Yokuşyukarı Haziran 2010

Page 1


WIR

LEB

EN

ETH

RED

CIH

NI

CSE

G

IW

N E R

R

E I L

OL

TR

ON

K IE

E T H

C

I H C

S E G

D

RIW DNIS

DIE GESCHICHTE


Başlarken y o k u ş y u k a r ı Cağaloğlu Anadolu Lisesi Öğrencileri Yayın Organı Haziran 2010 yokusyukari2010@gmail.com www.yokusyukari.herboyut.com Sahibi

Mehmet Bengli Cağaloğlu Anadolu Lisesi Müdürü Rehber Öğretmenler

·

Fevziye Merttürk Kadriye Akay Editör

Neşat Dereli Yayın Kurulu Başkanları

·

·

Anna Bakumets Can Memiş Neşat Dereli

·

Yazarlar

·

A. Gizem Acar Aybüke Yanar Bahar Özlem Eker

·

Batıgül Cayit Berk Özdemir

· Bilge Can

· Can Yar · Ece Güler Görkem Uzun · Gözde Tunbul · Neslican Başak Selçuk Neslişah Koç · Nevher Mehmet Yılmaz · Özlem Deniz Öz Rozerin Şengül · Sesil Tayra Yüksel · Simge Erdim Sümeyye Çebi · Yasemin Ünal · Zeynep Tunçer Can Memiş

Çizerler ve Fotoğrafçılar

·

Balım Dalçık Buket Hün

·

Levent Özmen Zeynep Tunçer Mizanpaj

Neşat Dereli Hata Kontrol Ekibi

· ·

Berker Kaya Berk Özdemir Kerem Kalfalı M. Can Arpak

S anat... Bu sayımızın temasını aklımdan geçirdiğimde gelecekteki dünyayı, gelecekteki dünyada sanatı da düşünmeden edemiyorum. Günümüzde daha çok “StreetArt” diye tabir edilen sokak sanatları öylesine hızlı popülarite kazanıp gelişiyor ki, çıkan şaheserlere bakıp büyülenmemek elde değil. S okak sanatları dediğimizde aklımıza daha çok Graffiti de gelse aslında bana göre Graffiti günümüzdeki en ilkel sokak sanatı. Ya diğerleri nasıl diye soracaksınız tabii. Duvarlara vandalizm amacı taşımadan, yalnızca kişinin egosunu tatmin etmek için değil de daha çok sanat amacı taşıyarak kendini ifade eden çalışmalar bunlar. Düşünsenize bir sanatçı geliyor ve bir gecede evinizin ön cephesini tamamen sanatıyla imzalıyor. Sabah kalkıp onu gördüğünüzde çıldırıp küplere binseniz de aynı zamanda bu çalışmadan etkilenmeden edemiyorsunuz. Bu akım Türkiye’ye bir Alman sanatçı olan Kripoe ile henüz geldiği için yeterli ilgiyi toplayabilmiş değil. Ama eğer bir gün Eminönü’nde, Beyazıt’ta, Taksim’de veya Beyoğlu’nda duvara çizilmiş sarı bir yumruk ya da kocaman gözler görürseniz bilin ki Kripoe oradaymış... İ şte ekibimiz Graffiti’den çok sokak sanatı gibi sanat, paylaşım ve tabii biraz da tanınma isteğiyle yola çıkarak size bu dolu dolu dergiyi sunuyor. Sevgili Yokuş Yukarı okurları şimdi dergiye birlikte bir göz atalım. Öncelikle yan sayfada görmekte olduğunuz çalışmayı yukarıdan aşağıya doğru tercüme etmekle başlayalım işe. Sırasıyla kutucuklarda “Biz tarihin içinde yaşıyoruz.”, “Biz tarihi kontrol ediyoruz.” ve “Biz tarihiz.” cümleleri bulunuyor. Almanca maalesef bilmeyenler kutucuklardaki kelime oyunlarını yakalayamayacak. Sayfalarda ilerlediğimizde yenilenmiş bir “İçindekiler” kısmı ve okulun son günlerinde bu dergide emeği geçenlerden ulaşabildiklerimizin imzasını bulacağız. Ve sonunda yazılar... Bu sene dergi içeriğini biraz daha eğlenceli kılmaya çalıştık Bunun için karakalem çalışmaları ve beğeneceğinizi umduğumuz fotoğraflar kullandık. Son olarak dergide emeği geçen herkese, özellikle de zaman ayırıp çok fazla emek harcayan Levent Özmen’e ve Buket Hün’e; tasarımda desteğini bizden esirgemeyen Ünal Merttürk’e ve dereginin basımını sağlayan Serhan Dönmez’e sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum... Sevgiyle kalın... Editör


İÇİNDEKİLER GİRİŞ

ÖYKÜ & HİKAYE

DENEME & MAKALE

RÖPORTAJ

1

4 - 10

14 - 24

28 - 29

Sen ve Ben . ..............................4 Gökkuşağından Hayaller ................5 Mektup . ...................................6

Çınar Ağacı ............................. 14 “Sen”i İzlerken .......................... 18 Bir Kar Küresi ........................... 21 Kırmızı Karanfil ......................... 22 Denizin Biricik Oğlunun Hatırına ..... 24

BİYOGRAFİ

TANITIM YAZISI

EDEBİYAT DIŞI

ŞİİRLER

32 - 36

40 - 43

48 - 63

13, 30, 43, 58, 59

Dile Kolay 50 Yıl . ...................... 32 Fryderyk Chopin ........................ 34

Dostoyevski Gerçekçiliği .............. 40 Godot’yu Beklerken .................... 42

Sinema Eleştirisi . ...................... 48 Anime ve Manga . ...................... 50 Picasso - Suite Vollard ................ 52 Dansın Tarihi Gelişimi ................. 55 WizArt . .................................. 60 Akıloyunları ............................. 62

Mutlu Şiirler de Vardır Aslında . ...... 13 Sevdam .................................. 30 Fısıltı . ................................... 44 Eskiden .................................. 58 Uyanış ................................... 59

Başlarken . ................................

1

BASAD . ................................

28



Gözde TUNBUL

SEN VE BEN Gece, sessizlik, karanlık. Aynı anda hem huzuru hem dehşeti çağrıştırabilecek üç kelime. Aynı anda hem huzuru hem dehşeti çağrıştırabilecek bir hikaye ve hikayenin içinde sessiz, karanlık bir gece…

karar al. Ya her şeyi düzeltmeyi iste ve bunun için emek ver ya da bırak hayatın böyle park köşelerinde geçsin. Emek verme, her şey bitsin.

dedi kadın. Genç kız duymuş ya da anlamış mıydı Bir kez daha döndü yatağında kadın. Bazı geceler uyku söylenenleri bilinmez. Bakışları hala aynı noktada kollarını açıp şefkatle sarıp sarmalarken bizi, bazen de sabitti. Eline aldığı minik taşları karşısındaki duvara bir türlü hudutlarını geçmemize izin vermez ya hani, o fırlatmaya başladı. Fakat kadının yanında olduğunun gece de öyle bir geceydi. Belki dinlenmeye ihtiyacımız farkındalığını belirtecek herhangi bir harekette yoktur, belki de dinlenemeyecek kadar yorgunuzdur. bulunmadı. Kadın şefkatle okşadı kızın saçlarını, Sonunda pes etti o da. Yataktan kalktı. Evin içinde gülümsedi. Sonra kalktı yerinden, döndü evine. Yine tur atmaya başladı. Dudakları oynuyordu, sanki kendi yatağındaydı artık işte. Bir kez daha döndü yatağında kendine konuşuyordu. Gecenin siyah dakikalarında kadın. Uykunun uykusuzluğunu çoktan alıp götürmüş evin içinde gezinen bir kadın tuhaflığın habercisidir. olduğunu fark etti. Saatlerdir uyuyor olmalıydı. Daha O anda telefon çaldı. Şans ki klişe kahramanı, klişe fazla uyuyamazdı. Sonunda pes etti o da. Yataktan şekilde yani acı acı çalarak uyandıran telefonlardan kalktı. Gördüğü tuhaf bir rüyayı hatırladı. Balkona olmamıştı bu seferki. Kahramanımız önce davranmıştı, doğru yürüdü. Oradan, uzakta görünen banklardan kim bilir belki bu da bir işarettir. Hiç telaşlandırmamış birini seyretti. Yıllar önceki bir gece geldi aklına. gibiydi onu çalan bu telefon. Sakince salona ilerledi. Nasıl da umutsuzdu… O bankta öylece oturmuş, Işıkları yakmaya ihtiyaç duymadan kaldırdı ahizeyi. berbat ettiklerine üzülürken her şeyi düzeltmeye Yine oldukça sakin bir sesle : karar vermişti ve şimdi, yıllar sonra buradaydı işte. Hayal kurmak kadar güzel bu hayatta. Sanki hiç —Hemen mi? Tamam, bekle. yaşanmamıştı hatırasındaki olaylar. Aslında ikimiz de bizdik. Sen ve ben değil sadece biz ve bendik. Yatak odasına döndü çabucak. Sessizlik kadar huzursuz uyuyan eşine ve gece kadar güzel kızına baktı uzun uzun. Sonra yeniden hızlandı. Geceliğinin yerini kazak ve kotun alması birkaç dakika sürdü sadece. Kapıyı ses çıkarmamaya dikkat ederek çekti. Karanlık değil de esareti onu korkuttuğundan asansöre binmedi. Yine hızla merdivenleri indi. Rüzgarı yüzünde ve dalgalı saçlarında hissetti. Kısa bir yürüyüşten sonra beklediğini söylediği yerde gördü kızı. Bakışları tek bir noktaya sabitlenmiş, kendi kendine hafifçe sallanan, bir bankta oturmuş, karanlık kadar umutsuz görünen o kızın yanına oturdu. Umutsuzluk kadar uzun, tek bir bakışa yetecek kadar kısa bir süre boyunca hiç konuşmadan durdular. Neden sonra: —Elimden hiçbir şey gelmez, bilirsin. Senin yolundu, senin yol ayrımın. Hayatının kötü bir duruma geldiğini biliyorum. Hataların olduğunu da. Ama bunları düzeltmek de senin elinde. Bir

4

·

yokuş yukarı


GÖKKUŞAĞINDAN HAYALLER

Şarkılar söyleyerek zıplayan pembe bir kız çocuğunun, yeni doğmuş bebeğinin savunmasız parmaklarına dokunan kırmızı bir annenin, hayata bembeyaz bir başlangıç yapan başarısız bir intihar denemecisinin gözlerinde saklanırdı. Bazen sarı imparatoriçe onu semaya çeker, o ise gökyüzünden “Morning has broken”ı mırıldanırdı. Bunu duyan tüm çaresizler yeşil bir umuda tutunurdu. Bu şarkıdan çok etkilenen imparatoriçe sırtını döner, simsiyah bir geceye mahkum ederdi hayalleri. Sessiz sessiz ağlardı romantik aşıklar için. Giriş kattaki evin penceresinin çok yakınındalar. O kadar ki cama çıkmaya utanıyor. İnsanlığın ayıbını üstüne alıyordu. Genç ruhların kırmızı, pembe hayalleri nasıl da soluyordu yıllardır. Eskiden böyle miydi? O hayallerin yuvası gökkuşağı ne kadar sık belirirdi gökyüzünde. İnsanlığın tamamı hayalleriyle güçlendiğinde, onları gerçekleştirdiğinde ya da hayalleri onları sadece mutlu ettiğinde beliriverirdi. Ve tüm hayaller tutunurdu titrek eteklerine. Yenileri doğardı, kimileri ovuşturarak gözlerini uyanırdı uykusundan. Şimdiyse sokaklarda mavi kavgalar, unutulmuş, kurumuş kahverengi cinayetler, turuncu kıskançlıklar… Gri yalnızlık hayalleri pek çoğumuzda. Sevgisizlikten, birbirinin gözlerinin içine bakamayan insanlar yüzünden, kalabalıktan tiksinen düşlerden bozma mor öfkeler. Kaybedenler, tanrıyı öldürenler, yepyeni felsefeler yaratanlar… Aşk, sevgi, güven, bağlılık; bunlar artık yaşamıyor. İçtenlik, ağır işkenceler görüyor. Barış, tecavüz edilerek öldürüldü. Yaşama sevinci. Çok zayıfladı. Can çekişiyor. Gökkuşağı. Artık gözükmüyor.

haziran 2010

·5

Neslişah KOÇ

Kırık bir vazo yerde duruyordu. Geçen yaş gününde annesi hediye etmişti. Yıllarca annesinin tembihlediği o düzenli oda bir anda kaybolmuştu. Duvarda ressamlıktaki gelişmesinin açıkça görülebileceği yağlı boya tablolar duruyordu. Ama bir simetri hastasını çıldırtabilirlerdi. Pencereden kavga eden bir çiftin savurduğu küfürler içeri dolmaktaydı. Kimisi çok hızlı, kimisi çok sert vuruyordu. Onlar kustukça nefretlerini, insanlığın son güçlü hayali de zayıflıyordu.


Yasemin ÜNAL

MEKTUP 5 Mayıs 2010 - Ada

Yıllar sonra tekrar karşındaki manzaranın keyfini çıkarırken küçükken de aynı şeyleri yaptığını hatırlıyordu. Güneş batmasına yakın bu iskeleye gelir, ayakkabılarını çıkarıp ılık suyun ve içinde oynaşan balıkların çıplak ayaklarını gıdıklamasına izin verirdi. Gözlerini bir türlü karşısındaki nefes kesici manzaradan ayıramıyordu. Ufuktaki renklerin dansını izlemeye öyle dalmıştı ki, hafifçe esen bir yelin yanında duran mektubu alıp denize savurduğunu çok geç fark edebilmişti. Kaybetmek isteyeceği en son şeydi o mektup. Ancak kurtarmanın artık bir anlamı kalmamıştı, mektup çoktan ıslanmış, üstündeki mürekkep çoktan dağılmıştı. Bir an hayal kırıklığıyla suyun üstünde duran mektuba baksa da şimdi üzülmesine gerek olmadığını anlıyordu. Mektubu baştan sona dek, harfi harfine ezberlemişti çünkü. Suyun mektubu alıp götürmesine izin verirken mektubun ilk satırlarını geçiriyordu aklından: ‘’ Hayat bazen bizi olmak istemediğimiz insan olmaya sürükler. Şartlar nedeniyle etrafına gülücükler saçan birisi değil de, sanki yolunu kaybetmiş bir ruh gibi geziniriz bazen. Ama sonunda kıstaslar ne olursa olsun yaşamaya devam edebilmek için içimizde sağ kalan en küçük parçaya tutunmak zorunda kalırız. Çünkü derinlerde kalan o en küçük parçamız umutlarımızdır. Yaşayan bir hayalete dönüşmemek için ruhumuzun en gizli köşelerine işlenmiş umut parçalarını bulmak zorunda kalırız. ‘’

6

·

yokuş yukarı

10 Nisan 2010 - İstanbul

‘’Mükemmel…’’ diye geçirdi içinden. Patronu en az bir önceki kadar kalın olan devasa bir dosyayı daha fırlatırcasına önüne koymuştu. Bu da yetmezmiş gibi ‘’İyi çalışmalar, kolay gelsin.’’ yerine kurduğu yegâne cümle ‘’Yarına hepsi bitmiş olacak.’’ olmuş ve her zamanki tavrını takınarak ofisten çıkmıştı. Umursamamaya çalışsa da artık çok geçti onun için, çoktan sinirleri alt üst olmuştu. Tüm iş arkadaşları evlerine, sıcacık yataklarına gitmek için toparlanırken o, patronunun masasının üzerine attığı dosyalardan en az itici olanını çekip aldı. Birkaç saate bunları bitirmenin imkânı yoktu. Yine bütün gece burada, ofiste kalmak zorunda kalacaktı. Gözlerini devirerek ilk dosyanın kapağını açtıktan sonra önünde duran yüzlerce rakama baktı. Ancak o kadar yorulmuştu ki rakamları dahi birbirinden ayırt edecek hâli kalmamıştı. Gözlerini ovalayıp tekrar sayfaya odaklansa bile işe yaramıyordu. Bedeni ona karşı isyan ediyordu sanki. Boşu boşuna çabalıyordu işte. Bırakıp gidebilirdi aslında diğerlerinin peşlerinden. Ama yarın sabah dönüp dolaşıp geleceği yine bu kürkçü dükkânı misali ofis olacaktı. Üstüne üstlük bir türlü ısınamadığı patronunun tasvip etmeyen bakışlarına maruz kalacaktı. Hayır, hayır, o duyguyu ona yaşatamazdı. Gerekirse üç gece uykusuz kalırdı. Başını dosyadan kaldırıp etrafa şöyle bir göz attığında ofisin tamamen boş olduğunu görmüştü. Duvarda asılı olan saat 8’i gösteriyordu. Hava çoktan kararmış ve dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. ‘’En azından yarım saatlik molayı hak ediyorum.’’ dedi kendi kendine. Kendini zincirlenmiş gibi hissettiği sandalyesinden kalkıp, bütün gece tek dostu olacak olan kahve makinesinin yanına gitti. Düğmeye basıp kahvesinin hazır olmasını beklerken ofisteki sessizliğin keyfini çıkarmaya başladı. Gözlerini kapattı önce… Kahve makinesinin gürültüsünü duymazlıktan gelip yağmur damlalarının huzur verici sesine odaklandı. Damlalardaki ritmi duymaya çalıştı. Beynini kemiren onca düşünceden sıyrılıp sadece yağmurun müziğini dinleyecekti… Ta ki telefonu yeri göğü inletircesine çalmaya başlayana dek... Gözlerini açar açmaz telefonunu almak için masasına ilerlemeye başladı. İçinde uyanan heyecanı bastırmak için kendine engel olamamış, birden umutla gülümsemeye başlamıştı. Telefonunu eline alırken beklentileri oldukça fazlaydı. Ama arayanın umduğu kişi olmadığını görünce gülümsemesi yüzünden çabucak kayboluverdi. Hatta


arayan bir ‘kişi’ bile değildi, operatörünün 444’lü numarasını gördüğünde tereddüt etmeden reddedip telefonu aldığı hızla masasının üzerine fırlatıp kahve makinesinin başına umutsuzca döndü. Hazır olan kahvesini, kupasına koyarken duyduğu üzüntü ve hayal kırıklığı gecesini daha da zorlaştıracağa benziyordu. İşe geldiğinden beri kafasını kurcalayan başlıca meselelerden birisi de buydu. Kocasından beklediği telefon bir türlü gelmemişti. Sadece araması yeterdi onun için. Her şeyi affetmeye, unutmaya çoktan hazırdı. İhtiyaç duyduğu tek şeyse, evlilikten bu yana ilk defa onun alttan alan taraf olmasıydı. Ancak görünüşe bakılırsa daha da bekleyecekti… Masasında kahvesini yudumlarken bir yandan da kendini işe vermeye çalışıyordu. ‘’Belki biraz daha zamana ihtiyacımız var.’’ diye düşündü tekrar, ‘’Birkaç gün daha… Sonra… Sonra her şey gerçekten düzelecek…’’ ‘’…mi?’’ Kafasını sallayarak bunları bir kenara bırakıp, işe odaklanması gerektiğini düşündü. Kahvesini bıraktıktan sonra önündeki dosyayla çalışmaya koyuldu. Kahvenin muhteşem hoş kokusunu içine çekerken öncesine göre biraz daha iyi hissediyordu kendini. Dikkatini dağıtmadan çalışmaya koyuldu… *** Saatler sonra kafasını kaldırdığında dışarıdan yarı ölü gibi göründüğünün farkındaydı. Ama başarmıştı, dosyaların hepsi bitmişti. Çoktan sabah olmuş, hava önceki gecenin aksine aydınlık ve neşe vericiydi. Dosyaları bırakmak üzere patronunun odasına girdiğinde kendisini bayılacak gibi hissediyordu. Elindekileri onun masasına bırakırken bir an dengesini kaybetti, gözlerini kapattığı her anda uykuya dalıyor gibiydi. Kendini biraz toparladıktan sonra kapıyı açıp çıkmaya hazırlanıyordu ki tam arkasını döndüğü sırada patronuyla karşılaştı. ‘’Günaydın.’’ dedi patronu gözlerinde büyük bir şaşkınlıkla ona bakarken. ‘’Gü- Günaydın.’’diye cevap verebildi en sonunda. Düşünebildiği tek şey bir an önce bu ofisten çekip gitmekti. Öyle yorgundu ki cümle kurmaktan bile acizdi. Bunu söyledikten sonra patronunun önünden çekilip yol vermesini bekliyordu. Ama şansına bugün o sohbet havasındaydı. ‘’Oo, demek bitirdiniz, Eylül Hanım. Ama tüm geceyi burada geçirmenize gerek yoktu, ertesi gün de teslim edebilirdiniz.’’ Sözleri Eylül’de soğuk su etkisi yaratmıştı. ‘’Bana dün, yarın masamda olsun demiştiniz.’’ dedi şoktan çatlayan sesiyle. ‘’Ah…’’ dedi. ‘’Karıştırmış olmalıyım. Affedersiniz…’’ ‘’Tüm gece uykusuzluğa karşı kuru bir ‘Affedersiniz’ mi yani? ‘’ diye düşündü Eylül. ‘’Hadi ama…’’

‘’Peki, o hâlde.’’ dedi patronu başka çaresi yokmuş gibi. ‘’Bugün izinlisiniz.’’ Eylül’ün bunu duymasına gerek yoktu. Kendini çoktan izinli sayıyordu aslında. Koşar adımlarla masasına gidip eşyalarını topladı, çok geçmeden evine varmıştı. Kapısını açarken içinde bir telaş baş göstermeye başladı. Bir ayı aşkın bir süredir doğru düzgün konuşma yapamadığının huzursuzluğu da vardı aynı zamanda. Kocasına söylediği her cümle, gürültülü bir tartışmanın ve ardından da evde haftalarca süren sessizliğin başlangıcı oluveriyordu. İçeriye adımını atarken bir yıl öncesini canlandırıyordu zihninde. Koşarak evden içeri girip kocasına sarıldığı günleri hatırlıyordu. Tüm gece evde olmamasına rağmen Eylül’ü bir kere bile aramadığı düşünülürse bu mutlu günler artık geçmişte kalmıştı onun için. Nasıl bu hâle geldiklerini kendi kendine sormadan edemiyordu Eylül. Cevabını bulabilmek o kadar zordu ki bu sorunun, günler hatta haftalarca bunu düşünmüş, yine de bir sonuca ulaşamamıştı. Büyük bir soru işaretinden ibaretti sadece. Evinin her zamanki kendine has kokusunu içine çekerken kocasının çoktan evden çıkmış olmasını diliyordu. Ama koridorun sonundan gelen sesler dileğinin kabul edilmediğinin bir göstergesiydi. ‘’Belki de şimdilik susmak en iyisi…’’ diye düşündü küçük bir tartışmayı bile kaldıramayacak kadar yorgun olduğunu hatırlayınca. Birazdan evden çıkacak olan kocasına görünmeden kendine ait çalışma odasına geçmek istiyordu ki küçük çalışma odasına girdiğinde kocasının orada onu beklediğini gördü. Bir an göz göze geldiler. Kocası, Özgür haftalardır ilk defa hiçbir engel olmadan direkt Eylül’ün gözlerinin içine bakıyordu. Bunu o kadar özlemişti ki Eylül, her şeyi unutmuş, şimdi sadece ona sarılmak istiyordu. Ona yaklaşmak için adımını attığında Özgür’ün buz gibi sesi ikinci adımını atmasına engel olmuştu. ‘’Neredeydin?’’dedi sadece. Gözlerindeki soğukluk karısını ürpertmişti adeta. ‘’Bitirmem gereken birkaç dosya vardı. Tüm gece

haziran 2010

·7


mesaideydim.’’ cevabı üzerine kocasının memnun olmayan bakışlarını gören Eylül, bunun yine bir tartışmanın başlangıcı olduğunu sezebiliyordu. ‘’En azından arayıp haber verecek kadar değerimin olduğunu düşünmüştüm.’’dedi Özgür Eylül’ün sezisini haklı çıkararak. ‘’Yanılmışım.’’ Tasvip etmeyen bir şekilde kafasını sallayıp arkasını dönmüştü. Bir an Eylül sesini yükseltmek için hazırlansa da kendini dizginlemişti. ‘’Bunları akşam konuşsak?’’ dedi yorgun bir sesle. ‘’Uykusuzluktan bayılmak üzereyim.’’ Kocasının anlayışla karşılayacağını düşünmüştü ki, bu kez yanılan kendisiydi. ‘’Ne zaman konuşmaya çalışsak ya saptırırsın ya da böyle kaçarsın zaten. Hiçbir zaman huyundan vazgeçemeyeceksin değil mi?’’ Yine yapmıştı, yine Eylül’ü suçlu durumuna düşürmüştü. Her zamanki gibi alttan alan tarafın, özür dileyecek tarafın onun olmasını istiyordu. Sinirleri tekrar alt üst olan Eylül ‘’Ne kadar utanmazım!’’ diye dalga geçmeye başladı ayağa kalkıp kocasının yanına giderken. ‘’Hep suçlu benim zaten, durmadan kavga çıkarıyorum. Derdim ne ki benim?’’ Gözlerindeki garip parıltıyı gören Özgür, birden ne diyeceğini bilememişti. Tam bir şeyler söylemek için ağzını açmışken Eylül tekrar konuşmaya başlamıştı: ‘’Hiçbir zaman özür dilemem, hiçbir zaman alttan almam zaten. Hatalı olduğumu hiç yakıştıramam kendime. Lafları da hep çarpıtırım. Tartışmaların başlıca sebebi benim. Sadece ben… Hayır, bu kez gerçekten yanılan benim. Bu kez yaptıklarını düşünüp pişman olacağına inandığım için hatalı olan taraf benim.‘’ Özgür, sözleri kendine dokundurmuyordu bile. Öylesine duygusuz, öylesine ilgisiz bakıyordu; ama yine de Eylül’ü durdurmaya yetmemişti bakışları… ‘’Madem o kadar merak ettin, neden sadece benim aramamı bekledin? Sadece bir telefon uzağında olmama rağmen neden beni sen aramadın?’’ sorusunun cevabını almaya fırsat kalmadan Özgür, eşinin yüzüne bile bakmayıp odadan hızlı çıkmıştı. Kapıyı sertçe çarpmadan Eylül’ün duyabildiği en son şey ‘’Yeter artık!’’ olmuş ve o gittikten sonra ev tamamen sessizliğe bürünmüştü. Eylül hırsla küçük çalışma odasındaki koltuğa oturduğunda öyle bir duygu fırtınasının içinde kalmıştı ki bir dokunuşla yeri göğü inletecek kadar bağırmaya hazırdı. Uykusuzluğa, yorgunluğa ve kalp kırıklığına daha fazla dayanamayınca koltuğa uzanıp gözlerini kapattı. Bu tartışmalar ona evdeki sessizliği dinlemeyi de öğretmişti. Hatta sessizlikle konuşmayı… Az önceki tadını kaçıran tartışma ne kadar sinirini bozmaya devam etse de onu beyninin arka köşelerine atıp sadece uyumaya çalışıyordu artık. Gözlerinin önünde hâlâ bir kuş misali dönen yüzlerce hatta binlerce rakamın beynini işgal etmesine izin verdikten sonra dalabilmişti

8

·

yokuş yukarı

ancak uykuya. Sıcacık güneş içini ısıtırken ayaklarının altındaki nemli iskeleyi hissediyordu. O yürüdükçe daha da gıcırdıyordu tahtalar. Islak tahtaların altında, suyun iskelenin ayaklarına çarpışını duyuyordu sonra. Her zaman yaptığı gibi iskelenin sonuna kadar yürüyüp karşıdaki doyumsuz manzarayı seyretmek için oturdu oraya. Beklediği şey gelene kadar bu manzaranın keyfini çıkaracaktı. Birkaç kuşun ufuktaki dansını seyretti önce. Denizin; kızıl, sarı veya turuncu topu, Eylül hangi renk olduğunu tam çıkartamıyordu, nasıl yuttuğunu izledi dakikalar boyunca. Manzaranın güzelliği karşısında kendinden geçmiş, dili tutulmuştu adeta. Arkasındaki tahtaların gıcırdamasıyla kendine gelmişti ancak. Ama hâlâ gözlerini karşıdan ayıramamıştı. ‘’Nefes kesici, öyle değil mi, Eylül?’’ dedi bir ses usulca. Eylül bunun nihayet beklediği kişi olduğunu biliyordu… Tam arkasını döndüğü sırada gözlerini aralamıştı. Birisinin ısrarla zile bastığını rahatlıkla duyabiliyordu şimdi. Söylenerek kapıyı açarken bir yandan da tutulan belini ovuyordu. Üstüne başına bile bakmamıştı kapıyı açmadan önce. Nasıl göründüğü, kim olduğu umurunda bile değildi. Postacı duruyordu karşısında şimdi. Eylül’ün ilk önce hesap özeti sandığı zarfı ona uzattığında, rüyasının en heyecanlı bölümünde uyandırdığı için, postacıya karşı sonsuz bir öfke duyuyordu. Öyle ki dolgun zarfı aldıktan sonra postacının suratına bile bakmadan kapıyı yüzüne kapattı. Elinde tuttuğu, bankadan gelen bir hesap özeti değil, tam tersine dolgun mu dolgun bir mektup zarfıydı. ‘’Bu devirde kim mektup yollar ki?’’ olmuştu ilk düşüncesi. Ancak mektubu evirip çevirince onun bu dönemde yazılmadığını anlayabiliyordu. Çünkü bu yıllar önce kendisine yazılan mektuptu…


16 Haziran 1990 - Ada

‘’Hadi ama…’’ dedi Eylül tüm sahil boyunca Bora’nın peşinden koşarken. ’’Eminim çok eğlenceli olacak.’’ ‘’Mektup yazmanın nesi eğlenceli ki? Çok saçma bence, boşuna tartışıyoruz.’’ dedi Bora, Eylül’ün düpedüz saçmaladığını düşünüyordu. ‘’20 yıl sonra elimize geçecek bu mektuplar. Birden 30 yaşındaki hâlinle karşılaştığını düşün. Onunla konuşabildiğini hayal et. Mektup, sana bunu sağlayacak işte.’’ Eylül, gördüğü haber üzerine her gün bıkmadan, usanmadan Bora’nın inadını kırmaya çalışıyordu. Çocukların mektuplarını toplayan bir kargo şirketi, aynı mektupları 20 yıl sonra sahiplerine geri yolluyordu. Bu fikir, Eylül’ün ilgisini oldukça çekmiş, her zaman ilgi duyduğu ‘Zaman Yolculuğu’ fırsatı sağlamıştı ona adeta. Ama bu projeye katılan tek o olsun istemiyor, başta en yakın arkadaşı Bora’yı ikna etmeye çalışıyordu. O ise, ikna olmaya hiç niyeti yokmuş gibi görünüyordu. ‘’30 yaşındaki hâlimle ne konuşabilirim ki? Boş ver mektupları, ne gereği var ki…’’ ‘’Hadi, lütfen… Kabul et işte. Çok eğleneceğiz, söz veriyorum sana.’’ ‘’Tamam…’’ dedi Bora pes edercesine. ‘’Tamam mı? Yaşasın.’’ diyerek yerinde dans etmeye başladı Eylül. Sonunda en yakın arkadaşını ikna edebilmişti.

11 Nisan 2010 - İstanbul

Bir an çocukluk anılarının içine yaptığı yolculuk yüzünde hoş bir gülümseme bırakmıştı Eylül’ün. Heyecanla zarfı yırtarken kalbi de küt küt atmaya başlamıştı. Ona yazılan 10 sayfa vardı zarfın içinde. En üstteki sayfayı alıp okumaya başladı. Henüz 9 yaşındayken yazmışlardı bu mektupları Bora ile birlikte. İlk sayfaya göz attığında bu eğri büğrü harfleri, doğru yazılamayan kelimeleri, kısacası bir ilkokul öğrencisine ait olan tüm dil bilgisi hatalarını gördüğünde kendine engel olamayıp gülmeye başlamıştı. Ama son sayfanın altındaki isme baktığında gülümsemesi yüzünde donup kalmıştı. Parmakları ‘Bora’ isminin üzerinde dolaşırken asıl gerçeği şimdi hatırlıyordu. Günlerce süren ısrarı üzerine Bora’yı ikna edebilmişti, ancak mektup yazmaya koyulduklarında Eylül de, o da ne yazacakları hakkında hiçbir bilgi sahibi değillerdi. Çözümü, mektupları birbirlerine yollamakta bulmuşlardı. Şu an Eylül’ün elinde Bora’nın 9 yaşındayken yazdığı mektup duruyordu. Bora’daysa Eylül’ünki…

20 Haziran 1990 - Ada

‘’Ben bitirmek üzereyim.’’ dedi Bora gururla son cümlelerini yazarken. ‘’Tamam, okuyabilirim o zaman.’’ Eylül hızla yerinden kalkarak mektubu almak için Bora’nın yanına koştu. Ama o gelene kadar mektup çoktan saklanmıştı. ‘’Olmaz, hayatta okuyamazsın. Uzun bir süre beklemen gerekecek, 20 yıl kadar.’’ dedi Bora gülerek. Eylül oflayarak mektubunun başına döndüğünde o hâlâ sırıtıyordu. ‘’Bir buluşma yeri belirleyelim,’’ dedi Eylül Bora’ya dönerek. ‘’Bu mektuplardan bahsederiz birbirimize. Yazdığımız hayallerin ne kadarını gerçekleştirip ne kadarını gerçekleştiremediğimizden konuşabiliriz. Olur mu?’’ ‘’O zaman bu iskelede 20 yıl sonra tekrar görüşmek üzere…’’ dedi Bora son cümlesini de yazıp noktayı koyunca. ‘’Gerçi ben ayrılacağımızı hiç düşünmemiştim ama, neyse…’’ O ayağa kalkıp iskeleyi terk ederken Eylül kulaklarına kadar kızarmıştı; ama yine de gülümsemesine engel olamıyordu.

10 Eylül 2000 - Ada

‘’Demek gidiyorsun…’’dedi Bora hüzün dolu gözleriyle Eylül’ün ellerini tutunca. ‘’Bu ayrılık demek değil, Bora. Konuşmuştuk bunları. Yüzlerce defa hatta.’’ ‘’Ada’dan ayrıldığına inanamıyorum. Ama başka çarem yok, gitmek zorundasın. Gerçi ben hâlâ bizi hiçbir şeyin ayıracağını düşünmüyorum, aşkım.’’ ‘’Hayallerimi gerçekleştirmek için ayrılıyorum buradan. Listemizi hatırlıyor musun? ‘’ demişti Eylül. Bora içindeki üzüntüyü gizleyebilmek için gülümsüyordu sürekli. Eylül’ün gözlerinin içine bakarak başını sallamıştı. ‘’Gitme vakti…’’ dedi anonsu duyduktan sonra. ‘’Seni her zaman seveceğim, unutma.’’ diyebilmişti Bora son kez, Eylül ellerini çekmeden önce…

11 Nisan 2010 - İstanbul

Eylül mektubu sonuna kadar okuduğunda gözyaşlarına boğulmuştu. Düşünüyordu… Şimdiye kadar neleri gerçekleştirebilmişti? İstanbul’a hayalindeki okulu, konservatuarı okuyabilmek için gelişini, bu amaç uğruna ilk aşkından ayrılışını hatırlıyordu. Ama okulu bitirdiğinde müzisyen olamamış, onun yerine bir yıl içerisinde tamamen farklı bir ortamda memur olarak bulmuştu kendini. Yıllar geçtikçe unutmuştu kendini, hayallerini… Bir telaş sarmıştı onu da çevresindeki herkes gibi… Çocukluk aşkını bir kalemde silivermişti. Pişmanlığını kalbinin en gizli köşesine atmış, sevgisini görmezlikten haziran 2010

·9


gelmeye çalışmıştı. Hiç kimsenin altında ezilmeyecekti; ama şimdi resmen çalışanlarıyla dalga geçen birinin emri altındaydı. Eğer evlenirse, onu sonuna kadar mutlu edecek birileriyle evlenecekti. Ama şu an devam eden evlilikleri ikisini de yıpratmaktan başka bir işe yaramıyordu. Nasıl bir insana dönüşmüştü böyle? Mektubun ilk satırlarını tekrar okudu. Tüm hayatını değiştiren ilk satırları… ‘’ Hayat bazen bizi olmak istemediğimiz insan olmaya sürükler. Şartlar nedeniyle etrafına gülücükler saçan birisi değil de, sanki yolunu kaybetmiş bir ruh gibi geziniriz bazen. Ama sonunda kıstaslar ne olursa olsun yaşamaya devam edebilmek için içimizde sağ kalan en küçük parçaya tutunmak zorunda kalırız. Çünkü derinlerde kalan o en küçük parçamız umutlarımızdır. Yaşayan bir hayalete dönüşmemek için ruhumuzun en gizli köşelerine işlenmiş umut parçalarını bulmak zorunda kalırız. ‘’ İşte bu mektup, ruhunun en gizli köşesine işlenmiş son umut parçasıydı…

5 Mayıs 2010 - Ada

İskelede keyif sürerken gözlerini kapatmış, beklediği kişinin, yani çocukluk aşkının gelmesini beklerken heyecandan kalbi duracak gibiydi. Ama martıların sesi, suyun sesi, hafifçe esen yelin sesi kendini uzun yıllar sonra tekrar evindeymiş gibi hissetmesine yol açıyordu. Bu sesleri dinledikçe, güneş içini ısıtmaya devam ettikçe keyfi daha da yerine geliyor, önceden biriktirdiği tüm dertleri ve kaygıları dışarıya atıyordu her nefesiyle… ‘’Eylül?’’ dedi sonunda bir ses. Eylül iskelede uzanmış bir hâlde gözlerini açarken gördüğü tek şey bir çift

10

·

yokuş yukarı

koyu mavi göz olmuştu. Bu kişinin ‘o’ olduğundan hiçbir şüphesi kalmamıştı artık. ‘’Selam…’’ dedi Eylül. ‘’Selam, gelmeyeceğini düşünmüştüm.’’ dedi Bora. ‘’Çok şey değişti…’’ ‘’Doğru...’’ dedi Bora derin bir nefes alarak. ‘’Başlayalım mı?’’ dedi gülerek daha fazla bir şey söyleyemeyeceğini anladıktan sonra. ‘’Başlayalım. Sen sor.’’ ‘’Hiç değişmemişsin, hâlâ beni öne atıyorsun.’’ Güldüler. Bora ilk soruyu sordu: ‘’İş hayatın?’’ ‘’İğrenç bir işim vardı, patronumu öldürebilirdim, istifa ettim.’’ diye özet geçti Eylül. ‘’Patronunun yararına olmuş… ‘’ dedi Bora gülerek. ‘’ Bense tıp fakültesini bitirdim, çalışıyorum…’’ ‘’Sevindim senin adına… İkinci soru: Evlilik?’’ ‘’Evlendiğini duymuştum.’’ dedi Bora Eylül’ün sözünü keserek. Eylül bakışlarını kaçırmıştı hemen. ‘’Boşandım.’’ ‘’Buna üzüldüğümü söyleyemeyeceğim.‘’ dedi Bora. Uzun bir süre sessizlik oldu. İkisi de 10 yıl önceyi, otogardaki ayrılıklarını hatırlıyordu. Eylül, kalbinin en gizli köşesine sakladığı pişmanlığı şimdi daha şiddetli bir şekilde hissediyordu Bora’nın koyu mavi gözlerine bakınca. ‘’Haklıymışsın,’’ dedi en sonunda Bora sessizliği bozarak. ‘’Bu mektup işi gerçekten eğlenceliymiş… En azından seni bana geri kazandırdı.’’ ‘’Banaysa ikinci bir şans…’’dedi Eylül ve bu kez hiç bırakmamak üzere Bora’nın elini tuttu.


© Levent ÖZMEN


© Buket HÜN


MUTLU ŞiiRLER DE VARDIR ASLINDA Bi’ çocuk girdi hayatıma. Yok yok aşk değil, bahsetmeyelim ondan. Eğer aklına geldiğinde gülümseyebiliyorsan Ve gözlerini hatırlamaktan korkmadığın anılarla çıktıysa hayatından, Ne zarar gelir ki onu hatrlamaktan. Sizin sözünüz olsun o halde “her şeye rağmen.” Mesela, ben ara ara düşünüyorum seni. Ara ara yanımda istiyorum, aç gözlülüğüm bu ikilemede saklı. Keşke demeyeceğim söz, ama ben bu aralar... Yok yok aşk değil, bahsetmeyelim ondan. O kadar basit bişey değil bu, onla ben. Satır aralarını kurcalama, bir ihtiras yakalamak uğruna. Masumluk üzerine kurulu çünkü bizimkisi, benim için ilk defa. Aslında ne biliyor musun? “Arpa kokusu eşliğinde tuzluyu hissedebilmek kadar basit, damağında.” Bi’ sinemaya gitmek kadar sıradan, yağmurda ıslanmak kadar güzel, İlk kez öpüşmek kadar heyecanlı. Ama sadece o kadar. o kadar basit işte. O kadar basit ki, bu şiiri okuyan hiçkimse anlamayacak bile, Senden ve benden başka. O kadar basit ki kimsenin aklına gelmeyecek bunu sana yazdığım, sen bile tereddüt ederken hâlâ. Etme. evet sensin o. Yok yok aşk değil, bahsetmeyelim ondan. Sadece özledim be seni, tüm “ses”lerimi kullanacak kadar. Bu mutluluğun şiiri esasında. bi’kaç güzel zamanın seninle geçen. Bu, hâlâ hayatımda olabilmenin şiiri. Bi ışıkta, bi denizde, bi merdivende, bi soğukta, bi dolunayda, bi notta, bi incide, Bi sahnede ara beni. Sen anladın di mi beni? Mutlu anılar bunlar. Ve evet o sensin. Ama itirafım olsun. Yine de hala kızardığımsın utancımdan. Yok yok aşk değil korkma, bahsetmeyeceğim ondan. Zeynep TUNÇER

© Zeynep TUNÇER


Bilge CAN

ÇINAR AĞACI Gerçekleri gözlerimden okuyabiliyor musun? Ya beni yeteri kadar tanıyor musun? Gözlerimdeki yalanları okuyamazsın belki; ama işte tanrı vergisi: ben, sen ne söylersen anlar ne görürsen yorumlayabilirim. Keşke kendi duyduklarım, söylediklerim, yaptıklarım da hafızama kazınsa... Ama yalan bir hayatın gerçekleri arayarak geçmesi doğru mu? Ben miyim gerçeklerin arayıcısı? Sen misin ki yalanlarımın hakikatçisi? Ama belki ben doğruların eli oraklısıyım. Nasıl bir eli oraklı yaşam alıp verirse, ben de doğru alıp yalan veririm. Benim yanımda, gel de bak, koskoca bir ceviz ağacı bile yalanlardan nasıl eğrilip bükülmüş. Gülücükleri gözyaşlarına çevirmek benim görevim mi? Yoksa bu tanrı vergisi bir kabusun yaşanılmaması gereken doğruları mı? Tanrı vergisi mi yoksa laneti mi? Nasıl ki o lanetli gözler geleceği görür de engelleyemez katliamları, ben de hissederim işte hayatıma girenleri, bana yapacaklarını. Şimdi burada olduğunu hissedemezdim yoksa eli kanlı katilimin, birazdan, bu karanlık gecenin ortasında belirip hikayemi nasıl sonlandıracağını... Gözlerimi oymayı mı, yoksa kalbimi yerinden sökmeyi düşünürkenki kararsızlığını... Ama akıllıca bir karar vermedi, o kalbimi istedi, ah olmayan bir kalbi geri vermek mi? Ben onu çoktan çıkarıp verdim, yoksa bu kara büyü nasıl devam etsin ki? Gökkuşaklarıyla ilgili bir hikayem mi olduğunu sandın? Yalan... Evet, benim hikayem yalanın hikayesi... Ama birazdan bitecek, anlatmaya koyulmak yanlış... Bütün hatalar benzer ya bu da benziyor, senin bana hikayeni anlatman, onun anlatması, ya da herhangi birinin anlatması... Ya da benim size hikayemi anlatmam... Onların bana anlattıkları küçük, beyaz, uçurtma gibi kuyruklu yalanları anlamaktaysa bu eli oraklı, kendi hikayesinin de yalandan ibaret olduğunu anlamanızı bekler. Ve her şeyi yalana çeviren kara büyüm, ne yazık ki yalanlardan hoşlanmaz... İşte bu yüzden anlatmak yerine, yalanımı, senin yalanını sorarım. Ama aslında bütün dünya yalansa, bir tragedyadan ibaretse, yani yüce Zeus Lara’yı eğlendirmek içinse, neden ben komedyada değil de bu lanet olası tragedyadayım? Eğer yalansa her şey, ben yerlerde sürünen bir yılandan farksız mıyım, yoksa kanının hakkı olan tacı alamamış kralın savaşçı yüreğindeki o kusursuz onura mı sahibim? Gelecek için gerçekleri uman bir iyimser mi, yoksa kendi de yalanları kuran, bir Çin saray şairi gibi övgünün derinliklerinde kanat çırpmaya çalışan ve balıkçılardan çalan bir martı mıyım? Ruhunu şeytana satan bir bilge mi, yoksa bedenini dünyada bırakıp, yedi ayrı katı gezen bir guru muyum? Kargaların ve balkabaklarının ülkesi olan, idam sehpamdan gelen bir cellat mıyım, yoksa evden çok uzakta, yaşamının sonunu bekleyen bir avcı mı? Sen miyim yoksa o mu? Asla olamayacağım kişi mi? Kimim ben?

14

·

yokuş yukarı

Vaktimiz var galiba biraz, anlatmalı mıyım? Bu sırrı sonsuza dek kalbimin derinliklerindeki dehlizlerde mühürlemeli miyim? Yoksa bir anlamı mı olsun gördüklerimin, anlamlandıramadıklarımın? Zaman, ahh o kara Anka kuşu! Madem verdin bana bu şansı, anlatayım da yakılıp kül olmasın benimle beraber! Kopan bir kolyenin incilerinin yere saçılması gibi, ben de saçayım bildiklerimi! Bir çınar ağacıyım ben. Ne sen bilirsin beni, ne ben seni... Her yaprağımda karanlığın ve gündüzün acısı saklıdır. Kabuğumdaki her çatlak, gözyaşlarımın izlediği yoldur, kalbim gibidir kabuğum da, yara bere dolu. Her aşkın kabuğuma kazıdıkları kalır da kalbimde, bakar bakar ağlarım... Arada bir benimle şarkı söyler ya rüzgar, ben de katılırım ona. Bin bir ayrı yaprağım bin bir aynı şeyi söyler de o bile şaşıp kalır halime. Kimdir ki şu sefil ağaç diye... Gölgemi paylaşan sevgililer söylediklerimi duyup da üzülmesin diye o başlar şarkısını söylemeye. Olmasaydı o deli rüzgarın kemanı, her gün ağlayan çınarın hikayesini dinlerdiniz yoksa. Gölgem belki serindir, yapraklarım belki gür... İnadımdandır bunlar... Ama peki ne inadı? Niye inat edesin ki ey ulu çınar? Yaşamaya inat ederim. Kalbimdeki deliklerle yaşayamazdım ki, eğer olmasaydı bu inadım. Ben hep kaybettim, beni şu kara toprağa diken minik yamuk yumuk eller bile ihanet ettiyse bana daha ne diyebilirim ki... Belki karanlık değil hikayem, belki üzücü değil, ama şuna eminim ki bu hikayede olmak istemedim ben, sorsaydınız eğer başka bir hikaye yazın bana derdim. Hatta mümkünse olmasın hikayem benim. Ne acı olsun ne de mutluluk. Benim tercihim sonsuz bir boşluk, olmayan bir hiçlik... Ama olmaz dediler ya bak yaşa seveceksin bu dünyayı. Al sana dünyanın en güzel yeri, bak gelen geçen gemilere, gölgende dinlensin şu serçeler. Olur dedim ne diyecektim ki başka... Bilinmeyen hikayelere hep bilmediğimiz için dalmaz mıyız ve bazen merak, olmayan gülücüklerimizi de yok etmez mi? Keşkeler ve belkiler arasına sıkışmaktansa yaşamayı istemez miyiz? Peki ya yaşadıklarımız için hep keşke dersek? Olmayan şeylere üzülmez kimse. Peki, size olacak diye vaat ettiklerini kaybederseniz? Mesela hayallerinizi.... Hep hayallerinin peşinden git derler ya, peki yolculuk hayallerimizi yerse? Yola çıkmak için hayallerin olmalıysa ve yol bir canavar gibi hayallerini yerse, neden yola çıkmış olursun ki? Zaten atılmamışsan bu maceraya olasılıklar tektir ya hayatında, peki atılmışsan her yeni keşke ruhuna çakılmışsa o zaman ne yaparsın? Geleceğe dair inancın mı ayakta tutar seni? Yoksa o kahrolası inadın mı? Doğruyu bilmek mi istersin? Hiç sanmıyorum. Zaten acıtan hep doğrular değil midir? Ben kanatlarımla oynamayı isterdim rüzgarın oyununda.


olunamayacağını, tavukların arasında kalan tavus kuşunun kanatlarını sergileyemeyeceğini, elmasın üzerine atılan bir çiziğin silinemeyeceğini, zamanın geriye dönemeyeceğini öğrenmemiştim. Ve tektim daha, koca bir falezde küçük bir ev ve bir fidan çınar! Bundan ibarettik biz ha bir de rüzgar! İlk gecem, ama yazdı henüz, karanlık geceler yoktu daha, burada yazın hep güneş, kışın hep aydı dostunuz! Küçük bir hasta ziyaretine geldi zaten bu gece dolunay! Ama her şeyi getiren, onu da getirmişti, tabii ki rüzgar! Bulut yoktu, o getirmemişti, ama beni lanetli zindanlara sürükleyen hayal gücü, buna inandırmıştı beni, hep rüzgar vardı! Hep o olmalıydı, denize hayat bağışlayan, ayı da getirmiş olamaz mıydı? Her güzel şey onun notaları gibi olmalıydı, o kadar eşsiz, o kadar güzeldi ki dünya; tıpkı notaları gibi, tıpkı henüz yıpranmamış, damar damar, çizik çizik olmamış kabuğumu okşayan sıcak, tatlı dokunuşları gibi... İlk gördüğüm dolunaydı, o dünyanın sevgilisi, sürekli onun peşinden koşan ay. Ve bir de yıldızlar, kimi bana gülümseyecek kadar sempatik, kimiyse tek bir mimiğini oynatamayacak kadar ciddi! Ama ilktiler işte, en büyüğünü ilk gördüğümde şaşmış kalmıştım, kimi samanyolu derdi hepsine, kimi kış bahçesi, kimiyse süt sokağı! Ama o gün azdılar, birkaç tane var zannettim, çoklarmış halbuki Güneşle başladı her şey. Günaydınn! Herkese ve her yaşamım boyunca sayamayacağım kadar çok... Ve bana şeye, toprağa, kuşa, kediye, sana, bana... Küçük bir fidanken karlı gecelerde eşlik edeceklerdi... Ama hatırlıyorum da o ben ne de tatlıydı her şey. Bana bakan o güzel mavi gözleri kısa gecede nasıl da hayran kalmıştım o parlak, kocaman asla unutamadım. Bir mayıs sabahı, beni toprağa diken çoban yıldızına... Ama onun Lucifer olduğunu bilmezdim minik, yamuk yumuk eller... Bir de anneanne vardı, onun o zaman, şeytana aşık olduğumu fark etmemiştim daha... ellerini de hatırlıyorum o da yamuk yumuktu ama daha katı Ama buradan belliydi benim kaderim, sevgilim bile Lucifer’dı. ve sertti... Güngörmüş, yılların bilgeliğiyle titreyen o yaşlı Ama rüzgar fısıldadı, uyu artık, buranın yaz geceleri kısadır, eller... O gün ilk kez seradan çıkmış, hoşçakal demiştim uyutmaz seni güneş, hem ninni söylerim sana... Kabul ettim oradaki arkadaşlarıma. Sıcak ve güzel her şey... Yaşam saf bir uysallıkla, saftı, ama rüzgar, o saf mıydı? O tatlı mesela, henüz gençseniz ve gördükleriniz yakmamışsa kemanını çalarken, bana söylediği şarkıda gerçekçi miydi? kalbinizi, her adımı heyecanla atarsınız. Çok heyecanlı, Tıpkı tahminlerin gibi, yıllar geçti, bir çınar olma dünyanın güzelliğine inanan bir kalp... yolundaydım artık, ama kendim hakkında da öğrenmiştim Anneanne dedi çocuk, neden toprağı böyle kazmamız biraz, burası değilmiş benim vatanım, kış ortasında yazılmış gerek. Şefkatle baktı kadın ve dedi ki, görmüyor musun bir yaz şarkısıymışım ben, heyecanlı, hızlı büyüyen, sıcak evladım burası çok güneş, bir ağaç dikelim de gölgesinde kanlı; ama türlerim gibi değilmişim ben, onlardan farklı, beni oturalım. Sanki gölgesinde oturmaya ömrü yetecekmiş gibi tohumdan çıkaranlar demiş ki, bu da çam gibi olsun, uzun inanarak söylemişti bunu. Ama ardından gelen öksürük sesi, olsun ömrü kaderi gibi; ama demişler, geç büyüsün sağlam hala kulaklarımda çınlayan, bunun aksi yönünde olduğunun olsun; sevgi onu topraklarından uzak büyütsün demişler göstergesiydi sanki. Ama o gün onu ne ben ne de o mavi ve geri kalanı zamana, mavi gözlere ve şimdi çoktan yok gözler anlamıştı. Toprağın bütün karanlıkları bağrına alan olan yamuk yumuk ellere bırakmışlar... Evet bildin, rüzgar o karanlık kucaklaması, çocuğun ellerinde hayat veren bir söyledi bunları bana, benim buralı olmadığımı; ama oralı meleğe dönüşüyordu. Bunu zaman öğretecekti ikimize de. da olmadığımı, sevgiyle büyüdüğümü, hiçbir zaman bir Ben yeni yuvamdaydım, mavi gökyüzü el salladı, çocuk yere ait olamayacağımı... Ben de dedim ona benim sevgim güldü, içeri geçti ve o sırada henüz bilmediğim rüzgar o var, ama seni de kaplayacak kadar büyük, bildiğin bütün kasvetli haliyle, gözlerimin önüne serilen denizi çalkaladı, sözlerden görkemli, tanıdığın herkesten ihtişamlı, bütün ruhunu altüst etti, onu değiştirdi, sanki hayat bağışladı, belki gözyaşlarından parlak... Ama sevgim ilk kışımda soldu, eskiden olan haline geri döndürdü, beni şaşırttı ve yanımda karanlık karlar yağarken, öksürük kesildi, mavi gözler bana o eşsiz notalarını çalarak kayboldu. Gençtim, ne güzel bu gönderildi, denizden daha saf, parlak göz yaşları, çocuğun rüzgar dedim! O bir tanrı mı dedim! Ama henüz bir karganın elbisesini ıslattı, güneş kızdı, kurutmayı reddetti, rüzgar martıların sürüsüne katılamayacağını, kuğu sürüsünde ördek bırak bana ben eserim dedi, esti esti, çocuk üşüdü, içeri Ona ruhumu emanet edebilecek kadar güvenebilmeyi, sonra dünyanın bütün köşelerinde kuşlarla uçmayı... Bu kabus da böyle başladı zaten. O bana anlatacak yeni bir hikaye verdi, bense ona kalbimi... Ve acı hiç bu kadar tatlı olmamıştı. O gelen yabancı, o yıldızlardan gelen, bana hikayeler anlatırdı, rüzgarın kemanına kavalıyla katılmayı seven o gizemli yabancı. Ve dinlerdim işte. Denizin artık sıkan mavisi, uçan kalbim, toprağın azotunun gözyaşlarıma benzeyen kokusu yormuştu artık. Gözlerini hep aynı güneşe açmak, birinin gelip seni sulamasını beklemek, benliğimi delen küçük serçeler... Yeni seçenekler arayan yaralı bir uçarı, her şeyi istemez mi? İşte burada her şeyi değiştirdi yabancı. Ruhumu nasıl rüzgara teslim edeceğimi, bedenimi nasıl istediğim yere taşıyacağımı o öğretti bana. Ama istediği bedel, bilmeyen biri için çok kolay, farkına varmış biri içinse asla ödenemeyecek bir bedeldi. O... O benden kalbimi istedi. Ama dersiniz ki kalbin yaralıydı hani senin evet yaralı, ama artık kalbimin yeri boş, istediğim boşluk. Ama asıl yük bundan sonra başlayan hikayede zaten, ya hep varsınızdır, ya da hiç yok, ama arada kalmak, o lanet Araf’ta yaşamak, hepsinden beter. Bunca isteğin bir karşılığı olmalıydı evet; ama bu, bu çok ağır.

haziran 2010

· 15


gitti, ağladı ağladı, güneş doğdu, yaşlı anneanne gitti, anne geldi, çocuğa gözlerimin önünde sarıldı, ağlamamak için zor tuttu kendini, ama başaramadı, o da ağladı, sonra kızdı rüzgar yeter dedi, ben bakamam duygusal sahnelere ve lanet bir kasırga gibi esti. Ben sandım ki rüzgar üzülmeye dayanamayacak kadar duygulu, o kadar düşünceli, onları içeri gönderdi; o, bu kadar marifetli, bu kadar içten. Ama işin aslı o duygusuz ve mantığın kendisiymiş, beni de kendisi gibi yapınca anladım bunu. Yaşlı eller gitti, çocuk bana baktı, ben büyüdüm, o büyüdü, gölgem olmasa da altımda kitap okudu, sarışın mavi gözlü birini sevdi, ona baktı, derdini geldi bana anlattı, ben büyüdüm; ama günün birinde her şey sona erdi; çünkü o büyüdü, olmayan gölgemde geçen yazlar, yön değiştirdi, yol değiştirdi, yapraklarım döküldü, uzun kışlar başladı... Kendilerine karga diyen kuzgunlar geldi, bana yaprak oldu, bak artık sen şarkı söyleyen bir ağaçsın dediler bana, öttüler, sanki sesleri güzelmişçesine alaycı alaycı, sonra rüzgar geldi, bana o yabancıyı getirdi. Geceler sonra kuzgunsuz geçen ilk karanlık, sessiz bir senfoni, etrafımı saran, içimi ürperten rüzgar ve o insan formundaki yabancı... Kimsin sen dedim? Ben yokum dedi tereddütsüz, hiç var olmadım ve var olmayacağım. Ama sana anlatacaklarımı zevkle dinleyeceğini söyledi rüzgar. Fakat merakını gidereyim, ben var olmuş ve olmamış ruhların bütünüyüm, ama geceye mahsusum, güneş pek sevmez beni... Duydum ki hikayeleri severmişsin, doğuda da pek sevilirim ben, oranın insanları da beni ve hikayelerimi; fakat sen zaten buralı değildin değil mi? Bin bir gecemi bir sarayda geçirmiştim oradayken, pek sevecendi insanlar, sana biraz oradan anlatayım...

çaresizdim, ağlamak tek seçenekti ya da benden başka kimsenin olmadığı kabuğuma çekilecektim, yapraklarımı döktüm ve sonra gene yaz geldi. Zaman geçti, ne zaman şaraplar olgunlaştı, benim gölgem oldu, mavi gözler soldu, yamuk ve katı eller unutuldu, deniz renk değiştirdi, o geldi. Kızdım, küstüm; fakat yapraklarımdan gene vazgeçmiştim. Gene her şey eskisiymiş gibi, ben daha genç bir fidanmışım gibiydi, hala öyleydi gerçi, rüzgar beni yıpratmamış, korumuştu. İyi biriydi sanki. Sonra o gene hikayeler anlatmaya başladı, ama bu sefer yalçın kayaları parçalayan rüzgar gibi sert, bir çöl bitkisi gibi dikenliydi! Ve beni değiştirdi. O bana bir hikaye ister misin dedi, hani şu benim anlattıklarımdan. Kabul ettim, o beni anlatacaktı, bana dair, benden bahsedecekti ve şaşalı hikayelerindeki gibi saraylardı belki beni bekleyen. Ne istediğini takmadım bile, ne önemi vardı ki, yeter ki benim de bir hikayem olsun, gerçek olsun, bu falez dışındakiler de bilsin, hatta büyük olması da gerekmezdi ya da fazla duyulmuş olması bile, olsun yeterdi, bir kedi bile önemliyken insan olmak bana bahşedilen en önemli hediyeydi sanki. Ve o aralık akşamı, olmayan ve bir daha sahip olamayacağım yapraklarıma veda ettim; toprağa, denize, çoktan kapanmış mavi gözlere elveda dedim.

O küçük ev ve benim falezim bir daha belki sizi göremem hoşçakalın, ‘’günaydın’’la başlamıştım ‘’iyi geceler’’le bitireyim! Sonra rüzgara dedim ki son bir kere daha çal kemanını benim için. Sadece benim için, ama asla yalnız bırakma beni! Tamam dedi ama bak kalbini veriyorsun son uyarımdır, o olmadan yaşayabileceğine emin misin? Tamam Ve başladı anlatmaya, ben de dinlemeye, insanları, konuşan dedim yapmazsam eğer pişman olacağım. Ve son şarkımı hayvanları, yüzyıllar öncesini, yüz yıllar sonrasını anlattı da dinledim. İyi geceler! anlattı... Bana insanları anlattı, beni sulamasını çoktan Bir cuma günü hem de 13 Mayısta doğmuşum, güneş unutan, beni sadece bulutların merhametine bırakan doğarken, yabancı beni yalnızlığıma terk ederken... insanları anlattı... Ruhu, sevgiyi, mutluluğu, tutkuyu anlattı Doğduğumda toprak gibi kapkara gözlerim varmış ve sonra sanki o da insanmışçasına; ama değildi ki! O bir insan diğer çocukların aksine yeşile dönmüşler, yapraklarım gibi olmamasına rağmen öyle hissediyor, onlar gibi görünüyor, yeşile, annem o günden beri mucizelerin var olabileceğine bir mucizeymiş gibi... Halbuki o hiç yoktu, bana öyle demişti, inanıyor. Sanki ben başlı başına bir mucize değilmişim gibi, varlığı ve yokluğu arasında bir fark yoktu! sanki her doğan çocuk kendi başına bir mucize değilmiş Sormadım, sormam gereksizdi, bir uyuşturucu gibi beni kendisine bağlamıştı, olmayan benliğine; sözlerini duymak, rüzgarın şarkısına eşlik etmesini dinlemek için her şeyi veriyordum, gelemediği günlerin gecelere dönmesi için yapraklarımı, kışın ve rüzgarın merhametine bırakıyordum, bazen de merhametli rüzgarın, bulutları güneşle savaşa göndermesinden yararlanıyorum; ama sonra yaz geldi, günler uzadı, onun o tatlı ve merhametli öyküleri, geceler gibi kayboldu. Güneşe kızdım yalvardım, onu bir mum gibi üfleyip yok etmeyi denedim, paramparça oldum... Ve sonra o, uzun kışlar boyu gelmedi. Yalnızdım,

16

·

yokuş yukarı

gibi! Evet dediğim gibi bir mayıs, Venüs’ün göklerde hüküm sürdüğü bir mayıs, ya da benim sonsuz aşkım Lucifer’ın... İnsan olmak farklı mıymış bunları görecektim şimdi, ama her şeyi bilip bilmeyeni oynamaktı rolüm, bir yalan! Ama sorun olmaz demişti yabancı artık yok senin kalbin söylesen bile kimse fark etmez neyin ne olduğunu... Ve çocukluğum, kalpsizliğimi duyarak, ona sahip olmamam sanki benim hatammış gibi geçmişti. Ama komik olması kadar acı olan kısmı, bunun doğru olmasıydı, insan olmak için kalbimi vermiştim ve şimdi kalbim olmadığı için suçlanıyordum, sırf onlar gibi olmak istedim, onlarla, onların


aynaya baktığında, aynada kendi gözlerinin içine dikkatli baktığında, göz bebeklerinin karasına yansıyan, titrek, ne olduğu belirsiz; ama saf, insan görünümlü kendi yansıması mıdır kalp? Yoksa bir alevin ortasındaki titrek, az, korkak; ama bir o kadar canlı, bir o kadar hareketli mavi ışık mıdır kalp, o sahip olmadığım şey? O sürekli peşinden koşulan, Evet, çook genç bir yaşta sıkıldım buradan ve rüzgarı ama sonunda hiçbir anlam ifade etmeyen, her saniyenin aramaya başladım, kimdi ki bu rüzgar ve neden kalpsiz üstüne yazılmasından dolayı kapkara olan mıdır yoksa yaşamanın zorluğundan bahsetti bana? Nasıl da bilebilirdi ki o? Yoksa asıl kalp, bembeyaz bir kış sabahı, küçük bir bu acıyı? Ama o da kalpsizdi, beni o yabancıyla tanıştırarak serçenin ellerimde hayat verirken, atmaya çalışan, ama bu lanete hapsetti, birazdan bitecek ve her şey son bulacak sonra daha fazla soğuğa dayanamayan ve solup giden, umudu, ağaç olmaktan ya da bir insan gibi yaşmaktan nedensiz, sevgisiz, tutkusuz kalbi midir? Bir kalp mucizelere bıkmak, en zoru da daha önce hiç bir şey değilmişim gibi inanamadığı sürece gerçek sayılabilir mi? Kalp gerçekten davranmak. Ahh, o denizin temiz kokusu ve rüzgarın berrak neydi? Sahip değilim ki, nasıl bilebilirim? Göğüs kafesimde sesi! Beni buraya getiren yabancı! Daha farklı olasılıkların taşıdığım ve birazdan celladımın yerinden sökmeye geleceği olduğunu öğrendiğimden beri nefret ettiğim, bir balığınki kalbe uzun süredir sahip değilim! Ama o ellerimden kayıp gibi bir tek düze hayat! Sessiz ve düşüncesiz olabilmek ve giden serçe de bir hikayeye sahip değil! rüzgarın son şarkısı! Belki bana kızdığındandır da buralarda böyle sert böyle katı esmesi ve kışları güneşin kızması bana, Şimdi peşimde bir cellat ve gerçek bir hikayem var. göstermemesi saatler boyu yüzünü! Ve merak, kimdi bu İstediğim de bu değil miydi zaten! Söyleyin yabancıya anlatsın herkese kim olduğunu; çünkü artık ben biliyorum! yabancı ile rüzgar? O rüzgarın kalbi! Artık yorulduğunda rüzgar, bir insan olarak Sonra bir hikaye öğrendim, yıllardan saklanan, servet yaşamaktan nefret ettiğinde, ruhunu ve kalbini birbirinden diye babadan oğula anlatılan ama kimsenin bilmediği, ya ayırmayı öğrendi, bedenini ise tıpkı benim kuru, kabuklu, yaralı da anlatmak istemediği bir hikaye duydum, söylenmemek gövdem gibi çürümeye terk etti, o kadar gezdi o kadar gezdi ki üzere yazılmış, sonra yakılmış, kalbimin yerinin haritasını anlatacak hikayeleri vardı; fakat kalbi ... O yok olmuştu. O da saklayan hikaye! Ama rüzgar öğrendiğimi duyar duymaz yabancıyı yarattı benim gibi uçarı ve bıkkın kalpleri, bilenmiş bana celladını gönderdi! palavralarla kandırdı, zamanla yalan söylemeyi öğretti ve Bense kalpsiz ve insanları anlamaya çalışan bir insan kalbimi o tatlı sözlü yabancının koleksiyonuna ekledi! Ama olarak yaşamaya çalıştım bu hikayede dedim ya; acıklı ya da bana da kısa bir şans vermedi değil; fakat Araf’tan başka hüzünlü değil hikayem, ne beni seven o adama acımasızca bir yer olmayan, duygunun, gülümsemenin, gözyaşının dahi en kötü şeyleri yapmam, ne gözlerine bakarken bana rüzgarı olmadığı bu düşsüz karanlık zindana hapsetti beni. Karşısına tanıştıran cahil bir acımasızlıktaki o çocuğun gözlerini çıkamam şimdi, o bana ne istediğimi sordu; ama bir ressam aramam, ne de o mavi gözlerin torunlarına birer çınar fidanı gibi renklendirdi, gölgelendirdi, bunu istememi sağladı. Şimdi vermem... Bunlar benim tragedyamın parçaları, üzüntümün kalbim yabancıda ve kim bilir o benim hikayemi anlattı kaç başkalarındaki yansıması, onların kalbi olan aynalar gibi kişiye daha... öyküsünde bir yerlerde! Ama ne kadar da nankörlermiş! Şimdi bakıyorum da haklıydı rüzgar galiba kalbin olmadan yaşanmıyor, kalpsiz insan olunamıyor! Yoksa hep toprağa bağlı olacaktım, hep o falezde; ayaklarım olan 20 sene geçirdim ki bu, sessiz 100 seneye bedeldi bence.

olması! Ne bana yaptıklarımın beni üzeceğini söyleyen ailemi terk etmem benim acımasızlığımın göstergesi! Ne de her kar yağdığında dışarı çıkıp ağlamam benim hikayemin parçası! Ya da her rüzgar estiğinde, onun gözlerimin kenarına nemli tanecikler bırakması benim suçum. Ve tanıdıklarımdan yaşlı olmak; fakat genç davranmaya çalışmak benim kabahatim. Bunlar benim, sırf beni hor gören insanlar gibi olmak için ödediğim bedeller! Onlardan olmaya çalışmak suç muydu? İnsanca olan, bir falezin kenarında durup, günün birinde rüzgardan fazla aşınan toprağın kaymasıyla intihar girişiminde bulunmam mı olurdu? Ya da günün birinde hiçbir şeye isyan etmezsem ödüllendirileceğim inancı mı beni toprağa bağlamalıydı? Bunlarla beraber bir kalbe sahip olmam beni, sadece yüreğinin bulunduğu yerde büzülmüş bir et torbasına sahip yapmaz mıydı? İnsan olduğunu varsayanlar gerçek bir kalbe sahip miydiler? Peki gerçek bir kalp neydi? İnsan

Sonra bana yan odadaki celladı gönderdi, kalbimi almaya gelen! Ahh göklerin hakimi rüzgar, tenleri okşayan, kalpleri kızdıran, ruhları çalan, benimle oyun oynamaya gelen! ‘’Hoş gelmiş’’le başlasın bu yeni öykü! Ahh unutma sevgili rüzgar, ben de öğrendim senin öykünü, ben de bedenden çıkarabiliyorum ruhumu! ‘’Hoş geldin’’ celladım, boş bedenimi almaya, ben şimdi boş, yalnız, karanlık, küçük bir kulübesi olan falezimde çoktan kurumuş kara çalı misali rüzgarla oynayan, serçelerin yuvasında, o güzel, sıcak kabuğumdayım.

haziran 2010

· 17


Rozerin ŞENGÜL

“SEN”İ İZLERKEN Güneşin ufukta patlayıp her zerreye yeni bir hayat, yeni bir umut, bir gülümseme verdiği bir bahar sabahı, bir renk cümbüşü ile yıkanmış köy bahçesinde, gözlerini açtın. Kuşların cıvıltısı, kuzuların meleyişi, çobanların bağırışı ile doldu kulakların. Evin bir ucundan yükselen çatal bıçak sesleri, bir annenin çocuğuna zorla yemek yedirişi o tatlı uyku halinden alıyor seni. Yün kokulu yer yatağından kalkıp açtığında o gıcırtılı kapıyı, tüm köyün senin uyanışını beklediğini sanıyorsun. Yüzünü yıkamak üzere evin önüne çıkıyorsun ve seni bekleyen tatlı bir çocuğun ricasını kırmadan eline su döküşünü izliyorsun. Testiden eline dolan suyun cam gibi berraklığı, yüzüne vurduğunda seni çarpan soğukluğu bir pınar suyuyla yüzünü yıkadığını hatırlatıyor. Yıl boyunca erimeyen karların yaşlandırdığı dağlardan akıp gelen pınar suyu… Dayanamayıp içiyorsun bir yudum. Keskin bir soğuk boğazından bir şerit gibi geçip titretiyor seni. Soğuktan gözlerin doluyor. Bunu gören tatlı çocuk alayını saklamaya çalışan bir gülümseyişle bakıyor sana. Biraz sonra onu bekleyen arkadaşlarına seni anlatıp gülecekler arkandan. Başka nelerin garip geliyor diye kaşların çatık düşünürken gurul gurul bir ses geliyor midenden. Her sabah olduğu gibi nasıl bu kadar acıkmış olabileceğine şaşırıyorsun. Buranın bir büyüsü var yabancılara karşı diye düşünüyorsun, ama bu köyün içtenliğini anlayacak olgunluğa erişemediğini elbette bilemeden unutuveriyorsun yarın sabah hatırlamak üzere. Kahvaltı masasını arıyorsun önce her sabahki şaşkınlıkla. Neden her seferinde yere de bakmayı unuttuğunu anlayamıyorum.

18

·

Karışık desenli renkli bir örtüye konmuş kocaman alüminyum ‘sini’ dolusu kahvaltı ışıldıyor yer sofrasında.. Gözlerin kamaşıyor, ağzının suyu akıyor,miden çığlık atıyor resmen. Dumanı çıkan, mis kokulu bembeyaz tandır ekmeğini koparıp bol tereyağı sürüyorsun üstüne. Bal arılarının dağ çiçeklerinin özünden toplamış oldukları, doğanın karşılıksız verdiği bir hediye olan balı katkısız olduğundan adından daha emin, dolduruyorsun kaşığa. Biraz sonra arılara gitmeyi aklında tutarak o tatlı tadı ağzında eritiyorsun. İçin mayışıyor tadından. Biraz da peynir dolduruyorsun ekmeğine. Üstüne de bol bol yeşillik… Adını sanını duymadığın tatlarla kendinden geçiyorsun. Zaten en çok kahvaltısını seviyorsun buranın. Köy peyniri, köy balı, köy ekmeği, köy sebzesi, köy kokusu, köy, köy, köy… Topraklarında olmanın huzuru içinde gülümsüyorsun. Buraya aitsin burası da sana ait. İşte toprağıma kavuştum, diyorsun. Toprakla suyun 5000 yıl önce ilk kez buluştuğu bu toprakların tarihinin sana ait oluşu koltuklarını kabartıyor. Böyle topraklar için can vermeye değer diyorsun. Tabii yemek zevkinden bir an olsun uzak tutmuyorsun kendini. Parmak kalınlığında kaymak üstüne bol çiçek balı… Ekmeği bembeyaz yoğurda bandırışın… Delikli peyniri çayla buluşturuşun… Bu anlar çabuk geçiyor. Çiğnemekten çenen yorulduğunda bırakıyorsun yemeyi. Keşke biraz daha yiyebilsem diyorsun alacağın kiloları umursamadan. Elin ekmekten dolayı unlanmış. Yine de mutlulukla parmaklarını yalıyorsun. Artık gezmeye hazırsın. Önce köy çocuklarıyla rastlaşıyorsun. Onlar zaten senin ilgini, övgünü kazanmak için yarışıyorlar. Ama sen sadece izlemeyi yeğliyorsun. Tepeye kurulmuş olan köyde bir evin damında yürümek çok kolay. Eskiden bir ahır olan evin damına oturup izlemeye başlıyorsun onları. Top oynuyorlar. Biri bir hata yapınca hepsi gülüyor ona. O da katılıyor onlara gülerek. Kavga yok, bağrışma yok, sokak ağzı yok. Sadece büyük bir ciddiyetle eğleniyorlar onlar. İşte bir farklılık daha diyorsun. Bir zaman sonra seni de çağırıyorlar oyuna. ‘’Arılar’’a gideceğini söyleyerek vedalaşıyorsun. Tepeyi çıkıyorsun. Sağ tarafında büyük bir mezarlık: Köy mezarlığı. Ve bir mezar ‘taş’ının başında ağlayan bir anne. Oğlu çılgın bahar sularında boğulmuş iki yıl önce. Biricik, dünya tatlısı oğlu. Başında okuduğu kutsal kitap. Tek dayanağı da elindeki o kutsal kitap zaten. Okuyor, okuyor, ağlıyor; gözyaşları o azgın

yokuş yukarı


sular gibi akıyor yanaklarından. Her bir cümleyi okurkenki hislenişi o kadar güçlü ki, onu sadece uzaktan izleyen sen bile duygulanıyorsun. Sesi o kadar içten, o kadar dokunaklı o kadar acı dolu ki! O acısı hiç dinmemiş biricik oğlunu ondan söküp alan çılgın sular gibi ve dinmeyecek de. O bir anne çünkü. Gözlerin doluyor ve bir damla gözyaşı düşüyor uzun kirpiklerinden. Aile kültüründen gelen bir alışkanlıkla biraz dua okuyup vicdanını rahatlatıyorsun. Derin bir nefes alıp yoluna devam ediyorsun. Yemyeşil bir tarla gözüküyor şimdi. Oraya can veren bir de nehir. Taşlara vura vura arıyor yolunu. Köyün genç kızları yün yıkıyorlar kıyısında. Islanmış, rengi değişmiş tahtaları yünlere vuruyorlar bir yandan da gülüşüp eğleniyorlar. Keşke ben de onlarla orada olsam diye geçiriyorsun aklından. Bir iç çekiş, onlara bir selam, bir gülümseme ve yola devam… Derenin yolundan yürüyorsun köyden çıktın artık. Köye giden toprak yolda gürültülü bir şekilde ilerleyen beyaz köy arabası. Seni de buraya getiren şoför selam vermek için korna çalıyor sana. Kafa sallayıp gülümsüyorsun ona. İnsanların sıcaklığına hala alışmış değilsin. Bu, yüzünden o kadar iyi okunuyor ki. Gülümseyişlerin de hep bir şaşkınlık bir garipseme var.

o kadar mutlu ediyor ki. Her anı incelemek, öğrenmek, bilmek için doymaz bir istek duyuyorsun. Merakın verdiği cesaretle kasaların arasına girdiğinde tüm dünya susmuş gibi hiçbir şey duyamıyorsun. Kendini bile. Kulağına gelen sadece arı vızıltıları. Vızzzz vızzzz… Her şey bu sesten ibaret. Elinde arıları uzak tutmak için içi yanmış tezek dolu olan körüğü de bıraktın ve çerçeveyi eline aldın. Mumu tamamen doldurmuşlardı. Düzgün altıgen şeklindeki şaheserleri ile tüm dünyanın çözemediği bir sır olan eserlerini görebilmek için bir umutla yine baktın ama tabi ki onlar sırlarını saklamaya devam ettiler. Böyle olacağını bile bile yine de hayal kırıklığına uğradın. Bu çocuksu duygularına gülümsemeden duramıyorum. Hayal kırıklığını o kadar belirgin o kadar şeffaf yaşıyorsun ki. Omuzların çöküyor, suratın asılıyor, gözlerinde ışıldayan heves birden balonu patlamış ya da şekeri yere düşen bir çocuğun gözleri gibi sönüyor. Bayılıyorum bu hallerine. Ve sonra yine kulübeye döndün. Orada senin için harika bir sofra hazırlamışlar. Herkes oturmuş seni bekliyor. Dışarıda da ateş yakmışlar. Üstünde de mis gibi kokan bir demlik çay. İşte o zaman keyfime diyecek yok diyorsun ve hemen dolduruyorsun bir dolu bardak. Çayın tadı daha önce tatmadığın bir şey. Adını koyamıyorsun ama tadı için kelimeler kifayetsiz kalır zaten deyip keyfine devam Bunları da köyün büyüsüne bağlayıp yoluna devam ediyorsun. İfade etmekte zorlandığın tüm hislerin için aynı ediyorsun. Mavi renge boyanmış üç sıra sandıkları şeyi yapıyorsun zaten. Bu bazen düşünme yeteneğini görüyorsun. Hemen gerisinde de bir kulübe. Sandıkların köreltse de hayatı olduğu gibi kabul etmene ve daha mutlu arasında kemik rengi bir elbise giymiş biri, tek tek yaşamana sebep olduğu için bir rahatsızlık duymuyorsun. sandıklardan çerçeveyi simsiyah etmiş arıları inceleyip Milletle sohbete dalmışken daha gezmen gereken yerler yerine koyuyor tekrar. Bu nasıl bir cesaret, diye olduğunu hatırlayıp izin istiyorsun. Ve tepeyi iner inmez yutkunarak kulübeye doğru ilerliyorsun. İçeride bal süzen simsiyah tüyleriyle ışıldayan bir at görüyorsun. Hemen makinenin başında bir amca. Selamlaşıp içeriye davet için hevesle doluyor binmek için. Gözlerinden okunuyor ediyor seni hemen. Bu köyün en sevdiğin yeri burası. Bal isteğin. Sahibi de bunu anlamış olacak ki seni arkasına mumu kokuyor içerisi. Neden diye etrafına bakınıyorsun. alıyor hemen. Atlar gibi biniyorsun arkasına. Heyecandan Sıralanmış boş çerçeveler görüp incelemeye gidiyorsun. doğayı incelemeyi unutuyorsun. Daha sonra hatırlaman Çerçevelere bal mumunun eklenişinde yardım etmiş için bunu ben yapıyorum. Akarsuyun kenarına boyanmış olduğunu hatırlayıp daha dikkatli inceliyorsun. Bu pastel yeşil çorak dağlarla bir zıtlık, aynı zamanda da mumlara dolacak olan balı hayal edip en azından değerini bir uyum oluşturmuş. Tam karşında yükselen Yıldırım bildiğin için şükrediyorsun. Tepesi tüm heybetiyle güzelliğe başka bir boyut katıyor. İlk bakışta tepesine çıkılması kolay gözükse de birden Arıların arasına gitmek üzere ayaklanıyorsun. Arıların yükselen uçurumuyla gözdağı veriyor insana. Uçurumun arasındaki amca gibi o elbiseyi geçiriyorsun üzerine. dibine kadar çok rahat gidilebilirken, uçurumu maalesef Aksi takdirde arıların istilasına uğrayabileceğini acısını kayalara tırmanarak aşabiliyor insan. Ama tepeye yaşayarak anladın zaten. Gerçi bu bal arısı zehrinin çıkınca her daim yeşil kalan toprağı, kırmızı, mor, sarı birçok rahatsızlığa iyi geldiğini söylüyorlar sana ama yine renkli çiçekleri ve eşsiz manzarası ile büyülüyor insanı. o acıyı bir daha yaşamak sana göre değil. Arı ilk kez sağ Buradan güneşin doğuşu da batışı da ayrı bir güzel ayak bileğini sokmuştu. Nasıl acımıştı canın ama. Alışık izlenir. Doğanın armağanı olan bu tablolar duygularımıza değilsin nasıl olsa. Hemen yoğurt sürdüler ama yine de o kadar güzel anlamlar katıyor ki. Her anıyı, her hissi bir iki gün çok sızlamıştı orası. Bu yüzden çok sıkı giyinip başka yaşıyor insan gören gözlerle baktığında. herhangi bir açıklık kalmamasına dikkat ederek şapkayı da taktın ve artık sen de bir arıcı oldun. Eline kalın bir Sen dalıp gitmişken birden güneşin batmakta olduğunu eldiven geçirdin, çerçeveleri sen de incelemek istiyorsun. fark ettin ve tabi ki hemen gözün Yıldırım Tepesi’ne kaydı. Çoğu zaman başına dert açan bu merakın burada seni Orada güneşin batışının çok farklı bir güzellikte olduğunu haziran 2010

· 19


herkesin gerçekten mutlu gözükmesi. Kimsenin yüzünde sahte bir gülümseme yok. O kadar içten gülmüşler ki. Nitekim az sonra ortaya çıkan fotoğraf makinesine poz verirken kimse saçını başını düzeltmekle uğraşmıyor sadece o yöne bakmakla yetiniyorlar. Fotoğraf faslı da bittikten sonra bir an bir sessizlik oluyor herkeste. O kısacık anda aklından o kadar çok şey geçiyor ki. Buraya neden geldiğini sorguluyorsun önce. Niye geldim, neden zar zor elde ettiğim bir tatili burada geçirmek için harcadım, neden her zamanki gibi arkadaşları toplayıp bir deniz kenarına yüzmeye gitmedim…? Haklı olarak hepsini sordun kendine. Buna kesin bir cevap bulamadın. Aklından sadece şunu okudum: Buraya ait olduğunu, onun adına yazılan şiirler, çizilen resimlerden biliyorsun. buranın seni yıllardır çağırdığını ve bu sefer bu sese kulak Yine de gördüğün manzara büyülüyor seni. Güneş kızıl vermek istediğini. Gelmekle ne kaybettiğini düşünmeni bir top halini almış ve gökyüzünü de bu renklere boyamış. çok istedim. Sonunda beni hayal kırıklığına uğratmadın Işığını alan her zerrecik kan kırmızısına dönmüş. Öyle ki ve aslında geçmişinde neden böyle bir deneyimin eksik toprak örtüsü, nehir, yüzeye fışkırmış her kaynak su, ona olduğunu görememenin verdiği zahiri bir huzur gördüm. doğru bakan her göz, her gülümseyiş kızılın güzelliğiyle Evet, sen sadece bunu kaybettin buraya gelmekle. mest olmuş. Sen de dudaklarında bir kıvrılış ve gözlerinde Dağına taşına hasret olduğun için gelmedin tabi ama yıllar hemen belli olan bir hayranlıkla onu seyrediyorsun. Biraz saçlarındaki kırları arttırınca aslında bir nefes havasına sonra güneş veda ederek dağların ardında kayboluyor. bile hasret kalacağını ancak yaşayarak öğrenebilirsin. Ama dünyaya olan sevgisini arkasında güzel kızıl tonları Biraz sonra dışarı çıktın usulca, hiç ses çıkarmadan. ve biraz sonra kendini gösterecek olan aya ışığını vererek Gökyüzüne bakmak üzere kafanı kaldırdın ve gökyüzüne baktın ağzın açık. Evrendeki tüm yıldızları görebiliyorsun gösteriyor. buradan. Yoğun yopyoğun bir yıldız kümesiydi gördüğün. Eve vardığında akşam telaşı her yerde gösteriyor Birden bir şey hatırlar gibi oldun. Yüzünde bir gülümseme kendini. Nitekim köyün kadınları bir yandan hayvanları belirdi ve gözlerini kısarak sayabildiğin kadar yıldız sağarken öbür yandan eve gelecek erkekleri için saydın ve bir dilek tuttun çocuksu bir hevesle. Buz gibi yemek hazırlığı ile oradan oraya koşuyorlar. Bir şeyin havaya rağmen orada oturup dileğinin gerçekleşmesinin ucundan tutmak üzere yaklaştığında sana burada bir hayallerini kurdun. Biraz sonra yanına biri geldi ev iş olmadığını anlıyorsun. Elini yüzünü yıkamak üzere halkından. Bir battaniye getirmiş. Hiçbir şey demeden evin önüne çıkınca seni bekleyen kimsenin olmadığını battaniyeyi sırtına sardı ve yine hiçbir şey demeden görüyorsun. Tam eline dökmek üzere çömelmişken içeri girdi. Battaniyeye iyice sarıldın ve burası ile ilgili seni yalnız görenlerden birinin sana yardım etmek için hatırlayacağın en güzel anılarından birini yaşadın. koştuğunu görüyorsun. Onları beklemesen de yine de Biraz sonra ayaklarını sürüye sürüye yatağına gittiğinde bu ilgiyi, sıcaklığı görünce çok mutlu oluyorsun. Buz gibi kızların yatağında oturmuş sohbet ettiklerini gördün. En suyla yorgunluğunu savuşturunca gecenin uzun geçmesi güzel sohbetler işte şimdi yapılıyor deyip uykuna biraz için dua ediyorsun. Çünkü burada gündüz herkesin bir daha beklemesini söylüyorsun. Konu konuyu açıyor ve işi olduğu için asıl eğlence gece oluyor. Yemek sofrası biraz sonra güneşin doğacağını anlıyorsunuz. Kızlar yine harika gözüküyor. Bol et yemekleri, mis gibi otlarla yataklarına çekiliyor ama sen uykulu, yorgun ama huzur bezenmiş yoğurt çorbası ve tandır ekmeğini görünce dolu gözlerinle tepeden güneşin belirmesini izliyorsun. ağzın sulanıyor. Burada yemek alışkanlığının değiştiğini Yüzüne çarpan ışınlar içini ısıtırken aynı zamanda fark ediyor ve bundan çok hoşnut gözüküyorsun. Yakında iyice mayıştırıyor seni. Biraz sonra uykuya daldığında bunların biteceğini hatırlayınca yüzün buruluyor ama gördüğün güneş rüyalarını aydınlatıyor. Yıllar sonra bile sofranın etrafı dolunca unutuyorsun bunu. Yemek faslı gerçekleşen dileklerini hatırlayınca tatlı dileklerle dolu bir da sona erince herkeste bir mayışma. Sen de kendini yıldızdan diğerine uçtuğunu görüyorsun. Meğer herkes ne bırakmış tatlı tatlı uyukluyorsun. Ortamın şakacısı ile dilekler tutmuş… Yıldızlarda melekler tarafından kulağına kendine geliyorsun ve çok keyifli bir sohbetle zamanın fısıldanan dilekleri gerçekleştirebilme heyecanıyla ne kadar hızlı aktığını unutuyorsunuz. Herkesin gözleri güneşin ufukta patlayıp her zerreye yeni bir hayat, yeni yorgunluktan kızarmış olmasına rağmen fotoğraf albümleri bir umut, bir gülümseme verdiği bir bahar sabahı, bir renk çıkıyor ortaya. Haydaaa! Şimdi de eski anıları tekrardan cümbüşü ile yıkanmış köy bahçesinde, yeniden gözlerini yaşıyorsunuz. Fotoğraflarda dikkatini en çok çeken açtın.

20

·

yokuş yukarı


BİR KAR

Küçüklüğümden beri, kar küreleri bana yaşamak istediğim ne varsa gösterir. Büyük bir hayranlıkla seyrederim onları. Yanımdaki herkesi unutur, olan biten her şeyden soyutlanırım o anlarda. Saatlerce oynayabilirim avucumdaki o kar küresiyle ben. Saatlerce, bıkmadan izlerim karların tekrar ve tekrar dibe çöküşünü. İçindeki minik kardan adamı kendim olarak hayal ederim. Kendi yarattığım dünyada, bilirim ki ben onun yerindeyim. Ve karlar benim yüzüme düşerler yavaşça, balmumundan yapılmış o minik surata. Yanaklarım kızarması gerekirken ben, üşümem. Belki de bulabileceğim en sıcak yerdeyim. Kar küresi, bir insana verilebilecek en güzel şey. Ne bir oyuncak, ne de bir biblo. Kar küresi, mutlu geçen çocukluğum. Kar küresi, benim masumiyetim, bütün hepsi gerçek olmuşçasına gülümsediğim o hayallerim. İçindeki karları salladığımda, etrafımda olan biteni anlayamadığım o çocuk yaşıma geri dönebilirim. O küçük kürenin içindeki dünyada hayal edebilirim kendimi. Ve bütün mutluluklarımı toplayıp, tek bir sallayışta, avucumun içine sığdırabilirim.

Yanımda olmasını istediğim kişi yanımdadır ve ona sıkıca sarılırım. Dilediğim her şey olmuştur ve buna bir zamanlar Noel babanın olduğuna inandığım saflıkla inanırım. En basiti, yeniden çocuk olurum ben. Delicesine bir hırsa bürünürüm, en büyük kardan adamı yapmak için. Gökten yağan o beyaz, minik tanelere mucize gözüyle bakarım. Kar küresini her elime alışımda, ilk karını gören bir bebek gibi olurum. Hiç alışmam, hiç öğrenmem ben, her seferinde yeniden şaşırırım. Gözlerimi kapayıp, olmak istediğim yerde olmamı sağladıkları için özeldir onlar. Avucumdayken, çok özlediğim birine sarılırım. Bitmek tükenmek bilmeyen o inadımla, en büyük olgunluğu göstermem gereken bir anda, kar küremi elime alırım. Hiç kimseyi dinlemem. Olan biten her şeye kapatırım kendimi ve hiçbir şeyi duymaz kulaklarım. Mutlu olurum. Hayatın son bulduğu anlardan birindeyimdir belki de, ama küçük bir kar küresi sayesinde, tekrar nefes alırım. Gidin bir kar küresi alın. Ama ona özenle bakın, onu dikkatlice seçin. Bir kar küresi, sahip olunan en güzel çocukluktur. Bir kar küresi, hayal edilen her şeyin, kar tanelerinin yere düşüşü kadar kısa bir sürede elinizde olması demektir. En küçük kar küresini bulun, en sevdiğiniz kişi için. Vermeden önce, onu avucunuzda ısıtın. Sevginizin bütün kar tanelerine eşit olarak dağıtıldığına inanana kadar da onu bırakmayın. Tek eliyle tutabileceği kadar küçük olsun o. İçindeki kardan adam, onun serçe parmağından minik. Küçük bir kar küresi. Cebinde taşıyabileceği kadar minicik...

Her gittiği yerde onunla birlikte olur böylece. Ya da gözlerini yumabilir, her dilediğinde. O mutlu dünyasını cebinde taşır. Çocukluğunu, hayallerini ve sahip olmak Bir kar küresi elimdeyken, istediğim ne varsa, zaten istediği her şeyi… Sizi taşır yanında. Ve size sarılır, elini sahibim. Yumurta kabuğunun paramparça hale her cebine attığı anda. getirilmesiyle yapılmış o karlar, gerçektir benim gözümde. haziran 2010

· 21

Sesil Tayra YÜKSEL

Ne zaman kendimi kötü hissetsem gözlerimi yumarım ben. Bir kar küresinin içinde olduğumu hayal ederim. Kafamı kaldırır ve yüzüme düşmekte olan kar tanelerini izlerim yavaşça. Yanaklarımı kızartacak kadar soğuk, ama beni mutlu edebilecek kadar sıcacık. Etrafımda dönerler önce, ayaklarımın dibine düşerler tek tek. Hiç olmadığım kadar güvende hissederim kendimi. Güvendeyimdir de zaten. Hiç olmadığım kadar mutlu, hiç olmadığım kadar sıcak, en sevdiğime sarılmışım gibi. Kötülükler işte bu kez yanıma gelemezler. Bu kez beni bulamaz, bu kez beni üzemezler bilirim. Etrafım camdan bir küreyle çevrili.

KÜRESİ


Bilge CAN

KIRMIZI KARANFİL Siyah telli acayip bir kemanın sesine benzeyen yağmur, kızın gözyaşları gibi dökülüyordu, her biri birer melekti ve sonra birden düşüvermişlerdi cennetten. Bir an kalbi durdu. Hapşırdı kız. Neden? Masanın üzerinde kırmızı bir karanfil vardı. Kızın karanfillere karşı alerjisi mi vardı? Gök bağırdı ona istemiyorum seni artık benim şehrimde diye. Senin şehrin mi dedi kız? Senin şehrin ha? İstediğim her şehir benimdir diye yanıt verdi gök ve tekrar gürledi, biraz tanrımsı bir tavırla tekrar kovdu melekleri, kıza gözyaşı olsunlar diye. Kızın da durası yoktu daha fazla bu şehirde. Yılların yorgunluğu vardı bir kere şehrin üstünde. Kimleri görmüş kimleri dinlemişti, kaç masal anlatmıştı, anlatacak kaç öyküsü vardı kim bilir. Kızınkine yer kalmış mıydı, her köşe başı tutulmamış mıydı? Hem o da gitmek istiyordu, özgürlüğün tadını çıkarmak, keşfetme duygusunu yeniden hissetmek istiyordu tıpkı gök gibi... İkisi de mutlu olurdu işte. Neresi bu kadar zorsa? Yol gözüktü mü bir kere kahvende, artık kaderinin de yolu çizilmiş olmaz mıydı? Kurtuluşun gizli yollarını, dehlizlerini öğrendikten sonra insan nasıl üzüntünün insanı kıran ve sıkan kollarında kalabilirdi? Niyeydi ki bu inkâr, mutlu olmadan sevdiğin bir yerde kalma arzusu? Sevgi, daha emin olamadığı, asla katı mı sıvı mı olacağına karar veremediği sevgisi, onu nasıl böyle bağlar, bir örümcek gibi sarabilirdi? Belki umuttu onu böylesine bağlayan, gök gürültüsünün ardından gelecek

22

·

yokuş yukarı

olan gökkuşağı onu saracak, sarmalayacak ve sonsuza kadar toprağa bağlayacaktı. Sevmişti bu şehri, şehrin bir sakinini... Evet, şehri sakini yüzünden sevmişti... Ya da onu şehir yüzünden... Bilmiyordu neden ya da nasıl. Tek bildiği gitmek için yanıp tutuştuğu; ama ondan uzak bir yerde bir dakika bile yaşayamayacağıydı. Cevabı olmayan ya da yıllar önce unutulmuş bir bilmeceydi bu. Kalbi yer gibi merkeze, ona, şehre, İstanbul’a hareket ediyordu. Ruhu, özgürlük özlemi; ateş gibi merkezden hareket ediyordu. Nereye? Hiçbir fikri yoktu, hiçbir çaresi yoktu gitmekten başka eğer kalbinin çarelerini, acılarını, üzüntülerini, tutkularını görmezden gelirse. Ruhunu kurtarmak için yapacaktı bunu, olmadığı biri olmaya çalışmadan, onun için yazılmış bir oyunu oynamaktansa, kendi kendine yeni bir rol biçebilecek, istediği gibi olacaktı. Bedeniyse gökler gibi merkezde hareket ediyordu, ruhuyla kalbinin arasında, o ortada Araf’ta... Bu onu eski masal zamanlarından kalma, bir türlü doğru zamanı göstermeyen bir saatin dişlileri arasında kalmışçasına eziyor, parçalıyor, hem ruhunu hem de kalbini yavaş yavaş yok ediyordu. Hem bu İstanbul’un kuralıydı, kim olursan ol, ne olursan ol, bir anlaşma yapmak zorundaydın, masada ya kalbini ya da ruhunu bırakırdın bu şehirde. Ve kararsızsan, üzgünsen, her şeyi birden istiyorsan, kimseyi kaybetmemek için çırpınıyorsan, gözünün kenarında kimin çizdiğini bilmediğin bir çizgi olan ve kim bilebilir kalbine daha nice çizgiler çizilmiş ruhu kurtarmak istiyorsan, kısaca aşıksan ona, bu şehre; senin için kurulan bu şölenden, uğradığı her handa zenginliğinden bir parça bırakan bir seferi gibi kalkarsın, sonunda elinde hiç bir şey olmadan.


Kız masada ne bırakacağını bilmiyordu. Bu ihtişamlı sofra onu o kadar çok etkiliyordu ki... Önemli olanın ne olduğuna karar verememişti henüz. Onu ne zaman görse, gözlerinde saklı başka birini görüyordu. Kıskanıyor muydu? Bilmiyordu. Hayatında sadece birini kıskanmıştı ve asla kıskandığı kişi gibi olamayacağını biliyordu. Asla öyle olamazdı! Ne tanrı ona diğerinin yeteneklerinden daha üstününü bağışlamıştı ne de diğerinin güzelliğini, yeşil gözlerini, sarı güneş gibi canlı, hayat dolu, ateş gibi gölgelere sebep olan saçlarını bağışlamıştı. Kız her şeyi teker teker, tekrar tekrar yapmak zorundaydı. Sanki kader bütün kederini, kızın tombul ellerindeki çizgilere işlemiş, her çıkış kapısının ardına yeni ve daha zorlu tuzaklar kurmuştu. Bu son demişti, eğer diğerlerinden uzaklaşırsam; gitmek için, kurtulmak için bu şehirden her şeyi yapacağım. Geleceğimi yeniden bulmak için her şeyi satmaya hazırım. Ama şehir, İstanbul buna izin vermeyecekti. Ona yeniden hayat bağışlayan, ruhunu alt üst eden bir sevgi, sevgili gönderecekti. İçten içe hüzünlü hikayeler biriktirmeyi severdi İstanbul. Şaşalı ve mutlu gibi gözüken bütün hikayelerinin ardında sakladığı hüzün ve kederden besleniyordu. İstanbul’a gelen, İstanbul’da doğan herkesin iki olası sebebi olabilirdi ona göre: Cesaret ya da cehalet. Cesaret, ödüllendirilmeliydi, cehalet ise yok edilmeli ya da herkese ibret olsun diye giyotine vurulmalıydı gözler önünde. Arada kalanlar ise yoktu onun için, ne varlıklarının önemi vardı ne de yokluklarının. Ve son bir kuralı daha vardı kız için geçerli olan; saraydan çıkan, bir daha saraya giremezdi. Şimdi en büyük seçimi buydu kızın ya gitmeyecek kalacak ya da gidecek ve geri dönmeyecekti. Zaten sevdiği saraya, saraylara asla girememişti ki. Kaybedecek neyi vardı?

Aşkı mı? Kimi seviyordu? Onu mu? Ondan öncekileri de unutmamış mıydı, onu da silebilir, bilinçaltının en gizli, kendinin bile bilmediği karanlık zindanlarına zincirleyebilir, farelerle dostluk kurmasını bekleyebilir, orada onun uğruna kaybedeceği kalbi gibi onun çekeceği acıları izleyerek zevk alabilirdi. Kim fark ederdi ki? Ama o zaman neden gitmiyordu? Önüne gelen bu şansı neden kaçırmak için oyalanıyordu? Ah bu şehirde bir dakika daha, onun nefes aldığı havanın görkemli kokusu, denizin her rüzgarla ettiği dans... Bir dakika daha ne kazandırırdı ki ona ya da ne kaybettirebilirdi? Bütün bunlara rağmen, her daim satrançta olduğu gibi, bir an gözlerinin önündeki perdenin açılıp, yapacağı yeni hamleyi mi tahmin edecekti aşkında? Ama o saraya girememişti ve şundan emindi ki asla da giremeyecekti. Neden kalmak için sebepler ararken ruhu, kalbi sorulara yanıt vermeyi reddediyordu. ‘’Gitme kal, İstanbul’u ne kadar sevdiğini ve ondan nasıl nefret ettiğini biliyorum, gitme nolur kal. Eğer gidersen İstanbul gibi olursun, sen de sevdiğinin acıklı hikayesinden beslenir, seni asla kabul etmeyeceği gerçeğini kabullenirsin. Unutma bu şehirde her gün yeni umutlar doğar tıpkı güneşin her gün apayrı doğması gibi, tıpkı güneşinin bulutları her gün farklı kırmızıya, mora, gümüş rengine boyaması gibi... Birini kaçırırsan bir daha asla göremezsin, zaman bu geri getirilemez. Gitme, izle şehri...’’ diyebilirdi kalbi. ‘’Ama asla onun olamayacağım, o saraya asla giremeyeceğim, gitmeliyim.’’ derdi ruhu, kesin karar vermişti, bütün çaresizlikleri gözler önüne serip, mantığın sihirli yollarından yürümeye. ‘’Evet ama sarayı izlemek de güzel. Saraya bakarak ölmek, onun uğruna ölmek daha güzel...’’ dedi bir an kalp ve tekrar durdu, kırmızı bir karanfil uğruna...

haziran 2010

· 23


Özlem Deniz ÖZ

DENİZİN BİRİCİK OĞLUNUN HATIRINA …Elimi dayıyorum yüce, kudretli ağaca. Gözlerimle içiyorum İstanbul’un güzelliğini. Daha gün başlamamış. İstanbul ne kadar hoş ve insansız… Hafif lacivert salınan bir deniz ve utangaç bir kız gibi kendini göstermek istemeyen uykulu bir güneş… Derin bir nefes alıyorum. Şöyle kocaman bir tane daha… Sanki hiç nefes almamışım gibi… Almışsam bile hiçbir soluk şua anda içime hapsetmek istercesine aldığım solukla kıyaslanamaz. Temiz, henüz İstanbul’un büyük karanlığıyla kirlenmemiş, beyaz hava… Daha kurumamış çimlere oturup, bağdaş kuruyorum. Ferahlatıcı ve gıdıklayıcı bir serinlik pantolonumdan geçip bacaklarıma, oradan da ayaklarıma yürüyor. Yüzümü huzurlu bir gülümseme kaplıyor. Ellerimi, titrek, parlayan damlalarla dolu yemyeşil çimlerin üstüne koyuyorum. Huzurlu, beyaz bir soluktan sonra, tekrar İstanbul’a bakıyorum. O kocaman şehre… Her caddesi apayrı bir dünya olan denizin biricik oğluna… Güneş açtığında ayrı, karda ayrı, yağmurda ayrı bir güzel olur bu şehrin sokakları. Bir sokakta hiç tanımadığı bir çocukla çikolatasını paylaşan mutlu bir oğlan… Ötekinde işinden yeni dönmüş yorgun argın bir işçi, elinde kalbi kadar sıcak iki ekmek… Berikinde ta sokağın başından babasını tanıyan küçük bir kızın mutluluk dolu çığlığı, bir diğerinde aşık bir çocuğun ıslak melodileri… Hepsi ayrı ayrı güzeldir benim için… İstanbul bilmez bunları, fark etmez. İstanbul’un daha önemli işleri vardır çünkü. Enflasyonun düşüşüyle, psikopat bir adamla onun ölü karısıyla, eşek gribinin kimlerde olduğuyla ilgilenir çünkü İstanbul… Görmez böyle minik minik mutlulukları. Ama ben görürüm… İşte güneş doğdu. Hemen ilerideki gecekondunun kapısı gıcırdayarak açıldı. Dağınık saçlı, temiz yüzlü adam uyku mahmurluğuyla bana selam veriyor işte… Martılar, İstanbul İstanbul diye çığlık atıyor. Yine… İstanbul, ah İstanbul…

24

·

yokuş yukarı

© Zeynep TUNÇER


© Levent ÖZMEN



© Levent ÖZMEN


A. Gizem ACAR & Bahar Özlem EKER

BASAD 1993 yılının kasım ayında Bakırköy’ de yaşayan sanatçıları bir araya toplamak amacıyla kurulmuştur. BASAD yani Bakırköylü Sanatçılar Derneğinin kurucu üyeleri arasında Ergün Köknar, Üstün Asutay, Erdoğan Sıcak, Cem Karaca, Cihat Tamer, Ayşen Gruda ve Tarık Akan yer alıyor. 1998 yılında Bakırköy Belediyesi Kültür Merkezine taşınmıştır. 1908 yılında Fransız Okulu olarak inşa edilmiş, 1980 yılında Adalet Bakanlığınca Adliye’ ye devredilen konak 29 Mart 2002 tarihinde Bakırköylü Sanatçılar Derneği olarak hizmet vermeye başlamıştır. 700 üyesi 1000’i geçkin öğrenci kapasitesi olan BASAD bugün bu konakta tiyatro, dans, resim, bale, halk oyunları kursları; çeşitli enstrümanlarla ilgili kurslar; Türk sanat müziği, Türk halk müziği kursları düzenlemektedir.

Erdoğan Sıcak ile tiyatro ve Basad üzerine bir sohbet: "Peki, sahnede olmak nasıl bir duygu?"

"Bize kendinizden kısaca bahseder misiniz?" Tiyatroya başlayalı elli bir yıl oldu, bu tiyatro eğitimi hariç. Son senelerde tiyatro oynamıyorum. En son Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda Shakespeare’in Bahar Noktası oyununu oynadım ve noktaladım. Şu anda tiyatro dersleri veriyorum, sahneye oyun koyuyorum. Arada bir de dizilerde oynama şansım oluyor.

"Ailenizde tiyatrocu var mıydı, size destek oldular mı?" Hayır, yoktu. Kimse destek olmadı, köstek de olmadı. Kendi başıma mücadele verdim.

"Tiyatroya kaç yaşlarında başlanmasını önerirsiniz?" Ben bunu biraz genelleştirmek istiyorum. Sadece tiyatro değil sanat, sportif ya da sosyal faaliyet de olsa erken yaşta başlanmasını çocuklar için faydalı görüyorum. İlkokul çağlarında mutlaka başlatmak lazım. Evde kuramadığınız disiplini bu faaliyetlerle kurabiliyorsunuz. Çocuk çevreyi daha iyi tanıyor. Daha küçük yaşta ufku genişliyor, kendine güveni artıyor.

28

·

yokuş yukarı

Güzel bir duygu, tatlı bir heyecan. Hiçbir yerde duymadığınız tadamadığınız bir heyecan var orada. Başka bir şeylere benzetmek mümkün değil, benzemiyor. İmtihan heyecanı gibi değil veya sevgilinizi beklediğiniz zamanki gibi bir heyecan değil. O heyecan ömür boyu tükenmesin diyorum. Başlarken kendine güven az olduğu için telaşla başlıyorlar. Telaş kontrolü kaybettiriyor. Ama kendine güven kazandıkça telaş gidiyor yalnızca tatlı bir heyecan kalıyor. Ne kadar deneyimli olursanız olun, kaç yaşında olursanız olun, o heyecanı duyarsınız. Sahne dediğin yerden belki bir karış yüksek veya bir metre yüksek ama ayrı bir dünya. Oraya çıktığınız zaman onun kendine has heyecanını yaşıyorsunuz ve ömür boyu da yaşamanız lazım.

"Pek çok projede yer aldınız. Aralarında sizi en çok heyecanlandıran hangisiydi?" Tabi tiyatronun yeri başka. Sinemada yıllardır oynuyorum. Ekonomik cazibesi nedeniyle devam ediyorum ona. Ama tiyatroda aldığımız zevki sinemada alamıyoruz. Birebir seyirciyle karşı karşıyasınız. Bunun içerisinde, oynadığım oyunlarda, çok sevdiklerim olmuştur. Özellikle yer eden duygusal oyunlar. Kaldı ki benim tarzım mizahtır. Sahneye oyun koyarken de hep komedi oyunlarını seçerim. Ama daha çok iz bırakan duygusal oyunlar oluyor.

"Bu sorumuzda aslında az önce söylediklerinizle alakalı. Pek çok yetenekli oyuncu ekonomik sebeplerle başka alanlara yöneliyor. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?"


Haklılar. Geçmişte sadece tiyatro vardı, geçimimizi oradan temin ediyorduk. Aybaşında içinde para olan bir zarf verirlerdi, o zarfı koyardık cebimize. Şimdi ise işkolları arttı. Bugün konservatuar mezunlarının sinemada oynamak, dizilerde oynamak, dublaj yapmak, reklamlara çıkmak gibi şansları var. Bizim dönemde sadece tiyatroydu, ama tiyatrolar doluyordu. Ben İstiklal’de oynarken caddede en az 20 tiyatro vardı ve hepsi de doluyordu. Şimdi dolmuyor. Neden dolmuyor? Hep televizyon diyorlar, televizyonun da etkisi var ama asıl sebep o değildi. Asıl sebep ne biliyor musunuz? Gayrimüslimler buradaydı, esas tiyatro seyircisi onlardı; Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler. Rumlar Yunanistan’a gittiler, Ermeniler Fransa’ya, Yahudiler de İsrail’e gittiler. Televizyonun da etkisi oldu ama esas sebep bunlardır. Eskiden çok daha farkıydı. Şimdi tiyatro yapacaksınız, iyi bir şey yapayım deseniz, bir kere oyunun seçimi zaten para. Para vermeden size oyun vermezler. İyi bir oyun büyük para, veya yabancı oyunların tercümesini yapacaksınız. Sonra iyi bir kadro yapmak lazım. O da iyi bir para. Nerde oynayacaksınız? Güzel bir tiyatroda. Sonuçta bilet fiyatlarına yansıyor bu ‘iyi paralar’. Biletlerde pahalı, ama bugün insanların da ekonomik gücü belli, pahalı satarsanız gelemezler ki. Peki ucuz? Ucuz yapınca da beğenmiyorlar. Oyuncular tanınmış değil. Oyun desen senelerden beri oynanmış, para vermeden aldıkları oyun. O zaman da seyirci ‘niye gittim beğenmediğim oyuna’ diyecek. Böyle bir karmaşa işte, oynayan arkadaşlarım var gerçekten zor durumdalar. Hala devam ettirmek istiyorlar bunu. Çok zor durumdalar, turne yapıyorlar. İşte İstanbul dışında yerlere gidiyorlar, dolaşıyorlar, O da çok zor, o nedenle bizler dizilere yöneldik. Tiyatro kadar zevk alamasak da dizilerde oynuyoruz, ekonomik yönden daha iyi. İyi idi, şimdi değil, yakın zamana kadar bu krizle birlikte o da karmakarışık oldu, kriz öncesine kadar senelerce onun parası ile geçindik. Şimdi bilmiyorum ne olacak. Bu krizde oynayan üç, beş arkadaşım var, onlar da paralarını alamıyorlar. Sonu nereye varır bilinmez. Dizi hikâyesi de böyle.

kendini kaybetme. Gece hayatında kendini kaybetme, magazinciler beni görecek diye her gece oralara girersen, içkinin arkasından esrar gelir, onun arkasından başka yanlışlıklar gelir. Kendini kaptırırsın, benim sana söyleyeceğim bu, yoksa kaybolur gidersin. Söner gidersin. Gençlere de aynı şeyi söylüyorum, özel hayatınıza dikkat edin.

"Basad nasıl geldi bu günlere?" Ben, bildiğiniz gibi Basad’ın kurucusuyum. Üstün Asutay’dan doğdu fikir. Yakın arkadaşımdır kendisi. İlk bana söyledi, Bakırköy’de bir sanatçılar derneği kursak diye. Düşündüm, niye olmasın? Herkes kendi malını tanıtmaya bakıyor. Bir yerin kirazı meşhur orada festivaller yapılıyor. Öteki tarafta bir yerin yoğurdu, bir yerin kavunu meşhur. Bakırköy’ün de sanatçı potansiyeli çok yüksek, yıllardan beri o kadar çok sanatçı yetiştirmiş ki Bakırköy. Doğal olarak biz de onları bir araya getirmek için kolları sıvadık, başladık çalışmaya. Derneğin kuruluşunu ben yaptım. Baştan sonuna kadar takip ettim. Biz önce sadece sahne sanatçıları diye düşünmüştük ama sanatçı deyince tabii ki başka dallar da işin içine giriyor. Bakırköylü çok iyi, ünlü diğer arkadaşlarla, güzel sanatlardan olsun, müzikten olsun, bünyemize aldık. Derken dernek ilerledi, ilerledi, bu günkü yerlere geldi. Bugün ben dernek yönetiminde değilim, artık önü açılsın diğer arkadaşların. Çok iyi noktalara geldik, atılım içindeyiz. Festivaller, uluslararası festivaller düşünüyoruz. Zaten şimdi yeni bir projemiz var, vakfa dönüşeceğiz. İsmi ‘Bakırköylü Sanatçılar Ve Sanatseverler Vakfı’ diye düşünüyoruz. Artık sanatçı olmasa da sanat seven herkesi bünyemize alabileceğiz.

Ayırdığınız vakit için çok teşekkür ederiz.

"Sizce bir tiyatrocuda bulunması gereken en önemli özellik nedir?" Çekimlerde bazen konservatuarı yeni bitirmiş arkadaşlara başrol falan veriyorlar, daha gencecik çocuklar. Beraber oynadığımız zamanlar soruyorlar ‘hocam nasıl oynadım hata yaptım mı’ diye. Yanlış yaparsan yönetmen hemen görür, tiyatro değil bu. Tekrar çekim şansın var, tiyatroda öyle bir şansın yok. Burada yönetmen görür olmadı der, bir daha çekerler. Sen yeter ki yaşantında yanlış yapma. Sen senelerce bu işten ekmek yemek istiyorsan, bunun ortamında haziran 2010

· 29


SEVDAM Küçük ve Bir o kadar da savunmasız Biraz korkak Ve biraz da yorgun Ürken gözlerimde Senin sevdan Biraz hırpalanmış Biraz nadan Özlem kalmış sana Toprak gibi, seninle hayat buluyor Su gibi, akıp gidiyorsun Damarlarımda hissediyorum Çoğalıyorsun Neslican Başak Selçuk

© Buket HÜN


© Levent ÖZMEN


Neslican Başak SELÇUK

DİLE KOLAY 50 YIL... Müjdat Gezen

sanata bu kadar ilgili olması dikkat çekmeyecek bir şey değildi. Onun sanatla bu kadar haşır neşir olması okulu aksatmasına sebep oldu. Ortaokulda 2 yıl üst üste sınıfta kalınca ailesi tarafından çeşitli yasaklara maruz kaldı. Gezen’in en çok ağırına giden de getirilen tiyatro yasağıydı. Ama o bütün bunlara rağmen çok şanslıydı, babasının okulu hemen bitirme karşılığında tiyatroya yazılma sözü vermesi üzerine okulunu tamamladı ve tiyatroya yazıldı. 16 yaşında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda profesyonel çalışmalara başladı.    Uğur Dündar ve Kemal Sunal’la eğitime başladığı Vefa Lisesi’nde tanıştı. Lise döneminde hem tiyatroyu hem de okulu beraber yürütmeyi başardı. 1964 de askerlik görevini yerine getirdi. Askerlikte onu sanattan uzak tutamadı ve oyun yazarlığına ağırlık verdi.

Dönemin önemli sanatçılarından biri olan Savaş Dinçel’le çok iyi bir dostluğu olan Müjdat Gezen bu dostluğun sanatla ilgili ilk meyvesini 1975 yılında bizlere verdi. Birlikte kaleme aldıkları ‘’Çizgilerle Nazım Hikmet’’ adlı çizgi romanla dönemin çalkantılı gidişatına aldırmadan halka Nazım Hikmet’i okuttular. Onların tek amacı okumayan insanlara Nazım Hikmet’i okutmanın bir yolunu bulmaktı. Kimse başarısız olduklarını söyleyemez ama bu girişimlerinden dolayı cezaevinde bir müddet mahkumiyet yaşadılar. Hapiste olmak bir engel değildi yine yazmaya devam etti Gezen ve yazdığı eserleri yayınlayabilmek için 1982’de kendi yayınevini kurdu. Bu dönemden sonra o hayatında tiyatroculuktan sonra en çok yapmak istediği meslekle Dile bile kolay gelmiyor aslında, yarım asır nihayetinde. baş başa kaldı. İstanbul Belediye Konservatuarı Bazıları bu kadar uzun yaşama şansını bile elde ile İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda edemezken o hayatının 50 yılını sanata adayabildi. öğretmenlik yaptı ve Türk Tiyatrosu derslerine girdi. Evet kimden bahsettiğimi anlamak çok zor değil Yine aynı yıl Kandemir Konduk’la bir araya gelerek biliyorum, Müjdat Gezen… ‘’Güldürü Üretim Merkezi’’ ni kurdu. Televizyon programlarından tiyatro sahnelerine, gazetelerin ve    O cumhuriyet gününde doğan bir cumhuriyet dergilerin güldürü sayfalarına kadar birçok alanda çocuğu. 29 Ekim 1943’te Fatihte açtı gözlerini bu hizmet veren GÜM, bu faaliyetlerinin yanı sıra, birçok dünyaya. Kimi yaşıtları gibi top peşinde koşturmaktansa genç mizah yazarına da kapılarını açtı ve onların ezber yapıp o küçücük bedeniyle sahnelerde koşturmayı kariyerlerine önemli katkılarda bulundu. Aynı zamanda, tercih etti. Daha 10 yaşındayken ‘’Küçük Çiftçiler’’ Türkiye’nin gündemini belirleyen belli başlı birtakım adlı oyunla ilk tiyatro gösterisine çıktı. Yine aynı yıl gazetelerin de mizah sayfalarının koordinatörlüğünü Doğan Kardeş Dergisi’nde şiirleri yayınlandı. 1953 de yapan Gezen, 1981 ve 1983 yıllarında, çok beğenilen TRT Çocuk Korosuna katıldı. Bu kadar küçük yaşlarda “Gırgıriye” adlı seri filmlerde rol aldı ve canlandırdığı

32

·

yokuş yukarı


GÜM

“Darbukatör Bayram” tiplemesiyle hafızalara kazındı. Müjdat Gezen de hayatı boyunca oynadığı roller arasında en sevdiği karakterler arasına koyduğu Bayram’ı hiç unutamadı. Onun unutamadığı bir şey daha vardı, Hamlet!Hamlet’i oynamak isteyipte sadece figüranlıkla yetinmek zorunda kalmıştı. Ancak 1985’te kaleme aldığı ‘’Hamlet Efendi’’ oyunuyla ödüle layık görüldü ve bu oyun Devlet Tiyatrolarında sahnelenmeye başlandı.

İlkelerin olacak, Seni satın alamayacaklar. Aptalların uydurduğu Atasözlerine inanmayacaksın: “Paranın satın alamayacağı şey yoktur.” “Herkesin fiyatı vardır.” Gibi sözlere kanmayacaksın.. Onurunla, kimliğinle ve beyninle.. Akıllı yaşayacaksın. Üreteceksin, seveceksin, sevileceksin.., İnançlarının arkasında duracaksın. Sevgilerin karşılıksız, Yardımların gizli olacak, Seni attan, ottan ayıran özelliğin Farkına varacaksın. Çünkü sen insansın Ve bunu yakaladığın gün Bembeyaz yaşayacaksın.

Arada geçen süre zarfında Müjdat Gezen Kadıköy’den aldığı bir köşkü restore ettirerek ‘’Müjdat Gezen Sanat Merkezi’’ni kurdu. Ekranlarda ve sahnelerde gördüğümüz birçok başarılı yeni yeteneği bünyesinden çıkaran bu sanat merkezinin en güzel yanı, eğitimin ücretsiz olmasıydı. Ancak, o dönemlerde ücretsiz okul açmak yasak olduğu için, bu teşebbüsü nedeniyle Gezen, iki yıl boyunca hapis cezasıyla yargılandıysa da sonunda beraat etti ve okul da ücretsiz eğitim vermeyi sürdürdü. 1992 yılında,    Müjdat Gezen olmak nasıl bir şeydi acaba? Herkes MSM bünyesinde “MSM Ormanı”nı kurarak, başarılı bir sanatçı olabilir, herkes yazabilir oynayabilir. Ama bir sosyal projeye daha imza attı. hem yazmak hem oynamak hem başarılı olmak hem baba hem iyi bir eş olmak hem dostlarınla yan yana    Müjdat Gezen yürüyüp hem ayrı kalıp kopmamak,unutmamak onları toplum için sanat ve vefalı olmak kendini sanata, insanlara adamak yapıyordu, bir şeyler kolay değil, evet Müjdat Gezen olmak kolay değil. öğretmek göstermek istiyordu insanlara,    Müjdat Gezen olmanın nasıl bir şey olduğunu örnek olmak istiyordu daha çok merak ettiyseniz size önereceğim bir kitap ki oluyordu da halada var. Halit Kıvanç’ın kaleme aldığı ve adının yıllar oluyor. Yazdığı şiirler önce Aziz Nesin tarafından konulduğu kitap ‘’Ağlama verdiği öğütler hala Palyaço Makyajın Bozulur’’ . kulaklarda… Güldürü ustasına saygılarımla…. haziran 2010

· 33


Fryderyk Chopin (1810-1849)

Yasemin ÜNAL

2010 yılındayız. Chopin’in 200. yıl dönümü... Nocturne’lerin, Etüdlerin, Prelude’lerin efendisi... Bestecilerin doğum ve ölüm yıllarında eserlerine ve hayat öykülerine dair ilgi tüm dünyada artar. Chopin bu ilgiden daha fazlasını hak ediyor ama. Hayatında 30’dan fazla konser vermemiş olan bu ünlü piyanist, çekingen tavırları ve nazik hareketleriyle ‘genç kız rüyası’ olarak anılıyor. Hayatını adadığı piyano tuşlarında bile parmaklarını nazikçe hareket ettiriyordu. Yaşamının sonuna doğru verdiği konserlerin bir tanesinde o kadar çok izleyici vardı ki onu yakından dinlemek isteyen, konser biletleri bir günün içerisinde neredeyse bitmişti.

Hemen hemen 1.60 boylarında, zayıf ve abartılacak derecede kibar bir piyanist… Öyle ki piyano çalışıyla kendisine hayran bıraktığı Parisli hanımlardan biri onun için ünlü bestecinin son yıllarının ayrılmaz bir parçası hâline gelen hastalığını ‘’Çok zarif öksürürdü.’’ diye tanımlamıştı.

“Yolculuğuma ne zaman başlamam gerektiğine bir türlü karar veremiyorum. Sanki bu kez evden tümüyle ayrılacakmışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Sanki bu yolculuk beni ölüme götürecek. İnsanın hep yaşadığı yerlerden uzakta ölmesi ne acı olmalı. Son nefesimde en sevdiklerimin yüzü yerine, bir doktorun buz gibi yüzünü ya da yabancı bir hizmetçiyi görmek ne korkunç olurdu…” 4 Eylül 1830 günü Fryderyk Chopin’in kaleminden bu satırlar dökülüyordu. Ailesinden ayrılmak hep ona zor gelmişti zaten. Bu çıkacağı seyahatte de en çok bu rahatsız ediyordu içini. Ne yazık ki öngörüsü doğru çıkacak, gelişen olaylar onun yaşamının büyük bölümünü yalnızca ailesinden değil, doğduğu topraklardan da uzak geçmesine neden olacaktı....

34

·

yokuş yukarı

1 Mart 1810 günü Varşova yakınlarındaki Żelazowa Wola kasabasında Chopin çiftinin ikinci çocukları dünyaya merhaba demişti. Bu kez oğulları olan çift, baba Mikołaj Chopin, çok sevdiği öğrencisi Fryderyk Skarbek’in ön adını oğluna vermeye kararlıydı. Delikanlı bu mutlu olaydan haberdar edildi ve doğumdan tam 7 hafta sonra 23 Nisan 1810’da Fryderyk Franciszek Chopin vaftiz edildi. Vaftiz belgesinde 22 Şubat’ta doğduğu yazıyordu küçük bebeğin; ama aile arasında Chopin’in doğum günleri 1 Mart’ta kutlanıyordu. İki tarih arasında tam bir hafta olması bu hatadan kaynaklandığı sanılıyor. Hiçbir zaman sayı ve tarihlerle arası iyi olmamış babası, oğlunun Perşembe günü doğduğunu hatırlamış; ama 22 Şubat 1810 mu, 1 Mart 1810 mu olduğundan emin olamamıştı. Ama artık hemen hemen tüm müzik tarihçileri 1 Mart olduğundan hemfikirler. Chopin, büyüdükçe etrafındaki olguların farkına varmaya başlamıştı. Önceleri Fryderyk piyanonun sesini duyduğunda sürekli bir ağlama nöbetine tutuluyor ve kolay kolay sakinleşemese de zamanla bu korku yerini büyük bir meraka bırakıyordu. Küçük çocuk piyano sesi duyduğunda hemen odaya koşuyor ve çalgının altında oturup çalanı büyük bir hayranlıkla izliyordu. Kısa bir süre sonra piyano çalışıyla herkesi şaşırtmaya başlamıştı. Altı yaşına geldiğinde artık annesinden müzik konusunda öğrenecekleri tükenmişti. Anne babası oğullarının müziğe karşı olan muhteşem dehasını farketmiş, bunun için özel öğretmen tutmuşlardı. Aldığı dersler sayesinde özel akşam toplantılarında piyano çalacak hale gelen Chopin, sekiz yaşındayken kamu yararına verilen bir konserde ilk kez dinleyici önüne çıktı. 11 yaşındayken


Çar I.Aleksandr’ın önünde yerel bir müzikçinin icadı olan piyano-org karışımı aeolomelodicon ile doğaçlama bir konser verdi. 16 yaşına kadar ilk polonez, mazurka, çeşitleme, İskoç dansları ve rondolarını besteleyen Chopin 16 yaşında Varşova Müzik Konservatuar’ına yazıldı. 12 yaşında yaptığı bestesi, şimdi İspanya’nın milli marşıdır. Kuzeyin Yeni Yıldızı sıfatıyla eserleri bir bir basılan Chopin, 1830’da doğduğu köyü ziyaret etti. Bu onun köyünü son görüşü oldu ve öldüğünde mezarına konulan bir avuç vatan toprağı bu ziyaretinde kendisine köylüler tarafından verildi. Ertesi yıl geldiği Paris’te görkem, pislik, erdem ve ahlaksızlığın kol kola olduğunu gören besteci büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Ancak Berlioz, Liszt, Mendelssohn ve Bellini gibi bestecilerle kurduğu arkadaşlıklar ona biraz teselli verdi. 1832–35 yılları arasında yeni etütler, mazurkalar ve polonezler besteleyen Chopin, Dresden’deki aile dostlarına yaptığı ziyarette ailenin 16 yaşındaki kızı Maria’ya aşık oldu. Ancak bestecinin sağlığının çok da yerinde olmaması sebebiyle ailesi evliliğe karşı çıktı. Reddedildiğini öğrenen Chopin, Maria’yla olan tüm mektuplarını bir kurdeleye bağlamış ve üzerine ‘’Moja Bieda(Acılarım)’’ yazmıştı.

Ve 1836’da George Sand ile tanıştı. Yaşadığı dönemde alışılmadık giyim tarzı, ilk bakışta erkeği çağrıştıran dış görünüşü ve elinden düşürmediği sigarasıyla Paris’in en sıra dışı kadınlarından olan feminist yazar George Sand hakkında Chopin, ailesine yazdığı mektupta, o tarihlerde 32 yaşında olan kadını ‘çok antipatik’ olarak tanımlamış, daha sonra arkadaşı Hiller’e yazdığı mektupta da şunları söylemişti:

‘’Sand ne kadar itici bir kadın. Gerçekten kadın olduğundan kuşku duyasım geliyor.’’ Bu ilk karşılaşması George Sand üzerinde daha etkili olmuş, genç bestecinin çekingen ve naif tavırları ilgisini çekmişti. O tarihlerde Maria’ya delicesine aşık olan Chopin için George Sand, sadece verilen partilerde karşılaştığı uzaktan bir arkadaştı. Ancak Maria’nın yaşamından çıkmasından itibaren eski yaşamına geri dönmüştü. 25 Nisan 1838 günü Chopin, bir konsolosun evinde davete katılmıştı. O akşamın, bestecinin Paris’te bulunduğu sürede hemen her akşam katıldığı benzer davetlerden bir farkı yoktu. Davetliler arasındaki George Sand bir kez daha piyanonun başındaki Chopin’e hayran kalmıştı bestelerinden ötürü. Önceki defalar besteciyle yakınlaşma çabalarının bir sonuç verememiş olması onu hâlâ yıldırmamıştı. Eline aldığı bir kâğıt parçasına şunları yazmıştı: ‘’Size tapıyorum. George.’’ Piyanonun üzerine bırakıp, davetten ayrılmıştı. İşte bu cümle, tüm yaz boyunca Chopin’in George Sand’ı düşünmesine sebep olacaktı. Yazar, Chopin’e birlikte yaşamayı önerdi. Besteci bu öneriye önceleri karşı koysa da 2 sene sonra sağlığının iyice bozulması üzerine, Sand ve iki çocuğu ile birlikte Mallorca’ya gitti. Bir süre sağlığı düzelir gibi olsa da Chopin soğuk, nem, kötü beslenme, köylülerin bu tuhaf grubu sürekli izlemesi ve kaldıkları yerde iyi bir konser piyanosunun bulunmayışı gibi nedenlerden dolayı ruhsal ve fiziksel olarak çöküntüye uğradı. Mart 1839’da Marsilya’ya geçen besteci buradaki doktorlar tarafından kısmen iyileştirildi. 1841’de para kazanmak amacıyla tekrar konserler vermeye başladıysa da canlı performansın getirdiği stres Chopin’i yine yordu ve konser vermeyi bırakıp özel müzik öğretmenliğine başladı. Sağlığı sürekli kendisine bir engel teşkil etmiş olan Chopin’in çevresinde ona giderek bir anne gibi davranmaya başlayan George Sand, besteciyi her yaz Nohant’a götürüyordu. Temiz hava, çiçekler ve kır kokuları eşliğinde Chopin en etkileyici yapıtlarını bu tatillerde bestelemiştir. Bestelerini Paris’e yollayan Chopin böylelikle şehir yaşamına bulaşmadan zihnini dinlendirebiliyordu. Ancak Sand ile ilişkileri giderek gerginleşti ve her iki tarafın da kırgın ve alıngan bir tavır takınması yüzünden 1848’de bestecinin yolları George Sand ile tamamen ayrıldı. Bu ayrılığın hemen akabinde gelen 1848 devrimi yüzünden iyice sıkıntıya düşen Chopin adeta kaçarcasına öğrencisi Jane Stirling’in önerisi üzerine İngiltere’ye gitti. Burada verdiği dersler ve para kazanmak için düzenlediği konserler sebebiyle kendini iyice yıprattı. Bu dönemde Thomas Carlyle ve Charles Dickens ile de tanışan besteci 1848’in sonunda Paris’e geri döndü. haziran 2010

· 35


1849 ilkbaharında sağlığı iyice kötüleşen Chopin, Polonyalı bir rahibin kendisi için son kutsama törenini yapmasını kabul etti. Ölümünden önce tamamlanmamış tüm el yazmalarının yok edilmesini ve cenazesinde Mozart’ın Requiem’inin seslendirilmesini istedi. Ayrıca öldükten sonra kalbi vücudundan ayrılıp, Polonya’ya gömülecekti. Ablası bu isteğini gerçekleştirmiştir. 200. doğum yıl dönümünü kutladığımız Chopin’in besteleri şimdi tüm dünyada çalınıyor. Polonya’nın başkenti Varşova’da verilen en büyük konserse tam 171 saat sürmüş. Büyük bestecinin doğum tarihinin kesin olmamasından kaynaklanıyor bu. 22 Şubat 2010 – 1 Mart 2010 tarihleri arasında düzenlenen konserde Japonya’dan, Amerika’dan, İsrail’den ünlü piyanistler bulunuyor.

Chopin’in Paris’teki mezarı

Kendisine dayatılan yaşamı tercih etmeyip kendi yolundan ilerlemek isteyenlerin, kendine yol açmak isteyenlerin duygularını yansıtmıştır Chopin tuşlarına… Melankoli, hüzün tanrısıdır. Genç kız rüyasıdır aynı zamanda… Onu dinlerken duygularınız tavan yapar. Duygu seli içinde boğulup kalırsınız. 2010 yılında en iyi övgülerle anılmayı hak eden bir bestecidir.

‘’Chopin dinlerken işlemediğim günahların içine sızıyormuş ve benim olmayan trajedilerin yasını tutuyormuş gibi hissediyorum.’’ Oscar Wilde

Kaynakça: Chopin – Aydın Büke, İnternet

36

·

yokuş yukarı


© Levent ÖZMEN



© Levent ÖZMEN


Simge ERDİM

DOSTOYEVSKİ GERÇEKÇİLİĞİ tefeci kadının kardeşini de öldürmek zorunda kalmıştır. Kendini sadece yaşlı tefeciyi öldürmeye odaklamış olan Raskolnikov bunların olabileceğini hiç düşünmemiştir. Bir değil de iki cinayet işlemek zorunda kalması onu derinden sarsar. Öyle ki o anda delirme noktasına gelir. Kusursuz olduğunu düşündüğü plan aslında acemicedir, ancak bunu kabul etmek istemez ve soygunu gerçekleştirmeye çalışır. İçinde kabaran iğrenç bulantı ve iki kadını öldürmenin verdiği suçluluk duygusuyla o anda polise gidebilir, her şeyi anlatabilirdi. İlerde yaşayacağı zorlukları bilseydi mutlaka böyle yapardı. Ama Raskolnikov o anda kaçmayı tercih etti. Burada söylemek gerekir ki, cinayet sonrası bir katilin hissettikleri ve içinde bulunduğu durum tek Suç ve Ceza, Dostoyevski’nin ikinci en uzun romanı kelimeyle mükemmel ifade edilmiş. Dostoyevski, insanın olma özelliğini taşır. Temelde 1866 yılında Rus Habercisi içindeki en karanlık noktaları ve bir katilin kendi kendine dergisine yazılmıştı ancak sonradan cilt haline getirildi. bile anlatamayacağı duyguları okuyucuya eksiksiz Kitap, suç kavramının sınırlarını derin bir şekilde aktarmıştır. irdeliyor ve çağın Rusya’sını, yaşam koşullarını Raskolnikov, cinayeti işlemeden önce barda okuyucuya aktarıyor. karşılaştığı Marmeladov’la tanışıklık kurar. Bu adamla sohbetten sonra önemli bir Kitap kahramanı Raskolnikov, fakir yargıya varır : “İnsanoğlu denen aşağılık bir üniversite öğrencisidir. İyi yaratığın alışamayacağı hiçbir şey niyetli ve açık fikirli bir hukuk yoktur. “ Cinayet işlendikten sonra öğrencisi olmasına rağmen, geçirdiği delilik denebilecek hastalık etrafı tarafından önyargılı ve döneminden kurtulduktan sonra, çabuk sinirlenen biri olarak da katil olduğu fikrine öylesine alışır nitelendirilmektedir. Hukuk ki; sorgular karşısında gerçek bir Fakültesine devam edecek katilin göstereceği soğukkanlılık yeterli parayı bulamadığından ve kurnazlıkla cevaplar aramaya okulu bırakmış ve uzun süredir başlar. İlk başlarda duyduğu kaldığı pansiyon odasının aşırı hassasiyetten eser kalmaz, parasını ödeyememiştir. böylece de gerçekte kolayca Ailesinden kalan çeşitli eşyaları alışılmayacak bir fikre kendi para karşılığı takas etmek çıkarları adına alışmak zorunda istemesiyle birlikte tefeci kadın kalır. Bu da bize insanoğlunun her Alyona İvanovna ile tanışmıştır. koşula alışabilecek derecede aşağılık Kendi gözünde bu kadın diğer bir varlık oluğu tezini kanıtlar. insanların zor durumda kalmalarından yararlanan yaşlı bir cadalozdan başka bir Raskolnikov, her ne kadar tefeci kadını şey değildir. Günden güne Raskolnikov’un öldürmesinin sebebini kadına karşı duyduğu içinde büyüyen bu nefret, kadını öldürme nefrete ve toplum için iyi bir şeyler yapmak ve paralarını çalma planları kurmasına neden olur. Böylece maddi durumunu da düzeltebilirdi. Bu planlar istemesine bağlasa da, aslında toplum içinde yükselme kafasında geliştikçe ve olgunlaştıkça planının kusursuz çabası gütmektedir. Çünkü Raskolnikov’a göre toplum olmaya başladığını düşünür. Ona göre zamanı gelmiştir. ‘olağanüstüler’ ve ‘sıradan olanlar’ şeklinde ikiye Ancak olay gecesinde gelişen talihsiz durumlardan dolayı ayrılıyordu. ‘Sıradan olanlar’ sadece insan soyunu

40

·

yokuş yukarı


devam ettirmekle sorumluydular; her türlü kurala uymalı ve dürüst bir biçimde yaşamalıydılar. Tek yükümlülükleri buydu. Oysa ‘olağanüstüler’ sahip oldukları amaca ulaşmak için her yolu deneyebilirlerdi. Onlar için yasalar ya da kurallar geçerli değildi. Çünkü onlar toplumu yüceltmek ve daha iyi yerlere taşımakla yükümlüydüler. Gelmiş geçmiş bütün kurucular amaçlarına ulaşabilmek için kan dökmekten çekinmemişlerse ve bu suç olarak görülmemiş, toplumun ilerlemesi olarak adlandırılmışsa, Raskolnikov da aynısını yapabilmeliydi. Eğer tefeciyi öldürerek toplumu ilerletebilmek adına bir adım atarsa ‘olağanüstüler’ sınıfına dâhil olacağını ve bunun suç olarak kabul edilemeyeceğini düşündü. Sadece bunları göz önüne alırsak Raskolnikov için suç kavramının bizim bildiğimiz suç kavramından değişik olduğunu kabul edebiliriz. Eğer onun gibi düşünürsek, gerçekten de tefeciyi öldürmek ‘olağanüstü’ olması için yeterli miydi ya da gerekli miydi? Suç olarak değil de, topluma hizmet olarak mı sayılmalıydı?

Alyona İvanovna, tefeci kadın, topluma faydası olan bir insan değildi demek yanlış olabilir, bu yüzden zararı yararından daha fazla olan demek doğrudur. Kardeşine çektirdiği eziyetleri, ona şiddet uyguladığını herkes

biliyordu. Üstelik insanların elinde avucunda ne varsa alıyor ve onları zarara uğratıyordu. Raskolnikov’a göre böyleydi ve onun ölmesi toplum için bir ilerleme olacaktı. Bu düşünceyle Raskolnikov tefeci kadını öldürürse toplumun ilerlemesini sağlayabileceğini ve ‘olağanüstüler’ sınıfına yükselebileceğini düşündü. Ancak ne yazık ki ‘sıradan olanlar’ sınıfında yaşamak zorundaydı, bir bit gibi buna mahkûmdu. Çünkü aslında tefeci kadını öldürmesi toplum için ilerleme anlamına gelmiyordu. Bu sadece Raskolnikov için bir adımdı. Ama o bunu anladığında artık geçti. Bu cinayet gerçekten de suçtu ve Raskolnikov’un ‘olağanüstüler’ sınıfına dâhil olmasına yetmiyordu. Bunu fark ettiğinde uğradığı hayal kırıklığı olmasaydı, teslim olmazdı. Her zaman sıradan olarak kalacağı düşüncesi ve işlediğinin gerçekten bir suç olduğunu fark etmesi onu yaptıklarını itiraf etmeye itti. Bir suçlunun itirafından daha fazla bir şeydi bu… Bütün inandıklarından vazgeçmesi ve yenilgiyi kabul etmesi anlamına geliyordu. Herkese karşı suç işlemiş sayılırdı, insanın doğasına ihanet etmişti. Tanrı’nın verdiği canları almaya hakkı yoktu, üstelik Tanrı’nın ona verdiği ruhunu da kirletmişti . Tanrı’ya inanmayan Raskolnikov şimdi ona karşı işlediği suçlar için sorumluydu. Tek istediği ‘olağanüstü’ olmaktı, ama sadece bir bit olduğunu kabullenmek anlamına geliyordu bu itiraf. Bu sırada Raskolnikov’un yaşadıkları, Dostoyevski tarafından olduğu gibi ve mükemmel aktarılmış. Bir suçlunun dünyası, hayal kırıklıkları, umutları, en iğrenç ve en harika düşünceleri daha gerçekçi aktarılamazdı diye düşünüyorum. Öyle ki ilk başlarda devamını getiremeyeceğimi sandığım bu roman, sonlarında beni o kadar çok etkiledi ki artık her okuduğum kitapta bu tadı arıyorum. Elbette ki bulamıyorum, ne kadar okursam okuyayım bulamayacağımdan da eminim. Çünkü Dostoyevski’nin kurduğu dünya o kadar gerçekçi ve karakterler o kadar canlı ki, onun kaleminden başka kalemler okumak artık okumak sayılmıyor benim için. Diğer yazarları sadece takip ettiğimi düşünüyorum, oysa Dostoyevski önümde yeni açılan bir dünya benim için. Her odası insan ruhunun başka bir analiziyle dolu ve her hikâyesi bir dünya benim için. İlk başlarda sadece edebiyat sınavımı kurtarmak için okumaya başladığım ve kalınlığının karşısında çaresiz kalacağımı düşündüğüm bu kitap için bir yazı yazabilecek kadar çok seviyorum artık Dostoyevski’yi… Mutlaka okuyun demiyorum, ama eğer başka dünyaları gerçekten tanımak istiyorsanız bu adres Dostoyevski olmalı.

haziran 2010

· 41


Can MEMİŞ

GODOT’YU BEKLERKEN -Hadi gidelim. -Gidemeyiz! -Neden? -Godot’yu bekliyoruz. -Haa…

Godot’yu beklerken Samuel Beckett’in 1949 yılında yazdığı ünlü bir eseridir. İlk defa Paris’te sergilenmiştir. Oyunun türü absürd tiyatro diye geçer. Ya da saçma tiyatro. Öncelikle absürd tiyatroya biraz değinmek istiyorum. Sanayi Devrimi’nin getirdiği toplumsal ve ekonomik koşullarla şekillenen 2. Dünya Savaşı, toplumların ekonomik, sosyal ve politik yapılarını değiştirmiştir. Bununla birlikte öncü akımlar çıkmıştır. Bu akımlar geleneksel kalıpları aşar niteliktedir. 2. Dünya Savaşı sonrasında insanın ümitsizliği, çaresizliği, yitikliği giderek artmıştı. Bunda; boşuna bekleyişler ve boşuna çabalar da bir etkendir. Absürd tiyatro işte böyle bir ortamda doğdu. Savaştan sonra insanlarda artan umutsuzluk, saçmalık, iletişimsizlik bu tiyatronun kaynağıydı. Nasıl umutsuz olmasınlar ki? Milyonlarca insanın ölümü, katliamlar, kan kokan sokaklar, yakılıp yıkılmış, harap olmuş kentler… Nasıl umutsuz olunmasın. Şu an bu satırlar sizin için hiçbir anlam ifade etmiyor olabilir. Ölümler, intiharlar artık ‘normalleşti’. Bir gencin ölüm haberi bile bizi etkileyemez hale geldi. Çünkü çürüdük… Toplumsal bunalımlar; ‘daha iyi bir dünya’ için çabalamak yerine, durumu kabullenmeye yöneltti insanları.    Absürd tiyatronun oyunlarında toplumsal belleksizleşme, belleksizleştirilme, zaman ve mekân yitimi gibi konular işlenmiştir. Kapitalist düzenin neden olduğu bu yozlaşmaya ve toplumsal yalnızlığa karşı, kapitalist düzeni olumsuzlayıcı bir tepki ortaya kondu bu eserlerde. İnsanın yabancılaşması, birbirini

42

·

yokuş yukarı

anlayamaz hale gelmesi, iletişim problemi çekmesi, doğal bağlantılarından kopartılıp yapay bir ortam içine hapsedilmesi, yalnız insan vurgusu bu tiyatro türünü besler. Absürd tiyatroda dil, iletişim aracı olarak değil, içi boşaltılmış ve de anlamsızlaştırılmış kelimeler dizgesi olarak karşımızdadır. Amaç zaten kalıpları kırmak, düzeni yermek, organik anlam bütünlüğünü kırmaktır. Absürd tiyatroda, mesaj verilmez. Seyirci kendi istediği gibi yorumlar. Seyirci düşündürülmüş veya ona ayna tutulmuştur. Absürd tiyatro denince akla gelen ilk isim Samuel Beckett, diğeri ise Eugene Ionesco. Beckett’in Godot’yu Beklerken ve Ionesco’nun Kel Şarkıcı adlı oyunları bu tiyatronun ilk örnekleridir.    Samuel Beckett’in en bilinen eseridir Godot’yu Beklerken… Beckett ile ilgili çok fazla bir şey söylemeyeceğim. Bu bölümü size bırakıyorum. Ama çok kısaca bir şey söylemek gerekirse, ona neden yazdığını soran bir gazeteciye verdiği cevabı aktarmak istiyorum; ‘Başka bir halta yaramadığım için.’ Ayrıca kendisinin de bir mücadele verdiğini hatırlatmak isterim. Ve tabii son olarak bilinen bir sözünü de sizlere söylüyorum; ‘Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.’

absürd tiyatro üzerine bir karikatür


Godot var ki… Bahanelerimizi, kusurlarımızı bazen bu    Oyunun temelinde ‘bekleme’ eylemi vardır. Godot’ya atıyoruz belki de. Mesela hayatımızda bazı Tüm oyun bunun üzerinde akar. Kişiler edilgen bir şeyleri erteliyoruz. Yarına, seneye, on sene sonraya… konumdadır. Seyirci, bu bekleyişe ortak edilir. Godot Hep bahanelerimiz var... beklenir. Ama Godot’nun kim olduğu açıklanmaz. Zaten Absürd Tiyatro’daki amaç da budur. İmgelerin    Oyunda birtakım göstergelerden yararlanılıyor. kişilere göre değişkenliği… Beckett, eserlerindeki Oyunun evrensel bir dili olduğunu düşünüyorum ve anlamsızlıkları göstererek aslında bazı şeyleri her karakter farklı sınıftan veya görüşten izler taşıyor. bizim yüzümüze çarpıyor. Bizim söylediklerimizin de Oyun, insanlık öyküsüdür aynı zamanda. Vladimir ve Estragon, iki dost; Pozzo ve Lucky, efendi-köle. saçmalığını gösteriyor bize.       Beckett de aslında Sarte’ın bahsettiği yazar Lucky’nin efendisinin (Pozzo) ‘Düşün’ komutu ise ilişki sorumluluğunu taşıyor. Ama bunu yaparken biraz içerisindeki en çarpıcı şey olsa gerek. ‘Gel Lucky’, daha özgün ve etkili bir yol seçiyor. Sarte’a göre bir ‘dur Lucky’, ‘düşün Lucky’… Oyundan çıkardığım bir yazar; toplumu uyarabilmeli, her türlü zorbalığa karşı başka sonuç ise hiçbir şeyin bekleyerek olmaması. Bu çıkabilmeli ve zorbalığı ezilen sınıflar açısından da bizde de çok yaygın. Beklediğimiz zaman hiçbir şey kötüleyebilmeli. Beckett ise uyarmıyor, direkt bize değişmiyor, hiçbir şey gelişmiyor. bizi gösteriyor. Çok iyi bir tahlil yapıyor ve bunu bize anlatıyor. Tüm o çözümsüzlüğü, tükenmişliği gözümüzün    Oyunu son anda ve tesadüfî bir şekilde izlememe önüne koyuyor. İnsanoğlunun tüketim çılgınlığının onu sebep olan, böyle zor bir oyuna rağmen oyunculuklarının yalnızlaştırdığını ve topluma yabancılaşma olgusunu çok değerli olduğu kanaatinde olduğum Süleyman doğurduğunu başka hiç bir şey bu kadar güzel bir Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne şekilde anlatamaz sanırım. Ama ben bu Godot’yu Sanatları Bölümü öğrencilerini ve öğretmenlerini biraz soyutluyorum. Bence Godot bizim hayatımızdaki kutluyorum. Umarım yazıyı okuyan herkes bir gün herhangi bir şey. Bizim hayatımızda da o kadar çok onları izlemeye de gider…

haziran 2010

· 43


FISILTI Zaman geçtikçe azalıyor Her şeyin üstündeki o kutsallık Zaman geçtikçe yok oluyor Ufukta her daim parlayan o ışık Hiçbir şey değil göründüğü gibi Her şey büyüyle, gizemle kaplı Görünenler aslında hep düşündürdükleri Henüz çıkmadı ama hesaplayabilen zamanı Karanlık korkudan fazlası değil Yoruyor, öldürüyor denemek dahi Yankılanıyor hep aynı şekil Perdede, gözler ardındaki Gündüzleri korkutmuyor karanlık Her şey, yalnız gündüzleri güvenli Ne de olsa aydınlık, daimi bir aydınlık Öyleyse inanmalı, inanmalı ve sevmeli Geceler, kuytular, karanlıklar tehlikeli Değer mi hiç hayat pahasına Öyleyse uykuya teslim etmeli kendini Güvenli, sıcak ve koruyucu uykuya Uyku da karanlık ama sıcak Uyku da karanlık ama güvenli Zaten akarsa ancak uykuda akacak Oluk oluk boşalacak kan, ruhlardaki Uykuda ama yalnızca uykuda Korkulacak ne olur eğer bilinirse Olanlar yalnızca bir rüya Korkulacak ne var, eğer inanılabilirse Herkes böyle demiyor mu Sonuna dek sözünün arkasında Herkes uykuya dalmıyor mu Kısacık iki an arasında Herkes sanki bilmiyor mu Biliyor elbet, herkes farkında Herkes rüya görmüyor mu Bir göz bebeği kıpırtısında Tam da gece, tam da karanlık Sarkar ya, çöker ya şehirler üzerine Tam da uyku vakti artık Yaşayan ve ölen tüm şehirler üzerinde Yine rüya görürken herkes, her geceki gibi Bir kıpırtı başlar yavaşça karanlıkta Kıvrılır, bükülür havada, bir esinti sanki Ve fısıldar insanlara, ne göreceklerini rüyada

Alnilam


© Levent ÖZMEN


© Buket HÜN



Can YAR

SİNEMA ELEŞTİRİSİ

“Bu sinema kültürü üzerine bir eleştiri yazısı.” Bu tanımı görür görmez ön yargılara kapılacak birçoğunuz. Ben okusam başlığı ben de kapılırdım ne yalan söyleyeyim. Ön yargı deyince aklınızda bir ampul yanmayabilir ilk anda. “Bu ülkede sinema kültürü falan yok.-Sinema kim biz kim? diye zırvalayan bir yazıdır kesin” tarzı tepkileri kastettiğimi söyleyince, 5-10 saniye önce kafanızın ücra bir yerinden bu tarz düşüncelerin geçtiğini hatırlamanız muhtemel. Dedim ya bu tepkiler başlık okunduktan sonra kaçınılmaz aslında. Ama ben nasıl söyleyebilirim ki bu ülkede sinema kültürünün olmadığını? (Yazımın sonunda yeniden soracağımı düşünüyorum nedense...)

en rahat çalışılabilecek sinema dalıdır. Kaldı ki bağımsız sinema ürünleri öyle yüksek teknoloji ürünlerine ya da yüksek bütçelere ihtiyaç duymazlar. Şimdi yavaş yavaş yaklaşalım konumuzla bağlantısına. En önemli dallarından biri kısa filmlerdir bağımsız sinemanın. Zaten kısa film denince ülkemiz en kültürlü sinema izleyicisine sahip ülkelerin başında gelir. Öyle ki tanımdan da yola çıkarak hemen her bilgisayarın irili ufaklı kısa(yer yer uzun) film arşivleriyle dolu olduğunu söylersem beni yalanlayanınızın çıkacağını zannetmiyorum. Uzak doğulusundan Latin’ine, kızıl saçlısından zencisine(yer yer) her türlü kısa film yıldızı ezberindedir halkımızın. Sizce laf söyleyebilirler mi bağımsız sinema kültürümüze? zlediğimiz filmlere de bir göz atalım istiyorum. Bu konuda da elimize su dökülemeyeceği bir gerçek. Gerçekten yapılan yatırımın karşılığını veriyoruz. —Vay anasını o’lum adamlar 350 milyon dolar harcamış ne film çekmişlerdir... —Tabii kanka, o kıytırık 50-60 yılları filmlerine benzer mi hiç? Para var huzur var adam gibi efekt görürüz. hönk?!? Casablanca’nın adını duymamışsın anladık da hiç mi o zamanlara ait ‘Jessie James’ filmi izlemedin? Halbuki sen seversin aksiyon macera? Pardon bu filmlere ayrılan bütçe ne ki? Hangi gazetede günlerce reklamı yapılmış, hangi sitelerde boy boy banner’ları var? Kaliteli filme ne hacet! Takip edelim kim ne kadar harcamış film için de ona göre o bütçeyi çıkarmalarını sağlayalım aman. Hele ki toplumca sürü psikolojisiyle trend olan filmleri kaçırmayalım ki ortak bir birikimimiz olsun. Sinema kültürü dediğin budur işte!

Artık o kadar üst düzeye vardı ki sinema kültürümüz, sinemayı hayatın içine sokmak mecburiyetine giriyoruz. Hayatı da sinemanın içine. Özlü Bu birinci noktayı sözler uyarladık sinemayı da katıp. geçtikten sonra gelelim değinilmesi Başka hangi toplumda vardır ki “Ulan gereken bir başka artımıza. Bunun için önce bağımsız harbi film adamsın, koyup koyup izlemek lazım.” gibi sinema’nın tanımını yapayım kısaca. Bağımsız sinema, yüce bir söz? Tabii eleştiri deyince de her şeyi kötüye herhangi bir gişe kaygısı olmayan, sponsor ve yapımcı yormamak lazım. Özellikle bu özlü sözler kısmı çok fazla desteği istemeyen(zira sponsor da yapımcı da film eleştiriye açık olmamalı. Sinemanın hayatımıza kattığı ekibinin içindeki kişilerdir) ve doğal olarak yapımcının renkler diyelim kısaca. istekleriyle sahnelerinde herhangi bir değişim olmayan

48

·

yokuş yukarı


Aslında çok fazla içimize kattığımızı da söyleyebilirim sinemayı. Amma ve lakin en büyük zaafı da bu işin içindeki kişiler konusunda yaşadığımızı düşünüyorum. Zaten sinema kültürümüz bu kadar üst düzeyde bir de övünebileceğimiz bir sinema geleneğimizin olmayışı bir eksiklik yaratıyor açıkçası. Kaliteli Türk filmi... Evet salonları tıka basa dolduran komedi filmlerimiz var, milyonları ağlatan aşk filmlerimiz gibi. Ama şu cümleyi yazarken kullandığım “-ler” eklerinde yaşadığım tereddüt durumun vahametini özetler gibi... O inanılmaz sıkıcı Fransız sinemasından arada bir çıkan şaheserlere ihtiyacımız yok, böyle bir beklentim de yok. Ama bir çizgi yakalayamıyoruz bir türlü. Belki de tiyatroda çok başarılı olmamızdır bundaki en büyük etken. En önemli sanatçılarımızın tiyatroya daha fazla önem verdikleri ortada. Ve açıkça söyleyebilirim ki tiyatromuz çok üst düzeyde şu anda. Yazımın bu bölümünü de tiyatro kültürümüze ayırmak istiyorum... Tiyatro kültürümüzün zavallılığını bıraktım, bu işle uğraşan sanatkarlara gösteril-mey-en destek de cabası. Ama sevindirici haberler de almıyor değiliz. “Tiyatro” kelimesinin yasaklanmasını beklerken tiyatro sahnelerinden kaldırılan sigara yüreğimize su serpti. Nasıl diyor sizinkiler: Dumansız hava sahası!... Eleştiri olduğunu duyup filmler üzerinde duracağım beklentisine girenleri de unutmuyorum. Evet ilk olarak ben de film eleştirisi düşünmüştüm ve şimdi hayatımda izlediğim en muhteşem filmi eleştirmek istiyorum. Soundtrack’lerinin acımasızlığıyla başlıyorum. Hani karşı cinsten ilginizi çeken birini görürsünüz, içiniz kıpır kıpır olur, vücudunuzun yaydığı cinsel uyartılara rağmen tanımadığınız bu kişiyle duygusal bir bağ kurarsınız farkında olmadan. Öyle çıkmaz aklınızdan bu soundtrack’ler. Oyunculukların hayatınızı yerle bir ettiğini

söylemem gerek. Mimikler de mi çıkmaz aklınızdan? Hele o veledin “princess” deyişi... Nazi’lerin istemeden de olsa yaptığı tek olumlu şeydir sinemaya katkı. Ve bunun en “en” örneği bu film. Bir baba, oğlu için ne kadar iyi oynayabilir? İzlemeyen bir kişinin bile olması sinemaya ihanettir yahu nasıl etkilenmişim ben böyle. Filmin adını sona saklıyorum... Amerikan sinemasının egemenliğindeki bir sinema devri sona eriyor gibi derken 3 boyutu taşıdılar yangın çıkışı olarak. Artık en bilinçsizini bile ekran başında tutamayan amerikan başkanı kurtarma operasyonları, klasik savaş senaryoları kendilerini izletmek için farklı bir boyuta geçti. Umarım bu yükselişteki Kore sinemasını da çekmez içine. Kore sineması derken “Oldboy”u izlemeyen film izledim, senaryo, kurgu gördüm demesin, belirtmeliyim bunu da. Yıllardır aynı sınıftaymışız ama ben bir türlü fark edememişim bu güzel kızı. İşte Kore sineması. Öyle hayretle takip edilesi. Kulaklara küpe... Dipnot:Son düzenlemeleri yaptığım sıralarda Kore sinemasının 4D’ye geçmeye hazırlandığını okudum. Yakında korku hissi, gülme isteği bile verebileceklerini söylüyorlar yapay olarak. İzleyip görelim bile diyemiyorumHissedip görelim artık... Evet şimdi geldik kıssadan hisse bölümüne. Yazımın başındaki o oldukça klasik ama bir o kadar da manidar bir ironi içeren sorumu tekrar soruyorum söz verdiğim gibi. Nasıl söyleyebilirim bu ülkede sinema kültürünün olmadığını? Tüm söylemek istediğim buydu aslında. Noktayı koymadan önce yazımda da bahsettiğim o en “en” filmden bir alıntı yapıyorum:”There’s still another game to play, and ‘life is beautiful’ that way...”(oynamak için hala başka bir oyun var ve hayat işte bu yüzden güzel-) Filmi izlemeden ne kadar anlamsız değil mi?..

haziran 2010

· 49


Sümeyye ÇEBİ

ANİME VE MANGA Büyüdüğümüz çizgi filmleri hatırlıyor musunuz? Pokemon, Bayblade, Digimon, Ay Savaşçısı, Kaptan Tsubasa hatta annelerimizin bile izlediği Şeker Kız Candy ve birçoğu daha. Aslında bu serilerin çizgi film değil de anime olarak adlandırıldığından haberiniz var mıydı? Evet evet yanlış okumuyorsunuz çizgi film değil anime. Peki anime nedir? Anime basit bir tanımla Japon animasyon ve çizgi filmlerine verilen isimdir. Onları çizgi filmden ayıran en belirgin özellikler ise karakterlerinin kocaman gözlere ve uzun bacaklara sahip olması (tüm animeler böyle değildir, insana daha çok benzeyenleri de vardır) ve her yaştan seyirciye hitap edebilecek konu çeşitliliğinin bulunmasıdır. Ayrıca animenin bahsinin geçtiği her yerde manganın tanımını da yapmak mümkündür. Manga, animeyle aynı özellikleri taşıyan çizgi romanlardır. Ülkemizde pek yaygın olmasa da, her gün gelişmekte olan anime dünyası, dünya çapında oldukça büyük bir üne sahiptir. Özellikle bazı anime serilerinin milyonlarca hayran kitlesi vardır. Eğer internetten araştırırsanız birçok anime ve manga sitesi bulup bu dünyaya siz de katılabilirsiniz. Televizyonlarda günümüzde yayınlanan anime sayısı sınırlı olsa da bahsettiğim gibi internet denilen o muhteşem kaynak sayesinde, anime-manga severlerin yapmış olduğu Fansub ve çevirilerden yararlanarak bunları Türkçe olarak izleyip okumamız mümkün. İngilizcesi iyi olanların daha çok anime bulabileceği gerçeğini es geçmemek lazım tabi: Ayrıca interneti sınırlı olanlar için kotayı aşmamak adına Türkçe online izleme ve okuma gibi birçok olanak mevcut. Türkiye’de de yavaş yavaş yayılan bu akım geçen sene çıkan ilk Türkçe mangasıyla genişlemiş ve bu sene birkaç seri satışa sunulmuştur. Manga satın almak isteyenler büyük kitap mağazalarının raflarında mizah başlığı altında manga serileri bulabilirler. Biraz da dünya çapında yayılan anime ve manganın türlerinden ve onlarla ilgili terimlerden bahsedelim:

Manwha: Kore yapımı mangalardır. Örneğin; 100% Perfect Girl, Goong Seiyuu: Anime seslendirme sanatçılarına verilen isimdir. Örneğin; Fukuyama Jun, Miyano Mamoru, Paku Romi OAV-OVA(Original Video Animation): Televizyon ya da sinemada gösterilmeden, yalnız ev pazarına yönelik olarak çıkarılan animelere denir. Satış amaçlı olarak televizyon ve teatral yayınlar dışında yapılmıştır. Genellikle tek bölümlük animelerdir. Eğer bir serinin OVA’sı ise konusu serinin devamı ya da seri hakkında bilgi verecek yeni bir bölüm değildir. Örneğin; Good Morning Call, Baby Love, Bleach:The Sealed Sword Frenzy One Shot: Bir bölümden oluşan kısa mangalardır. Örneğin; The Hero, Chekera!, Chupa!, First Love, Mugen Dokei Tankoubon: Bir manga serisinden oluşan kitap. Ortalama 150 ile 200 sayfa arasındadır. Genellikle mangaların bölümleri dergilerle satılır. Yaklaşık 10 bölümün birleştirilmesi ile oluşan kitaba tankouban denir. Live Action: Anime ve mangaların gerçek dizi veya film şeklinde uyarlanmasıdır. Örneğin; Hana Yori Dango, Hanazakari no Kiminitachi e Cosplay: Anime/Manga karakterlerinin şekline bürünmektir. O karakterin saç modelini yapmak ya da giysisini giymek gibi. Art book: Çok beğenilen mangaların manga-ka ya da hayranlar tarafından yapılan resimleri içeren kitap. Fanart: Hayranların çizmiş olduğu resimler.

Manga-ka: Manga yaratıcılarına verilen isimdir. Örneğin; Tite Kubo, Mashima Hiro, Hayao Miyazaki Manhua: Tayvan ve Çin yapımı olan mangalara verilen isimdir. Örneğin; The One, 1/2 Prince

50

·

yokuş yukarı

Shoujo: 11-18 yaşlarındaki kızlara yönelik genellikle aşk, sevgi, arkadaşlık gibi duygular üzerinde durulan anime-mangalardır. Örneğin; Vampire Knight, Lovely Complex, Special A, Kimi ni Todoke, Shugo Chara


Shounen: 11-18 yaşlarındaki erkeklere yönelik genellikle aksiyon, macera, dövüş, spor konularını ele alan anime-manga türüdür. Örneğin; Bleach, One Piece, Naruto, Full Metal Alchemist Josei: 18-30 yaşlarında yetişkin bayanlara yönelik anime-mangalardır. Örneğin; Nana, Honey&Clover Seinen: 18-30 yaşlarında yetişkin erkeklere hitap eden anmie/mangalarıdır. Örneğin; Monster, Gantz Mecha: Çeşitli makine ve robotları barındıran anime/manga türüdür. Örneğin; Code Geass, Ghost In the Shell Otaku: Bir şeye aşırı derecede saplantılı olan kimse. Kyaaa!: Anime/mangalarda kızların attığı çığlık. Senpai: Kendinden yaşça ya da sınıf-statü bakımından yüksek olan kişilere olan hitap şeklidir. Bir kez izlediğiniz zaman vazgeçemeyeceğiniz, devam eden bir anime/manganın bir sonraki bölümü çıkana kadar delireceğiniz, günde 2 saat uyuyup 22 saat boyunca onlarla iç içe yaşayacağınız hatta bazen uykusuzluktan bayılacağınız, anime ve mangadan bahsederken gözlerinizden ışıldamalar geleceği, yavaş yavaş Japonca’yı çözüp istemsiz Japonca konuşmaya başlayıp karakterler gibi yürüyüp, konuşup, tuhaf mimikler yapacağınız, açılış ve kapanış müzikleri sayesinde Japonca şarkılarla tanışıp onları söylemek için emek harcayacağınız bir dünyaya hazırsanız işte Anime ve Manga dünyası.

En Popüler Anime Film 1- Kara no Kyoukai 5:Mujun Rasen 2- Tengen Toppa Gurren Lagan Movie : Lagann-hen 3- Kara no Kyoukai 7:Satsujin Sousatsu 4- Spirited Away 5- Toki wo Kakeru Shoujo 6- Evangelion 2.0 You Can (Not) Advance 7- Princess Mononoke 8- Summers Wars 9- Howl’s Moving Castle 10- Grave of the Firefiles En Popüler Shounen Manga 1- Naruto 2- Bleach 3- Death Note 4- Full Metal Alchemist 5- One Piece 6- D.Gray-Man 7- Fairy Tail 8- Pandora Hearts 9- Hajime no Ippo 10- Air Gear En Popüler Shoujo Manga 1- Vampire Knight 2- Dengeki Daisy 3- Skip Beat 4- Ouran High School Host Club 5- Kaichou wa Maid-sama 6- Fruits Basket 7- Special A 8- Hana Yori Dango 9- Kimi ni Todoke 10- Koukou Debut

Birkaç yabancı anime sitesinde yapılan anketlere göre en popüler anime ve manga sıralamaları: En Popüler Anime 1- Death Note 2- Bleach 3- Full Metal Alchemist 4- Naruto 5- Code Geass 6- Vampire Knight 7- One Piece 8- Elfen Lied 9- Ouran High School Host Club 10- Cowboy Bebop haziran 2010

· 51


PICASSO ─ SUITE VOLLARD GRAVÜR SERGİSİ Nevher Mehmet YILMAZ

En tanınmış eseri Alman ordularının Guernica kasabasını bombalamasını anlatan Guernica adlı eseridir. Resim 1937’de yapılmıştır. Bu resim şu anda Madrid’de Reina Sofía Müzesinde bulunmaktadır. Picasso, bir sergisi sırasında kendisine, “Bu resmi siz mi yaptınız” diye soran bir Alman generaline, “Hayır, siz yaptınız” cevabını vermiştir. Bu resim Picasso’nun savaşa ve Guernica’nın bombalanmasına karşı duyduğu güçlü nefreti anlatmaktadır. Resimdeki insan ve hayvan figürleri acı, hüzün ve savaşa karşı duyulan nefreti yansıtmaktadır. Picasso 8 Nisan 1973’te Fransa’nın Mougins kentinde yaşama veda etti.

SUITE VOLLARD

14 Mart’ta Picasso’nun Suite Vollard Gravür Sergisi’ni gezdim. Bu sergi beni çok etkilediği için izlenimlerimi ve bilgilerimi sizinle de paylaşmak istedim. Pablo Picasso tam adıyla Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno María de los Remedios Cipriano de la Santísima Trinidad Ruiz y Picasso 25 Ekim 1881’de İspanya’nın Malaga kentinde doğdu. İsmini annesinin rüyasında gördüğü bilinmektedir. 1895’te Barcelona Güzel Sanatlar Okulu’na girdi. 1901 yılından itibaren anne soyadı olan Picasso’yu kullanmaya başladı. Desenleri İspanyol bir dergi olan Juventut’ta yayımlandı. Georges Braque ile birlikte kübizm akımının temelini attı. 1900’de ilk kez Paris’e gitti. Dönemin yenilikçi sanatçılarının yaşadığı Montmartre semtinde bir süre para içinde yaşadı. Picasso yaklaşık 1901-1904 arasındaki ilk dönem yapıtlarında sıradan insanların, sirk palyaçolarının, akrobatlarının resimlerini yaptı. Büyük kentlerdeki yaşam kadar, sirk yaşamı da ilgisini çekiyordu. Ne var ki, tablolarında bu yaşamın hüzünlü yanını yansıttı. Sanatçının bu dönemi ‘Mavi Dönem’ olarak tanımlanır.

52

·

yokuş yukarı

20. yüzyılı kasıp kavuran bir fırtınaydı Pablo Picasso. Yaşamı bir dahininkinden farksızdı. Suite Vollard sanatsal üretiminin doruklarda olduğu 1930’lu yıllarda sanatçının hayatını bir günlükmüşçesine anlatan yapıtlar serisidir. Ambroise Vollard (1868-1939), 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında Paris’teki en önemli sanat simsarlarından biriydi. Suite Vollard, 1930 ve 1936 yılları arasında Picasso tarafından onun için düzenlenmiştir. Aşk, çıplaklık, erotizm, tutku, kaos ve mitolojik temalar kadar özyaşamöyküsel izleri de barındıran Suite Vollard yüz gravürden oluşur. Yaratımın özgünlüğü, yapıtların niteliği ve tekniklerin çeşitliliği, Suite Vollard’ı geçen yüzyılın en önemli miraslarından biri kılmaktadır.

Minotor


Suite Vollard’ın bu kısmında Picasso Girit kökenli Minotor efsanesini öyle yorumlamıştır ki, adeta yeni bir efsane yaratmıştır. Bu grupta Suite Vollard’ın ana karakteri olan heykeltıraş, insan bedenli boğa başlı Minotor’a dönüştürür.

bu deneylerden birinde verniğin çatlamaya başladığını görüp parçanın ziyan olduğunu düşünür ve levhanın üstüne amaçsız karalamalar yapar. Bunlardan da şaşırtıcı bir biçimde Rembrandt’ın başının ortaya çıktığını anlatır. Bu baskılardan, Picasso’nun Rembrandt hakkındaki derin bilgisini görebilirsiniz.

Kör Minotor

Totaliterliğin ilerleyişi karşısında geri dönülmez bir şekilde savaşa doğru giden Avrupa için güzel bir metafordur Kör Minotor. Sanatçı-minotor görme yeteneğini kaybetmiştir ve bu onun için ölümden kötüdür. Az önce atölyede gücü elinde tutan Minotor şimdi kördür… Kör Minotor grubundan 2 tablo:

Çeşitli

Rembrandt Picasso 1934’te baskı sürecinde daha koyu tonlar elde edebilmek için farklı vernikler ve mürekkeplerle deneyler yapmaya başladı. Sanatçı,

Picasso; Suite Vollard’ı oluşturan yüz bakır levhanın yirmi yedisinde, çoğunu yapıtlarında daha önce de kullandığı çeşitli konuları ele alır. Yıkananlar, jonglörler, sirk… Baskılar yedi yıl zarfında bu birbirinden farklı konuları çeşitli zamanlarda ve farklı tekniklerde ele alan Picasso’nun ustalığını gösterir. Sonuçlar her zamanki gibi olağanüstüdür. Bu grupta Picasso’nun sizi çizgilerinin arasına hapsedişini çaresizce fark edeceksiniz. Bu grubu gezerken bir resmin başında dakikalarca durduğum oldu. O kadar etkileyiciydiler ki, Picasso’ya onları çizdiren duyguları kendi içimde yaşamak, anlamak istedim. O an haziran 2010

· 53


Picasso’nun vücuduna girebilmek, ruhunu gözlemlemek istedim. Tıpkı yeni bestesinin heyecanıyla yanıp tutuşan bir bestekar gibi…

ve sergide beni en çok etkileyen tablo.: Bu görsel şöleni müzenin 4. katında izlediğim ‘Picasso’nun Gizemi’ adlı belgeselle tamamladım. Hayatın tadına varmamızı sağlayan bu tür etkinliklerde sanat şemsiyesi altında buluşmak dileğiyle...

o

P 54

·

yokuş yukarı

ss a c i


DANSIN TARİHİ GELİŞİMİ Anadolu’da gelişen danslar temelde üç kültürün etkisinde kalmıştır. Bunlar: Eski Anadolu uygarlıkları, Orta Asya kültürü (özellikle şamanlık) ve Müslümanlıktır. Anadolu’da binlerce yıl önce kurulmuş olan Hitit, Eski Yunan, Frig, Lidya gibi eski uygarlıkların etkileri günümüzdeki halk danslarında görülmektedir. Fakat Orta Asya kültürünün Türk danslarına etkisi çok daha belirgindir. Şamanlık Orta Asya ve Sibirya’da yaygın olan bir dindi. Şamanlar hastaları iyileştiren, dinsel törenleri yürüten, ruhlarla iletişim kurabildiğine inanılan din adamlarıydı. Ruhlarla iletişim kurabilmek Uygarlıkların gelişmesiyle büyü dansları yerini için yapılan dini törenlerde şamanlar hem oyuncu, dinsel ayinler ve törenlere bıraktı. Dansta kurallar hem şarkıcı, hem de dansçı olurlardı. Davul çalarak gelişti ve dans çok tanrılı dinlerde önemli tapınma ve çeşitli hayvanların taklitlerini yaparak ritmik yöntemlerinden biri oldu. hareketlerle dans ederlerdi. Halk oyunları şaman dansıyla büyük benzerlikler taşır. İslam dini ise Eski Yunanda dans daha da gelişti. Hem dinsel kendinden önceki dinlerle bağlantısı olduğunu törenlerin önemli bir öğesi olan dans hem de eğlence düşündüğü dansı yasaklama yoluna gitti fakat tamamen kaynağı olarak tiyatro oyunlarının başlıca temeli oldu. kaldıramadı. Tasavvufun müzik ve dans anlayışına Yunancada “dans ederim” anlamına gelen “koro” dayanan semalar ortaya cıktı. Bunlardan en bilineni sözcüğü ilk defa sahnede dans eden, oyunu şarkılarla Mevlevi semalarıdır. Semalarda ilahiler söylenir, özel açıklayan bir grup için kullanıldı. Dansları tasarlamak giysili dervişler (sema-zenler) dönerek dans ederler. ve düzenlemek anlamına gelen “koreografi” sözcüğü de Yunanca kökenlidir. İlk Hıristiyanlar dansı tapınma aracı olarak kullandılar. Ne var ki, 7. yüzyılda Hıristiyanlar Roma döneminde saygınlığını yitiren bazı danslar yüzünden dansı kiliseden uzak tutmaya çalıştılar. Birçok ülkede bu yasak başarılı oldu. İspanya’da ise bazı katedrallerde dans dini törenlerin parçası olmayı sürdürdü. Doğuda da dans dinsel amaçlar için kullanıldı. Dansın bu amaçla en eski ve en gelişmiş bicimde etkili olduğu ülke Hindistan’dır. Bazı tapınaklarda hala “tanrının hizmetçileri” anlamına gelen devadasiler bulunur. Yıllarca tanrılara hizmet etmek için eğitilen bu kadınlar yaşamlarını dinsel törenlerde dans edip şarkı söyleyerek geçirmişlerdir. haziran 2010

· 55

Aybüke YANAR

Dans en eski sanatlardan biridir. İlk insanlar isteklerini bazı ritmik hareketlerle anlatırlardı. Bu ritmik hareketlerin yinelenmesi insanlara bu hareketlerin doğaüstü güçlerini çağrıştırdı. Her dans edişlerinde bu gücü yeniden yarattıkları duygusuna kapıldılar. Böylece dansta büyülü bir gücün var olduğu düşüncesi doğdu. Bazı ilkel kabileler hayvanları taklit ederek totem dansları ya da iyi ürün alabilmek için büyü dansları yapmaya başladılar. Sri Lanka’da maske takılarak yapılan büyü danslarının hastalıkları iyileştirdiğine inanılırdı.


Osmanlı döneminde dans sarayın da önemli eğlence araçlarından biriydi. Sarayda onlarca cariyeden oluşan yerel orkestra eşliğinde dans eden harem kızları, oğlanları, çengiler ve köçekler vardı. Haremin misk kokulu buğulu havasında ipekler ve tüllere bürünmüş rakkaseler dans ederler, zat-ı şahaneleri de onları keyifle izlerdi. Ayrıca 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlıların birçok Avrupa salon dansını oynadıkları biliniyor. Fakat Osmanlı kurumlarında raks ve musiki öğretilmeye başlandığında bazı sorunlar da baş gösterdi. Buralarda kadınlar ve erkekler birlikte dans edip şarkı söylüyorlardı ve bu İslam dinine uygun değildi. Böylece 16 Aralık 1919 da şeyhülislam Haydarizade İbrahim Efendi, dönemin dahiliye nazırına yazdığı bir mektupla Beyazıt’ta kurulan Osmanlı raks ve musiki cemiyetinin kapatılmasını istemiş ve 25 Aralık 1919 da kurum polis tarafından basılarak kapatılmıştır. Günümüzde dans türleri iki ana kaynaktan gelmektedir. Bunları halk oyunları ve Avrupa saraylarında doğan salon danslarıdır. Halk oyunu doğduğu bölgede gelişen ve yaygınlaşan dans türleridir. Çiftli veya topluluklar halinde oynanır. Halk danslarının sert vuruşlu hızlı hareketlerine karşın salon danslarında hareketler zemin üzerinde kayar gibi daha yavaş ve zariftir. 19. yüzyılın en gözde dansı valsti. Vals Avusturya köylüleri tarafından başlatıldı ve kısa zamanda Avrupa saraylarının en gözde dansı oldu. Vals günümüzde hala en zarif danslardan biridir. 1911de güney Amerika’dan gelen Arjantin tangosu ve brezilya sambası tüm ABD’yi sardı ve kısa zamanda tüm Avrupa’ya yayıldı.

Bale ise ilk olarak Rönesans döneminde İtalya’da doğdu. Mim sanatçılarının ortaçağ ve Rönesans tiyatro gösterilerinde ve geleneksel halk gösterilerindeki adımları bugünkü balenin temellerini oluşturur. O zamanki balede belirli bir koreografik düzen yoktu. İlk defa Dominic de Piacenza ve Antonio Cornazzo tarafından koreograf kompozisyonları denemeleri yapılması ve bunlara isim vermeleri ile Fransızlar bundan etkilenmiş ve bunun sonucunda da bugünkü baleye ait temeller 1581’de Catherine de Medici’nin Beaujojeux adlı Le Ballet Comique de la Reine tarafından oluşturulan ilk sahne gösterisiyle atılmıştır. Fransa’da 4. Henry tarafından desteklenen bale tüm Avrupa’ya, oradan da Danimarka ve İsveç’e kadar yayılmıştı. 18. yüzyılda bale kendini operadan tamamen soyutlayarak özgür bir sanat formu halini almıştır. Bu da George Noverre’nin attığı ilk adımlarla gerçekleşmiştir ve bugün sahnede gördüğümüz bale onun koyduğu kurallar üzerine kurulmuştur. Bale 18. yüzyıl sonlarında Rusya’ya ulaşmıştır. Uyuyan Güzel, Fındıkkıran, Kuğu Gölü gibi tanınmış eserler buradan çıkmış ve tüm dünyaya yayılmıştır. 1830–50 arasında romantik baleye duyulan yaygın ilginin ardından bale sanatı uluslararası etkileşimden uzak kaldı. Rusya ve Danimarka dışında sanatsal düzeyi düştü. 20. yüzyılda balenin batı dünyasında yeniden yayılması ve sevilmesinde en önemli rolü Rusya oynadı. Bu dönemde uzun baleler yerini tek perdelik gösterilere bıraktı. Üstelik bale artık öyküsüz olabiliyor ya da çağdaş dünyayı konu alabiliyordu. Dans için yazılmamış müzikler, alışılmamış ritimler, sokak gürültüleri içeren partisyonlarla sergilenebiliyordu. 1900lerde klasik baleye tepki ile modern dans gelişmeye başladı. Öncüsü Amerikalı Isaac Duncan olan modern dans klasik balenin katı kurallarına baş kaldırdı. O günlerin bedeni sıkan bale giysileri yerine harekelere özgünlük veren hafif, dökümlü kumaşlardan giysileri kullandı. Yalınayak dans etti. Bir orman perisi gibi harekelerinde özgürlük ve rahatlık vardı. Bu sebeple duygularını izleyicilere içtenlikle anlatabiliyordu. O dönemde balerinler gövde hareketlerini engelleyen, sadece mekanik bacak ve kol hareketlerine izin veren sıkı korseler giyiyorlardı. Romantik öykülerden yola çıkarak hazırlanan yalnızca bale için bestelenmiş müzikleri kullanıyorlardı. Bunun yerine Isaac Duncan danslarında Beethoven, Brahms, Haydn gibi müzisyenlerin derin içerikli senfonik müziklerine de yer verdi.

56

·

yokuş yukarı


Modern dans Avrupa’da, özellikle Almanya’da, etkili oldu. Siyah dansçılar da modern dansa önemli katkılarda bulundu.1940tan itibaren Avrupa’nın önemli dansçı ve koreografları arasında yerlerini aldılar. 20. yüzyılın ilk yarısında fazlaca bir önem taşımayan dans sanatı, günümüzde en gözde gösteri sanatları arasına girmiştir. Bunda televizyonun önemli bir rolü vardır. II. Dünya Savaşı’ndan önce radyo en önemli kitle iletişim aracıydı. Radyo kulağa yönelik olduğu için dans dışındaki gösteri sanatları için bir iletişim aracı olabiliyordu. Televizyon ise göze yönelik bir araç olarak dansa hemen yer verdi. Televizyonda dans önceleri en yalın biçimlerde, özellikle de günün gözde danslarına ağırlık vererek yer aldı. İlk olarak 1955’teki bir televizyon programında ünlü balerin Dame Margot Fonteyn’in başrolde olduğu “Uyuyan Güzel” balesi gösterildi. Böylece bale sanatı bu yeni kitle iletişim aracına girdi.

Selim Sırrı Tarcan’a uluslararası etkinliklerde dans etmesi için koreografi siparişi bile verilmişti. Atatürk, Tarcan’dan “Milli hususlarımızı gösteren bir dans dizayn ederek” günlük kostümlerle dans etmesini istemiş; Tarcan da, buna karşılık ünlü “Sarı Zeybek” ve “Tarcan Zeybeği” danslarını yaratmıştır. Selim Sırrı, Paris’te 1924’te yapılan Olimpiyat Oyunları’nda zeybek oynadı, daha sonra bu dansı geliştirerek Atatürk’ün istediği forma soktu. Ardından, zeybek danslarından esinlenerek yaptığı koreografiyi, İzmir Kız Muallim Mektebi’nin konferans salonunda okulun öğretmenlerinden Mualla Hanım ile birlikte Atatürk’ün huzurunda sergiledi. Ancak bu çabalara rağmen Türk halkı baleye alışamadı. Bu dönemin ardından ilk Türk müzikalleri sahnelendi. Dönemin hakim anlayışı, “Lüküs Hayat” müzikalinde danslarla da ifade edildi. Bugünün modern dans toplulukları ise, işte bütün bu dans kültürünün ürünleridir.

Günümüzde televizyon kameraları dans ve dansçıların emrindedir. Birçok bale sinema ya da televizyon için özel olarak tasarlanır. Bunların stüdyo dışında filme çekilebilme olanağı koreograf ve yönetmene geniş bir çalışma alanı sağlamıştır. Kırmızı Pabuçlar, Kuğu Gölü, Fındıkkıran gibi baleler sinema ve televizyonun gözde örnekleridir. Dansın gelişimiyle birlikte konuyla ilgili dergiler, kitaplar ve başka yayınlar da çoğaldı. New York Halk Kütüphanesi’nin 1947’de başlattığı Dans Koleksiyonunun dünyanın en büyük dans arşivi olduğu sanılmaktadır. New York’ta Lincoln Merkezi’ndeki Gösteri Sanatları Kütüphane ve Müzesi’nde bulunan koleksiyon çeşitli kitapların, fotoğrafların ve baskıların yanı sıra önemli dansların ve dansçıların 300 bin metre uzunluğundaki film kayıtlarını da içermektedir. Bundan başka, bale ve dans gösterilerinin yazı ve notları da bulunmaktadır. Ülkemizde özellikle cumhuriyet döneminde dans açısından önemli adımlar atılmıştır. Atatürk halk danslarının yanında da salon danslarına da çok önem vermiştir. Bu bakımdan denebilir ki, Cumhuriyet baloları ülkemizin ilk dans atölyelerindendir. O dönemin ünlü sporcu ve halk bilimcilerinden haziran 2010

· 57


ESKİDEN Çember çevrilir, Su musluktan içilir, Ağaçlara tırmanılırdı. Bebekler bezden, Silahlar tahtadan, Resimler kömür karasından yapılırdı. Kızlara ninelerinin, erkeklere dedelerinin İsimleri konulur, Saatli maarif okunurdu. Komşuda pişen Bize... Bizde pişen komşuya düşerdi. Geceler ayaz, Sokaklar karanlık, Yıldızlar parlak olurdu. Turşu, salça, mantı Evde yapılır, Karpuz kuyuda soğutulurdu. Erik ağacının çiçeği, Pencere camımıza yaslanır, Güz yaprakları bahçemize düşerdi. Kardan adam yapılır, Evlerde soba yakılır, Kış gecelerinde masal anlatılırdı. Merdiven çıkılır, Aidat ödenmez, Yönetici seçilmezdi. Evler badanalı, Sokaklar lambasız, Mahalleler bekçili olurdu. Ajans radyodan dinlenir, Çizgi roman okunur, Defterlere kenar süsü yapılırdı. Hayat, Arkası yarın gibiydi, Kesintisizdi. Her gün yaşanacak bir şey vardı. Herkes kendi düşünü kurar, Kendi hayatını oynardı. ŞİMDİ Şimdi, Herkes Yoğun, Yorgun Ve Tek başına...

58

·

yokuş yukarı

Can DÜNDAR


UYANIŞ Üzmüyorum kendimi. Gözlerimi açtım. Etrafıma baktığımda ise; Hayatın hala zor ve bir o kadar da yaşamaya değer olduğunu gördüm. Siz de açın gözlerinizi! Bakın şu çiçeklere, yeşilliğe, denize… Bakın siz de görün baharı. Çekin bu kokuyu ta derinlere, Çekin temiz havayı içinize Hissedin mutluluğu, Hissedin acıyı da ki mutlu anlarınızın değerini bilin. Bilin ki çok kalmayacağız bu dünyada, Bilin ki hepimiz gideceğiz bir gün buradan, Bilin ki ona göre yaşayın her saniyeyi. Uyandırın kendinizi, Uyandırın ki görün dünyayı Mutluluğu; İçinize çektiğiniz bir gülün kokusunda, Küçük bir bebeğin gülüşünde, Bir gökkuşağında, Güneşin batışında, Yağmurun her bir damlasında bile arayın! Kaldı ki sadece bunlar mutlu etmemeli sizi! Çevrenize bakın; arkadaşlarınıza, dostlarınıza, ailenize… Çevrenize bakın; sizi mutlu edenleri görün. Unutmayın bunları! Unutmayın ki her anı değerlendirmeliyiz. Uyanın!! Batıgül CAYİT

haziran 2010

· 59


Berk ÖZDEMİR

WİZART

Ülkemizde jazz müzik yapmak, müzisyenler adına oldukça sıkıntılı bir iştir. Özellikle günümüzde dünya çapında müzisyenlerle bir proje içinde bulunan şanslı ve başarılı müzisyen sayımız oldukça az. Fakat birkaç senedir önemli projelerle adını sürekli duymaya başladığımız ve takdir ettiğimiz Genco Arı, 2008 senesinde dünya çapında saygın müzisyenlerle çıkardığı “WizArt” albümü ile dinleyenlerin takdirini kazanıyor.

2003 yılında “Quartet Muartet”e katılmasıyla, Sarp Maden, Volkan Öktem ve Alp Ersönmez ile tadından yenmeyecek iki albüme imza atan Genco Arı, bugüne kadar bu güzel isimlerin dışında Turgut Alp Bekoğlu, Eylem Pelit, Sezen Aksu, Hande Yener, Hüsnü Şenlendirici, İsmail Tunçbilek, Aydın Esen gibi birçok farklı isimle çalışmıştı. Genco Arı, en son şu anda incelediğimiz “Wizart” albümünü Mike Stern, Dave Weckl, Anthony Jackson ve Bob Franceschini gibi efsane isimlerle çıkardı. Genco’nun bu rüya ekiple ilk solo albümünü çıkarmasının sebebinin altında da prodüktör Süha Kurultay yatıyor. Genco ile 2007 Mayısında tanışan Süha Kurultay, güzel bir muhabbetten sonra Genco’yu dinliyor ve onun müziğine ve piyano çalışına hayran kalıyor. Sonra Genco’nun albümünün prodüksiyonunu üstlenmek istiyor ki kafasında onunla çalabilecek müthiş bir ekip oluşturuyor. Başta samimi dostu Mike Stern ile diğer müzisyenlere götürdüğü teklifler kısa bir sürede kabul ediliyor ve bu güzel albümün kayıtları başlıyor.

1983 doğumlu Genco Arı 5 yaşında müzikle tanışmış (jazz müzisyeni babası sayesinde) ve 9 yaşında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’na kabul edilmiş. Okulda üstün başarı gösteren Genco Arı, arkadaşlarının ve hocalarının direk dikkatini çekmiş. Kendisine de hemen “Wizard (büyücü)” lakabı takılmış. 6 senelik müfredatı 6 ayda verip, daha çocuk yaşta çaldığı klasik eserlerle oynadığından (değişik şekilde jazz etkileri sokmak gibi) ona bu lakabın yakıştırılması oldukça normal.

60

·

yokuş yukarı

Albümde üçüncü parça hariç tüm eserler ve düzenlemeleri Genco Arı’ya ait. Üçüncü parça “Corners (köşeler)” ise benim çok beğendiğim, Genco’nun da sürekli birlikte çalıştığı gitarist Sarp Maden’e ait.

Quartet Muartet


Kısaca albümdeki parçalardan bahsedersek: I Knew (Biliyordum) – Genco Arı’nın eski eşinden ayrılacağını anladığı gece, piyanosunun başına geçerek yazdığı, hüzünlü bir eser. 8 ay önce eşini kaybeden “Bob Franceschini”, bu parçanın hikayesini duyunca, parmakları ve nefesiyle bu müziğe eşsiz yorumunu katmış. Turkish Pizza (Lahmacun) – Aslında bu parçanın isminin, müziğiyle bir bağlantısı yok. Albümdeki favori parçam olan “Turkish Pizza”, eğlenceli temalar, sololar içeriyor. Özellikle ana tema çok şeker. Neden “Turkish Pizza” isminin koyulduğuna gelirsek, bu sebebin altında kayıt sırasında stüdyoya ısmarlanıp afiyetle yenen lahmacunlar yatıyor. :) Corners (Köşeler) – Sarp Maden farkı açıkça belli. Aradaki sürprizlerle, Sarp’ın latin ve cha-cha müziklerine duyduğu ilgiyi gülerek fark edebilirsiniz. Bu parçanın bu ekip ile seslendirilmesi tabiri caizse çok “kral” olmuş. Internal Affair (İçsel Hadise) – Duyguları ve gece havasını betimlemek açısından oldukça yoğun ve biraz ağır bir kompozisyon içeriyor. Mike Stern’in bu parçaya katkısı büyük, sanki atmosferi o belirliyor.

Genco Arı’nın WizArt’ı, jazz müzik seven sevmeyen herkesin eğlenerek, düşünerek, hüzünlenerek dinleyebileceği çok kaliteli bir albüm. Bu albümde Genco’nun muhteşem piyano virtüözlüğünün yanında, başarılı bestecilik kabiliyetini de görüyoruz. İki gün boyunca, daha önceden sadece yüzlerini ve müziklerini bilip birkaç gün önce tanıştığı müzisyenlerle yaptığı bu çalışma, kendisinin dinleyici ile ilişkisinde ne kadar samimi olduğunu kesinlikle hissettiriyor. Albümü oldukça beğeneceğinizi temenni ederim.

Far Beyond (Açık Ara) – İnsana dans ettiresi gelen, piyano-davul-bass gitar trio olarak yorumlanan samba ritimli eser. Akor değişimleri biraz da olsa “Coltrane Changes”i andırıyor. Wiz (Sihir)– Genco’nun bu albümde sadece piyano için yorumladığı tek parça. Adı gibi “büyülü” olan bu parçanın bestelenmesi uzun bir süreç almış Hatta Genco, parçaya en uygun olacak son kısmını kayıt günü ortaya çıkarmış. Are You There? (Orda mısın?)- Albümün son parçası, Genco’nun yakın gitarist dostu Cem Nusahoğlu ile bir gün şakalaşması sonucu çıkmış. Ayrıca albümün bestelenen en eski parçası (2002).

haziran 2010

· 61


Görkem UZUN

AKILOYUNLARI Zeka oyunları, akıl oyunları… Belki de çoğu kişinin gözünde sudoku, hitori, hürriyet gazetesinin eski “akıloyunları köşesi” soruları ya da herkesin küçükken birbiriyle yarıştığı bilmeceler… Aslında bunların tamamı akıloyunları fakat ben işin biraz daha sistemleşmiş kısmından bahsedeceğim. Eminim şu ana kadar sudoku görmemiş yoktur. İşte sistemleşmekten kastım sudoku gibi belli kurallara oturtulmuş ve bu kurallar üzerinden belki de milyonlarca soru türetilebilecek oyunlardır. Ve işte tam burada daha önce kabullendiğiniz bir düşüncenizi belki de değiştireceksiniz. Akıloyunları yalnızca zeka değil aynı zamanda pratik, tecrübe işidir. Kişi daha önceden kurallarını bildiği oyunlar üzerinde çeşitli stratejiler geliştirip zamanını kendine göre en iyi biçimde değerlendirmeye çalışır. Peki kim sağlar bu sistematiği; kim üretir bu soruları, oyunları? Evet, şu anda akıloyunları faaliyetleri konusunda en etkin topluluk tabiki 1992’de kurulan Dünya Zeka Oyunları Federasyonu(World Puzzle Federation)’dur. Şu ana kadar birçok ülkede düzenlenen uluslararası yarışmaların sonuncusu 18. Dünya Zeka Oyunları Şampiyonası geçen sene Kasım ayında Akıloyunları Dergisi organizatörlüğünde Antalya’da düzenlendi ve Türkiye birçok zeka küpünü ağırladı. Yarışmada Türkiye takım olarak 8. ve Mehmet Murat Sevim de bireysel

62

·

yokuş yukarı

olarak 3.lüğü elde ederken Almanya takım ve bireysel sıralamada(her zaman olduğu gibi yine Ulrich Voigt ile) 1. oldu. Her şey süper de ben nasıl katılırım Dünya Zeka Oyunları Şampiyonası’na diyorsanız işte size Türk Beyin Takımı Aday Sınavı’nın ön eleme soruları. Detaylı bilgiye www. akıloyunları.com adresinden ulaşabilrsiniz.


haziran 2010

路 63





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.