metruk fanzin
sokak lambalarının ruhuna... -26 ağustos 2018-
#1
ücretsizdir
-2-
merhabalar, yer yer faydasız, yer yer anlamsız, bazen işe yarayan, bazen derin manalar barındıran yazıların ve şiirlerin yer bulacağı; sadece beyindekileri kağıda dökme arzusunun meydana getirdiği bir patlamayla ortaya çıkan metruk fanzin birdenbire sorgusuz ve gereksiz bir şekilde doğmuştur. doğduğu gün basılmıştır ve söyleyeceklerimi duyurma yahut dosyalama gibi isteklerim kaybolmadığı sürece tarafımdan zaman zaman basılmaya devam edecektir. her türlü resmiyetten, zorunluluktan, beklentiden, kargaşadan ve durgunluktan uzaktır. hiçbir iddiası olmadığını söyler ve söylemekten gurur falan duymaz. kemikleşmiş popüler meselelerden uzakta durmak için çaba harcamasa da istemsizce popülaritenin karşısında yer alacaktır. bu emek, fanzin ruhunun özgür atmosferinde sonu gelmeyen bir koşudur. uçurtmaların bulutlarla dostluğudur ve elbet metruk bir hanedir değeri bilinmeyecek olan, değerinin ne olduğunu kendi de bilmeyen. hüzünle kasvetin, neşeyle kabusun bir araya gelmesiyle ortaya nasıl bir kavram çıkacaksa metruk fanzin işte tam olarak odur. son olarak bu fanzinde yer alacak “metruk notlar” birbirinden bağımsız olduğu için, bağımlıysa da bağı kuvvetli olmadığı için önceki metruk notu okumadan sonraki notu okumak sıkıntı yaratmayacaktır. fakat yine de merak eden varsa belirteyim, metruk notlarımın ilki merdümgiriz fanzin altıncı sayısında bulunmakta. umursayana iyi okumalar, görüşmek üzere... oğuzhan
-3-
metruk notlar -2sırtımın ağrısıyla uyandım kaldırımsı yatağımda. geceden kalma şarkı listesi bilgisayarda çalmaya devam ediyordu. bergen “elimde duran fotoğrafın”ı söylüyordu. sigaralar küllükten taşmıştı ve masanın kenarı bir izmaritten yanmış sanıyorum, kapkaraydı. yatağımın neden bu kadar sert olduğunu düşünmek için biraz kendimi zorladım. yatak konusunda başka bir alternatif bulabilir miyim diye düşündüm fakat bir sonuca ulaşamadım. çoğu zaman düşünmek işleri daha da boka sardırıyordu zaten. hemen yerimden kalktım. günün ilk sigarasını yakabilmek için zor bela edilen o kahvaltıyı hazırladım. peynir yapıştırıcı gibi kokmaya başlamış, yumurta bitmiş, zeytin zaten hiç olmamıştı... ekmek almaya gitmem gerekiyordu fakat açken hareket etmek bana zulüm geldiği için sofrada ne varsa ekmeksiz yedim. sonra ilk sigaramı yaktım evin tek odasına bitişik boktan mutfağımda. sigarayla bilgisayarın başına oturdum. bülent gökçe açtım. sesi sona vurdum. uzandım yatağıma. küllüğü masada unuttuğumu fark etsem de umursamadım. yatak ile duvar arasındaki boşluğa salladım durdum sigaramın külünü. duman altı odamda beynimden bin bir kaygı dolu âti kabusu geçiyordu. sağlıksızdım. hayatım garipti. aktiftim birçok konuda fakat hep bir şeylerde eksik kaldığımı seziyordum. hayat işleri, şiir meseleleri, okumalarım istediğim gibi ilerliyordu oysa... bu hayatın kahpe yanıdır işte... bir şeyin eksik olduğu hissi ve o şeyin ne olduğunun bilinmezliği... yine de sanıyordum ki sandosrina idi sorun. üç senedir dostça davrandığım kız. dostum dediğim insan. çok seviyordum kendisini. hatta bu basit kalır, tanımlayamadığım tuhaf hislerle doluydum.
-4lakin bana gayet düz davrandığından onun beni çok da mühimsemediğini sezinliyordum. halbuki ilk muhabbeti o kurmuştu benimle seneler önce. demek ki ilk konuşanın kim olduğunun bir ehemmiyeti yokmuş. sigaram bitmişti. komodindeki pakete uzandım. paket boşalmıştı. “hahha ne güzel, ne güzel!” diye bağırdım sinirle. yatağın altına baktım belki acil durum sigarası koymuşumdur diye. sigara bulamadım ama plüton diye bir dergi buldum. evde okunmamış dergi bulmak zordu doğrusu, sevinmedim desem yalan olur. termosa sıcak su doldurdum ve minderim ile bardağımı çantaya attım, dergiyi de. üstümü değiştirip dışarıya çıkacak, sigara ve kahve aldıktan sonra sevdiğim sokaktaki bomboş ve betondan belediye terasında bir kenara çöküp kahvemi içecek, sigaramı yakacak, şarkımı dinleyecek, dergiyi ve kitabımı okuyacaktım. pantolonu geçirdim altıma, gömleğimi giydim, tüm düğmeleri her giydiğimde iliklememek için ilk iki düğmeyi açıp kafamdan geçirerek çıkarıyordum gömlekleri, oldukça pratik, zaman kazandırıyor. ceketimi giyerken sırtımın ağrısı nüksetti yine. yapmayacağımı bilerek şöyle geçirdim içimden “yok yok bu ağrıya fazla dayanılmaz, en yakın zamanda hastaneye gideyim”. dışarıya çıkarken bir de defterimle kalemimi attım cebime. küllüğü de boşaltmam gerekiyordu aslında, bulaşık yıkamam falan lazımdı ama bunlar gece yapılacak işlerdi, gündüz bunlarla heba edilmemeliydi, hayat çok mühimmişçesine böyle düşünüyordum bazen. uzun zaman sonra boşa çıkmıştım birkaç gün, daha doğrusu kendimi boşa çıkarmıştım, şu anda bulaşık yıkayacak zaman değildi.
-5sokaklarda john sebastian bach’ın air’ını dinleyerek dolaştım. hüznü iliklerinizde hissetmek için birebir bu parça... tabii bülent gökçe’nin de ayrı bir atmosfer oluşturduğunu belirtmek gerekir. biz yılmaz erdoğan’ın dediği gibi bülent ersoy ile neşet ertaş’ı aynı anda sevebilenlerden olmalıydık zaten. fakat biz diyerek birleştirmeye çalıştığım hiçbir birey bu fikirlerimi iplemedi. çünkü ne önemli bir yerdeydim, ne kilit bir insandım ne de statüm iş yapardı... herkes, görünmez sınıfındaki insanların en mükemmeli kendiymişçesine hiyerarşik düzende üstlerinden başkasını önemsemeden yaşamına devam etti. oysa en mükemmel belki de bendim. terasa ilerledim çok sevdiğim söğüt ağaçlarının altından ve iğde kokuları arasından. teras belediyenindi fakat terasın bulunduğu iki katlı binanın içindeki kuaförün sahibi kadın bu kez beni içeri almadı. yukarıda alkol alıyorlarmış cam kırıyorlarmış falan, buna benzer şeyler anlattı. bunlarla bir ilgim olmadığı gibi defalarca terası daldan ve yapraktan yaptığım süpürge ile temizlemiş biri olarak ben de izin isteyecek değildim. inadına terasa çıkmak istedim konuşmadan. laf anlatılacak bir kadın değildi. polisi ararım dedi ben ilerleyince. ben de yine bir şey demeden binadan çıktım ve oradan toz oldum. kadına sövüyordum içimden, bazı insanlar buldukları sessiz ve denetimsiz olan her yerde içerlerdi. bunu engellemek istiyorsa polisi onlar oradayken aramalıydı, biraz sinirlendim ama çok da üzerinde durmadım, ne de olsa 7 gibi dükkanı kapatıyordu, bundan sonra geceleri takılırım orada diye düşündüm. şimdi ise yine kaldırımın birine çökecektik. şu aralar hayatımda hiçbir eylemde bulunmadığımdan talihsizliğim en fazla bu alandaydı... kaldırım serçesi olacak kadar da küçük değildim. ama hayat beni bu kaldırım denen tılsımlı betona yakıştırıyordu bir şekilde.
-6oradan çıktığım da iyi olmuş, zaten sigara ve kahve almayı unutmuştum. bunu fark ettim. en yakın markete gittim -en yakın market yakın değildi-. sigaramı kahvemi alıp çantama attıktan sonra arada takıldığım sakin, huzurlu, yapayalnız sokağıma yürüdüm. kaldırıma oturdum ve sigaramı yaktım, kahvemi bardağıma döktüm, suyu kattım. gün batana dek kitabımı okudum, dergiyi de biraz inceledim, fena sayılmazdı. tek bir insan dahi geçmedi sokaktan, araba geçti bir tane yabancı bir plakası vardı. bu sokaktaki evler metruktu ve insanların da arabaların da tercih edeceği kadar işe yarar bir sokak değildi burası. kaldırımda mutluydum. gün batarken yaktığım sigaramda sandosrina’yı düşündüm. ve hayatımın bu noktasındaki gayelerimi... ne istiyordum, bunu düşündüm. ve daha sonra neden bir şey istemek zorunda hissettiğimi... gün bitiyordu ve eve gitmek istemiyordum. sokaktaki metruk evlerden birinin korku filmlerindekini andıran avlusunda çay bahçesi salıncaklarından vardı. örümceklere selam edip yanlarına yattım bu sallanan oturma yerinde. kahve uykuyu falan açmıyor, yalan dolan...
-7direkt uyuyakalmışım. bir tinerci gün doğumunda beni uyandırana dek de bebekler gibi uyumuşum. tinerci ne dediği belirsiz bir şekilde bana göğün kızıllığını gösteriyor ve elini yumruk yapıp baş parmağını ağzına götürüp getirerek yanımda içkimin olup olmadığını soruyordu ya da belki para istiyordu içmek için. gözlerimi ovdum ellerimle. sonra tinerciye sigara ve bardak uzattım. kahve döktüm bardağına ve ılımış sudan doldurdum. müteşekkirdi, yanıma oturdu. sallanan koltukta birlikte gün doğumu sigaramızı yakmıştık. önümüzdeki ağaçlara ve gökyüzüne bakıyorduk. ağaçların ve gökyüzünün büyüsünü duyumsayan ne kadar az insan olduğunu düşünüyordum. onun ise bunu düşündüğünü sanmıyorum. ya beni soymak istiyordu ya da karnını doyurması ve tiner istifi için para istemeye hazırlanıyordu. her ne düşlüyorsa düşlesin onunla bir bağımız vardı artık. bazen yanına uğrayacağımı söyledim ona ve kalktım yerimden. izmariti ayağımla ezip cebimdeki tek bütün para olan yirmiliği verdim tinerci dostuma. dişsiz ağzıyla gülümsedi, elini göğsüne vurarak teşekkürünü sundu. ve bir daha ne o metruk evin önünden geçtim ne de dostumun yanına uğradım. tüm bu hayat ve bu sokaklar yalanların kumarhanesiydi.
oğuzhan kayacan