadece O’ndan dilemek' yerine çalmadığımız kapı kalmaz gerçeğiyle yaşarız. Durum tespitlerimiz bu minvalde uzar gider. Oysa biz Müslümanız, Müminiz. Biraz tefekkür ettiğimizde ortaya çıkan bu halimizin sebebi nedir? Hastalığımızın adını koyarsak, tedavisi mümkün olur. Mü'min olduğumuzu söylüyor ve biliyoruz. Fakat tespitine çalıştığımız hakikatlerimize baktığımızda mü'minliğimize yakışmayan bir yaşamın içerisindeyiz. Dini hassasiyetlerimizin zayıf olduğu açıktır. Vücudun ayakta kalması ve zaafa düşmemesi için yemek ve içmek ne kadar elzemse, mü'minliğimizi ayakta dik tutmak içinde onu doyurmak ta o kadar gereklidir. İmanımız için elzem olanların tespiti ve reçetesi zor değildir ancak zor olan onu tavsiye edilen ölçü ve dozda kullanabilmektir. Sağlık için tedavide nasıl vücudu zayıf düşüren mikroptan uzak durmak ilk şart ise kimlik içinde itikadı zedeleyen mikroplardan kaçınmak ta o kadar önemlidir. Hastalığımız; akidenin zayıflığıdır. Çaresi ise; onun güçlendirilmesidir. Kısaca halimiz bizden istenilenin çok uzağındadır.
İsteyen, istenen, istenilen İsteyen; Rabbimiz Allah (c.c.), istenen; Kulluk, istenilen de; O'na karşı nasıllık...Yani inandığımız din; Allah’ın (c.c.) ve O'nun büyüklüğünün bilinip tasdik edilmesi, kulluk ve onun sınırlarının belirlenmesi, Yaratıcı ile yaratılan arasındaki münasebetin bilinmesi üzerine bina olunmuştur. Bunlardan ilk akidenin konusudur. Yukarıda tespitine çalıştığımız halimize sebep olan şey ise akidenin tarafımızdan bilinmeyişi ve hevamıza göre yaşayışımızdır. Oysa akide; Ümmetin bil-mesi ve girmesi gerekirken, ihmal ettiği kapıdır. İnsanın hareketlerine hükmeden ve onu düzenleyen, hayatına yön veren şeydir 'akide'... Akide, insanı ateşe İbrahim, işkenceye Zeke-riyya, inzivaya Meryem, çileye Eyyup eden güçtür, imandır. İmansa, bedendeki ruh gibidir... Rabbimiz indinde kabul olunan iman, Rasûlul-lah (a.s.) ve ashabının inandığı gibi inanmaktır. İman, Allah Rasûlü’nün (a.s.) getirdiğini tasdik etmektir. Bu tasdik de kalbin bilmesi, lisanın zikretmesi, bedenle amele taşınması ile tamam olur. Gayemiz; maddenin, dünyanın ve gücün putlaştırıldığı dünyada mü'min kalabilmek... Akideyi Kur'an'dan okumak, Rabbimizin verdiği örnekleri anlamak ve O'nun istediği şekilde inanmak... Rasûlüllah (a.s.) ve ashabı gibi yaşama gayreti içerisine girebilmek... Okunması, bilinmesi ve yaşanması istenen Kur'an, biz kullara Rabbimizden yegâne ikramdır. Onun öğretisi ile inanılır, yaşanır ve istenilen şekle gelerek hazır olunur. Mekke’de sahabeyi yetiştiren Kur'an ayetleri ile İbrahim’leri, Eyyup’ları, Zekeriyya’ları ve Meryem’leri yetiştiren kaynak aynıdır. Kısaca dünyanın varoluşundan bu güne isteyenin (Allah'ın) istenenden (kuldan) istediği (Tevhidin esasları ile yaşamak) hep aynı olmuştur. Bu sebeble Rabbimiz; 'Kim İslam'dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek...' 2 buyurarak esasın İslam olduğunu bildirir. İslam akidesi ile yaşayanlar, ateşi beşik, ıstırabı mutluluk, yalnızlığı huzur, beşerin imkânsız dediğini oldurur yapmışlardır. Bunlardan İbrahimî duruş; nefsin ve şeytanın hâkimiyet ve isteğine karşı, iradenin başkaldırısıdır. Nefsin ve şeytanın yakın olma isteklerini red ederek, Rahman'a yanaşmaktır. İblise adâvet, Rahman'a halîl olmaktır. Allah'a ve hükümlerine karşı gösterilen isyana isyandır.
BUHARADERGI.COM
5
Tefekkürle akideyi perçinleyip, Allah’tan gayri ilahlara iman baltasıyla saldırıdır. Allah'tan başka tapılacak putları parçalamanın adıdır.3 Dünyanın fâniliğine güvenden, ahiretin bâkiliğine itikadî hicrettir. Hâlıkın emirlerini kayıtsız şartsız yerine getirme teslimiyetidir. Yokken var edene, ikramı bol olan Allah'a karşı verdiklerinin her birisini feda için hazır bekleyiştir. Fani olan her şeyi bâki olana adayıştır. Bir başka ifade ile tefekkürdür, tevekküldür, teslimiyettir ve hicrettir. Her an mahlûkun Hâlıkı ile olmasıdır. İstenilen her şeyi O’ndan arzudur, yalvarıştır. Dünyevi ve uhrevî ihtiyaçları Samed'den isteyiştir, dua'dır. Cibril hadisinde bildirilen; 'Allah'a, melekelerine, kitaplarına, peygamberlerine, cennete, cehenneme, mizana, öldükten sonra yeniden dirilmeye; kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanarak' yaşamaktır.4 Osman b. Affân’ın (r.a.) rivayeti ile Rasûlüllah’ın (a.s.) ifade ettiği gibi; 'Allah'tan başka ilah olmadığını bilerek ölmektir...' 5 Kur'an-ı kerim'de; Allah'a ve Peygamberine inanan, imandan sonra şüpheye düşmeyen doğru kimseler'6 olarak bildirilen mü'minler; Allah anıldığında kalpleri ürperen, ayetler okunduğunda imanları artan ve sadece Rabblerine tevekkül eden7, insanlar olarak bildirilir. Ve bu kimseler için Kur'an, kendilerini en doğru olan yola götürdüğünü ve onların iyi ameller (işler) yaptığını bundan dolayı kendilerine büyük mükâfatların olduğunu ve olacağını8 bildirir. Böyle mü'minlerden olan Hz. İbrahim’in (a.s.) ateşe atılmasında '"Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve esenlik ol" dedik.'9 ayeti, onun imanından mütevellit kendisine sunulan güzelliklerdendir, Allah'a imanın nimetlerindendir. Ayetlerde bildirilen hususlar beşer aklına göre hesaba uymayan şeylerdir. Yakıcı olan ateşin yakmaması, beşer aklının hesabına uymayan şeylerdendir. Akıl ilk anda bunu imkânsız bulur. Ancak Allah'a olan iman, imkânsızı imkânlı kılar. İşte imanın, itikadın önemi... Peki, bu dünyanın insanları olarak bu imanın neresindeyiz? Neden akidemiz bizi -inandığımızı söylediğimiz bizleri- dünyanın meşgaleleri karşısında sıkıntıların içine gömer de, inandığımız Rabbimizi unutturur? Sıkıntıyı teşhis etmeyen akıl, akıl mıdır? Hastalığı teşhis etmek aklın işidir. Teşhisi yapılan bu hastalığın şifası, ilacı, itikadı yeniden öğrenmek ve imanı yerleştirmektir. Bunun yolu Kur'an ve Sünneti Rasûlüllah (a.s.) ve arkadaşları (sahabesi) gibi okumak, anlamak ve yaşamaktır. Bu yol-
6
BUHARA
da İbrahim’e (a.s.), Eyyub’a (a.s.), Zekeriyya’ya (a.s.) ve Hz. Meryem’e rastlanır, onlarla tanışılır, yaşamları anlaşılır, imanlarının boyutu görülür.
İbrâhimî Tefekkür ile iman etmedikçe halimiz iç açıcı değildir. İbrâhimî tefekkürle Tevhidi anlamak esastır ve bizlere lazım olan da budur. Tevhid ise, ihtiyaçsız zatın tekliğini ispat ve onu ruha yaşatma gayretidir. Çevresinde Allah'a kulluk idrakinden uzak beyin sahiplerinden ve batıldan, "Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım" 10 diyerek kaçış ve "Ben hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim."11 ifadeleri ile istikametini haykırış ve Rahman'a dostluğunu tescildir. Allah bana yeter. O, ne güzel vekildir, diyerek yaşamanın adıdır. Kısaca tevhid ve akide İsteyene, istenen olarak istedikleri ile hazır olmaktır. Hevasını ilah edinmeden, Allah eksenli yaşamaktır. Bu itikada ulaşan mü'min için fâni dünyada etrafını çevreleyen şeytan ve nefsin tutuşturduğu ateşin içerisinde İbrahim gibi serinlikle yaşamak vardır. Ne mutlu; hevasını ilah edinmeden yaşayanlara... Ne mutlu; akide'yi öğrenip, serinlikte yaşayanlara... Ne mutlu; dünyanın ve ukbanın ateşinden emin olanlara... Dipnot Furkan,25/43; 2 Ali İmrân, 3/85; 3 Enbiya, 21/58 4 Müslim, İman 8, Ebû Davud 4695, Tirmizi 2610, Nesâi 7/97, İbn Mace 63, Sahih-i İbn Hibban Zevâidi, Nûreddin el-Heysemî, cilt 1, Hds. no. 16; 5 Sahih-i İbn Hibban Zevâidi, Nûreddin el-Heysemî, cilt 1, Hds. no. 6; 6 Hucurât, 49/15; 7 Enfal, 8/2; 8 İsrâ, 17/8-99; 9 Enbiyâ, 21/69; 10 En’âm, 6/78; 11 En’âm , 6/79 1
DOSYA
İNSAN-I KÂMİL OLARAK PEYGAMBER EFENDİMİZ
İnsan-ı kâmil Hakk’ı her boyutuyla yansıtabilen bir ayna mesabesindedir. Sufilere göre ise bu ayna Peygamber Efendimizdir (sav). Yani mutlak manada insan-ı kamîl olan Hz. Muhammed’dir, Muhammedî hakikattir. Diğer peygamberler, veliler ve âlimler kemallerini onun hakikatinden ve nurundan alırlar. Doç. Dr. Abdurrezzak TEK
İ
slam düşüncesinin özellikle de tasavvufun önemli konularından olan insan-ı kâmil anlayışı dinî ve ahlâkî boyutları bulunan, derin ruhî bir tecrübenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İnsan-ı kâmil demek, âlemde ilahî isim ve sıfatları en mükemmel olarak yansıtan yegâne varlık demektir. Diğer varlıklarda kısmen veya parça parça zuhur eden ilahî isim ve sıfatlar insan-ı kâmilde bütünüyle bulunur. Çünkü Allah’ın gerek celal gerekse cemal sıfatları insanda tezahür eder. Yani bu bakışa göre insan-ı
kâmil Hakk’ı her boyutuyla yansıtabilen bir ayna mesabesindedir. Sufilere göre ise bu ayna Peygamberimiz Efendimizdir (sav). Yani mutlak manada insan-ı kamîl olan Hz. Muhammed’dir, Muhammedî hakikattir. Diğer peygamberler, veliler ve âlimler kemallerini onun hakikatinden ve nurundan alırlar. Buna göre mutasavvıfların Muhammedî nur veya Muhammedî hakikat adını verdikleri metafizik boyut, gizli bir hazine olan İlahî Zât’ın
BUHARADERGI.COM
7
kendini izhar etmek istemesindeki muhabbetin karşılığıdır. Eğer bu sevgi olmasaydı, yani Peygamberimiz Hakk’ın sevgilisi olmasaydı mahlûkât yaratılmazdı. Bu yönüyle Resulullah’ın varlığı bütün yaratılmışları kapsayan umûmî bir rahmettir. “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 21/107) âyeti bu hususu ifade etmektedir. Cenâb-ı Hak varlıkların hakikatlerine onunla rahmet etmiş ve varlıklar onun aracılığıyla zuhur etmiştir. Zira peygamberimizde taayyün ve tecelli eden kemal hiçbir kimsede taayyün etmiş değildir. O, hem manevi hem de surî kemâlin zirve noktasını temsil eder. İnsanlık tarihine, dinler tarihine baktığımızda bunu görebiliriz. Peygamberimizin kemalindeki bu benzersizlik ahlâkına, hâllerine, davranışlarına ve sözlerine yansımıştır. Hayatı bunun örnekleriyle doludur: “Sen büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem,68/4) âyeti ile “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” hadisi bunun bir ifadesidir. Bu hakikati yönüyle Peygamberimize itaat eden Allah’a itaat etmiştir; Peygamberimizi yalanlayan Hakk’ı yalanlamıştır; O’na biat edenler, söz verenler Allah’a söz vermiş demektir. O’nu seven Allah’ı sevmiş, O’nu bilen Allah’ı bilmiş, O’na gelen Hakk’a gelmiştir. Çünkü O Allah’tan gelen bir nurdur; yaratılışın sırrıdır; yeryüzünde Hakk’ın aynasıdır; âlemin ruhudur; bütün nübüvvet nurlarının kaynağıdır; ilâhî ahlâkın yeryüzündeki mücessem şeklidir.
düşmüştü. -Üsâme b. Zeyd Zeyd b. Hârise’nin oğludur. Bizanslılarla yapılan Mute savaşında şehit edilmiş bakımını Peygamberimiz üstlenmişti.-Yüzünde yara açıldı ve kanamaya başladı. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ilgilenip hemen bana “Çocuğun yüzünü temizleyiver” dedi. Ben biraz geri durur gibi oldum. Bunun üzerine kendisi kalktı kanı temizledi ve su serperek Üsâme’nin yüzünü yıkadı ve şöyle dedi: “Üsâme kız olsaydı ben onu süsler ve güzel elbiseler giydirirdim.” Bu olay peygamberimizin aile hayatında baskıcı bir tavır sergilememesinin bir örneğidir. Peygamberimiz kişinin ailesine karşı iyi davranışlarının, tebessümünün, onlar için yaptığı harcamaların hatta yemek yerken eşinin ağzına uzattığı lokmaya varıncaya kadar yaptığı iyiliklerin mükâfatını alacağını belirtmiştir. Çocuklara karşı gösterdiği sevgi ve şefkatte de kâmil insan oluşu yansımaktadır: Sevilmeyi, şefkati ve merhameti yeterince tatmayan cahiliye dönemi çocukları Peygamberimiz sayesinde toplumun göz bebeği olmuş ve gönüllere taht kurmuşlardır. Özellikle kız çocuklarını sevmeyi zül kabul eden bir topluluğa nasıl davranmaları gerektiği hususunda bizatihi örnek olmuştur.
Peygamberimizin bir insan-ı kâmil ve mükemmil oluşunun kendi dönemindeki yansımalarına baktığımızda mesela ailesiyle, akrabalarıyla, komşularıyla, misafirleriyle, yaşlılarla, fakir ve kimsesizlerle olan muamelesinde insan onuruna yönelik birçok örnek görmek mümkündür.
Mesela Peygamber Efendimiz, kızı Hz.Fatıma huzurunda girdiğinde kalkar, elini tutar, yanaklarından öper ve yanına oturturdu. Hz. Fatıma da babasına aynı şekilde davranırdı. Kızına olan muhabbeti sebebiyle bir sefere çıkacağı zaman en son onunla vedalaşır, döndüğünde de ilk olarak ona uğrar ve şefkatle bağrına basardı. Ne yazık ki biz bugün hala aynı hassasiyete kavuşmuş değiliz.
Ailesiyle Olan Muamelesi Peygamberimiz bir beşer olmasının gereği evlenmiş, huzurlu bir aile hayatı yaşamış, bir kocanın eşine ve çocuklarına karşı nasıl muamele etmesi gerektiğini en güzel şekliyle kendi hayatında göstermiştir.
Torunlarına da aynı şekilde muhabbet duyduğunu görmekteyiz. Bir keresinde hutbe okurken mescide giren torununu kaldırmak üzere konuşmasını kesmiş, aşağıya inmiş, torununu kucaklayarak minberin üzerine oturtmuş ve hutbesine devam etmiştir.
Cahiliye döneminde kadınların toplumda ve ailedeki statüleri dikkate alındığında Peygamberimizin özellikle eşlerine değer vermesi, onlara olan sevgisini izhar etmesi, söz hakkı tanıması, gönüllerini hoş tutması, görüşlerini alması, onlarla şakalaşması, kâmil insan oluşunun bir özelliği olarak bize ayna tutmaktadır.
Çocuklara ikramda bulunmayı teşvik eder, oyuna dalıp gitmelerini müsamaha ile karşılar kendisi de bu hususta onlara gereken ilgiyi gösterirdi. Örneğin mevsimin ilk meyvesi kendisine getirildiğinde o meyveyi orada bulunan en küçük çocuğa ikram ettiğini görmekteyiz. Çocuklar arasında adaletle muamele edilmesini emretmiş, cahiliye döneminde ikinci plana itilen ve hor görülen kız çocukları, bir ganimet malı gibi değerlendirilen anneleri Muhammedî nur sayesinde adil bir statü kazanmışlardır.
Bunun güzel bir örneği şöyledir: Hz. Aişe (radiyallahu anhâ) anlatıyor: Bir gün Üsâme b. Zeyd altı yedi yaşlarında iken kapının eşiğine takılıp
8
BUHARA
Peygamberimiz kendisine hizmet eden kimselere muamelesinde de aynı tavır vardır. Onları diğer insanlar gibi Allah’ın kulu olarak kabul etmiş, insan olma açısından efendi ile hizmetçi arasında hiçbir fark görmemiştir. Hizmetçilere yapılan hitapları değiştirerek: “Hiç kimse kendisine hizmet edenlere kölem veya cariyem diye hitap etmesin. Bilakis oğlum, kızım desin” buyurmuştur. Onun bu bakışı o dönemde köle ve cariye konumunda olan insanlar için inanılmaz bir onurdur. Bu nedenle Peygamberimizin arkadaşları hizmetçilerine kendi evlatları gibi davranmış, yediklerinden yedirmiş, giydirdiklerinden giydirmiş, zor işlerde çalıştırmayıp kardeş telakki etmişlerdir. Resulullah’ın yakınında hizmetini gören Ebû Firâs adında bir zat vardı. Özellikle geceleyin Efendimizin abdest alması için suyunu hazırlar ve bazı işlerini görürdü. Bir keresinde Peygamberimiz ona “Dile benden ne dilersen” buyurur. Ebû Firâs“Cenette seninle beraber olmayı isterim” şeklinde cevap verdi. Peygamberimiz “Başka bir şey istesen olmaz mı” buyurunca “İsteğim bundan ibarettir” diye tekrarladı. Bunun üzerine Efendimiz “Öyleyse namaz kılıp secde ederek bana yardımcı ol” buyurmuştur. Efendimiz’in komşularına muamelesi Komşularına muamelesinde de Peygamberimizde aynı kemâl vasfı görmekteyiz. “Yanı başında komşusu açken tok yatan kimse mümin değildir” “Allah’a ve âhiret gününe inanan komşusuna ikramda bulunsun” sözleri bunun en güzel ifadesidir. Yaşlılarla ilgilenmiş, rencide edilmemeleri hususunda dikkatli davranmış, onlara karşı itina göstermiş ve yaşlılıklarından dolayı meydana gelen bazı hallerinin hoş görülmesini istemiştir. “Yaşlılarınıza, zayıf ve düşkünlerinize dikkat ediniz. Zira siz ancak onlar sayesinde yardım görür ve rızıklandırılırsınız” sözüyle onların Hak katındaki değerlerine dikkat çekmiştir.
Hz. Ebu Bekir ilk Müslüman olanlardandır. Ancak babasının Müslüman olması Mekke’nin fethinden sonra olmuştur. Mekke fethinde Hz. Ebu Bekir doksanlı yaşlarda olan babası Ebû Kuhâfe’yi Müslüman olması için peygamberimizin huzuruna getirdiğinde Efendimiz: “İhtiyar babanı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın. Ben onun yanına giderdim” buyurmuştur. Yetimlerin, ihtiyaç sahibi kimselerin, fakirlerin ve özürlülerin gözetilmesini ve sahip çıkılmasını emretmiş, bu hususu Allah yolunda cihat etmek veya gece namaz kılıp gündüz oruç tutmakla eşit görmüştür.Cahiliye döneminde horlanan ve malları gasbedilen yetimler onun sayesinde haklarına kavuşabilmiştir. Yetimlere yapılan iyiliğin karşılığında cennette kendisiyle komşu olunabileceğini vaat etmiştir. Özürlülere nasıl davranılması gerektiğini anlatmış, bu anlamda bazı ahlakî prensipler getirmiş, onlarla ilgilenmeyi sadaka olarak değerlendirmiştir. Durumlarına göre onlara vazifeler vermiş, ayrıca bu hallerine karşılık âhirette elde edecekleri mükâfatlarla teselli etmiştir. Örneğin görme özürlü olan İbn-i Ümmi Mektûm hazretlerini Medine dışına çıktığı zaman namaz kıldırması için yerine vekil olarak bırakmıştır. Öyle ki Ümmü Mektum 13 defa bu görevi ifa ettiğini bildirmektedir.
“Yaşlılarınıza, zayıf ve düşkünlerinize dikkat ediniz. Zira siz ancak onlar sayesinde yardım görür ve rızıklandırılırsınız” (Hadisi i Şerif)
Görüldüğü üzere Peygamberimizin insan onuruna yönelik bu davranışları onun kâmil ve mükemmil oluşundan yani kendisi kemâlde ulaştığı gibi başkalarını da kemâle ulaştırabilecek konumda olmasından kaynaklanmaktadır.O, bir insan-ı kâmil olarak hem kendi dönemine ışık tutmuş, hem günümüzü aydınlatmakta hem de geleceği aydınlatmaya devam edecektir. Bize düşen insan onurunu koruma yolunda mutlak manada insan-ı kâmil olan Peygamberimizin izlerini takip etmektir. Zira insanlıktan nasibimiz ancak onu rehber edindiğimiz oranda olacaktır.
BUHARADERGI.COM
9
DOSYA
AKABE BİATLARI
M
Yesrib’liler Allah Rasûlü’ne (sav) şu hususlarda söz verdiler: “Gerek sıkıntı, gerekse sevinç halinde dinlemek ve itaat etmek boynumuzun borcudur. Sen bizim üzerimizde bir yere sahip olacaksın. Biz de emretme yetkisi olana karşı hiçbir itiraz ve muhalefette bulunmayacağız. Allah yolunda bizi küçük gören ve horlayan hiç kimsenin bizi ayıplamasına aldırmayacağız. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağız. Hırsızlık yapmayacağız, zinaya yaklaşmayacağız. Asla çocuklarımızı öldürmeyecek, aramızda hiçbir kişiye iftirada bulunmayacağız. Nihayet senin hiçbir hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz”. Prof. Dr. Adem APAK
irâc hadisesi gerçekleştikten sonra Hz. Muhammed (sav) Mekke‘ye gelen Arap kabileleriyle görüşmelerini hızlandırdı. Özellikle hacmevsimlerinde gerçekleşen bu müzakerelerde hem muhataplarını İslâm’a çağırıyor, hem de Kureyş’e karşı onlardan siyasî destek talebinde bulunuyordu. Fakat bu teşebbüslerinden herhangi bir netice alamadı.
Rasûl-i Ekrem’in (sav) tebliğini sunduğu son topluluk Yesrib’liler oldu. Burası Mekke‘ye na-zaran homojen etnik ve dinî yapıya sahip bir merkez değildi. Şehirde aynı soydan gelen Kahtânî asıllı Evs ve Hazrec isimli Arap kabileleri ile Benî Nadîr, Benî Kaynuka, Benî Kureyza adındaki Yahûdî kabileler yaşıyordu. Araplar genelde ziraatla meşgul olurlarken, Yahûdîler ise ticaret ve zanaat hayatına hâkimdiler. Ayrıca Medine‘nin Arapları Evs ve Hazrec kendi aralarında uzun yıllardan beri devam eden kan davaları sebebiyle yoksullaşmışlardı. Medine‘de Evs ile Hazrec arasındaki tarihî düşmanlık, iki kabileyi de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmişti. O kadar ki, anlaşmazlıklarını halledemeyen bu kabileler, düştükleri ortamdan kendilerini çıkarabilecek bir kurtarıcıya muhtaç hale gelmişlerdi. Medine’lilerin kendileri dışında bir arabulucuya olan ihtiyaçları ile Hz. Peygamber’in (sav) tebliği için destek arama girişimi risâletin 11. yılı hac mevsiminde Mekke‘de kesişti.
10 BUHARA
Rasûlüllah (sav) dinini yayabilmek ve himaye elde etmek için Yesrib’liler gibi bir topluluğa ihtiyaç duyarken, onlar da yaşadıkları kaostan kurtulup birlikteliklerini yeniden tesis edebilmek adına Hz. Peygamber (sav) gibi bir lidere muhtaç durumdaydılar. Evs ve Hazrec’in Hz. Peygamber’in (sav) tebliğine teveccühlerinde şehirde birlikte yaşadıkları Yahûdîlerin, kendi içlerinden çıkacak bir peygamberle Arapları mağlup edecekleri şeklindeki tehditlerinin de önemli derecede etkisi olmuştur. Nübüvvetin 11. yılına (620) rastlayan hac mevsiminde Hz. Peygamber (sav) Hazrec kabilesine mensup altı Medineli ile Mina’da bir araya geldiler. Hazrecliler, Evs ile aralarında bir asırdan fazla süren ve durdurulamayan yıkıcı savaşların Hz. Peygamber (sav) vesilesiyle ortadan kalkacağını umduklarını da görüşmeler sırasında açıkça be-yan etmişlerdir. Es’ad b. Zürâre başkanlığındaki temsilciler bir yıl sonra tekrar Akabe’de Allah Rasûlü (sav) ile buluşma sözü vererek geri döndüler. 1 Hazrec temsilcileri Medine‘deki diğer Arap soyu Evs kabilesini Mekke‘deki görüşmelerinden haberdar ederek onları da Allah Rasûlü’nü (sav) tasdik etmeye çağırdılar. İbn Sa’d‘ın rivayetine göre bu süreçte Medine’de Hz. Peygamber’in (sav) adının zikredilmediği tek bir ev kalmamıştır. Bu sebepledir ki bir yıl sonra aynı yerde gerçekleşen toplantıya on Hazrec’linin yanında Evs’ten de iki temsilci katıldı. Bu görüşmede Yesrib’liler Allah Rasûlü’ne (sav) şu hususlarda söz verdiler: “Gerek sıkıntı, gerekse sevinç halinde dinlemek ve itaat etmek boynumuzun borcudur. Sen bizim üzerimizde
bir yere sahip olacaksın. Biz de emretme yetkisi olana karşı hiçbir itiraz ve muhalefette bulunmayacağız. Allah yolunda bizi küçük gören ve horlayan hiç kimsenin bizi ayıplamasına aldırmayacağız. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağız. Hırsızlık yapmayacağız, zinaya yaklaşmayacağız. Asla çocuklarımızı öldürmeyecek, aramızda hiçbir kişiye iftirada bulunmayacağız. Nihayet senin hiçbir hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz”. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şayet bu yeminlerini tutarlarsa, mükâfatlarının cennet olacağı müjdesini verdi. Ardından da herhangi bir şekilde ahitlerini bozarlarsa Allah’ın bunu cezasız bırakmayacağı uyarısını yaptı. 2 Hz. Peygamber’in (sav) Medine’li Müslümanlarla gerçekleştirdiği bu toplantı birinci Akabe biatı olarak isimlendirilmiştir. Görüşmede hem Evsliler hem de Hazrecliler hazır bulundukları için bu gelişmeyi Hz. Peygamber’in (sav) daha Medine‘ye hicret etmeden şehirdeki Arapları birleştirme hedefinin ilk adımı olarak görmek mümkündür. Toplantının ardından Rasûlüllah’ın (sav) Yesrib’e gönderdiği özel temsilcisi Mus’ab b. Umeyr’in gayretleriyle şehirde hızlı bir İslâmlaşma faaliyeti başlamıştır. 3 Nübüvvetin 13. yılı (M.622) hac mevsiminde ikisi kadın, yetmişbeş Yesrib’li Mekke‘ye geldiler ve hac görevlerini îfâ ettikten sonra Akabe’de Rasûlüllah (sav) ile bir araya geldiler. Bu toplantıda Hz. Peygamber’in (sav) amcası Abbâs da hazır bulunmuştu. Yapılan görüşmelerde Yesrib’lilerin kendisini şehirlerine davet etmesi üzerine Rasûl-i Ekrem (sav) onlara İkinci Akabe Biatı’nın şartlarını sıraladı. Onlardan, yurtlarına hicret ettikleri zaman gerek kendisini gerekse Mekkeli Müslümanları, kendi canlarını, ailelerini ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarına, her şartta kendisine itaat edeceklerine, Muhâcirlere malî yardımda bulunacaklarına, iyiliği emredip kötülüğü önlemeye çalışacaklarına ve bu konuda kimseden çekinmeyeceklerine dair söz vermelerini istedi. Medine’liler ilk görüşmede olduğu gibi Allah Rasûlü’nün (sav) bütün talep ve şartlarını kabul ettiklerini bildirdiler. 4 Onlar bu kararlarıyla Müslümanlara karşı muhtemel saldırılara göğüs germek suretiyle hayatlarını ortaya koymuşlar, her şeyden önce Kureyş ile karşı karşıya gelmek gibi büyük bir risk üstlenmişlerdi. Ayrıca Medine’liler, Hz. Peygamber’le (sav) yaptıkları bu anlaşma ile hemşehrileri ve eski müttefikleri Yahûdîler-
le geçmişte gerçekleştirdikleri ittifakları da feshetmeleri gerekeceği için bu konudaki endişelerini Hz. Peygamber’e (sav) şu sözlerle ifade etmişlerdir:“Ey Allah’ın Rasûlü! Bizim bölgemizde yaşayan Yahûdîlerle aramızda bir ittifak anlaşması var. Biz bu anlaşmayı bozacağız. Şayet biz böyle yapıp da sonra Allah’ın sana zafer nasip etmesi üzerine acaba sen bizi terk edip kendi hemşehrilerinin arasına dönüp gitmeyecek misin?” Onların endişelerini dinleyen Allah Rasûlü (sav) kendilerine şu sözü vermiştir: “Sizin kanınız benim kanımdır. Sizin affınız, benim affımdır. Ben size iltihak edip katılıyorum, siz de bana iltihak ediyorsunuz. Siz kiminle çatışıp savaşırsanız, ben de onunla çatışıp savaşırım. Siz kiminle sulh yaparsanız, ben de onunla sulh yaparım”. 5 Görüldüğü gibi I. Akabe Biatı’nda Allah Rasûlü’nün (sav) Yesrib temsilcilerinden talepleri genelde dinî nitelikte iken, ikincisi ise daha çok siyasî muhtevalıydı.Zira Hz. Peygamber (sav) ilk biatta muhataplarına dinin emirleri doğrultusunda çağrıda bulunurken, ikinci biatte onlardan müşriklere karşı Kureyş’li Müslümanlarla siyasî bütünlük tesis etmelerini talep etmiştir. Bunun sonucunda Medine’liler Mekke’lilerle birlikte Rasûlüllah’ın (sav) organizesinde siyasî birlik oluşturmuşlardır. Bu birliğin en önemli adımları Akabe Biatları olmuştur. II. Akabe Biatı’nın tamamlanmasının ardından Hz. Peygamber (sav) Evs ve Hazrec’lilerden kendileri adına Medine‘yi kendisi adına idare edecek temsilciler (nakîb) seçmelerini istedi. Hazrec kabilesinden dokuz ve Evs kabilesinden üç kişi olmak üzere Medine’deki Arapları temsilcileri belirlendi.6 Böylece Medine’ye hicretin siyasî alt yapısı hazırlanmış oldu. Dipnot 1 İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-EbyârîAbdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., II, 70-73. 2 Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân 60. 3 Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 46. 4 Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân 60. 5 İbn Hişâm, es-Sîre, II, 85-87. 6 İbn Hişâm, es-Sîre, II, 85-87.
BUHARADERGI.COM
11
DOSYA
KERBELAYI ANLAMAK
lcu ol ol, yo y n e s , rak ık nefs sini yaka e d Anla art v ö g e yolunu r, rengin a l n a l ol diye o e nn pervan ola döke y ı n aydınlata ı n a n diye k en yezid s , s f e n boyanası ık Anla art ep dimh m u ler var. h u sürece, r diye, bu n u s l o olduğun in ta Hüsey , ölerek r a v e d dik ayak r le şayan ölü yolda ya . ar da var l n a y a ş a y ÜVENİR G a f e S a f Musta
12 BUHARA
K
alem dile gelsin, mürekkebi kâğıttan çok kalbimize damlatsın diye, makaleden çok himmet niyaz eder üslup ile yazalım, yazdıklarımızı biz dahi okuyup anlayalım bu çok mu çok hassas konuyu… Yezid olmamak için yezidiyeti, Hüseyin olmak için Hüseyni olmayı bilmek, kendini bilmenin içerisinde sırlı olan; O’nun kendini bildirişine uyanalım bu surette inşallah. “Masallar bir varmış, bir yokmuş diye başlar, gerçekler ise bir bakmış, bir de yok olmuş diye. Peki, ne istersin ki dünyadan, bir bakacaksın, bir de yok olacaksın nefs…” Dünya, ahretin bir yansıması, sureti veya gölgesi değil mi nefs? Şu fani dünyanın en güzel yerleri için bile “Yalancı cennet” diyorsun da, peki gerçek olanının peşinden koşmamak neden? Ona açılan binlerce kapıdan geçmemekte niçin diretiyorsun? Bir yolcu olduğunu inkâr etmiyorsun ama hancı gibi davranıyorsun, yolcu yolda gerek, o yolun rengine boyanmak gerek, o yolda sürekli ilerlemek gerek, ta ki menzile pak varasın. Gel etme nefis, yürü yolda, yürü ama görmek için göz, duymak için söz yetmez nice karanlıklar ve sesler var bilesin. Karanlığı yaratan aydınlıksız bırakır mı seni hiç? Elbet aydınlatır yolunu, nice pervaneler vardır gövdesini ateşe atan, yanmak pahasına yolunu aydınlatan, görmezden gelmek neden, onların feryadını duymazlıktan gelmek neden?
Gel etme ruhum, bu dünyada zulüm var, zalim var, yezit var, yezidiyet var. Sırf yezidler olmasın, olduklarında sen de olasın diye karşısında dimdik duran âşıklar var, adı Hüseyin, soyu peygamber, aşkın şehitleri var. Gel etme nefis, âşık sen yola geldiye âşıktır belki, yazacakları var, yazdıranlar var. Yol ki Sana varsın, bil ki yolda sen varsın…
Gel etme nefs! Sen aşkı anla diye rüyasında resulünü gören, “Ya Ali, senin sakalını bugün kırmızıya boyayacaklar” denilmesine rağmen, şahadet şerbetini uzatan ele, aşk var diye bilerek ve isteyerek sakalını kırmızıya boyatan Hz. Ali var. Gel etme nefs! Senin Resul’ünün sevdiği, kokladığı kucağındaki torununa Cebrail’den haber var; “Torunların Hasan ve Hüseyin’in kanını döküp, şehit edecekler, ey Allah’ın Resulü” dendiğinde, aşkla susan, sessizce ağlayan Resulün var. Gel etme nefs! Yezid ve kavmi zulüm ettiklerinde, fitneyi çıkardıklarında, yola çıkan Hz. Hüseyin’i hatırlar mısın? Kerbela’ya şehit olacağını bilerek giden, aç ve susuz bırakılan yetmiş sahabeyi unutma. Çadırda günlerce zorla tutulan açlık ve susuzluktan ağlayan bebeğin feryatlarına daha fazla dayanamayan, Yezid ve ordusuna; “Şu bebeğin hakkını verin” diyen Hz. Hüseyin’e cevaben, bebeğe ok atarak şehit düşüren Yezid varsa, karşısında dimdik duran aşk var, aşkı sakın unutma, aşkın şehitlerini anla nefs anla ki, sen de menzile varasın. Yezid, Allah’ın peygamberinin soyuna kast etmek istedi, sözüm ona soyunu kurutmak için. Oysa Hz. Hüseyin’in oğlu İmam Seccad oradaydı ve yüce soyu buradan yürüdü. Dikkat et nefs, Kerbela’dan bugüne, hiçbir anne baba evladına Yezid ismi koymamıştır, değil soyu, adı bile kurumuştur. Anla artık nefs, sen yol ol, yolcu ol diye yolunu gövdesini yakarak aydınlatan pervane olanlar, rengine boyanasın diye kanını yola dökenler var. Anla artık nefis, sen yezit olduğun sürece, ruhum hep dimdik ayakta Hüseyin olsun diye, bu yolda yaşayan ölüler de var, ölerek yaşayanlar da var. m.sefam@gmail.com
BUHARADERGI.COM
13
DOSYA
ALLAH ZATINA VE RESULÜ’NE İTAAT HUSUSUNDA KULUNDAN TAM BİR TESLİMİYET İSTER
“Hayır! Rabbine yemin olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir şüphe ve sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, hakkıyla iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 65) Allah, zatına ve Resulü’ne itaat hususunda nefsimizin hoşuna gitsin yada gitmesin, tam bir boyun eğiş, teslimiyet istemektedir. Bunu bir çok ayetinde vurgulamıştır. “Aralarında hüküm vermek için Allah’a ve Resulüne çağrıldıkları zaman mü’minlerin sözleri ancak, ‘İşittik ve emrine uyduk’ demekten ibârettir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” “De ki: ‘Allah’a itaat edin, Resul’e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, Peygamber kendi görevinden, siz de kendi yükümlülüğünüzden sorumlusunuz. Ona uyarsanız doğru yolu bulmuş olursunuz. Resule düşen de, apaçık bildirmekten başka bir şey değildir.” “Yemin olsun ki, Allah’ın rahmetini, âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça hatırlayanlar için, Allah’ın Resulünde size güzel bir örnek vardır.”1 Rabbimiz, Kur’ân’ın pek çok yerinde kullarından Allah’a ve Peygamberi’ne (sav) itaat etmelerini istemiştir. Bu âyetlerden bâzıları şöyledir: “Ey mü’minler!Allah’a itaat edin, Resûlüne ve sizden olan idârecilere de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, bir şey hakkında
14 BUHARA
İsmail MUTLU
çekiştiğinizde, onu Allah’a ve Resûlüne arz edin. Böyle yapmanız hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” 3
2
“Biz bütün peygamberleri Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmesi için gönderdik” 4 buyuran Rabbimiz, bir sonraki âyette de bu konuda kullarını şöyle ikaz eder: “Hayır! Rabbine yemin olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir şüphe ve sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, hakkıyla iman etmiş olmazlar.” 5 “Ey iman edenler! Peygamberiniz sizi hayat verecek şeylere çağırdığında Allah’a ve Resulüne uyun. Allah’ın kişi ile kalbinin arasına girdiğini 6 bilin. Sizler sonunda Onun huzurunda toplanacaksınız.” 7 Dipnot 1 Ahzab, 21; 2 Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine; 3 Nisâ, 59; 4 Nisâ, 64; 5 Nisâ, 65.; 6 Allah’ın, kişinin kalbine kendisinden daha yakın olduğunu; 7 Enfal, 24.
ŞAH I MUHAMMED BAHÂUDDİN NAKŞİBEND (K.S.)
“Biz sevgiliye eriştirmeye vasıtayız. Yola düşenlere gerektir ki, sonunda bizden kesilip sevgiliye ulaşsınlar.” Şah ı Nakşibend Hazretleri (K.s) Esin BEYHAN
H
acegan yoluna Nakşibend adını veren veliler serdarı büyük mutasavvıf buyuruyor; “Biz sevgiliye eriştirmeye vasıtayız. Yola düşenlere gerektir ki, sonunda bizden kesilip sevgiliye ulaşsınlar.” Kendilerine tabi olanların gönüllerine farz olan ilim ve ahlâkı nakşederek aktaran Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolumuzun sohbet üzere olduğunu söylemiş, müritlerini sohbet yoluyla terbiyeyi esas alarak, sohbeti terk edenin yolu da terk ettiğini ifade buyurmuşlardır. Eli her an halkın üzerinde, gönlü hakla beraber olan büyük veli, Peygamber efendimizin soyuna mensup olup, insanları istikamet üzere olmaya davet ederek, herkesin irşadı için çalışmışlardır. Uzun boylu, buğday tenli ve uzunca sakallı olan Şah-ı Nakşibend hazretlerinin boynu nur gibi parlardı.
Buhara yakınlarındaki Hinduvan köyünde Hicri 718 tarihinde dünyaya gelen büyük evliyanın olağanüstü halleri, çocukluğundan itibaren kendilerinde görülmeye başlamıştır. Daha anne karnındayken büyük bir Allah dostu olacağı manevi hocası Muhammed Baba Semmasi tarafından açıklanmıştır. Allah Resulü’ nün maddî ve manevî ne¬sebine bağlı bulunmak nuru, çehrelerinde güneş ışıltısı şeklinde parlamaktaydı. Hazretin Valideleri anlatıyor: “Oğlum Bahaeddin henüz dört yaşlarındayken sığırlardan birini göstererek ‘Şu bizim geyik boynuzlu ineğimiz alnı beyaz akıtmalı bir buzağı doğursa gerek’ dedi ve birkaç ay sonra inek, hazretin tarif ettiği gibi bir yavru doğurdu.” Üstün aklı ve zekâsı ile yaşından ileri bir idrak ve dirayete sahipti. Yüksek bir ahlak ve fazilet sahibi olan hazret, uzun yıllar sokakların temizliğinde çalışmış ve yine yıllarca
BUHARADERGI.COM
15
Şah ı Nakşibend hazretlerinin kabr i şerifleri
Manevi olarak Abdulhâlık Gucdüvâni hazretlerinden feyz almış ve seyr-u sülûke ait ne varsa toplayarak muhafaza etmiştir. Ruhaniyetten feyz alarak yetiştiği için kendisine “Üveysi” de denilirdi.
Manevi olarak Abdulhâlık Gucdüvâni hazretlerinden feyz almış ve seyr-u sülûke ait ne varsa toplayarak muhafaza etmiştir. Ruhaniyetten feyz alarak yetiştiği için kendisine “Üveysi” de denilirdi.
Emir ve nehiyde istikamet üzere olasın. Bütün sünnetleri mümkün oldukça işleyesin! Ruhsatları terk edip bid’atlerden kaçınasın! İnsanlar, hayvanlar, nebatlar senden hizmet bekliyorlar. Seyri sülûkün evvelinde, ortasında ve sonunda gerekli bilgi ve usulleri Hızır’dan (a.s) aldığım gibi sana öğrettim. Daha çok zikr i hafiye önem ver. Allah’ın tevfiki seninle olsun!” şeklinde ifade buyurmuşlardır.
Kendilerine hakikat âleminde kılavuz olan Abdulhalık Gucdüvâni hazretleri; “Hak tarafından büyük bir istidada sahipsin. Âleme manevi ışık yayacak olan istidat fitilini biraz hareket ettirmek lazımdır. Allah’ı anmaktan bir an boş bulunma. Mahlûkata halisane hizmet et. Onunla Hak’ka giden yolu bulursun ve erişirsin. Her zaman ve mekânda ayağını şeriat esasları üzerine basasın!
Çocukluğunda Muhammed Baba Semmasihazretlerinin; gençliğinde ve olgunluğunda ise, Seyyid Emir Külâl hazretlerinin hizmetinde bulunan Şah-ı Nakşibend hazretleri, Muhammed Baba ve Emir Külâl hazretlerinin önerileri doğrultusunda tarikatın esaslarını oluşturmuştur. Seyyid Emir Külal hazretleri pirimizin istidadını ve halini çok ileri görüyorlardı.
kendilerini hayvanların bakım ve hizmetine vakfetmiştir.
16 BUHARA
Bu istidadın kemale ulaşması için ona: “Oğlum Bahaeddin! Sadrımda ne varsa sana aktardım. İstidadın daha geniştir. Var ulu kişi ara. Hizmetin ve namın cihana yayılsın. Marifet kokusu burnuna hangi istikametten erişirse oraya yönel ve dilediğini iste!” duasında bulunmuşlardır.
ve gözyaşlarının orayı ıslattığını gördüğünde gıpta ederek; “Keşke ben de böyle iltica edip, ağlasam” diye aklından geçirir. Sonrasında ihtiyarın kalbine keşfen baktığında ise, onun kalbinden tamamen dünyalık istediğini müşahede etmiş ve bu duruma üzülmüştür.
Muhammed Bahauddin hazretleri daha sonra zamanının büyük âlimlerinden Mevlâna Ârif hazretlerine intisap etmişlerdir. Böylece yedi sene Mevlâna Ârif hazretlerinin sohbet halkasında bulunduktan sonra, yolumuzun ulularından Hace Halil Ata hazretlerine intisap etmişlerdir. On iki sene Halil Ata hazretlerine hizmet eden ve sohbet halkasına katılan hazret, olağanüstü sırlarına vâkıf olmuşlardır.
Halkla birlikte olmayı şöhret, şöhreti ise afet olarak addeden hazret, hayrın cemaatle beraber olmaktan geçtiğini vurgulayarak “Tevhit sırrına erişmek mümkün değil, marifet sırrına erişmek mümkündür, ama çok güçtür” diye ifade buyurmuşlardır.
Bir sohbetlerinde; “Kalplerin büyüklüğü aslında birdir. Lakin onlardaki marifetin büyüklüğü başka başkadır” buyurdukları gibi müritlerinin kabiliyetli olanlarına hayran idi. Özellikle genç ve çok kabiliyetli olan talebesi Muhammed Parisâ, hazrete intisap ettiği zaman “Allah’a hamdolsun bugün ağzımıza bir şahin düştü” diye çok sevinmişlerdir. Muhammed Pârisâ hazretlerinin hizmeti ve teslimiyetinin büyüklüğü itibariyle hazretin “benim zuhurundan maksat senin zuhurundur” övgüsüne mazhar olmuştur. Bu kabiliyetli genç, sıcak bir yaz gününde Kasr-ı Ârifan bahçesinde ayaklarını havuza sarkıtıp murakabe halindeyken Hazret-i Nakşibend suya dalıp, yüzünü Muhammed Pârisâ’nın ayaklarının altına koyarak,“Ya Rabbi! Bu ayaklar hürmetine bu yüzü yakma!” diye niyazda bulunmuşlardır. Devamlı olarak Şah-ı Nakşbend hazretlerinin kapısında bekleyen ve son derece ilim ve hikmet sahibi olan Muhammed Pârisâ’nın “Risâle-i Kudsiyye” ve Faslu’l-hıtâb” adlı eserleri meşhurdur. Şah-ı Nakşibend hazretlerinin gözbebeği olan Muhammed Pârisâ, Medine-i Münevvere’de bulunan Cennetü’l Baki’de Hz. Abbas’ın kabri yakınında yatmaktadır. Şah-ı Nakşibend hazretleri, Muhammed Pârisâ hazretleri ile hacca giderken, yollarının üstünde sarraf dükkânına rastlarlar. Müşterinin bol, alış verişin de altın üzerine olduğuna şahit olan Muhammed Pârisâ hazretleri, dükkân sahibi gencin kalbinin Hak ile meşgul olduğunu görünce memnun olup “Maşallah el kârda, gönül Yar’da” buyurmuşlardır. Daha sonra Mekke’ye varıp Beytullah’ı tavaf ederken aksakallı bir ihtiyarın Kâbe’nin örtüsüne sarılıp ağlayarak dua ettiğini
Muhammed Bahâuddin Şah-ı Nakşbend hazretlerinin yakın hizmet ve sohbetlerinden ayrılmayan Alâeddin Attar hazretleri buyuruyor ki; ”Hazret-i Nakşbend’in ahirete intikalleri zamanında Kasr-ı Ârifan’da; yanında Yasin-i Şerif okuyorduk, yarısına geldiğimizde yüzünde nurlar belirmeye başladı. Kelime-i Tevhitle meşgul olduktan sonra nefesleri tamam oldu.” Pirimiz Cenazesinin önünde şu meâldeki rubâiyi okumalarını vasiyet etmişlerdir: “Bütün ufuklarda dostun dosta kavuşmasından daha güzel ne vardır? Biz senin diyarına cemalini görmeye gelmiş âşıklarız” Şah-ı Nakşibend hazretlerinin cenazesinde bulunan keşif ehli bir zat, bedeni şerifi toprağa verilirken, ruhu şerifi ile manevi tarafının tahta oturtulduğunu görür. Huriler gelip kemal-i edeple efendi hazretlerine “biz sizin için yaratıldık, sizin hasretinizi çektik, şimdi kavuştuk, ne hizmet buyurursunuz?” diye sorarlar. Onlara cevaben; “Benim Rabbimle sözleşmem var, bana cemalini göstermeden, bir de bana intisap eden yoluma giren ihvanlarımı müritlerimi elimle cennete yerleştirmeden hiçbir cennet nimetinden istifade etmeyeceğim.” şeklinde buyurmuşlardır. 791 H. Yılının 3 Rebiyülevvel pazartesi gecesi vefat ettiklerinde 73 yaşındaydılar.Ebedi istirahatgahları Buhârâ’da Kasr-ı Ârifan köyündedir. Allah’ım bizi seni seven ve senin sevdiğinle birlikte eyle. Allah onlardan razı olsun. Âmin. Kaynakça Muhammed b.Abdullah el-Hani, Adab, Erkam Yayınları, İstanbul 2012.
BUHARADERGI.COM
17
CENNET KAPILARINI AÇACAK ANAHTAR “BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM”
Kalem-i Ala’ya “yaz” diye hitap geldi! Kalemi Ala “Ya Rabbi ne yazayım” deyince “Bismillahirrahmanirrahim yaz” hitabı izzeti geldi. Kalem-i Ala’nın “ne yazayım?” sorusu bize geniş bir bilgi vermektedir. Cenab ı Allah (c.c.) bir şeyin olmasını murad ettiği zaman “ol” derse o iş oluverir. Yazılacak olan şey yalnız Allah (c.c.) iradesindedir. “Ben onu yazmaya muktedir değilim” manasını, Kalem-i Ala bize açmıştır. Onun yazabildiği, yazmaya muktedir olduğu, olmasını istediği ne varsa “ol” der. Hemen zahir olup zuhura gelir. Ş. M. Nazım El-KIBRISİ, El-HAKKANİ (K.s)
K
alem-i Ala’ya “yaz” diye hitap geldi! Kalem-i Ala “Ya Rabbi ne yazayım” de yince“Bismillahirrahmanirrahim yaz” hitabı izzeti geldi. Kalem-i Ala’nın “ne yazayım?” sorusu bize geniş bir bilgi vermektedir. Cenab-ı Allah (c.c.) bir şeyin olmasını murad ettiği zaman “ol” derse o iş oluverir. Yazılacak olan şey yalnız Allah (c.c.) iradesindedir.“Ben onu yazmaya muktedir değilim” manasını, Kalemi Ala bize açmıştır. Onun yazabildiği, yazmaya muktedir olduğu, olmasını istediği ne varsa “ol” der. Hemen zahir olup zuhura gelir. Besmele ile ne büyük bir nimet vermiş Cenab-ı Hak bizlere. Ferah etmeliyiz. Ya Rabbi ne büyük lütuftur bu… İdrak, Allah’ın insana verdiği hiç değerinde bir noktadır. Noktanın noktası olmayacak ufaklıktayız. Lakin bize öyle bir sıfat giydirdi ki; Allah Zü’l Celal sırrını taşıdığı için “Hazret-i İnsan” deniyor. İnsan cürmü ile küçük, şanı ile büyüktür.
18 BUHARA
Herşey insanı takdir eder. İnsan insanı takdir edemiyor maalesef. İnsanı takdir eden Allah (c.c.). Sen insanı takdir etmezsen nerede Cenab-ı Allah’ı (c.c.) takdire güç yetiştireceksin? İnsan başlı başına bir âlemdir. Her bir insana has olan bu âlemlerin hududunu yalnız Allah (c.c.) bilir. O’ndan gayrı kimse bilemez. Şah ı Merdan İlmin Kapısı Hz. Ali Efendimiz Ey Şah ı Merdan bize nurundan ver. Dinimiz Hak dinidir. Ey Rabbimiz! Bize Nur elbisesi – İman elbisesi – Heybet elbisesi giydir! Ey yürüyen Kale; Şah-ı Merdan… Hz. Ali Efendimiz; Ne güzel isim… Merhaba Yaren, seninle meclisimiz nurlansın, bereketlensin İnşaAllah. O aslanın muhabbeti ile aşk-ı şevk buluruz. Aşksız insan kupkurudur. Aşk, insanın gönlünü ferahlatır. Onların zikr olunması üzerimizdeki yükü kaldırır. Şah-ı Merdan’ın verdiği nurdan alan yok… Onun için de hastalıklar çoğalmış.
Hz. Ali Efendimiz, “o sevilecek bir aslandır” sırrını Resul bilir. Kişi sevdiği ile beraberdir. Aslanla beraber ancak aslanlar yürür. Allah Habibinin yüzü suyu hürmetine bize Şah-ı Merdan’ı hediye etti. “Livahil-Hamd” Allah’ın sevgilisinin sancağıdır. Onun altına giren selamet bulur, kurtulur. Bizim yolumuz sohbet yoludur. Cennet kapılarını açacak anahtar Bismillahirrahmanirrahim’dir. Cenab-ı Hak temizliği sever. Biz de lütfu ile temiz, tertemiz olalım. Ey Allah’ın Salih kulları hayatımız temiz pak olsun. “Peşin hükümlü olma; temiz ol!” Cenab-ı Hakk’ın istediği “hak”tır. “Kullarım temiz olsun” ister. Onun için temiz ve pak olmaya gayret edelim. Şah ı Merdan hazretlerinin de muradı temiz kul olmaktı. Temiz kul olalım. Düzgün kul olalım. Ey kapısı kapanmayan, yerlerin göklerin Rabbi! Bizi şerefli kıl! Pak olanların kapıları kapanmaz, şerefleri tükenmez, izzetleri sönmez. Ey Gani Padişah, Sultanlar Sultanı! Dünya ve ahretin Şerefli Rabbi! Güzel ve hoş olmayı Sen’den istiyoruz. İkram Et! Allah diyelim, Allah dedikçe her cihetten ferahlık gelir içimize. Cenab-ı Hakk’a yakışan kul böyle olur. Ey Yaren! Sevsin Cenab-ı Allah bizi, biz de Rabbimizi sevelim. Sen’den beklediğimiz, Senin ikramın, Senin atandır. Senin atanı bekleriz. “Ben Gani Padişah’ım. Benim atam tükenmez. İste!” buyuruyorsun. Biz de istiyoruz. İkram et! Seni seven ölmez, Sana kulluk yapan zeval bulmaz. Genişlik libası giyelim ferahlayım. Rabbini tazim kıl. O’nun izzet ve şeref kapısında dur, iste! Tüm cihan Senin’dir. Dünya ve ahiret Senin’dir. Veren Sen’sin. Ey Gani, senin kapın hep açıktır. Bize ikramın daimidir. “Muharrem Ayı” nda hesapsızdır. Gökyüzünden inen sonsuz rahmetinden ikram eyle Ya Rabbi! Darılmayan, daralmayan libas giydir bize, genişleyelim. Rabbimizin atası, hazineleri bitmez, tükenmez. “İste, istediğini veririm. Ben de fakirlik yoktur. İkramımın hududu da yoktur. Çünkü kudretimin nihayeti yoktur. Benim kullarım olmakla ferahlık bulun.” Evvelden Ahirden Şükür Ya Rabbi! Allah u Ekber, Allah u Ekber, Allah u Ekber EL-FATİHA *Hazırlayan: Nurten ÜSTÜNGÖR
BUHARADERGI.COM
19
ŞAH-I MERDAN HZ. ALİ (R.A)
Ve Gadir Hum Bayramı
Efendimizin Hac dönüşüydü. Efendimiz orada sahabesinin toplanmasını bekledi. Herkes geldikten sonra, kendisine inen ayet-i kerimeleri okudu. Ayeti kerimelerden sonra Hz. Ali efendimizin velayetinin tamam olduğunu, onun tamamlanmasıyla beraber dinin ikmal edildiğini bize bildirdi. Bu bildirmenin neticesi o kadar çok bereketler doğdu ki, öyle günlerin içerisindeyiz. Bu bir bayramdır, bilene. Ş. A.Yasin El-BUHARİ, El- BURSEVİ (K.s)
H
z. Ali efendimiz (keremallahü veche), yüzünü hiçbir zaman Hakk’tan gayrıya dönmemiş bir zattı. On yaşında İslam ile şereflendi. Rasulullah efendimize vekâleten Mekke’den Medine’ye hicret ederken, yatağına yattı, ölüm döşeğine... Bu çok önemli bir sırdır. Efendimiz “Ali bendendir, ben Ali’denim” dedi. “Aynı kanı taşırız, aynı canı taşırız, aynı kalbi taşırız” dedi Rasulullah aleyhisselatü vesselam. 18 Zilhicce’den itibaren Gadir hum günündeyiz. Bu içinde bulunduğumuz günler çok önemli günlerdir. Gadir, kadir kıymet anlamındadır. Kadir gecesinde de bu anlamda kullanılır, kıymet günüdür.Kıymet bilinen yer manasınadır. Mekke ile Medine-i Münevvere arasında bir bölgeydi burası. Çölün ortasında ufacık bir göl
20 BUHARA
ve içilebilen tatlı su vardı. Bir dört yol ağzında, gelen geçen herkesin buluştuğu, durduğu bir yerdir. Efendimizin Hac dönüşüydü. Efendimiz orada sahabesinin toplanmasını bekledi. Herkes geldikten sonra, kendisine inen ayet-i kerimeleri okudu. Ayet-i kerimelerden sonra Hz. Ali efendimizin velayetinin tamam olduğunu, onun tamamlanmasıyla beraber dinin ikmal edildiğini bize bildirdi. Bu bildirmenin neticesi o kadar çok bereketler doğdu ki, öyle günlerin içerisindeyiz. Bu bir bayramdır, bilene. O gün yani Zilhicce’nin on sekizinde Resulullah Efendimizin hac dönüşünde Maide Suresi’nin 67. ayeti kerimesi nazil oldu; “Ey Peygamber, sana Rabbinden gönderilmiş olan emirleri bildir” dedi Cenab-ı Allah. Bu ayeti kerime Peygamber efendimize yolda inzal
olmuştu. Sahabesine dedi ki; “Ben size emanet olarak Kuran’ı, sünneti ve Ehl-i Beyi bırakıyorum.” Yani soyumdan gelecek olan Hz. Ali, HasanHüseyin Efendilerimiz, Zeynel Abidin ve diğer imamlar… “Bunları size emanet bırakıyorum” dedi. Bunu o gün söyledi. “Eğer onlara sarılırsanız
mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır” dedi. “Sizin velinizdir, başbuğunuz, sultanınızdır”. 1400 küsür senedir hiç kimse Hz. Ali efendimizin imzası ve nazarı altından geçmedikten sonra, Allah’a velayet ve dostluk sırrına eremez. Dedeler, babalar, meydancılar, tekkeciler nasıl diyecekler
“Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır.” Hadis i Şerif
asla sapıklığa düşmezsiniz” buyurdu. “Bunların hesabı kıyamet günü hepinizden sorulacak” buyurdu. Onun için dikkat edin, İslam âlimleri genellikle seyyitlerdir, Efendimizin soyundan gelen Ehl-i Beyt’tendir. Cenab-ı Allah Resullullah’ın (a.s.) soyundan geldikleri için onlara idare kabiliyeti vermiştir. Onlar idarecidir, sistem kurucudur, kurulmuş sistemi idare edicilerdir. Allah dostlarının, tarikat büyüklerinin çoğunluğu seyyitlerdendir. O, öyle mübarek bir ağaçtır. Onun için Peygamber Efendimiz orada; “Size iki emanet bırakıyorum, bu ikisine sarılırsanız mahcup olmazsınız, birisi Kuran, diğeri Ehl-i Beytimdir” dedi. “Bunlardan her biri diğerinden haber vermektedir. Biliniz ki onlar insanlar içinde Allah’ın emin kulları ve yeryüzündeki hâkimleridir.” Bunlara sahip çıkmazsanız, hesaba çekilirsiniz. Daha sonra Peygamber Efendimiz Hz. Ali Efendimizi yanına aldı ve Resulullah (a.s.) bütün ashabına seslendi: “Ben kimin
ki biz ümmetin velisiyiz. Sen Hz. Ali Efendimizin yaptığını yapmıyorsun ki! Veya imamlar, hacılar, hocalar, beş vakit namazı kıldırır kıldırmaz kaçacak, talebe yetiştirmeyecek, sonra diyecek ki ben Hz. Ali’nin velisiyim. Nasıl olacaksın? Abdulkadir Geylani hazretlerine diyordu; “Can verenler gelsin.” Can vermeye gelenlere can veriyordu. Yediriyor, giydiriyor, içiriyordu. Onun için can diyoruz birbirimize. Bunlar nasıl candır ki, kendinden başkasını düşünmez. “O Allah ve Resulü’nden sonra sizlerin velisidir diye ilan etmemi Cenab-ı Allah emretti” diyor Resullullah Efendimiz. Allah (C.c) bu konuda kutsal kitabında buyurdu:“Şüphesiz sizin veliniz, Allah’a ve Resulü’ne iman edip namaz kılanlar, rükû halinde zekât veren müminlerdir.” (Madide, 55). Bu ayetle işaret edilen zekât veren, namaz kılan rükû halinde olan, dua ve ibadet eden, takva sahibi olan Aziz ve Celil olan Allah’a yönelen kişi Ali bin Ebu Talib’tir. Kimse onun kadar takva sahibi değildir. Savaştığı zaman herkesten önce
BUHARADERGI.COM
21
savaşa gidendir, ibadette herkesi geçendir. Hutbeye devam etti; “Ey İnsanlar, Cebrail’den (a.s.) benim için Allah’tan bu önemli tebliğden beni mazur görmesini dilemesini istedim.” Bunu muhayyer bırakalım, kendi aralarında halletsinler. Veya hizmetlerine göre meydana çıkarlar. Şimdi tebliğ edersek hazır olanlar var, olmayanlar var. Anlayacaklar var, anlamayacaklar var. Ben oğlumu halife etsem, oğlunu kayırdı diyecekler. Hak etse de hak etmese de diyecekler. İstememesinin nedenini de söylemiş; “Zira o anda takva sahiplerinin azlığı.”. Evet, yetmiş bin Müslümana verdi bu hutbeyi ama takvaları daha olgunlaşmamıştı. Nefisleri daha terbiye olmamıştı.
Tekke ve zaviyeler, medreseler nefisleri terbiye etmek için vardır; takva sahibi olalım, güvenilir adam olalım ve Hz. Ali’nin velisi olalım diye vardır. O sana imzalı kâğıt versin, hüccet versin, “sen benim halifemsin, hadi bakalım şu kavmini idare et” desin. Yoksa birisi birisine icazet verecek, ben oldum dede, ben oldum baba, sen oldun şeyh. Bu mümkün değildir. Ondan sonra ortalığı allak bullak edeceksin. Devlete, millete düşman olacak, insanları aldatacak. Öyle şey olmaz. Peygamber (a.s.v) buyurdu: “Aldatan bizden değildir”. “Zira Münafıkların çokluğunu kınayanların fesadını, İslam’ı alaya alanların hilelerini biliyorum” dedi Resullullah efendimiz. Onlar Allah’ın kitabında kendilerinin şöyle nitelendirildiği kimselerdir: Nur Suresi 15. ayet buyruluyor ki; “Hani siz onu dillerinizle birbirinize yetiştiriyor, ağızlarınızla hiçbir bilgi sahibi olmadığınız halde duyduklarınıza göre bir şeyler konuşuyordunuz ve bunu kolay sanıyordunuz. Hâlbuki Allah katında o büyük bir günahtır.” Bilmediğinizi naklediyorsunuz, yaşamadığınızı yaşamış gibi anlatıyorsunuz. Bugün ortalık yaşamadan sadece anlatanlarla doldu. Resullullah Efendimiz sözlerine devam etti; “Ey insanlar, bu böylesine bir toplulukta ayağa kalktığım son defadır. O halde işitin ve Rabbiniz olan Allah’ın emrine teslim olun. Zira Cenab-ı Mevla sizin mevlanız ve mabudunuzdur. Şu anda ayakta sizleri muhatap kılan O’nun Resulü olan Muhammed ise sizin velinizdir. Benden sonra Allah’ın izni ve emriyle Ali sizin veliniz ve imamınızdır.” Ali sizin devlet adamınızdır demiyor. Devletinizi idare edecek demiyor Peygamber Efendimiz. Bunu karıştırmayalım.
22 BUHARA
Ama Ali sizin veliniz ve imamınızdır diyor. Takvada beni temsil edendir. “İmamet makamı ondan sonra da kıyamet gününe kadar onun evlatlarından gelecektir.“ Onun için seyitler feveran ederler, hakkı anlatırlar, kötülükten sakındırırlar. Canlarıyla mallarıyla Allah yolunda hizmet ederler. Etrafına Ümmet i Muhammed’i toplarlar. Öyle her önüne gelen ben imamım, şeyh oldum, baba oldum, dede oldum, seyit oldum diyemez. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Peygamber Efendimiz’in sakalı şerifleri var. DNA testi hemen yapılabilir ve yapıldı. Bundan sonra seyyidim diyen kim varsa hemen bir DNA’dan geçirivereceğiz. “Peygamberiniz en iyi peygamber, vasinizse en iyi vasidir. Onun çocukları da en iyi vasilerdendir. Ey İnsanlar, her peygamberin soyu kendi sulbündendir. Ama Cenab-ı Allah benim neslimi müminlerin emiri olan Hz. Ali’nin sulbünden getirecektir. Onlara itaat edin. Ey İnsanlar, aziz ve celil olan Allah tarafından bana bir nur verilmiş. Benden sonra Ali bin Ebu Talib’e, ondan sonra Mehdi Kaim’e kadar onun nesline verilmiştir. Mehdi de Allah’ın hakkını ve bize ait olan her hakkı geri alır.” Neler çalınmışsa, neler unutturulmuşsa, dinden neler kaldırılmışsa, Mehdi bunları geri alır, canlandırır, unutulmuşları öğretir diyor. “Zira aziz ve celil olan Allah bize kusurda bulunanlara, düşmanlık gösterenlere karşı hüccet kararı kılmıştır.” Bu mahkeme kapanmıştır. Kalem neler olacağını yazmış, mürekkep kurumuş, defter kapanmıştır. Sen niye takdire razı değilsin, neden kader senaryosuna rıza göstermiyorsun? “Ey insanlar, Allah her ilmi bende toplamıştır. Ben de öğrendiğim her ilmi takva sahiplerinin imamında, Ali’de topladım. İlmi Ali’ye öğrettim. Allah’ın Kuran’da bahsettiği “imam-ı mübin” odur. Ey insanlar Ali’den başkasına yönelerek sapıklığa düşmeyin. Ondan yüz çevirmeyin. Onun velayetinden ayrılmayın. O hakka riayet eder ve hak ile amel eder, batıldan sakındırır. Allah yolunda kınayıcıların kınaması ona engel olmaz. O Allah tarafından tayin edilen imamdır. Her kim onun velayetini inkâr ederse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul etmez. Ve onu ebediyete kadar şiddetle azaplandırır.” Kimi? Hz. Alinin yolundan gitmeyeni, onun gibi olmayanı, Kuran okumayanı. Sen hangi kitabı okuyorsun Kuran okumayıp? Hz. Ali Efendimiz hafızdı, Hasan, Hüseyin hafızdı. Senin çocuğun iki ayet bilmez.
Sonra Ali’yi sevdiğini iddia etme! Ali’yi seven yolundan gidendir. “O halde ona muhalefet etmekten sakın. Allah’ım O’na dost olana dost ol, yardım edene yardım et, O’nu horlayanı horla, Hakkı O’nunla beraber kıl” diye dua etti. Ellerini kaldırıp “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır, ona itaat eden bana itaat etmiş olur, onu seven beni sevmiş olur” dedi. Bütün ashabı, haccı kabul olmuş sahabe-i kiram “Âmin” diyerek dua etti. Ehl-i sünnet âlimlerinden Fahrettin Razi hazretlerinin Tefsir-i Kebir’ini açarsanız göreceksiniz, Sünen’de göreceksiniz. Bu hadisler sahih hadislerdir. Bunları anlatmak, Hz. Ali Efendimizin üstünlüğünü anlatmak, Ebubekir Sıddık hazretlerinin, Hz Ömer, Hz.Osman efendilerimizin üstünlüğüne bir leke getirmez. Hz. Ali Efendimiz hiç bir devirde fitne ve fesat çıkmaması için onları kendinden üstünmüş gibi göstermiştir. Yeter ki fitne çıkmasın, fesat olmasın diye. Ve insanlar gelip ona diyorlardı ki “Ya Ali, bu hak senin hakkın”. O“aman” diyordu. Ben hakkımdan feragat ettim, fitne çıkartmayın, fesat yapmayın. Üstünüze düşmeyen işlere karışmayın. Nedir bu insanların hali, göz göre göre kendini cehenneme atar. Bu duayı ettikten, bütün sahabe âmin dedikten sonra Cebrail (a.s.) yetişti. Efendimiz’de vahiy alametleri göründü ve Maide suresinin 3. ayeti kerimesi inzal oldu. Allah Zülcelal hazretleri buyuruyordu ki; “Bugün sizin dininizi ikmal ettim.” Bugün, şu anda... “Nimetinizi tamamladım, Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. ” buyurdu. Bu çok önemlidir. Hz. Ali Efendimizin velayeti ile beraber, velayetinin zahir edilip, bütün evliyaların sultanı olması ile beraber, dinimiz kemale erdirildi. Hiçbir noksanlık kalmadı, bitti. Cenab Allah buyuruyor, Maide suresinin 3. ayeti kerimesinde. Ama biz neyin ne zaman geldiğini bilmiyoruz ki! Aradan seneler geçmiş, Efendimizin bu kadar övdüğünü bildikleri, gözlerinin nuru Hz. Ali efendimiz kalmıştı geride. Ebubekir Sıddık vefat etmiş, Hz. Ömer ahirete gitmiş, Hz. Osman efendimiz şehit edilmiştir. Bir gün sahabe oturmuştu Hz. Ali efendimizin yanına. Ve sahabe ona döndü dedi ki “Ya Ali, bugün keyfimiz çok hoş. Allah aşkına, bize bir şeylerden bahsetsene.” “Ne istiyorsunuz?”dedi, “Rasulullah (a.s.v) hadis-i şerifte buyurdu; “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır.” dedi. “Bu ne manaya gelir? Bize bunun sırrını anlatsana” dedi sahabe. Hz. Ali efendimiz içini çekti: “Allah u ekber!
Siz, Esrarullahtan soruyorsunuz. Sırdan soruyorsunuz. O sırları açığa çıkartmak kolay mı?”dedi. “El ilmi noktatü’l ve kesiretül el cahilün” sözünü söyledi. İlim bir noktadır. Ancak cahiller onu çoğalttılar” demektir. İlim bir noktadır, ancak cahiller, münafıklar onu çoğalttılar. Eşeleyerek, deşeleyerek. Tabii bunu işitince şaşırdılar: “Efendim, bunun başı nedir, sonu nedir? Bir noktadan bahsediyorsun bize. Bunun hikmetinden anlatsan” denilince, mübarek boynunu büktü. Bir müddet tefekkür etti, ondan sonra dedi ki; “Peki, onun nerede olduğunu, nasıl olduğunu söyleyeceğim. Ama fazla bir şey sormayacaksınız bana. Çünkü siz onu anlayamazsınız, zordur” dedi. Hz. Ali (ra) sözlerine başladı: “Ey talipler, bu esrardan, bu sırdan size bahsedeceğim. Cenab-ı Allah bu sırrı semavi kitaplarda, Zebur’da, Tevrat’ta, İncil’de bildirdiği gibi, Kuran’ın içinde de bize bildirdi. Bu ilim Kuranda’dır. Kuran’ın sırrı, tamamı Fatiha’dadır. Fatiha’nın sırrı, tamamı Bismillahir rahmanirrahim kelimeyi tayyibesindedir. Besmelenin sırrı Ba’sındadır. Ba’nın sırrı ise noktasındadır. Bütün ilim odur. İşte o nokta da benim!” dedi. Biz böyle bir pirin kapısından beslenen, Ebubekir Sıddık (ra) gibi bir pirin kapısından beslenen ihvanlarız. O ilmin peşine düştük. Ama dünyada misafir olduğumuzu unuttuğumuz gibi, tarikat ve tasavvufta da talebe olduğumuzu unutup hepimiz nefsimizin peşine düştük. Siz buraya misafir geldiniz. Her yerin bir adabı usulü vardır. Kurulmuş bir düzene kanun, adetullah diyoruz. Ayrıca Cenab ı Allah bize sünnetullahı gönderdi, Resulullah’ın (sav) sünnetini. Ve dedi ki siz misafirsiniz. Cenab ı Allah’ın misafiriyiz bu yeryüzünde. Bizi bize göstermek için yoktan var etti. Varlığından haberdar etti. Kâinatı yoktan var etti. Ve anlamak istemiyorsun! Ne için ete kemiğe büründük de bu âleme gönderildik? Kimi kimde görmemiz gerekiyordu da biz neleri gördük kâinatın ilmini okuyacak? “İlim bir noktadır. Ancak cahiller onu çoğalttı.” Sen karşındakini oku bakalım. Cenab-ı Allah buyurmuyor mu? “Ben kuluma şah damarından daha yakınım. Bütün kâinat beni kapsamadı, illa mümin kulumun kalbi müstesna.” Niye karşındakine böyle bakmıyorsun, onu keşfetmiyorsun, onu okumuyorsun, onu tanımıyorsun? Talebeliğini niye unuttun? Biz böyle bir zatın talebesiyiz. Eğer bizler sağlam talebe olursak, elbette ki umduğumuzdan çok daha fazla şeylere nail oluruz. Allah cümlemize Ali Efendimiz’in ahlakını nasip etsin. Âmin.
BUHARADERGI.COM
23
HAYAL KURABİLMEK BİR SANATTIR
Nurten ÜSTÜNGÖR
“Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!” Hz. MEVLANA
24 BUHARA
H
ayal kurabilme sanatı önce, doğru bir niyet ve kararlılık ister. Yeter ki niyetimizin kendi şahsımıza olduğu gibi topluma da hayrı olsun.
Bütüne faydalı hayaller daha da çabuk kabul olabilir. İnsanı yaşatan, insana canlılık veren, hedefleridir. İzleyeceği bir yolu, gayesi olmayan ölü gibidir. Kısacası yaşamı aktifleştiren, yeşerten hedeflere ihtiyaç vardır. Yeter ki ne isteyeceğimizi bilelim. Nihai hedefimiz “O”! Hele çocuklar, o tertemiz halleri ile ne güzel hayal kuruculardır. Öğretmeni, çocuğa yeni bir ödev verdi. Konu olarak da “hayallerinizi ve hedeflerinizi yazın” dedi. Çocuk yedi-sekiz sayfalık çok geniş ve ayrıtılı bir gelecek hedefledi. İleride yaşayacağı evi, çiftliği metre karesine varıncaya kadar tüm mimari planlarıyla yazdı. Çiftliğin içine bir sürü at koydu. Oysaki bu çocuk çok fakir bir aileden geliyordu. Ödevi okuyan öğretmen; “Hayal bu, daha gerçekçi yazmalıydın” dedi. Düşük not almasına sebep olmaması için ona bir şans daha tanıdıysa da, çocuk babasının fikrini almak istedi. Babası; “Sen bilirsin oğlum, sen karar ver” dedi. Çocuk vazgeçmedi. “Düşük not ta verseniz bunlar benim hedeflerim” dedi. Aradan uzunca seneler geçti. Öğretmen emekli olmuştu. Birgün bir davetiye aldı. Zengin birisi onu çiftliğinde ağırlamak istiyordu. Bu ince davete icabet etti.
“Kimin aşka meyli yoksa, o kanatsız bir kuş gibidir.Vah ona!” Hz. MEVLANA
Çiftlikte onu karşılayan geniş hayaller kuran talebesiydi. Çok büyümüş, koca bir çiftliğin sahibi olmuştu. Öğretmenine çiftliği gezdirdi. Çocuk vazgeçmemenin ve hedeflerine sıkı sıkı bağlı olmanın meyvelerini gösterdi emekli öğretmenine... Gözleri dolan ve pınarlarından gözyaşlarının akmasına mani olamayan yaşlı öğretmenin ağzından yavaşça dökülen şu kelimeler oldu: “Bağışla oğlum beni, kimbilir senin gibi kaç çocuğun hayallerini çaldım, bağışla!..” Hayallerimizi kurarken ne istediğimizi bilelim. Nihai hedefimizin “O” olduğunu ve isteklerimizi inşa edenin de “O”olduğunu unutmayalım. “Ey Ali duana hayali kat!” Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimbilir belki o zaman, hayallerimizin ötesi bile bize ikram olur!... Hayallerimizde hedefler bir ömürlük ve sonsuzluğa dair de olabilir.
BUHARADERGI.COM
25
GÜZEL GÖRMEK GÜZEL YAŞAMAK
Hayat, karanlıkla aydınlığın, acıyla tatlının, gözyaşıyla tebessümün, mutsuzluklarla mutluluğun bütünüdür. Önemli olan, seçme hakkımızı daima iyi kullanmak, güzeli, doğruyu, faydalıyı yaşatmaktır. Mümkün olanın en iyisini, en güzelini, en doğrusunu yapma azmi, içimizde sürekli canlı kalmalıdır. Hedeflerimize tamamen ulaşamasak bile, gönlümüzde üzüntü yerine, vazifesini yapmış olmanın huzuru doğacaktır. Vehbi VAKKASOĞLU
26 BUHARA
A
kıl için yol birdir. Fakat bu bir olan yolu buluncaya kadar büyük çabalar gerekiyor. Her nesil, Amerika’yı yeniden keşfedercesine, el yordamıyla doğruları bulmaya çalışıyor. Oysaki hayatın doğruları şimdiye kadar milyonlarca kere yaşanmıştır. Hele de bizim inancımızla… İnsanlık dünyasının nice parlak yıldızı bizim inancımızı paylaşan insanlar arasından çıkmıştır. Bu dünyada nasıl yaşanacağını, nasıl üzüntüsüz olunacağını hayatlarıyla göstermişlerdir. Başta Peygamberimiz (sav) olmak üzere, bütün peygamberler, evliyalar, Allah dostları, bu güzel insanların ilk sırasında yer alanlardır. Bunlar, doğru aklı, doğruyu bulmakta kullanmışlar ve bizlere de yaşanmaya değer hayatı göstermişlerdir. O güzel insanların karşılarına çıkan kötüler de olmuş… Fakat bunlar, hem kötülüklerle tadı kaçırılmış bir ömür sürmüşler, hem de unutulup gitmişlerdir. Unutulmayanlar da, daima nefretle anılmışlardır. Güzel insan olmak… Bütün mesele bu… Güzel insan olabilmek için de güzelliği önce kendi içinde bulmak gerekir. Güzellik nasıl bulunur? Nasıl yansıtılır? Çirkinlik ve üzüntü nasıl yenilir? Güzelliği bulmak ve güzel güzel yaşamak, her şeyden önce hayata bakış açımızı düzeltmemizi gerektiriyor. Hayata nasıl bakacağız? Olayları nasıl değerlendireceğiz? İnsan olarak, bizim bu dünyadaki öncelikli görevlerimiz nelerdir? Ve en önemlisi, hangi özellik ve alışkanlıklarla kendimizi sıradan ve basit yaratık olmaktan kurtarabiliriz? Sıradan ve basit yaratık olmak… Daha da kötüsü, çevresini rahatsız eden, üzen bir dert küpü olmak… Sayısız arzu ve isteklerle dolu bir iç dünyanız olacak… İmkânınız az, gücünüz sınırlı bulunacak… Ve siz üzüntüsüz yaşamayı başarabileceksiniz…
açımızı değiştirmek bile yeterlidir. Olayları, insanları, yorumlama biçimimiz hayatımızın tadını tuzunu ya sağlayacak, ya da kaçıracaktır… Bakış açısına göre insan, acıdan bile tat alabilir… Tatlıdan dahi haz duymayabilir. Üzüntülere pabuç bırakmamak için elbette birçok etkili tedbir vardır. Önce bunları bilmeli, sonra da hemen uygulamaya koymalıdır. Aynı şartlarda yaşayan birçok insan, üzüntü düzeyi bakımından çok değişik durumda bulunuyor. Biri hayatı çekilmez bulurken, diğeri, fevkalade mutlu olduğunu söyleyebiliyor.
İyimser insanlar “güzel görür, güzel düşünür”, dolayısıyla da“hayatlarından lezzet alırlar”. Her zaman tatlıya ulaşamayabiliriz. Öyleyse, acılardan tat almayı da bilmeliyiz. Bazı insanlar nasıl damak zevki için, çok acılı yemekler, hatta çiğköfteler yiyorlarsa, ruhumuzun acılarından da değişik lezzetler çıkarmayı bilmeli değil miyiz? Karanlığın da hayatımızdaki yerini kabul etmeliyiz. Çünkü her şey zıddıyla bilinir. Karanlık olmasaydı aydınlığın kıymetini hakkıyla anlayamazdık. Acılarla da tatlıların değeri ortaya çıkar. Çirkin güzelliğin idrakini sağlar. Ağlamak olmasaydı, gülmek, güzelliğinden çok şey yitirirdi. Hayat, karanlıkla aydınlığın, acıyla tatlının, gözyaşıyla tebessümün, mutsuzluklarla mutluluğun bütünüdür. Önemli olan, seçme hakkımızı daima iyi kullanmak, güzeli, doğruyu, faydalıyı yaşatmaktır. Mümkün olanın en iyisini, en güzelini, en doğrusunu yapma azmi, içimizde sürekli canlı kalmalıdır. Hedeflerimize tamamen ulaşamasak bile, gönlümüzde üzüntü yerine, vazifesini yapmış olmanın huzuru doğacaktır.
Bu mümkün mü? Bir denenme ve sınanma dünyasındayız. Elbette bir yığın dert var önümüzde. Bütün bunlara rağmen, hayatı yaşanabilir kılmak ve daha da öteleri kazanabilmek için kullanmak mecburiyetindeyiz. Üzüntüyü azaltabilmek için, sadece bakış
BUHARADERGI.COM
27
ÖLÜM VE MAHİYETİ “İnsanlar uyuyorlar, ölünce uyanırlar.”(H.şerif) “İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür ve nasıl ölürse öyle haşr olunur.” (H.Şerif)
Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ
İ
nsan, ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır. Ruhu ile yukarı âleme, bedeniyle aşağı âleme bağlıdır. Ruh İlâhî, beden ise maddîdir. Beden topraktan gelir, yine toprağa gider. “Sizi ondan (topraktan) yarattık, oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız.” (Taha, 20/55) İnsan, hayvanlarda olan candan ayrı ve bambaşka bir cana/ruha sahiptir. Bu ruhun madeni, menbaı İlâhî’dir. Yüce Allah buyurur: “Ben ona ruhumdan üfledim” (Hicr, 15/29; Sad,
28 BUHARA
38/72; Secde, 32/9) Yani Allah Teâlâ insana kendi ruhundan bir nefha/üfürük vermiştir. Sûfîler: “Ruh, O’ndan geldi O’na dönüp gider” derler. Ruh, O’ndan tertemiz ve pak olarak gelmiştir. O’na dönmesi için de yine bu nitelikte olması lazımdır. Bu nitelikte olmayan kirli ruhlar temizlenme işlemine tabi tutulur. Cehennem ateşi ise en iyi, en etkili temizleme vasıtasıdır. Ölülerden haber alınır mı? Ruh bedenden ayrıldıktan sonra bir daha ondan haber alınır mı? Onunla irtibat kurulur mu?
Bunun cevabı şu hadis i şerifte mevcuttur: Allah Rasûlü, Bedir’de öldürülen putperestlerin bulunduğu yere gider ve: “Ey falan, Ey filan! Allah’ın size vaad ettiği doğru çıktı mı? Allah’ın bana vaad ettiği şeyin doğru çıktığını gördünüz, değil mi? Allah’a size hezimet, hüsran, bana galibiyet ve zafer vaad etmişti. İkisi de doğru çıktı değil mi?’ Hz. Ömer sorar: ‘Ya Rasûlallah! Ruhsuz bedenlere nasıl böyle hitap ediyorsun? Onlar bundan ne anlarlar?’ Cevaben: ‘Söylediklerimi onlar sizden daha iyi duyarlar. Ancak cevap veremezler’ (Buhârî, Megazî, 8, Cenâiz, 87; Müslim, el-Cennet, 76,77; Nesaî, Cenâiz, 117) buyurur. Hz. Peygamber Mirac’ta birçok peygamberin ruhu ile görüşmüş, konuşmuş, cennette ve cehennemde olanları da görmüştü. Demek ki, İslâm itikadına göre insan bedensel olarak değil, ama ruhsal olarak yaşamayı ve varlığını sürdürür. Bazı kimseler rüya yoluyla bunlardan bazılarının bazı hallerini bilebilir. Çünkü rüya, nübüvvetin kırk altı parçasından bir parçadır. (İhyâ, IV, 491) Şiddetli ağrılar içinde kıvranan bir hasta, düşkün ve bakacak kimsesi olmayan bir kişi: “Allah’ım! Bana yaşamak hayırlı ise hayat ver, ölüm hayırlı ise canımı al” (Müslim, Zikr, 10) diye dua edebilir. Can çekişmek, ruh teslim etmek, ölüm sarhoşluğu (sekerâtu’l-mevt) zordur. Mü’min bunu Allah’tan bilir ve sabreder. Eğer bu elem ve ıstıraba sabrederse günahları silinir. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 13) Can çekişen ve muhtazar denilen mü’min Allah hakkında hüsnü zan besler, Hakk Teâlâ’nın kendisini affedeceğini ve lütufta bulunacağını umar. Hz. Peygamber son nefesini böyle vermeyi tavsiye etmiştir. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 13) İhtizar halinde bulunan (son nefesini vermek üzere olan) kişi kelime-i tevhid getirir veya bunu zihninden geçirir ya da yanında bulunanlar hafifçe kelime-i tevhid getirir, o dinler. Yanında bulunanlar ona dua ederler, dua edilince melekler âmin, derler. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 14) Ölüm haberini alan bir mü’min “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn / Biz O’na aidiz ve O’na dönüyoruz” der ve teslimiyet gösterir. Hakk Teâlâ, verdiği canı dilediği zaman ve dilediği şekilde geri alır. Mü’min buna rıza ve teslimiyet gösterir. Üzülür, gözyaşı döker, ama Allah’ın rızasına aykırı düşen bir söz söylemez, bir şey yapmaz ve yakınmaz. Allah Rasûlü, oğlu İbrahim vefat edince gözleri yaşarmış ve “Bizden ayrıldığın için hüzünlüyüz ey İbrahim” demiş,“Sen de mi
ağlıyorsun” diyenlere: “Gönlümüz mahzun, gözümüz yaşlıdır ama Allah’ın rızasına uymayan bir söz söylemez, bir iş yapmayız” (Buhârî, Cenâiz, 43; Müslim, Fedâil, 62; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 42) buyurmuştur. Üzülmek, hüzünlenmek, ağlamak ve gözyaşı dökmek İlâhî rızaya ve teslimiyet göstermeye aykırı değildir. Can verme anında bazı kimselerin yüzünde bir tebessüm hali görülür. Bu bir merak konusu olur. Ölümü arzu edilir kılan dayanılması güç ağrılar ve acılar olduğu gibi bazen onu çekici kılan öbür âlemdeki dostlara kavuşma özlemi de olabilir. Kutsi bir hadiste “Kullarım için gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insanın hayal bile edemediği neler neler hazırladım!” (Buhârî, Tevhid, 35; Müslim, İmân, 312, Cennet, 35) buyrulur. Kur’ân’da ise: “Yaptıklarına karşılık olmak üzere ne mutluluk saklandığını kimse bilemez.” (Secde, 32/17) ayeti dikkat çeker Son nefesini veren bazı sâlih ve takva sahibi kimseler yüce Allah’ın vaat ettiği ödüllerin belirdiğini görünce sevinir ve bu hal yüzlerinde bir gülümseme şeklinde yansır. İşte bundan dolayı o anı ve o hali bir Allah, bir de onu yaşayan bilir. Ölümü hatırlamak İslâm’da ölümü hatırlamak, ölüm sonrasına hazırlanmak, kendine çeki düzen vermek bakımından özendirilmiştir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.s): “Kabir ziyareti katı kalpleri yumuşatır, yufkalaştırır” buyurmuştur. Yine O (a.s): “Vâiz olarak sana ölüm yeter” (Tirmizî, Kıyâmet, 24; Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, II, 112) buyurur. Hz. Ömer’in bu ibareyi yüzüğüne yazdırdığı, ölümü hatırlamak için sık sık ona baktığı rivayet edilir. Geride kalanların ölene karşı görevleri Cennet bizimdir ve Allah bizim dostumuzdur diyen kimsenin ölümden korkmaması ve kaçmaması lazımdır. Çünkü ölüm demek cennetin kapısının açılması ve dostun dosta kavuşması demektir. Cenneti ve İlâhî cemali temaşa etmek isteyen ölümü temennî eder. Sûfî ve evliyânın ölümü dört gözle beklemelerinin, ölümü cana minnet bilmelerinin sebebi budur. Efendimizin: “Ölümü temennî etmeyiniz” sözü, tabii bir ölüm veya cihad gibi bir durum yokken ölümü temennî etmeyin, hayatta iken çalışın, ibadet edin, kulluk edin, hayır-hasenat yapın, böylece ahiretteki mevkiinizi yükseltin, anlamına gelir. Dost dosta gider. Allah mü’minlerin dostudur, mü’minler de Allah’ın… Ölümle dost dosta
BUHARADERGI.COM
29
kavuşur. Habibullah, yani Allah sevgilisi (a.s) vefat ederken son sözü şu oldu: “Refik-i A‘lâ/En yüce Dost’a!” (İbn Hişam, Siyer, IV, 1069; Buhârî, Rikâk, 42; Müslim, Selâm, 46). Hakk Teâlâ, Habib-i Ekrem’e sormuş: “Dünya hayatını mı yoksa Dostun katında olmayı mı tercih ediyorsun? Seni muhayyer bıraktım, tercihini yap!” İşte o zaman Habib-i Kibriya: “En yüce Dostum’a!” demiş ve son nefesini vermişti. Hz. Peygamberin yoldaşları ve can arkadaşları olan sahabeler Mekke’de puta tapanların işkenceleriyle şehit olurken, Medine döneminde cihada ve gazaya seve seve koşarken işte bu anlayışa sahip idiler. Hz. Bilal can çekişirken eşi ‘ah vah’ etmeye başladı. Hz. Bilal dedi ki: “Oh! Ne hoş şey! Yarın dostlarım Muhammed (a.s) ve arkadaşlarına kavuşacağım!” (Kuşeyrî, Risâle, 591) Can vermekte olan Cüneyd Bağdadi’ye: “Allah’ı hatırla ve kelime-i tevhid getir” dediklerinde dedi ki: “O’nu unutmadım ki hatırlayayım!” Kimi üzülerek, kimi ağlayarak, kimi gülümseyerek, kimi sevinerek son nefesini verir. Kuşeyrî ve Gazalî bu konuda şunu söylerler: “Mü’minlerin ve evliyânın ölüm halinde farklı tepkiler göstermeleri hallerinin değişik olmasındandır. Can verirken kiminin üzerinde galip olan hal cehennem korkusu, kimininki cennete girme ümidi, kimininki sevgi, kimininki özlemdir. Bunlardan her biri etkisi altındaki hislere göre konuşur ve hepsi de doğrudur.” (Risâle, 589; İhyâ, IV, 468) Veliler ölüm döşeğinde iken bile şeriatın ahkâmına titizlikle uyarlar. Şibli can çekişirken: “Birinin üzerimde bir akçe hakkı kalmıştı. Şu anda gönlümdeki en büyük dert bu” demişti. Müslüman kul hakkına bu kadar önem verir ve üzerinde kul hakkı varken ölmek istemez. Onun için mü’min, mü’minle sık sık helalleşir, helallik diler, cenazenin karşısında saf tutan Müslümanlara, “Âhiretle müteallik hakkınızı helal ediniz” dendiğinde, “Helal ettik” derler ve mevtayı aklarlar. Ölüm esnasında yaşanan olağanüstü haller Ölüm esnasında bir takım olağanüstü haller de görülür: Ebû Tûrab Nahşebî çölde ayakta ölmüş, bir süre sonra bile Ebû İmran İstahrî onun naaşının çölde ayakta durmakta olduğunu görmüştü. Öleceğini önceden hissedip hazırlık yapan sûfîler vardır. Ebû Yakub Nehrecarî anlatıyor:
30 BUHARA
“Mekke’de iken elinde bir akçe bulunan bir fakir geldi. ‘Yarın öleceğim şu parayı al, yarısıyla mezar, diğer yarısıyla kefen hazırla’ dedi. Ertesi gün geldi, Kâbe’yi tavaf etti. Sonra gidip bir yere yattı ve can verdi.” Ölüm ve sonrası Diri ölüler var, ölü diriler var. Bazıları öldükten sonra da yaşar, diğer bazıları yaşarken ölüdür. Tembel, avare, işsiz güçsüz, ibadetsiz ve inançsız kişiler sağdırlar ama ölü sayılırlar. Hak erenler ise öldükten sonra bile yaşarlar. Ölmek ama yaşamak, sonsuzca yaşamak, ölümsüzlüğü yakalamak ve ölümsüzlüğün sırrına ermek insanların hep amacı olmuştur. İstediği de olacaktır. Ya cennette veya cehennemde… “Hâlidîne fîhâ ebedâ / Orada ebedi olarak kalacaklar.” (Mâide, 5/119) Hızır destanı insanın ebediyet arzusunu dile getirir. Âb-ı hayattan içip ölümsüzlüğün sırrına ermek nihaî gayedir. Kur’an, Allah yolunda şehit olanlar için: “Onlara ölüler demeyin, aslında onlar diridirler ama siz bunu hissetmiyorsunuz” (Bakara, 2/154; Âl-i İmrân, 3/169) diyor. Demek ki, öldükten sonra ayrı ve farklı bir hayat var. Onlar ölümsüzlük diyarında ebedi olarak yaşarlar. Bir hadiste şöyle buyrulur: “Allah’a hamd olsun ki sizden biriniz cennete girmeye vesile olan güzel işler yapar durur. Cennete girmesine bir arşın kalmışken kader etkisini gösterir, cehenneme gitmeye sebep olan kötü işler yapmaya başlar ve oraya gider. Diğer taraftan içinizden biri cehenneme girmeye sebep olan işler yapar, cehenneme girmesine bir arşın kalmış iken alın yazısı etkisini gösterir, cennete girmeye vesile olan işler yapar ve oraya girer.” (Müslim, Kader, 1) Bunun için kimse cenneti garantilemiş gibi bir güven duygusu içinde olmamalı, hiçbir günahkâr da cennete girmekten ümit kesmemelidir. Mutasavvıflara göre ölüm bayramdır
Mutasavvıflar ölümü: “Aşıkın ma‘şûkuna/Sevenin sevgilisine” kavuşması olarak değerlendirir, buna düğün, bayram derler. Buna göre ölüm olayı aslında sevinilecek bir şeydir. Çünkü dost, Dost’a kavuşmuştur.
Bu Hakk aşığının vefat ettiği gün genellikle bütün İslâm ülkelerindeki sûfîler tarafından “urs” (zifaf) diye adlandırılır ve her sene kutlanır. Sûfîlere göre, dünya zindandır. Vefat eden bu zindandan kurtulmuştur. Bir hadiste: “Dünya, mü’min için zindan, kâfir için cennettir” (Müslim, Zühd, 1; Tirmizî, Zühd, 16; İbn Mace, Zühd, 3) buyrulur. Dünya bir kafes, ruh da içinde kuştur. Ölen ruh kafesten çıkmış, özgürlüğüne kavuşmuş ve ebediyet semasına uçmuştur. Ruh bedende tutsaktır, ölümle hürriyetine kavuşur. Ruhun esas mekânı ruhlar âlemi ve bezmi elesttir. Asli vatanından bu dünyaya geçici olarak gelmiştir ve esas vatanın özlemi içindedir, burada gariptir, ait olduğu diyarın hasretini çekmektedir.
Serrac şunu anlatır: “Bir hastayı ziyaret eden Zünnûn: ‘Dostunun darbelerine sabretmeyen, onu sevme iddiasında sadık değildir’ der. Hasta bu ifadeyi şu şekilde düzeltir: ‘Darbelerinden haz almayan kimse, Dostu’nu sevme iddiasında sadık değildir.’ (Luma, 271) Kazaya razı olmak ve şikâyeti olmamak tasavvufta esastır. Hatim el-Asamm der ki: “Şu beş konu dışında acele etmek şeytandandır: Misafire yemek çıkarmada, ölüyü gömmede, bekârı evlendirmede, süresi dolan borcu ödemede ve tevbede acele ediniz.” (Sülemî, 93) Cüneyd Bağdadi tasavvufu şöyle tarif etmişti: “Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diri kılmasıdır.” (Risâle, 551) Yani Hakk (c.c) seni senden alır, kendisiyle yaşatır. Diğer bir deyişle artık sen canının istediğini yapmaz, kendi iradene göre değil, Hakk’ın iradesine göre hareket edersin. Nefsin arzu ve isteklerine egemen olmaya, Hakk’ın emir ve iradesine göre davranmaya sûfîler “nefsin ölümü” derler. Aslında ne nefs ölmüş, ne de nefsanî arzular yok olmuştur. Nefs itaat altına alınmış, arzularına gem vurulmuştur. Bu amaca ulaşmak için az yemek, az konuşmak, az uyumak, yalnızlığı tercih etmek, çok zikir ve fikir önemli ve etkilidir. Daha sonra bu husus “ölmeden evvel ölmek” şeklinde formüle edilmiştir.
aile ve toplum hayatıyla ilgili sorumluluğu unutup işsiz güçsüz, tembel ve avare bir şekilde vakit geçirme olarak algılarlar. Bunlar Allah’ın insanı yaratmasındaki hikmeti bilmezler. Rüyada ölüleri görmek ve onlarla konuşmak Rüyada ölüleri görmek ve onlarla konuşmak İslâm kültüründe önemlidir. Rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır. Rasûlullâh (sav): “Rüyada beni gören gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime giremez” (Buhârî, Ta‘bir, 1, Müslim, Rüya) buyurmuştur. El-Kettânî, rüyada Cüneyd-i Bağdadi’yi görür ve sorar: “Allah sana nasıl muamele yaptı?” “O işaretler, o ifadeler uçup gitti. Yalnızca gece kalkıp kıldığımız iki rekât namazın faydasını gördüm.” (İhyâ, 4/492) Sûfîler uyanık iken/yakaza halinde de bazen bazı ölülerin o âlemdeki hallerini keşf yoluyla bilirler. Ebû Cabir şehit düşünce Hz. Peygamber: “Allah Teâlâ, arada bir perde olmadan onu huzuruna alıp yanında yer verdi” demişti. Gazalî bu olaya temas ettikten sonra: “Bunu bilme bir nebilere, bir de onlara yakın bir derecede bulunan velilere özgüdür” der. (İhyâ, IV, 488) Acıyı sürdürmek, yaşatmak, tazelemek ve canlı tutmak İslâm’da yoktur. Bunun Hz. Peygamber vefat eden en yakınlarının bile ölüm yıldönümünü, onları anma vesilesi olarak düşünmemiş, kendisi vefat edince yakınları ve sahabe, O’nun bu konudaki âdetini sürdürmüşlerdir. Peygamberimiz buyurur: “İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür ve nasıl ölürse öyle haşr olunur.” “İnsanlar uyuyorlar, ölünce uyanırlar.” İyi ve güzel bir hal üzere son nefesini verenler iyi ve güzel bir tarzda yaşayanlardır. Âhirette iyi hal üzere olanlar da iyi hal üzere ölenlerdir. Dünyada dürüst olarak yaşayanlara rahmeti bol ve merhameti sonsuz olan Hak Teâlâ hüsnü hâtime nasip eder.
Bazı kimseler ölmeden evvel ölmeyi sürekli olarak köşesine çekilip dünyadan el etek çekme,
BUHARADERGI.COM
31
DUA
KADERİ DEĞİŞTİRİR Mİ?
Bir anın içindeki uzun serüvenli uzay-zamandaki insanın geleceğinde duasının büyük rolü vardır. Allah’ın ezeliyetten bildiği, sizin yarın, ötekinin bin yıl sonra ne isteyeceğidir. Bu açıdan duanın kaderi değiştirmesi değil, duanın ilahi kabul üzerinden kaderi biçimlendirmesi demek anlamlıdır. Peygamberimiz (asm) duanın geçmişe ve geleceğe etkileri olduğunu söylerken bu anlamı ifade etmiştir. Geçmişteki günahlarınızın affedilmesine, bu yolla da kötü geçmişin yol açacağı gelecekteki musibetlerin temizlenmesine vesile olması yani. Dr. Muhammed BOZDAĞ *
K
ader Allah’ın bilgisidir, ezelidir, zaman ve mekân dışıdır. Kader bilgisi evren doğmadan da, kıyamette de sonsuzlukta da aynen var olacak. Kaderden kastımız, evrenin yaradılışından cennet cehennem yolculuğuna
32 BUHARA
kadar tüm zaman-mekân akışını içeren olacaklar bilgisidir. Kaderi anlamadan bu soru sorulamaz. Kader, yani Allah’ın bilgisi değişmez. Allah sonradan düşünmemiş, sonradan algılamamış, sonradan
Kader Allah’ın olacaklara dair bilgisidir, ama bu olacaklar serüveni kuralsız, ilkesiz, şartsız seçilmemiştir. Bunlara kaderi, yani nihai ilahi seçimi-iradeyi biçimlendiren ilahi ilkeler diyelim… Peygamberimiz (asm) ve Kuran bunları açıklıyor. Şükürsüz fakirleşir, anne-babaya isyan edenin bereketi, ömrü azalır vs. İlahi ilkeler açısından, geçmişte yaptıklarımız, gelecekte başımıza gelmesi gereken bir dizi alternatifler oluşturur. Biz bugünü değiştirdikçe gelecekteki alternatifleri de bize emrettiği ilkelerine göre Allah değiştirir.
öğrenmemiştir. Tüm sonradanlıklar eksiklikten doğar ki, Allah’ın bilgisi, kudreti, iradesi mutlaktır. Allah’ın zamansız-mekânsız zatı için öncelik, sonralık imkânsızdır. Allah sadece tecellisiyle önceden ve sonradandır, zatıyla değil. Zatının önceliği sonralığı imkânsız olanın
bilgisinin önceliği sonralığı da imkânsızdır. Böyle düşününce, yeni bir soru geliyor. Kader bilgisi değişmeyecekse, geleceğim de değişmeyeceğine göre neden çalışayım veya benim suçum ne? Bu soru da bir mantık oyunudur.
BUHARADERGI.COM
33
Ne değişmeyecek? Siz Allah’ın bilgisini mi biliyorsunuz? Yani kötü bir gelecek yaşayacağınızı biliyor da bunu mu değiştiremeyeceğinizi varsayıyorsunuz? Bilmediğinizbilemeyeceğiniz bir geleceği değiştirmekten nasıl söz edebilirsiniz? Tamam da, Allah önceden biliyor ya, belli ya… O hayalen ve mantıken bildiğimiz belli olan şey…
Dua geleceğimizi değiştirir. Geleceğin değişmesi kader bilgisinin değişmesi anlamına gelmez. Zira kader-geçmişgelecek değildir; zaman-mekân üstü ezeli bilgidir. Dua ederek veya tutum değiştirerek gelecekteki belirlenmiş tehlikeden korunmuşsak, bu da kaderde mevcuttur.
Bu sözde de sorun var: Allah’ın bir şeyi önceden bilmesinden söz edilemez; çünkü O evvel-ahir, zahir-batın olarak tecellisiyle tüm âlemi kuşatan, zatıyla zaman-mekân dışı bir varlıktır. O ne önceden bilir, ne de sonradan, o uzay-zamanın dışından bilir. Sorunumuz, uzay-zamana kilitli mantığımızın bu durumu anlayamaması, ısrarla Allah’ı zamanın içine çekip önceye, sonraya kaydırmaya çalışmasıdır. Balık suyu anlamaz, evrenin sadece varlığına tanıklık eden, yokluğunu ancak küçük yok oluşlarla kıyaslayarak ve hayalen tahmin edebilir. Mantığın anlamadığı bu durumu açıklamak için küçük bir ışık sunacağım –ki detaylı tartışmasını Sonsuzluk Yolculuğu kitabımda yaptım: Allah öyle bir kudrettir ki, O bir şey irade ederse, sa-dece “ol der ve hemen olur.” Bu açıdan aslında tüm evreni irade etmiş, evren de olmuştur. Hem de tüm evren ve birden ve zamansızlığın içe-risinde yaşanan zaman formunda… Bu ol deyip olması, Allah’ın varlığına göredir; bize göre ise “o bir anda olan” hala olup gidiyor, çünkü aslı bir an olan şey dev bir uzay-zaman akışıdır. Bunu da anlatabilmek için küçük bir mantık paylaşacağım: Allah öyle bir kudrettir ki, zamansızlık içinde bir anın uzayzamanını yaratır ve o bir anlık uzay-zamanın içerisine milyarlarca yıl sığdırır; o yılların bir köşesine de farklı uzayzamanlar yerleştirir. Nihai balonun zamanı bir an, içindeki ise milyarlarca yıldır. Bir anlık dış balon söndüğünde, içinde aynı anda milyarlarca yıl yaşamış balon da ömrünü tamamlamış, onunla birlikte sönmüştür. Zaman sanıldığı gibi evren ötesi bir sabite dayandırılabilecek bir ölçü değildir. Bir evren düzeyindeki göz açıp kapama süresinde, öteki evrende binlerce yıl yaşanabilir. Bu farklılığa yol açan, mekânın en derindeki tekrarlanmadeğişim hızıdır. Zaman algısı da, zaten olay kesitlerinin bilinçte algılanma yoğunluğuna göre oluşur. Bu evrende zamanı belirleyen, maddeyi oluşturan ışığın hızıdır ve bu hız değiştiğinde bilimsel zamanlar değişir; farkındalık değiştiğinde de algılanan zamanlar değişir. Mekân yoksa zaman da yok olur. Mekânsız bir varlığın bir saniyesinden söz edilemez. Ruhu anladıkça, farklı zamanların tek bir bi-lincin şimdi zamanında nasıl toplanabildiğini daha net hissedebiliyoruz. Ruh sayesinde insan asırlar öncesinin gerçeğini asırlar sonrasının hayaliyle, şu andaki mekândaki verileri, dünyanın pek çok mekânındaki verileriyle tek bir
34 BUHARA
idrakte birleştirebiliyor. Hepsini şu andaki bilinçte yaşayabiliyor. Ruh madde zindanında hapsolduğu halde geçmiş geleceği bu kadar yaklaştırabiliyorsa, bir de mutlak bağımsızlığını hayal edin. Bu kadarcık bilgi yetmeyecek biliyorum.. Belirttiğim kitaba başvurabilirsiniz. Şunu söyleyeceğim bu bağlamda: Kaderin bu muhteşem derinliğini anlamadan kaderden söz etmek, kaderle ilgili tartışmalar yapmak insanı mantıklı ve ikna edici bir sonuca ulaştırmaz. Dönelim soruya… İşte bir anın içindeki bu uzun serüvenli uzay-zamandaki insanın geleceğinde duasının büyük rolü vardır. Allah’ın ezeliyetten bildiği, sizin yarın, ötekinin bin yıl sonra ne isteyeceğidir. Bu açıdan duanın kaderi değiştirmesi değil, duanın ilahi kabul üzerinden kaderi biçimlendirmesi demek anlamlıdır. Peygamberimiz (asm) duanın geçmişe ve geleceğe etkileri olduğunu söylerken bu anlamı ifade etmiştir. Geçmişteki günahlarınızın affedilmesine, bu yolla da kötü geçmişin yol açacağı gelecekteki musibetlerin temizlenmesine vesile olması yani. Buradaki değişme de, bu aşaması itibariyle ezeli kader değildir. Şu kast ediliyor: Kader Allah’ın olacaklara dair bilgisidir, ama bu olacaklar serüveni kuralsız, ilkesiz, şartsız seçilmemiştir. Bunlara kaderi, yani nihai ilahi seçimi-iradeyi biçimlendiren ilahi ilkeler diyelim… Peygamberimiz (asm) ve Kuran bunları açıklıyor.. Şükürsüz fakirleşir, anne-babaya isyan edenin bereketi, ömrü azalır vs. İlahi ilkeler açısından, geçmişte yaptıklarımız, gelecekte başımıza gelmesi gereken bir dizi alternatifler oluşturur. Biz bugünü değiştirdikçe gelecekteki alternatifleri de bize emrettiği ilkelerine göre Allah değiştirir. Her insan geçmişinden etkilenen alternatiflerle dolu bir gelecek bilgisiyle yaşamayı sürdürüyor. Adam zinaya dört nala gidiyor. Bir ay sonra düşecek ve o gün de bir kazada ölecek diyelim. Yaptıkları ilahi ilkelere vurulunca, geçmişi yüzünden bu geleceğe layık olmuş. Bu aşamadaki bilgi yazılıdır, akış düzeni açısından kayıtlarda mevcuttur. Bunları ilahi izinle rüyalarda vs görmek mümkündür. Muhtemeldir ki melekler de bu aşamadaki bilgiye muttalidir. Ancak bunlar yazılıp silinir, değişir, yenilenir. Aynı kişi, bugün çok içten tevbe etti, işte bunu yapacağını, nurani genişlikle de olsa zamanın içinde yaşayan melekler bilemez, bugün veya şu an insanın iradesiyle ne yapacağını sadece
mutlak zatıyla mahlûk âlemin ötesinde olan Allah bilebilir. Kuantum fiziği açısından, zamanın içindeki bir varlığın bir saniye sonrasını tahmin dışında bir yolla bilmesi imkânsızdır. Dolaysıyla kişinin başına şunların bunların geleceği, yazılarda belli olsa da, onlar geldiğinde ne yapmayı seçeceğini zatıyla zaman-mekân dışı olan Allah’tan başkası bilemez. Nihayet tevbesi kabul edildi ise, gelecekte layık olduğu o yazılı durum ortadan kalkar, ilkeler açısından önünde yeni alternatifler konumlanır; adeta geleceği yeniden yazılır. Kader dediğimiz nihai, ezeli bilgi ise bu sürecin tamamını kapsar. Başına gelmeye hazırlananları da, onlardan değişecek olanları da.. Dua edeceğini de, tevbe edeceğini de vs.. Allah ezeliyetten bilir. Sonuç olarak kader yani Allah’ın bilgisi değişemez, çünkü sınırsızdır; çünkü zamanmekân türünden değildir; zaman-mekânda olan olmayan, olacak olmayacak, değişecek değişmeyecek her şeyi kapsar. Şüphesiz bu sürecin her adımı insanın iradesine bağlanmamıştır. Yığınlarca olay insan iradesiyle ilgisiz gerçekleşir; hayata, ilahi izne bağlanan binlerce irade, zaman, mekân vs dâhil olur. Ancak, burada herkes kendi iradesini bilir. Zaten herkes de sadece kendi iradesiyle seçtiğinin şimdi veya gelecekteki doğrudan veya dolaylı sonuçlarından sorumludur. Belki bu yazı geçmişteki meraklarınızın kabulü nedeniyle karşınıza çıkarıldı. Ama şimdi bu cümleleri kesinlikle özgür iradenizle okudunuz. Neyi isteyerek, neyi istemeyerek yaşadığınızı, neye yaptıklarınızın, neye başka şeylerin yol açtığını kolaylıkla ayırt edebilirsiniz. Kaderi iyi anlamadan insan özgürlüğünü kader ekseninde mantığa vurmak her düşüneni doğru kavrayışa sürüklemeyecektir. Öyleyse doğru ifade şudur: Dua geleceğimizi değiştirir. Geleceğin değişmesi kader bilgisinin değişmesi anlamına gelmez. Zira kader=geçmiş-gelecek değildir; zaman-mekân üstü ezeli bilgidir. Dua ederek veya tutum değiştirerek gelecekteki belirlenmiş tehlikeden korunmuşsak, bu da kaderde mevcuttur.
* T.B.M.M.-Yaşam ve Denetim Hizmetleri Genel
Sekreter Yardımcısı
BUHARADERGI.COM
35
MÜZİK EĞİTİMİNDEKİ DİNİ MOTİFLER
Toplumlarda genellikle aynı inanca veya düşünce şekline sahip olan insanların bir araya gelerek – “müşterek” bir eylemi gerçekleştirmesi, birlik ve beraberlik ruhunun oluşmasına, gelişmesine ve hatta pekişmesine yol açmaktadır. Bu eğilimi pek çok boyutta örneklemek mümkündür. İslam ordularının mehter eşliğinde savaşlarda hep beraber tekbir getirmesi, protesto eylemlerinde insanların topluca slogan atmaları, milli bayramlarda milli duyguların canlı tutulması için okullarda ve törenlerde söylenen marşlar, dini bayramlarda, mabetlerde cemaatlerin topluca okuduğu ilahiler bu toplumsal eğilime örnek olarak gösterilebilir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v), sesinin güzel olması nedeniyle sahabeden Bilal-i Habeşî’ye ezanı okutmasının da bu yüzden olduğu düşünülmektedir.
İ
nsanoğlunun yaradılışından kaynaklanan “güzelliklere” duyduğu ihtiyaç ve meyli, yaşantısının her aşamasında pek çok değişik alana nüfuz ederek etkisini göstermektedir. Tarihi, coğrafi ve diğer kültürel dinamiklerin de etkisiyle insanoğlunun yeryüzünde bıraktığı pek çok “güzel” (ki görecelidir) izler mevcuttur. Şüphesiz “müzik kültürü” de bunlardan biridir. Yaygın olan kanaat, müziğin “ruhun gıdası” olduğu yönündedir. Her zaman “dinlendirici”, “eğlendirici” ve “hafif” bir anlam yüklenen müziğin göz ardı edilen boyutu ise, görünenden çok daha yakın ve çok daha güçlü bir etkiye sahip olmasıdır. Bu bağlamda, sosyal yaşantı üzerindeki derin etkisi ve kapsamı göz önünde bulundurulduğunda müziğin ruhun “gıdası” da , “zehiri” de olabileceğini söylemek mümkündür. Her gıda, her bünyeye iyi gelmez. Toplumlarda genellikle aynı inanca veya düşünce şekline sahip olan insanların bir araya gelerek –
36 BUHARA
Prof. Dr. Safa YEPREM “müşterek” bir eylemi gerçekleştirmesi, birlik ve beraberlik ruhunun oluşmasına, gelişmesine ve hatta pekişmesine yol açmaktadır. Bu eğilimi pek çok boyutta örneklemek mümkündür. İslam ordularının mehter eşliğinde savaşlarda hep beraber tekbir getirmesi, protesto eylemlerinde insanların topluca slogan atmaları, milli bayramlarda milli duyguların canlı tutulması için okullarda ve törenlerde söylenen marşlar, dini bayramlarda, mabetlerde cemaatlerin topluca okuduğu ilahiler bu toplumsal eğilime örnek olarak gösterilebilir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in, sesinin güzel olması nedeniyle sahabeden Bilal-i Habeşî’ye ezanı okutmasının da bu yüzden olduğu düşünülmektedir. Ancak ibadetlere bağlı müzikal uygulamaların temel çıkış noktası “müzik yapmak” olmadığı için, ön planda olan her zaman onun manası ve işlevi olmuş ve bu dengenin korunması ise tamamen icracının maharetine kalmıştır. Kaldı ki dini musiki sahası karakteri itibariyle ağır başlı ve ruhani bir yapıya sahiptir. Bu uygulamaları ta-
rihi, coğrafi ve sosyo-kültürel bağlamda pek çok boyutta ele almak gerekmektedir. Dolayısıyla müzikal unsurların nerede ve hangi amaçla kullanıldığının ve hatta neye yol açtığının sorgulanmasında yarar vardır. Buradaki can alıcı nokta, müziğin etkileyici gücünün, kitlelerle iletişim kurarken kullanılıyor olmasıdır. Dini musikiler bu bağlamda, mabetlerde ibadet ederken veya ibadetin dışında da icra ediliyor olması sebebiyle, toplum üzerinde “inançlar” düzeyinde birleştirici bir etki göstermektedir. Nitekim Hıristiyanlık tarihinde, dini birlik ve beraberlik duygularının güçlendirilmesi adına yapılan düzenlemelere müzikal uygulamaların da eklenmesi dikkat çekicidir. Batı müziği tarihinden bilineceği üzere Guido d’Arezzo tarafından yapılan çalışmalar sonunda kilise ezgileri aşağıda notaları belirtilen Katolik ilahisinin ilk heceleri olan ut, re, mi, fa, sol, la heceleri ile okunmaya başlamıştır. 12.yy’da “ut” hecesi “do” haline gelmiştir. Ancak halen Almanya ve bazı Avrupa ülkelerinde bu nota “ut” olarak kullanılmaktadır. Nota isimlerinin hali hazırda pek çok Avrupa ülkesi (İngiltere ve Almanya) ve Amerika okullarının farklı bir sistem tercih etmesine rağmen kilise kökenli referansların üzerine bina edilmesi müzik yaşantımızda ve dolayısıyla eğitimimizdeki en temel algı unsuru olan “notalar” bazında yerleşik hale dönüşmüş olan dini bir motif olarak algılanabilir. Bir diğer dini motif olarak programların içinde takip edilen yöntemden bahsedilebilir. Özellikle batı müziği eğilimli müzik okullarında okutulan “Müzik Tarihi” derslerinde, Polifonik Avrupa Müziğinin gelişim aşamaları son derece detaylı şekilde aktarılmaktadır. Ancak dünya tarihi nasıl sadece Avrupa tarihinden ibaret değilse müzik tarihi de sadece bunlardan ibaret değildir. Devlete bağlı orta ve yüksek dereceli müzik eğitimi kurumlarında uzun yıllar boyunca özellikle müzik tarihi sadece “batı” kaynaklı olarak anlatılmış, kendi kültürüne ait müzikal saha başta olmak üzere dünyada Avrupa dışındaki diğer kültürlere ait müzikal birikimler tamamen yok sayılmıştır veya son derece yüzeysel bir biçimde ele alınmıştır. Bu bağlamda müzik eğitimi program geliştirme çalışmalarında “kültürel olarak yakından uzağa doğru” bir stratejik planlama yapılması fikri genellenebilir. Ancak bu noktada “yakın” olanın tanımı ve sınırı konusunda ideolojik bir tercihle karşı karşıya kalmaktayız.
Dipnot Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
1
Camilerde ibadet esnasında kullanılan makamsal dokunun İslamiyet’in ilk dönemlerindeki uygulamaları ile yaygınlaşma süreciyle çeşitli coğrafi bölgelerdeki örf ve adetlerin etkisiyle çok daha farklı bir üslupla tınlaması meselesi… (Suudi Arabistan’da okunan ezan ile İstanbul’da okunanlar arasında farklar olması gibi.) 3 Detaylı bilgi için bkz. Paul Westermeyer, Te Deum The Church Music, Augsburg Fortress, USA, 1998,s.14, The New Encyclopedia Britannica - cilt IV,1979,USA s.725 (Gregorian Reform ve Gregor I maddesi); Matthias Rieger, Music before and after Solesmes (15.4.2012) http:// www.pudel.uni-bremen.de/pdf/Rieger96La1. pdf ; Ahmet Say, Müzik Tarihi, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2010, s.79-82; Mary Antonine Goodchild, Gregorian Chant for Church and School, Ginn and Company, USA, 1944, s.3 – (15.4.2012) http://www.musicasacra.com/pdf/goodchild.pdf ; Kilisede müziğin kullanım şekilleri ile pek çok değişik yaklaşım mevcuttur. Reform sonrası Katolik geleneğine göre çoğu dini melodi cemaatle birlikte söylenir. Protestan geleneğinde çoğu dini melodi farklı müzikal stillerin etkisiyle seslendiriliyor (AfroAmerikan stilinde olanlar dikkat çekici 18.yy’ın ortasından itibaren…) Ortodoks geleneğinde ise büyük ölçüde rahipler tarafından çanların eşliğinde seslendiriliyor. Ancak 20.yy’da kilise müziği oldukça popüler bir tarza büründüğünü söylemek mümkündür. Elizabeth M. Dowling, Encyclopedia of Religious and Spiritual Development, Sage Publications, USA, 2006, s.304; Dinler Tarihi Ansiklopedisi Cilt2, Gelişim Basım ve Yayım A.Ş., İstanbul, Yılı Bilinmiyor, s.340 4 Ahmet Say, Müzik Tarihi, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2010, s.79; Ut Queant Laxis Notaları için bkz. - (13.04.2012) http://www.catholicculture.org/culture/liturgicalyear/pictures/utqueantlaxis.jpg video kaydı için bkz. - (13.04.2012) http://www youtube.com/watch?v=E1AbgbtKIJ g&feature=youtube_gdata_player İlahinin sözlerini “İhtişamın izinde gidenler tarafından şarkılar ile anlatılan, Çöz kenetlenmiş dilleri, Al götür günahları bu günahkâr ağızdan, Yüce Johannes!” şeklinde çevirmek mümkündür. 2
BUHARADERGI.COM
37
İNANDIKLARIMIZ VE HİMMET Himmet Hz. Nuh’un kara ortasında gemiyi inşa etmesidir, Hz. İbrahim’in ateş karşısındaki imanıdır, Hz. Musa’nın ümmetiyle Kızıldeniz kıyısındaki halidir, Hz. Davud’un Calud karşısındaki cesaretidir, Hz. Süleyman’ın cinleri idaresi altına almasıdır, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (as) Sevr mağarasındaki metanetidir ve hatta Bedir gazvesindeki Sahabenin korkusuzluğudur. Davud Dinçer AYRAL
İ
nsanoğlunun Hz. Âdem’den (as) bu yana 7000-8000 yıllık bir dünya serüveni vardır. Bu zaman zarfında esasen vücut kimyası olarak pek çok yaratılandan daha zayıf ve naif olmasına rağmen mevcudu bu vakte kadar mütemadiyen ziyadeleşmiştir. Varlığımızın bu binlerce yıllık yaşamında son bir kaç yüzyılı, bilhassa miladi 20. yüzyılı çok farklı bir seyirde yol almıştır. Buna sebep olarak üç büyük tesirli olaydan bahsetmek gerekir: Bunlar sırasıyla Fransız, bilim ve sanayi devrimidir. Her üç devrim de sırasıyla yönetim biçimlerini, bilgiye ulaşım yollarını, kaynağını ve yaşam
38 BUHARA
tarzlarını; özgürlük adı altında, yenilik adı altında, modernizm adı altında hızlı bir tebeddülata maruz bırakmış, dünya hayatını ifsat etmiştir. Günümüz dünyasını anlamak isteyen bir kişinin bu üç devrimi iyi analiz etmesi ve arkasındaki amali siyasiyeyi irdelemesi elzemdir. Aksi takdirde sonuçları itibariyle kimi müspet düşüncelere dahi gark olabilir. Lakin bu hususta zararları yararlarından fazla olan şarap ve kumar hükmünde değerlendirilmeleri gerekir. Evet, insanoğlunun son birkaç yüzyılda düşünceleri ve algıları tedricen de olsa değişti. İnandıkları veyahut inandırıldıkları yeni bir yaşam tarzı kendilerine sunuldu. Maalesef Müs-
lümanlar da bu yeni düzenle olan savaşlarını kaybetti. Öyle ki şu vakit onlar da bu yeni sisteme en iyi şekilde entegre olmanın, parçası olmanın yollarını aramaktadır. Bununla birlikte günümüz dünyasındaki sistem, Müslümanın hem idare biçimi olarak hem de hukuksal olarak şer’i bağlamda hassasiyetlerini göz ardı etmiştir. Bundan mütevellit kişinin İslam hukukunun hüküm sürdüğü geçmiş devletlerde olduğu gibi asgari de olsa İslam’a uygun bir hayat sürdürebilmesi mümkün değildir. Bu hususta asla ve kat’a cami cemaati mensubu olmakta kâfi gelmeyecektir. Günümüzde aşikârdır ki, itikadının bozuk olduğunun dahi farkında olmayan yaşantılarını inançlarına uydurmuş bir güruh husule gelmiştir. Peki, inancımızı, itikadımızı bunca ifsat ve fitne ortamında nasıl muhafaza ederiz? Muhakkak ki empoze edilmeye çalışılan düşüncelerden inadına uzaklaşıp, Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak sarsılmaz bir imanın taşıyıcısı olarak bu savaşın galibi olmalıyız. Çünkü bu bir hak-batıl savaşıdır. Buna göre bugün her Müslümanın birinci derecede vazifesi elbette ki, kâmil bir mürşit arayıp onun yoluna intisap etmek olmalıdır. Bu kutlu yolun adı “yol” manasına gelen tarikattır, kâmil mürşidi (eğitici, irşat edici, yol göstericisi) ise Şeyh efendidir. Hedef cennete girmek değil, o cennetin sahibinin rızasını kazanmak suretiyle huzura çıkışı beklenenlerden olmaktır. Bu sebeple de rızaya nail olmuş dostların, kâmil mürşitlerin velilerin izinden, yolundan gidilmelidir. Bu yol, nefs i emmarenin (kötülüğü olanca gücüyle emreden nefsin) (Yusuf,53) terbiye edilmek suretiyle huzurullaha arınmış olarak çıkış eğitiminin sağlandığı manevi bir üniversitedir. Şunu da izah etmek gerekir ki, günümüz çerçevesinden bakıldığında bu yolun bir fürüat değil bilakis gereklilik icap ettiği anlaşılmalıdır. Çünkü Şeyh efendiler hoca efendilerin yerini almış, ilm-i ledün öğretmek bir yana “şeriatı ve kişinin imanını koruma vazifesi” ifa eder olmuşlardır. Bu hususiyetin farkında olanlar hem dâhili hem harici olarak tarikatları etkisizleştirmek ve itibarsızlaştırmak içün binbir türlü gayret içindedirler. Kısmen de olsa başarılı oldukları yadırganamaz. Öyle ki toplumdaki tarikat algısı maalesef olumsuza yakındır.
Bu müptezel kişiliklerin en vurucu olmaya çalıştığı nokta-i nazariye ise himmet konusudur. Dikkat edilirse birçok ilahiyatçı veyahut din adamı denilen 20.yy uydurması ünvan sahipleri çoğu zaman da Kuran-ı Kerim ayetlerini delil göstererek himmeti şirk olarak yorumlama gibi dalalete düşmektedirler. Burada Kuran-ı Kerim’in metodolojisini idrak edemedikleri ya da art niyetli oldukları apaçıktır. Gelin görün ki bu kişiler modern denilen dünyada teknolojinin her türlü alamet i farikasını kabul etmiş; görmedikleri, anlayamadıkları ve ilmine dahi vakıf olmadıkları bilaistisna herşeye inanmış faydalarını kabul ve tasdik etmiş lakin bunca garabet karşısında himmeti gayri islami olarak adlandırma cüreti göstermişlerdir. Heyhat bir kısım Müslümanlar da bunların menfi tesirleri etkisinde kalmıştır. Nitekim itikatlarının dahi bozulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Dua ve himmet Dua çoğu zaman kişinin kendi arzusu doğrultusunda Allah’tan (cc) talep etmesidir, en azından toplum algısı bu minvaldedir. Tarikata intisap eden müritler veyahut harici muhipler şeyh efendiden kimi zaman hususi bazı müşkilleri için dua isterler. Elbette bu haktır. Lakin çoğu zaman da şeyh efendiyi beyhude meşgul etmektir. Zaten müminin mümine yaptığı dua makbuldür. Mamafih sorun hal olmuş olur. Bu ahmakça hareketi adi bir vak a için başvekili rahatsız etmek misüllü izah edebiliriz.
Himmet, elbette duanın bir cüzü olmakla beraber duadan daha farklıdır. Himmetin asıl gayesi müridi kendi istediği yola değil, Allah’ın (cc) rızasının olduğu yola istikamet vermesidir. Elbet Allah (cc) iradesi harici değil. Bu hususta şeyh efendinin nazarı oldukça ehemmiyet arz eder. Bu nazar mukabilinde manevi tasarrufunu kullanır. Bunun dışında hususi bazı müşkillerde veyahut gerekli bazı yönlendirmeler de himmettir ki, bunu keramet olarak isimlendirebiliriz. BUHARADERGI.COM
39
Peki, manevi güç nereden gelir? Takdir Allah’ındır. Bunu kimse sorgulayamaz. Bununla beraber sırlar ekseriyetle Esma i Hüsna’da gizlidir. Her biri şifre hükmündedir. Gayrisi ise anlatılmaz yaşanır babdandır ki, bu da bizim belagatimizi aşar, Şeyh efendinin sohbetlerinde aramak mucibdir. Peki, bu hususun delili nedir? Delilleri günümüz ahir zaman hayatına dönüp baktığında yaşadıklarındır. Hülasa haddini bilmeyen insanın bilakis kendisidir.
Tarikat, nefs i emmarenin (kötülüğü olanca gücüyle emreden nefsin) (Yusuf,53) terbiye edilmek suretiyle huzurullaha arınmış olarak çıkış eğitiminin sağlandığı manevi bir üniversitedir. Şunu da izah etmek gerekir ki, günümüz çerçevesinden bakıldığında bu yolun bir fürüat değil bilakis gereklilik icap ettiği anlaşılmalıdır. Çünkü Şeyh efendiler hoca efendilerin yerini almış, ilm-i ledün öğretmek bir yana “şeriatı ve kişinin imanını koruma vazifesi” ifa eder olmuşlardır.
Hmmet nedir? Himmet, kelime manası itibariyle “yardım” demektir. Yardım farklı şekillerde olduğu gibi, kişinin tasarrufu dolayısıyla yardımı da gücü yettiği nispettedir. Himmet, duanın bir cüzü, Allah’ın (cc) bir ikramı, bir tasarruf yetkisidir. Amirin çalışanına verdiği yetki şeklinde teşbih edilebilir. Himmet aynı zamanda bir emanettir, ehline verilir, aynı İsm-i Azam gibidir. Himmet Hz. Nuh’un kara ortasında gemiyi inşa etmesidir, Hz. İbrahim’in ateş karşısındaki imanıdır, Hz. Musa’nın ümmetiyle Kızıldeniz kıyısındaki halidir, Hz. Davud’un Calud karşısındaki cesaretidir, Hz. Süleyman’ın cinleri idaresi altına almasıdır, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (as) Sevr mağarasındaki metanetidir ve hatta Bedir gazvesindeki Sahabenin korkusuzluğudur. Burada dikkate şayan bir husus daha vardır ki, bu husus himmet karşıtlarının gerçek yüzünü ifşa eder. Bu din âlimi kisvesi altındaki kişiler çoğu zaman Peygamber Efendimizin şefaat hakkına da itiraz eder, bu onların alametidir. Bunu da yine Kuran-ı Kerim’deki Fatiha Suresindeki “ancak Sana ibadet eder, Sen’den yardım dileriz” mealindeki bazı ayetleri alelusul yöntemlerle meal ederek desteklemeye çalışırlar. Peki, bu yukarıda mezkûr kişiler bu cesareti nereden alıyor? Gayri islami unsurları bir kenara bırakırsak bunların belki de en önemli dayanağı cahil bırakılmış İslam toplumudur. Maalesef hattı zatında Müslümanlar oldukça savunmasızdırlar. Buradaki kastımız silah gücü değildir elbet, bilhassa görsel ve işitsel medyanın iletişim araçlarıyla insanların her gün her vakit beyinleri yıkanmakta algıları değiştirilmektedir. Yedikleri temiz olmayan besinlerle de vücut kimyaları bozulmakta, bunların da tesiriyle maneviyatı kaybolmaktadır, dolayısıyla gayri İslami düşünce ve davranışlara açık ve toleranslı hale getirilmektedir. Elbette bu gidişata bir gün dur denilecektir. Nitekim galebe nöbetleşmesinde bu esastır. Lakin bu sürecin de sancılı olacağı açıktır. Dünya oldukça zor bir döneme gebedir. Bize bu sistemi dikte edenlerin gemisi karaya oturmuştur. Kaptan arayışları beyhudedir. Müslümanların ise her şeye rağmen ümit var olmaları sistemin onlara sunduğu her türlü imkâna dahi şüpheyle yaklaşmaları gerekir. İnşallah Mehdi’nin (as) müjdesi verilmiştir, yüzyıllardır beklenen o yeni asr ı saadet- altın çağ yakındır.
40 BUHARA
ÖLÜM UYKULARI Bizim imanımızın temeli tüm kalplerin Allah’ın elinde olduğu, tüm gücün ve kuvvetin tek sahibinin Allah olduğu değil mi? Allah dilerse her şey olur. “Ölmüş toprak da onlar için bir ayettir. Ki biz onu (yağmurla) canlandırdık ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyorlar.” (Yasin, 33) Her bahar bir mucize değil mi ki, ölmüş toprağın yeniden can bulması bize ümit vermiyor, yeisten kurtulmamıza yardım etmiyor? Rumeysa Hatice ULUDOĞAN
UYAN! “Baksana kim boynu bükük ağlayan. Hakkı hayatındır senin ey Müslüman, Kurtar artık o biçareyi Allah için. Artık ölüm uykularından uyan.” Mehmet Akif Ersoy
O
rtaçağda Avrupa cehaletten kavrulurken, İslam medeniyeti ilim ve uygarlıkta zirveyi yaşıyordu. Peki neden? Neden geçmişte medeniyet zirvesiyken
günümüzde Müslüman ülkeler açlık- fakirlik ve cehaletle anılır oldu? Fakat sonra ne oldu da bu muhteşem eser yıkıldı, tarihe karıştı gitti. Neden aynı ilerleme devam etmedi, neden yapılan yeni buluşlara bir yenisi daha katılmadı.
BUHARADERGI.COM
41
Neden, neden, neden? Elbette bu gerilemenin çeşitli sebepleri olmalıdır ve vardır da. Birçok âlim bu kısır ve kanlı döngü hakkında araştırmalar yapmış, nedenlerini incelemiş ve çeşitli faaliyetlerde bulunmuştur.
yazılıp çiziliyor da, “Biz Müslümanlar olarak neyi yanlış yapıyoruz?” sorusu bir türlü sorulmuyor. Oysa sorun da ortada, çözüm de; ama Müslümanlar bir yeis bataklığına saplanmış gidiyor.
Üstad Bediuzzaman Hazretleri o sebepleri tek tek saymış ve sonra da onlardan kurtulmanın çarelerini detaylı olarak izah etmiştir. Bediuzzaman Hazretleri'nin 35 yaşlarındayken (yaklaşık 1912-13) hacca gitmek için uğradığı Şam’da, Emeviyye camiinde verdiği meşhur bir hutbesi var, ismi Hutbe-i Şamiyye. Orada Said Nursi hazretleri İslam ümmetinin gelişmesini durduran ve hatta gerileten altı engelden bahseder. Bunlar: Yeis, Müslümanların toplum hayatında sıdk ve sadakatin değer yitirmiş olması, adavete muhabbet (sevgisizliğin, muhabbetin, hissizliğin yürekleri kuşatması), toplumu birbirine bağlayan manevi bağların bilinmemesi veya unutulması, istibdat (Kişinin kendi fikrinden başkasına itimat etmemesi. İdari makamlara geçen insanların hemen dayatmacı bir usul edinmesidir. Yeni fikirlere kapalı olmalarıdır) ve şahsi menfaatlere öncelik verilmesidir. (Fedakârlık ve îsârın, Mehmet Akif'in de deyişi ile “Adam aldırma da geç git!” zihniyeti içinde yok sayılması.)
Ümitsizlik hastalık mıdır? Şüphesiz evet ve bu hastalığa yakalananların kemale ermeleri mümkün değildir. Yalnız bu hususta dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: İnsan kendini eksik yetersiz görmelidir, nitekim öyledir de: “İnsan zayıf yaratıldı" (Nisa, 28) Ancak insanın kendisini yetersiz, eksik ve nâkıs görmesi onu ümitsizliğe değil, bilakis eksiklerini tamamlamak için daha ciddi bir gayrete sevk etmelidir.
Yeis nedir? Kavram olarak yeis, ümitsizlik, umudun kalmaması anlamındadır. ‘Yeis’, recanın (umut etmek) ve azmin zıddıdır. Son yüzyıllarda yaşanan talihsiz olaylar nedeniyle İslam yurtlarında ‘ümitsizlik’ hayat bulup dirilmiştir. Müslümanların dinden yavas yavas uzaklaşması, dava anlayışının yok olması ve şanlı tarihlerini unutmaları, onları hepten yeise sürüklemiştir. Oysa Hak Teâlâ buyurdu: “De ki: Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser?” (Hicri, 50). İslam’da yeise yer yoktur. Çünkü bir Müslüman hiç imkânı olmasa bile gayret ettiği maddi-manevi cihadında Allah’ın şu vaadini iyi bilir: “Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar.” (Muhammed,7) 21. yüzyılda ilginç bir korkuyla, kuşatılmış Müslümanlar, ailesini, evini, okulunu, işini özetle günlük meselelerini dert etmekten öteye geçemez hale geldiler. İslam âlemi dediğinizde ise yazılar, sohbetler, konuşmalar neredeyse hiç ama hiç ümit içermeyen, sızlanmalardan öteye gitmemektedir. ”Büyük güçler” ve “onların uzantıları” denilen hususlar üzerine saatlerce
42 BUHARA
Yeisin başlıca sebepleri Yeisin başlıca sebeplerinden birisi şüphesiz elde mevcut gücün olmamasıdır. Mevcut bir güce sahip olabilmek ise birlik olmaktan geçer. Günümüzde İslam âlemi maalesef tek bir vücut değildir. Hâlbuki “Birbirine karşı muhabbet ve merhamette müminler, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız, uykusuz kalıp, onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, Müslümanlar da birbirlerine yardıma koşmalıdır!” (Buhari)
İslam âlemi kolayı seçip, güçsüzlüğe ve acziyete teslim olmuştur. “Hadi” dediğinizde, aldığınız ilk cevap “olmaz ki” oluyor, “yapabiliriz” diyoruz, “izin vermezler ki” deniyor. Oysa “Allah O'dur ki, gökleri direksiz yükseltti, onu görüyorsunuz, sonra arş üzerine istiva etti, güneşi ve ayı emrine boyun eğdirdi. Her biri belli bir vakte kadar akar gider. Bütün işleri O yönetiyor. Âyetleri O açıklıyor ki, Rabbinizin huzuruna çıkacağınızı iyi bilesiniz.” (Ra'd/2) O halde kim neye niçin izin vermiyor? Bizim imanımızın temeli tüm kalplerin Allah’ın elinde olduğu, tüm gücün ve kuvvetin tek sahibinin Allah olduğu değil mi? Allah dilerse her şey olur. “Ölmüş toprak da onlar için bir ayettir. Ki biz onu (yağmurla) canlandırdık ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyorlar.” (Yasin, 33) Her bahar bir mucize değil mi ki, ölmüş toprağın yeniden can bulması bize ümit vermiyor? Yeisten kurtulmamıza yardım etmiyor? Allah dilerse dünyada olmayacak hiçbir iş yoktur.
Zaman Mehdi’nin gelişine gebe ve bu gelişin tüm alametleri gerçekleştiyse doğum yakın, vakit tamamdır. O, Resulün müjdesidir. Bu müjde, muhatabına sorumluluk yüklemektedir. Her kim kendini bu müjdenin muhatabı kabul ediyorsa, kendini bir nefer saymalı ve ahir zamanda Müslümanlar üzerine oynanan oyunları bilmeli, hakkı tutup kaldırmak için doğruları tebliğ etmeli, bu milli mücadelede misyonuna yakışır şekilde yerini almalıdır. Getirilen her habere inanmamalı, fitnelere kapılmamalıdır. Çünkü yeisin başlıca unsurlarından birisi de fitne ateşidir. Birlik yoksa dirlikte yoktur. Oysa “Müslümanlar ancak kardeştirler” (Hucurat, 10) bu yüzden “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz” (Hucurat, 6) ayet-i kerimeden de anlaşılacağı gibi tarihten ders çıkarmalı, aynı yerden ikinci kez ısırılmamalıyız. Çünkü “Mü’min bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz.” (Buhârî, Edeb, 83) buyurdu Rasulullah (sav)
Sadece silkinip ayağa kalkmamız gerekiyor. Tevekkül etmemiz gerekiyor. Başta belirttiğimiz ayette olduğu gibi Hak Teâlâ vaat ediyor: “Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım e-derseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar.” (Muhammed,7) Öyleyse bu ümitsizlik niye? Üstelik sosyal koşullar bu kadar değişmiş, bu kadar İslam âleminin lehine dönmüşken. Müjde! Unutulmamalıdır ki, Her doğum sancılıdır. Yaşanan tüm karışıklıklar, Mehdi’nin (as) ayak sesleridir. Zaman onun gelişine gebe ve bu gelişin tüm alametleri gerçekleştiyse doğum yakın, vakit tamamdır. O, Resulün müjdesidir. Bu müjde, muhatabına sorumluluk yüklemektedir. Her kim kendini bu müjdenin muhatabı kabul ediyorsa, kendini bir nefer saymalı ve ahir zamanda Müslümanlar üzerine oynanan oyunları bilmeli, hakkı tutup kaldırmak için doğruları tebliğ etmeli, bu milli mücadelede misyonuna yakışır şekilde yerini almalıdır. Getirilen her habere inanmamalı, fitnelere kapılmamalıdır. Çünkü yeisin başlıca unsurlarından birisi de fitne ateşidir. Birlik yoksa dirlikte yoktur. Oysa “Müslümanlar ancak kardeştirler” (Hucurat, 10) bu yüzden “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz” (Hucurat, 6) ayet-i kerimeden de anlaşılacağı gibi tarihten ders çıkarmalı, aynı yerden ikinci kez ısırılmamalıyız. Çünkü “Mü’min bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz.” (Buhârî, Edeb, 83) buyurdu Rasulullah (sav.) Bu yüzden ferasetli ol, her zaman araştır, sorgula, körü körüne bağlanma. Bilmediğin şeyler hakkında konuşarak fitne ateşine odun taşıma. Çünkü Allah (c.c.) buyurdu ki: “Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi organların hepsi de bu yüzden sorguya çekilecektir. “(İsrâ, 17/36) Müslümanı Müslümana düşürüp yeis bataklığında bizi boğmak isteyen kâfirler de iyi bilmeli ki: “Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 8) O halde sen de kendini Kuran’ın muhatabı kabul ediyorsan, safını seç ve ölüm uykularından uyan! UYAN! Baksana kim boynu bükük ağlayan. Hakkı hayatındır senin ey Müslüman, Kurtar artık o biçareyi Allah için. Artık ölüm uykularından uyan. Mehmet Akif Ersoy
BUHARADERGI.COM
43
HAVF VE RECA
Fotoğraf: Nur SEYMEN
“Onlar ahretten çekinir ve Rabbinin rahmetini umarlar.” (Zümer, 9)
44 BUHARA
Kuran-ı Kerim’de (Zümer suresinde) Allah Teâlâ “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Şüphesiz ki Allah bütün günahları affeder. Çünkü O çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir” buyuruyor. Yine Fatır suresi 28.ayette de “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar” buyuruyor Cenab ı Allah. Görülüyor ki havf ve reca hali kulun ilmi arttıkça insandaki yerini buluyor. Bu yüzden yaşadığımız olayları nefsimizin gözüyle değil ilahi bir idrak nazarıyla algılamalıyız. Meryem BURMAOĞLU
K
elime anlamı olarak havf, korku; reca ümit manalarına gelir. İnsanlar hayatları boyunca havf ve recayı bir arada idame ettirir. Bu insanoğlunun fıtratı gereğidir.
Bazen havf bazen reca duygularından biri diğerinin önüne geçecek gibi olsa da aslolan birinin diğerinin yerini tamamen tutmamasıdır. Çünkü korkunun ifratından yeis hali, tefridinden ise emniyet hissi hâsıl olur. Oysa Allah’ın azabını yok saymak veya rahmetini yok saymak Secde suresinin “Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine dua ederler” (Secde, 16) ayetiyle men edilmiştir. Zira yeis hali yani insanın günahlarından dolayı korkusunun büyüklüğünden kaynaklanan ümitsizlik hali Allah Zü’l Celal Hazretleri’nin Afuv ve Gaffar isminin tecelliyatını, kudret ve azametini inkâr etmektir. Emniyet hissi ise; insanın işlediği günahlara rağmen “benim kalbim temiz, Allah affeder” mantığıyla kendini teminat altında zannetmesi, Cenab ı Allah’ın “Kahhar” ismine duyarsız kalmas veya azabı küçümsemesi anlamına gelir. Rabbim böyle bir gafletten cümle müminler muhafaza eylesin. Unutmayalım ki Cenab ı Mevla kullarının bu duygularının bir ahenk içinde olmasından memnuniyet duyar. Havf ve reca iki şekilde karşımıza çıkmaktadır: Havf geleceğe dairdir. İnsanoğlu gelecekte başına hoşlanmayacağı bir şeyin gelmesinden veya çok istediği bir şeye de sahip olamamaktan korkar. Allah’tan korkması da dünya ve ahrette cezalandırılmaktan korkması şeklinde iki nevidir. Reca da istikbalde meydana gelmesi ümit edilen şeydir. Kulun Allah’tan ümidi ise O’nun yüceliğinden ve azametinden dolayı kendi aczini görerek aff u mağfiretine duçar olacağını ummasıdır.
nan bir gencin yanına gitti. Gence: ’Kendini nasıl buluyorsun?’ diye sordu. Genç: ‘Allah Teâlâ’nın rahmetini umuyorum. Günahlarımdan da korkuyorum’ dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sav): “Bir kulun kalbinde bu ikisi bir araya gelirse, Allah Teâlâ kuluna umduğunu verir, korktuğundan emin kılar” buyurdu. (Tirmizi-İbni mace) Kuran-ı Kerim’de (Zümer suresinde) Allah Teâlâ “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Şüphesiz ki Allah bütün günahları affeder. Çünkü o çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir” buyuruyor. Fatır suresi 28.ayette de “ Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar” buyuruyor Cenab ı Allah. Görülüyor ki havf ve reca hali kulun ilmi arttıkça insandaki yerini buluyor. Bu yüzden yaşadığımız olayları nefsimizin gözüyle değil ilahi bir idrak nazarıyla algılamalıyız. Unutmayalım ki, yaşamımız boyunca karşılaştığımız hiçbir şey öylesine yaratılmamıştır. Allah Celle ve Şanuhu kulunu dünyada imtihan etmektedir. Mademki biz imtihan dünyasındayız, yaşadığımız sıkıntıları, kayıpları ve bunlara benzer birçok şeyin bizleri ümitsizlik batağına düşürmemesi, isyankâr etmemesi için Yaratana itaat etmeliyiz. Ancak itaatle yani havf sayesinde günahlardan uzak durup Allah’ın af ve mağfiretini ümit (reca) edebiliriz. Resulü Ekrem efendimiz “Allah’a yemin ederim ki, Allah’tan en çok korkanınız ve O’ndan en fazla sakınanınız benim” buyuruyor. (Buhari, Müslim) Habibullah bile bu şekilde buyurduğuna göre, bizlere düşen Allah Teâlâ’nın affını ümit ederek O’nun emirlerine ve yasaklarına riayet etmek suretiyle, kendimizi gaflet deryasına bırakmamaktır. Ya Rabbi cümlemize Nasuh tövbesiyle tövbe etmeyi Rıza-i ilahine mazhar olmayı nasip eyle. Âmin.
Rasulullah (sav) efendimiz ölüm halinde bulu-
BUHARADERGI.COM
45
HZ. PEYGAMBERİ AĞLATAN AYET VE TEFEKKÜR EYLEMİ “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır.” (Ali İmran,190)
Tefekkür, ruhun gözü, kalbin ziyası ve aklın nurudur. İnsan aklının en mühim ve asli vazifesidir. En kıymetli ve en faydalı ibadet; en makbul ve en faydalı ameldir. Allah’ın azamet, birlik ve varlığına delalet eden hakikatleri anlamanın tek yoludur. Emine ULUDOĞAN “Akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkarır.” 1 Tefekkür, ruhun gözü, kalbin ziyası ve aklın nurudur. İnsan aklının en mühim ve asli vazifesidir. En kıymetli ve en faydalı ibadet; en makbul ve en faydalı ameldir. Allah’ın azamet, birlik
46 BUHARA
ve varlığına delalet eden hakikatleri anlamanın tek yoludur. Kur’an-ı Kerim’de tefekkürle ilgili beş yüzden fazla ayet yer almaktadır. Bunlardan biri Al-i İmran Suresi’nin 191. Ayetidir: “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler. Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi
ateş azabından koru" derler. Bir diğeri ise Ra'd Suresi’nin 3. Ayetidir: “O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden iki eş yaratandır. O geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah'ın varlığını gösteren) deliller vardır.” Hz. Aişe’yi (r.a) ziyarete gelen bir zat; “Hz. Muhammed’de (s.a.v) gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?” deyince, Hz. Aişe (r.a) şöyle buyurmuş: “Resulullah (s.a.v) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı ve sonra da ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ve secde yerlerini ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hz. Bilal(r.a): “Ya Resûlallah! Sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi böyle ağlatan nedir?” deyince, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdular: “Bu gece Allah şu ayet-i kerimeyi (Ali İmran, 190) indirdi”: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır.” 2 Bu ayeti okuyan Allah Resûlü (s.a.v) daha sonra şöyle buyurdular: “Bu ayeti okuduğu halde üzerinde tefekkürde bulunmayan ve düşünmeyen kişilere yazıklar olsun.” 3 Yahudiler: “Bize çok ilim verildi, bize Tevrat verildi. Kime Tevrat verilmişse ona çok ilim verilmiş demektir.” dediler. Bunun üzerine şu ayet indi: “De ki: Rabbinin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, Rabbinin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi” (Kehf, 109) 4 Resulullah (sav); “İlim herşeyden efdaldir”, dediği zaman ona: “Kur’an okumaktan da mı efdaldir” diye sordular. “Evet” dedi. “Çünkü bilerek okunan şeyle bilmeyerek okunan şey arasında fark vardır. İşte onun için kendini ilme vakfeden bir fani layemut kalır ve âlimin uykusu cahilin ibadetinden efdaldir ve yine bir saatlik tefekkür yüz senelik ibadetten üstündür” dedi.
sırlar vardır. Kişi ancak ince tefekkür, dürüst ameller ve temiz bir kalp ile bu sırlara vakıf olabilir.
Tefekkürün meyvesi ilim, hal ve ameldir. İlim kalpte hâsıl olunca kalbin durumu değişir. Kalbin durumu değişince azaların amelleri de değişir. Tefekkürde iki makam vardır: İlki Allah’ın zatı ve sıfatları üzerine tefekkürdür ki bu yasaklananlardandır. Kişinin aklı burada hayrete düşer, oraya bakmaya ancak Sıddıkların gücü yeter ancak onlar da daimi bakamazlar. Kişinin Allah’ın Celaline bakmaktaki hali yarasanın güneş ışığına bakmaktaki hali gibidir. Yarasanın gücü buna yetmez ve bu yüzden gündüzleri saklanır, geceleri çıkarlar. İkinci makam ise; Allah’ın fiilleri, kaderi ve sanatının acayiplikleri ve yaratılış hakkındaki işinin gariplikleri üzerine düşünmektir. Allah’ın zatını düşünmektense onu bu vasıtalarla düşünmek kişinin anlayabileceği bir tefekkür haline dönüşür. Böylece kişi kendini ve tahammül sınırını zorlamamış olur. Tefekkür kişiyi tefekkür ettirene yaklaştıran manevi bir bağ ve mahiyetinin anlaşılması mümkün olmayan ilahi bir sırdır. Mütefekkiri tefekkür ettirene götüren bir idrak vasıtasıdır. Zira akıl, insanı göz ile görünenden, Görünmeyene götürür. Tefekkür eden insan, Allah’ın bir çok lütuf ve ilhamına mazhar olur. Tefekkürün neticesi ilahi ilhamdır. Tefekkürün zevkine ermiş bir mütefekkir, gözlerini bazen semaya bazen yere çevirir, yaratılmış olan tüm güzellikler üzerindeki sırları ve Allah’ın tecellisini tefekkür ile kainatın yaratıcısının kudret ve azametine hayran olup, Sübhanallah diyerek Allah’I takdis edip, acziyetini, teslimiyetini ve kulluğunu takdim eder.
Kişi, muhtaç olduğu bir ayeti defalarca okumalı, manasını anlamalıdır. Dipnot Bu bakımdan anlayabilmek için tek 1 Sözler, Bediüzzaman Said Nursi Hz. bir ayeti bütün bir gece tekrar tekrar 2 Al-i İmran, 190 okumak gerekse de bu, anlamaya 3 İbn-i Hibban es-Sahih 2. Cilt 366. Hadis, İbn-i 4 çalışmadan okunan bir hatimden daha Kesir Tefsiru’l-Kur’an’ul Azim 2. Cilt 164. Hadis Tirmizi, Tefsir, Benu İsrail, (3139) hayırlıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in her kelimesinde akla hayale sığmayacak BUHARADERGI.COM
47
NESLİMİZ
& MANEVİ TERBİYESİ Günümüzde artık sonsuzluğu konusunda şüphe götürmeyen kâinatı fethetmenin manevi bir yükseliş kadar değeri yoktur. Her şeye rağmen bütün enerjimizi imanlı nesillerin oluşumu için harcamalıyız. Yüce Allah’ ın inayeti ile insanlığın kurtarıcısı olacak bu nesilleri, iradelerimizi Allah’ a tevekkülle ve ibadetlerimizle besleyerek artırmalıyız. Bu ilim ve irfan ordusu ise her şeyden evvel gençliğin terbiyesi ile söz konusudur. Dr. Günay BEYHAN
A
hir zamandayız… Günümüz insanı, üretim ve tüketim girdabına kapılmış kısa ömrünü maddiyatın pençesinde şuursuzca tüketmektedir. Allah ile kul arasında sürekli seçim yapmaya zorlanan nefisler çok çetin imtihanlardan geçmektedir. Oysa Müslüman, devamlı olarak ruhunu takviye, nefsini terbiye ve maneviyatını daima yükseklere çıkarmakla yükümlüdür. Bu kazanımları muhafaza etmek, en önemli görevimizdir. Bu sorumluluğu yerine getirebilmek için maddiyatı amaç olmaktan çıkarıp en kısa zamanda manevi dünyamıza dönüş yapmalıyız. Bu dönüş sadece millet olarak bizimle sınırlı olmamalıdır. Çünkü maddeye sığınan insanlığın zalimce ve sınırsız yaşamı ile nesillerimizi kuşattığını görüyoruz. Dünyada her geçen gün çeşidini ve dozunu artırarak bizi
48 BUHARA
kuşatan doyumsuzluk ve tüketim çılgınlığının ördüğü ağların yırtılması artık kaçınılmazdır. Altmışların öğrenci hareketi, yetmişlerdeki hippi akımı, seksenlerdeki anarşi ortamı, doksanlardaki ekonomik iktisadi hareketler ve günümüzün internet, cep telefonu, sosyal medya vb. insanlığın güdümlü hamleleri. Ama hepsinin de ötesinde Müslüman coğrafyayı kuşatan savaşlar, yıkım, gözyaşı ve yetim kalan, öksüz kalan, başsız kalan milyonlar… Her devirde farklı araçlarla ama aynı amaçla sahnelenen bu küresel oyunlar, nesillerimizi adeta manevi kuvvetlerini yitirmiş ve kendi mukaddesatına tüküren zavallılara dönüştürmüştür. Ümmet kavramını ayaklar altına alan ve çeşit çeşit İslam’ın yaşandığı devletler… Tarih sahnesinde yeniden şahlanabilmemiz ve aslımıza
dönüşümüz için verilmesi gereken kurbanlar nerede? Her gün ölen yüzler binler acaba sizler bu kurbanlar mısınız? Peki, daha ne zamana kadar? Kaç kişi ölecek? Zulüm ne zaman sona erecek? Mars’a yolculuğu sıradan hale getiren, İsviçre-Cern’ de kâinatın oluşumunu araştıran teknolojik insanın, bir nebze olsun ruhsal bunalımının farkına varmadan, yeni ve aydınlık nesiller hayat sahnesine çıkmayacaktır. Günümüzde artık sonsuzluğu konusunda şüphe götürmeyen kâinatı fethetmenin manevi bir yükseliş kadar değeri yoktur. Her şeye rağmen bütün enerjimizi imanlı nesillerin oluşumu için harcamalıyız. Yüce Allah’ ın inayeti ile insanlığın kurtarıcısı olacak bu nesilleri, iradelerimizi Allah’ a tevekkülle ve ibadetlerimizle besleyerek artırmalıyız. Bu ilim ve irfan ordusu ise her şeyden evvel gençliğin terbiyesi ile söz konusudur. Hep işin kolayına kaçarak şikâyet ettik, çektiğimiz acılarla feryat ettik. İtham etmek sadece uyarıcı olduğu için değer taşır. Çözüm yönünde adımlar atamadık. Mevlana’ lar, Yunus Emre’ ler ve Mehmet Akif’ler gibi şahsiyetleri yetiştiren milletimiz bunu, son büyük mücadelemizin kahramanlarından olan Seyit Onbaşı’lar gibi şahsiyetlere borçludurlar. Ne yazık ki bizler bu son büyük mücadelenin devamını getiremedik. Sorunun hep farkında olduğumuz halde, köre kör sakata sakat diyerek bu zavallılara hakaret ettik. Bu davranış bizim kör olduğumuzun ve tabiatın var olan düzenini göremediğimizin kanıtıdır. “Bu işin sorumlusu ben değilim” veya “kabahat bende değil, bizi bu hale getirenlerdedir” anlayışı, sefalet içindeki ve mesuliyetini kabul etmeyen insanlığını inkar edecek kadar bedbahtların düşünceleridir. Allah (cc) sadece bitkileri ve hayvanları şuursuz yaratmıştır, insanı değil. İnsan, çevresindeki ateşi ve ıstırabı fark eden, söndürme yolunda mesuliyet sahibi olduğunu idrak edebilendir. Bizler, her zaman mesuliyet bilincine sahip olan ve yaşadığı gibi inanan değil, inandığı gibi yaşayan şahsiyetler olmalıyız. Bizler ancak bu şekilde Peygamber Efendimiz’ i örnek alarak gençliğe model olabiliriz. Allah yolundaki çabamız, aşk yolundaki gayretimiz ve vicdanlarımızdaki sorumluluk bilinci, gençliğimizde ilim, ahlak ve sanat alanlarında olumlu açılımlara dönüşecektir. Sanat bilinci ve sanat estetiği ince ruhların algılayabileceği önemli olgulardır. Ruhun incelikleri kavraya-
bilmesi ve ince düşünceler sürekli bir ahlak terbiyesi ile söz konusudur. Faziletli ve üstün ahlaklı toplumlar yetiştirmek beşikten mezara devamlı surette eğitim ile söz konusudur. Peki, bu eğitim nasıl olmalı? Gönül gözümüzün açılmasındaki ilk hamleyi ilahi nağmeler oluşturacaktır. Gençlerin ruhundaki akışın sağlanarak manevi kirlerden temizlenmesi ilahi musiki ile olacaktır. Musiki aynı zamanda hizmet şuurunun da oluşmasını sağlar. Karşılıksız, menfaat gözetmeksizin, şöhretten ve gösterişten uzak insanlara hizmet yolunda görevler alan bu gençlerimiz, bayrağı gelecek kuşaklara aktaracak kabiliyette şahsiyetler olacaklardır. Sırat-ı Müstakim üzere olmayı amaçlayan bu şahsiyetler, zaman içinde toplumumuz tarafından kurulacak çeşitli oluşumlarda yetişerek, halka hizmeti Hakk’a hizmet olma bilincini tüm azalarına yerleştireceklerdir. Hakikate ulaşma yolunda ikinci aşamayı ilim tahsili oluşturur. İlimden anlaşılması gereken ilmin kendisi olmayıp ilim yapabilme yeteneğidir. İlmin kitaplarla taşınmasına karşın, ilim zihniyeti manevi olarak nesillere aşkla muhabbetle aktarılır. Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya vesile olan ilim, ancak tefekkür ile birlikte vücut bulur. İlahi nizamı seyretmek tabiat bilincinin ta kendisidir. Bu şuurla kendi benliği ile baş başa kalabilen ve varlığını evrendeki olması gereken yere koyabilenler tabiat bilincine erişmişlerdir. Kalabalık şehirlerde bunalan insanımız kendi benliğine ancak tabiata dönerek ulaşabilir. Gençlerimizde samimiyet ve içtenlik gibi güzel hasletlerin uyanması ancak tabiata temas ile mümkün olabilir. Karşılık olmadan veren tabiatın,insanlara sunduğu nimetler, kalplerde Allah sevgisinin yerleşmesine, iyi ve güzel karakterli olmaya vesile olacaktır. Yaratılışımızın gayesine ve gerçek mutluluğa ancak böyle ulaşılır. Bir çiçekten, böcekten yayılan ilahi rahmeti görebilenler çok özel şahsiyetlerdir. Yunus’ un çiçeklerle konuşması hakikate erişmiş olmanın en büyük kanıtıdır. Böylece ruh kendine yabancı ne varsa onlarla ilgisini keser. Hayatın gerçeğine ve gerçek saadete böylece ulaşır. Hakikate ulaşamayan nesiller milletimiz ve insanlık için yüktürler. Masonluk ve komünizm tarafından kandırılmış olan bu insanlar yeryüzünün hâkimi yapılmak istenmektedir. Oysa ilahi aşka ulaşacak insanın iradesi tüm maddi varlıkların üzerindedir. Allah ve peygamber sevgisi ile donatılan bu kalplerden parlayan nurlar, insanlığın onuru ve kurtarıcısı olacaktır.
BUHARADERGI.COM
49
GÜNAHI KÜÇÜMSEYEN ALDANIR Ateşe dayanabileceğin kadar günah işle! Peygamber Efendimiz’in (sav) buyurduğu rivayet edilmiştir; “Hiçbir küçük günah yoktur ki, ısrarla işlenilmeye devam edildiği halde büyümesin. Ve hiçbir büyük günah yoktur ki, (ısrarla devam edilen) istiğfarla silinmesin.”
Yurdanur GÜLER
“ Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” (En’am, 32) “Yaşamak” dediğimiz geçici dünya hayatı, bitmek bilmeyen hırslar, ihtiraslar, aldatmaca ve koskoca bir oyundan ibarettir. İnsanların bu dünyadaki hedefleri daha fazlasına sahip olup, “hep bana” anlayışı ile nefsini tıka basa doyurmasıdır, neticede aldatan da aldatılan da insanın kendinden başkası değildir, ancak Allah Teâlâ’yı zikredenler müstesna! Hadis-i şerifte Allah Rasulü “Dünya ve içindekiler lanetlenmiştir, ancak Allah Teâlâ’yı zikredenler müstesna” buyuruyor. Aldanmamak mümkün mü? İnsan en büyük düşmanı olan nefse sahipken,
50 BUHARA
hele de o nefis terbiye edilip “hu” esmasını kalbe yerleştirmemişse, kişi bir günah ile karşı karşıya geldiğinde, “aman canım tek günahımız bu olsun” sözüyle günahını küçümsüyorsa o kişi aldanmış değil midir? “Bir kereden bir şey olmaz, o günah bu günah biz hiç mi bir şey yapmayacağız?” bu ve benzeri sözler ya da sorular ne kadar da tanıdık geliyor bizlere. Kim bilir, bazı zamanlar bizler de bu sözleri kullanıyoruz ya da bu sözleri kullananlara rastlıyoruzdur. Oysa nefsin tamamen kendisini haklı çıkarmak için kullandığı, basit kandırmacadan başka bir şey değildir. İnsanın kendi kendini kandırması, günahlarını küçük görmesi böyle başlar. Zina
etmek, adam öldürmek, sirk koşmak buna benzer büyük günahları işlemekten kaçınmak, her Müslümanın nasıl ki vazifesiyse, küçük diye adlandırdığımız günahlardan kaçmakta akıl sahibi gerçek bir Müslümanın vazifesidir. “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” (En’am, 32) Küçük günahları küçümsememeli, çünkü onlardan büyük günahlar dallanır, budaklanır. Nihayetinde küçük günahlar üstesinden gelinemeyecek hale bürünür. Peygamber Efendimizin (sav) buyurduğu rivayet edilmiştir; “Hiçbir küçük günah yoktur ki, ısrarla işlenilmeye devam edildiği halde büyümesin. Ve hiçbir büyük günah yoktur ki, (ısrarla devam edilen) istiğfarla silinmesin.” Şehvetten (nefsine uymaktan) kaynaklanan bütün hata ve günahların, bağışlanması ümit edilir. Kul işlediği günahın farkında olsun, iş işten geçmeden pişmanlığın acı tadını yüreğinde hissedip, tövbe suyuyla nefsin işlediği günahları temizlesin. Kur’an-ı kerimde mealen “Allah’a tövbe edin!” [Nur, 31] buyuruyor. Unutulmaması gereken bir durum vardır: O da şudur; hiç kimse hangi günahtan dolayı hüsrana uğrayacağını bilemez ya da kimse hangi
amelden dolayı mağfiret olunacağını bilemez. Bu sebep ile ister büyük, ister küçük olsun bir günah basite alınmamalıdır. Küçük diye adlandırdığımız günahlar, ebedi bir şekilde küçük olarak kalmaz. Bu hususta hadisi şeriflerde de buyuruldu ki: “Küçük günahlarda ısrar edilirse küçük kalmaz. Büyük günahlara istiğfar edilirse büyük kalmaz.” Kul günahlarından ya dünyadaki çektiği sıkıntılarla ya kabir azabıyla ya da cehennem ateşinde yanmak suretiyle temizlenir. Rahmet sahibi ve tevbe edenlerin tevbelerini çok çok kabul eden Allah günahlarından arınmak isteyen kullarına arınmanın en kolay fırsatını sunar ve dünyada iken fırsatlar verir. Hastalıklar, kazalar, sevdiklerimizin başına gelen musibetler, nasip bereketsizliği gibi musibetler olarak karşımıza çıkan sıkıntılar, Allah’ın bizi huzuruna arınmış olarak istemesi, bizi sevdiğini ifade etmesi olarak değerlendirebiliriz. Tabi imtihanlar karşısında ilk anda gösterdiğimiz tepkiler sabr ı cemil (güzel sabır) olarak değer bulduğu unutulmamalıdır. Allah, rızasını kazanma uğruna küçük günahlara meyil gösterme-yecek sarsılmaz bir iman sahibi olanlardan eylesin. Âmin. sinem_almanya@live.de
BUHARADERGI.COM
51
BU ÜMMETİN HASTALIĞI
FİTNE
‘’Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.’’(Hucurat 49/12) Ercan HATİPOĞLU
İ
slam dini, sosyal ilişkilere, ahlaki davranışlara, kişi-aile ve toplum haklarının korunmasına güven ve huzur barış ortamını yok edecek, kavga tartışma ve dargınlılara sebep olacak davranışlardan kaçınılmasına çok büyük önem vermiştir. Sosyal ilişkileri zedeleyen, temel hak ve hürriyetleri ihlal eden ve ahlaki zafiyete sebebiyet veren, fitne, iftira, yalan, nifak, fesat, haset v.b söz fiil ve eylemleri yasaklamıştır. Fitne Kelime olarak, altın ve gümüş gibi değerli maddeleri ateşte eritmek anlamına gelen fetn (fütun) kökünden türemiştir. Aynı zamanda insanın herhangi bir şekilde imtihana tabi tutulması karşılığında da ‘’fitne‘’ kelimesi kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerimde daha pek çok farklı manalarda kullanılmıştır (Azap, Saptırma, İşkence,
52 BUHARA
Fenalık Yapmak, Belaya Uğramak, Delilik, Şirk ve Tefrika, İsyan –Muhalefet gibi). İslam dini şiddetle yasakladığı fitneye götüren fiil ve davranışları da yasaklar. Toplumda fitneye sebep olan pek çok kötü fiil ve davranış bulunmak ile birlikte, burada sadece elzem olanlara temas ediyorum. Çağımızın en büyük hastalığıdır. Bu ümmeti, ülkeleri, toplulukları bölen, ayıran ve ayrıştıran hastalıkların adıdır fitne. Suizan, dedikodu ve gıybet Dinimizde Sui zan, dedikodu ve gıybet İslam dininde yasaklanmıştır. Kuran-ı Kerimde ‘’Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin
etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.’’(Hucurat 49/12) Bir Müslüman diğer Müslüman kardeşleri hakkında iyi niyet (hüsn ü zan) beslemelidir. Zira bu dinimizin emridir. Ayrıca bu fitnenin def’i için böyle bir tutumu gerekli kılmaktadır. Müslüman kardeşimize güvendiğimiz ve hakkında kötü düşünmediğimiz gibi, nefis sahibi olduğumuzdan dolayı da hiçbirimizin kötü bir davranış sergilemeyeceği ihtimal dışı değildir. Bir insan veya bir topluluk hakkında hüsn ü zanda bulunmak ile birlikte ona karşı tedbirli olmak ve ona tam güvenmemek birbirine zıt hususlar gibi görülmemelidir. Çünkü evham ve asılsız şüphelere yol açmamak için gerekli tedbire başvurmak daha uygundur. Şu hadis-i şerif dikkat çekicidir. “Ben Peygamber’in (Sallallahü aleyhi vesellem) Kabe’yi tavaf ettiğini ve şöyle söylediğini gördüm. ’’Ey Kabe! Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzeldir. Senin azametine ve senin kutsallığının azametine hayranım. Muhammed ‘in canı (kudret) elinde olan (Allah) a yemin ederim ki, müminin hürmeti Allah katında senin hürmetinden şüphesiz daha büyüktür. Müminin malı kanı ve hakkında hüsn ü zanda bulunma kutsallığı (seninkinden üstündür.)” (İbn-i Mace , Fiten 2.1297.) Bu hadis-i şerifte Peygamber (sav) efendimiz, bir Müslüman hakkında hüsn ü zanda bulunmanın önemi, onun can ve malını önemiyle birlikte zikredilmektedir. Zira bir insanın iyi veya kötü olarak bilinmesi özellikle onun şeref ve haysiyetini ilgilendirmekte olup yerine göre en az mal ve can kadar önem arz etmektedir. Suizan ise, tüm huzursuzluk ve düşmanlıkların kaynağı olan fitne –fesada sebep teşkil ettiğinden, o derece zararlı olup dinen yasaklanmıştır. Bu sebep ile peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: ‘’Kötü zandan sakın, çünkü (kötü) sözlerin en yalanıdır…’’ buyurmaktadır. Burada peygamber (sav) efendimiz, zan (suizannı) en sevmediği ve hatta nefret ettiği yalan ile ilişkilendirmektedir. Bu da suizanın bir Müslüman için ne derece tehlikeli bir tuzak olduğunun delilidir. Müslümanlar kardeştirler. Onlar birbirlerine zulmetmezler. Müslümanın ırsı namusu ve kalbinde mevcut olan duygu düşüncenin önemi, fitne ve fesadın iki önemli kaynağı olan suizan ve gıybet(diğer adı ile dedikodu) kapsamaktadır. Zira genellikle insanlar birbirleri hakkında sui-
zanda bulunur daha sonrada bunun dedikodusunu yaparak ardından çekiştiriler. Gıybetin tanımını peygamber efendimiz gayet özlü bir şekilde yapmıştır. Birgün efendimiz(sav), gıybet nedir bilir misiniz? diye sordu. Ashap: Allah ve Resulu daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine peygamber (sav) ‘’Birinizin kardeşini onun hoşlanmadığı bir vasıf ile tavsif etmesidir’’ diye tarif etti. Kardeşimde değdim vasıf varsa ne buyurursunuz? denilmesi üzerine Resulullah (sav): ‘’Eğer dediğin sıfat kardeşinde var ise işte o zaman gıybet olur. Yoksa, ona bühtan ve iftira etmiş olursun.’’ (Müslim, Birr, 70, 2001) Gayet açıktır. İster kişi ister cemaat ister devlet olsun, gıybet yoluyla fitne çıkaranlar Cenab-ı Hak tarafından dünyada iken dahi karşılıksız bırakılmayacaktır. Sonuç olarak fitnenin zararlarını şöyle özetleyebiliriz: Fitnenin çeşitliliğine göre zararları da büyüklük veya farklılık arz eder. Tarihi süreç içerisinde Müslümanlar arasında etkili fitneler olmuştur. Bunlar günümüzde de var olup kıyamete kadar devam edecektir. Elbette bunların zarar ve etkileri o nispette büyük ve kalıcıdır. İslam tarihinde ilk fitne Hz. Osman (r.a) zamanında olmuş olup, şehit edilmesi çerçevesinde cereyan eden üzücü olaylar o günden beri etkisini sürdürmüştür. Daha sonrasında yaşanan ve ciğerlerimizi yakan kerbela olayı olmuştur ve daha niceleri… İslam düşmanları, Müslümanları sürekli birbirine düşürmesini başarmıştır. Bu oyunlar hala devam etmektedir. Bir ülke veya toplumda ortaya çıkan fitne çoğu zaman o ülkenin parçalanmasına ve o toplumun da perişan ve yok olmasına sebebiyet vermiştir. Bu yıkım Müslümanların hem dünya hem de ahiret hayatını perişan etmektedir. Günümüzde örnekleri çoktur. Müslüman daima fitneden kaçınmalıdır. Fitneden kaçınabilmek için mutlaka yukarıdan saydığımız bazı fiil ve davranışlardan kaçınmak gerekir. Aksi taktirde gittikçe “çığ gibi büyüyen fitne” suçlu-suçsuz herkesi ve her şeyi yutabilir. Çevremizde ve ülkemizde olan gelişmelere duyarsız kalmamalıyız. Çıkarılan fitnelerin tehlikelerinden çevremizi ve ailemizi muhafaza edip, birlik ve bütünlüğümüzü korumaya Cenab-ı Mevla hepimizi nail eylesin.
BUHARADERGI.COM
53
ONLAR SİZİN İÇİN BİR ELBİSE SİZ ONLAR İÇİN BİR ELBİSESİNİZ
Bir müslüman kadında bulunması gereken vakar ve ciddiyetten uzak, sade ve gösterişsiz kıyafet yerine “defile” piyasasıyla kıran kırana mücadele eden bir anlayışın ne kadarı bize ait olabilir? Kalbî derinlik yerine şeklî sathîliklere prim veren bir anlayışın ne kadarı bize ait olabilir? Anneliğe yakışan muhabbetin yerine dişiliğe yakışan şatafatı öne çıkaran bir zihniyetin ne kadarı bize ait olabilir? Prof. Dr. Mustafa KARA
İ
nsanoğlu, farklı tarih, kültür ve coğrafyalarda toplumu nasıl yönetti? Kime hangi yetkileri verdi, kimden hangi yetkileri aldı? İnsanoğlu para ve sermaye konusuna nasıl baktı? Para ve serma-
54 BUHARA
yenin cazibesine nasıl kapıldı veya bu cazibe ve parıltıdan nasıl kurtuldu? Hangi dine ve döneme ait olursa olsun insanoğlunun gündeminden hiç düşmeyen sorulardan biri de kadınla ilgilidir. İster anaerkil ya da babaerkil, ister
mâderşâhî ya da pederşâhî olsun kadın-erkek arasında sürekli bir tartışma vardır. İster Konfuçyanizm ve Budizm gibi uzakdoğu dinlerine, ister Yahudilik, Hristiyanlık gibi İbrahimî dinlere bakalım, bu konu ile ilgili “renkli” bir literatür bizi karşılar. Hepsini bir tarafa koyarak Hristiyanlığa gelelim. “İlk günah”tan Havva’yı mesul tutan bu anlayış kadından nefret eden bir noktaya ulaşmış, cinsi ilişki olmadan Hz. İsâ’yı doğuran Meryem idealize edilmiş, giderek “Kutsal Bakireler Kurum”u ihda edilmiştir. Aynı zihniyetin evliliğe karşı takındığı tavır Katolik Kilisesi’nin nikâh duasına şöyle aksetmiştir: “Günahla düşmüşüm annemin karnına. Günah işlemiş annem bana gebe kalırken.” İslam dünyasında da farklı uygulamalara örnek bulmak zor değildir. Hz. Peygamber devrinde tabiî-fıtrî bir çizgi takip eden kadın-erkek ilişkileri, kısa bir süre sonra farklı gerekçelerle değişik yorumlara konu olmuştur. Bazı yöneticiler, siyasî, ahlâkî, idârî konularda ortaya çıkan zaaflarını örtbas etmek için “günah keçisi” olarak kadını görmüştür. Onu evin dört duvarı arasına hapsetme temayülleri zaman zaman yanlış anlayışlara zemin hazırlamıştır. Yöneticilerin arzularına uygun fetva vermede mâhir olan ilmiye mensupları da bunun motor gücü olmuştur. Artık kadın sosyal hayat bir tarafa camiye çıkamaz, cemaatle namaz kılamaz, sohbet dinleyemez hale geldi. Gittikçe kan kaybetti. Batı dünyası XII. Asırdan itibaren kadınları çeşitli bahanelerle yakmak veya suda boğmakla çılgınlığa imza atarken ellerindeki Kutsal Kitap’ta şunlar yazılıydı: “Çılgınca eğlencelere ve sarhoşluğa, cinsel ahlaksızlığa ve sefahate, çekişmeye ve kıskançlığa kapılmayalım.” (Romalılar, 13) İki milyarlık nüfusuyla Hristiyanlık alemi cinsel çılgınlığın, sarhoşluk ve ahlaksızlığın merkez üssü görevini ne acıdır ki bugün de sürdürüyor. Daha çok kazanmanın şehvetiyle çılgına dönen kapitalist dünya, kadını olanca gücüyle istismar etmekte, bedenini reklam için kullanırken, beynini de “tüketim mabedi”ne dönüşen büyük mağazalara göre dizayn etmektedir. Sadece yediği ve giydiğini bilen, bunların dışında moral değerlerden uzaklaştırılan kadına eğlencelik ve müsekkin olarak da “feminizm” ilacını sunan günümüz insanını bu materyalizm ve ateizm çukurundan kurtarmadıkça kadın da erkek de olgun insan olmanın lezzetini tadamayacaktır. Tabiî ve coğrafî şartlara göre örtünen müslüman kadınların bir kısmı da bu kapitalist şablona göre yaşamayı tercih etmektedir.
Bir müslüman kadında bulunması gereken vakar ve ciddiyetten uzak, sade ve gösterişsiz kıyafet yerine “defile” piyasasıyla kıran kırana mücadele eden bir anlayışın ne kadarı bize ait olabilir? Kalbî derinlik yerine şeklî sathîliklere prim veren bir anlayışın ne kadarı bize ait olabilir? Anneliğe yakışan muhabbetin yerine dişiliğe yakışan şatafatı öne çıkaran bir zihniyetin ne kadarı bize ait olabilir? Kadın konusunda bilinmesi gereken ilk husus şudur: Tabiî olan yollar kapatıldıktan sonra gayr-i tabiî yollar açılır. Doğru olan yollar şu veya bu gerekçe ile kapatılırsa yanlış yollar açılır. Evliliği hakir gören Hristiyanlığın homoseksüalite ile tanışmaması mümkün değildir. İslam toplumunda türbe ziyaretçilerine bakınız! Büyük çoğunluğu kadındır. Çünkü camiye o rahatlık ve serbestlikte giremiyor. Toplu ritüellere katılamıyor. Bu ihtiyacını türbe ziyaretleriyle orada icra edilen ritüellerle gidermeye çalışıyor. Modernizm ve feminizmin değil, İslam’ın aradığı kadın “tip”ini bulmamız gerekiyor. Kadını görünce yüzünü çeviren bir anlayışla, kadını görünce şapur-şupur öpen bir zihniyetle bunu bulmak mümkün görünmüyor. Moda ve reklam şirketlerinin değil Hz. Aişe’nin aradığı kadın tipini bulmamız gerekiyor. Bedenini örterek ruhunu aç bırakanlarla, göbeğini açarak gönlünü susuz bırakanlarla bunu bulmak mümkün görünmüyor. Bir diğer ifade ile her şeyi mübah gören bir anlayışla hiçbir şeyi mübah görmeyen bir anlayışı terketmek gerekiyor. Gönül dünyamızı güzelleştiremediğimiz, secdelerimizi derinleştiremediğimiz, tebessümlerimizi sahileştiremediğimiz müddetçe yapıp ettiklerimiz büyük şirketleri daha çok zengin etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Osmanlı hanedanına mensup olup divan sahibi tek kadın şair Âdile Sultan’ın (öl. 1899) mısralarıyla sözü bağlayalım: Ne söylersin o beyhude kelâmı dinlemem sufî Müridi hâs olup ehl-i riyadan değilim sufî Çu biz rûz-i ezel ikrarımız ol dosta verdik Ebed ol kavle durduk ahdi bozar değilim sufî Gezer Leylâ diye sahraları Mecnun olup uryan O noksan akl ile ben gâfil-i canân değilim sufî Eğerçi ehl-i dile göre kâmil de değilsem de Yine ol cehl-i hodbin gibi de değilim sufî Şikayet cer-i dilberden kadimi resmdir amma Hakikatte cefa ehli vefa erbabıyım sufî Tenezzül gayra etmem kârımız Hak iledir her dem Bu yolda zümre-i merdândan ayrı değilim sufî Rızadır çaresi aşkın görünmez ibtilası hiç Sabırdır Âdil’e derman çekeriz kaydı ey sufî!
BUHARADERGI.COM
55
EVLİLİKLERİMİZ “BEN”DEN “BİZ”E
Ekseriyet tanımak fiili aile bireyleri arasında zaman alan meşakkatli bir süreçtir. Kadın/erkeğin yetiştirilme tarzı, içerisinde büyüdüğü kültür, kişisel beklentilere bir de ailelerin beklentileri de eklenince tablo gayet açık bir hale gelmektedir. Tam da bu noktada çiftlerin olayları kendi penceresinden ele alma alışkanlığı, zaman zaman kırmızıçizgilerin aşıldığı durumları ortaya çıkarmaktadır. Genç Osman
A
llah’ın emri, Hz. Peygamber’in (s.a.v) kavli ile evlenen bir toplumuz. Asıl olan evlenmek değil, yuva kurmaktır. İki insanın ilahi emri yerine getirmek, neslin devamlılığını sağlamak ve ebeveyn olma hissiyatını yaşamak adına yuva/yuvalar kurmaktayız. Bu süreç kadın ve erkeğin hayatlarını birleştirme eylemi ile başlar. Her insan aynı âlem içerisinde yaşasa bile her birinin farklı dünyalara sahiptir. Bir nevi zincirleme bir eylem. Bu ailelerin de katılımıyla muazzam bir bağa dönüşür. Bir zamanlar evlat olan bireylerin zamanı geldiğinde bir yuva kurması neticesinde dünyaya gelen yeni bir jenerasyon ortaya çıkar. Onlar için de durum benzer bir ilahi kurgu içerisinde devam eder. Dün evlat olan birey bugün anne/ baba olmuştur. Kendilerinden sonra gelen nesil
56 BUHARA
ile ilgili benzer duygulara sahip olurlar. Ortaya çıkan bu duruma “ beklenti “ diyebiliriz. İnsan yaradılışı gereği toplumun bir parçasıdır. Fıtraten ve büyüdüğü çevre koşullarına göre kendi yaşamıyla ilgili planları ve beklentileri oluşmaktadır. Anne/babalarımızın beklentileri ve kendi beklentilerimiz de katılmış olur. Yavaş yavaş şekillenen bu topluluk her birinin farklı yaradılışa sahip olduğunu düşünürsek, bu kişilerin iletişim kurdukları anda birbirini anlama noktasına ulaşmış bulunuyoruz. Birey Allah’ın kendisine verdiği emir neticesinde karşısındaki ile hemhal olmak üzere yaratılmıştır. Yaratılış gereği birbirimizi anlamak ile mükellef olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Bu birlikteliği bir araya getiren duyguların bir kısmını daha önce belirtmeye çalışmıştık. Son olarak eklenen duygumuz eşler arasındaki aşk ve muhabbet, özetle sevgi birlikteliği. Hal böyle olunca kişilerin birbirini anlama ihtiyacı zaruret
haline gelmektedir. Çünkü kişilerin birbirini tanıyabilmesi için anlaşılmak önemlidir. Bununla birlikte insanoğlu tanımadan sevme eğilimindedir. Bu eğilimi sonucu olarak da tanımadan sever. Aslında o süreç tanıdığını sanmakla geçmiştir. Bu sebepledir ki, çiftler en şiddetli sorunlarını birbirlerini tanımaya başladıkları an yaşamaya başlar. Hâlbuki evliliklerinin üzerinden birbirlerini tanımalarına yetecek kadar zaman geçmiştir. Evliliklerini “ben” “sen” olarak yaşamayı tercih edenler yani kendi beklentilerini ön plana çıkaranlar için birbirini tanımak çok da önem arz etmemektedir. Çünkü çiftler kendini mutlu etmeyi ön plana çıkardığından, eşini tanıması, önceliklerini, hassasiyetlerini bilmesi çok da önemli değildir. Onların uğraşılarını daha çok hayallerini, beklentilerini gerçekleştirmek oluşturur. Oysa “biz” olmayı seçenler zoru seçmiştir. Onlar kendilerini değil, birbirlerini mutlu etmek için birbirlerinin önceliklerini, hassasiyetlerini tanımak durumundadırlar.
-Fikir birliğini tesis etmek: Problemi oluşturan sebepleri aşacak fikirler paylaşıldıktan sonra fikir birliğini inşa etmek. -Anlamak: Fikir birlikteliği bir anlamda çiftin bir “ olma eylemidir. Bunun için çiftin birbirini anlaması önemlidir. -Fedakârlık: Birlikte olmak ve anlamak için ayrı dünyada yaşayan iki farklı insanın birbirine eğilmesidir. İlkokul öğrencisine yüksek lisans dersi okutabilmek için çocuğun dünyasına eğilmek ve bu dersi onun anlayacağı biçimde aktarmak gibi. Artık çiftimiz birbiri hakkında “ ben eşimi tanıyorum “ diyebilecek kadar fikir sahibi olmuştur. Elbette aileye yeni katılan bireyler ile bu süreç tekrar edecektir. Kadının ve erkeğin ailesini de işin içine katarsak evlilik müessesini kuran çiftimiz birbirleri ile yapmış oldukları yuva içerisine bu kişileri de entegre edecek alt yapıyı da sağlamaları gerekecektir.
Ekseriyet tanımak fiili aile bireyleri arasında zaman alan meşakkatli bir süreçtir. Kadın/ erkeğin yetiştirilme tarzı, içerisinde büyüdüğü kültür, kişisel beklentilere bir de ailelerin beklentileri de eklenince tablo gayet açık bir hale gelmektedir. Tam da bu noktada çiftlerin olayları kendi penceresinden ele alma alışkanlığı, zaman zaman kırmızıçizgilerin aşıldığı durumları ortaya çıkarmaktadır.
En son olarak evlatlar ile tekrar eden süreçte gelin ve damatlar ile farklı rollere bürünecektir. Dünürlük teşkilatı da başlı başına birliktelik yeteneği kazandıracaktır. Torunlar derken roller tekrar değişecektir.
Kriz yönetiminde başarılı olan çiftler problemi iyi idare edebilir. Şöyle ki; masaya yatırılan problem ile ilgili olarak, her biri öncelikle kendi fikirlerini hal dili ile ortaya koyar. Bunları lego parçaları gibi düşünürsek, inşa edilecek hadise için her iki fikir grubundan gereken parçalar kullanılır. Kalan ve uyumsuz olan parçalar için çift fedakârlıkta bulunur. Böylelikle problem büyümeden bertaraf edilmiş olur ve çift birbiri hakkında bilgi sahibi olmuş olur. Bu da anlama fiilini kolaylaştırır. Kazananı ve kaybedeni olmayan bu iş için savaş baltalarını gömüldüğü yerden çıkarmanın bir anlamı yoktur.
Birey beşeriyetten “ insan “ olma seyahatini kendisine Allah tarafından tahsis edilmiş ömür denilen misafirlikte tamamlar. Bir eğitim alanı olan hayat, hayatımıza katılan her beşer ile çeşitlilik kazanır.
Kriz sürecini aşmamızda yardımcı olan unsurları özetlemek gerekirse; -Fikir beyanı: Hayatımızı birleştirdiğimiz insanın önem sıralamasına özen göstererek gereken hassasiyet ile yaklaşmak bir anlamda yakınlaşmak fikir birliğini tesis etmede önemli rol oynar.
Bilindiği üzere birey tekâmül eden bir mahlûkattır. Elest bezminde vermiş olduğumuz söz de unutulmamalıdır.
İlk önce karşımızdaki ile hemhal olabilme gayreti, ardından bu kişi ile tesis edilecek ilişkinin mahiyetine göre ihtiyaç duyulan hasletlerin “ bir “ olması gayretinde bulunmak, en son olarak da o kişinin Yüce Allah tarafından “ aşk ve muhabbet “ ile yaratıldığını unutmadan, hayatımıza giren kişi için aşk ve muhabbet besleme gayretinde bulunmak, dünya ve ahiret mutluluğunu yakalamanın özetini oluşturur. Yedi kat arşın, yedi kat arzın ve arasındakilerin Halik’i olan Yüce Allah layıkıyla idrak edebilmeyi hepimize nasip etsin. Âmin. En iyisini Yüce Allah bilir.
BUHARADERGI.COM
57
ÖZGÜVEN SAHİBİ GÜCÜNÜ ALLAH’TAN ALIR
Ö
zgüven; insanın kendini tanıması, bilmesi, neyi ne kadar başarabileceğini bilmesi, iradesini güçlü tutarak hadiselere karşı sağlam durmasıdır. Bu, hem gerekli hem de çok dikkatli sahip olmamız gereken bir vasıf olması hasebiyle sınırlarını tanımak önem arz etmektedir. Özgüven sahibi olmak elbette güzel ancak zaman zaman ölçüyü kaybedebiliyoruz. Özgüvenin getirdiği gücü kendimizden bilip, böbürlenmeye başlayabiliyoruz. Bu ruh hali ilerleyerek manevi hastalıklara dönüşmeye başlayabiliyor. Asrın en büyük manevi hastalıkları olan yeis (ümitsizlik), kibir, ucb (kendini beğenme) ve suizan gibi hastalıkların pençesine düşürmekte. Zaman ilerledikçe bu hastalıklar da ruhumuzu tahrip etmeye başlıyor ve aldığımız hiç bir antidepresan hapı ve tedaviler sonuç vermiyor. Kendimiz ve çevremizdeki birçok insan küçük bir olumsuzluk karşısında ümitsizliğe kapılıyor ve işler, içinden çıkılamayacak bir hale dönüşebiliyor.
Özgüven sahibi, niçin yaratıldığının bilincinde olup, gücünü Allah’ın yardımından, Allah’ın doğrularla ve sabredenlerle beraber olduğu bilincinden alarak, arınmak için seçildiğinden duyduğu sevinç ve ümitle nerede, nasıl duruşu olması gerekiyorsa duruşunun hakkını vermenin gayreti içerisinde olur. Bu vasıfta biri nerde durması, nerde şahlanması, nerde boyun bükmesi gerektiğini, kısacası sınırlarını iyi bilir. Dolayısıyla bocalayış içinde olmaz, kendine güvenir, her durumda kendinden emindir. Nazlı KÖSEOĞLU
58 BUHARA
Bu dünya hayatında insanlardan ve Allah’tan gelen imtihanlar vardır. Ancak her imtihan ve lütufların sırrı, gönderenin Allah olduğunu bilip, aradakilere takılmayıp, “elçiye zeval olmaz” mantığını ön plana çıkararak imtihan edilmenin, yani Allah tarafından arındırılmayı seçilişimizin hakkını vermek esas gayemiz olmalıdır. İşte özgüven sahibi, niçin yaratıldığının bilincinde olup, gücünü Allah’ın yardımından, Allah’ın doğrularla ve sabredenlerle beraber olduğu bilincinden alarak, arınmak için seçildiğinden duyduğu sevinç ve ümitle nerede nasıl duruşu olması gerekiyorsa duruşunun hakkını vermenin gayreti içerisinde olur. Bu vasıfta biri nerde durması, nerde şahlanması, nerde boyun bükmesi gerektiğini bilir. Dolayısıyla bocalayış içinde olmaz, kendine güvenir, sınırlarını iyi bilir. İşte Allah’ın sınırlarını gözettiğimiz müddetçe gücümüzü Allah’tan alır, O’nun yardımı ile hareket eder ve başarıya ulaşırız. Bu anlamda özgüven, başarının Allah’tan geldiğini bilmektir. Başarı O’ndan olduğu için biz ancak başarıya giden yolun emanetçiliğini yapar, yükünü taşırız, doğru duruşun hakkını verebilmenin mücadelesini veririz. Bu duruşun hakkını verebilirsek Allah bizden razı olur. İşte özgüven sahibi bir Müslümanın, duruşunun mücadelesini verdiği uğraşı budur, başarı anlayışı budur; illa yenme, önde olma ya da uğraştığı işten sonuç alma anlayışı değildir. Allah’ın doğrularını başardığımızı
görmek, sonraki karışılacaklarımızı başaracağımıza dair güven verir, güven emniyet hissi verir. Bu ise dik duruş sergiletir. İşte bu bilinçte olanlar, güvenin kaynağını bildikleri için tevazu sahibi olur. Her şeyin müsebbibü’l esbabdan geldiğini bilir ve O’na tevekkül eder. “Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter.”(Talak, 4) ayeti kerimesinde buyrulduğu üzere, üzerine düşeni yapmanın mücadelesini verir, gücünün yetmediği hususta Allah’a tevekkül ederse Allah’ın yardımını alır. Allah’ın yardımı onun gücüne güç katar. Özgüven ve tevazu sahibi olmak isterken de aradaki ince çizgiye dikkat etmeliyiz. Tevazu sahibi olmak isterken miskin rolüne bürünüp Allah’ın bize hiç bir şey vermediğini iddia edemeyiz. Ne büyüklenmeli ne de kendimizi yok saymalıyız. Allah “İnsanları küçümseyip yüz çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki hiç sevmez.”(Lokman, 18) buyurarak, güvenin kaynağını kendimiz bilip böbürlenerek, kendimize atfetmemeli, Allah’ın takdirini sahiplenmemeliyiz. Diğer taraftan da imtihanın sırrını göz önünde bulundurarak hiçbir çaba sarf etmeksizin meselelerin kendiliğinden çözülüvermesini bekleyerek bize verilen sorumluluğu Allah’a atfetmemeliyiz. Bu sebepledir ki, yaşamımız boyunca unutmamamız gereken en önemli şeylerden biri ölçüdür. Kendimizi ne çok büyük nede çok küçük görmeliyiz. Bir işe karar verdiğimiz zaman Allah’a güvenmeli ve işimizi başarmak için elimizden geleni yapmalı ama sonucunu Allah’a bırakmalıyız. “Ben bunu yaparım” değil de “Allah izin verirse yaparım” demeliyiz. Yukarıda bahsettiğimiz manevi hastalıkların reçetesi ise Kuran ahlakı ile ahlaklanmak ve sünneti seniyye dairesine hareket etmektir. İnsan Kuran ahlakı ile ahlaklanmışsa yaşantısı İslami kıstaslardadır. Bu da her baktığı şeyde yüce Yaradan’ın esmalarını görmesine neden olur ve her şey ona güzel görünür ve bu durumda maddenin önüne mana geçmiştir ve hiçbir manevi hastalık bu insana yaklaşamaz. Yeter ki biz kendimizi ve nasıl olmamız gerektiğini, neleri yapabilip neleri yapamayacağımızı, sınırlarımızı bilip, doğru davranmanın mücadelesi için çaba sarf edelim. Allah doğrularla beraber olduğuna göre Allah’ı arkasına alan tek başına ordudur vesselam…
Allah “İnsanları küçümseyip yüz çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki hiç sevmez.”(Lokman, 18) buyurarak, güvenin kaynağını kendimiz bilip böbürlenerek, kendimize atfetmemeli, Allah’ın takdirini sahiplenmemeliyiz. Diğer taraftan da imtihanın sırrını göz önünde bulundurarak hiçbir çaba sarf etmeksizin meselelerin kendiliğinden çözülüvermesini bekleyerek bize verilen sorumluluğu Allah’a atfetmemeliyiz.
BUHARADERGI.COM
59
sürücü kursu HÜRMET tam sayfa Özel Sarnıç
Sürücü Kursu
* Kaliteli eğitim, * Uygun ödeme imkanı, * Deneyimli güleryüzlü eğitim kadrosuyla, * İstediğiniz gün ve saatte direksiyon uygulaması ile Özel Sarnıç HÜRMET Sürücü Kursu adaylarını bekliyor.
İrtibat: YILMAZ - Gsm: 0.535. 211 8546 - Ofis: 0.232. 281 30 48 / 0.232. 281 17 65 6 0 B U HMustafa ARA Adres: Hürriyet Mh. 60 Sokak No: 14 Sarnıç- Gaziemir / İZMİR