I K I AY L I K K U LT U R S A N AT F A N Z I N I SAYI: 1 / OCAK 201 6 / IKI LIRA
Ene s Kurdaş / Fatih Çünkioğ lu / Gök han
Sevim / Mihrap Ayd ın
ba l / Se vil Tekin / Osma Us ame Söyle me z / Uf uk Ak
n Konuk / / Mika il Söyle me
z
Öncelikle merhaba. Heyecanımızı mazur görün ve perdelerinizi açın. Genciz ve Nepal’deyiz. Neden buradayız sorusuna tam olarak net bir cevap bulamadık ya da bulma lüksü hissetmedik. Evet, neden buradayız sorusuna cevap aramak lükstür. Galiba her fanzin ve derginin ilk sayısında editörlerden büyük laflar ya da manifesto beklenir. Bu şekilde yola çıkmadık. Yeni kuşağın matbuu bir fanzinde nefes alabileceği bir ortam yaratmak istedik. Aşırı heyecanlı olmamızın nedenlerinden biri de bu sanırım. Bütüne bir şeyler eklemek şiarıyla yola çıktık. Bir eksikliği kapatmaktan ziyade bütüne bir şey eklemek niyetimiz var. Hep birlikte bütüne katkıda bulunma dileğiyle. Nepal’e hoş geldiniz.
Editörler: Enes Kurdaş / Fatih Çünkioğlu Tashih: Zeynep Sarhan Tasarım: Nepal Görseller*: Kübra Kaçtıoğlu (Kapak) / Elif Çetinkaya (Giriş sayfası) / Gökhan Sevim (sf.9) / İnternet (sf.10-14) / Neslihan Balamtekin (sf.15) / Oktay Metin (sf.16-17) / Ege Taşçıoğlu (sf.20) / Semen Mozakoğlu (sf.21) *basılmış olan görsellerin orijinal halleri deforme edilmiş, değiştirilmiş ya da üzerinden yeni bir görsel elde edilmiş olabilir. İş bu görsellerin orijinal halleri katkıda bulunanlara aittir.
İçindekiler You, the living Enes Kurdaş
3
yazmak istedim Osman Konuk
4-7
uçuyorum ama şimdi değil Fatih Çünkioğlu
8-9
Fazıl Hüsnü Dağlarca İle Senkronize Yüzme Üzerine Röportaj Fatih Çünkioğlu / ibrahim
10-15
Başak İçin Şiirler Ufuk Akbal
16-17
Genç Şair Üzerine Bazı Notlar Enes Kurdaş
18-19
“KUŞLAR KÂBE’NİN ÜSTÜNDEN SADECE HASTALANINCA UÇARMIŞ” DİYEMEDİM. “EVET, KUŞ” DİYEBİLDİM. Sevil Tekin
22-24
doksaniki taksimi Usame Söylemez
25
meyve bıçağının nesnesi Mihrap Aydın
26
ALGISAL TOPLAM VE YENİ İMGESEL ÇOĞULCULUK Mikâil Söylemez
28-30
Yanlışlıkla Açtım Telefonu Gökhan Sevim
32-36
1
2
You, the living Enes Kurdaş Tuhaf Adımın bir kendi var Adımın üstünde kendini parçalayan bir hayvan Şehre inince Orospular ve çocuklarıyla kucaklıyor şehir bizi Ama neden herkes gibi olmaktan duyulan kaygılar Herkes gibi olmaktan duyulan kaygıdan kaygı duymayı da gerektiriyor Çünkü şehir temkinli ve gereksiz bir bilgiyi içinde barındırıyor: Hep bir ağızdan mutlu olmanın gürültüsü Aşk değil sevgi değil ne bizi güçlü kılan Etini kıstırıp kırmızı bir kalabalığa Koşacak koşacakkoşacak Adını hatırlamak için sevdiğinin Kiminle kurdaş olman gerekir? Kansız narenciyenin hangi mevsimde yetiştiğini bilmek ne kazandırır insana? Şehre indin de ne oldu? Kalın bağırsağından keyif almayı öğrettiler sana -Yeni diller bulman gerekecek tüm diller doldu artıkNe hikâye ama En son bir Ajar romanından bu kadar etkilenmiştim Bir de bunu yazarken dinlediğim şarkıdan Bir de yalan söylemeyi bilmem sanırdım Biliyormuşum, Dinlemediğim şarkıyı dinledim diye söylerken fark ettim bunu Koşulsuz bir sigara yakıyorum siz yaşayanlar adına Elbette ayağımın altını kullanarak söndüreceğim onu
3
yazmak istedim Osman Konuk ne yaparsan yap, ne olursa olsun, nerede ve ne kadar kötü ve ne kadar korkunç kötü nefes almaya devam et, nefes almaya devam et; yanına benim nefesimi de al bir kesekağıdına doldurulmuş iki nefes, üstünde adım yazıyor; eski ahit’e inanma, yeni ahit’e de; en son ahit’e göre nefes almaya devam et şairler işlerine baksın, herkes işine baksın, nefes almaya devam et yaşlı, kambur bir kadın akşam namazına yetişmeye çalışıyor; yetişirse ertelenecek bir kıyamet sorumlusu gibi; yetişiyor, erteleniyor nefes almaya devam et, farzın ikinci rekatına yetişiyor; devam et tarih coğrafyayı yeniyor; yaşlı, kambur kadın kıyameti yeniyor çay içmeyi otuz iki yıl önce bıraktım, kumsal henüz yaratılmamıştı, sudan çıkmamıştık kumsalı yaratan kumsalı görmüyor mu; kumsalı neden görmüyorsun kızmakla üzülmek ayrı söylenmemeli; şairler nerde farzın ikinci rekatında kıyamet erteleniyor; devam et, nefes al, hayatta kal dostoyevski’yi yanlış anladıkları için ruslar hep ölüyorlar ve hiç gülmüyorlar tekil ve şahıs olanlar biz diye konuşuyorlar ve siyam ikizi bile değiller kızmakla üzülmeyi birlikte ifade eden bir kelime yok; şairler nerde m.s.’ yi herkes milattan sonra diye yanlış okuyor; şairler nerde bütün çöp bidonları, düşünce özgürlüğü bidonları ve huzurlu zamanlar ağzına kadar doluyor romantizm romantikleri; 19. yüzyıl bütün yüzyılları ve sonsuz türde soslar ana yemekleri yendi sonunda kendi kanıyla soslanıyor tekil şahıslar, mektup yazamadığı için sanatı icat eden; şairler nerde yersiz dipnot: en çalışkan şair de o şiiri yazamadı, ruhunu ve en güzel gömleğini sattı. zaten artık yeni soslarımız ve acılarımız var.
4
daha sakin ve teorideki yerine bakılırsa, klasik roman yeni romanı yener bilinçle kullanılmış ve atılmış poşet çaylar ne acıklıdır sonunu ve başlangıcını gördüğüm iki yüzyıldan aklımda kalan tek resim, bir ayrılık sahnesi hakkını helal et!, hakkını helal et! halep cemal’den bahsetmiştim, (yedi çocuk), halepli, kaçak gece işçisi, akşamları görüyorum: “keyfe hal, cemal” diyorum, hemingway’e benziyor sormadım ama dünyayı gezmek istemiyor kesinlikle, roman yazmıyor, yedi çocuk, sabah evine vardığında, çocuklarını saydığında, eksiksiz çıksın istiyor yüzümdeki yeni çizginin bir isme ihtiyacı olacak anlık bir iyimserlikle, diyelim ki yeni bir alfabenin ilk harfi değilse de kolayı var, çizgisiz yüz unutkanlık işareti yine de derinliğine düşününce … bu kadar düşünce özgürlüğü gereksiz yazmak istedim okurun hiçbir şey anlamayacağı bölüm esenler otogarı’ ndaki yolcuyu bir daha gör; bolu’ya varınca çorbasına tuz atacak tuzun yardıma ihtiyacı var; yolcu, otobandaki otobüste ankara’ya kadar üzülecek iki dize öncesinden başlayarak ve devamında, okur hiçbir şey anlamayacak hem güzelsiz hem mutsuz olunamaz, çay içmeyi otuz iki yıl önce bırakmıştım, bütün cevaplar evetti sağlıklı tüketilirse bilinç ve poşet çay yakışıyorlar acıklı bir yakışmayla ve yirmi sekiz yıl önce dünya bir güneş eki verir ve artık özenle yaratılmış bir hayır, bahçede yeni dikilmiş dut ağacıyla beraber her ağaç, bir salıncak özleyerek büyür söz, müziği; müzik, sessizliği; sessizlik, öz kızını özleyerek yazmak istedim 5
obrigado marquez’in “koskocaman kanatlı çok yaşlı bir bey” hikayesini çok severim lizbon kalesi’nden rossio meydanı’nın görünmesini çok seven birini de severim campo grande’de onu beklerken çok susamıştım bir defasında portekizce teşekkür etmeyi de seviyorum, çok susamıştım bir hintli gölette çamaşır yıkıyordu, hayatım yakındaydı, obrigado hayatım bir hintli gölette çamaşır yıkıyorsa kendimi güvende hissederim yaşlı bir ağaca yaslanarak izledim, aslında çok duygulanmıştım pessoa’nın şehrindeydik ağaca yaslanıp, gölette kaçak çamaşır yıkayan bir hintliye bakarsan belki sevdiğin de seni düşünür derler: şansını dene pessoa’nın şehrindeydik, arada böyle şairleşirdik, obrigado pessoa santini’de dondurma yemiştik, delia tavsiye etti delia’yı hiç görmedim, önemli değil, sağol delia susamıştım, önemli değildi, beklerken susamayı severim marquez demiştim, marquez’in kanatları vardı kesin kanatlarını kimse görmesin diye yazdı, bu nedenle bütün büyük yazarlar kanatsız görünürler (kanatlıdırlar) rilke, ben ve melek kirli thames’ten geçip eve dönüyorum içimden: “melek kapıyı açsa”, dışımdan “kapıyı bir melek açsın” mangolu yoğurt, ekmek, çedar peynir ve altı yumurta almışım kalan sarı değersiz kuruşları istasyondaki entelektüel evsizin bardağına atıyorum termostaki kahvem bitmiş, prince william henry tabelasından yukarı bakınca onu görebilirim orada mı, kalkmış mı, iyi mi suthering house, kapı şifresini hiç unutmuyorum üstümü başımı düzeltiyorum merdivenleri çıkarken içimden eski şarkı sözünü tekrarlayarak: ben meleğe inanırım rilke’yi kimse duymuyor, beni biri duyuyor melekler katından kapıyı açıyor, bir saat önce yaratılmış kadar taze ancela var bir de, sahte italyan melek çok sigara içiyor ve sürekli internetten alışveriş yapıyor melek birdir ve zaten, iki, bir’in en yorgun halidir 6
huzurlu bilgiler 1. bir hikayenin bitmesi için hiç başlamaması gerekir 2. iki, bir’in en mutlu halidir 3. her an hakkını helal et ve hiç ayrılma 4. görüşürüz
7
uçuyorum ama şimdi değil Fatih Çünkioğlu belki de sen müzik kutusundan yaratıldın belki battaniyeyle örtüldün belki kadraja giremedin. belki de topun hep aynı arabanın altında patlamak istedi. belki bir bebek arabasıydın farkında olmadın. belki de adem hiç konuşmadı. belki bize bakmaktan ilk yorulanın ismiydi gökyüzü. ya da farz et bunlar hiç olmadı. bir şeyler olduğunda bir şeyler olmuş gibi davranmanı engelleyen müzikler biliyorum. israfil suru üflediğinde hangi müzik çalacak ? o müzikte boşluğumu en güzel ben tamamlarım. öneride bulunmayı seviyorum dahası insanım. bu yüzden geceleri daha uykusuz daha oktav. bu yüzden herhangi bir günün herhangi bir saatinde sırat köprüsü gibi davrananlar var. bu yüzden kabulsüzlük okunur benim adım. bir şeyler yazdığında bir şeyler yazmış gibi davranmanı engelleyen senaryolar yazıyorum. saçını kim kesti, kaç yaşındaydın ? aramızdan birinin en güzel şarkıyı söylemesi gerekirdi. biliyordun ve dişlerin dökülmüştü. biliyordun. ışıldadığın sürece çürümeyecektin. biliyordun.. belki de bu yüzden kedilerinle pazartesi gibi konuşuyordun. kedilerinle pazartesi gibi konuşmaya başladığında kedilerinle pazartesi gibi konuştuğunu fark ettiren ayetler biliyorum.
8
durduğum yerin sabit olmadığını sabit olanın ise içinde parçalandığını parçaların hep yükselmek istediğini yükseldikçe hızının azaldığını hızlanmanın sürekli mi süreksiz mi olduğunu sürekli hızlanmanın üçe ayrıldığını ve bunlardan ikisinin hava trafik kontrolü tarafından yasaklandığını yasak olmayanın ise bir takım formüllerle açıklandığını ve bu formülün içinde kendimi sorguladığımı sorguladığım yerde parçalara ayrıldığımı ve oturduğum sıranın sallandığını düşündüm. aerodinamik dersinde hiç devamsızlık yapmamama çok üzüldüm. durduğun yerin sabit olduğunu düşündüğünde durduğun yerin sabit olmadığını ispatlayacak aerodinamik formülleri biliyorum.
9
Fazıl Hüsnü Dağlarca İle Senkronize Yüzme Üzerine Röportaj Fatih Çünkioğlu ibrahim
Su balesi ödenmelidir. Ne ile yaşamakla, mutlulukla, acıyla, sevgiyle, sorumlulukla... Ödenmelidir. 10
11
Neden senkronize yüzme? Neden artistik buz pateni ya da neden artistik jimnastik değil ? Çocukluğumun kendimi bildiğim günlerinden beri suyun varlığını ruhumda hissettim. Annem, babam, kardeşlerim gibi onun da ‘’biri’’ olduğunu sezmiştim. Anlatılan bir masalda ‘’buyrunuz sultanım ‘’ diye ses verdiğini, bu sesin nasıl elde edildiğini düşünmüştüm. Bulmuştum. Öyle diyebilirim ki benden önce kimse su balesiyle uğraşmasaydı bunun hareketlerini keşfetmeye uğraşırdım. Yüzmeyi, su balesine aşina olmak için öğrendim. Elimden geldiğince su balesinin bütün çağlarına dokundum. Dersler, ödevler, meslekler, hep bu uğraşın bıraktığı zamanlarda sığdı; hep ikinci, üçüncü işim oldu. En önemli bir göreve giderken içimdeki su balesi sevdasını hissetsem, giderdim bir havuz arardım. Karşılığında bir yaşama verilmemiş her şey değersizdir, derim ben. Su balesi ödenmelidir. Ne ile yaşamakla, mutlulukla, acıyla, sevgiyle, sorumlulukla... Ödenmelidir. Sizce senkronize yüzme nasıl olgunlaştırılabilir ? Karşılık vere vere özetledim artık. Şunu diyorum: Eline kalın defter alacaksın, her defterin üstüne, ilk sayfasına su balesi yazacaksın. İlk sayfasından son sayfasına kadar su balesi figürleri çizeceksin. Her figür, mezar taşına yazılacak gibi özene bezene düşünülmüş, çizilmiş olacak. Sonra bu defterleri bana getireceksin. Dediğim gibi olmuşsa defterler, bunları yakacaksın. Kendi figürlerini ortaya çıkarmak için gidip bir olimpik havuza kaydolacaksın. (Senkronize yüzme) takımlarının ilk performansları genellikle çoğul ve dağınık bir enerji taşırlar. Bu takımın ileri yıllardaki performanslarını nasıl etkiler? İlk performansın anahtar noktaları nelerdir? Bu ilk performans takımın ileriki yıllarda gerçekleştirecekleri performansların çekirdeğini oluşturur. Bu performansın ilk ve son bölümlerinde geleneksel figürler, orta bölümündeyse geleneksel yapının dışında kalan figürler olduğunu söyleyebiliriz... Yani sadece fiziksel becerilere sahip bir takım ya da kişi başarılı sayılır mı? Senkronize yüzmede bir takımın ya da bireysel olarak oyuncunun başarılı sayılması sadece sergilediği figürler üzerinden mi değerlendirilir ? Su balesi yapanların başarılı sayılmaları, bir kişilik kazanmalarıyla ölçülebilir. Su balesi izleyicileri, antrenörleri figürlerine koydukları
12
kişilikleriyle, ülke ortamında bir aydınlar kamusunu oluştururlar. Ülkede toplumca saygınlık kazanmış bir aydınlar kamusu yaratmış olurken yöneticileri de ister istemez etkilemiş olurlar. Bu aydınlar kamusunun bütün eylemlerinde düşünmek zorunluluğunu duyarlar. Medyadan apayrı bir oluşum. Medya, şu nedenle, değerini yitirmiş olabilir, etkisini yok etmiş olabilir. Böyle ortamlarda aydınlar kamusu daha etkilidir. Ülke sorumluluğunu taşıyan bu kamu, seçimlerde vazgeçilmez bir değer kazanır. Senkronize yüzme figürlerinin ve koreografilerinin izleyicilerce saptanabilmesi her zaman mümkün müdür? Bunlar her su balesi izleyicisine açık değildir. İzleyicilerin kendilerini yetiştirmeleri, su balesinde kendilerine sunulan inceliklere varabilmeleri için tek yoldur. Bu yetişmeden yoksun olanlar, bu özel çabaların dışında kalırlar hep. Size göre iyi koreografinin kurgusu teknik açıdan ne gibi özellikler taşımalıdır? Mümkün oldukça daha az figürle hareket edilmelidir. Tanrı (FINA başkanı) olsam bütün antrenörlere yirmi beş figür verirdim. Ne kurgulayacaksan, bunlarla söyle derdim. Az figürle kurgulamak, figür seçiminin önemini ve figürlere düşen görevi artırır kuşkusuz. Bir koreografi bir figürle başlar, bir figürün anlam ve çağrışımlarından türer. Koreografinin ilk figürü gözlerimdir. Bunlarla ta uzakları görürüm, istediğim yerlere ulaşırım. Yaşamınız boyunca en çok etkilendiğiniz figür hangisidir? (ydi) Kuşkusuz beni en çok etkileyen figür: “Daha” figürüdür. Daha figüründe, özel yaşamamızın ilişkilerindeki doyumsuzluk, evreniçi bildiklerimizdeki doyumsuzluk, yeryüzü ilkeleri arasındaki sevgi doyumsuzluğu, görmek, bilmek, öğrenmek, yapabilmek doyumsuzlukları; bilinçaltımızdaki nice özlem birleşirler. Bugün gökbilim alanındaki aramalar ne? Gökyüzüne fırlatılan araçlarla gereçlerle milyonlarca kilometre uzaktaki adamın kirpiklerine, gözlerine, sesine ulaşmak ne? ‘’Daha’’ Sizin koreografi idealiniz nedir? Yani bir performansı akrobasi açısından mı, iç dünyamızda bıraktığı etkiler açısından mı değerlendirmeliyiz? Katherine Curtis ekolünde akrobatik görsellik ön plandadır. Yani
13
“Bu yetişmeden yoksun olanlar, bu özel çabaların dışında kalırlar hep.”
fiziksel olarak insan vucüdunu zorlayan ve akrobatik değeri yüksek olmasına rağmen estetik değeri düşük figürler kullanılır. Billy Rose’un önünü açtığı ekolde ise sporcular verilmesi gereken duygusal hazzı bir aktris gibi aktarır. Bir koreografide izleyicinin iç dünyasına ulaşacak çağrışımlar bulunmazsa suda yapılmış akrobasiden öteye geçememiş olur. Ben Billy Rose’un önünü açtığı koreografilerde yalnızlığın, şaşkınlığın, korkuların, ölüm gerçeğini yaşarken duyduğum bunalımları, doğasal görkemin yansımalarını hissederim. Şiir okurunun yaş küçüklüğünün şiiri sınırlamadığı yönünde bir görüşe sahipsiniz. Bu bağlamda her yaştan senkronize yüzme sevdalılarının olmasını nasıl açıklarsınız? Çocukluğum ile şiirimde seslendiğim çocukları kozmik bir evrende buluştururum. Bu kozmik buluşma öznelerinin yaş küçüklüğüne karşın, şiirden ödün vermez: Çocuk şiirlerimde, öbürlerinde olan ne varsa hep bir sözcük yeğnikliği içinde ele alınmıştır. Şöyle diyebilirim: “Çocuk Şiiri” diye apayrı bir tür yoktur. Bütün dizeler yazılmadan önce, kaleme geçirilmeden önce sıfır yaştadır. Kişi o sıfır yaştan başlar büyümeye. Çocuk şiirlerinin öbüründen ayrılması ilk yaşlarda durmasındandır. Bazı şiirler büyümemeyi seçer, ilk yaşlarda durarak var ederler kendilerini... “Her yaştan su balesi sevdalıları olabilir mi ?” sorusunun açılımı da bu görüş doğrultusundadır: Su balesinde kurguyu, akrobasiyi, figürleri onun açısına göre daha ince seçmek, ilk duyarlılıklar ilk özgürlükler, ilk ölçüler içinde sergilemek gereklidir. Cemal Süreya, Çocuk ve Allah kitabını yeni şiirimizin anayasası ilan eder. Peyami Safa ise uyanıkken görülen bir rüya yorumunu yapar. Sizin için Çocuk ve Allah kitabının koreografi olarak karşılığı nedir ? Ses, Çocuk ve Allah kitabımla kımıldadı. Çocuk, ağaç, su, dağ, ova, -her biri ayrı gövde- dizi dizi kışlalarla dolu bu kitap çocukluğumun romanıdır. Bu romanın su balesindeki yansıması Johnny Weissmuller ve Eleanor Holm’un sergilediği, Billy Rose’un “Aquacade Revue” koreografisidir. Ancak Billy Rose ilk dönemde kozmik bakış açısı en açık olan koreografi kurgucularından olmasına rağmen, sonraki yılların figür çizgilerine eklenmesi ve bunu çokça yinelemesi sonucu kozmik bakış açısından uzaklaşmıştır.
14
15
Başak İçin Şiirler.. Ufuk Akbal I Ah ben kimlerle arkadaşlık ederdim Dokuzpalmiyelerde, uzun otobüslerde Kaldırım mühendislerine girip içerdim Bugünlerde, şu günlerde. Onlar beni anladılar, dillerini tuttular, “ah tutmaz olaydık dillerimizi” buyurdular Nitekim Beylerbeyi, ölümün ters hâli Bunları ben öğrettim bugünlerde, şu günlerde Sonra ölüm serin bir misafir yatağı olur Jilet gibi çarşaf ama rahatsız yastık Sonra ölüm tasmasız kedi olur Çin çayı, uzun sigara Ah o günlerde, bugünlerde kendine kapanık evlerde Neden hiç terasa çıkılmaz? II Pencere dibi yolcusuyum Önümde koca 20.yüzyıl Son 20’sine yetiştiğim Aklımda Rilke, Oruç, Nietzsche Önümde Afşar, buzlu rakı, kördüğüm Gün içre gün, yıl içre yıl Dostlarım, kandıklarım, sarı sebepsiz Kırdığım kırıldığım Odam: ah benim entel trajedyam! Çuf, çuf, çuf! Aklımda Nazım. Mayakovski. Önümde evler. Orta sınıf ahlâkı. Ve göçmenlik üzre.Fikirler. Bu durak Kandıra’dır. Ah Mustafa’nın cazı. Hiç aklımdan çıkarmadım Çıkaramadım- iri Kazdağı günbükenleriyle altımıza serdiğimiz o yazı.
16
Ah kara uzun yılankâvi Ve hiç dilediğim duraklarda durmayan nezaket hâli ve bölünmüş İmgelerimin narin evreni Ben hem incesini hem kahramanını bulsam Aşık olurdum, diyor biri. III Ben ki Üsküdar’da bir eski Yapının pencerelerinden denizi seyrederdim Deniz de beni.. Bu günlerdir böyle gider.. Ben ki Üsküdar’dan ağır, kırmızı şeylere binerdim-hah, Otobüsler. Minik sokaklarına yazdığımız adını Binbir utkuyla ve kedi dilini Geziyoruz lokantalarını, kiliselerini Ve öğrenemeyiz henüz lisanını meşreb-ül harap geniş koltuklarına çinilinin yayıldığımız şu penceredeki kedinin. Gelsin Muammer, gitsin Muammer “Amanın da İzmirli..” Roll çıkmadı mı ya da ayın üç hâli. Ah biz biri,sen de bizden biri Geçemedik bir türlü karşı kıyıya Gördün di mi?
17
Genç Şair Üzerine Bazı Notlar Enes Kurdaş Modern şiirin kucağında pohpohlanmaya, klasik şiiri pişirip pişirip önümüze koyanlara ve eline geçen her fırsatta genç şairin sırtına köksüzlük, avamlık damgasını vuranlara inat, nedir genç şair onu -açıklamak boynumuzun borcu olmadığı halde-açıklamaya çalışalım. Genç şair, eline her geçeni malzeme sanan, sanmakla yükümlü olduğuna inanan ve hali hazırda şiirinde bir kök, bir geçmiş ve tam anlamıyla özgünlük barındıramayan bireydir. Üst kuşağın etkisinde kalarak ve buna rağmen üst kuşağı reddetmeye kalkarak kendi şiirini var etmeye çalışır. Yazdığı şiirin genellikle gözlem, tecrübe ve birtakım deneyimlere dayanıyor olması, bu şiirin temelini iyi kuramama, kurguyu sağlayamama gibi birçok dezavantajı beraberinde getirir. Fakat bu dezavantajların yanında avantajları da vardır bu dağınık halin. Genelde şairin şiirinin ön plana çıkması, şiirde geçen birkaç iyi dize sayesinde olur. Genel olarak şiir bu dizelere yaslanır. Zaten bu dizeler şiirin en güçlü yerleri olup, şiirin genel atmosferine bu dizeler hâkim olur. Şiir bu dizeler üzerinden anlatılır. Arz-ı hal bildirilir. Özelde şairin, genelde şiirin yarattığı bu korunaksız yol şaire düşünme, yeni bir şey bulma imkânı verirken açıkça bir tehlike de arz eder. Buluş ile şiir yazma serüveninin şairin de içinde olduğu dünyanın getirdiği bir takım ontolojik kaygılardan ötürü kaynaklandığını söyleyebiliriz. Çok iyi bir buluşun yazımı sağlandığı takdirde, genel şiir yazımına nazaran daha etkileyici, kalıcı ve yıkım etkisi yüksek olan bir şiir, yazımı ‘’normal’’ yollarla sağlanmış, bir bütünü anlatan şiirden daha iyi olacaktır şairin gözünde. Fakat ilhamın, buluşun veya deneyimin hep ‘’olumlu sonuçlar verir’’ yanılgısı bizim harika bir buluş sandığımız, içimizde deprem etkisi yaratan o mükemmel dize, şiirin bütününe aykırı olabilir, şiir karşısında etkisiz kalabilir veya daha önce kullanılmış bir söz dizini kullanılmış olabilir. Şairin bu tüketimden habersiz olması ihtimaller dâhilindedir. Bunun nedeni ise kendinden önceki dönemi iyi okumamış olması, okusa bile çözümleme yapamamış olmasıdır. Buluş ile şiir yazma serüvenin eleştirisine bir katkıyı şu pasajda görebiliriz. ’’…boğazdaki köprülerin iki tarafında trafik levhası var, ‘’köprüden önce son çıkış.’’ Buradan her gün on binlerce kişi geçiyor, bunu okuyor; içlerinden şiirle, sanatla veya herhangi bir biçimde yaratıcılık içermesi gereken bir işle ilgilenen birilerinin kafasında şimşekler çakıyor: Bir buluş! Bir Google araması yaparak ’’köprüden önce son çıkış’’ mısralı, başlıklı şiirler, kitaplar, albümler bulunabilir. Yüzlerce var! Trafiğin yavaş yavaş ilerlediği saatlerde aynı şimşek iki köprünün dört tarafında ortalama bir hesapla günde 300 kişinin beyninde çakıyor İçlerinden 18
birileri de bu ‘’buluş’’u beğeniyor, beğenisiyle yetiniyor ve gidip bir yaratıcı deneyim olarak kamuya sunacak olanakları buluyor ve üstelik kendini alkışlayacak birilerini de buluyor’’1 Alıntıladığımız pasajdan ve yukarıda buluşun dezavantajlarından bahsettiğimiz bölümden hareketle şunları söyleyecek olursak: Genç şair açısından buluşun en büyük tehlikesi, aslında kendinden öncekilerin de aklına gelen; şiiri, şarkısı, öyküsü vs. daha birçok alanda miadını doldurmuş, her nimetinden faydalanılmış bu buluşun artık çöp olduğunu düşünmemesidir. Buna rağmen şiirde kullanıldığı takdirde kendisine özgü bir havası olmayan, yeni bir şey söylemeyen bu buluş, genç şairin kendi beğenisini kazandığı halde özgün bir anlatım olmayıp dönüp tekrar genç şairin şiirin vuracaktır. Fakat genç şairin, gençliğin getirdiği vahamet ve vurdumduymazlıkla bu durumun kötü olduğunu görmemesi, bununla kalmayıp iyi bir işe imza attığını görmesi olağan durumlar içinde yer alır. Beğeni yok edilemez, ancak örselenir. Ama daha da tehlikelisi, örselendiği sanıldığı anda ‘’beğeniyi örseledim’’ düşüncesi ile yeni bir beğeni kıskacına düşülebilir. Bundan kaçınıp bir gözlemci ve üçüncü bir şahıs olarak okunmalıdır şiir. Aksi takdirde şahsiyet şiirin önüne geçmiş olur ve bu durumda şair sadece kendi şahsını bağlayan şiirler yazacaktır.
19
Enis Akın, Şairi kendi beğenisinden kurtarmak, Natama Dergisi sayı: 10, syf.5
1
20
21
“KUŞLAR KÂBE’NİN ÜSTÜNDEN SADECE HASTALANINCA UÇARMIŞ.” DİYEMEDİM. “EVET, KUŞ.” DİYEBİLDİM. Sevil Tekin Hayri abi dün o kadar sanattı ki doğrudan dövmemiş, aklındakini doğrudan anlatmamış, çeşitli durumlarla bulunduğu duygu dünyasını hissettirmeye çalışmıştı. Hayri abiyi görünce “Nasılsın Hayri abi, dün niye öyleydin, bir değişiktin.” diye fikrimi beyan ettim. “Tuğçeciğim.” dedi. “Kusura bakma, ben dün biraz şiirdim.” “Geçmiş olsun, Hayri abi.” dedim. “Sağ ol.” dedi. “Bir şey değil.” dedim. “Hayri abi, ben şiir sevmiyorum.” “İnsan kesik kesik oluyor çünkü.” dedi ve “Ben de sevmiyorum.” dercesine kafasını aşağı ve yukarı salladı. Kısa bir an duraklayıp “Ben Orhan Veli’yi seviyorum.” dedi. “Ben de.” dedim. “Çünkü sıkıntısız adam, çukura düştü.” “Katılmıyorum.” dedim. “Hayhay.” dedi. “Ortaokuldayken ablama doğum günü hediyesi için İclal Aydın’ın kasetini almıştım. O da iyi bir şair, kadının yaptığı yemekleri yiyen ancak bir “Ellerine sağlık.” demeyen erkekleri duygulu ve duygulu olduğu kadar düşündürücü bir sesle çok güzel bir biçimde anlatmıştı.” dedim. “Ahay ahay mırroooo” diye bağırıp omuzlarını kipir kipir salladı. “Ellerimiz çok önemli Hayri abi. Ellerimizle yapmadığımız şeylerin hükümdarını iyi düşünüp tayin etmek lazım. Bana ellerimizle yaptığımız şeyler ancak bu şekilde kıymetlenir gibi geliyor.” dedim. Arkasını döndü, gözyaşlarını gizlemek için böyle yaptığını düşündüm. Oysa yalnızca önündeki çekirdek torbasından çekirdek almak istemişti. Birazını da iyiliksever olduğundan benimle paylaştı. Avucumdan bir çekirdek seçtim, çekirdeğin sivri yerini dişlerimin arasına yerleştirdim, üç çıt sesiyle içini dışından çıkardım, taneyi yedim, kabuğun az bir kısmı dilime yapışmıştı. Onu da “Tuu!” diyip tükürürken topların ve cipslerin arasından Beckett’i bizim apartmanın altında gördüm. Beni bekliyordu. “Ay Hayri abi görüşürüz, Beckett gelmiş.” dedim ve onunla bir bakış açımı paylaştım: “Bıyığında çekirdek kabuğu kalmış.” “Selam söylersin.” dedi ve fikrime saygı duyduğunu ifade etti. Hmladım ve “Baş üstüne.” dedim. Elimdeki çekirdekleri montumun cebime attım ve Beckett’in yanına koştum. Yanına vardığımda halini hatırını sordum. Cevap vermeyince “Ben 22
de şey yapıyorum ama o İrlandalı olduğundan mıdır nedir, o daha çok şey yapıyor.” diye düşündüm. Dolmuş durağına varıncaya kadar da pek konuşmadık. Bahçelievler’e giden dolmuş yirmi dakikada bir geliyordu ama Kızılay’dan metro yapsak bu sefer de hastane ile metro çıkışı arası bayâ mesafe var, yürümek gerekiyordu. “Dolmuş tam önünden geçiyor. İyi olur.” gibi düşündük. Zaten çok da beklemedik Allah’tan, hemencecik geldi. Gideceğimiz yere varınca Beckett “Müsait bir yerde.” diyince, dolmuşçu “Burada mı ineceksiniz?” diye sordu. Beckett “Burada ineceğiz.” diye cevap verdi. Şoför ilerlemeye devam etti. Ve bizi orada değil biraz ilerde indirdi. Kafka olsa şimdiye bayılırdı. Sinir oluyor bu durumlara. Niye o zaman netleştirmek istiyor diyor. Niye hem netleştirmek isteyip sonra da müsait bir yerde indiriyor diyor. Bir sebebi vardır sonuçta değil mi? Beckett ise sabırlı, bu kısımlara alışmış. Parkın içinden geçerek hastaneye ulaştık. Hastanenin döner kapısından içeri girdik. Önce sola sonra sağa döndük. Asansörün önünde yukarı çıkmaktan vazgeçtik, kantine uğramaya karar verdik. Sütlaç alalım bir de dedik. Yumuşak taneli ya, belki yara olmuş boğazından daha kolay geçer. Zaten süt yani, her derde deva. Yanımızda meyve de vardı. Annem ufak bir saklama kabına dilimlemişti. Allah’ın izniyle bir yemeye başlasaydı. Yukarı çıkmadan önce güvenlik görevlisi ziyaret saati olmadığını söylediyse de doktordan iznimizin olduğunu belirten kağıdı gösterince ses etmedi. Yoğun bakıma çıktık. Önce yeşil ameliyat önlüklerinden giydik, ayaklarımıza galoş taktık, ellerimizi dezenfekte ettik. Beckett önlüğü tersten giymesi yetmezmiş gibi bir de inatlaştı. Öyle giyilecekmiş. “Ya öyle giyilir mi deli gibi. Normal giyeceksin, buralarda delikler var, ipliklerini ordan geçireceksin.” dedim. Fikrini değiştirmedi. “Aman iyi. Fark etmez böyle de olur.” Yandaki ufak siyah düğmeye dokunduk. Görevli geldi. Durumu açıkladık. Bakım varmış, yarım saat sonra gelmemizi söyledi. Önlüğü çıkarıp kirli sepetine attık. Merdivenden indik. Kantine gittik. Çay aldık. Beklemeye başladık. Uzun bir sessizlikten sonra “Bir keresinde Etlik’e gidiyorum.” dedim. Beckett çayını höpürdetti. “Ya höpürdetmesene. Tüylerim diken diken oldu of Beckett abi. İç ya iç tamam ben bir şey demiyorum sana.” dedim. Beckett küstü. Yeniden uzun uzun sustuk. Küstüğünü iyice belirtmek için çayını çok nazik bir şekilde içti. Söze yeniden başladım. “Dolmuş çok kalabalık, görsen.” Göz ucumla beni dinleyip dinlemediğini kontrol ettim. Kulakları hareket etmişti. Sanki dinliyordu. Cebimden biraz çekirdek çıkardım. Uzattım. Bir bana bir çekirdeklere sinirli sinirli baktı, sonra kaşlarını çatmaktan vazgeçti. Aldı. Barıştık. Anlatmaya devam ettim. “Dolmuşçu, ilerde polis gördü. Aniden “Çökün!” dedi. Biz ayakta olanlar sanki hayatımız boyunca bunu 23
bekliyormuşuz gibi çöktük. Dolmuşçu da çok sinirli. Takmışlar dolmuşlara, fazla yolcu taşımaktan ceza üstüne ceza yemişler, o zaman dolmuş sayısını artırsınlar, yok bu millet işe nasıl gidecek, yok vatandaşları almasınlar mıymış, yok kamu hizmeti. Konuşuyor da konuşuyor. Biz de çöktüğümüz için bir yandan vatandaş gibi evet ama öte yandan da onurlu stajyer sincaplar gibiyiz. Bazen “Vayya hakyısınız.” diyoruz. Bazen fındığımızı paylaşıyoruz falan. Neyse sonra şoför, polisin önünden bu şekilde de geçemeyeceğini kestirince, bizi indirmeye karar verdi. İlerden alacakmış geri. Yine bir an olsun yadırgamadık ve dolmuştan indik. İner inmez topluca koşmaya başladık. Dolmuş önce yanımızdan geçip gitti, aklıma kötü bir şey gelmedi, sonra ufuğa doğru ilerledi ilerledi. İçimde bir telaş başladı. Koşmama rağmen başladı.” Beckett çekirdek çitlemeyi bıraktı. Yüzünde acıyla bana döndü. “Şu an böyle hissediyorum Beckett. Bu normal mi? Üstelik bu hikâyenin sonunu hatırlayamıyorum, bu beni daha fazla dehşete düşürüyor. Dolmuşa bindim mi binemedim mi anımsayamıyorum. Bir yandan umutluyum anneannem iyi olacak, bir yandan dolmuş da çok hızlı gidiyor.” dedim. Beckett omzuma vurdu. “Etekleri bile çok güzel, hep çiçekli. Tokaları bile çok güzel. Renkli renkli.” diye ağlamaya başladım. Beckett şaşkınlıktan ne yapacağını bilemezken Kafka kapıda belirdi. Yanımıza geldi, süt almış onu verdi, peçeteyle gözyaşlarımı sildi, bir tane şaka yaptı, pek komik olmadı ama yine de gülümsetti, yeniden gözyaşlarımı sildi, sonra da girişteki döner kapı sinirini yıprattığı için bayıldı.
24
doksaniki taksimi Usame Söylemez biliyorum en sessizi alnım bunun ve yaşıyorum dünü ucuz bir ölümlü olarak yok bacaklarımda gölgeler yok yara bantları uçlarında parmaklarım. önemsiz şeyler bunlar usame şimdilik soft paketin incelmesiyle yaşayacaksın cumartesiler olacak daha cumartesiler. ve yarım bir rüzgarla örtülü diğer ben gözlerinin biri ölüm kırmızısı. ellerinde karanfiller hem mor hem arkadaşlara veda renginde. biz de her yıl annesi devlet olan memurun sabırsızlığıyla dayandık bunca küfre boğazına kadar ana dilinden başka şeylere batmış bularak geçmişi -- yalnız avuçiçi dövmeleri oldu onun üzerinde bir Bingöl ya da kırık bir Diyarbakır kalanı. orda karanlıklar karanlık ben yamanmışım belki dünyaya bi dur elmacık kemiklerim orda değil. boşluğu kes. ezilmiş bir surat ında devlet patlamış başka bir surat ve giderek ağlayan bir kadının sesi nefesim çıplak ve çıplak ve hepsi o kadar.
25
meyve bıçağının nesnesi Mihrap Aydın dağ başında sorumluluk ya da aşağı atlayarak düşünülmüş bir intihar değil bu, bir evin içindeydik senin evlerin, konuşmadığımız şeyler duvarlarda asılı. asılı kopyalarken anlatmaya başlayalım. neriman, nesnesini bulamış manavları düşünüyorum asılmamış avizeleri, hiç giyilmemiş elbiseleri ama en çok topuklu ayakkabı giyinmiş kadınların ihbar edilişini. adamı düşünmüyorum. adam bana senin adın leyla dedi bende adamın burnunu sildim. adam bana dedi ki şimdi git ve bir daha gelme ben dünyaya geldim. adam benim için o parmaklarını şeriata kadar kes sesini ve iliklerine kadar soluğunu saçlarını, yusuf’u gördüğünde parmaklarını tırnaklarını ve faturalarını kes bitiyoruz dedi, kestik. duyurulmamış zaman kalmasın istedim bu başka ben başka her şey başka olsun içimizden geçenler bir ilkbahar sakin kalarak sarma sarmak istedim neriman. adamı düşünmüyorum. boş çamaşırlar neden kollarını içinde saklar masa örtüleri neden yıkanmamak için leke tutmuyor? meyve bıçakları bir aşk içindir kesin. küçük küçük parçalanabilecek bir aşk için. o öyleydi ki eve gelir uzun bacaklı kuşları anlatırdı, beyaz kuşları bembeyaz kuşları, yunan kuşlarını, rus kuşlarını. açma kapama düğmesini bulamadığım bir elmalı kahkahaya ihtiyaç duyduğum zamanlar içimden geçiyorken anlardım, oturup sandalyede anlardım: neden ebruları korumalıyız, neden neriman benim arkadaşım da, hande değil.
26
27
ALGISAL TOPLAM VE YENİ İMGESEL ÇOĞULCULUK Mikâil Söylemez Postmodern Şiirde Şair Beni II Postmodern sanatın/şiirin önceki yazılarda da bahsettiğimiz özelliklerini göz önüne alıp ve yeniden düşününce görülüyor ki “Bütün kuralların, ölçülerin, vesayetlerin ve muhtaçlıkların ötesinde özerk ve özgür kararlar alabilmenin gittikçe ve daha fazla insan için bir ihtiyaç ve keyif haline geldiği açıktır. Bu nedenle onların hayat tarzının ve yaşama sanatının düsturu, kışkırtıcı bir ben vurgusu ve özgüvendir”1 Postmodern göstergeler arasında bireyi mevcut konumuyla anlamak, bunu doğrudan ve araçsız bir çabayla –bireyin kendisi ve potansiyel varlığı aracılığıyla- yapmak ile postmodern öznenin sanatla/şiirle olan reaksiyonu sonucu yeni bir takım saptamalarda bulunmak arasında kuşkusuz müşterek bazı merkezler olacaktır. Her ikisi arasında kendiliğinden var olan ile sonradan yapılan gibi ayırt edilebilir çekim alanları söz konusu iken, gerçek özneden yapay/kurgusal özneye varmaya çalışırken beliren yeni öznenin zaman, mekân ve durum karşısında ve bu üçüne rağmen yaşadığı değişimin, postmodern öznenin kendisi ve sanat/şiirdeki reaksiyonları bakımından ciddi bazı ipuçları verdiğini görüyoruz. Ağacın kesik dalında tutunacak yer buldum. Ka. Oku unut oku unut kör tarihte kayboldum Babam kır kargasıydı hâkim bey. Başına şey gelmiş, sonra barışmış onunla. Ka. Korkmadan konduğu korkulukla kardeş kalıp kocamak isterdi, göç olmuş, olmuyor. Ka. Kılavuzu kaba korku olan Aile Türkçesini koruyamıyor. …2 Güntan’ın yukarıya aldığım şiirinde, şiirin öznesi üzerinden yapılan ve giderek algısal çoğulculuğu hedef alan fakat birincil tasanın yeni yaratımın dairesi ekseninde kaldığı bu yeni varlık durumunda, şiirin
28
1 Raıner Funk, Ben ve Biz/ Postmodern İnsanın psikanalizi, Postmodern İnsanı Anlamak, Çev., Çağlar Tanyeri, 3. bas. ( İstanbul, YKY, 2013) s. 11
Ahmet Güntan, Mahkeme Kitap. içinde Karganın Savunması., 2. bas.(İstanbul, 160. Kilometre, 2014) s.15
2
kendi referanslarının yanı sıra ve yeni imgesel alana rağmen şiirdeki benin çok parçalı ve iddiasız fakat söyleyişten hareketle oluşturulan etkili çekim alanı içerisinde yavaşlayan şiirin öznesini hedeflemenin ötesinde, oluşturulan öznenin ötesine geçen bir şair beniyle karşılaşıyoruz. Yeni şiirde takip edilemeyen bu özne durumu, parçalı yapısından hareketle kısmen geçersizleştirilmiş, dilin mevcut ve olası imkânları dâhilinde konuşlanmış, ben odaklılığın ötesinde anlatıya sunulmuş bir şiir öznesi yaratmaktadır. Postmodern özneyi sosyal bilimler ve sanat-şiir nezdinde ayrıştıran unsurlar etrafında düşünürken görülüyor ki, şiirde hedeflenen imgesel çoğulculuk, aynı özneyi kendi ilk müşterek alanı dışına çıkmaya iten bir algısal toplamın yanı sıra, yeni yaratımın ön disiplinlerince koordine edilen bir şiir öznesi söz konusu olmuştur. Sosyal bilimler açısından bakılınca yeni öznede görülen kışkırtıcı bir ben vurgusu ve özgüven durumunun, aynı öznenin şiirde/sanatta olan reaksiyonu söz konusu olunca her iki hedefin mevcut anlatının ve alımlayıcı kitlenin olanak ve imkânları dâhilinde sunulduğunu görüyoruz. Masal nerede biter ortasında mı Mapar desem bir umur sarsar mı Yöne sesleniliyordu. Seyrettim. Şey bir. Anısız yağmur Buna kim böyle pencere demiş Yürüyemiyorum. Ses! Göke yakışmaz bir renk yok mu hep söyleyeyim Hem o gök mü yakışmasa mı olmaz Ömer Şişman, Hata Devam ediyor içinde ‘süresiz gece çalışıyor’ 2.bas: (İstanbul, 160. Kilometre,2012) s.11
3
Eşikten atlıyorum Az daha yaşıyorum Gece. Süresiz. Mapar çalıyor. 3 Ömer Şişman’ın yukarıya tamamını aldığım “süresiz gece çalışıyor” adlı şiirini, Güntan’ın şiiriyle ve karşılaştırmalı olarak postmodern şiirdeki yeni özne durumu üzerinden okumak mümkün görünüyor. Her iki şiirde de dil ve imgesel çoğulculuk dediğim yeni algısal toplamdan hareketle postmodern öznenin reaksiyonları üzerinden gerçekleştirilen fakat bunun da ötesine uzanan bir müşterek alanla karşılaşıyoruz. Postmodern şiirde şair önceden saptayabildiği bir hedef kitleye hitap etmez. Bu, sınırları çizilmemiş bir şiirle/sanatla ilgili. Buna karşın şiiri alımlayacak olan kitle ve şiirsel bellek sürekli olarak yenilenmek/ yetişmek durumundadır.4 29
Bu durumu daha sonra yayınlanacak olan “Sanatsal Görgü ve Yeni Düzeydışılık” başlıklı yazıda daha geniş bir şekilde ele almaya çalıştım.
4
Postmodernizmle beraber marjinal temsil durumundan hareketle yerinden edilen, giderek tanımlanamayan ve sınırları belirsizleştirilen bireyin, kendisine sunulan yeni imkânlar ve dezavantajlara rağmen kimlik arayışını sürdürdüğü, zamanla bu arayışın kendisiyle beraber var olmaya başladığı, sürekli arayışın ve yenileşmenin bir çeşit yeni varlık durumu olarak belirdiği bu son kertede, postmodern şiir öznesi de aynı dezavantajları dönüştürerek yeni kaotik ortamda kendi varoluşunu gerçekleştirmeyi amaçladığını ancak bunu metnin gerisinde kalarak yapmayı hedeflediğini görüyoruz. Bu noktada mevcut imkânlarıyla şiirin yeni varlığı ve okuyucu arasında imgesel daireler, çağrışım blokları yaratarak şiiri hedef kitlesi ve şairi açısından müşterek bir düzleme taşımış olsa da, postmodern şiirde beliren bu sıra dışı öznenin, sosyal bilimlerde sınırsız bir özgürlükler alanını hedefleyen birey modeliyle örtüştüğünü, ancak gene de sanatsal yaratımın gölgesinde kaldığını görüyoruz. Ömer Şişman’ın ve Güntan’ın şiirlerinde karşılaştığımız bu yeni özne durumu, Postmodern şiirde öznenin varabileceği sınırlar açısından ve sonuç bağlamında belirleyici bir kıstas mahiyetinde olmasa da, yeni şiirde öznenin bundan sonraki serüvenini düşünmede yol gösterici olabilir.
30
31
Yanlışlıkla Açtım Telefonu, Gökhan Sevim Canım sıkkındı o gün, son zamanlarda hep olduğu gibi. Eve gittiğimde gevşemek için iki tane bira aldım. Az birayla mayışmak adına kafaya dikme planlarıyla evin yolunu tuttum ama bu, kafamda kurduğum milyonlarca düşünceden yalnızca biriydi. Ya da durun! Aslında kafamda kurduğum milyonlarca şey yoktu ki! Açıkçası şöyle bir düşündüm de gerçekte hiçbir şey düşünmüyordum; düşünemiyordum daha doğrusu. Hatta o kadar düşünemiyordum ki kafamın içinde çalılıklar ardında kendini gizleyen birkaç fikir, öyle flu, öyle belli belirsizdi ki ne olduğunu bir türlü net olarak anlayamadığım üç beş fikir, kafamda milyonlarca fikirmişcesine bir ağırlık yapıyordu. Belki birkaçını yakalayabilsem önümü daha kolay görür olurdum. Kafamın içinde sürekli gürültü çıkaran bir buzdolabı vardı, varlığı ancak ve ancak sustuğunda fark edilen bir gürültü. Bazen bir anda susuyordu kafamdaki gürültüler, işte o anki rahatlamayla farkına varıyordum birkaç saniye öncesine kadar saatlerce süregelen, işkence eden o gürültüyü. Sonra nasıl oluyorsa gene başlıyordu o gürültüler ve ben ne başladığında ne de devam ederken farkına varıyordum, ta ki susana kadar. Yürürken ne kadar yorulduğunuzu, oturduğunuzda tekrar kalkarken yaşadığınız zorluk vesilesiyle anlarsınız ya, tıpkı öyle işte. Sırf bu yüzden, sırf yorulduğumu anlamamak için oturmuyordum, sırf kafamdaki gürültüyü fark etmemek için düşünmekten bir an olsun vazgeçmiyordum. Düşünceler kafamın içinde o kadar hızlı hareket ediyor, o kadar hızlı yer değiştiriyorlar ve zihnimin gündemi o kadar çabuk başka bir konuya kayıyordu ki o üç beş fikri bir türlü toparlayamıyordum, bu da bende ağırlık yapıyordu. Senaryosunu yazdığım her hayal yarım kalıyor, başladığım her film ansızın kesilip bitiyordu. Odaklanamadıkça derdimin ne olduğunu anlamak da zorlaşıyordu, dolayısıyla çözüm yolu arayışlarım da içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu. Halıya dökülmüş yüzlerce puzzle parçası gibiydi kafamın içi, nasıl toplayacağımı bilemiyordum. Üstelik toplasam da eksik bir parça çıkacağından neredeyse emin olduğum için toplamaya başlamak için gerekli şevki kendimde toplayamıyordum. Onlarca derdim vardı, bu dertlerin her biri beş bin parçalık bir puzzle’dı sanki. Ve bu puzzle’ların parçaları da birbirine karışmıştı. Aklıma bir çare düştüğünde bunun hangi derdimle alakalı olduğunu bile kavrayamıyordum. Zamanla derdimi bile kavrayamaz hâle gelmiştim. Aradığım şeyi bilmezken, bulduğumu nasıl anlayacaktım? Derken eve vardım. Evde kimse yoktu. Kapıyı ben açacaktım, zile basmayacaktım, sevinçliydim bunun için; ne de olsa anahtarı kullanmaya gereksinim duyduğum ölçüde mutluydum bu hayatta. Ev; 32
başkası tarafından taciz edilmeksizin düşünebildiğim tek yerdi, sınırları içerisinde iç sesimi bastıracak bir dış sese tahammülüm yoktu. Bu bir aile bireyi de olabilir, bir arkadaş da, ya da gereksiz gürültüler yayan bir televizyon da. Apartmanın kapısına geldim, çantamın ön gözüne attım elimi, aklım bir karış havada tabii. Farkında değilim anahtar yerine çakmak çıkarmışım, hava yağmurlu, insanlar kendini eve zor atıyor. Anahtar sandığımın çakmak olduğunu fark ettim ama aslında çakmağı değil de anahtarı çıkarmak istediğimi fark etmedim. Şartlı refleks ile sigarayı da çıkardım cebimden “madem çakmak çıkardım, şimdi de sigara çıkarmalıyım” düşüncesiyle. Sonra fark ettim yaptığım dalgınlığı, bozuntuya vermedim. Yanlış sokağa girdiğini fark ettiğinde direk geri dönmek yerine, sırf rezil olmamak için önce bakkala girip gereksiz bir şey aldıktan sonra, geldiği yöne ancak geri gidebilen kompleksli biri edasıyla, çakmağı da, sigarayı da geri koymadım çantama. Bir kitapta okumuştum: “egosundan vazgeçemeyen insanlar, yalnızken bile rol yaparlar.” Yaktım bir sigara, içeri girmedim, yağmurun altında bir süre sigara içtim, sigaram bitmeseydi daha da içerdim. Biraz netleşti sanki kafamda bazı şeyler, o an anladım: Aslında ben periyodik sonbahar bunalımına girmiştim. Sebepsiz değildi aslında, sadece aslında hep var olanı tekrar fark etmiştim. Mutluluğum gerçekti de bazı bazı mutsuzluk bunu gölgeliyor muydu? Yoksa mutsuzluk gerçekti de bazı bazı mutluluk mutsuzlukla arama giren sinsi bir illüzyon muydu? O an mutluluğu ve mutsuzluğu sorguladım: Hangisi daha gerçekti? Bu sorunun cevabı kişiden kişiye değişiyor muydu? Bize iyilik edenler kadar, kötülük edenler de iyilik etmiş olmuyor muydu? Mutlu olmayı öğretmek de aslında mutlu etmek kadar önemli değil miydi? Mutlu olmayı öğretmek… İyilikti elbette ama bunu mutsuz ederek yapmak bu kötülük müydü ki? Sırf iyi niyetle yapılmadı diye, iyi bir şey yapmak, iyi bir şey olduğu gerçeğini değiştirir miydi? Buna benzer cümleler geçiyordu kafamdan, bu kadar süslü ve üzerinde uğraşılmış kelime düzeninde olmasa da. Sonra telefonum çaldı. Telefon cebimde titrerken aklımdan geçti; kim olursa olsun telefonu açmaya niyetim yoktu, rehberimde telefonlarına çıkmak isteyeceğim tek bir kişi bile yoktu. Belki hiç tanımadığım biri olsa saatlerce konuşabilirdim ama etrafımda tanıdığım herkesten bıkmıştım. O dönem tüm dertlerimi tanımadığım insanlara anlatıyordum, sarhoş olup bar filozofunu oynuyordum her gece saatlerce. Özgürce, yargılanmadan, yarın gene o kişiyi görmek zorunda kalmayacak olmanın rahatlığıyla, siyah deri koltuğa oturmuş psikoloğuna çocuklukta yaşadıklarını anlatan bir hasta gibi özgürdüm. Ne de olsa yalanlardan arınmak özgürlüktü, olman gereken kişiyi oynamak ise kölelik. Karşımdakinin dinleyip dinlememesi önemli değildi, hatta karşılık verip teselli etmeye mi çalışıyor; işte o hiç önemli değildi. Ben anlatmak istiyordum sadece, teselli edilmek, güzel 33
cümleler işitmek umrumda değildi. Zaten o kadar çok benzer cümlelerdi ki bunlar, karşımdakinin cümleye başlarkenki ifadesinden bile cümlenin gideceği yeri biliyordum. Tanıdıklarım dinlemiyorlardı bile, yalnızca dinlemeseler mühim değildi, ancak nedense en hararetli cümlelerimde araya girip daha da derine inmemem için yüzeysel cümlelerle konunun içini boşaltacak kalıplaşmış kısa paragraflar döküyorlardı. Ben içten içe onların kendilerini benim bu rezil hâlimle karşılaştırarak, beni, kendi hayatlarından daha memnun hissetmek için kullandıklarını ve bilinçli ya da bilinçsiz, acımdan zevk aldıklarını biliyordum. Zaten arkadaşlık denen şeyin özü bu değil mi? Benzer dertler yaşadığını, benzer acınası mutluluklarla idare edebildiğini görmek ve kendi hâlinin o kadar da acınası olmadığına kendini inandırmak içindi arkadaşlıklar. Kimse kendisinden daha mutlu bir arkadaşı olsun istemez, evet kimse karşısında dikildikçe kendi hayatından nefret etmesine sebep olan biri ile buluşup bir yerlerde oturup onun hayatındaki mükemmel gelişmelerle ilgili yaşadığı mutluluğu paylaşmak istemez. Bizzat senin değilse eğer, acıyı paylaşmak, mutluluğu paylaşmaktan daha kolaydır. Bir drama filminde yardımcı başrol, bir başarı öyküsünde ise bilfiil başrol oynamak isteriz. Sözgelimi bazen aylarca görüşmediğim bir arkadaşımla buluştuğum oluyordu, aylar sonra ben bıraktığı yerde kalırken onun hayatındaki olumlu yöndeki radikal değişiklikler hayatımın monotonluğunu bir tokat gibi suratıma çarpardı. O hayatındaki yenilikleri anlatırdı saatlerce, konuşması bitip sıra bana geldiğinde, “ben de ne yapayım bildiğin gibi.” demek inanılmaz bir acı verirdi, üstelik karşı tarafından bundan mutluluk duyduğunu bilmek gururumu paramparça ederdi. Hâl böyleyken barda o gece tanıştığım birine karşı, misal çocukluğumdan beri tanıdığım Selim’den daha yakın hissetmem çok normaldi. Bu bağlamda cebimde onunla konuşmam için çırpınan, titreyen her kim olursa olsun telefonu açmayacaktım ama gene de şeytan dürttü, kim arıyor diye merakımdan telefonu çıkardım. Arayan Selim idi, sanki bilerek açmadığımı biliyordu, kapamadı telefonu, telefon aralıksız çalmaya devam ediyordu, uzaktan beni izliyormuşcasına panikledim. Yanlışlıkla açtım telefonu! Selim… En yakın arkadaşım diyemem, arkadaşım da diyemem ama arkadaşım olmaya en yakın tanıdığımdı. Arkadaşım yoktur benim, selam verdiğiniz, evde oturmaktan sıkıldığınızda dışarıya çıkıp birlikte sıkılmak ve keşke dışarı çıkmasaydım diye iç geçirip evinizi özlemek için kullandığınız insanları arkadaş olarak tanımlıyorsanız o ayrı tabii. Arkadaşlara güvenmem, çünkü biri beni kırdığında, beni kırdığı için o kişiye değil, onun bana beni kıracak kadar yakınlaşmasına izin verdiğim için kendime kızarım. Neden kendimi önemsemem için başkalarının beni önemsediğini hissetmem gereksin ki? Aynaya baktığımızda gülümseyebilmemiz için, insanların bize baktığında gülümseyebilmesi gerekiyor ya hani, iyi biri gibi gözükmek, iyi biri olmaya yetiyor ya hani 34
güya; bu beni çok şaşırtıyor. Başkalarının bizi sevmesi için çabalamak, tanımadığımız insanların bile hakkımızda iyi düşünmesini sağlamaya çalışmak, dahası başkasının onayı olmadan kendimizi onaylayamamak bu hayattaki en büyük eksikliğimiz sanırım. Nedense herkesin beni sevmesi gerekiyormuş gibi bir zorunluluğun içine sokuyorum kendimi, yoruluyorum. Beni umursamayan insanların hakkımda nasıl düşündüğünü umursuyorum a da sevmediğim insanların bile beni sevmesini istiyorum. İşin aslı ben insanları değil, sadece benle ilgili düşüncelerini umursuyorum. Sanki kendimi sevebilmem için, onların da beni sevmesi gerekiyormuş gibi; onlar iyisin deyince iyi olacakmışım, onlar kötüsün deyince kötü olacakmışım gibi; sanki bu onların çok da umrundaymış gibi çırpınıyordum ben de eskiden, sonra vazgeçtim. Herkes tarafından sevilme ihtiyacı, kimse tarafından nefret edilmeme ihtiyacını doğuruyor. Kimsenin sizden nefret etmemesine çalışmak da sizi edilgen biri hâline getiriyor. Su gibi, bulunduğunuz kabın şeklini almak zorunda kalıyorsunuz. Kırılgan olsanız bile, oyun hamuru gibi eğilip büktüğünü sanıyor insanlar sizi… Oysa kırılıyorsunuz. Ama kırılmak gücüme gitmez, biri beni üzecek bir şey yaptığında ya da hakkımda kötü düşündüğünde, önce kendimi tatmin etmek için o yarayı onarmak adına, o kişiyle aramı düzeltirim, sonra onun bile farkına varamayacağı şekilde sessizce hayatından çıkarım. Ben insanları hayatından çıkarmaktansa, insanların hayatından çıkmayı tercih eden bir insanım. Hayatımdan çıkarmak istediğim, bu sebeple de hayatından çıkmak istediğim bir kimsenin hatasını yüzüne vurmam, ona hatasını düzeltme şansı vermemek için. İçten içe, vicdanımla çatışmak zorunda kalmamamı sağlayacak bir bahane verdiği için, ondan kurtulmama vesile olduğu, kendimi suçlu hissetmememi sağlayacak sebebi bana verdiği için teşekkür ederim. İnsanları hayatından çıkarmak cesaret istiyor, bu cesareti sergilemeye gerek kalmaması için geçerli bahaneler gerekiyor ve ben bunlara rastladığımda içten içe mutlu olurum. Bencil biriyim aslında ya da bencil değil de içe dönük desek daha doğru olur. Kendimden başka birini önemsemiyor değilim ama kendimden başkalarını da önemsiyorsam, o da kendimi önemsediğim içindir. Şöyle ki: Kendimi sevebilmem için, iyi biri olduğumu düşünüp aynaya baktığımda gurur duymak, geceleri yatakta günü tekrar gözden geçirdiğim ve sorguladığım o dakikalarda rahatça uykuya dalabilmem için başkalarını önemseyen biri olmam gerekiyor ama işte mevzunun özü bu; başkalarını, aslında sadece kendimi önemsediğim için ve başkalarını önemsemezsem kendimi suçlayacağım için önemsiyorum. Aslında herkes böyle değil midir? Birine bir yardımda bulunduğumuzda o yardımın, yardım ettiğimiz kişiye gerçekten faydalı olup olmadığını o kadar da önemsemeyiz. Çünkü biz yardım etmişizdir artık, olay bizden çıkmıştır. Bir iyilik yaptığımızda bazen duyurmak 35
isteriz, bazense gizleriz ama ikisi de, o yardımı aslında kendimizi iyi hissetmek için yaptığımız gerçeğini değiştirmez. Bir dilenciye para verdiğimizde, o parayla ekmek mi, yoksa tiner mi alacağını önemsemeyiz. Biz parayı vermişizdir çünkü, kendimizi sevmek için yeterli çabayı sarfetmişizdir, tinerci ne yaparsa yapsındır. Belki duygusuz olduğumu düşüneceksiniz ama hayır! Bu yazının ilk paragraflarını yazarkenki kadar umursamıyorum artık hakkımdaki görüşlerinizi. Hem umursamamalıyım da zaten. Ben bile tanımazken kendimi, iyi biri mi yoksa sadece kendini sevebilmek için iyi biri olmaya çalışıp yerinde sayan bencil biri mi olduğumu bilmezken, başka kim nereden bilebilir ki beni. Daha ben beni, sen seni bilemezken, ne sen beni bilebilirsin ne de ben seni. Her neyse bu konu çok uzadı, ne diyordum en son? Selim! Selim diyordum.
36
nepalfanzin@gmail.com @nepalfanzin