Frezya ön okuma

Page 1


POSTİGA YAYINLARI: 207 Roman Kitabın adı: Frezya Yazar: Lemariz Müjde Albayrak Genel Yayın Yönetmeni: Gökay Türkyılmaz Editör: Burçin Çelik Son Okuma: Münevver Latifoğlu Sayfa Tasarımı: Ceyda Çakıcı Baş Kapak Tasarım: Murat Gündoğan ISBN: 978-605-9724-13-5 Birinci Baskı: Kasım 2015 Sertifika No: 32393 Baskı ve Cilt Kayhan Matbaacılık san. Tic. Ltd şti Merkezefendi mah. Fazılpaşa cad. no 8/2 Zeytinburnu/ İstanbul Tel: 212 576 01 36 POSTİGA YAYINLARI Postiga Basın Yayın Tanıtım Hiz. Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. TİM 2 İş Mrk. No 8/505-506 Topkapı-Zeytinburnu İSTANBUL Tel: 212 501 58 27 www.postigayayinlari.com postigayayinevi@gmail.com © Lemariz Müjde Albayrak/ Postiga Yayınları (2015) Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.


LEMARİZ MÜJDE ALBAYRAK



Anneme...

 5



Baslarken… , Yaşam denen yolda, omuz omuza birlikte yürüyorduk; ama ayaklarımız, çelme takıyordu birbirine. Mükemmeli isterken, kusursuzluğa tahammülümüz yoktu; çünkü yaşamı mükemmel kılan kusurlarımızdı. Öyleyse hatalara neden tahammülsüzdük? Kendimize hata yapabilme lüksünü neden tanımıyorduk? Kendi hatalarımızı bile, neden hoş göremiyorduk? Dahası, başka birinin acılarının penceresinden bakamayacak kadar, kibirli miydik? Ne kadar silersek silelim, gözlükçüden çıktığı ilk günkü gibi olamayan gözlük camları gibiydik hayatta. Çiziliyor, yıpranıyor ve hatta lekeleniyorduk… Oysa birimiz bir gözde, ötekimiz diğer gözdeydi... Farklıydık, ama aynıydık...

7



1. Bölüm Hayatımda gördüğüm en iri kıyım adam, cehennem zebanisi gibi kapımın önünde dikilmiş; gözlerini benden kaçırıp, o iri cüsseye hiç yakışmayacak kadar ince ses tonuyla, kibar olmaya çalışarak konuşuyordu. “Abla, Timur Abim ‘Hemen getirin lan onu buraya!’ dedi. Elim mahkûm abla… Biliyosun huyunu! Şimdi gece gece iş çıkarma be ablam. Omzuma da atsam seni, yine de götürcem Timur Abi’ye. Bak valla ben de aranızda kalıyorum.” “Ben gitmem lan o mafya bozuntusu ayı herifin ayağına! Çok meraklıysa kendi gelsin! Beni bir işaretiyle ayağına koşacak orospulardan sandı galiba! Söyle o abine, benden iş çıkmaz!” “Abla yapma etme! Bak gel, olmadı dönersin. Yakcan be abla ikimizi de.” “Ya git, gelmicem diyorum oğlum, anlamıyon mu! Bezdirdiniz lan hayattan! Kesicem ulan bileklerimi!” “Aman diyim abla! Timur Abi öyle bir şey yaparsan önce seni diriltir, sonra kendi öldürür. Abiden izin almadan ölemeyiz be ablam.” “Ya, git Hayrullah gece gece! Sahnem var şimdi lan oğlum. Siktir! Git, bozma asabımı. Ben gel-mi-yo-rum! Anladın mı? Gelmiyorum! Haydi, git söyle şimdi o abine, ne bok yiyorsa yesin! Gitsin o koynuna aldığı şıllıklarla fingirdesin!” Avazım çıktığı kadar bağırırken, sesim birden onun tok sesi ile kesildi.  9


Lemariz Müjde Albayrak

“İlle mekân mı bastırtacan lan? Karı! Sen beni deli mi edicen lan? Gel buraya diyorsam, bana hayır diyecek götü boklu, daha doğmadı lan! Bak sen! Biz gelecekmişiz sanat güneşinin ayağına!” Gelmişti! Koskoca Timur Demirsoy; kalkmış, toy bir pavyon şarkıcısının ayağına kadar gelmişti. On beş yaşımdan beri verdiğim mücadelede, ilk defa ne halt yiyeceğimi bilmiyordum. Sonum; oradan oraya savrulup, sonunda ölümü bir piçin elinden tadan ya da tuvaletin birini temizlerken ölü bulunan, açlıktan nefesi kokmuş konsomatrisler gibi olacaktı. Şimdi gelmiş, bu mafyatik herif karşıma dikilmiş; bana, Cansu Parlayan’a, nam-ı diğer Hacer'e, gel buraya diyordu! Ne için? Bir gecelik zevki için mi, yoksa o bakmaya doyamayacağınız kuzguni siyah gözlerinde savrulup boğularak ölmek için mi? Tek bildiğim varsa, bu hayat bana hiç adil davranmamıştı. Hayat bana adil olsaydı; daha bebeyken bıraktıkları, o çöp kutusunda yırtılana kadar ağlarken, beni kimse fark etmezdi, hiçliğe kapılır giderdim. Hayat bana adil olsaydı; bir helal süt emmiş gelir, beni evlatlık alırdı. Hayat bana adil olsaydı; on beş yaşındayken, Piço Mehmet denen it, yurt bekçimiz olmazdı. Hayat bana adil olsaydı; bir gün meşhur olup nefesimizin koktuğu, geceleri açlıktan gözümüze uykunun girmediği, o bataktan kurtulup da kazandığım paralarla bütün kızları kurtarma hayalleri kurarken, Piço beni satmazdı. On beş yaşında! Daha, anne olması gereken bir kadının saçlarımı okşayıp örerek beni okula yollaması gereken bir yaştayken; ter kokan, dişsiz bir herifin gözümün yaşına bile aldırmadan, tenimi kirletmesine mani olabilirdim. Hayat bana adil olsaydı... Ne demişti Selda abla? Yıllardır onun bunun masasında, sigaradan alkole her bir boku içmekten kalınlaşmış sesiyle, tuvaletleri temizlerken: ‘Yavrum, sıçmışım ha 10


Frezya

yata. Hayat adil olsaydı, ahan da şu önümde bir sik taşırdım, ta en başından.’ Tabi ya, hayat bize neden adil olacaktı ki? Biz kimdik ki hayattan adalet isteyecektik? Biz, parlayan neon ışıkların altında, kendi isimlerini bile unutmuş isimsizlerdik. Biz, yırtına yırtına doğuran analarının bile istemediği, bir polis karakolunda komiserin bahtı iyi olsun diye kendi ecdadının ismini taktığı isimsizlerdik. Bize isim seçmek için çırpınan, ne bir anamız vardı, ne de o ismi beğenmeyip değiştirmek için otoritesini koyan bir babamız. Biz, bir baba tokadına muhtaç başlarını önlerine eğen, karşı kaldırımdaki saçı kurdeleli ile göz göze gelmeye hakkı olmayan isimsizlerdik. ‘Eğitim sistemi bombok!’ diyordu geçen gün, masaların birindeki memur kılıklı herif. Bana ne? ‘Ne eğitiminden bahsediyorsun sen!’ demek geldi içimden. ‘Bizim eğitim sistemi tam takır işler abicim,’ demek geldi. Biz ancak ortaokulu görürüz. Sonra? Sonra bizim esas eğitim başlar… Eğitilmezsen aç kalırsın, eğrilmezsen pansuman yaparsın. Şimdi kabadayının teki çıkmış, ‘Gel lan buraya!’ diyordu. ‘Gelmesem n’olurmuş? Sanat camiasından bir parlak yıldız mı kayar? Ne bok olur lan?’ diye geçirdim içimden. Sıçtığımın dünyasında hangi günün yüzünü gördüm ki, şimdi hayıflanayım kaçırdıklarıma! Ne olurdu gitmesem? “Gelmiyorum lan! Ne olacaksa olsun. Vurcan mı? Öldürcen mi? Sakat mı bırakacan? Ne bok yiyeceksen ye, hadi işim var. Daha sahne alcam. Sıçacak patron ağzıma, senin yüzünden be! İki konsomasyona geldik diye, ne lan bu ayaklar? İki ağamsın paşamsın dedik de, bey mi oldun ulan? Herkese diyoz biz o bokları. Şimdi siktir git, hangi karıyı beceriyorsan becer! Ben işe çıkmam. Hadi koçum! Bu kapıdan sana iş çıkmaz.” Kelimeler ağzımdan döküldükçe, karşımda duran dev gibi adamın anbean şekil değiştiren yüzünü görebi 11


Lemariz Müjde Albayrak

liyordum. En son kelimelerimi söylerken, ellerim hırsla bağrıma çarpıyordu. “Ha, ille de sıçtırcam çarkıma diyorsun ha! Öyle olsun madem! Timur kollarımdan yakalamış beni dışarı sürüklemeye çalışırken; ben de rahat durmuyor, var gücümle direniyordum. En son avazım çıktığı kadar, “Bırak beni! Adi pezevenk!” diye bağırdığımda; sert bedenine çarpan ellerim, karşılığını suratıma inen Osmanlı tokadıyla bulmuştu. Uğuldayan kulaklarımda yankılanan, zincirinden boşalmış tok seste tek bir tekrar vardı: “Bana kafa tutacak orospu daha anasının karnından doğmadı!” Sarsılan bedenime rağmen içimden bas bas bağırıyordum: Ben orospu değilim! Ama sadece içimden… Neden mi? Dışımdan söylesem ne değişirdi? Ben orospu değilim! Bak sen… Hangi hanım evladı inanırdı buna? Geceleri pavyonda şarkı söyleyen şıllıktım ben. Bana aile apartmanlarında daire kiralamazlardı. Ben aile çay bahçelerinde, çay servisi alamayanlardandım. Oturduğum bankı bile oturmadan ıslak mendille silerlerdi. Kim inanırdı? Ben biliyordum ya, o bana yeterdi. Gelen darbelerin sertliğini artık hissedemez olmuştum. Gözlerim, huzurlu bir karanlığa kapanırken; istem dışı fısıltıyla mırıldanan dudaklarımdan, ne dediğimi duyamasam bile, ne çıktığını biliyordum: ‘Ben Orospu Değilim…’ ……… “Ne diyor be, bu orospu?” “Ben orospu değilim diyor abi…”

Gözlerimi açmadan, hissettiğim yumuşaklığın ne olduğunu anlamaya çalıştım. Bu, yumuşak bir yastık ve  12


Frezya

daha da yumuşak bir yorgandı. Üşümüyordum. Hatta tam tersi terliyordum bile. Faturasını ödeyemediğim doğalgazın, daimi kapalı olduğu evimde; bu neyin sıcağı diye içimden söylenirken, fark ettim ki benim yumuşak yastığım yoktu! Hatta benim yastığım yoktu! Yetimhanede bitli olmayan bir yastık bulmanın lüks olduğu günlerden alışmıştım, kirli çarşafların üzerinde kolumu yastık yapmaya. İsimsizlerin yastığı kollarıydı. Benim ne farkım vardı ki? Benim de iki kolum vardı Allah’a çok şükür. Müdür Baba, kalorifer kazanının demiriyle birini dağlasa, diğerini yastık yapardım. Ne olmuştu yani? Şimdi onca yıl yastıksız yattıktan sonra, bu temiz deterjan kokan yastık nereden gelip girmişti başımın altına? Temiz deterjan kokusu demişken, hani şu televizyonda reklamları dönen pahalı deterjanlardan... Hani paketinde olanlardan... Açmaya çalıştığım göz kapaklarıma sivri sivri iğneler batarken; sızlayan yüz kemiklerim, bana hatırlamam gerekenleri hatırlattı. Ben dövülmüştüm. Benim için, yeni bir şey olmasa da dövülmek, böylesine dövüldüğüm kaç kereydi? Tabi Piço’yu ve beni satın alan adamı saymazsak. Ne demişlerdi o adam için? Tüccar! Ne tüccarı be! Düpedüz pezevenkti! Hırbo işte! P-E-Z-E-V-E-N-K Üzerimdeki hâkimiyeti sonlandığında, yığılıp bir kenara sızınca; ne iyi etmiştim de, üzerine çayın kaynayan suyunu dökmeye kalkmıştım. Keşke o gözlerini açmadan dökebilseydim. Gerçi çaydanlık yere savrulmasa, baraka gibi izbede o beni yakardı; ama dövmekle yetinmişti. Dövüp… Neyse, bunları düşünmenin zamanı değildi şimdi. Neredeydim ben? “Abla uyandın mı? Dur be ablam, doğrulmana yardım ediyim. Ah be ablam, ben dedim sana gel benle diye. Bak kızdırdın abiyi işte!” “Nerdeyim ben?”  13


Lemariz Müjde Albayrak

“Timur Abi’nin evindesin abla. Dün gece seni o getirdi buraya. Senin patronla da anlaştı. Seni… Ehe şey…” “Şey ne Hayrullah? Şey ne?” “Abi seni pavyondan satın aldı abla! Senetlerini ödedi. Gerçi, hakkaniyetli adammış senin patron. Öyle şişirmedi olayı.” “Pezevenklere bak ya! Burada mal gibi alınıp satılan benim, senin konuştuğun şeye bak! Ne alması lan? Borç benim borcum! Ben… Çalışır öderim. Hem, Adem Abi beni bu güne kadar hiç zorda bırakmadı. Mal mısınız be siz! Allah’ım ne satılığı? Ne satın alması!” Ağrıyan başıma inat kenarına kaydığım yataktan kalkmaya çalıştım. Ayaklarımın üzerine doğrulmayı deneyerek, başlıktan güç aldım. “Öyle deme be abla… Allah’ın hakkı için, bak benim bi kabahatim yok valla! Timur Abi ne derse odur! Bizim ekmeğimizi, suyumuzu o verir. Biz onun emrine amadeyiz be abla. O tutmasa elimizden kimse tutmaz, yok olur gideriz. Kimimiz kimsemiz de yok…” “Yok ya! Lan pezevengin herifine, bir de beni mal gibi alıp sattığı için teşekkür edeyim bari! Lan, o pezevenk mafya bozuntusu karı ticareti mi yapıyor? Uyuşturucu ticareti mi? Ne halta kullanacak beni? Kime satacak?” “Abla yok yemin billah! Timur Abi iş adamıdır… Leasing mi? Factoring mi ne diyorlar… Ondan firması vardır abimin. Benim kafam basmaz öyle işlere. Arada da çek senet işlerine bakarız. Bak ondan anlarım ama!” Hayrullah, bir şey unutmuş da aklına son dakikada gelmiş gibi gözlerini açarak, eliyle hararetli bir hareket yapıp, soluk almadan devam etti: “Ha bak, bir de abim mal alır satar; Kuzey Irak’a falan, Arap ülkelerine de mal gönderir. İnşaat malzemesi falan diyorlar. Ben anlamıyorum be ablam… Benim işim koruma!” “Saf mısın oğlum sen? Çattık ya!” Sinirle ilerlemeye çalışırken savrulan başım, bana  14


Frezya

dün yediğim dayağı hatırlattı. Başım dönerken, tutunmak istediğim direk ellerimin arasından kaydı. Yere düşmeyi bekleyen bedenim, güçlü kollar tarafından sarmalanarak kucaklandı. “Tamam Hayrullah. Sen çık. Kahvaltı kalsın. Hanımefendi daha yememiş konuşmaktan.” “Tamam abi… Bir emrin olursa kapının dışındayım.” “Git mutfakta bir şeyler ye! Hikmet teyze börek yapmış sana.” “Deme abi! Hemen gidiyorum.” Bu iki adamın, daha doğrusu her yerinden güç ve kudret süzülen bir adamla, iri cüssesine rağmen çocuk gibi bir kalp taşıyan diğer adamın konuşmalarını şaşkınlıkla dinliyordum. Bana sorarsanız ikisi de tehlikeliydi. Sanki, kucağında beni taşımıyormuşçasına rahat hareket eden Timur, beni kalktığım yatağa geri yatırırken; şişmiş yüzümün bu adamın ihtişamı karşısında kim bilir ne kadar zavallı gözüküyor olduğunu düşünmeden edemedim. “Nasılsın?” “Dün gece dövülmüş gibi?” Sıkıntıyla iç çeken Timur, ben hiç konuşmamışım gibi devam etti konuşmasına: “Doktor bir iki güne bir şeyinin kalmayacağını söyledi.” Benim için doktor mu getirtmişti? Yoksa komaya girmiştim de hastaneye falan mı kaldırmışlardı? Ama öyle olsa, Timur’un evinde değil parasını nasıl ödeyeceğimi düşüneceğim bir hastanede olacağımı tahmin edememiş olacağım ki, anlamsızca bir hayretle sordum. “Doktor mu geldi?” “Evet. Bak kızım! Beni bir daha sinirlendirme! Beni ikiletme, yoksa olacaklardan sen sorumlu olursun.” “Ya, ne istiyorsun benden? Bak, anlatamıyorum galiba! Bırak beni! Ben kendi halimde şarkısını söyleyen bir pavyon bülbülüyüm.”  15


Lemariz Müjde Albayrak

Beni ilk dinlediğinde bana öyle demişti: ‘Pavyon Bülbülü’ Hoşuma gitmişti. Bana ilk defa iltifata yakın bir laf etmişti biri; küçümsemeden ya da ağzımın içine düşüp, hoş tutarsam bu gece benle yatar mı diye düşünmeden. Her ne kadar cici hanımlara söylesen yüzüne tokadı yiyecek olduğun bir laf olsa da, benim duyup duyabileceğimin en iyisi buydu. “Başlatma lan şimdi sabah sabah pavyonundan bülbülünden. Ben sana ne diyorum sen ne diyorsun! Ben kadın dövmekten zevk mi alıyorum sanıyorsun sen?” “Ne diyorsun Timur Bey? Ne istiyorsun benden? Kaç aydır gelip beni dinleyip gidiyorsun. Toplasan beş bilemedin altı kere masana çağırttın. Sana ben konsomasyona çıkmıyorum dememe rağmen dinlemedin, patrona tehditle beni getirttin! Ne sen konuştun, ne ben… Karşılıklı sustuk, oturduk saatlerce. Dün gece kalkmış benimle geleceksin diyorsun! Söylesene, sen ne diyorsun?” Derin bir sessizliğin ardından Timur’un gözlerinden geçen öfke dindiğinde, dişlerinin arasından çıkan sesini duydum. “Sekiz kere.” “Ne?” “Sekiz kere çağırttım... Birinde gelmedin, altısında oturdun… Biri de dün gece.” İçimden kendime küfürler savururken, ağzımdan kaçan kelimeleri tutmak istesem de tutamadım. “Manyağa bak ya! Psikopat mısın abi sen?” İşte şimdi sıçtığımın yüzüydü. Ama hiç de beklediğim olmadı. “Bana sakın bir daha abi deme.” Nasıl yani? Onca sözümün içinde ‘abi’ kelimesine mi takmıştı? İyi demezdim olur biterdi. Peki ne diyecektim? “İyi peki demeyiz. Ne diyeyim o zaman?” “Timur… Benim adım Timur. Sen de bana adımla hitap edeceksin!” “Peki Timur Bey.” “Bey yok, sadece Timur.”  16


Frezya

Alaycı bir tonla, “Emredersiniz,” dediğimde, Timur sabrının sonlarında olduğunu çok açık belirten bakışlarını bana dikti. “Sen her lafa, laf mı söyleyeceksin böyle? Anan sana hiçbir şey öğretmedi mi?” “Öğretti… Öğretti. Çöpte sesimi nasıl duyuracağımı öğretti.” “Anlamadım!” “Gerek yok, boş ver.” “Anlamadım dedim!” Bu herif de ota boka sinirleniyor diye içimden geçirip, ya sabır çektim ve kendi kendime söverek konuştum. “Çattık ya… Anam diyorum, ben daha yeni doğmuş bebekken, beni çöpe atıp gitmiş. Yok öyle biri yani. Ben bağıra bağıra sesimi duyurmuşum.” “Demek o zamandan belliymiş ne cazgır olacağın.” Yüzündeki gülümseme miydi bilmiyordum; ama öyleyse ilginç bir espri anlayışı olduğu kesindi. “Sıçiyim cazgırlığıma! Bi ağız tadıyla geberememişim.” “Bir daha küfür etmeyeceksin.” “Ulan anam mısın? Babam mısın? Sana ne be?” “Be de yok!” “Ya yürü git işine lan!” “Lan da yok!” İçinden ya sabır mı çekiyordu, bana mı öyle gelmişti? Gözlerimi devirerek tavana diktim. “Hasbinallah… Ya Allah’ım, sen bana seçmece mi yolluyon bunları? Ne günahım varsa bitmedi mi çilesi?” “Hadi gevezeliği bırak da kahvaltını et. Hepsi bitecek. Doktor bakımsız kalmış dedi.” Bir yandan konuşurken, bir yandan da tepsiyi önüme koyuyordu. Vay be, Mafyatik Timur Efendi’ye de bak. Bana tepsi taşıyordu. Lan, ben böyle her gün dövdürürdüm kendimi. Yatakta kahvaltı ha! Ben ne zaman kahvaltı ettim ki yatakta edecektim! Gece çalıştığım için gündüz hep geç saatte kalktığımdan, ekonomik olsun  17


Lemariz Müjde Albayrak

diye, az daha bekleyip öğleyle akşamı bir yiyordum. Sahneye de dolu mideyle çıkılmaz. Eh, inince de bir dilim kuru ekmek falan idare ediyorduk. Önüme konan kahvaltıya bakınca gözlerim kocaman açıldı. “Yuh, bu ne be? Bunla bizim bütün yetimhane doyar. Kim yiyecek bu kadar şeyi?” “Sen.” “Beni öldürsen bu kadarını yiyemem. Benim ömrümde mideme giren toplam yemek miktarı bu kadar değildir.” “Belli, kemiklerin sayılıyor!” “Sen kahvaltı ettin mi?” Timur gözlerini kaçırarak etrafa bakınırken konuştu: “Yok, etmedim.” “E, gel bari sen de ye bir şeyler.” “Ben yersem sana kalmaz.” “Burada bir orduyu doyuracak yemek var.” “Sen ordu görmemişsin. Bu benim bir oturuşta yediğimin yarısıdır ancak.” “Yuh! Daha neler!” “Argo konuşmayacaksın.” “İyi peki be!” “Be yok!” “Çattık…” Timur’un gözlerinden geçen muzip gülümsemeyi varla yok arası yakalarken, peynir sürdüğüm ekmek dilimlerinden birini ona doğru uzattım. Önce tereddüt etse de, daha sonra almak için elini uzattığında parmaklarımız birbirine değdi. İçimi kaplayan sıcaklığın anlamsızlığıyla kendime kızarken, başımı önüme eğerek pek çoğunu ilk defa tabağımda gördüğüm reklam kahvaltılıkları ile midemi doyurmaya çalıştım. Yüzüm öyle çok acıyordu ki, lokmalarımı çiğnemek için çenemi her kıpırdatışımda içimi kaplayan acıyla yüzüm buruşuyordu.  18


Frezya

“Çok mu acıyor?” Beni mi izliyordu bu? Evet dercesine başımı salladığımda, gözlerimi tabağımdan ayırmamıştım. Uzanan elini fark etmesem de, yüzüme dokunarak kibarca çenemi yukarı kaldırdığında; varlığını, hücrelerimin en ücra köşelerinde hissetmemem mümkün değildi. “Bir daha… Böyle… Bir şey yaşanmayacak! Ama sen, gene de beni sakın öfkelendirme! Anladın mı?” Başımı aşağı yukarı sallarken; nedenini bilmediğim bir gözyaşı damlası, sağ gözümden yuvarlanarak onun elinin üzerine süzüldü. Hepsi yumuşak yatağın suçuydu. Yumuşak yatak beni de yumuşatmıştı. Senelerdir ağlamayan ve gözyaşlarını içinin derinlerine atan ben, gözlerinin musluğunu bu defa kapayamamıştım. Nasıl bir ironiydi bu böyle! Başıma gelen onca şeyde biriktirdiğim gözyaşlarım, ilk damlanın ardından birbirini durdurulamaksızın takip ederek Timur’un elinden süzülürken, o sessizce beni izliyordu. Ağlıyordum. Neye, kime ve ne için ağladığımı bilemeden ağlıyordum. Yılların birikmişliğine, taşlaşan kalplere, nasır tutan ruhuma ağlıyordum. Bir yumuşak yatağa, bir güzel kokulu deterjana ağlıyordum. Sadece, sessizce, yılların kuraklığına su getirmişçesine ağlıyordum. Gözyaşlarım sel olurken, yumuşak yatağa içimden küfredip; yalnızlığıma, kimsesizliğime, sığınacak bir dalımın olmayışına ağlıyordum. Ben kendime ağlıyordum… ……… “Neye ağlıyorsun?” “Kendime…”

19


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.