Gelinim! Dilek TAYGUN
GELİNİM Yazar: Dilek TAYGUN Genel Yayın Yönetmeni: Önder Zeki KELEŞ Yayın Koordinatörü: Buse İLTER Editör: Süeda ÖZKAYA / Elif ÖĞÜT Basın ve Tanıtım: Serpil KIR Kapak Tasarım: Ebru AYDIN 1. Baskı: …… 2015, İstanbul ISBN: …… YAYINEVİ SERTİFİKA NO: 27010 Baskı ve Cilt: …………….. Yayımlayan: Mendirek Yayıncılık Yenimahalle Sel Sk. No: 8/2 Küçükçekmece / İstanbul Tel: (0212) 540 10 61 Web: www.mendirekyayinlari.com E-posta: mendirekyayinlari@gmail.com
TEŞEKKÜRLER Bu kitabı yazdığım süre boyunca bir an bile emeklerini eksik etmeyen sevgili Ebru Elif AYDIN’a ve Neşe YÜKSEL’e ve Nurhayat TURNA’ya, Her zaman sözleriyle beni destekleyen ve asla pes etmemem gerektiğini söyleyen şapşiğim ve canım arkadaşım Canan TÜRK’e, Hiçbir zaman desteğini esirgemeyen yayınevime, İlk yazmaya başladığım günden bu yana bıkmadan, usanmadan her kurgumu dinleyen sevgili kuzenim Semanur ELİBALLI’ya, Desteklerini daima hissettiğim canım aileme, Ve her zaman benim yanımda olan, benim mutluluğumu kendi mutlulukları gibi yaşayan sevgili okurlarıma çok teşekkür ederim…
Doğan’la evleneceksin!
Birileri bir şeyler söylüyordu. Tıpkı bir rüzgâr uğuldaması gibi kulağımı dolduruyordu sesler, ama bir türlü o seslerin arasından anlamlı bir şey oluşturamıyordum. Evet, duyuyordum fakat anlayamıyordum. Karanlıktı. Çok karanlık... Bir şeyler söylemeye çalıştım ama sesim çıkmıyordu. Aniden parlak bir ışık huzmesi gözlerimi esir aldı. Çok kısa bir an sonra, aydınlık yerini yeniden karanlığa bırakırken sesler de netleşmeye başlamıştı. Yine de hâlâ tam olarak ne denildiğini anlayamıyordum. Gözlerimi açmak için kendimi zorladım. Bu karanlık beni fazlasıyla rahatsız etmeye başlamıştı. Oldum olası karanlıktan nefret eden bir insandım ben. Güçlükle gözlerimi açmıştım ki karşımdaki duvarın beyaz rengi ve gün ışığının yansıması karşısında gözlerimi tekrar kapattım. Sanki uzun süredir gün ışığı görmüyor gibiydi gözlerim. Bir kez daha zorladım ve tekrar açtım gözlerimi. İlk olarak annemi gördüm. Yanı başımda duruyordu. Gözlerimi açmamla ellerini yüzüne kapayarak, “Şükürler olsun, Allah’ım…” diye mırıldanmaya başladı Hâlâ ne olup bittiğine dair en ufak bir fikrim yoktu, ama annemin halinden iyi şeyler olmadığını az çok anlamıştım. Üstelik yavaş yavaş bedenimi esir alan ağrı da iyi bir şeyler olmadığının kanıtı gibiydi âdeta. “Kızım…” diyerek saçlarımı okşamaya başladı. Gözleri kıpkırmızıydı ve fazlasıyla yorgun bir hali vardı. Kuruyan dudaklarımı zorlukla kıpırdatarak, “Ne oluyor?” diye sorabildim kısık bir sesle. “Kaza…” dedi annem de, hafif sitemli bir ses tonuyla. O an, olanların hepsi gözümün önünde canlandı. Arkadaşlarımlaydım, arabadaydık ve sonra… Sonra, ani bir fren sesi ve çığlıklar… Daha sonrasını hatırlamıyordum. Korkuyla irkildim. Ben bu durumda isem arkadaşlarım ne durumdaydı? Annem de aklımdan geçenleri anlamış olacak ki, “İyiler,” dedi soğuk bir sesle. Annemin soğukluğuna aldırmadım, alışmıştım bu konudaki tavırlarına. Ona göre benim arkadaş çevrem kötüydü ve beni büyük bir bataklığa doğru sürüklüyorlardı. O yüzdendir ki sesindeki soğukluğu önemsemedim. Arkadaşlarımın iyi olması şu an için bana yeterdi. Odada garip bir sessizlik vardı. Şimdi babamın beni azarlıyor olması gerekmez miydi? Çoktan benim ne kadar hayırsız bir evlat olduğum üzerine uzun bir vaaz vermesi gerekirdi. Ama babamı odada dâhi göremiyordum. Belki de bu sefer hastaneye bile gelmeyecek kadar öfkelenmişti bana. Hoş, onun bana karşı hissettiği tek şey öfkeydi zaten. İnsan evladına karşı sadece öfke besleyebilir miydi? Besliyordu işte! Benim babam, bunu başarabilen nadir babalardan olsa gerekti. Yine de sormaktan kendimi alıkoyamadım. “Babam nerede?” “Kaldıramadı.”
Duyduğum sesle beraber cam kenarında duran ve alay dolu gözlerle bana bakan adamı fark etmem bir oldu. Hayatımı mahveden adamı… Elimde olmadan gerildim. Ne demek istediğini düşünürken, söylediği kelimeyi idrak edince anneme korku dolu gözlerle baktım. Kaldıramadı da ne demekti? “Anne…” “Kızım…” diyebildi sadece. Gözleri yaşlarla çevrelenmişti. Yüreğim daha büyük bir korkuyla atmaya başladı ve “Anne!” diye feryat etmekten kendimi alıkoyamadım. Babama benim yüzümden bir şey olduysa kendimi asla affedemezdim. “Kazayı duyunca kalp krizi geçirdi,” dedi Doğan, az önceki alaycı ifadesine tezat soğuk sesiyle. Güçlükle rahat bir nefes alarak anneme bakmayı sürdürdüm. “İyi, değil mi, anne?” Annemden bir cevap beklerken yine onun sesini duydum. Alay dolu bir sesle, "Merak etme, bu sefer de öldüremedin,” dedi. Öfkeyle kasılan vücuduma inat, “Çık odadan!” diye fısıldadım. Sesim her ne kadar kısık çıksa da içerdiği öfke belli oluyordu. Doğan da bunu anlamış olacaktı ki odadan çıktı. Nefret ediyordum ondan! Hayatımı çalan bir adamdan nasıl nefret etmezdim ki? Ben daha beş yaşındayken hayatıma, aileme ortak olmuştu. Evimize geldiğinde on beş yaşındaydı. Bir yaz günüydü. İyi hatırlıyorum. Anne ve babam beni bir köşeye oturtup, onu da ortalarına alarak bundan sonra bizimle kalacağını söylemişlerdi. O zaman neden diye sorduğumda bir cevap alamamıştım. Daha sonraları annem, ailesinin bir kazada öldüğünü ve Doğan’ın bizden başka kimsesi olmadığını söyleyerek ona karşı iyi davranmamı tembihlemişti. Bana bunu tembihlerken, keşke babama da Doğan’ın değil de benim onun çocuğu olduğum gerçeğini hatırlatsaydı. Zira babam, sanki Doğan kendi çocuğuymuş gibi hep onunla ilgili ve alakalıydı. Onun için Doğan daima başarılı ve örnek insandı. Ben ise başını beladan kurtaramayan, başarısızlıkta çığır aşmış biriydim. Doğan, okumuş ve başarılı bir avukat olmuştu. Tıpkı babamın istediği gibi! Ben de, liseden sonra okumayı bırakarak serserilikte yüksek lisans yapar hale gelmiştim. Hoş, bana göre bu serserilik değildi ama babam için durum tam olarak böyleydi. Düşüncelerimi bir kenara bırakıp anneme döndüğümde ayıplayan bakışlarıyla karşılaştım. Onu umursamayarak, “O adamla ilgili hiçbir şey söylemeye kalkma!” dedim. Annem de söyleyeceklerini yuttu, fakat bana asık bir surat hediye etmeyi de unutmadı. “Babam nasıl şimdi?” “İyi. Fakat…” “Fakat?” Annem oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanmaya ve bir eliyle boynunu ovmaya başladı.
“Doktor bir krizi daha atlatamaz dedi.” Sustum. Söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Bu, düpedüz bana yapılan açık bir uyarıydı. Doğrudan ‘Bir daha başını belaya sokma, yoksa babanı kaybederiz!’ demek yerine bunu söylemeyi seçmişti annem. En azından, babama göre daha insaflı olduğu için teşekkür etmem gerekirdi ona. Babam, yine beni cezalandırmayı başarmıştı. Daha önce başıma gelen tüm kötü olaylarda beni suçlayıp, azarlayarak ve herkesin önünde -en önemlisi Doğan denilen o adamın önünde- beni rezil ederek canımı fazlasıyla yakıyordu. Bugün ise kalp krizi geçirmeyi tercih etmişti. Anlaşılan sadece canımın değil, vicdanımın da yanmasını istiyordu. Başarmıştı da. Hem canımda hem de vicdanımda tesiri yüksek acılar baş gösteriyordu ve ben bu acılara mahkûmdum. ❀❀❀ Hastaneden çıkalı tam tamına iki hafta olmuştu. Kendimi yavaş yavaş toparlamaya başlamıştım. Biraz ağrılarım oluyordu ama onların olabileceğini söylemişti doktor. Hastanenin boğuk havasından sonra, bir zamanlar cehennem gibi gelen bu ev şimdi cennetten bir köşeydi benim için. Tek sorun, bazı zebanilerin bu cenneti cehennemleştirmesiydi. Bu zebani de elbette Doğan’dan başkası değildi. Düzenli olarak babamı ziyarete geliyordu. Hem de her gün! Bugün de bu rutinini bozmayarak gelmişti. Babam benden bir hafta önce hastaneden çıkmıştı ve şu an için durumu iyiydi. İyi olmayan tek şey bana karşı tavırlarıydı. Eve geldiğimden beri benimle tek kelime konuşmamıştı. Benim konuşma çabalarımı ise cevapsız bırakmakla yetinmişti. Bu seferki cezalandırma yöntemi buydu sanırım. Bedenen iyiye gitmeme rağmen ruhen her geçen gün daha da kötüleşiyordum. Arkadaşlarımla görüşemiyordum. Kazada telefonum parçalandığı için onları arayamıyordum. Hiçbirinin numarası aklımda yoktu. Hafızam da ne yazık ki berbattı. Bilgisayarım da elimden alınmıştı. En azından bilgisayar yoluyla iletişime geçerim diyordum, ama babam hiçbir şekilde internete girmeme izin vermiyordu. Ben bu sebeplerden onlara ulaşamazken, onların neden bana ulaşamadıklarını da anlayamıyordum. Hastanede yattığım dönemde, tek başıma kaldığım bir gün odaya giren hemşireye arkadaşlarımı sormuştum. Hemşire, kazayı ufak tefek sıyrıklarla atlattıklarını, aralarında durumu en ciddi olanın ben olduğumu söylemişti. Ben bu kadar kısa sürede toparlandıysam onların normal hayatlarına çoktan dönmesi gerekirdi. Belki, onların telefonları da benim telefonumun uğradığı o hezimete maruz kalmış olabilirdi. Ama telefonla olmasa bile evimin adresini biliyorlardı. İsteseler bir şekilde bana ulaşırlardı. Gerçi annem bıraksa ben gidecektim onlara! Her birini tek tek görecektim. Ne yazık ki değil dışarı çıkmak, odadan odaya geçince bile nereye gidiyorsun diye peşime takılıyordu annem. Bir yandan anneme kızarken bir yandan da anlıyordum onu. Korkuyordu! Farkındaydım. Şu son iki-üç haftada annemin ömründen ömür gitmişti ve hâlâ da
çilesi bitmemişti. Benimle babam arasında kalmıştı resmen. Bu yüzden de karşı çıkamıyordum ona. Yeterince dert açmıştım başına, daha fazlasına gerek yoktu. Bir süre daha bekleyebilirdim, ondan sonra kendi hayatıma devam edecektim. “Funda…” diyen annemin sesiyle düşüncelerimi bir kenara bırakıp ona doğru döndüm. “Baban seni odasına çağırıyor.” Bir an doğru duyup duymadığımdan emin olmaya çalıştım. İki haftadır benimle konuşmayan babam şimdi beni odasına mı çağırıyordu? Hem de Doğan o odadayken! Bu hiç iyi değildi. Yine onun yanında kim bilir ne hakaretler edecekti bana. İçimin burkulmasına engel olamadım. “Funda, hadi kızım.” Kendimi sakin tutmaya çalışarak oturduğum yerden kalktım ve salondan çıkıp hemen yanındaki odanın kapısını çaldım. Babam emekli bir memurdu. Hayatımız boyunca her zaman aza kanaat etmemiz üzerine konuşurdu ve buna göre de yaşardık. Hoş, yaşamak da zorundaydık. Bir memur maaşı ancak buna yetiyordu çünkü. Biriktirdiği birazcık para ve emekli ikramiyesi ile bu üç odalı apartman dairesini zar zor alabilmişti babam. Gerçi bu daire anneme ve ona fazlasıyla yetiyordu. İçeriden babamın, ‘Gir!’ diyen gür sesiyle derin bir nefes alarak kapıyı açtım. Camın kenarındaki koltuklarda Doğan ile karşılıklı oturmuşlardı. İçeri girmemle ikisi de bakışlarını bana yönlendirdi. Babam hâlâ soğuk ve umursamaz bir ifadeyle bakarken, Doğan da her zamanki gibi öfkeyle kasılan sert çehresini resmediyordu karşımda. Bu durum bana, birazdan hiç hoş olmayan şeyler duyacağımı gösteriyordu. Kendimi bu duruma hazırlamak istercesine ellerimi iki yanda sıkıca yumruk yaptım. Nasıl dayaktan korkan çocuk elleriyle yüzünü kapatıp kendini korumaya çalışıyorsa, ben de babamın sözlerinden bu şekilde ruhumu korumaya çalışıyordum. Elimden başka bir şey gelmiyordu. Ancak bu kadardı yapabildiğim. Düşüncelere dalmış ellerimi sıkmaya devam ederken odayı, Doğan’ın küçümseme dolu sesi doldurdu. “Gayet iyi görünüyorsun!” Kasılan bedenime ve öfkeyle hızlanan nefesime aldırmadan, “Üzgünüm…” diye fısıldadım. Sonra da en az onunki kadar alay dolu bir sesle, “Ölmem için biraz daha bekleyeceksin gibi görünüyor!” dedim. “Funda!” diyen uyarıcı, sert sesini duyunca babama doğru döndüm. Ona bakmamla gözlerinde gördüğüm ayaz ruhuma işlemişti adeta. Bir insan nasıl canından bir parçaya böylesine soğuk ve duygusuz bakabilirdi ki? Anlayamıyordum. Hiçbir zaman da anlamayacaktım. Gözyaşlarım isyanıma inat akmak için debelenirken yumruklarımı daha da sıktım. Babam, ne ruhumun üşümesiyle ilgileniyordu ne de içinde bulunduğum durumla. Her zamanki gibi, sadece Doğan ve o vardı. Yine duygusuz bir sesle konuşmasını beklerken duyduğum kederli sesiyle şaşkınlığa uğradım.
“Beni hep hayal kırıklığına uğrattın. Doğduğunda senden ne kadar da umutluydum…” diye fısıldadı. Gözleri bana bakıyordu ama gördüğü ben değildim sanki. Geçmişe gitmiş gibi bir hali vardı. Hatta hafif kırışmış sert çehresinde silik bir gülümseme bile belirmişti. Babamı ilk kez böyle görüyordum. “Şimdiyse umutlarımı her geçen gün boşa çıkarışını izliyorum.” Bu kelime suratıma bir tokat gibi çarparken akıtmamak için zorladığım gözyaşlarım artık gözlerimi yakmaya başlamıştı. Canım yanıyordu! Bunları duymak, canımı yakıyordu. Evet, babamın böyle düşündüğünü çok daha önce fark etmiştim zaten, ama bana karşı hiçbir zaman böylesine açık konuşmamıştı. Dahası, bu konuşma bu adamın önünde olmak zorunda mıydı? “Şimdi…” diyerek düşünceli bir sesle devam etti. “Hayatında bir kez olsun beni dinleyecek ve dediğimi yapacaksın. Aksi takdirde—” Duraksadı ve hafifçe yutkundu. Bu yarım kalan cümlenin sonu hiç hoş bitmeyeceğe benziyordu. Yine de dirayetli durmaya çalışarak, “Aksi takdirde ne?” diye sorabildim. “Seni evlatlıktan ret ederim!” Biraz önce söyledikleri suratıma bir tokat gibi inerken, bu sözleriyse iliklerimdeki tüm kanı dondurmuştu. Bir çırpıda, tek bir duygu kırıntısı beslemeden söylemişti işte. Sanki sırtında tonlarca yük varmış ve o yükten tek seferde kurtulup, rahatlamış bir ifade bile oluşmuştu yüzünde. O yükü benim omuzlarıma yıkıp, taşıyıp taşıyamayacağımı umursamadan tabi. Öz babam… Canım dediğim adam, beni yok saymakla tehdit ediyordu. Şu an yapmak istediğim tek şey, delicesine gülmek ve bu iğrenç şakayı sonlandırmasını söylemekti. Ama ne yazık ki babam hiçbir zaman şaka yapmazdı. En azından bana hiç yapmamıştı. Birkaç dakikadır gözlerimi acıtan gözyaşlarından biri serbest kalıp yüzümden süzülürken, “Ne istiyorsun?” diye fısıldadım. Duyacaklarıma hazır olup olmadığımı bilmiyordum, ama bir an önce babamın fermanını bildirmesini ve odama çekilmeyi istiyordum. Burada, babamın ve onun önünde daha fazla rezil olmadan kendi küçük dünyama geri dönmek istiyordum. “Doğan’la evleneceksin.” Duyduğum cümleyle bütün kontrolümü kaybettim ve kahkahalarla gülmeye başladım. Şaka yapıyor olmalıydı! Belki de, hayatının ilk şakasını yapıyordu babam. Ya da ben yanlış duymuştum. Olamaz mıydı yani? Elimde olmadan gözlerim Doğan’a kaydı ve onun bakışlarıyla karşılaşınca, tüm gülümsemem silindi. Bütün bunlar bir şaka ya da yanlış anlaşılma değildi. O gözlerde gördüğüm hoşnutsuzluk babamın söylediklerini doğruluyordu. İrkilmeme engel olamayarak tekrar babama döndüm. “Baba, böyle bir şey olamaz!”
Olamazdı! Doğan ve ben… Bu imkânsızdı. O gündüz gibi, her zaman aydınlıkken, ben gece gibi karanlıktım. Aynı anda hem gece hem gündüz olamazdı. Üstelik birbirimizden nasıl nefret ettiğimizi de babam çok iyi biliyordu. Bunu bile bile nasıl böyle bir mutsuzluğa adım atmamızı isterdi ki? Daha da önemlisi Doğan nasıl böyle bir şeyi kabul etmişti? Her şeyden haberdar olduğu belliydi. Şaşırmamıştı. Şaşırmadığı gibi oturduğu yerde sakinliğini koruyarak bana bakmaya devam ediyordu. “Olacak, Funda! Seçim senin.” “Baba...” diye fısıldadım ağlamaklı bir sesle. Tıpkı efendisinden merhamet bekleyen bir köle gibi ben de babamdan merhamet bekliyordum. Vereceği kararın ne kadar yanlış olduğunu anlayıp vazgeçmesini istiyordum! “Kararını ver… Hemen, şimdi!” Babamın sesi her geçen saniye daha da hoyratlaşırken benim de nefes almam bir o kadar zorlaşıyordu. Sanki birisi boğazıma yapışmış nefes almamı engelliyor gibiydi. Daralmaya başlamıştım. Üstelik de az önceki gözyaşının peşinden birkaç gözyaşı daha işgal etmişti yüzümü. Böyle olmazdı. Bu kadar kolay pes edemezdim. İllaki bir çözümü, bir yolu olmalıydı bu işin. Zaman kazanmak adına hafifçe yutkundum. Aklıma gelen ilk şeyi söylemek belki de en doğrusu olacaktı. Bu yüzden olabildiğince inandırıcı bir ses tonuyla, “Biz Doğan’la kardeş gibiyiz, baba. O benim ağabeyim gibi…” dedim. Babamın ifadesiz yüzünde kısa bir an şaşkınlık oluşsa da kendini hemen toparladı. “Funda, bu bir bahane—” demeye başlamıştı ki, öfkeyle sözünü kestim. “Bahane değil, gerçek! Biz aynı evde büyüdük, baba.” “Evet, aynı evde büyüdünüz ama bu sizin kardeş olduğunuz anlamına gelmiyor.” “Kardeş olduğumuz anlamına gelmeyebilir ama ben sonuç olarak onun kız kardeşi konumundayım.” Babam huzursuzca yerinde kıpırdandı. Söylediklerim onu köşeye sıkıştırmış gibiydi. Bu durum kendimi biraz daha iyi hissetmeme neden oldu. “Doğan’ı hiçbir zaman ağabeyin olarak görmediğini hepimiz gayet iyi biliyoruz. O da seni hiçbir zaman kardeşi gibi görmemiş zaten.” Görmemiş mi? Bu durum karşısında onun fikri alınmıştı yani? Haberi olduğunu az çok anlamıştım ama fikrinin alınmış olacağı… Bu çok kötü hissetmeme neden oldu. Benim için onunla evlenmek bir mecburiyetken, onun için seçime bağlıydı. Yine de bu düşüncemden emin olmak istedim. “Ona benimle evlenip evlenmeyeceğini mi sordun, baba?” Sesimde gizleyemediğim öfkeli bir ton vardı. Babam ise bu durumu fark etmemiş gibi rahat bir ifadeyle, “Evet,” dedi. Yüzümde oluşan alaycı gülümsemeye engel olamadım. Gözlerimi zorlamaya devam eden gözyaşlarımı umursamamaya çalışarak açık bir sitemle, “Keşke bana da sormayı düşünseydin, baba!” dedim. Babam, cevap olarak
kayıtsız kalmayı tercih etse de birkaç saniye sonra dayanamayarak kalbimi yerle bir eden o sözleri söyledi. “Sonuçta o senin başına bela olmayacak, Funda! Sen onun başına bela olacaksın ve bu durumu kabul edip etmeyeceğini sormak gerekir diye düşündük.” Düşündük? Ne yani, bu iğrenç planda annem de mi vardı? Fark ettiğim bu gerçekle bedenim titremeye başladı. Bir yerlere tutunma ihtiyacı hissediyordum ama tutunacak hiçbir dalım yoktu. Annem dâhi beni sırtımdan vurmuştu. “Abartılacak bir durum yok, Funda. Yirmi yaşındasın ve şu yaşına kadar ne karar aldıysan sustum, bir şey söylemedim. Ama görüyorsun ki kararların fazlasıyla yanlış! Sen iyi bir eğitim al diye elimden geleni yaptım, ama ne oldu? Liseden sonra tüm öğrenim hayatını bitirdin. Ve ben yine sustum. Ben sustukça da sen sınırları aştın. Ben artık…” dedi babam ve açık bir öfkeyle devam etti. “Her telefon çalışında yüreğimin korkuyla çarpmasını istemiyorum! Her telefonda ‘Acaba Funda’ya mı bir şey oldu!’ diye sormak istemiyorum. Bu yüzden annenin ve benim senden istediğimiz Doğan ile evlenmen!” Ağzımdan kaçan hıçkırığa engel olamamıştım. Her geçen saniye savunma kalelerimden biri daha yıkılıyordu. Yavaş yavaş sona geldiğimi fark ediyordum, ama yine de pes etmek istemiyordum. Belki bir çıkış yolu bulurum diye kendimi kandırmaya çalışıyordum fakat bir çıkış yolum olmadığını da gayet iyi biliyordum. Nasıl bir girdaba düşmüştüm ben böyle? Her yandan sarılmıştım adeta. “Necati…” Annemin ağlamaklı ve çaresiz sesi kulaklarımı doldurmuştu. Babam ise annemin bu sessiz feryadını umursamayarak, “Cevap ver, Funda… Ne karar verdin?” diye sordu. “Eğer onunla…” dedim gerisini bir türlü getiremiyordum. Çocukluğumu, ailemi çalan, nefret ettiğim bir adamla evlenmek… Midemin bulunmaya başladığını hissettim. Sanki midemde olan ne varsa ağzıma gelmeye başlamıştı. Derin bir nefes alarak bu tatsız mide bulantısını yatıştırmaya çalıştım. “Onunla evlenirsem mutlu olacak mısınız?” Aslında sormak istediğim bu değildi. Asıl sormak istediğim soruyu sormaya gururum el vermemişti çünkü. Sormayı istediğim asıl soru; Doğan’la evlenirsem beni eskisi gibi, gerçekten sevip sevmeyecekleriydi, fakat soramadım. “Evet,” diyen babamın sesiyle düşüncelerimi bir kenara bıraktım. Tek istediğinin bu olduğu aşikârdı. “Necati, kızın hali…”diye araya girmeye çalışmıştı annem. Ama babam uyarır bir ifadeyle, “Karışma sen, Nihal!” diyerek susturdu annemi. Ruhum daralıyordu. Bakışlarımı bir an bile olsa babamdan ayıramıyordum. Bedenimdeki titreme de geçmişti. Gözyaşlarımsa artık akmıyordu. Sanki hissizleşmiş gibiydim. Sonra onun sesini duydum.
“Necati Amca, izin verirsen Funda ile yalnız konuşmak istiyorum.” Doğan’ın sesiyle az önceki hissizliğim yerini yeni bir titreme ve öfke nöbetine bırakmıştı. Ben, bu adamla değil konuşmak aynı ortamda bile bulunmaya dayanamıyordum. Babam ise kararsız kalmış gibi bir süre boş gözlerle bana baktı. Ona gözlerimle adeta yalvarıyordum izin vermemesi için, ama o her zamanki gibi Doğan’a öncelik vermişti. Kuru bir sesle, “Tamam,” dediğini duydum ve o an, öylece babama bakakaldım. Sadece çok kısa bir an içimdeki acıyı, üzüntüyü, nefreti ve çaresizliği anlamasını umarak öylece baktım. “Funda…” diyen annemin sesiyle zorlukla bakışlarımı ondan çekerek, en az benim kadar perişan duran anneme döndüm. “İstersen üzerini değiştir, kızım.” Farkında olmadan gözlerim üzerime kaydı. İnce askılı bir badi ve eşofman altı vardı üstümde. Bu halime rağmen üzerimi falan değiştirmek istemiyordum. Tek istediğim, bu konuşulanların hepsinin koca bir kâbus olmasıydı ve benim bir an önce uyanmamdı. “Gerek yok, Nihal Teyze. Üzerine bir hırka alsa yeter.” Elimde olmadan gülümsedim. Daha şimdiden benim adıma kararlar da vermeye başlamıştı. Kendimi toparlamaya çalışarak çıktım oradan ve odama girdim. Dolabımın kapısını açarak, elime ilk gelen siyah hırkayı alıp giydim. Gözümün aynaya kaymasıyla yüzümün ne kadar berbat göründüğünü fark etmem bir oldu. Soluk bir yüz, ağlamaktan şişmiş gözler ve kıpkırmızı bir burun… Gerçekten de harikaydı. Kıvırcık olan saçlarımsa, yine her zamanki gibi omuzlarımda dağılmıştı. Onları toplasam daha düzgün olurlardı ama kazadan sonra saçlarımı topuz yaptığımda canım acıyordu. Gerçi düzgün durmak gibi bir amacım da yoktu zaten. Sonuçta insan cenazesi öncesinde saçlarını önemsemezdi, değil mi? Hafif aralık olan kapı tamamen açıldı ve annem ağlamaklı gözleriyle içeri girdi. Kötü görünüyordu. “Aşağıya indi. Arabada seni bekliyor.” Hiçbir şey söylemeden odadan çıktım. Her adımımda kalbimin ne kadar sıkıştığını yok saymaya çalıştım. Boğazımda hissettiğim hayali elleri ise yok saymak o kadar kolay olmamıştı. Hayali olduğu halde böylesine gerçekçi etki vermesi de fazlasıyla ironikti. Nefesimi kesiyordu o hayali eller. Belki de nefesimi kesen asıl şey o adamla yalnız kalacak olmanın verdiği öfke ve korkuydu. Apartmanın dışına çıktığımda onu siyah, lüks arabasının içinde gördüm. Esen rüzgâra inat olabildiğince yavaş yürüyordum ama ecel saatimi geciktirmeye çalışmak kadar boş bir çabaydı benimkisi. Nihayetinde, nasıl ecel saati bir saniye bile şaşmazsa Doğan’la olacak sonum da şaşmayacak gibiydi. Ön kapıyı açarak sıcak arabanın içine girdim. Araba her ne kadar soğuktan kasılan bedenime iyi gelse de ruhumda adeta kış ayazını estiriyordu.