Milliyet Sanat Ağustos 2012

Page 1

K.K.T.C Fiyatı: 8 TL

128 sayfa

Yoko Ono’yu anlamak Vapurdan kitap kareleri Yazarlar kütüphanelerini kime bırakacak?? Dead Can Dance ile dansa devam

7 TL AĞUSTOS 2012

Metin Akpınar ile sanat ve hayat bilgisi Cronenberg’ün gözünden finansal kıyamet Marina mimarisi

Anadolu’nun üç sopranosu

SAYI: 2012 / 08/ 126301 / 641 / 7 TL ISSN 1300-4425

Nick Cave yazıyor John Hillcoat yönetiyor

Aksiyona İngiliz kanı

KATE BECKINSALE Van’da tiyatro, Kapadokya’da müzik, Bodrum’da bale, Sinop’ta bienal...


■ ■ ■ ■ ■

AYDA B R

Ffiliz.aygunduz@milliyet.com.tr İLİZ AYGÜNDÜZ

AĞUSTOS 2012 Sayı 641 / 126301

Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. ADINA SMA L ERALP Genel Yayın Yönetmeni TAYFUN DEVEC O LU

Yayın Yönetmeni F L Z AYGÜNDÜZ Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi AL NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik ASU MARO Plastik sanatlar ve edebiyat YASEM N BAY Sinema N L KURAL Yazı işleri GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen AYLA DÜNDAR Teknik Uygulama AT LLA EN

Reklam Grup Başkanı SAVA YILMAZER Reklam Direktörü CENG Z EKEN Reklam Müdürü DORUK DA DELEN Reklam Rezervasyon Direktörü GÜVEN ÖNEML Sıra 854 / 7 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 8 TL Yurt içi abonelik bedeli 72 TL Ayda bir yayımlanır. ISSN 1300-4425 YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Doğan Ofset Yayıncılık ve Matbaacılık A.Ş. Hoşdere Yolu Doğan Medya Tesisleri C Blok Esenyurt-İstanbul Tel: (0212) 622 19 00 Yayın Türü: Yerel süreli

“Siz yaptıklarınızsınız...” HER yerde, herkes sıcakları konuşuyor. Evde, sokakta, işte... Çok fazla uzatılacak bir konu değil ama kendini o kadar çok hatırlatıyor ki, dönüp dönüp aynı muhabbetin içinde buluyoruz kendimizi. Durumunuz bizden farklı olmamalı. Eğer size yetecek kadar rüzgarınız, belki klimanız, vantilatörünüz, serin bir kıyınız, köşeniz varsa ve tabii kendinize ayıracak ‘kaliteli’ tabir edilen zamanınız, biz onun bir bölümüne talibiz bu ay da... Okuyarak, okuduklarının üstünde düşünerek, gülümseyerek, eğlenerek, dikkat kesilerek geçireceğiniz uzunca bir zamana. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamayacağınız bir zamana. Tıpkı dergiyi hazırlarken bizim onun akıp gidişindeki hıza yıllardır akıl sır erdiremememiz gibi. Bu ay da toplantıyla baskı arasında uçup gitti günler. Kapak kızımızın Kate Beckinsale olacağını karara bağladıktan sonra, siparişi yazılarının lezzetinden sual olunmaz sinema eleştirmenimiz Sevin Okyay’a verdik. Yine yüzlerce fotoğraf taradık. Ve en ‘serin’, en ‘Kate Beckinsale’ olanını seçtik. Yazı da fotoğraftan aşağı kalmadı. Bir Sevin Okyay klasiği daha düştü e-postamıza; okuyunca göreceksiniz. Kate Beckinsale’ı sevgili eşi Len Wiseman’ın çektiği, Philip K. Dick’in “We Can Remember It For You Wholesale” adlı öyküsünden uyarlanan “Total Recall”un tekrar yapımında izleyeceğiz bu ay. Paul Verhoeven’ın yönettiği Arnold Schwarzenegger’li, Sharon Stone’lu 1990 yapımı “Total Recall”u hatırlarsınız. Schwarzenegger’in canlandırdığı Quaid, beynine kodlanmış hayatta, Stone’un rolünü üstlendiği Lori’nin iri pazulu kocasıydı. İnşaat işçisi olan Quaid rüyalarında düzenli olarak Mars’a gittiğini görüyordu. Yıl da zaten 2084’tü. Lori’nin Satürn ısrarına rağmen, insanları sanal olarak tatile gönderen bir şirketten Mars tatili satın alıyor,

ardından başına gelmedik kalmıyordu. Yaşadığı hayalkırıklıkları, öldürdüğü sayısız insan, geçirdiği onlarca tehlikeyle bu kült filmde ironik bir heyecanı sürekli canlı tutuyordu. Schwarzenegger’in yerini, yeniden yapımda Colin Farrell alıyor. Lori’yi ise Kate Beckinsale oynuyor. Farrell’dan da ilk filmdeki Cüneyt Arkınvari aksiyon sahneleri gelir mi, yoksa Wiseman başka türlü bir ‘aksiyon planı’ mı yapmıştır bilmiyoruz. IMDB’de film için hazırlanan fragmana baktığınızda Schwarzenegger’inkine göre çok daha nahif bir Quaid portresi çiziyor Farrell. Ama belli de olmaz. Öte yandan ilk çevrimdeki Lori karakteri, bu yapımda genişletilmiş ve geliştirilmiş. Toplamında, bu sıcak havalarda hepimizi serinletecek heyecan dolu bir film izleyecekmişiz gibi görünüyor. Bu arada filmde Kuato adlı mutantın söylediği unutulmaz bir replik vardı: “Siz yaptıklarınızsınız. İnsanoğlu yaptıklarıyla tanımlanır, hatıralarıyla değil...” Hepimiz öyle değil miyiz? Bizi en iyi tanımlayan yaptıklarımız değil mi? Hatıraların bu tanımlama işlevindeki rolünü Kuato kadar reddetmek zor ama yaptıklarımızın bizi biz yaptığı konusunda hem fikir olmak işten değil. Asu Maro’nun bu ay Metin Akpınar’la yaptığı ayın söyleşisi misal... Yaptığı nefis söyleşi nasıl Asu’yu tanımlıyorsa, Akpınar’ın bugüne dek yaptıkları da onun alameti farikası. Devekuşu Kabare’den son olarak Fox TV’de oynadığı diziye kadar... Bu söyleşiyi okurken ‘sanatçı nasıl olur?’ sorusu bir kez daha yanıt buluyor. Dev bir ustadan, kapakta da yazdığımız gibi, sanat ve hayat bilgisi nasıl öğrenilir fark ediyor insan. Kuato çok haklı. İnsanoğlunu en iyi yaptıkları tanımlıyor. Nasıl yaptığı yaptıklarına dahil elbet. Bu ay da dolu dolu bir Milliyet Sanat yapmaya çalıştık. Yaptığımız, bizi de anlatıyor. Severek okumanız dileğiyle... Güzel bir ay... Serinlik... Ve iyi bayramlar... ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

1


■ ■ ■ ■ ■

Ç NDEK LER

Kate Beckinsale, “Gerçe e Ça rı”da ba rol oyuncusu Colin Farrell ile birlikte.

12 Dünya sinemasının ustalarından Davıd Cronenberg bu ay beyazperdede amerikan kapitalizmini ezecek.

74

6 Kate Beckınsale 3 yıl aradan sonra arka arkaya çektiği filmlerle beyazperdeye döndü.

KAPAK 6 Hollywoodlu ngiliz’in geri dönü ü Kate Beckinsale üç yıl aradan sonra önce “Underworld” ve “Contraband” ile arz-ı endam etti. Bu ay ise “Gerçeğe Çağrı” ile vizyonda.

S NEMA

Kapak: Kate Beckinsale Fotoğraf: Armando Gallo / Retna Ltd.

2

Milliyet Sanat A ustos 2012

12 Ne yaptıysa merak ettik Bu ay yeni filmi “Cosmopolis” ile karşımıza çıkan David Cronenberg’ün 40 yıla uzanan ‘çarpıcı’ kariyeri... 16 Erkekler masaya yatırıldı Reis Çelik ile yeni filmi “Lal Gece” ve erkek halleri üzerine... 18 Dramdan romantik komediye “Duvara Karşı”nın sinemaya kazandırdığı Sibel Kekilli “What A Man” adlı romantik komediyle sinema salonlarında. 21 Poster çocuk imajını yırttı “360”ta izleyeceğimiz Jude Law ve ‘başarılı’ kariyeri... 24 Kadın sorunlarına duyarlı yönetmen “Gökyüzünde Bir Ayna”da idealist bir öğretmeni anlatan Iciar Bollain hakkında her şey... 27 Sahilde bulu alım

Nil Karaibrahimgil çırılçıplak!

Sahilin sinemadaki unutulmaz yansımaları... 30 iddet do uran ortaklık “Kanunsuz” sinemalarda: Senarist Nick Cave, yönetmen John Hillcoat. 32 Yeni usül kahraman Jason Bourne serisinin yeni filmi “Bourne’un Mirası” vizyonda. 34 Kısa kariyerin uzun ödülü Agah Özgüç bu yıl Antalya’da Yaşam Boyu Onur Ödülü’nü alacak olan Meral Zeren’i anlattı. 36 Atilla Dorsay’ın kaleminden bir kara film: “Tuzak” 38 Ali Ulvi Uyanık’tan film kritikleri 44 Ayın söyle isi: Asu Maro, Metin Akpınar ile konu tu.

PLAST K SANATLAR 50 Çarpıcı, sansasyonel ve rengarenk Jeff Koons ve sergileri... 53 Hangisi anne hangisi çocuk? Viktoria Sorochinski’nin bir anne ve kızın fotoğraflarından oluşan serisi bu soruyu sorduruyor. 56 Koço’da Ersen için kalkan kadehler Ali Arif Ersen’in en sevdiği mekanı Koço’yu dostları fotoğrafladı.


Yazarlar kütüphanelerindeki kitapları ne yapacaklarını anlattı.

Ay e Kulin

106

44 Asu Maro’dan ayın söyleşisi: Metin Akpınar ile tatlı ve sert.

50 Jeff Koons ardı ardına açtığı sergilerle yine gündemde.

Uykusuz’daki yazılarıyla tanıdığımız Barış Uygur ilk polisiyesini anlattı.

Koons’un ünlü eseri “Rabbit”.

58 Yoko Ono’nun pe i sıra Londra’daki sergisiyle Yoko Ono kendini izleyiciye açıyor. 60 Sanatın rakamsal hali Aslı Açıkgöz’ün kaleminden küresel sanat pazarının yükselen grafiği... 62 Sessizli i besteleyen adam John Cage’in 100. yaşı farklı disiplinlerden sanatçıların işlerinden oluşan sergiyle kutlanıyor. 64 Sinop’ta sanat konu uyor Sinop Bienali dördüncü yılında sergilere, forumlara, atölyelere ev sahipliği yapıyor.

ARKEOLOJ 66 Hierapolis kazılarında son durum...

M MAR 68 Sıcak günlerin serinli i: Marinalar...

MÜZE 70 Basın tarihinin izini sürmek Cağaloğlu’nda bulunan Basın Müzesi’nde neler var?

KÜLTÜR 72 Anadolu’da sanat Aliağa’dan kültür sanat etkinlikleri...

104

MÜZ K 74 Özgür kızın kafa karı ıklı ı Nil Karaibrahimgil’den yeni albüm: “Ben Buraya Çıplak Geldim”... 78 Feist kabu undan çıktı “Metals” adlı albümünün turnesi kapsamında İstanbul’a gelecek olan Feist ile konuştuk. 80 Anlatılmaz ya anır Yeni albümleri “Anastasis” bu ay yayınlanacak olan Dead Can Dance eylülde de İstanbul’da! 82 Trash metalin babaları Testament’tan stanbul konseri... 84 Uzun uzun dinleyiniz İstanbullu indie-rock grubu Yora, albümleri “Gün Sözleri”ni ve müziklerini anlattı... 86 Utku Yurtta ’ı takdimimizdir Müthiş cazcılarla çalışan, en son Chick Corea ve Bobby McFerrin ile çalan genç cazcıyı tanıyalım. 88 Dinamik festival Ellen Jewett ile Kapadokya’ya yayılmış Klasik Keyifler Festivali... 90 Hem klasik hem pop Three Anatolian Sopronos, opera

16

Sibel Kekilli bu kez romantik komedide.

aryalarından türkülere uzanıyor. 92 Naim Dilmener’in ‘Müzikal Günce’si 94 Yeni albümler

SAHNE SANATLARI 96 Bodrum Bale Festivali 10 ya ında 98 Van’a umut ta ıyan tiyatro Van Devlet Tiyatrosu “Çıplak Kral” adlı oyununu oyuncak ve çikolata dolu bir tırla köy köy dolaştırdı.

EDEB YAT 101 Vapurda kitap keyfi 104 Süreyya Sami ile tanı ma vakti Barış Uygur ilk polisiyesi “Feriköy Mezarlığı’nda Randevu”yu ve kahramanı Süreyya Sami’yi anlattı. 106 Kütüphanelerinin akıbeti Ayşe Kulin’den Can Öz’e, kitaplarla iç içiçe isimler kütüphanelerini ne yapacaklarını anlattı. 112 Yekta Kopan ile sanat kulisi 114 Ece Aksoy’dan dama ın unutmadı ı ‘öyküler’ 116 Yeni yayınlar 120 a e 123 Ajanda 127 Proust anketi Milliyet Sanat A ustos 2012

3


■ ■ ■ ■ ■

AF TEK LER

Ali Kazma, Venedik’te 2013 yılında gerçekleştirilecek Venedik Bienali 55. Uluslararası Sanat Sergisi’nde Türkiye’yi Ali Kazma temsil edecek. 2001, 2007 ve 2011’de İstanbul Bienali’ne katılan, North Rhine-Westphalia Sanat Vakfı tarafından verilen 2010 Nam June Paik ve UNESCO 2001 Sanata Destek Ödülü’nün sahibi olan Ali Kazma, Türkiye Pavyonu için yeni bir proje gerçekleştirecek. Koordinasyonunu İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın yürüttüğü serginin küratörlüğünü Emre Baykal yapıyor.

Ali Kazma Venedik’te Türkiye Payvonu’nun sanatçısı oldu.

Bikini Kill, Tobi Vail, Kathleen Hanna, Billy Karren ve Kathi Wilcox’tan olu uyor (soldan sa a).

Bikini Kill’den plak şirketi 25. yıllarını kutlamaya hazırlanan 1990’ların ünlü Amerikalı kadın punk grubu Bikini Kill, eski albümlerini yeni kurdukları plak şirketinden çıkaracak. Bikini Kill Records adını taşıyan plak şirketi, 1992 tarihli grubun ilk albümlerinin yanı sıra daha önce yayınlanmamış şarkılarını, fotoğraflarını, demo kayıtlarını, filmlerini, konser afişlerini ve videolarını da piyasaya sürecek. Radikal feminist şarkı sözleriyle dikkat çeken, 1998’de dağılan grup, dönemin alternatif müzik sahnesine damgasını vurmuştu.

Amy Adams son zamanlarda pek çok önemli yapımda rol aldı.

‘Amerikan saçmalığı’na Amy Adams “Yeşil Peri Gecesi” Hırvatçaya çevrildi

4

AYFER Tunç’un Can Yayınları’ndan çıkan romanı “Yeşil Peri Gecesi” (2010), Hırvatistan’daki Hena Com Yayıncılık tarafından Hırvatça yayımlandı. Kitap, güzelliğini sermaye olarak kullanan genç bir kadının düşüş öyküsü üzerinden ailenin, toplumun ve Türkiye’nin yozlaşmasını oldukça sert bir dille anlatıyor. Şimdiye kadar İngiltere, Fransa, İtalya, Çin, Bulgaristan, Hindistan, Polonya, Mısır, Bosna Hersek, Romanya, Makedonya, Arnavutluk ve Sırbistan’da yayımlanan “Yeşil Peri Gecesi”ni Türkçeden Hırvatçaya Ira Ayfer Tunç Martinovic çevirdi. Milliyet Sanat A ustos 2012

ARKA arkaya “On the Road / Yolda”, “Trouble with the Curve” ve “The Master” gibi önemli yapımlarda rol alan Amy Adams, bu önemli filmlerin arasına “American Bullshit”i de dahil edecek. Ünlü bağımsız yönetmen David O. Russell’ın yöneteceği, FBI ajanını konu alan filmde Amy Adams’a yükselen iki aktör, Jeremy Renner ve Bradley Cooper eşlik edecekler. Çekimleri şubat ayında başlayacak film, 2013’ün son aylarında vizyona girecek.

Steven Spielberg insanlarla makineleri savaştıracak STEVEN Spielberg yeni filmi “Robopocalypse”in kadro hazırlıklarına başladı. Yönetmen bu projeyle uzun süredir uzak kaldığı ve en başarılı olduğu türlerden biri olan bilim kurguya dönecek. Yazar Daniel H. Wilson’ın aynı adlı romanından uyarlanacak filmin senaryosunu “Lost” dizisinin senaristlerinden Drew Goddard kaleme aldı. Film insanlarla makinelerin savaşta olduğu bir geleceği anlatacak ve 15-20 yıllık bir dönemde geçecek. 25 Nisan 2014’te vizyona girmesi beklenen filmin başrolü için Chris Hemsworth düşünülüyor.


Arolat Mimarlık Festivali’nde yarışacak EMRE Arolat Architects, bu yıl ilk kez Singapur’da düzenlenecek olan 5. Dünya Mimarlık Festivali’nde 6 projesiyle birden finalde yer alacak. Arolat Architects’in Bodrum’daki Yalıkavak Marina, Le Meridien Etiler Oteli ve Çubuklu Vadi Konutları, “Uygulanmış Yapılar” kategorisinde finale kalanlar. Varyap Bodrum Evleri ve Kayseri’deki eski Sümerbank Fabrikası’nın dönüşümü ile devreye girecek olan Abdullah Gül Üniversitesi Kent Kampüsü projeleri ise “Geleceğin Projeleri” kategorisinde final sunuşlarında yer alacak.

Kirsten Dunst, “Two Face of January”de Viggo Mortensen’in karısını canlandıracak.

Kirsten Dunst, Patricia Highsmith kadrosunda “DRİVE / Sürücü”nün senaristi Hossein Amini’nin ilk yönetmenlik denemesi “Two Faces Of January”nin oyuncu kadrosuna ünlü oyuncu Kirsten Dunst katıldı. Dunst, filmde rol alacağı önceden açıklanan Viggo Mortensen’in karısını canlandıracak. Patricia Highsmith’in aynı adlı romanından uyarlanan psikolojik dram, bir polisi öldüren dolandırıcının kanundan kaçmasını konu alıyor. Emre Arolat

Minyatür afişleri okyanusu aştı DUMLUPINAR Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinden Murat Palta’nın, aralarında “Kill Bill”, “Yıldız Savaşları / Star Wars” ve “The Shining”in de olduğu filmlerin sahnelerini minyatür olarak illüstre ettiği bitirme tezi, dünya basınında büyük ses getirdi. 22 yaşındaki Palta’nın projesi Huffington Post’tan Slate Magazine’e çok sayıda prestijli yayında yer aldı. “Kill Bill”e yapılan illüstrasyon, dünyanın en önemli yapım stüdyolarından Miramax’in resmi sitesinin açılışında “Tarantino, Osmanlı döneminde” tanıtımıyla yayınlandı. Palta’nın ‘geleneksel Osmanlı motifleri ve çağdaş Batı sinemasını bir araya getirme denemesi’ olarak tanımladığı projede şimdilik 11 film, minMurat Palta’nın tezi çok be enildi. yatür olarak illüstre edildi.

Adnan Çoker (solda) ve smail Ünal.

Adnan Çoker sokağı ÇAĞDAŞ Türk resim sanatının öncü isimlerinden biri olan Prof. Adnan Çoker’in adı, Beşiktaş Belediyesi Meclisi’nin aldığı kararla Akatlar Mahallesi’ndeki bir sokağa verildi. Ressam Adnan Çoker Sokağı, Beşiktaş Cihannuma Mahallesi’ndeki Ressam Hamdi Bey Sokağı’nın ardından Beşiktaş’ta bir ressam adını taşıyan ikinci sokak oldu. Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal, Akatlar’daki sokağa Adnan Çoker’in isminin verilmesini; Çoker’e gösterdikleri saygının bir ifadesi olarak açıkladı.

Milliyet Sanat A ustos 2012

5


■ ■ ■ ■ ■

KAPAK

KATE BECKINSALE

Kate Beckinsale kötü olmanın heyecanı içinde SEV N OKYAY sevino@gmail.com

Kate Beckinsale üç yıllık bir kış uykusunun ardından 2012’de üç filmle birlikte geri döndü: “Underworld: Awakenings”, “Contraband” ve bu ay vizyona giren “Gerçeğe Çağrı / Total Recall”un yeniden yapımı.

Kate Beckinsale’ın “Gerçe e Ça rı”daki karakteri orijinal filmde Sharon Stone tarafından canlandırılmı tı.

Kate Beckinsale, “Gerçe e Ça rı”da yine fiziksel olarak zor bir rolde...

6 KATE Beckinsale, artık Hollywood’un malı sayılır. Kendisi has be has bir İngiliz ama kocası Les Wiseman’ın mesleğini düşünerek Los Angeles’ta yaşıyor. Onu ilk kez “Much Ado About Nothing / Kuru Gürültü”nün tatlı bakiresi Hero olarak izledik. “The Last Milliyet Sanat A ustos 2012

Days of the Disco / Disconun Son Günleri” ile ise Amerikan seyircisi nezdinde itibar kazandı. Pek çok büyük bütçeli filmde oynayan, aksiyonun aşinası bir yıldız sıfatıyla, yapımcılarla da arası iyi. 2001’de, merakla beklenen büyük bütçeli “Pearl Harbor”da, Ben

Affleck ile Josh Hartnett’in paylaşamadıkları sevgiliyi oynadı. Gerçi film bekleneni vermedi ama solgun tenli, ince kemikli Kate Beckinsale’ın güzelliği akılda kaldı. Cesur vampir savaşçı Selene olarak “Underworld / Karanlıklar Ülkesi” maceralarının dördüncüsünü yaşadı. Dünyayı kötülükten arındırmaya girişmiş Van Helsing’le gücünü birleştiren Çingene Prensesi Anna Valerious oldu. Buna karşılık, ‘küçük’, bağımsız filmlere de hep yakınlık duymuştur.


“Jessica ile kavgamız harika olacak” Kate Beckinsale ‘Total Recall’da gerçekten ‘kötü’ bir karakteri oynuyor. “Gerçeğe Çağrı / Total Recall” ve Lori, Beckinsale’ı aynı zamanda yönetmen eşi Len Wiseman’la da buluşturuyor. Ne var ki, Wiseman’ın ölümcül ve kötücül Lori karakterini yazarken karısını gözünün önüne getirmesi aktrisi biraz düşündürmüş. Lori karakteri için Beckinsale’a şunları söylüyor: “Sharon Stone’un Lori yorumu için bir tehlike söz konusu değil, çünkü benim karakterim biraz... Nasıl diyeyim, Lori olmasına Lori de, aslında Lori ile ilk filmdeki Richter karakterinin bir karışımı. Bence onların filmi ile bizim filmimiz arasındaki farklılıklardan biri de, ilk filmde Richter gibi ‘sağ kol’ olacak birine, güvenilir bir adama ihtiyaç duyulmuş olması. Oysa burada sağ kol da Lori. Aslında Lori, rollerin bileşiminden de biraz daha fazla bir şey. Herkesle dövüşüyorum. Colin’le (Farrell), Jessica (Biel) ile dövüşüp duruyorum. Jessica ile kavgamız harika olacak. Gerçek bir kavga olması hoşuma gidiyor. Kız dövüşü değil, hani birinin elbisesinin omuzu kayar da sutyeni görünür... Bu aptalca kız dövüşleriyle ilgisi yok. Basbayağı kavga...”

Bu ay bir başka büyük bütçeli filmle, “Gerçeğe Çağrı / Total Recall”la salonlara gelecek. Kate Beckinsale, “Total Recall”un tekrar yapımında, filmin ‘kötü’sü olarak çok başarılı. Philip K. Dick’in hikâyesi “We Can Remember It For You Wholesale” daha önce de Paul Verhoeven tarafından beyazperdeye aktarılmış, filmin başrollerinde Arnold Scharzenegger ile Sharon Stone oynamıştı. Bu sefer kameranın arkasında Len Wi-

seman var, kahramanımızda da Colin Farrell’ı izliyoruz. Güzel Lori’yi ise ‘kötü olmanın heyecanı içindeki’ Kate Beckinsale oynuyor.

Teraziyi dengeliyor Bazen daha küçük boyutlu seçkin filmleri, bazen de büyük bütçeli popüler yapımları seçen Kate Beckinsale, teraziyi bir şekilde dengeleyecektir elbette. ”Total Recall”un hemen ardından oynadığı, Ka-

rin Moncrieff filmi “The Trials of Cate McCall” (2013) de böyle bir filme benziyor. En azından, bütçesi küçük. Kesin olanı ise aktrisin “The Last Days of the Disco” (1998) ve “Yıkıntı Saray / Brokedown Palace” (1999) ile küçük bütçeli bağımsız filmler ve İngiliz dramlarından Hollywood yapımlarına geçtiği... Kate Beckinsale, aileden oyuncu; bu, onun kanında var. 1979’da ölen babası, ünlü TV aktörü, komedyen Richard BeckinsaMilliyet Sanat A ustos 2012

7


■ ■ ■ ■ ■

KAPAK

KATE BECKINSALE

Kate Beckinsale’ın kariyerinde hem ba ımsız filmler hem ticari yapımlar yer alıyor.

Leonardo DiCaprio ile oynadı ı “Göklerin Hakimi”nde Ava Gardner’ı canlandırdı.

Beckinsale ilk evlili ini aktör Michael Sheen ile (solda) yaptı. kinci e i ise yönetmen Len Wiseman (altta)...

imdilik dört filminde rol aldı ı “Underworld / Karanlıklar Ülkesi” serisi Beckinsale’ı aksiyon yıldızı yaptı (üstte).

Ba rollerini Dan Futterman (sa da) ve Stuart Townsend’le payla tı ı “Shooting Fish” (solda) ona ngiltere’de öhret kazandıran filmlerden biriydi.

8

Milliyet Sanat A ustos 2012


“Brokedown Palace”da rol arkada ı Claire Danes’le (altta) Tayland’da tutuklanan iki turist rolündeydiler.

Kate Beckinsale ilk evlili inden olan kızı Lily ile birlikte (altta)...

Beckinsale’ı Michael Bay’in yönetti i yüksek bütçeli “Pearl Harbor”da filmin asıl kızı olarak izledik (altta).

le’ın izinden gitmeye daha çocukken karar vermişti. Annesi Judy Loe de aktristi. “Rising Damp” ve “Porridge”ın da aralarında bulunduğu popüler İngiliz sitkomlarının yıldızı baba Beckinsale, 32 yaşında uykusunda kalp krizinden öldü. Kate Beckinsale daha sonra, “Hiç unutamadım, o inanılmaz şoku ve büyük kaybımı,” diyecekti. “Kötü şeyler olmasını beklemeye başladım. Sonunda da, yeniyetmeyken sinir krizi geçirdim.” Beckinsale’ın çocukluğu ve ergenliği, anoreksiya/iştahsızlık hastalığıyla mücadele etmekle geçti. On beş yaşındayken yemek yemeyi bıraktı. Bu tepkiyi, doğrudan doğruya babasının ölümüne bağlıyor: “Biraz daha büyük olsaydım, böyle bir ruh bozukluğuna uğramaz, alkolik olurdum. İştahsızlık hastalığı gerçekten bir ruh bozukluğudur. Yeniyetmeliğe özgü bir şeydir. O yaştaki çocuklar, başlarına travmatik bir şey gelirse, hakkında üzülecek daha emin bir şey bulurlar çünkü. ” Kate de bu durumda hemen annesine gidip Freud usulü bir analiz yapmasını istemiş: “Annemle hep her şeyi konuşabilmişimdir. Ailem de analizi ciddiye alır. Anladım ki, bir şeylerle yüzleşmezsem canımdan bile olabilirim. Neyse ki sadece bir yeme sorunu olarak ele almadılar bunu.” Beckinsale, sanata yakın biri olarak Londra’daki kızlara mahsus Godolphin and Latymer Okulu’na girdi. Şiir ve kısa hikaye ödülleri kazandı. Oyunculuk kararının ardından televizyonda küçük rollerde oynadı, hatta bir İkinci Dünya Savaşı draması olan “One Against the Wind”de (1991), Judy Davis’in kızı oldu. Sonra Oxford’da Rus ve Fransız Edebiyatı okumaya başladı. Ufkunu genişletmek için, oyunculuk okulu yerine Oxford’u seçmişti. İki yıl sonra Kenneth Branagh’ın Shakespeare uyarlaması“Much Ado about Nothing / Kuru Gürültü”de rol aldığında hâlâ burada öğrenciydi. Babasının tek varisi olan Hero’yu oynuyordu. Yardımcı rolde olsa da, akılda kalacak bir performanstı. Aynı yıl genç bir Christian Bale’in karşısında, “Prince of Jutland/ Royal Deceit”te, Ophelia karakterini üstlendi. Ama film izleyicilerinin, en azından ‘sanat filmi’ sevenlerin dikkatini esas olarak 1995’te, John Schlesinger’in Stella Gibbons’dan uyarladığı “Cold Comfort Farm”da, akrabalarıyla yaşamaya giden yetim Flora Poste karakteriyle çekti. Aslında BBC televizyo-

Kate Beckınsale, aileden oyuncu; bu, onun kanında var. 1979’da ölen babası, ünlü TV aktörü, komedyen Rıchard Beckınsale’ın izinden gitmeye daha çocukken karar vermişti. Annesi Judy Loe de aktristi. Popüler İngiliz sitkomlarının yıldızı baba Beckınsale, 32 yaşında uykusunda kalp krizinden öldü.

9

➔ Milliyet Sanat A ustos 2012


■ ■ ■ ■ ■

KAPAK

KATE BECKINSALE

nu için yapılan film Kuzey Amerika’da gösterime girince kendi çapında bir ‘hit’ oldu, makul bir gişe yaptı, çok da övgü aldı. Aynı yıl Kate, Çehov’un “Martı”sı ile ilk kez sahneye çıktı. Yirmi iki yaşındaydı. Oyun turneye çıkınca aktör Michael Sheen ile tanıştı. Kısa süre sonra birlikte yaşamaya başladılar. Beckinsale ertesi yıl da sahneye “Sweethearts and Clocks”la çıktı. 1996’da Jane Austen’ın “Emma”sının TV uyarlamasında ana karakter Emma Woodhouse rolünü üstlendi. Aynı yıl, Gwyneth Paltrow’un başrolünde olduğu “Emma” da gösterime girmişti. Ama ülkesinde onu gerçek bir şöhrete, aynı yıl yapılıp 1997’de gösterime giren “Shooting Fish / Oltada Balık, Çantada Keklik” taşıdı. Bu sıradışı romantik komedide Beckinsale, iki üçkağıtçının planlarını altüst eden Georgie’yi oynuyordu.

Okyanusu a ıyor

10

1998’de ise aktrisin okyanusu aşıp Amerikan yapımlarında oynadığını görüyoruz. Ülkesinin dışına çıktı, adını Yeni Dünya’da da duyurdu. Önce, Chloe Sevigny ile Whit Stillman’ın ‘yuppi’ odissea’sının üçüncü taksidi olan “The Last Days of Disco”da oynadı (ilk ikisi, “Metropolitan” ve “Barcelona”). Hem de iyi bir performans ve nefis bir Amerikan telaffuzuyla. Aynı yıl, “Alice Through the Looking Glass” ile televizyona döndü. Lewis Carrol’ın kitabından uyarlanan filmde, Alice rolünde çok inandırıcı bulundu. Ertesi yıl da, adını filmdeki Tayland hapishanesinden alan “Brokedown Palace”da (1999) suçsuz olduğu halde Tayland’da uyuşturucu kaçakçılığından hüküm giyen Darlene rolünde, Claire Danes’e eşlik etti. Kızı Lily Mo Sheen de 1999’da dünyaya geldi. Annesine göre, insanın dünyaya bakışını değiştiren bir tecrübe... Gene 1999’da, bir Henry James uyarlamasında da rol aldı, Merchant-Ivory filmi “Altın Kap / The Golden Bowl”da (2000), Nick Nolte’nin kızı Maggie’yi oynadı. Filmin ilk günü herkes sete geç gelmiş. Kate o sırada altı aylık bebeğini emziriyormuş. Bir anlaşmazlık çıkmış, filmin oyuncularından Jeremy Northam ona bağırmış. O sırada sete gelen Michael Sheen de, Northam’a bir tane vurmuş. “Hayatında kimseye vurmamıştır,” diyor Beckinsale. Bu filmin ardından da, yarı meşhur olma halinden ebediyyen kurtuldu. Michael Bay’in İkinci Dünya Savaşı destanı “Pearl Harbor”ın (2001) iki pilot arasında tercih yapamayan Hemşire Evelyn’iydi. Gerçi film beklentileri karşılamadı, pek övgü almadı ama, çok başarılı tanıtım kampanyaMilliyet Sanat A ustos 2012

Beckinsale ilk dönem söyle ilerinde kendisini fiziksel olarak be enmedi ini ifade ediyordu.

1998’de aktrisin okyanusu aşıp Amerikan yapımlarında oynadığını görüyoruz. Önce, Whıt Stıllman imzalı “The Last Days of Dısco”da oynadı. Hem de iyi bir performans ve nefis bir Amerikan telaffuzuyla. sı, Kate Beckinsale adını hafızalara kazıdı. ‘En Güzel’, ‘En Seksi’ unvanlarına da alışmaya başladı. Filmde oynamayı, sadece senaryoyu ve karakterini sevdiği için kabul ettiğini söylüyor. “Hadi artık bağımsız filmleri bırakayım da büyük bütçeli bir filmde oynayayım diye düşünmedim. Böyle bir film olacağı aklıma bile gelmedi.”

Aksiyon dönemi Sonra da başrollerini John Cusack ile paylaştığı romantik komedi “Tesadüf / Serendipity”de, ilk bakışta aşktan çok, kadere inanan bir genç kadını oynadı. “Laurel Canyon”da Christian Bale ile ikinci kez bir araya gelirken, nişanlısının annesinin evine gidince Los Angeles’ın ve rock’n’roll aleminin büyüsüne kapılan Alex rolünü üstlendi. Peki, aksiyon filmleri nereden çıktı? Güzelliği ve yeteneğiyle her filmde oynayabilecekken, neden aksiyon filmlerine yöneldi? Fiziği de uygun ama aslında her şey, kurt ve vampir ırklarının ortasında kalmış vampir savaşçısı Selene’yi canlandırdığı ve Len Wiseman’ın yönettiği “Underworld / Karanlıklar Ülkesi”yle (2003) başladı. Evet, kocasıyla bu filmde tanıştı. O sıralar Michael Sheen ile birlikteydi ama dokuz yıldır birlikte olduğu, kızının babası olan aktörün evlenmenin hiç sözünü etmemiş olması onu üzüyordu. Aktris yönetmeninden, “Underworld”de Lucian rolünü Sheen’e vermesini istedi. Filmin çekimi sırasında da Len ve Kate birbirlerine âşık oldular. Aksi gibi, Wiseman da evliydi. Beckinsale Los Angeles’a göçtü, bir yıl sonra evlendiler. Kızı yanında ama kavgasız dövüşsüz ayrıldıkları için ba-

basının eksikliğini hissetmiyor. Beckinsale eski kocasının bugün de en sevdiği insanlardan biri olduğunu söylüyor. Ancak, “Karanlıklar Ülkesi / Underworld”ün Beckinsale için yegane önemi mutlu sonlanan bu aşk hikayesi olmadı, aksiyon filmlerine de sağlam bir giriş yaptı. Üç devam filminde oynadı. “Van Helsing”de ise filme adını veren Vampir Avcısı’na yardım etti. Arada daha mütevazı aksiyonlar ve Ava Gardner karakteriyle Oscar aldığı Martin Scorsese’nin yönettiği “The Aviator / Göklerin Hakimi” ile Giuseppe Tornatore/Marcello Mastroianni ikilisinin sevilen filmi “Stanno Tutti Bene”nin Amerikan malı tekrar-yapımı olan “Everybody’s Fine” da var. İkincisinde, Robert De Niro, Sam Rockwell ve Drew Barrymore’la oynamıştı. Arada “Son Soygun / Contraband” de sırasını savdı ve geldik bugüne.

Söyle i ma duru Dünyanın en güzel kadınlarından biri sayılıyor. Oysa gençliğinden beri, “Göğüslerim küçük, yüzüm de sivri,” diye şikayet edermiş. Şimdi ise, yirmi yaşın altındayken yaptığı söyleşilere pişman. İnsanın 25’ine gelmeden kimseyle söyleşi yapmasına izin verilmemeli diye düşünüyor. O sıralar, “Kendinizi güzel buluyor musunuz?” diye sorulunca, “Hayır,” dermiş. İyi o zaman, göğüsler de mesele oluşturmuyormuş. Ama o bu konuda ısrarlı: “Bir günlüğüne kimin vücudunu istersin deseler, Queen Latifah gibi büyük göğüslü birinin vücudunu isterdim. Gün boyu merdivenlerden inip çıkardım.” ■



■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

PORTRE

Cronenberg

karanlığa dokunmaya devam ediyor

nlık”ın Alacakara “ ), a ld o (s nenberg a da) David Cro inson’a (s tt a P rt e kararının b o R yıldızı nü verme lü ro i ti. a b ı söylem olis”in tırdı ın “Cosmop la y la o k an i ini ticari açıd

MÜGE TURAN mugetu@gmail.com

12

David Cronenberg, ‘auteur’ yönetmen kalıbına uymayan ama kendi tarzını her filmine yansıtan bir isim.

Milliyet Sanat A ustos 2012

David Cronenberg, bu ay karşımıza çıkan yeni filmi “Cosmopolis”te New York miti üzerinden Amerikan kapitalizmini eziyor. Bu vesileyle yönetmenin cinselliği, şiddeti ve çiğlikle karışık mizahı yedirdiği filmlerle kurulu 40 yıla uzanan kariyerini mercek altına aldık.


Filmde Robert Pattinson multimilyoner Eric Packer karakterini canlandırıyor.

DAVID Cronenberg ne yaptıysa merak uyandırmıştır: Gider hiç akla gelmez oyunculara acayip karakterler biçer giydirir, sinek-adam yaratır, etle metali kaynaştırır veya kendi Matrix’ini yükler, Amerikan kabusunu çeker, hiç olmadı Freud ile Jung’u aynı karede tartıştırır. Herhalde cezbetmenin, şaşırtmanın bir yolunu bulur. Son olarak Don DeLillo’nun aynı isimli, çok satan romanından uyarladığı ve “Alacakaranlık”ın vampiri Robert Pattinson’ı başrolüne oturttuğu “Cosmopolis” ile de bir merak tohumu ekti içimize: Yönetmenin, finans dünyasının patronlarından, multimilyoner Eric Packer’in limuzinin içinde bir gün boyunca başına gelenleri postmodern bir tonda anlattığı filmi bu ay vizyonda. Cronenberg, New York miti üzerinden Amerikan kapitalizmini ezedursun, biz de onun cinselliği, şiddeti ve çiğlikle karışık mizahı yedirdiği filmlerle kurulu 40 yıla uzanan kariyerini hatırlayalım istedik. Cronenberg B-tipi filmlere düşkünlüğünü, zamanla Avrupa sinema geleneğine doğru kaydırarak, arada Hollywood’a gevşek bir düğümle bağlanıp kendine has, tuhaf bir kariyer inşa etti. Üstelik her iki sinema mabedine de ait değil. Ya da belki tam da bu yüzden, Kanadalı olduğundan... Filmografisi incelendiğinde ona pekala ‘auteur’ diyebiliriz, ancak ‘auteur’ kavramını ciddiye almamak kaydıyla. Bugüne kadar

yaptığı bütün filmlerin aynı ‘yazar’dan çıktığına dair güçlü işaretler bulunabilir, ama Cronenberg’ün bu duruma bıyık altından güleceği de kesin. Kadim konularla uğraşıp, insan organizmasının kökhücrelerine inse de romantik-idealist bir kılığa sızma potansiyeli hep var. O auteur koltuğu çok da yakışmıyor ona.

Sosyal hiciv Cronenberg, çok katmanlı gerçeklerle uğraşırken sosyal hicvin yanında eşyaya, eşyanın fizikselliğine danışıyor. Ateist ve varoloşcu olması hasebiyle iki yönlü bir dışlanmışlığı var. Ölümü olabildiğince fiziksel görüyor, gösteriyor. Karanlık taraftan hatırlatmalar, ruh ve bedenin yalnızlığı, çıkışsızlığı veya tüketimi gibi modern insana ait durum tespitleri yapmaktan ve bunu fantastik bir dille anlatmaktan vazgeçmiyor. David Cronenberg’ün yönetmenlik kariyerinde iki farklı yol çizdiği söylenebilir: ‘90’lara kadarki ilk bölüm kült bir hayran kulübü oluştururken, bugüne uzanan ikinci yarısı film eleştirmenlerini ve hatta yapımcılarını daha memnun etti. Kült hayran kulübü demişken, Cronenberg’ün korku sinemasıyla başladığını söylemek şaşırtıcı olmaz. Ancak kuramına uygun bir ‘auteur’ olmadığı gibi, kitabına uygun korku janrında film de yapmadı o. Bu filmlere, ‘dehşet filmleri’ demek daha ye-

rinde olur sanki. “Bana göre beden insandaki korkuların kaynağıdır, çünkü yaşlanan ve ölen bedenin ta kendisidir,” der. İnsan vücudunu toplum düzeni için bir tehdit, bireyin özdenetimini bozan bir metafor olarak işlediği üçleme, Kanada devletinden aldığı fonla çekilmiş: “Shivers” (1975), “Rabid” (1977) ve “The Brood” (1979). Bu filmlerde bazen parazitlerle bazen de kuduz salgıyla, vücudu didikledi, dönüştürdü, başkalaştırdı, kontrol edilemez bir hale getirdi. Sonuç olarak bu ‘dönüşüm’ teması, Cronenberg’ün filmografisini çözmeye yarayan anahtar kelimelerden biri olarak kaldı. 1980’de o zamana kadar biriktirdiği ‘kült’ kredileriyle daha büyük bir film çekmeye girişti: “Tarayıcılar / Scanners”. Filme adlarını veren ‘tarayıcılar’, beyin güçleriyle zihin okuyan, eşyaları uzaktan oynatabilen bir insan ırkı. Cronenberg, bu filmde “Blade Runner”dan (1982) önce insan-hafıza ilişkisini kurcaladı. Bilgi transferinin bellek sömürüsüne dönüştüğü bir dünya kurdu. Patlayan kafalar, telepatik yolla girişilen ölesiye düellolar, dünyayı ele geçiren mutantlara bir de açgözlü ecza holdinglerinin arasında gelişen endüstriyel bir komplo planı ekledi. Kapitalist sistemin paranoid yapısını eleştirdiği filmde teknolojiye bağlılığı bir tür şeytana tapmakla eşdeğer tuttu. Milliyet Sanat A ustos 2012

13


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

PORTRE

Peter Weller, “Çıplak ölen”de William S. Burroughs’un alter egosu rolündeydi (solda). “Existenz”de Jude Law (üstte)...

William S. Burroughs uyarlaması

Davıd Cronenberg B-tipi filmlere düşkünlüğünü, zamanla Avrupa sinema geleneğine doğru kaydırarak, arada Hollywood’a gevşek bir düğümle bağlanarak kendine has, tuhaf bir kariyer inşa etti. Bu nedenle de kimilerince muhafazakar addedildi. “Tarayıcılar”, aynı zamanda fantastikten bilimkurgu sapağına doğru ilerleyeceğinin de habercisi oldu.

Medya terörü

14

Bir sonraki filmi “Videodrome” (1982) da dönüşümle ilgiliydi. Ancak Cronenberg, bu filmde terörü biyolojik olandan çıkardı. Terör gücünü medyadan aldı. Bu kez teknolojinin ölüm makinesi, kontrol silahı olarak televizyon, insanın tam da karnından içeri girdi. Videodrome sinyaline maruz kalanlar, başkasının kontrolüne geçip, içinden çıkılmaz bir halüsinasyonun içine düşüyordu. Bu sinyal beyni o denli etkiliyordu ki, bedenin kendisi biçim değiştiriyordu. Bilim kurgu malzemesinden hazırlanmış bu kıyamet fantezisiyle Cronenberg, bağımsız Amerikan sinemasının topraklarına ayak basmış oldu. Kamusal ile mahremin iç içe geçtiği, cinsel sapkın, sadomazoşist bir fantezi olarak da okunabilecek “Videodrome”, sonuçta Hollywood için fazlasıyla radikal bir filmdi. Nüfuz etmeyi enfeksiyon ve hastalık ile denk tuttu; insanın eşyayla ilişkisini de bu şekilde hayal etti. Delirme korkusu, benliğimizin teknolojik güçler tarafından ele geçirileceğinden duyulan ürküntü, bu filmde çok belirgindi. Cronenberg, 1986’da tıp ve teknolojiyi daha da esaslı bir şekilde çarpıştırmak istedi ve bir bilim adamının genlerini bir kaMilliyet Sanat A ustos 2012

rasineğin DNA’sıyla karıştırdı. “Sinek / The Fly”da gerçekleşen bu genetik değişim insan ile hayvan arasında bir tür savaşa dönüştü. İnsandan sineğe doğru giden bu negatif evrim sürecini, tüm fizikselliğiyle aktardı: Sertleşen kıllar, akan sıvılar, garip beden parçaları... Cronenberg, özel efektlerle insan bedenini dağıtırken, izleyicisini sinek güdülerini kontrol ederek insanlığını korumaya çalışan doktorun olmayacak aşkına, trajedisine de tanıklık ettirdi. “Sinek”, rahatlıkla düz bir dram, kırık bir aşk hikayesi olabilecek bir film. Ama bilimkurgu ve korku türlerinin himayesi altında hem popüler olmayı, hem de duygusal bir etki yaratmayı başardı. “Sinek”ten sonra Cronenberg, korku türünden uzaklaşarak psikolojik ürpertiler veren bir ikiz trajedisine imza attı: “Ölü İkizler / Dead Ringers” (1988). Film, her ikisi de Jeremy Irons tarafından canlandırılan tek yumurta ikizi jinekologların gerçek öyküsüne dayanmaktaydı. Sinek ile insanı birleştiren Cronenberg, “Ölü İkizler”de birbirine organik olarak yapışmış iki insanın girift ilişkisine baktı. Cronenberg, bu karmaşık ilişkiyi yine yıkıcı bir aşk hikayesine bağlayarak patetik bir trajedi hazırladı. Yönetmen filmde ikiz olmanın içine kapalılığını, bunun ruhsal parçalanmalarını gösterdi. Diğer yandan da ana karakterleri jinekolog olduğu için işkence aletine benzer jinekoloji aletleriyle doğum temasını da işledi ve çok sevdiği tıp laboratuvarının içinde kalmayı becerdi.

Cronenberg, “Ölü İkizler”in ardından ‘arthouse’ sinema türünde anılacak olan iki film çekti. Bunlardan ilki William S. Burroughs’un romanından uyarladığı “Çıplak Şölen / Naked Lunch” (1992). Yönetmen, bu filmde damarlarında acının ve uyuşturucunun gezdiği Burroughs’un sanki kafasına girdi. Dev böcekler, Burroughs’un öldürdüğü karısının ruhu, konuşan daktilolar, türlü hayaletler tarafından kuşatılmış bir dünya kurdu. Aykırılığı, sınırsızlığı filmleştirerek, giriş-gelişme-sonuç şeklini bozarak, ‘hiçbir şey doğru değil, her şey serbest’ mottosuyla tasarlanmıştı film. Sonuçta kitabı uyarlamaktan ziyade, kitabın nasıl oluşageldiğine dair, kişilik girdaplarında dolaşan absürt bir fantezi yarattı. Diğer ‘arthouse’ olarak anılacak filmini, “Çıplak Şölen”i takiben çekti: Pekin’de geçen, egzotik, erotik ve de trajik bir aşk öyküsü anlattığı “M. Butterfly” (1993)... Film, 20 yıl boyunca sevgilisi olan kadının erkek olduğunu öğrenen ataşe Gallimard’ın hüzünlü öyküsünü konu alıyordu. Başarılı bir oyundan uyarlanan filmin kahramanını ekranların kırılgan ve acı çekmeye mahkum şairane yüzü, Jeremy Irons canlandırdı. Filmde Gallimard karakteri romantik bir idealist olarak işlenmiyordu; Batılının itaatkar Asyalı kadın üzerine kurduğu fantezi tarafından körleşen zavallı bir adam olarak gösteriliyordu. O kadının hayallerindeki ‘kelebek’ olmasına öyle ihtiyacı vardı ki, önündeki gerçeği görmezden geliyordu. Bu göz bağı, filmdeki dramın mekaniğini oluşturdu.

“Tehlikeli li ki”de Freud’u Viggo Mortensen (sa da), Jung’u ise Michael Fassbender canlandırdı.


Davıd Cronenberg, “Şiddetin Tarihçesi”yle satirin dozunu arttırdı, Amerikan paranoyasına ait postmodern, bir janrdan ötekine kayan, stilize edilmiş bir aksiyonla izleyici karşısına çıkmış oldu.

“ iddetin Tarihçesi”nin ba rolünde ba arılı bir performans sergileyen Viggo Mortensen’e Maria Bello e lik ediyordu.

Cronenberg’ün tekno-fetiş dünyaya geri döndüğü filmi “Existenz” (1999) baş rakibi “The Matrix”ten iki hafta önce gösterime girdi. Filmde bilgisayar çıkışlı sosyal düzende, sanal bir oyun gerçekliğin yerini aldı. Başta oyun manyakları olmak üzere siber-severlerin kalbini kazanan bu filmde, bilgisayar oyununun mimarı Allegra ve şirketin pazarlama bölümünden genç bir çocuk omuriliklerinden bağlandıkları oyunun derinliklerine inip, indikçe ne gerçek ne oyundu, unutmaya başlıyorlardı. Yönetmen burada da gerçekliğin içinden bir kapı açarak bir tür kaçış aradı. ‘Hiç bir şey göründüğü gibi değildir’i anımsattı.

Amerikan paranoyası “Existenz”ten birkaç yıl sonra David Cronenberg kendisinden asla beklemediğimiz bir film yaptı: “Şiddetin Tarihçesi / A History of Violence” (2005). Cebinden daha önce böyle bir şey çıkarmamıştı: Bedeni fantastikleştiren dehşet filmlerini, daha ticari denemelerini, hatta daha art-house rafında duran filmlerini bilirdik, ama “Şiddettin Tarihçesi” ile satirin dozunu arttırdı. Amerikan paranoyasına ait postmodern, bir janrdan ötekine, esprili bir replikten ürkütücü bir seks sahnesine kayan, iç organların dans ettiği, stilize edilmiş bir aksiyonla izleyici karşısına çıktı. Filmde dışarıda sanılan düşmanın aslında Amerikan organizması-

nın çekirdeğinde olduğunu söyledi. Fantastik bir western filmine yakışabilecek, aile adamı Tom Stall’un içindeki uyuyan katili ortaya çıkarttı. Stall, Viggo Mortensen oyunculuğunu cilaladığı bir roldü. Yönetmen ise “Şiddetin Tarihçesi” ile şiddeti sevdiğini hatırlattı ve şiddeti Amerikan kasabasındaki ailenin kalbine yerleştirdi.

Kostümlü diyalog-filmi İki yıl çektiği “Şark Vaatleri / Eastern Promises” (2007) de sert bir girizgâh yaparak berberde usturayla boğaz kesme sahnesiyle açılıyordu. Burada Cronenberg, Londra’nın yeraltında yaşayan göçmen Rus cemaatinin dünyasına girdi. Suç ailelerine bağlanan bir dizi olayı anlattı. Elbette Cronenberg’den genel geçer bir suç filmi çekmesini beklemezdik. Nitekim film, izleyicisini Rus mafyasından yola çıkarak insan doğasının esrarengiz bölgelerini keşfe götürecekti. Filmde karakterler çok inandırıcıydı. Bedenine işlenmiş kader dövmeleriyle Viggo Mortensen, “Şiddetin Tarihçesi”nden sonra kasvetli ve tekinsiz başka bir dünyada daha parlamayı başardı. “Tehlikeli İlişki / A Dangerous Method”da (2010) ise Cronenberg, Freud ve Jung vakasına el attı. Yirminci yüzyılın şafağında o zamanlar ‘konuşma terapisi’ olarak adlandırılan psikanalizin ilk günlerine ait bir kesit sundu. Filmde bir yandan tarihin popü-

ler kahramanları savaş öncesi Avrupa’da kendi dramlarını yaşıyordu. Diğer yandan Cronenberg filmdeki karakterler üzerinden Freud’un kişilik dediği ve devamlı çatışma halinde olan id, ego ve süperego temsillerini uyguladı. Bu filmdeki karakterlerde kaderlerinin senaryo tarafından önceden çizildiği hissi çok hakimdi: Jung, hem hastası ve sonradan da karşı koyamadığı aşkı olan Spielrein’la , hem de Freud ile aşk yaşamaktaydı. Bu karmaşık sevgi-nefret üçgeni sonuç olarak Freud’un dediğine vardı: Varlıklı bir Hristiyan olan Jung göl kenarında kafasındaki sorularla boğuşadursun, Spielrein doğuştan gelen tuzağına düşerek Yahudi olduğu için öldürülüyordu. Cronenberg bugüne kadar hep gerilim sinemasının civarında dolaştı: Korku, filmlerinde kah bilinçdışı bir hayvan oldu, kâh biyolojimize müdahale eden bir teknoloji. Korku filmi nesnelerini kullandı, tuhaf alet edevatlarını, kapının ardındakini görme merakını, kötülüğün psikoseksüel bir anlam taşıdığını... Binnetice, Cronenberg filmlerinde acılı yerlerimize dokunmayı, kaza ve hastalıkları, yaşamın felsefi ve duygusal yoğunluğunu belirleyen tehlike ve tutkulardan bahsetmeyi, denkleme mutlaka bir cinsel unsur da koymayı seviyor. Kategorilere itaat etmemeyi de... Filmlerine yönelik eleştirilerin farklı farklı olması da bu yüzden. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

15


SÖYLEŞİ FOTO RAFLAR: HÜSEY N ÖZDEM R

■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

Reis Çelik, “Türkiye’de namus kavramı seri cinayetlere yol açan bir durum. Ama son zamana kadar tolere ediliyordu,” diyor.

Erkekler bu hale nasıl geldi? ENAY AYDEM R sinesenay@gmail.com

16

DÜNYA prömiyerini şubat ayında Berlin Film Festivali’nin Generation Bölümü kapsamında gerçekleştiren ve festivalin prestijli ödüllerinden birisi olan Kristal Ayı’ya değer bulunan “Lal Gece”yi benzerlerinden ayıran bir yanı var. Reis Çelik’in bu son filmi, memlekette fazlaca gördüğümüz ‘erkek’ filmlerinden biraz ayrılıyor ve şu soruyu sormaya çalışıyor: “Erkekler bu hale nasıl geldi?” “Lal Gece”, ilk bakışta ‘çocuk gelin’ meselesini anlatıyormuş gibi görünse de aslında, “Namus için cinayet işlemiş 65 yaşında bir adamın 14 yaşında bir çocukla evlenmeyi kabul etmesine giden süreç hangi sosyolojik koşullar altında belirleniyor?” sorusunun peşine takılıyor. Milliyet Sanat A ustos 2012

Reis Çelik’in Berlinale’den ödüllü filmi “Lal Gece”, bu ay vizyonda. Filmin galası, çekildiği Çıldır’ın Âşık Şenlik köyünde gerçekleştirecek. Reis Çelik’le “Lal Gece”yi ve erkeklik hallerini konuştuk. Neredeyse tamamı tek mekanda geçen ama Gökhan Tiryaki’nin görüntü yönetimiyle seyirciyi bunaltmayan, İlyas Salman’ın 25 yıl sonra yeniden başrole dönüş yaptığı ve genç oyuncu Dilan Aksüt’ün ilk kez geçtiği kameranın karşısında devleştiği “Lal Gece”yi Reis Çelik’le konuştuk. Erkekler nasıl bu hale geldi sorusuna yanıt aradık... “Lal Gece” bir yanıyla ‘çocuk gelin’ meselesini anlatıyor ama öte yandan erkek dünyasını anlamaya daha çok çaba harcıyor gibi... Benim asıl tartışmaya açmak istediğim bu. Erkeği ele alıp, onun sosyolojik tarihini, nasıl buraya geldiğini ortaya doğru koymazsak sorunu çözemeyiz. Dışarıdan şöy-

le diyoruz; “Çocuk gelinler, aman ne kadar çağ dışı bir olay.” Kadın kuruluşları, çeşitli kurumlar kampanyalar yapıyorlar. Ama olayın nedenlerini anlamak gerekiyor. Erkekler bu hale nasıl geldi. Hangi sosyolojik nedenler erkeği bu noktaya getirdi. Meseleyi çözmek için biraz da erkekleri mi anlamak gerekiyor? Evet. Hak vermek anlamında değil ama. 65 yaşındaki bir adamın küçük bir çocukla evlenmesine neden olan şey nedir? Niçin böyle yapıyor? Bir söyleşinizde şöyle diyorsunuz “Namus için adam öldüren adamlar, 12 yaşındaki kız kardeşlerinin evlenmesine ses çıkarmıyorlar”. Biraz açabilir miyiz? Türkiye’de namus kavramı seri cina-


“Sorunlara toplumsal bağlarıyla bakmak lazım. Bireyler üzerinden bakarsak sorunu çözemeyiz. Doğu’daki kadını kocası dövüyor. Duyarlı kuruluşlar onu kadın sığınma merkezine götürüyor. Ama özgürlük hayatı yok.” yetlere yol açan bir durum. Ama son zamana kadar tolere ediliyordu. Tartışılması gereken bu. Namustan dolayı cinayet işleyecek kadar mutaassıp ama aynı adam 12 yaşındaki kızını para karşılığı satabiliyor. Bu, çok ikiyüzlü bir toplum yapısı. Bunu tartışmak gerek. Bunu dine yüklemek de kolay bir çıkış. İslam’dan önce de aynı şeyler vardır. Üstelik sadece Doğu’da da olmuyor. Dünyanın her yerinde var. Yaşlı başlı Batılı adam, Almanya’dan uçağa binip Tayland’a gidiyor ve orada küçük çocuklarla birlikte oluyor. Kendi toplumunda yapamıyor ama ‘turistik bir gezi’ içinde yapmakta beis görmüyor. Bu açıdan erkeği ön plana alıp, erkeğin içinde olduğu batağı aydınlatmak daha öncelikli olmalı. ‘Çocuk gelin’ sorunun sadece doğuya ait olduğunu düşünmüyorsunuz yani? Kesinlikle öğle değil. Türkiye ölçeğinden bakarsak; insanların aklına ilk, doğu bölgesi, Kürt bölgeleri geliyor. Oysa TBMM’nin 2011’de yaptığı bir araştırmada birinci sırada Ağrı var ama ikinci sırada Edirne çıkıyor. Balıkesir, Afyon, Çorum gibi illerde de oldukça yaygın. Doğu olarak algılanması önyargı mı? Öyle bir algı ve saplantı var. Tamam, çok yaygın ama Batı’da da oluyor. Orada töre ve aşiret kavramı devreye girince vicdan ortadan kalkıyor. Türkiye’deki filmlerin çoğunun kahramanı erkektir. Ama erkek dünyasının kuşatılmışlığını anlatan filmlere rastlamak zor. Mesela “Yol”da erkek dünyasının kurallarıyla var olan, racon kesen adamlar aynı dünyanın kurallarıyla yok olur. “Lal Gece”de de böyle bir durum var gibi. Bütün sorunlara toplumsal bağlarıyla bakmak lazım. Bireyler ve kişiler üzerinden bakarsak sorunu çözemeyiz. Doğu’daki kadını kocası dövüyor. Bazı duyarlı kuruluşlar onu alıyor, kadın sığınma merkezine götürüyor. Ama özgürlük hayatı yok. Çağdaşlaşan bir dünyada azalması gereken töre cinayeti, kadına şiddet, çocuk yaşta evlilik gibi meselelerin azalmak yerine arttığını görüyoruz. Ama öyle değil çünkü kapitalist dünyada para kazanma ve egemenliğini yürütmek zorunda kalan erkek; kadının kendi ayakları üzerinde

“Şimdi Başbakan daha fazlasını söylüyor ama...” 1996’da “Işıklar Sönmesin”i çekerek Kürt sorununu ele aldınız ve bir kapı açıldı. Film, hem iyi hem de kötü eleştiriler aldı. Çekildiği koşullar zorluydu. O koşullarda yapmaktan imtina ettiğiniz şeyler var mıydı? 1996 yılı, Türkiye’nin en karanlık yıllarından birisi. Faili meçhuller, köy yakmalar... JİTEM’in astığı astık dönemi. Ben oralarda görev yapan bir gazeteci olarak çektim o filmi. “Işıklar Sönmesin”i çekmeye karar verdiğimde Türkiye’de Kürt diye bir şey yoktur deniliyordu. Varlığını kabul etmek bölücülükten yargılanmak demekti. Olmadı faili meçhulden giderdiniz. Biz filmi illegal koşullarda çektik. Genelkurmay filmin engellenmesi için bildiri yayınladı. Filmde Türkiye’de ilk defa Kürtçe konuşmalar vardır. Bir çatışmanın tarafları olduğunu gösterdik ve hakkımızda dava açıldı. Benim tek derdim, filmi çekip sinemalarda oynatmak ve bir vicdan yaratmaktı. Daha sert bir film çekip yurtdışında gösterip orada yaşayan gözde bir yönetmen olabilirdim. Ama tersini yapmak istedim. Kendi insanlarıma anlattım. Kendime otokontrol uyguladım. Ama bu ülkede Kürt sorunu olduğunu, başka bir dil olduğunu anlattım. Şimdi, başbakan benim söylediklerimin üç katını söylüyor ama hâlâ çözülemiyor bu mesele.

Tek mekanda geçen “Lal Gece”de 14 ya ındaki gelini Dilan Aksüt, 65 ya ındaki adamı ise lyas Salman canlandırıyor.

durmaya başlamasıyla giderek hırçınlaşıyor. Tavan yapmış olan egosu sosyal patlamalara neden oluyor. Tek mekanda çekmek sinema için riskli bir durum değil mi? Bu konuda ben kendi kendimi zora soktum. Ama yüzleşme, toplum içinde yapılan bir şey değil. İnsan kendi kendisiyle kaldığında yüzleşebilir. Toplum sana suçlarını hatırlattıkça savunmaya geçersin. Ama tek mekan kullanarak, aynalara baktırarak onun yüzleşme mekanını yaratmak istedim. Ben de bu durumun içinden ne kadar çıkabileceğim diye kendimle yüzleştim. Bir de şimdiye kadar gerdeğe kadar her şeyi anlattık. Ama o kapının ardına hiç girilmedi. Ben o mahreme girmek istedim. Çünkü o erkek o itirafları ancak mahremde yapabilir. Filmin şöyle bir riski var. Erkek, olması gerektiğinden fazla anlayışlı. Bu bilinçli bir tercih miydi? Erkeği bilerek yumuşak bir karakter olarak aldım. Çünkü erkekte vicdan yaratmak istiyordum. Bu kadar kabalaşmış, kadına karşı acımasız hale gelmiş olan erkek yapısını bir damardan yakalayarak, vicdan oluşturmayı ve toplumda bir algı yaratmayı hedefledim. “Keşke bütün erkekler böyle olsa” diye eleştiriler geleceğini adım gibi biliyorum. ‘Keşke’yi yaratmak istiyorum. Ama bu yapıyı erkeğin kendisiyle hesaplaşması üzerine kuruyorum. “Her suçu kazıdığınızda altından insan çıkar,” derler. Ben ortadaki suçun altındaki insanı anlamaya çalıştım. Sonuçta yaptığımız iş bir kurmaca. Ama gerçekçi olmayan bir şey de değil... Ben geçmişte işlediği suçlardan pişmanlık duyan bir adamı örnek olarak seçtim. Bugün böyle insanlar var... ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

17


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

PORTRE

Sibel Uzunçorap’ın hikayesi

NAZAN ÖZCAN nozcan@radikal.com.tr

“Duvara Karşı”nın uluslararası sinema dünyasına kazandırdığı yetenekli oyuncu Sibel Kekilli’yi bu ay “What A Man” adlı Alman-Amerikan romantik komedisinin başrollerinden birinde izleyeceğiz.

18

Milliyet Sanat A ustos 2012


“What A Man” adlı filmde Elyas M’Bayek, Sibek Kekilli ve Matthias Schweighöfer (soldan sa a).

Bir gün Köln’de alışveriş yaparken, Fatih Akın’ın ekibiyle karşılaşmış. Fatih Akın’ı tanımıyormuş bile. Neyse ki, “Duvara Karşı” için 350 kişi arasından seçilen o olmuş. “DUVARA Karşı” ne filmdi ama! Filmin sonunda hakikaten kafayı fena halde ‘duvara çarpıyor’du insan, hatta kafa paramparça oluyordu. Fatih Akın, “Duvara Karşı” ile 2004 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı kaparken, eksik olmasın, iki şahane oyuncuyu da bizimle tanıştırmış oluyordu. Birol Ünel ve Sibel Kekilli. Alkol ve uyuşturucuyla bulanıp arabasını duvara süren Almanyalı Türk Cahit ne kadar gerçekse, yattığı psikiyatri kliğinde tanıştığı ve aile baskısından kaçış yolu olarak zaten hayatının bir kıymeti olmayan Cahit’e evlilik teklif etmiş yarı Alman yarı Türk Sibel de o kadar hakikiydi. Alman toplumuna tam entegre olamamış, ne Alman ne Türk Cahit’le Sibel’in sözde evliliği, Almanya’da Türk olmanın nasıl ağır ve şiddetli olacağının ve iki arada bir derede kalmışlığın resmiydi. Ağırdı, trajikti ama aynı zamanda eğlenceli ve komikti. Tam da Berlin’de ilk defa bir Alman-Türk’ün filminin Altın Ayı’yı alması konuşulurken ve Fatih Akın oyuncuları Ünel ve Kekilli ile Berlin’den aldıkları oyunculuk ödüllerini gururla kaldırırken, Almanya’nın boyalı basını da boş durmuyordu. Bild ye-

memiş içmemiş, ‘büyük’ bir araştırmacı gazetecilik örneği sergileyerek, seksi haberi hem de ince ayrıntılarına kadar patlatmıştı: “Duvara Karşı’nın başrol oyuncusu Sibel Kekilli, porno filmlerde oynamıştı!” Resimlerini basıp ana babasından da görüş almışlardı ki, zaten onlar da bu rezillikten dolayı kızlarını reddetmişti. Türk basını aşağı kalır mı! Daha gayretliydiler, Sibel Kekilli’nin porno külliyatını ortaya döktüler. Her bir kişi ‘Aaaa ne ayıp şeyler bunlar’ derken, bir taraftan da internetten Kekilli’nin filmleri çatır çatır indirildi. Sakin olun, bu ayıp değildi! Hatta bizim buralı hanımların yaptığı gibi televizyonlarda gözyaşları dökerek, “Ay o kadar pişmanım ki o kadar olur yani” demeli ve biz de büyük gönüllülük edip bu kızı ayıbından ve utancından dolayı bütün namusluluğumuzla affetmeliydik!

Asıl porno! Ve fakat heyhat! Kız 23 yaşında olabilirdi ama pek hizaya çekilecek gibi durmuyordu. Yaptığının arkasındaydı ve nedamet filan getirmiyordu. Hatta Bild gazetesine ayar veriyordu: “Evet bu filmlerde oynadım.

“Duvara Kar ı”nın ünlü dü ün sahnesinde ba rolü payla tı ı Birol Ünel ile...

Ama onlar geçmişte kaldı. Bana ırkçılık yapıyorlar, Alman olsaydım ana babamdan görüş almazlardı.” Yer bir süre yerinden oynadı ama gene yerine oturdu. Kekilli de film Türkiye’de gösterime girince birkaç röportaj verdi, gene geri adım atmıyordu. Can Dündar’a şöyle diyordu mesela: “Ailem bana küs. Haklılar. Onlar için zor, ama neden hiç konuşmadılar benimle... Akrabalarım kızıyor. Ama en zorlu, parasız günlerimde yanımda yoktular. Hastanedeyken de aramadılar. Şimdi porno filmde oynadım diye birden haMilliyet Sanat A ustos 2012

19


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

PORTRE kazanmadığı gibi, kocasıyla ilişkisi de bitmiş. Tası tarağı toplayıp Essen’e gitmiş.

Sibel Kekilli, “Ayrılık”ta Settar Tanrıö en, Derya Alabora ve Florian Lukas’la birlikte rol aldı.

“Winterreise”da Josef Bierbichler ile...

20

yatıma müdahale hakları var sanıyorlar. Türk erkekleri hem internetten filmleri izleyip, hem namus bekçiliği yapıyorlar. Geçtikleri mesajları okusam asıl porno neymiş görürsünüz. ‘Kimse kusura bakmasın ama bu benim hayatım, siz kendi namusunuza bakın diyorum’ onlara...” Hiç kimseye eyvallahı yoktu, akıllıydı, dürüsttü, eğilip bükülmüyordu ve dik başlıydı. Bir kadın için hiç de kolay olmayan şeyler bunlar. Ama Kekilli’nin hayatı da zaten hiç kolay olmamıştı ki! 1980’de üçüncü kuşak Türk göçmen olarak Almanya Heilbronn’da dört çocuklu ailenin ikiz kızlarından biri olarak doğdu. Ailesi Kayseri’den gelmişti. Babası fabrikada, annesi de temizlik işlerinde çalışıyordu. Kekilli 17 yaşına kadar okula gönderildi, okulu bırakıp belediyede çalışmaya başladı. “Daha okumak istiyordum, sınıfın en iyisiydim. Tıp veya hukuk okuyacaktım. Ama istemedi ailem. Ben de evden kurtuluş olur diye ses etmedim. Her ay maaşımdan 300 Mark yardım ediyordum aileme...” Yani aslında aile baskısı konusunda “Duvara Karşı”nın Sibel’inden pek de bir farkı yokmuş. Ayrıca tıpkı onun gibi de özgür ruhmuş! Hayatı kendi istediği gibi yaşamak istiyormuş. O arada bir Alman’a âşık olmuş ama evde küçük çaplı bir kıyamet kopmuş. Zar zor ikna edilen babayı mutlu edebilmek için gösterişli bir düğün planlanmış. Bankadan 15 bin euro para Milliyet Sanat A ustos 2012

Fatih Akın da kim?

çekilmiş. Evlilikten sonra Alman damadın borçları da ortaya çıkınca Kekilli, çalışmaya başlamış. “4-5 işte birden çalışıyordum. Sabah 7’den akşam 4’e kadar belediyede. Sonra sokakta sebze satmaya gidiyordum. Hafta sonları garsonluk yapıyordum. Cuma, cumartesi bir diskotekte kapıcılık. Orada cumartesi sabah 7’ye kadar çalışıyordum. 2 saat uyuyup Pazar sabah 10’da garsonluğa gidiyordum. Arada temizlikçilik de yaptım. Eşim de hem belediyede çalışıp, hem sebze sattığı halde yetmiyordu para...” İşte o sırada gazetede bir ilan görmüş: “İç çamaşırı mankeni aranıyor”. “Gidince anladım ki, aslında internette striptiz yapacak birini arıyorlar. Kabul ettim. 20 yaşındaydım. Kimse karnımı doyurmuyordu. Bugün beni lanetleyenlerden o zaman para ya da iş istesem verirler miydi? Diğer işler gibi bir iş olarak baktım buna da” diye anlatıyor. Çok para

“Son Tren”de Roman Roth’la (solda).

Kekilli “Game Of Thrones” isimli dizide Shae karakterine hayat veriyor.

Ve bir gün Köln’de alışveriş yaparken, Fatih Akın’ın ekibiyle karşılaşmış. Fatih Akın’ı tanımıyormuş bile. Neyse ki, “Duvara Karşı” için 350 kişi arasından seçilen o olmuş. Üstelik bu filmiyle Alman medya ödülleri Bambi’de ‘yükselen yıldız’, Almanya’nın bir nevi Oscar’ı sayılan Lola Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kaptı. Anno Soul’un yönettiği 2004 tarihli “Kebap Connection”da kısa bir rolde göründü. 2006’da dört filmde boy gösterdi. Hans Steinbichler’in yönettiği “Winterreise”da efsane Hanna Schygulla’yla kamera karşısına geçti. Leyla adlı bir kadını canlandırıyordu. Amerikan bağımsız sinemasının öncü isimlerinden Hal Hartley’nin yönettiği “Fay Grim”de rol aldı. Filmde bir otel resepyonisti olarak izleyici karşısına çıktı. Joseph Vilsmaier ve Dana Vavrova’nın imzasını taşıyan “Son Tren”de Auschwitz kampına gönderilen Yahudi kadın rolünde sağlamdı.

Lola’dan bir ödül daha 2006’nın dördüncü filmi olan Ömer Uğur’un “Eve Dönüş”ünde 12 Eylülzedelerden birini oynayarak Altın Portakal’da En İyi Kadın Oyuncu heykelciğini de evine taşıdı. Artık kimsenin yeteneğine diyeceği yoktu. Feo Aladağ’ın yönettiği “Ayrılık”ın çocuğuyla beraber koca şiddetinden kaçıp Berlin’deki ailesinin yanına giden Umay’ını oynadı. Yine Lola’dan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü aldı. Onu bu ay izleyeceğimiz Alman Amerikan ortak yapımı “What A Man”, genç Alman aktör Matthias Schweighöfer’in yazdığı yönettiği ve ana karakteri Alex’i canlandırdığı bir yapım. Alex kadınlarla ilişki kurmayı bilmeyen, çekingen bir adam. Kız arkadaşı tarafından terk edildikten sonra bu halini üzerinden atmak istiyor. İşte Alex’in yardımına koşanlardan biri de Kekilli’nin canlandırdığı Nele... Bunalımdaki Alex’e evini açan Nele’nin Fransız erkek arkadaşı da Alex’e ‘erkek olma’ konusunda tavsiye vermeye çalışıyor. Filmde oldukça sürprizi bol bir karakteri canlandıran Kekilli, Almanya’da 2011 yazında gösterime giren bu romantik komedide filmin asıl kızlarından biri. Ve akabinde herkesin ayıla bayıla seyrettiği “Games of Thrones”da oynadı ki, onda da iyi bir patırtı koptu. Görülebileceği gibi o, yolunu yürüyor ve “Birçok kız çocuğu prenses olmayı hayal eder küçüklüğünde. Ama ben her zaman cesur bir film kahramanı kız olan Pippi Uzunçorap gibi özgür, güçlü ve korkusuz olmak isterdim!” diyor. ■


Jude Law

Sıradan adamı oynayan sıra dışı bir adam BURÇ N S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com

Jude Law’un tarzı, kendi ismini parlatmaktansa bir makinenin dişlisi olarak yer alabileceği projelerde oynamak. Bu ay rol aldığı “360” da kitabına uygun, çok karakterli, çok mekanlı bir film. ngiliz aktör Jude Law yan rol tercihleriyle yıldızların tevazu içinde olabileceklerini kanıtlıyor.

Jude Law, rol aldı ı yeni film “360”da aile babası rolünde.

FİLM yıldızının kendi güzelliğiyle ilgili yaşamak zorunda olduğu şöyle bir açmaz vardır: O güne kadar ona her kapıyı aralayan fiziksel avantajı, belli bir noktadan sonra sanatını gölgelemeye, saygınlığını durağanlaştırmaya başlar. Fiziksel mükemmelliğiyle bir yere kadar gelmiş ise, oradan itibaren yola o mükemmel giysisi olmadan devam etmeye çabalar. Sinema tarihi, ‘poster çocuğu’ imajını yırtmak için çırpınanlarla dolu değil midir? Jude Law, 2001’de People dergisine şunu itiraf etmişti: “Kabul edelim, eğer kıyafetimi çıkarmasaydım ünlü olamazdım!” Güzelliğin sadece kadın yıldızlarda değil, erkek yıldızlarda da ne denli belirleyici olabildiğinin delilidir bu sözler. Jude Law’u özel kılan ise her meslektaşının Milliyet Sanat A ustos 2012

21


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

PORTRE

Law, “Yetenekli Bay Ripley”de Matt Damon ve Gwyneth Paltrow’la birlikte rol aldı.

“Sherlock Holmes”de ünlü dedektifi Robert Downey Jr., Watson’ı ise Law oynuyordu.

itiraf edemeyeceği şeyleri söyleyecek kadar cesur olabilmesi. Geniş bir sinemasever kitle onu ilk defa nerede keşfetmiş olabilir? Büyük olasılıkla 5. sinema filmi olan “Gattaca”da; zaten yıllar sonra o filmle ilgili söyledikleri de bunu gösteriyor: “Gerçekten inandığım bir senaryoyla ilk karşılaşmamdı.” Halbuki “Gattaca” başrolde gözüktüğü bir film olmadığı gibi, örneğin ilk sinema filmi “Shopping”deki kadar hayatında derin izler bırakacak bir film de değildi sanki. Yönetmen Paul W.S. Anderson’ı da aksiyon alemlerine karıştıracak “Shopping”, sonradan altı yıl boyunca kendisine eş olacak Sadie Frost’la tanışmalarına (ve üç çocuk yapmalarına) vesile olmuştu. Fakat “Gattaca”yı neden o kadar yere göğe sığdıramadığını tahmin etmek de zor değil, eğer bugün Jude Law’un filmografisinden gelecek kuşaklara kalacak beş başyapıt çıkarmanız istense, bu sıra dışı bilimkurguyu pas geçmek vicdan sızlatır.

Ustalarla çalı tı Law ve Norah Jones, “My Bluebery Nights”da Hong Kong sinemasının parlak ismi Wong Kar Wai ile çalı ma fırsatı yakaladılar.

22

Tiyatroyu da ihmal etmeyen Law, “Hamlet”te sahneye çıktı. Milliyet Sanat A ustos 2012

“Gattaca”yı takiben hakikaten ‘usta’ sıfatını sonuna kadar hak eden bir dolu yönetmenle arka arkaya filmler çekti: Clint Eastwood’la “Midnight in the Garden of Good and Evil / İyi ile Kötünün Bahçesinde Geceyarısı”nı, David Cronenberg’le “eXistenZ / Varoluş”u, Anthony Minghella’yla “The Talented Mr. Ripley / Yetenekli Bay Ripley”i, Jean-Jacques Annaud’yla “Enemy at the Gates / Kapıdaki Düşman”ı, Steven Spielberg’le “Artificial Intelligence: AI/Yapay Zeka”yı, Sam Mendes’le “Road to Perdition / Azap Yolu”nu, Mike Nichols’la “Closer / Daha Yaklaş”ı, Martin Scorsese’yle “The Aviator/Göklerin Hakimi”ni, Kenneth Branagh’la “Sleuth / Ölümcül Oyun”u, Wong Kar Wai’yle “My Blueberry Nights / Benim Aşk Pastam”ı, Terry Gilliam’la “The Imaginarium of Doctor Parnassus / Dr. Parnassus”u, Steven Soderbergh’le “Contagion / Salgın”ı çekti. Zaten şiarı “Bir şeyler öğrenebileceğim, kendimden de bir şeyler katabileceğim işler alma-


Michael Caine’le kar ılıklı oyunculuk ovu sergiledikleri “Sleuth”...

ya çalışıyorum” şeklinde. Farkındaysanız, bu filmlerin pek azında başroldeydi. Yiğidi öldürmeden hakkını verelim: Dünyada yan rollere onun kadar düşkün bir başka film yıldızı daha olmasa gerek! Yıldızların da kanaatkar olabileceğinin canlı kanıtıdır o. “Sherlock Holmes” serisinde bile Dr. Watson olarak ‘ikinci adam’lığı kabul etmesi başka nasıl açıklanabilir ki? Jude Law bu ay “Tanrıkent / City of God”, “The Constant Gardener/Arka Bahçe” ve “Blindness/Körlük” gibi filmleriyle tanınan Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles’in yeni filmi “360”ta Anthony Hopkins, Rachel Weisz, Ben Foster’la birlikte kamera önüne geçecek. Farklı şehirlerde (Viyana, Paris, Londra, Bratislava, Rio, Denver ve Phoenix) birbiriyle kesişecek hayatlara göz atacak film, bir kez daha aktörün filmografisinin alametifarikası olan bol karakterli bir çalışma. Law ve Rachel Weisz filmde evli ve kızları için mükemmel bir yuva kurmuş bir çifti canlandıracaklar. Ama bu mükemmel görüntü pek de mükemmel değil, nitekim iletişim sorunları yaşayan ve yakınlıklarını kaybetmiş bir çift izleyeceğiz. Jude Law’a göre karakteri ‘ailesi için en iyisini isteyen sıradan bir adam’. “360”ın hemen ardından, bir aksilik çıkmazsa sonbaharda, onu 2012 model “Anna Karenina”da romanın en kritik karakterlerinden Aleksey Karenin olarak izleyeceğiz. Şu sırala son rötuşları yapılan “The Bitter Pill”de ise yine Steven Soderbergh’le bir araya gelecek; Rooney Mara, Channing Tatum ve Catherine Zeta-Jones’la birlikte rol alacak. Kendi yıldızını parlatmaktansa bir makinenin dişlisi olabileceği projeler tercihi.

Üst düzey sezgiler 2000’li yıllarda gazetelerin magazin sayfalarına mütemadiyen göz gezdiren herkes, onu en çok Sienna Miller’la fırtınalı ilişkisi etrafında dönen dedikodulardan tanıyor. Bu kadar üretken bir aktörün bu kadar yüzeysel biçimde bilinmesi onun adına bir talihsizlik! Filmografisine göz gezdirdiğinizde hemen anlayacağınız gibi, o yemyeşil gözlerin ar-

Law’un Alexei Karenin olarak kar ımıza çıkaca ı “Anna Karenina”da ana karakteri Keira Knigtley canlandıracak.

“360”ın ardından sonbaharda, onu 2012 model “Anna Karenina”nın en kritik karakterlerinden Aleksey Karenin olarak izleyeceğiz. “The Bıtter Pıll”de ise yine Steven Soderbergh’le bir araya gelecek. dında proje seçme konusunda hakikaten üst düzey sezgilere sahip bir zihin saklı. Kendisini fiziksel olarak da projelere adıyor, setlerde ‘acı yok’ düsturuyla çalışıyor. “Yetenekli Bay Ripley”de kayıkta öldürüldüğü sahnede Matt Damon’ın darbesi biraz sert olacak ki, düşüp kaburgasını kırması hâlâ söyleşilerde ona soruluyor. II. Dünya Savaşı filmi “Kapıdaki Düşman”ın Almanya’daki çekimlerinde soğuktan donması da ayrı hikaye. Özellikle bu film söz konusu olduğunda “Umarım çektiğimiz eziyet izlerken ekrana yansıyordur,” diyor.

Yeni Michael Caine mi? Batı basınında onu günümüzün Michael Caine’i olarak etiketleyen birçok dergi ve gazete oldu. Elbette, 2004’teki “Alfie”de ve 2007’deki “Sleuth”te yıllar önce bu filmlerin önceki çevrimlerinde Caine’in canlandırdığı rollere hayat vermesinin de bunda payı olsa gerek. Üstelik bir de ikisi “Sleuth”te karşılıklı oynayınca, bu benzerlik iyiden iyiye yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. Jude Law da sanki İngiliz ustasının 60’larda bıraktığı ekmek kırıntılarını toplayarak bugünkü yönünü belirliyormuş gibi görünüyordu. Böylesi bir kıyas elbette Law’un canını sıkıyor. Kimin sıkmaz ki? “Sleuth”ün Toronto Film Festivali’ndeki gösteriminden sonra verdikleri bir söyleşide bununla ilgili soruları “Yeni Michael Caine olmak gibi bir niyetim yok. Buna cüret de edemem!” diye yanıtlamıştı. Bugün 40 yaşında; sansasyona doymuş bir zihnin ve bedenin bireşimi. Çocuklarının dadısıyla su yüzüne çıkan ‘yasak ilişki’si de,

Law, “Alfie”nin yeniden çevriminde rol aldı.

geçen yıl İngiltere’de patlayan ve onu da yakından ilgilendiren telekulak skandalı da yeterince yoğun duygular yaşatmış olmalı. Neyse ki hepsi geride kaldı. Peki üzerine yapışan ‘yaramaz çocuk’ veya ‘aşk erkeği’ imajıyla nasıl baş ediyor acaba? Galiba pek çok kişi gibi, kendisini işine vererek... Tiyatro son yıllarda hayatında hacimli bir yer kaplıyor. Shakespeare’in Hamlet’i veya Eugene O’Neill’ın Anna Christie’si son dönemde onu sahneye çıkaran oyunlardan yalnızca ikisi. Geçen sene The Guardian’a “Tiyatro hakikaten tüm vaktimi alıyor” demişti. “Erkenden kalkıyor, provalara gidiyor, eve dönüyor, repliklerimi ezberliyor ve yatağa giriyorum.” Eh, böyle bir tempo da onu sansasyondan uzak tutmayacaksa, ne tutacak? ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

23


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

SÖYLEŞİ

Bolivya’dan Nepal’e uçan kadın Kariyerine oyuncu olarak ba layan Iciar Bollain, kamera arkasına geçti inde insan haklarıyla ilgili konuları tercih ediyor.

CEYDA A AR ceydaasar@gmail.com

İdealist bir öğretmen, Nepal’in zorlu koşullarında, dışlanan fakir çocukları eğitip bunun kitabını yazar. “Yağmuru Bile”nin yönetmeni Iciar Bollain bu hikayenin filmini çeker. “Gökyüzünde Bir Ayna”nın öncesini, sonrasını yönetmene sormak da bize düşer.

24

“GÖZLERİMİ de Al / Te Doy Mis Ojos” filmi ile kadına karşı şiddeti oldukça duygusal bir tonda anlatarak dikkat çeken ve şiddete karşı kampanya dahilinde 2005 yılında Türkiye’ye de gelen Iciar Bollain şimdi yeni ufuklarda yol alıyor. Ken Loach’ın muhteşem filmlerine imza atan, çağın usta senaristi Paul Laverty ile çalışmaya başlamak onu bu yeni gökyüzlerine taşıdı. Milliyet Sanat A ustos 2012

Bolivya’daki su savaşlarını anlatan, Gael Garcia Bernal’in de oynadığı “Yağmuru Bile / Even The Rain” sinemasının çıtasını yükseltmesini sağladı. Kuşkusuz, sekiz yılını bu başarılı senaryoyu yazmaya adamış olan Laverty, çıtayı bizzat kendi elleriyle yükselten bir etmendi. Aslen filmi Inarritu’nun yönetmesi planlanıyordu ancak Inarritu kendi projesi “Biutiful”a kayınca ihale

Bollain’e kaldı. Bu, onun için çok büyük bir fırsattı ve layıkıyla hakkını vermişti. Şimdi yeni filminde yine Paul Laverty ile işbirliğinde ama “Gökyüzünde Bir Ayna / Katmandu, Un Espejo en el Cielo”, bildiklerimize yeni bir şey ekleyemeyen, “Yağmuru Bile”ye kıyasla çok daha vasat bir dile sahip. Ancak Bollain’in kadın sorunlarına duyarlı yönü ve bu konudaki sorumluluğu, filmi iyi niyetli kılıyor.


Iciar Bollain, senaryosunu e i Paul Laverty’nin kaleme aldı ı “Ya muru Bile”de Kamboçya’da ya ayan amatör oyuncularla da çalı tı (üstte). “Ya muru Bile”de Gael García Bernal (sa da) ve Luis Tosar (solda).

Veronica Echegui, “Gökyüzünde Bir Ayna”da ö retmen rolünde.

“Gözlerimi de Al”ın çiftini Laia Marull ve Luis Tosar oynuyordu.

“Yağmuru Bile” ile “Gökyüzünde Bir Ayna” arasındaki benzerliklerle başlayalım. Her ikisinde de senarist Paul Laverty ile çalıştınız. Bu film hanginizin fikriydi ve böylesine usta bir yazarla çalışmak size neler kattı? Bu filmi çekmek yapımcım Larry Levene’in önerisiydi. Bana Victoria Subirana’ın otobiyografisini verdi. Kitabı okuduktan sonra onun Nepal’de geçirdiği ilk yıllardan ilham almaya başladım. Paul ile beraber Nepal’e gittik, orada gözlemler, araştırmalar yaptık ve hikayenin iskeletini beraber çıkardık. Daha sonra ben çalışmaya devam ettim, Nepal kültürü üzerine okumalar yaptım. Böylece ilk taslak ortaya çıktı. Bu versiyonu Paul ile tartışıp onun yorumlarını aldıktan sonra yeniden yazdım. Onun engin deneyiminden, tavsiyelerinden ve fikirlerinden faydalanabilmek benim için büyük

bir lüks. Senaryonun zayıf ve güçlü yanlarını hemen fark edebilen eşi bulunmaz bir hikâye anlatıcısı, çok iyi bir yazar. İki film arasındaki bir diğer benzerlik ise ‘beyaz Avrupalının üçüncü dünyaya gidişi’. İspanya sınırlarından çıkıp dünyaya açılmanızı sağlayan ne oldu? Aslında her iki film de benim projem değildi. “Yağmuru Bile”yi Paul baştan sona tek başına yazmıştı. Böylesine muhteşem bir senaryoyu çekmemi istemeleri gerçekten heyecan vericiydi ve çok büyük bir fırsattı. Senaryonun pek çok katmanı vardı ve resmi tarihe bambaşka bir açıdan bakıyordu. Aynı zamanda çok güncel bir soruna, su sıkıntısına dikkat çekiyordu. Bu senaryoyu ben yazamazdım. Victoria Subirana’nın filmin çıkış noktası olan hikayesi de benim fikrim değildi ancak kitaptaki temalar tam benlikti, kadın meseleleri ve

toplumu değiştirme gücüne sahip olan eğitim gibi... “Yağmuru Bile”deki deneyimlerinizin bu filme nasıl etkileri oldu? Bolivya’daki deneyimlerimiz, yurt dışında film çekme maceramız o kadar muhteşemdi ki tekrar yurt dışında çekim yapmak istedim. Bu sefer Nepal’de, hem de İngilizce olarak. Ancak Nepal’de her şey çok daha zordu. Neden, ne açıdan? Nepal’de gündelik yaşam bile çok zorken çekimin de kolay geçmesi beklenemezdi. Orada bir sinema sektörü olmadığı için Hindistan’dan ve İspanya’dan teknik malzeme ile ekip getirtmek zorunda kaldık. Ayrıca oranın halkı çekim ortamına çok yabancı. Her gün binlerce yanlış anlaşılmayı, iletişim sorunlarını bertaraf etmeye çalışmak hayli yorucuydu. “Yağmuru Bile”de karakterler oraMilliyet Sanat A ustos 2012

25


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

SÖYLEŞİ

“Her yer insana dair hikayelerle dolu. Ancak İspanya’da her geçen gün film çekmek daha da zorlaşıyor, bu nedenle bir sonraki projeme iyi karar vermem gerekiyor.”

26

nın halkına neredeyse sömürgeci geleneklerle davrandıklarını fark edip, değişiyor. “Gökyüzünde Bir Ayna”da ise Katalan öğretmen çok daha yukarıdan bakıyor, çok daha tek boyutlu olarak onları ‘değiştirmeye’ çalışıyor. Batılı bakışlara dair neler söyleyebilirsiniz bir Batılı olarak? Evet, bu filmdeki karakterimiz ve hikaye “Yağmuru Bile”den çok daha basit. Yine de karakterin içindeki çelişkileri göstermeye çalıştım. Başlarda daha kibirli biriydi. Pek çok Batılı gibi akıl veriyor, ne yapılması gerektiğini o biliyordu. Kitapta, kahramanın çok daha uzun bir süresi ele alınıyor. Pek çok iniş-çıkış yaşarken karakter de değişiyor, kendisiyle yüzleşiyor. Ancak benim bir şekilde her şeyi özetlemem gerekiyordu. 7-8 yıllık bir zamanı, 1,5 saate indirdiğinizde ister istemez hikaye biraz basitleşiyor. Peki gerçek hikayeden zaman dışında başka ne tür farklar var? Kitaptaki olaylardan ziyade kitabın ruhuna sadık kalmaya çalıştık. Örneğin Sharmilla karakteri, kitaptaki üç-dört farklı karakterin bir karması. Yazar Subirana, Nepal’e ‘80’lerin sonunda gitmiş, o zamandan bugüne tabii ki çok şey değişmiş. Hatta Katmandu kalabalıklaştığı için çekimleri daha sakin, küçük henüz değişmemiş bir başka şehirde yapmak zorunda kaldık. Sinemanız, yerel halklara ve olaylara yer verdiğiniz gerçekçi ve belgesel açılara sahip bir tarza doğru ilerliyor gibi... Bence filmin bir biçimi yok, belgesel de olabilir, kurmaca da. Sadece, filmlerin yaşadığı çağa şahitlik etmesini ve seyircilerde bir iz bırakmasını önemsiyorum. Belirli bir coğrafyadaki sorunlarla ilgilendiğiniz zaman yerel halka da yer veriyorsunuz ve kanımca böylesi kareler filmi zenginleştiriyor. Peki yerel halkla çalışırken nasıl bir yönetmenlik tekniği geliştirdiniz? O bölgelerde profesyonel oyuncu bulmak neredeyse imkansız. Bu filmde hemen hemen bütün kast sokaklardan seçildi. Bir karakter yaratmanın ne demek olduğunu bilmedikleri için, kendi karakterlerinin canlandıracakları kişiye gerçekten benzemesi gerekiyor. Eğer onlara güven verirseniz ve zaman tanırsanız o kadar gerçek ve doğru hislerle oynuyorlar ki muhteMilliyet Sanat A ustos 2012

“Kadın yönetmenlerin sayıları artmalı” Kadın yönetmenlerin sayıca az oluşu kafa yorduğunuz bir konu mu? Bu da evrensel bir sorun. Kesinlikle sayıları artmalı, kadınların bakış açılarına ve duyarlılıklarına ihtiyacımız var. Ben kadınlarla işbirliği yapmaya çalışıyorum. İki kere kadın yazarlarla çalıştım, daha önce bir başka kadın yönetmene asistanlık yaptım. Diğer kadın yönetmenlerin işlerini her zaman çok yakından takip ediyorum çünkü benim de kafa yorduğum temaları, ilgimi çeken bakış açılarıyla anlatıyorlar. Jane Campion, Mira Nair, Lucia Puenzo, Claudia Llosa ve genç nesilden yeni gelenler... Hepsine hayranım.

şem bir sonuç çıkıyor ortaya. Bu filmle yeni yönelimlerinize devam ederken, kadın sorunlarına duyarlı eski köklerinize de geri dönüyorsunuz. Filmdeki idealist karakter

size benziyor mu? Dünyada, temel insan haklarına sahip olmayan ve şiddete maruz kalan milyonlarca kadın var. Bu, acı bir gerçek. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da eşitlik, kadın hakları gibi mevzulardan bahsetmek mümkün değil. Bu durum elbette karakterim gibi beni de üzüyor ve öfkelendiriyor. Elimden geldiğince bunu anlatmaya ve göstermeye çabalıyorum. Bu hikaye Nepal’de geçiyor ama pekala dünyanın herhangi bir yerinde de geçebilirdi çünkü kürtaj, eğitim sorunu ve aile yaşamı gibi evrensel sorunlara değiniyor. Dünyanın hangi güncel sorunu, yeni projeniz için ilginiz çekiyor? Her yer insana dair hikâyelerle dolu. Ancak İspanya’da her geçen gün film çekmek daha da zorlaşıyor, bu nedenle bir sonraki projeme iyi karar vermem gerekiyor. Dünyada da, kriz içindeki ülkemizde de çok fazla şey olup bitiyor. Asıl mesele, konuya karar vermek. İspanya’daki kriz yeterince çekici değil mi sizin için? Çekici. Paul Laverty, şu anda, benim çekeceğim bir hikaye üzerinde çalışıyor. İspanya’nın bugünkü durumuyla ilgili bir film olacak. Ancak yeni başladı, daha çok uzun bir yolu var. Bence günümüze gönderme yapan metaforlarla yüklü olacak. ■


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

İNCELEME

Kıyıya vurmuş âşıklar “ nsanlar Ya adıkça”nın ünlü karesinin kahramanlarını Deborah Kerr ve Burt Lancaster canlandırıyor.

Romantizm

Beyaz perdenin sahil sendromu SEL N GÜREL gurel.selin@gmail.com

Yeşilçam’da ağır çekimde âşıkların birbirine doğru koştukları kavuşma sahnelerine sıklıkla fon oluşturan sahil imgesi, sinemada çok farklı karşılıklar bulabiliyor. İşte yaz mevsiminin uğrak mekanlarının sinemadaki unutulmaz yansımaları. “5x2”de Valeria Bruni Tedeschi ve Stéphane Freiss’in oynadı ı çiftin ili kilerinde sahil çok önemli.

SAHİLDE romantizm deyince akla gelen ilk film, özellikle tek bir sahnesiyle akıllara kazınmış olan “İnsanlar Yaşadıkça / From Here to Eternity”. Filmde Burt Lancaster ve Deborah Kerr’ün ölümsüzleştirdiği kıyıya vurmuş âşıklar imgesi, sinema tarihinin unutulmazları arasında yer alıyor. Filmdeki sahil sıradan özellikler taşımakla beraber, karakterler için gerçek dünyadan çok uzakta bir kaçış noktası konumunda. Yaşadıkları yasak ilişki bir yana, çok yakında gerçekleşecek Pearl Harbor saldırısıyla dünyaları altüst olacak âşıklar, o sahilde zamanı durdurup kendilerini aşkın kollarına teslim ediyor.

Umut Ozon’un uğrak yeri François Ozon’un en sevdiği mekanlardan biri olan sahil, farklı filmlerinde farklı anlamlar bulur kendine. Örneğin “Kumun Altında / Sous le sable”da bir hiçlik duygusu yaratırken, “Veda Vakti / Le temps qui reste”de hayata veda etmek için en uygun yere dönüşür. Ancak sahilin en unutulmaz yansıması, başka bir Ozon filmine, “5x2”nin üzerine düşer. Bir ilişkinin beş ayrı aşamasını tersinden izlediğimiz bu sarsıcı film, beşinci aşamada ilişkinin başlama noktası olarak harika bir İtalyan sahilini seçer kendine. İkili, güçlü akıntıları sebebiyle tehlikeli olduğu bilinen denize yine de girmeyi tercih eder. Çünkü ‘çok sakin’ görünmektedir. Deniz, dolayısıyla sahil, ilişkilerinin ta kendisine dönüşür. Böylece sahil, sonunu bildiğimiz bir öyküde bile tertemiz bir umut duygusu uyandırmayı başarır. Milliyet Sanat A ustos 2012

27


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

İNCELEME

Masumiyet Dehşet Jaws’la mücadelenin ba aktörü Roy Scheider’ın canlandırdı ı Brody idi. (solda).

Can pazarı “Jaws” ile Amerikan sahillerinin bir anda yasak bölgelere dönüştüğü haberlerini duymayan yoktur. Steven Spielberg’ün ’75 yazında gösterime soktuğu filmin en popüler sloganlarından biri de “Yüzmeye gitmeden önce izleyin” idi. Böylece yaz mevsiminin en büyük eğlencesi, bir anda kanlı bir dehşet gösterisine dönüştü. Filmin en büyük korku malzemesi büyük beyaz köpekbalığı ise, ikinci sırayı da her an bir mahşer yerine dönüşmesi beklenen sahil kenarı alıyordu. “Jaws” tatil fikriyle mayışmış, bütün dertlerini unutmuş, huzurlu insanların toplandığı, gerçek bir dinlence mekanı olan sahili, büyük küçük herkesin can havliyle terk etmeye çalıştığı esaslı bir can pazarı olarak kazıdı akıllara.

Uzlaşma Joan Crawford ve Bette Davis “What Ever Happened to Baby Jane”in finalinde...

Rüya sahnesinin fonu 28

Büyük bir kısmı kapalı alanda geçen “What Ever Happened to Baby Jane?”, finalinde hayatları boyunca birbirine rakip olmuş iki kızkardeşi güneşli bir sahilde buluşturur. Ölmek üzere olan Blanche, kendisini sakat bırakan kazanın gerçek yüzünü açıkladıktan sonra, rahat bir nefes alır. Jane ise akli dengesini Milliyet Sanat A ustos 2012

yitirmiş olmasına rağmen, hep düşman olduğu kızkardeşini artık sevebileceği için mutluluktan sarhoş gibidir. Sahilin neşeli ortamı bir süre bu tuhaf ikiliyi kanatları altına alır, iki kadın hayatlarında ilk kez uzlaşırlar. Sahil, adeta bir rüya sahnesine fon oluşturmuş gibidir. Gerçek dünya çok uzaklarda kalmıştır.

Marcello Mastroianni, “Tatlı Hayat”ta.

Fellini’nin plajı Federico Fellini filmlerinde karakterlerin yolu çoğu kez sahilden geçer. Fellini, sahili bir tür yüzleşme, arınma, hesaplaşma yeri olarak kurgulamıştır. Bu yüzden sahilin kendine özgü bir el değmemişliği, dokunulmazlığı ve masumiyeti vardır. Karakterler kumlara adım atınca, gözlerini ufka dikip, bir iç hesaplaşmaya girmeden duramazlar. Bu manzaranın en güzel örneğine “Tatlı Hayat / La Dolce Vita”nın finalinde rastlarız. Marcello Mastroianni’nin canlandırdığı serseri gazeteci Marcello Rubini, film boyunca türlü insanla muhatap olduktan ve bu yolda benliğini, hatta ahlak duygusunu kaybettikten sonra, ilk kez saf, kirlenmemiş bir ortamda, yani sahilde bulur kendini. ‘Çılgın’ bir partinin sabahıdır ve sahil partinin yeni ev sahibine dönüşmüştür. Partinin konukları balıkçıların ağına takılmış tuhaf deniz canlısıyla oyalanırken, Marcello karşıdan kendisine seslenen masum garson kızın dediklerini duymaya çalışır. Ne var ki genç kızın sözleri dalga sesleri içinde yitip gider. Fellini, bu eşsiz final sahnesinde sahili, yozlaşmış karakterinin masumiyete olan vedasını görselleştirmek için kullanır. Ağlara takılan deniz canlısı, Marcello ve genç kız arasında etkili bir bağ kurarak, önce karakterinin duygusal bağlamda ölümünü ilan eder, ardından onu bir ‘melek’le buluşturur ve sonra da farklı dünyalara ait olmaları sebebiyle ona veda ettirir. Artık Marcello’nun yeri, sahilden çok uzakta, kendisi gibi yitik insanımsıların yanıdır.


Ayrılık

Ebru Ceylan ve Nuri Bilge Ceylan, “ klimler”in ayrılık sahnesinde.

Yapay bir mekan Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler”de çektiği ayrılık sahnesi, normalde bir aşk filmine konuk olabilecek güneşli bir Güney sahilini bir anda tam aksi duygular uyandıran, yapay bir mekana çevirir. İsa’nın Bahar’a sunduğu ruhsuz ayrılık konuşması, sahilin pozitif enerjisini alıp götürür. Sahil bir anda bütün doğallığını yitirir, hava olduğundan daha sıcak gibi görünür. Karakterler oradan ayrılmak için acele ederler, zira sahilin ilişkilerine katabileceği hiçbir şey kalmamıştır artık. Böylece Ceylan, üstelik de bir ilişki filminde, birbirine kavuşan âşıkların mekanı olan sahilden unutulmaz bir intikam alır.

Ölüm Hızla yaklaşan Azrail Sahil, eğer bir ölüm sahnesine ev sahipliği yapacaksa, filmin finali bu iş için en uygun bölümdür. Sahilde geçen ve finale yerleştirilmiş ölüm sahneleri, sahildeki hayatın doğal akışına ters düştüğünden olsa gerek, izleyici üzerinde çok daha büyük etki bırakır. Bu sahnelerin en iyisini de tartışmasız “Venedik’te Ölüm / Death in Venice” ile Luchino Visconti çekmiştir. Filmin unutulmaz finalinde, sessiz bir tutkuyla bağlandığı genç Tadzio’yu sahilde gözünü kırpmadan izleyen Gustav von Aschenbach, ufuğa yüzünü dönmüş çocuğa ulaşmak için umutsuzca kollarını uzatır, ancak hızla yaklaşan ölüm bu heyecanı değerlendirmekte gecikmez. Gustav’ın aksine hayatının baharında olan Tadzio, ışık oyunlarıyla ulaşılmaz bir tanrıya dönüşmüştür ve yaşlı adamın hissettiği son şey de bu ulaşılmazlıktan doğan çaresizlik duygusu olur.

Sihir

Kate Winslet ve Jim Carrey, “Sil Ba tan”ın sahilde geçen rüya sahnelerinden birinde...

“Venedik’te Ölüm”de Björn Andrésen (ortada) Aschenbach’ın sahildeki ölüm anında umutsuzca kollarını uzattı ı Tadzio’yu canlandırıyordu.

Mutluluk ve hüzün birlikte “Sil Baştan / Eternal Sunshine of the Spotless Mind”da sahil, alışılanın aksine soğuk, rüzgarlı ve hatta kimi zaman karlı havalarda karşımıza çıkar. Michel Gondry, sahili hem mutluluğun hem hüznün mekanı olarak belirlediği için, deniz de buna uygun olarak hiçbir kalıba girmek istemiyormuş gibi coşkun ve hareketlidir. Joel ve Clementine’ın o sihirli sahilde başlayan ilişkisinin anısı Joel’ın zihninden yavaş yavaş silindikten sonra bile, çiftin ikinci kesişme noktası yine aynı sahil olur. Bu yüzden sahilin sihri sahicidir ve çifti ikinci kez bir araya getirecek kadar güçlüdür. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

29


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

İNCELEME

Kötü tohumlar eken ortaklar CÜNEYT CEBENOYAN cebenoyan@gmail.com

Nick Cave’i senarist, John Hillcoat’ı yönetmen sıfatıyla gördüğümüz üçüncü film “Lawless / Kanunsuz” vizyona giriyor. Sanat akademisinde tanışan ikili şiddetin öne çıktığı filmlere imza atıyor. deki isyanı konu alıyordu. Hem suçlular hem de gardiyanlar kışkırtılıyor ve farkında olmadan daha sıkı güvenlikli bir hapishanenin inşasına meşruiyet kazandıracak bir isyanın parçası haline getiriliyorlardı. Şiddetin kaynağı olarak devleti işaret eden bu filmi bulmak ve izlemek zor, fakat yoğun bir şiddet içerdiğini okumak şaşırtıcı değil. Ne de olsa senaryosunun altında başka isimlerin yanı sıra Nick Cave’in de adı geçiyor ve Cave filmde önemli rollerden birinde de oynamış.

Duygusallık ve iddet

John Hillcoat’un (sa da) yönetti i “Kanunsuz”un müziklerinde ve senaryosunda Nick Cave’in imzası var.

30

NİCK Cave... Katil ruhlu bir romantik, bir Rönesans adamı, yazar, yönetmen, oyuncu, besteci, şarkıcı, şarkı sözü yazarı, şair, senarist, film eleştirmeni (“Faust”la ilgili yazımda bu yönünden söz etmiştim)... Nick Cave’in müzik kariyerini (Birthday Party, Bad Seeds, Grinderman) takip edenler ve şarkı sözlerine aşina olanlar, şarkıcının şiddet ve aşka aynı anda ve aynı yoğunlukta önem verdiğini bilir. Zarafet karşısında duyulan hayranlık ve aynı anda zarafet karşısında kontrolü yitirme ihtimali şarkıcının erkek kahramanlarını şiddete yöneltir. Kadınlar sırf çok güzel oldukları için bile öldürülür. Nick Cave’i takip etmeyenler bile Kylie Minogue’la yaptığı düetten haberdardır: “Where The Wild Roses Grow” Kylie’nin suda yatan cesedinin görüntüsüyle açılır. Kadının erkek arkadaşını canlandıran Cave kanlı ellerini suda yıkar. Kızı öldürmüştür, çünkü... Çünküsü yok aslında şarkıda. Zaten sorunun cevabı mantığın dışında, bilinçaltında. Erkek ruhunda kadına yönelik MadonMilliyet Sanat A ustos 2012

na/fahişe kompleksleri neden varsa, yüceltme ile nefret neden bir arada yaşıyorsa orada aramak lazım cevabı. Cave “From Her To Eternity”den, “Murder Ballads”a kadın katlinden söz eden sayısız şarkı yaptı, tutku suçlarını (Fransızların ‘crime passionnel’ dediği) yüceltti. Edgar Allan Poe’nun “Güzel bir kadının ölümü kadar şiire yakışan başka bir konu yoktur” düsturunu şarkılarında işledi.

Sanat akademisinde tanı ma Nick Cave her zaman sinemayla da çok ilgili oldu. Birçok filmin müziğini yaptı, soundtrack’ine şarkılarını verdi, filmlerde oynadı. Ama onu sinema dünyasında bir üst seviyeye taşıyan işleri John Hillcoat’un filmlerine yazdığı senaryoları oldu. Son filmleri olan “Kanunsuz / Lawless”ın basın bülteninde Cave ile Hillcoat’un sanat akademisinde tanıştıkları ve arkadaş oldukları yazılı. Bu dostluğun ilk ürünü “Ghosts... Of The Civil Dead / Hukuken Ölülerin... Hayaletleri” oldu. 1988 tarihli bu film bir hapishane-

Cave ve Hillcoat işbirliği “Ghosts... Of The Civil Dead”den 17 yıl sonra ilk büyük ürününü verdi. “Kanlı Teklif / The Proposition” (2005), John Hillcoat’u da bir anda takip edilen yönetmenler arasına soktu. Gerçi Hillcoat’un reklam ve müzik yönetmeni olarak birçok ödülü vardı ama uzun metrajlı film yönetmeni olarak pek tanınmıyordu. “Kanlı Teklif” öncesinde sadece iki uzun metraj filmi vardı. “Kanlı Teklif” ve arkasından gelecek olan “Kanunsuz” ortak özellikleri olan filmler. “Kanlı Teklif” Cave’in özgün bir senaryosundan filme alınmış. Cave bir söyleşide ‘duygusallık ve şiddet’in birlikteliğinin kendisini her zaman etkilediğini söylüyor. Bu filmde ikisini de bulmak mümkün. Kadın katli başta olmak üzere şiddetin her türü ve şefkat, aşk, kardeşlik gibi temalar filmin tematik olarak oturduğu zemini oluşturuyor. Senarist ve yönetmenin bir sonraki işbirlikleri olan “Kanunsuz”da da göreceğimiz gibi burada da yasadışı bir hayat süren üç erkek kardeş var. Filmlerinde hemen her zaman üç erkek kardeş olan Wes Anderson gibi Nick Cave’in de iki erkek kardeşi daha olduğunu öğrenince, bu üç erkek kardeş takıntısının nerden çıktığını anlamak mümkün oluyor. Fakat tabii daha fazla ayrıntıya girmek ve Cave kardeşler arasındaki dinamiği anlamak için Cave’in otobiyografisini beklemek lazım, tabii eğer yazarsa.


“Kanunsuz”un (solda) oyuncularından Shia LaBeouf ve Jessica Chastain... “Kanlı Teklif”in ‘kahramanı’nı canlandıran Guy Pierce (üstte).

“Kanunsuz”da olduğu gibi “Kanlı Teklif”de de yasadışı bir hayat süren üç erkek kardeş var. Nıck Cave’in iki erkek kardeşi olduğunu öğrenince, üç erkek kardeş takıntısının nerden çıktığını anlamak mümkün oluyor. “Kanlı Teklif” ve “Kanunsuz”un bir başka ortak özelliği daha var. En büyük erkek kardeş, ruhsal olarak şiddete en eğilimli olan kardeş. (Bilginize: Nick Cave, ailesinin en küçük erkek çocuğuymuş.) “Kanlı Teklif”in konusu kabaca şöyle: Burns kardeşler, hamile bir kadına tecavüz edip bütün ailesiyle birlikte öldürmüştür. 1800’lerin sonunda Avustralya kırsalında geçen bir tür western (ya da ‘south-eastern’ mi demek lazım?) olan filmin hemen başında kasabanın şerifi konumundaki Yüzbaşı Stanley ve adamları bir baskınla kardeşlerden ikisini ele geçirirler. En tehlikelileri olan Arthur ise yakalanamamıştır. Şerif, ortanca kardeş Charlie’ye (Hillcoat filmlerinin değişmez oyuncusu Guy Pearce) bir teklifte bulunur. Eğer Charlie abisini teslim ederse, şerif küçük kardeşi Mikey’yi serbest bırakacaktır. Eğer Charlie bu teklifi yerine getirmezse, Mikey asılacaktır. Film kardeşler arasındaki sevgi-nefret ilişkisinin yanı sıra, etnik ve sınıfsal çatışmalara da yer verir. Stanley ve filmin tek kadın karakteri olan eşi Martha Stanley (Emily Watson) yönetenler arasında olsalar da en tepede değildirler ve onlar da züppe bir İngiliz toprak ağası karşısında çaresizdirler. Martha Stanley, bir ara ‘hepimizin düzmek istediği kadın’ olarak tanımlanır filmin bir karakteri tarafından. Haydut kardeşlerden sa-

dece büyük abi gerçek anlamda kötüdür. Mikey saf bir çocuk, Charlie ise düpedüz kahramandır. Bu iki kardeşin perde dışında gerçekleşen cinayet ve tecavüzdeki rolü sanki yoktur. Asıl sorun devletin tayin ettiği (bu filmde emperyalist Britanya’nın), dışarıdan gelen squatter denilen asalak zenginlerdir. Charlie, abisi Arthur’u adalete teslim mi edecek yoksa onun, filmin bütün erkek karakterlerinin hayalini süsleyen bir tür anne figürü olan Martha’ya da tecavüzüne seyirci mi kalacaktır? Senarist Cave’in, şarkıcı Cave’e göre kadına şiddet konusunda daha uygar bir tavır aldığını söyleyebiliriz.

Büyük Bunalım dönemi Buna benzer bir yapı “Kanunsuz”da karşımıza çıkıyor. Bu yıl Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ama eli boş dönen “Kanunsuz”da üç erkek kardeşten oluşan bir yasadışı çete var. Bu kez bir roman (Matt Bondurant’ın “Dünyanın En Islak Kasabası”) uyarlamasını senaryolaştırmış Cave. Büyük Bunalım yıllarında, 1931’de ABD’nin Virginia eyaletinde geçiyor filmin konusu. Bu yıllar aynı zamanda İçki Yasağı’nın da olduğu yıllar. Hillcoat hem ekonomik kriz, hem de uyuşturucuya karşı savaşın bugünün de konusu olduğunu, dolayısıyla filmin geçmişi olduğu kadar günümüzü de anlattığını söylüyor. Bondurant

kardeşler (kitabın yazarı Matt Bondurant’ın ataları) ‘moonshine’ denilen kaçak içki üretiminde oldukça iyi bir düzen kurmuşlar. Yerel polisle de iyi geçinen kardeşlerin düzeni, kuzeyden gelen kanun koyucu Charlie Rakes’in (Guy Pearce) devreye girmesiyle, bozuluyor. Burada da görece saf bir küçük erkek kardeş (Shia LaBeouf), zapt olunamayan bir büyük erkek kardeş var (Jason Clarke). Ortanca kardeş Forrest (Tom Hardy) ise filmin kahramanı. O ekonomik bunalım yıllarında, kanun dışıların, gangsterlerin, Bonnie - Clyde misali bir tür halk kahramanına dönüştüklerini de hatırlamak lazım. Onlar, ekonomik zorluklar altında ezilen yoksul sınıfların hayallerini süsleyen, dışa vuramadıkları başkaldırılarını simgeleyen süper kahramanlar. Asıl kötü ise yine devleti ve dolayısıyla asıl zenginleri temsil eden Chicago’lu kanun adamı Rakes. Kadınların rolü bu filmde biraz daha artmış ve Jessica Chastain’in canlandırdığı güçlü ve deneyimli Maggie karakteriyle görece sınıf atlamış durumda olsa da yine de filmin marjında. Şiddet yine filmde önemli bir rol oynuyor ama bu kez filmin komik bir boyutu da var. Tabii ki her Hillcoat/Cave işbirliğinde olduğu gibi filmin müziklerinde Cave’in adını görüyoruz. Filmin geçtiği dönemle bugün arasında bir bağ da Lou Reed’in imzasını taşıyan Velvet Underground şarkısı “White Light/White Heat”in bir versiyonunun filmde kullanılmasıyla kurulmuş. Bu şarkı da uyuşturucuyla (speed/eroin) ilgili, belki de tahmin edilebileceği gibi. “Kanunsuz”, Cannes’da görüldüğü kadarıyla “Kanlı Teklif” kadar etki yapmayacak. Ama zaten Cannes’a gitmek başlı başına bir başarı. Hillcoat/Cave işbirliği bakalım daha neler getirecek, sınıfsal başkaldırı, yasadışı erkek kardeşler temaları devam edecek mi göreceğiz. Ama kadınların konumu giderek yükselecek gibi görünüyor. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

31


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

İNCELEME

Aksiyon kahramanlığını değiştiren adam SEL N GÜREL gurel.selin@gmail.com

Eski usül kahramanların hakimiyetini tek seferde yerle bir eden Jason Bourne, türün 2000’lerdeki çizgisini değiştirdi. Serinin yeni filmi “Bourne’un Mirası”nda Jason Bourne ile aynı kaderi paylaşan bir başka karaktere odaklanıyoruz.

e (üstte) ç filmind ü k il in erisin mesafeli Bourne s karakteri a n a , n o Matt Dam landırdı. ansla can rm o rf e p bir

32

YENİ Bourne filminde Matt Damon’ın rol almadığını görenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Damon’ın yokluğu, serinin son iki filmini yöneten Paul Greengrass’ın yokluğu ile bağlantılı olduğu için, bu da ikinci bir darbe anlamına geliyor. Hem seriye Avrupa’dan çıkma soğuk ajan filmlerinin havasını veren yönetmenin hem de mesafeli performansıyla zor bir iş başaran başrol oyuncusunun yeni film konusundaki isteksizlikleri, serinin hayranlarını en korktukları şeyin gerçekleşme ihtimaliyle baş başa bırakıyor: Aksiyon sinemasında ‘Bourne’ adının anlamını yitirmesi. Bourne’un tür için ne kadar değerli olduğunu anlamak adına, bugüne kadar gelmeyi başarmış eski aksiyon kahramanlarını şöyle bir hatırlamak kafi: İngiliz beyefendisi James Bond, uzun yıllardır varlığını sürdürüyor. Koşarken saçı bozulmaMilliyet Sanat A ustos 2012

yan, güzel kadınlar olmadan yapamayan, teknolojinin her türlüsüne kucak açan şımarık bir gösteriş düşkünü. Daniel Craig ile beraber kahraman daha soğukkanlı bir duruş kazandı, ama zorunlu olarak Bond’un temel özellikleri yerli yerinde. Bruce Willis’in canlandırdığı beyaz atletli John McClane ise tek kişilik ordu etiketiyle dolaşan, en zor anlarında bile espri patlatmaktan geri durmayan, bu yüzden de sempati toplamayı beceren tam bir Amerikan kahramanı. Willis’in modern aksiyon sinemasındaki temsilcisi, henüz onun kadar ikonlaşmamış olan Shia LaBeouf.

Jason Statham modeli Bir diğer model, tamamıyla Jason Statham’ın kara sularında yaşıyor. Az ve öz konuşan, sert bakışlı, işinde uzman, haşin

Statham karakterleri, aksiyonsuz bir an bile yaşayamıyor desek yeridir. Korunması veya kurtarılması gereken kadınlar ve çocuklarla en ufak bir duygu kırıntısı göstermeden gerektiği kadar muhatap oluyor, görevini tamamlayınca kendi yoluna gidiyor. Bütün bunlar alt alta sıralanınca, haliyle insandan ziyade bir bilgisayar oyunu kahramanı gibi. Karakter derinliği açısından, Jason Bourne’un yakınından bile geçmeyen bu aksiyon kahramanları listesi bir hayli uzayabilir. Bütün görkemleriyle günümüze kadar gelmeseler de, işin içinde Jackie Chan, Chuck Norris, Harrison Ford, Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger, Mel Gibson gibi aktörler var. Her birinin karizması, zor durumlarla baş etme yöntemi ve testesteron salgılama hızı birbirinden fark-


son darbeyi indiren, bu arada filmin dişisini ölümden kurtarıp yüzüne de hınzır bir gülümseme yerleştiren bir kahraman yoksa, o filme kim aksiyon filmi der ki? Ne mutlu ki, Bourne serisinden sonra böyle bir kahraman tipine bağımlı olmadığımız gerçeği resmiyet kazandı.

Seri senariste emanet

Bourne filmlerinin dördüncüsü “Bourne’un Mirası”nın etrafında döndü ü yeni ajan Aaron Cross, Jeremy Renner’a emanet (üstte). Renner ve Rachel Weisz filmden bir karede (solda).

Bourne aksiyonu, ortalığı birbirine katan patlama ve araba takip sahneleriyle değil, buz gibi bir gerilim ve soğukkanlı kararlarla beslendiği için, türün yüzeyselliğine alışmış izleyiciyi sevindirdi. lı seyirler izliyor. Ama yine de geleneksel aksiyon sinemasının kurallarını onlar yazdı, değiştiren ise Jason Bourne oldu. Bourne’u bu kadar çok sevmemizin altında da bu devrimci özelliği yatıyor.

Dü manlarını tanıdı CIA’in yarattığı bir ajan dönüştürme programının ürünü olan Jason Bourne ile, soğukkanlı bir suikastçı olarak görev yaptığı geçmiş günleri hatırlamadığı, kim olduğunu bilmediği, darmadağın bir halde tanıştık. Kimliğini ve benliğini bulmak, onu hayatta tutan en büyük amaç haline geldi. Zamanla bu amacını gerçekleştirdi ve biz de bu süreçte karakterinde meydana ge-

len değişiklikleri adım adım izledik. Karşısında CIA’in hem içinden hem de dışından birçok düşman buldu. Başlangıçta kim olduğunu dahi bilmezken, önce düşmanlarını sonra kendini tanıdı. Böyle kendine has bir karakterle yola koyulunca; hızın, kahramanlığın ve çatışmaların ön planda olduğu tipik aksiyonlar otomatikman geride bırakılmış oluyor. Zira işlerini sessiz sedasız ve hiç iz bırakmadan halledecek şekilde eğitilmiş Jason Bourne, hem CIA’in hem de sıradan insanların dikkatini çekecek kahramanlıklar yapmaktan uzak duruyor. Oysa bilirsiniz, aksiyon filmlerinin temelinde kahramanlık yatar. Şöyle akrobatik bir hareket yaptıktan sonra kötü adamlara

Kahraman, cinsiyetçiliğinden ve ırkçılığından sıyrıldıkça, aksiyon türünün diğer türlerle karşılaştırıldığında en büyük sıkıntıyı yaşadığı inandırıcılık ve karakter derinliği sorunlarının da kendi kendine çözüldüğünü gördük. Bourne aksiyonu, ortalığı birbirine katan patlama ve araba takip sahneleriyle değil, en başta buz gibi bir gerilimle, stratejik düşünme yetisiyle ve soğukkanlı kararlarla beslendiği için, türün yüzeyselliğine alışmış izleyiciyi çocuklar gibi sevindirdi. Paul Greengrass sayesinde bu özelliklerin her filmde bir adım ileri taşınması da, sinemadaki diğer üçlemelerin tersine doğru bir seyir izlemesine neden oldu. Greengrass’ın değerini çok iyi bilen Damon’ın, üçlemede senarist olarak görev yapan Tony Gilroy’a bir yönetmen olarak güvenmemesi çok doğal. Diğer yandan seriye rengini kazandıran yönetmenin yokluğu bütün gözleri Gilroy’un üzerine çevirse de, kendisinin bu işin altından hakkıyla kalkmak için elinden gelen her şeyi yapmış olduğu açıkça ortada. Doğru bir karar vererek bir yeniden çevrime değil, bir devam filmine odaklanan ekip, kahramanlarını ve başrol oyuncularını değiştirmiş olsa da, Bourne hayranlarının çok iyi bildiği gibi senaryonun mantığına ters düşen bir hamleye de kalkışmamış durumda. Üçlemede yaşanan olaylar, Bourne’u soğukkanlı bir suikastçıya dönüştüren programın sadece onu hedef almadığını da açık etmişti. Belli ki etrafta başka Bourne’lar da vardı ve onlar da kahramanımızın yaşadıklarının benzerlerini yaşamış olabilirdi. “Bourne’un Mirası / The Bourne Legacy”de izleyeceğimiz Aaron Cross da bu ‘Bourne’lardan biri. Cross’u canlandıran Jeremy Renner, özellikle Oscar’lı çıkış filmi “Ölümcül Tuzak / The Hurt Locker”da canlandırdığı içine kapanık, gözükara ve tekinsiz karakter sayesinde Bourne evrenine son derece uygun bir aktör. Yanı başında koşturan Rachel Weisz ve kötü adam olarak Edward Norton’ın varlığı da “Bourne’un Mirası”nı izlenebilir kılan etkenler arasında. Ancak filmin başarısı ve akıbeti, tamamıyla Gilroy’un bu karakterlerin içini doldurup dolduramayacağına bağlı. Aaron Cross’un hayatta kalma mücadelesi, geleneksel aksiyona teslim olmayıp Bourne’u Bourne yapan özellikleri muhafaza ederse, film seriye harika bir ekleme olacak. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

33


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

PORTRE

Kısa kariyere yaşam boyu onur

Zeren, öhreti Atıf Yılmaz, Kadri Yurdatap ve Memduh Ün sayesinde yakaladı.

AGÂH ÖZGÜÇ milsanat@milliyet.com.tr

49. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Yaşam Boyu Onur Ödülü alacak Meral Zeren’in 1970’lerde 9 yıl süren kısa bir sinema kariyeri var. Peki bu kariyerden geriye kalan nedir?

34

49. Antalya Altın Portakal Film Festivali, masum yüzüyle dikkati çekip ilk kez 1971 yılında kamera karşısına çıkan bir oyuncuyu, kıyıda köşede unutulmuş ve bugün 60 yaşını süren Meral Zeren’i hatırlayarak, bir Yaşam Boyu Onur Ödülü ile değerlendiriyor. Tüm çabalarına karşın büyük bir ‘star’ olmasa da yıllardır yetenekleri ölçüsünde savaş vermiş bir oyuncuyu hatırlayabilmek, bir festival yönetiminin temel görevlerinden biridir kuşkusuz. Kaldı ki, Yaşam Boyu Onur Ödülü, Antalya gibi uzun ömürlü bir festivalin en saygın ödülü. İstanbul, Adana ve Ankara festivallerinin de... Ne var ki, böyle en yüksek derecedeki saygın ödülün, her yıl elma şekeri gibi 5 ya da 6 kişiye birden verilmesi bu saygınlığı yitiriyor, zedeliyor ve ucuzlatıyor. Ve nedense Antalya Film Festivali yönetimi bunu hep yapıyor. Eğer bunun adı Yaşam Boyu Onur Ödülü ise eş-dost dayanışmasıyla birilerine ‘kıyak’ olsun diye değil, bilinçli bir seçim çözümlemesiyle en fazla, çok özel iki seçkin kişiye verilir. Aman sakın hizmet ödülleriyle yaşam boyu onur ödülleri birbirlerine karıştırılmasın... Milliyet Sanat A ustos 2012

Neyse bu konuyla ilgili ayrıntıları yazılabilecek Antalya Film Festivali’nin Gizli Tarihi adlı kitaba bırakıp, Meral Zeren’in sinema yaşamının izini sürelim şimdilik.

Ya ıyla ba ı dertte Diyarbakırlı bir ailenin kızı olan İstanbul doğumlu Meral Zeren’in sinemayla ilişkisi bir rastlantıyla başlar. Yeşilçam tarzında bildik bir öyküdür bu. Tesadüflerin egemen olduğu sinemaya giriş ilişkileri, genelde birbirine benzer. İlk kez 13 yaşında sahneye çıkar Meral Zeren. Yaşı tutmadığından kaçak çalışır bir süre. Hafif batı müziği türünde şarkılar söyleyen Zeren’in, yaş nedeniyle başı derttedir hep. 1970 yılında girdiği bir güzellik yarışmasını da bu yüzden kaybetmiştir. Orhan Boran ve Günseli Başar gibi ünlü isimlerin jüri üyeliği yaptığı Milliyet Gazetesi’nin Güzellik Yarışması’nda Fatma Belgen’le finale kalmasına karşın, gerçek yaşı ortaya çıkınca sonuç aleyhine gelişir. Neden sonra yasal bir düzenleme sonucu, bu dertten nasıl kurtulduğunu kı-

Zeren, Cüneyt Arkın’la “Battal Gazi Destanı”nın bir sahnesinde.


Diyarbakırlı bir ailenin kızı olan Meral Zeren’in sinemayla ilişkisi bir rastlantıyla başlar. Yeşilçam tarzında bildik bir öyküdür bu. Tesadüflerin egemen olduğu sinemaya giriş ilişkileri, birbirine benzer. Meral Zeren, Tamer Yi it ve Bilal nci, “Dadalo lu’nun ntikamı” adlı filmde. Zeren ile müzik dersleri aldı ı hocası ve sevgilisi Selami ahin...

saca şöyle anlatır: “Kimliğimde 1952 yazsa da gerçek doğum tarihim 1956’dır. Profesyonel bir şantöz olarak serbest çalışmam için yaşım, dört yaş büyütülmüştü”. Yıl 1971. Eski adı Denizatı, yeni adı Neros olan Tarabya’daki tavernada şantözlük yaptığı sıra, bir gece Atıf Yılmaz, Kadri Yurdatap ve Memduh Ün, onu dinlemeye gelirler. O geceden sonra yaşamı birden değişecektir Zeren’in. O üçlü sinemacı ekip, hakiki yaşı 15 olan Zeren’in tazeliğinden, çocuksu masum yüzünden etkilenmişlerdir. Ve birkaç gün sonra, arada bir Memduh Ün’le ortak filmler yapan yapımcı Kadri Yurdatap’tan ilk film teklifini alır. Çok mutludur. Her şey o kadar ani olmuştur ki... Kendini birden film setinde bulur. Şantöz Meral Zeren, rüyada gibidir. Sinemada şöhret olmanın hesaplarını yapar. Nasıl olsa arkasında Kadri Yurdatap gibi eski kurt bir yapımcı vardır. Meral Zeren’in kimi ansiklopedilerindeki biyografisinde ilk film olarak, Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Battal Gazi Destanı” görünse de, kamera karşısına çıktığı ilk film “Önce Sev Sonra Vur” adlı yapımdır aslında. Uğur Film şirketiyle yaptığı sözleşmenin hemen ardından Memduh Ün, Zeren’i karşısına alıp “Bak kızım” der, “Seni Cüneyt Arkın ve Fikret Hakan’ın oynayacağı ‘Battal Gazi’ filmine hazırlayacağız. Ancak senin kameraya alışman ve rahat olman için önce bir diğer filmde oynayacaksın. Sen de kendini ona göre hazırla...” Memduh Ün’ün sözünü ettiği “Battal Gazi Destanı”nda Bahar Erdeniz oynayacaktır. Ne var ki, Erdeniz’le ilk görüşmede parasal açıdan bir sorun çıkınca, aynı rol bu kez Meral Zeren’e kaydırılır. Natuk Baytan’ın yönettiği “Önce Sev Sonra Vur” ise, Zeren gibi tecrübesiz, çaylak bir yeni oyuncu için bir ‘prova’dır, yani bir ‘deneme filmi’dir sonuçta. Zeren, setinde dört gün boyunca çekim yaptığı bu filmde, kaçırılan bir profesörün kızı rolündedir. Filmin isminden de anlaşılacağı gibi “Önce Sev Sonra Vur”, maço bir erkek filmidir. Ve başrolü de bu tür serüven

filmlerinin ünlü ismi Yılmaz Köksal oynamaktadır. 1971’de Köksal ile iki filmde daha oynar birbiri ardına. “Alaeddin’in Lambası” ve “Avare Kalbim” adını taşıyan filmlerde...

Umudu Kemal Sunal Gazino ve taverna çalışmalarına ara verip, sinemaya girişinin ikinci yılı 1972’de Serdar Gökhan’la “Acı Yurdum”, Tarık Akan’la “Üç Sevgili”, Tamer Yiğit’le “Dadaloğlu’nun İntikamı”, 1973’de Kadir İnanır’la “Bitirim Kardeşler”, Kartal Tibet’le “Şeytanın Kurbanları”, Yalçın Gülhan’la “Vahşet”, Cüneyt Arkın’la “Yanaşma” ve Türkan Şoray’la (kızkardeşi rolünde) “Dert Bende” adlı filmlerde oynayan Meral Zeren, bu süreçte magazin basının asparagaslarıyla bolca isminin duyurulması dışında, dişe dokunur bir tırmanışa geçemez. Erkek tipolojisinin egemen olduğu filmlerin içinde bir iki sıra dışı çalışma olsa da. 1974’de ise Zeren’in kıpırdanma ve silkinme yılıdır. Umudu popüler kitle filmlerinin ünlü yapımcısı Ertem Eğilmez ve Kemal Sunal filmlerindedir. 1974-1975 sezonunda Sunal’lı 5 filmde oynar. Ertem Eğilmez’in “Köyden İndim Şehre” ile “Salak Milyoner”, Atıf Yılmaz’ın “Salako” ve Zeki Ökten’in “Hanzo” ile “Şaşkın Damat” adlı filmlerinde... Özellikle de bir eşkıya taşlaması olan “Salako”, en iyi filmlerinden biridir Zeren’in...

Bir dönü ve bir son Sinema yaşamının en düzeyli filmlerini, bu çok kısa süren son döneminde çekse de, o kalabalık kadrolu yapımlardaki usta karakter oyuncuları arasından öne çıkıp bağımsız bir kadın tiplemesi yaratması yine çok zordur. Ve Zeren 1976’da zorunlu bir ‘dönüş’ yapacaktır. Bu kez Türk müziği sanatçısı olarak sahnelere... Meral Zeren, uzatmalı bestekar ve şarkıcı sevgilisi Selami Şahin’in desteğiyle, 5 yıllık bir aradan sonra soluğu sahnede alır. Zeki Müren’in alt kadrosunda ve Fahrettin Arslan’ın Maksim Gazinosu’nda... Şarkıcılığa yeniden ‘dönüş’, bir ‘son’u da beraberinde getirecektir. Yine Ertem Eğilmez’in yönettiği ve İlyas Salman’la oynadığı 1980 yapımı “Banker Bilo”, son sinema filmidir Meral Zeren’in. Ve “Banker Bilo” ile sonlanan dönemin toplamı 9 yıldır. O ciddi oyunculuk döneminden sonra arada bir TV dizilerinde ve birbiri ardına her önüne gelen o çok kötü düzeysiz video filmlerinde boy gösterse de... Bütün bunlardan sonra dokuz yıllık kısa süreli sinema yaşamından akılda geriye kalan ne? Kemal Sunal ağırlıklı birkaç Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz ve Zeki Ökten filmi mi? Ya da ‘havanda dövülen su’ gibi akıp giden bir Meral Zeren mi? Siz nasıl yorumlarsanız... ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

35


■ ■ ■ ■ ■

S NEMANIN HAZ NELER

ATİLLA DORSAY aldorsay@yahoo.com

ABD’ye gittiğinde kara filmin zirvelerine imza atan yönetmen Robert Siodmak’ın Fransa’da çektiği son film olan “Tuzak / Pieges”, savaşın eşiğindeki Paris’i yansıtıyor.

İçinden ‘chanson’ geçen kara film “Pieges / Tuzak” Yönetmen: Robert Siodmak, Senaryo: Jacques Companeez, Ernest Neuville, Simon Gantillon, Görüntü: Michel Kelber, Jacques Mercanton, Marcel Fredatel, Müzik: Michel Levine, Oyuncular: Maurice Chevalier, Pierre Renoir, Marie Dea, Eric Von Stroheim, Andre Brunot, Jean Temerson, Jacques Varennes, Fransa, 1939, 106 dakika . Filmin ba rolünde yer alan Maurice Chevalier’ye e lik eden isimlerden biri de Fransız aktris Marie Dea...

36

İŞTE sinema tarihinin karanlıkları içinde kaybolmuş bir film: “Pieges / Tuzak”. Yakın zamanda tüm önemli Fransız klasiklerini DVD haline getirmekte olan Gaumont şirketinin çabası olmasa, ne ben ne de başkaları bu filmi hatırlayıp üzerine yazacak değildik. Sinema tarihçileri de filmin hakkını tümüyle vermiş sayılmaz. Ünlü ABD’li eleştirmen Leonard Maltin filmden hiç söz etmezken, İngilizlerin ünlü Halliwell kılavuzu özgün adıyla verir, ama hiç yıldızsız! Ve yargısı da şöyledir: “Ünlü şarkıcı yıldızıyla cinayetleri bağdaştırmakta hayli zorlanan Milliyet Sanat A ustos 2012

bir film”. Bir tek, yine İngiliz Time Out kılavuzu adildir. Özgün adıyla verir (İngilizce yakıştırılmış adlar olan “Personal Column” ve “Snares” isimlerini de vererek). Ve olumlu eleştirisini şöyle bitirir: “Film en iyi anlarında Siodmak’ın sonraki kara-filmlerinin o tipik pusuya yatmış tehlike duygusunu taşır ve kimi müthiş performanslar içerir: Özellikle Eric Von Stroheim’ın rakibi tarafından yok edilmiş, bomboş bir salonda sözümona defile düzenleyen patetik modacısı ve de Pierre Renoir’ın Chevalier’nin gece kulüpçülüğünün ardındaki asıl güç olan gizemli işadamı rolleri”...

Kariyerde dönüm noktası Bu kez eleştirileri filmden önce verdik. Şimdi yaklaşmayı deneyelim. Film bir dizi gazete haberiyle açılır. Üst üste işlenen cinayetlerde öldürülen kadınlar, küçük ilanlarla aranıp bulunan, Fransızların ‘petite vertu - pek az erdem’ sahibi dedikleri kadınlardır. Yakın arkadaşı bu cinayetlerden birine kurban giden bir ‘taxi-dancer’ kız (yani o dönemin dans salonlarında erkeklerle para karşılığı dans eden kızlardan biri), polis komiseri tarafından katile aynı küçük ilanlara girerek tuzak kurması için ayarlanır.


Kadın bu işi yaparken, sempatik ve ‘debonnaire’ (hep neşeli ve zarif kişilere verilen bir sıfat) bir kulüp sahibi ve aynı zamanda şarkıcı birinin (Maurice Chevalier) ilgisini çeker ve bir ilişki başlar. Ancak gelişen olaylar, onun katil olduğu sonucunu getirir. Ve adam hapse tıkılır. Onu kurtaracak hiçbir kanıt da yoktur.

Biraderler ABD’de Film, aslında çok ilginç bir yönetmen olan Siodmak’ın kariyerinde bir dönüm noktasıdır. Amerikalı sanatçı (1900- 1973) mesleğine Almanya’da başlar: 1929 yapım ünlü “Menschen am Sontag / People on Sunday” filmiyle... Bu sessiz film, bir pazar günü Berlin’de özgürce dolaşan iki çiftin öyküsünü anlatır. Kameranın önünde profesyonel olmayan gerçek insanlar vardır. Ama ya arkasında? Senaryoyu Billy Wilder ve Robert’in kardeşi, kendisi de ilerde ilginç bir sinemacı olan Curd Siodmak yazmıştır. Filmi yönetenler ise Robert Siodmak, Fred Zinnemann ve Edgar G. Ulmer’dir. Geleceğin bunca büyük yeteneği-

Maurıce Chevalıer, “Tuzak / Pıeges”de olmadık yerlerde iki şarkı söyler. Ve polisiye entrikanın canına okur! Ancak katil damgasını yemesiyle birlikte, Chevalıer’nin oyunu değişir. nin aynı filmde buluşması küçük çapta bir mucize sayılmalıdır. Siodmak sonra Fransa’ya geçmiş ve bir avuç film imzalamıştır. Aralarında “La Vie Parisienne / Paris Hayatı” ve bu film bulunan... Bu son filmden sonra, savaşla birlikte Siodmak biraderler kapağı ABD’ye attı. Robert orada mütevazı biçimde başlayıp giderek düzeyi yükselen fantastik, gerilim ve kara-film tarzı yapıtlar imzaladı. “Son of Dracula / Drakula’nın Oğlu”, “Phantom Lady / Hayalet Kadın”, “The Spiral Staircase / Döner Merdiven”, ünlü Ernest Hemingway uyarlaması “The Killers / Katiller”, “The Dark Mirror / Karanlık Ayna”, “Criss Cross”... Son dördü kara-filmin zirvelerinden sayılır. Hepsi 1940’ların temsil ettiği savaşın yıkımı ve savaş sonrasının psikolojik çöküntüsü çerçevesi içinde, insan ruhunun en karanlık yanlarına yönelmiş usta işi siyah-beyaz filmler... Daha 1944’de Universal’ın egzotik yıldızı Maria Montez’in en hatırlanan filmlerinden olan “Cobra Woman / Yılanlı Mabude”nin Technicolor’u içinde yarattığı fantezi dünyasına ise, 1952’de korsan filmlerinin en unutulmazlarından olan Burt Lancaster’li “The Crimson Pirate / Korsanlar Kralı” ile döner. 1950’lerden

Yönetmen Robert Siodmak (üstte), kariyerine Almanya’da ba layıp, Fransa ve ABD’de devam etti.

F il m i n a s e d in ir s in ıl iz

de yumuşak kaydırmaları yine yerli-yerin? sonra, Fransa’dan geçerek Aldedir. Filmin Gau m o nt’dan çık manya ve yeniden ABD’de Bir ara beyaz kadın an DVD’si Fra nsızca alt çevirdiği bir avuç filmle, kariticareti yapan bir çeteyazılı. yerini ‘60’larda noktalar. nin de yakalanmasıyla, hikaye bitmiş gibi gözüMüzikal ve komedi ustası kür. Ama yönetmen us“Tuzak”, kimi kaynaklara göre temel ta bir dönüşle, birden asıl katili ramp ışıkzaafı başroldeki Maurice Chevalier olan larına çeker. Elbette hiçbir yönetmen Chevalier’yi bir filmdir. Çünkü Chevalier ünlü bir kabare yıldızı, sinemada ise bir müzikal ve ko- bırakınız katil, kötü adam rolünde bile gösmedi ustasıdır. Sinema tarihlerine Jea- terme lüksüne sahip değildir! Ancak katil nette McDonald’la çevirdiği müzikaller ve kimliği de, sinema dahisi yönetmen Jean ileri yaşında “Love in the Afternoon / Öğ- Renoir’ın kardeşi olan Pierre Renoir’ın leden Sonra Aşk”, “Gigi”, “Can Can”, görkemli oyunuyla inandırıcı bir kişilik olur. “Fanny” gibi komedilerdeki yaşlı adam Marie Dea’nın dansçı kız ve de ünlü Alman yönetmen-oyuncusu Eric Von Strokompozisyonlarıyla girmiştir. Ticari açıdan başka türlü olamayacağı heim’ın hikayenin bir yerinde şüpheli olaiçin, “Tuzak”da olmadık yerlerde iki şarkı rak gösterilen eksantrik modacı komposöyler. Ve polisiye entrikanın canına okur! zisyonları da kayda değer. Ve dediğim gibi, bu veda filminden Ancak katil damgasını yemesiyle birlikte, Chevalier’nin oyunu değişir. Ve bu en cid- sonra, Robert Siodmak kardeşiyle birlikte di kompozisyonunda, patetik bir karakter Hollywood’a gider. Ondan sonrası bambaşka bir hikayedir. Ava Gardner, Olivia yaratmayı başarır. Film bir yandan savaşın hemen eşi- de Havilland, Dorothy McGuire, Yvonne ğindeki ‘gay Paris’i gayet iyi verir. Çılgın de Carlo gibi birbirinden güzel ve yetekulüpleri, çapkın erkekleri, hafif kadınları, nekli kadınlar ve özellikle Burt Lancas‘can can’ dansözleri ve moda olan siyahi ter’in fetiş-oyunculuğuyla yaratılan ve mecaz şarkıcılarıyla... Öte yandan, Siod- raklılarını hâlâ çok mutlu eden kara-film mak’ın ünlü kamera hareketleri, özellikle mucizeleri... ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

37


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

ELEŞTİRİ

Vahşet ve yenilenme AL ULV UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Vahşilerin hikayesini anlatan “Savages”, seyircinin en kaba duygularını açığa çıkarmayı hedeflemiş. “Olmak İstediğim Yer”de ise ruhu tazelenen bir ana karakter izliyoruz.

“Vah iler - Savages” Yönetmen: Oliver Stone, Senaryo: Shane Salerno, Don Winslow, Oliver Stone, Oyuncular: Blake Lively (O), Taylor Kitsch (Chon), Aaron Johnson(Ben), Görüntü: Daniel Mindel, Müzik: Adam Peters.

“Vah iler”de Salma Hayek (solda) bir uyu turucu kartelinin eli kanlı liderini, Blake Lively ise onun rehinesini canlandırıyor.

Manasız, ironik, kanlı 38

OLIVER Stone, kurmaca uzun metrajlarının bu on dokuzuncusunda, bir önceki çalışması “Borsa: Para Asla Uyumaz / Wall Street: Money Never Sleeps”, ‘kâğıtlarla’ dünyanın kaderini çizen, okumuş, havalı, zeki, ‘vahşi’ çocuklara benzer iki tip için, bu kez, Doğu Yakası’ndaki California’da, buraya özgü bir entrika hazırlamış. Kaynak romanın yazarı Don Winslow’u, “The Death and Life of Bobby Z” adlı bir önceki suç akMilliyet Sanat A ustos 2012

siyonundan tanıyoruz. “Sonsuz Ölüm / Butch Cassidy and the Sundance Kid”e (1969) açıkça atıfta bulunan “Vahşiler” ise, yasal kılıflarla vatandaşları soyan ‘finans’ piyasalarındaki parlak tiplerin yerine, daha gerçek, daha canlı, sevmekte ve ölmekte daha ‘gözü kara’ karakterlere sahip. Laguna Beach merkezli lüksün içinde dünyanın en kaliteli Hint kenevirini yetiştirip örümcek ağı kusursuzluğunda dağıtıp mil-

yonlar kazanan Chon ve Ben’in ortak kadını olan O’nun (“Hamlet” karakteri Ophelia’nın O’su) anlatımıyla merkezine aşk ve şiddeti oturtan hikâye, manasız, ironik ve kanlı. Manasız; çünkü Chon ve Ben’in büyük pazar hacminden yararlanmak isteyen, Meksika dizisinden çıkagelmiş gibi trajikomik bir patroniçe olan Elena’nın (Salma Hayek) yönettiği Baja Karteli’yle savaşmaktan, uzmanlığı işkence ve cinayet olan ‘şa-


Geçmişle hesaplaşmadan asla! “Olmak stedi im Yer / This Must Be the Place” Yönetmen: Paolo Sorrentino, Senaryo: Paolo Sorrentino, Umberto Contarello, Oyuncular: Sean Penn (Cheyenne), Frances McDormand (Jane) Görüntü: Luca Bigazzi Müzik: David Byrne, Will Oldham. Filmde Dublin’de ya ayan bir çifti canlandıran Sean Penn ve Frances McDormand.

1970’lerin ortalarından başlayarak etkisini günümüzde de sürdüren ‘gotik rock’ grubu The Cure’un solisti Robert Smith’in melankolik ifadesi ile dağınık saçları, koyu kırmızı dudakları ve simsiyah göz çevresi makyajı benzerinin Sean Penn’e uygulanması kararını veren yönetmen Paolo Sorrentino, karakterin fiziksel tasarımında kesin başarıya ulaşmış zaten. Müziği uzun zaman önce bırakıp sevecen itfaiyeci karısı Jane’le İrlanda’daki malikanesinde yaşayan Cheyenne, geçmişi, kendisi, dünyayla hesaplaşmasını tamamlayamadığı için, şimdi, burada, evinde olsa da aslında ‘kayıp bir ruh’. Sanki hayattan istifa etmesine ramak kalmış. Nasıl yavaş, nasıl ‘cansız’ anlatılamaz. İç dünyası fiziksel görünümüne yansımış diyebiliriz (Bir not: İtalyan yönetmenin, mafya ile ilişkisi olduğu iddia edilen politikacı Giulio Andreotti’nin öyküsünü anlattığı “Il divo” da, ilginçtir,

makyaj dalında Oscar adayı olmuştu). Sean Penn, gözlerini gözlerimize dikerek adeta, birçoğumuzu ‘sığınmak istediği’ o boş vermişlik görüntüsüne çekiyor. Ancak, 30 yıldır temasta olmadığı babasıyla ilgili kötü haber gelip de New York’a gittiğinde karşısına bir fırsat çıkıyor. Babasının Auschwitz günlerinden kalma ve hâlâ hayatta olan bir eski Nazi’nin izini sürdüğünü öğrenerek doğudan batıya ülkeyi kat ederek, adamı bulmaya çalışıyor (bir Nazi avcısı da, ona bir kaç yerde yardımcı oluyor).

Vicdani hesapla ma Nasıl olup da -neredeyse- yürümeye üşenen Cheyenne bu yolculuğa çıkar? Belki açıklaması karmaşıktır ancak veda edemeden dünyayı terk eden babasıyla olan kopukluğu da dâhil anlamsızca sürüklendiği yaşamın onu bıraktığı yer, olmak istediği yer değildir. Geçmiş ve aile,

asıl önemlisi de kendi vicdanı onu bir hesaplaşmaya itmiştir işte. Yönetmen, tam da bu yolculuk fikrinden başlayarak, Cheyenne ile birlikte seyirciyi de, birbirinden çok farklı bir dizi hayatın içindeki ayrıntılarla buluşturuyor. Masum bir doğa, küçük yerleşim birimleri, farklı ‘iç dünyalar’ boyunca Cheyenne’nin ruhu da ‘tazelenmeye’ başlıyor sanki. Her plandaki mizansende / ses tasarımında ve sözlerini David Byrne’ün yazdığı filmin adını taşıyan şarkı da dâhil ‘soundtrack’ içeriğinde damıtılmış zevklerini paylaşan Sorrentino’nun yapıtı, sinefiller nezdinde özel bir yere sahip. Birçok insanın nasıl da ‘hesaplaşamadan’ ve arzu ettiği ‘yerlerde’ olamadan göçüp gittiğini düşündüğümüzde, önemli bir karakter yarattığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii Sean Penn olmadan , ‘itici’ tipe sahip karaktere bu kadar ısınmak mümkün olur muydu, bilemiyoruz.

Sean Penn, gözlerini gözlerimize dikerek adeta, birçoğumuzu ‘sığınmak istediği’ o boş vermişlik görüntüsüne çekiyor. Ancak, 30 yıldır temasta olmadığı babasıyla ilgili kötü haber gelip de New York’a gittiğinde karşısına bir fırsat çıkıyor. ka gibi kötü’ adamlara (Benicio Del Toro’nun Lado tipi mesela), muhbirlerden, satılmış devlet ajanına (John Travolta)... Biz bu filmi defalarca seyrettik zaten. Ortada Steven Soderbergh imzalı “Trafik / Traffic” (2000) gibi bir film dururken meselenin ciddi kısmını aramak gereksiz. Asıl tema, her iki tarafında da birbirine ‘vahşi’ demesinin altındaki ironide saklı.

A k üçgeninin samimiyeti Chon tam bir savaşçı asker (sekste hızlı ve sert); çevresindeki eski asker dostları da her an çatışmaya hazırlar. Kenevir tohumlarını da Afganistan’dan getirtmiş zaten. Ben

ise Budist felsefeye inanıyor; uyuşturucudan kazandıklarını dünya insanlarına yardım için harcamaktan çekinmiyor (sekste de sevişiyor ve ruhunu açıyor). O, ikisinin toplamında ‘mükemmel erkeğe’ ulaşıyor... Gözlerini kırpmadan insan kafaları keserek internette yayınlayan, tüm erkeklerini ‘kaybetmiş’ patroniçe, bu üçlü ilişkiyi fark ettiğinde ‘itici’ buluyor. İşin içine insan kaçırmalar, ailelerin tehdit edildiği restleşmeler ve her türden vahşi cinayetler girdiğinde, tüm bu insan doğasının en ‘sefil’, yıpranmış, arızalı örnekleri karşısında irkilmek bir yana ‘eğleniyorsunuz’. Stone, tam da bunu hedeflemiş gibi. İçinde tek bir masumun ol-

madığı vahşilerin hikayesinde, seyircinin de en kaba duygularını açığa çıkarmak! Peki, Chon, O ve Ben aşk üçgeninin samimiyeti? Sanki onların en saf hallerinin bileşimiyle oluşmuş bu duygusal yoğunluk, bunca suç, vahşet, kan, acı, gözyaşı, hatta melodramdan sonra ruhumuzu okşuyor(mu?)... Ancak buna da güvenmeyin; birbirinin zıttı iki finalle, filme tüm olumlu bakma çabalarımızı boşa çıkarıp, şu yargıyı hak ediyor Stone: “Sonunda iyice saçmaladınız bayım” ! Büyük olasılıkla da, 2010 yılının en çok ilgi görüp övülen bu romanını sadık biçimde uyarlayamadığınızdan (yapımcı, “yaklaşık beş saatlik film olurdu” diyor) saçmaladınız! ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

39


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

YENİ FİLMLER

Sinemada gayriresmi Avrupa programı N L KURAL nil.kural@milliyet.com.tr

Bu ay vizyonda Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in“Elena”sından İspanyol bilim kurgusu “Eva”ya Avrupa filmlerinin öne çıktığı bir içerik dikkat çekiyor. “Bu Gece Benimsin / You Instead”de iki rock yıldızı rolünde Natalia Tena (sa da) ve Luke Treadaway’i görece iz.

40

“DÖNÜŞ / Return” ve “Sürgün / Banishment” filmleriyle uluslararası arenada ismini duyuran başarılı Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in yeni filmi “Elena” geçtiğimiz yıl Cannes’da Belli Bir Bakış bölümünde izleyiciyle buluşmuş ve bölümün jüri özel ödülünü kazanmıştı. Nadezhda Markina, Andrey Smirnov ve Aleksey Rozin’in başrollerini paylaştıkları filme adını veren Elena yaşlı bir ev kadını. Geç yaşta evlendiği kocası ölüm döşeğinde mirasla ilgili planlarını değiştirince Elena, oğlunu korumak için o da kendi planını yapmaya başlıyor. Film Türkiye’de geç vizyona girse de Zvyagintsev, kariyeri takip edilmesi gereken bir yönetmen... Çeşitli türlerde başarılı işler çıkaran İspanyol sinemasının bir temsilcisi olan “Eva”, çocuklara hitap eden bir bilim kurgu. Başrolünde Almanya’nın uluslararası yıldızı Daniel Brühl’ün bulunduğu film 2041’de geçiyor. Brühl’ün canlandırdığı Alex, başarılı bir robot programcısı. Yıllar sonra büyüdüğü kasabadaki üniversitesine dönen Alex, çocuk bir robot tasarlama görevini alır. Film İspanyol film ödülleri Goya’da 12 kategoride aday olup, aralarında Milliyet Sanat A ustos 2012

En İyi Yeni Yönetmen’in de olduğu üç Goya ödülü aldı. Vizyona giren diğer bir İspanyol filmi ise korku türünde. Carles Torrens’in yönettiği “Lanetli Ruh / Emergo”nun oyuncu kadrosunda yer alan isimlerden birkaçı Michael O’Keefe, Ellen Keegan ve Paul Ortega olarak dikkat çekiyor. Film, bir apartmanda meydana gelen tuhaf olayları araştıran bir grup parapsikoloji uzmanının hikayesini anlatıyor. “Young Adam”, “Perfect Sense” ve “Hallam Foe” gibi karanlık filmleriyle ünlenen David Mackenzie, bu ay filmografisinde alışık olmadığımız bir filmin yönetmen koltuğunda. “You Instead / Bu Gece Benimsin”, rock’n’roll alemlerinde geçen bir romantik komedi. Bir pop grubunun solistiyle, kadınlardan oluşan bir punk grubunun solisti ortak konser vermek zorunda kalınca yaşananları konu alan film, gösterildiği yerlerde eleştirmenlerin bazıları tarafından beğenilirken bazıları tarafında da yerildi.

Gençlik a kı Fransız filmi “İlk Aşkım/ Ma Premiere Fois”, Marie Castille ve Mention Schaar’ın

yönettiği romantik bir yapım. Film, 18 yaşındaki Sarah ile 20 yaşındaki Zachary’nin hayatlarını derinden etkileyen gençlik aşklarını işliyor. Fransa çıkışlı diğer bir film ise romantik komedi “Paris Manhattan”. Woody Allen’ı merkezine alan film, Sophie Lellouche’un ilk uzun metrajlı çalışması. Film, Woody Allen’a saplantı derecesinde hayranlık duyan bir kadının hayatına girmeye çalışan bir adamın yaşadıklarını konu alıyor. Filmde Woody Allen da küçük bir rolde gözüküyor; not olarak ekleyelim.

Endonezya’dan aksiyon “Hero / Kahraman” ve “House of Flying Daggers” gibi dövüş filmlerindeki ustalığıyla tanınan Çinli yönetmen Zhang Yimou, yeni filmi “Savaşın Çiçekleri / The Flowers of War”un başrolünü ABD’li yıldız Christian Bale’a emanet ediyor. 1937’de Çin’de geçen filmde, cenaze kaldırıcısı John (Bale) Nanjing’deki bir Katolik Kilisesi’ne pederin cenazesini kaldırmak için geliyor. Ancak Japon işgalinden kurtulmaya çalışan kadınları koruma görevini isteksizce kabul etmek durumunda kalıyor.


3 Ağustos Cuma

“Sava ın Çiçekleri”nin ba rolünde Christian Bale var (üstte, solda). “Vampir Avcısı: Abraham Lincoln”de Benjamin Walker ve Erin Wasson (üstte, sa da).

AĞU

STOS

“D@bbe: Bir Cin Vakası” Yön.: H. Karacadağ / Oyn.: Nihan Aypolat, Koray Kadirağa “Baskın” Yön.: G. Evans / Oyn.: Iko Uwais “Eva” Yön.: K. Maillo / Oyn.: Daniel Brühl “Gökyüzünde Bir Ayna” Yön.: I. Bollain / Oyn.: V. Echegui “Esaret” Yön.: F. Videau / Oyn.: A. Bonitzer “Bu Gece Benimsin” Yön.: D. Mackenzie / Oyn.: N. Tena

10 Ağustos Cuma

“Elena”da ana karakteri Nadezhda Markina canlandırıyor.

“Gerçeğe Çağrı” Yön.: L. Wiseman / Oyn.: C. Farrell “İlk Aşkım” Yön.: M. Castille, Mention Schaar Oyn.: E. Comar, Martin Cannavo “Cosmopolis” Yön.: David Cronenberg Oyn.: R. Pattinson, Juliette Binoche “Lanetli Ruh” Yön.: C. Torrens / Oyn.: M. O’Keefe

17 Ağustos Cuma

Karanlık filmleriyle ünlenen Davıd Mackenzıe, bu ay filmografisinde alışık olmadığımız bir filmin yönetmen koltuğunda. “Bu Gece Benimsin”, rock’n’roll alemlerinde geçen bir romantik komedi. Gallerli yönetmen Gareth Evans’ın yönettiği Endonezya yapımı aksiyon filmi “Baskın / The Raid”, özel askerlerden oluşan bir grubun, bir çetenin yönettiği mahallede mahsur kalmasından sonra yaşanan çatışmaları konu alıyor. Filmi bazı eleştirmenler saf bir eğlence olarak överken, “Baskın”ı derinlikten mahrum bir yapım olarak nitelendirip beğenmeyenler de oldu. İlgi çeken filmin Hollywood yeniden çevriminin yolda olduğunu da söyleyelim. 2010 yapımı aksiyon yıldızlarını bir araya getiren “Cehennem Melekleri”nin devam filmi “Cehennem Melekleri 2 / The Expendables 2”de yine Bruce Willis, Sylvester Stallone, Liam Hemsworth, Arnold Schwarzenegger ve Jet Li’den oluşan bir aksiyon adamları kadrosu rol alıyor. Yönetmen koltuğunda ise ilk filmde imzası bulunmayan Simon West var. Filmde Expendables adlı özel askerler grubunun üyelerinden biri başka bir paralı asker grubu tarafından öldürülür. Ekip intikam peşine düşer. 2000’lerin başında “Gece Nöbeti / Night Watch” ve “Gündüz Nöbeti / Day Watch” filmleriyle dikkat çeken Rus yönetmen Timur Bekmambetov’un imzasını taşıyan “Vampir Avcısı: Abraham Lincoln /

Abraham Lincoln: Vampire Hunter”, Seth Grahame-Smith imzalı aynı adlı romanın bir uyarlaması. Başrollerini Benjamin Walker, Rufus Sewell ve Dominic Cooper’ın paylaştıkları film, ABD’nin ünlü başkanı Abraham Lincoln’e kurmaca bir görev ekliyor: Vampir avlamak... ABD’nin vampirler tarafından ele geçirileceğini düşünen Lincoln, ülkesini vampirlerden kurtarmayı kendisine görev edinip kazıkları sırtlanıyor. Çok satan çocuk kitapları Saftirik Greg’den uyarlanan film serisinin üçüncü filmi “Saftirik Greg’in Günlüğü: İşte Şimdi Yandık / Diary Of A Wimpy Kid: Dog Days” adını taşıyor. Filmin yönetmeni David Bowers, serinin ikinci filmine de imza atmıştı. Greg’i diğer filmlerde olduğu gibi Jared Abrahamson’ın canlandırdığı filmde çocuk aktöre Reese Alexander, Wanda Ayala ve Joshua Ballard eşlik ediyorlar. Filmde yaz tatili için planlar yapan ancak hiçbir planı yolunda gitmeyen Greg’in yaz maceralarına tanık olacağız. “D@bbe” ve “Semum”un yönetmeni Hasan Karacadağ’ın yeni filmi “Dabbe: Bir Cin Vakası”bedensiz bir varlığın saldırılarına uğrayan mağdurların hikayelerini konu alan, korku türünde bir yapım. ■

“Cehennem Melekleri 2” Yön.: S. West / Oyn.: S. Stallone “Vampir Avcısı” Yön.: T. Bekmambetov Oyn.: M. Winstead, D. Cooper “Tinker Bell: Gizemli Kanatlar” Yön.: P. Holmes / Ses.: Lucy Hale “360” Yön.: Fernando Meirelles Oyn.: Rachel Weisz, Jude Law “Saftirik: İşte Şimdi Yandık” Yön.: D. Bowers / Oy: R. Alexander

24 Ağustos Cuma “Kabus” Yön.: C. Bisceglia, Ascanio Malgarini Oyn.: H. Green, Sabrina Jolie Perez “Lal Gece” Yön.: R. Çelik / Oyn.: İlyas Salman “Savaşın Çiçekleri” Yön.: Z. Yimou / Oyn.: C. Bale, Ni Ni “Bernie’nin Suçu Ne?” Yön.: R. Linklater / Oyn.: Jack Black “That’s My Boy” Yön.: S. Anders / Oyn.: A. Sandler

31 Ağustos Cuma “Elena” Yön.: Andrei Zvyagintsev Oyn.: Nadezhda Markina “Paris Manhattan” Yön.: S. Lellouche / Oyn.: P. Bruel “Kanunsuz” Yön.: J. Hillcoat / Oyn.: Tom Hardy “Bourne’un Mirası” Yön.: Tony Gilroy Oyn.: Jeremy Renner, Rachel Weisz Milliyet Sanat A ustos 2012

41


■ ■ ■ ■ ■

S NEMA

DVD

Ayın en gözde 10 DVD’si SEL N GÜREL gurel.selin@gmail.com

BU FİLME

DİKKAT! “Like Crazy / Çılgınlar Gibi” 2011’in en çok konuşulan bağımsız aşk filmlerinden “Çılgınlar Gibi”, Felicity Jones ve Anton Yelchin’i alıp son derece olgun ve ayakları yere basan bir gençlik aşkı filminin kahramanları yapıyor. Filmin en vurucu özelliği, karakterlerinin genç yaşına rağmen, aşklarının pembe bir toz bulutu olarak değil sarsıcı ve hayat değiştiren bir deneyim olarak temsil edilmesi. Bu alçakgönüllü filmde, bir ilişkinin her boyutuna tanık olabilirsiniz.

KOLEKSİYONERLER

İÇİN “Batman Begins” + “Dark Knight” Box Set / “Batman Ba lıyor” + “Kara övalye” Özel Set 42

“The Dark Knight Rises / Kara Şövalye Yükseliyor” vizyondayken, serinin ilk iki filmini özel bir set ile hatırlamak isteyenlere.

Milliyet Sanat A ustos 2012

“Extremely Loud & Incredibly Close / Çok Gürültülü ve Çok Yakın” (2011) Yönetmen: Stephen Daldry Oyuncular: Thomas Horn, Tom Hanks, Sandra Bullock Öykü: 11 Eylül saldırısında çok sevdiği babasını kaybeden küçük Oskar, kayıp duygusuyla baş edemediği bir yıl geçirdikten sonra, babasının eşyaları arasında bir anahtar bulur. O andan sonra tek amacı o anahtarın gireceği kilidi bulmaktır. Çarpıcı yönü: Bu yıl En İyi Film kategorisinde Oscar’a aday olduğu halde adına en az aşina olduğumuz film “Çok Gürültülü ve Çok Yakın”dı. Ülkemizde bırakın vizyonu, herhangi bir festivalde bile gösterim şansı bulamamış bu Stephen Daldry filmi için tek şansımız ev sineması.

“We Need to Talk About Kevin / Kevin Hakkında Konu malıyız” (2011) Yönetmen: Lynne Ramsay Oyuncular: Tilda Swinton, John C. Reilly, Ezra Miller Öykü: Kevin doğduğu andan itibaren annesinin hayatını cehenneme çevirmek için uğraşır. Hırçın bir bebeklik dönemi, tekinsiz bir çocukluk dönemi geçirir. Asıl felaket, Kevin büyüyünce yaşanır. Çarpıcı yönü: Lynne Ramsay, “Kevin Hakkında Konuşmalıyız”da, yer yer abartılı ve altı kalınca çizilmiş sahnelere imza atsa da, psikolojik gerilimi hep en üst düzeyde tutması, kullandığı yaratıcı kamera açıları ve en önemlisi de kutsal anne hikayelerinin karşısında sapasağlam dikilmesiyle takdiri hak ediyor.

“Man on a Ledge / Gerçe in Pe inde” (2012) Yönetmen: Asger Leth Oyuncular: Sam Worthington, Elizabeth Banks, Jamie Bell Öykü: Manhattan’daki bir otelin çatısına çıkıp aşağı atlayacağını söyleyen eski polis/yeni suçlu Cassidy, caddeyi birbirine katar. Güvenlik güçlerini aşağıya toplayan adamı ikna etmek için bir psikolog getirilir. Ancak bütün bunlar bir soygun planının parçasıdır. Çarpıcı yönü: Ünlü Danimarkalı yönetmen Jorgen Leth’in oğlu Asger Leth’in ilk kurmaca filmi “Gerçeğin Peşinde”, ortaya attığı fikri en verimli şekilde kullanamasa da, A sınıfı oyuncuları ve senaryo sürprizleriyle ilgiyi ayakta tutmayı beceriyor.

“Project X” (2012) Yönetmen: Nima Nourizadeh Oyuncular: Thomas Mann, Jonathan Daniel Brown Öykü: Üç lise öğrencisi, kimsenin unutamayacağı bir parti vermeye niyetlenir. Ancak bu partinin haberi göz açıp kapayıncaya dek kulaktan kulağa yayılınca, gece kontrol edilemez bir hal alır. Çarpıcı yönü: Yapımcılığını “The Hangover / Felekten Bir Gece”nin yönetmeni Todd Phillips’in üstlendiği “Project X”, partiyi baştan sona kaydeden bir kameranın yaptığı çekimlerden oluşuyor. Sınır tanımaz bir parti filmi olan bu komedi tufanı, 12 milyon dolarlık mütevazı bütçesini neredeyse 10’a katladı.


“Yangın Var” (2011) Yönetmen: Murat Saraçoğlu Oyuncular: Osman Sonant, Nesrin Cavadzade, Yavuz Bingöl Öykü: Diyarbakır Belediyesi tarafından Trabzon’un Çayırbağı beldesine hediye edilen itfaiye kamyonunu teslim almakla görevlendirilen itfaiyeci Koşman, istemeden çıktığı bu görevde birbirinden güzel sürprizlerle karşılaşacaktır. Çarpıcı yönü: “Yangın Var” 2011’de vizyona giren diğer Türk filmleri arasında samimiyeti ile öne çıkıyor. Osman Sonant ve Nesrin Cavadzade ikilisinin sımsıcak performansları filmin en büyük gücü.

“Can” (2011) Yönetmen: Raşit Çelikezer Oyuncular: Selen Uçer, Serdar Orçin, Yusuf Berkan Demirbağ Öykü: Çocukları olmayan Ayşe ve Cemal, Ayşe’nin itirazlarına rağmen yasa dışı yollardan bir bebek edinirler. Çarpıcı yönü: “Can”, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin gerek kurgusu gerek Selen Uçer’in performansı ile yarışmanın en akılda kalan filmlerinden biriydi. Raşit Çelikezer, yan hikayelerinde çuvallasa da, ana hikayesini layığıyla anlatmayı bilmiş.

“Miracle at St. Anna / St. Anna Mucizesi” (2008) Yönetmen: Spike Lee Oyuncular: Derek Luke, Michael Ealy, Laz Alonso Öykü: ‘80’lerin Amerika’sında işlenen bir cinayetin kökleri, ‘40’ların İtalya’sında II. Dünya Savaşı’nda bir İtalyan köyünde sıkışıp kalan dört siyahi Amerikan askerinin öyküsüne uzanmaktadır. Çarpıcı yönü: En son 2006’da izlediğimiz “Inside Man / İçerideki Adam”dan beri sohbetlere konu olmayan Spike Lee imzalı bu savaş dramı, 160 dakikalık süresiyle dağıtımcıları korkutmuş olacak ki, yurt dışında sınırlı sayıda salonda gösterildi, Türkiye vizyonuna ise hiç uğramadı. Oldukça geç çıkan bu DVD’yi edinmekte yarar var.

“J. Edgar” (2011) Yönetmen: Clint Eastwood Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Armie Hammer, Naomi Watts Öykü: Film, yaklaşık 50 yıl boyunca FBI’ın başında kalmış J. Edgar Hoover’ın yaşamını geriye dönüşlerle anlatıyor. Çarpıcı yönü: Clint Eastwood’un muhafazakar sinemacılığı nedeniyle J. Edgar’ın öyküsü orasından burasından makaslanmış hissiyatı yaratsa da, FBI’ın en parlak yılları izlenmeye değer bir arka plan oluşturuyor.

“Wanderlust / Bir Ömür Boyu Yolculuk” (2012) Yönetmen: David Wain Oyuncular: Jennifer Aniston, Paul Rudd, Malin Akerman Öykü: Manhattan’da çılgınlar gibi çalışarak maddi olarak ayakta durmaya çalışan bir çift, işlerini kaybedince kendilerini çıkmazda bulur. Tek şansları New York’u terk etmektir. Çarpıcı yönü: Yeni bir komedi anlayışının temsilcisi olan Judd Apatow’un yapımcılığını üstlendiği “Bir Ömür Boyu Yolculuk” ekonomik krizin eğlenceli açılımlarından birini gerçekleştiriyor.

10- “Safe House / Dü manı Korurken” (2012) Yönetmen: Daniel Espinosa Oyuncular: Denzel Washington, Ryan Reynolds, Robert Patrick Öykü: Eski CIA ajanı/yeni suçlu Tobin Frost, bir kaçak olarak Amerikan Konsolosluğu’na sığınınca güvenli bir ‘ev’e götürülür. Genç CIA ajanı Matt Weston ona göz kulak olmakla yükümlüdür. Çarpıcı yönü: Denzel Washington, filmin en önemli ismi. Aksiyon/ajan filmleri kırması olan “Düşmanı Korurken” her iki türün sevenlerini de tatmin edecek nitelikte.

ARŞİV

GÜZELİ “West Side Story / Batı Yakasının Hikayesi” (1961) Birbirine düşman çetelerden çıkan iki âşığın trajik öyküsünü anlatan “Batı Yakasının Hikayesi” DVD olarak raflarda yerini almıştı. Ancak filmin Blu-Ray baskısı sinemaseverlerle buluşuyor. Bir ‘60’lar klasiğini Blu-Ray’e aktarmak onu uzun bir süre daha sapasağlam muhafaza etmek demek. Müzikal dokusuyla sarmalanmış bir Romeo ve Juliet öyküsü anlatan “Batı Yakasının Hikayesi” bu sayede yeni nesil izleyiciler arasından kendine yepyeni hayranlar bulacaktır.

BAĞIMSIZ

SULARDA “The Future / Gelecek” Miranda July, bizzat yazdığı, yönettiği ve oynadığı filmlerde izleyiciye adeta paralel bir dünyadan sesleniyor gibi. Her şeyin daha ağır, sessiz ve duygusal aktığı bu paralel dünyaya dahil olmak için, onunla aynı dilden konuşuyor olmanız şart. Aynı şeyler “Gelecek” için de geçerli. Kesinlikle ayrıksı, yer yer absürt ve tam da Miranda July tarzında. Bu kez bir sokak kedisini evlat edinen 30’larında bir çiftin duygusal çalkantılarına ortak oluyoruz.

X YENİ BO

■ ■ ■ ■ ■

S E T L E R“Spider Man” Trilogy Box Set / “Örümcek Adam” Üçlemesi Box Set Milliyet Sanat A ustos 2012

43


■ ■ ■ ■ ■

AYIN SÖYLE S

ASU MARO

asu.maro@milliyet.com.tr

Yeniden Devekuşu Kabare’de izlemeyi beklediğimiz Metin Akpınar, Fox’un yeni dizisi “Aşkın Halleri”nde çıktı karşımıza. Sete gittik, hem diziden konuştuk, hem tiyatronun akıbetinden, hem siyasetten, hem dünyanın gidişinden...

“Sahnede ölmek gibi bir şansım yok”

Metin Akpınar, sette tuvaletlerin temizli inden çiçeklerin nereye dikilece ine kadar her konuyla ilgileniyor.

44

BEYKOZ Kundura Fabrikası’ndaki setteyiz. Çekimlerden başını kaldıramadığı için “Aralarda kaçıp kaçıp gelirim,” diyen Metin Akpınar’la konuşmak için. Devekuşu Kabare’nin benimle beraber birkaç kuşak büyüten skeçlerinin oyuncusu... Sette bir köşede oturup onu Fox’ta yayınlanan dizisi “Aşkın Halleri”nde Sabri olarak izlerken, gözümün önünden ne Yekta’lar, ne Onnik’ler, ne sarhoşlar, ne ana kuzusu damatlar geçti, birbirlerine onların replikleriyle takılan Devekuşu seyircileri iyi bilir. Milliyet Sanat A ustos 2012

Sonra Metin Akpınar 71 yaşının azalmayan heyecanıyla geldi, bir yandan setteki asistan kızın doğum günü pastasını kesip “Happy Birthday” söylerken bir yandan Sabri’nin bahçesine hangi çiçeklerin dikileceğinin talimatını verdi, kalan zamanda da sorularımı yanıtladı. İlgi alanları siyasetten botaniğe uzandığı için de daldan dala konan bir söyleşi oldu. Aşkın hangi hallerini anlatıyor dizi? Düşününüz, aşkın ne hali varsa onlar yaşanacak. Biliyorsunuz aşkın üzen hali vardır, ağlatan hali vardır, yıpratan hali vardır,

öldüren hali vardır, öldürten hali vardır, uçuran hali vardır. Bütün bu halleri iki ailede ve onların çocuklarında göreceğiz. Bir anlamda “Romeo Juliet”teki Montague’lerle Capulet’ler ana yapısından çıkarılmış, düşman ailelerin birbirine aşık çocuklarının öyküsü. Bunlar iki ortakmış Osman’la (Güven Kıraç) Sabri. Uzun süre birlikte çalışmışlar. Bu arada da Sabri sekreter kızlardan Asiye’yle (İclal Aydın) azıcık aşna fişne yapmış, yani aşkın bir halini yaşamışlar. Flörtten nişana kadar gelen bir hal. Sonra Osman, Sabri’ye bir anlamda kazık atarak kaçmış gitmiş. Zeytinyağ işi yapıyor bunlar, Sabri de kendi işi-


“Bir zamanlar İstanbul’da ipten adam alırdık biz” Özel hayatınızı nasıl bu kadar saklayabildiniz magazinden? Özen göstererek. Çok az geliyorlar yine, özel teknemde beni mayoyla çekiyor mesela, “Şok şok şok, Metin Akpınar’ı hiç böyle görmediniz!” Ulan teknede insan zırhla olursa haber olur, mayoyla haber olur mu? Böyle aptallıklar yapıyorlar, onun için onlarla iyi geçinemem, özelime sokmam. Sizden çekiniyorlar o zaman...

Belli bir dönem çekindiler, o zaman İstanbul’da ipten adam alırdık biz. Nasıl? Bu da bir güçtür yani, bizim arkadaşlarımız falan hep rahmetli oldu, şimdi bizi kimse dinlemez, onun için bana fazla güvenmesinler. Bir dokunulmazlığınız var sanki... Bu benim kendimden ziyade sevenlerimin oluşturduğu bir şey. O halkın sevgisini zedelerseniz halkı

kaybedersiniz. Bunun benim şahsıma gösterilen özenden olduğunu zannetmiyorum. Bir de evelallah, biz doğru insanlarız. Her popülasyonun içinde oldum ben. Çok apaş muhabbetlerde de oldum, mafya demeyeyim ama kabadayı denilen, ki bana göre delikanlıdır, delikanlıların hepsi benim dostumdu. Hepsiyle merhabam, muhabbetim vardı. Keza askeriyle polisiyle de öyleydi.

FOTO RAFLAR: HAL T ONUR SANDAL

İçkiyi kimseye önermem. Ama bana karışılmasına da müsaade etmem. Özendirmemek adına içkinin dizilerde çok kullanılmamasını kabul edebilirim, ama yasağa, sansüre kesinlikle hayır derim.

ni kurmuş baştan. Karısı (İpek Tuzcuoğlu) bankada çalışıyor, bir kızları var. Para biriktirmişler, bir sitede bir ev almışlar. İkiz villa bu. Taşınıyorlar, komşuları tatilde. Oğullarıyla tanışıyorlar, çok da seviyorlar. Oğlan kaç yaşlarında? 20-21. Onlara dikkat ediyoruz, onlar tıklamaz. Çok sevişiyorlar, efendi bir çocuk. Çocukların da aralarında flörte yakın bir şey başlıyor. Çok da mutlu gidiyor her şey. Derken bir sabah oğlanın annesi tatilden geliyor. Bir de bakıyoruz ki bizim sekreter Asiye Hanım çıkıyor. Babası da Osman. Onlar 10 senedir oturuyor, bunlar da son kuruşlarıyla toparlamışlar gelmişler, kredi var, sa-

tamıyorlar. Site sakinleri adeta bir cennet yaratmışlar orada, huzursuzluğa tahammülleri yok. Mecburen bunlar o curcuna içerisinde gizli gizli birbirlerini kaçırmak için oyunlar yapıyor ve de çocuklarının aşklarının hallerine müdahil oluyor... Doğal perspektifinde giden, çok tabancalı bıçaklı, kavgalı dövüşlü olmayan, minik minik siyasi göndermeler içeren, günceli takip eden, bize yakışan da odur, böyle bir olaya soyunduk. Allah utandırmasın bakalım. Sabri nasıl bir adam? 70 yaşlarında, dürüst ve doğru bir adam. Zeytini de, zeytinyağını da özenli yapıyor. İyi zeytin alıyor, önce yöreye bakıyor, sonra zeytinin yapısına bakıyor. Ağaçtan toplanmasına özel gösteriyor. Çünkü zeytin ağaçtan toplandığı zaman 1.5 asittir, yerden toplandığı zaman 5 asittir, sabun yapar. Bunu da biliyorsunuz yani... Ben de bilirim, Sabri de biliyor. Ve de bunu soğuk suyla sıktırarak, çuvaldan süzdürerek yapıyor, tam sızma yağ elde ediyor. Ortağı biraz uyanık. Her yerden sıkılmış yağ topluyor, onları güzel rafine ediyor, parlak güzel şişelere koyuyor, içine bir dal koyuyor, bir biberiye koyuyor, bir defne koyuyor, bir sarmısak koyuyor, mücevherci dükkanı gibi üzerine ışık yapıyor, öyle satıyor. Böyle bir kavga. Bunun yanında Sabri, ahır ömründe, 40 - 41 yaşında bir kadına aşık olmuş, daha doğrusu 20 sene önce aşık olmuş, hala sürdürüyorlar. Karısını çok seviyor. İkinci baharı onun, hatta ikinci sonbaharı. Karısı genç herhalde... 30 yaş fark var. Öyle olunca üzerine titriyor. Kadın da kocasının kendisine olan sevgisini seviyor. Böyle bir mutlu aile. Bunların aşkları, meşkleri, duruma göre seksle-

ri sürmekte, devam etmekte. Bunları da göremiyoruz herhalde ekranda... İşte görebildiğiniz kadar görüyorsunuz. “Hadi yatalım sevgilim”, ışıklar sönüyor, usul öyle. Son yıllarda RTÜK baskısı çok arttı diziler üzerinde. Türk aile yapısına uydu uymadı, o içki içti, bu öpüştü. Bu durum sizi ne kadar sınırlıyor? Bunlar fevkalade yanlış şeyler bir defa, önce onu söyleyeyim. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in dinsiz olmadığını herkes öğrensin artık. Dini İslamdır, mezhebi Hanefidir. İmam-ı Azam Ebu Hanife’de de şarap bir tek haramdır, öbür içkiler serbesttir. ‘Serhoş’ olmadıkça ve serhoşken ibadet etmedikçe her şey yenilebilir ve içilebilir. Hatta eskiler mesela iftardan sonra rakı içerlerdi, ben hatırlarım. Doğrudur yanlıştır, bilmem, ama evlerde içki içilmiyor, içki içilmesin, içki özendirilmesin lafı bence çok geçerli bir şey değil. Ben mesela “Papatyam”da torunlarıma sigara içirtmiyordum, sigaraya ben de düşmanım tabii. Onun için tebrik aldım. Sonra torunlarla beraber rakı sofrasında oturmuşuz, onun için de tenkit aldım. Seyirciden mi? Hayır, böyle bir kuruluş var alkolle ilgili yeni. Şimdi içki çok doğru bir şey değil. Ben 50-60 senedir içen bir adamım. Bana çok zararı olmadı diyemem, çünkü 40 kilo yağ taşıyorum, bunun sebebi odur. Kimseye önermem. Ama bana da karışılmasına hiç tahammül edemem, müsaade de etmem gücüm yettiğince. Özendirmemek adına içkinin dizilerde çok kullanılmasının çok doğru olmadığını kabul edebilirim, ama yasağa, sansüre, kesinlikle hayır derim. Bu sadece Milliyet Sanat A ustos 2012

45


■ ■ ■ ■ ■

AYIN SÖYLE S

içki için değil, her şey için böyle. Aşklar meşkler de öyle, ihanetler de öyle. Allah aşkına bütün Anadolu ensestten kırılırken burada buna müsaade etmemek neyi örtmektir? Biraz artık işlerin farkına varalım. Bence farkındalar zaten... Gayet tabii, bugünkü iktidarın programı budur, bunu uyguluyor. Yüzde 50 oy aldığı için çoğunluk da onda. Yarın öbür gün siz bunun aksini vaat edersiniz seçmeninize, siz seçilirsiniz, gelirsiniz, siz de değiştirirsiniz. Demokrasi budur. Demokrasi yanlış anlaşılıyor diye de üzülüyorum. Demokrasi insanların konsensüs içinde yaşadığı bir rejim değildir. Herkes aynı düşünmez. Tam tersi, aksi düşünenlerin birlikte yaşayabildiği kurumların ve kuralların olduğu sistemdir. Bunun da adı laisizimdir, sekülerizmdir, parlamenter sistemdir, demokrasidir. Bir kere her şey düşünülebilir, düşünceye yasak getirebilir misiniz? Öldürmeyi de düşünebilirim, bölünmeyi de düşünebilirim, dini de düşünebilirim, dinsizliği de düşünebilirim. Peki bu düşündüğümü söyleyebilir miyim? Tabii söyleyebilirim, yazabilirim ve yayabilirim. Yasak olan nedir? Bunu dayatmak, “Sen de benim düşündüğüm gibi düşün, sen de benim söylediğim gibi söyle” demek, yasaktır. Bunu çözersek kavga dövüş olmaz diye düşünüyorum ama galiba önümüzdeki birkaç senede olacak. Bunda ya da oynadığınız diğer dizi-

Metin Akpınar ve pek Tuzcuo lu “A kın Halleri”nde.

lerde senaryoya müdahaleniz oluyor mu? Tabii. Ben zaten o görevi alarak geliyorum, anlaşmalarımı öyle yapıyorum. Beraber çalışıyoruz arkadaşlarımızla. İki yazı ekibimiz değişti, bu üçüncü ekibimiz. Yönetmene ne kadar teslim oluyorsunuz tecrübeli bir oyuncu olarak? Teşekkür ederim, bunu arkadaşlarım da değerlendiriyorlar. Genellikle beni serbest bırakırlar, pek ellemezler. Onlar daha çok resimle anlatıma, tekniğe özen gösterirler. Ben de hem kendimde, hem arkadaşlarımda doğru tonlamaya, Türkçe olmasına ve de oyunlara bakarım. Devamlı beraber okul gibi çalışıyoruz. Çekim arasında gördüm ki bahçenin nasıl tanzim edileceğine bile karışı-

yorsunuz... Evet yani, biz büyüklerimizden de öyle öğrendik. Bir iş hazırlanırken oldukça zorluk çıkaran, sinameki bir tavrım vardır. Ama ondan sonra işin kölesi olurum, her şeyiyle de ilgilenirim. Sizin ne kadar çok alana ilginiz var Metin Bey... Elektronik hariç her şeye. Elektronikte zayıfım. Bazı alanlarda da uzmanlık geliştirmişsiniz ama, tıp gibi, botanik gibi... Tıp, hukuk zaten okudum, felsefe okudum, botanik, doğa çok sevdiğim bir şey benim. Siyaset, dış politika olabildiğince. Ama bir sanatçı zaten bunların hepsinden haberdar olmak zorunda. Bir akademisyen değilim ama hepsinden biraz haberim vardır.

“Devekuşu Kabare’yi canlandıracaktık, beceremedik”

46

Devekuşu Kabare yeniden canlanıyordu bu sene ne oldu? Hayır, onu gerçekleştiremedik. Olmama nedeni de şu, bir tek Hürriyet gazetesi öyle garip garip şeyler yazdı, yok davalar açıldı, bilmem ne, hiç öyle bir şey yok bir kere, yalan. Böyle bir şey olduğu zaman sorarlar. Şimdi bilen adam benim, bana sormadan nasıl yazıyorsun sen? Adamın biri “Metin Akpınar’a 100 bin lira verdim,” diyor, bana sormuyor “Aldın mı?” diye, “100 bin lira vermiş, olmamış,” diyor, “Zeki Alasya’dan 300 bin lira kaçırmak için parayı peşin istedi,” diyor, bunlar ne kadar kötü şeyler... Zeki benim hayat arkadaşım, kader birliği ettiğim bir adam. 62’de tanıştık biz Zeki’yle. Bugün hala şirketimiz sürüyor, ortaklığımız sürüyor. Ne kadar aptal bu insanlar, ne kadar kötü niyetli... Nasıl bir şey düşünmüştünüz yola çıkarken? Eski oyunlardan 10 episod seçip onları

Milliyet Sanat A ustos 2012

birebir olduğu gibi oynamaya çalışacaktık. Küf de koksa, eskimiş de olsa onu öyle yapacaktık. Mesela “Vatan Kurtaran Şaban”, Haldun Bey’in (Taner) yazdığı bir oyundu, 1967’de oynadık. O zaman kültür bakanımız Talat Halman’dı. Ama oyunun geçtiği tarih ondan eski bir tarih, o zaman kültür bakanı yok. Adnan Ötüken diye bir kültür müsteşarı var, biraz köşeli kafalı, tutucu bir adamcağız. Onun eleştirisi bağlamındaydı o oyun. Yani plakçı dükkanına giriyor mesela, “Rahmaninof var mı?” diye soruyor, “Var” diyorlar, “Kapatın burayı, burası komünist” diyor. İşte Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali’sine giriyor. Venüs heykeline sütyen taktırıyor. Böyle bir eleştiriydi. Bunu olduğu gibi oynayacaktık, günümüzün Vatan Kurtaran Şaban’ı kimdir, onu oynayacaktık, o yeni yazılacaktı. Ya da işte “Ha Bu Diyar”da kız satma sahnesi, tarla yerine kız veriyor, o alışverişin bugünkü hali ne olacaktı? Fakat bu

‘bugünküleri’ kotaramadık. Seyirci karşısına çıkaracağımız bir çizgiye gelemedi. Umur Bugay biraz uğraştı evladım, ‘Şaban’ın bugününü yazdı, fena da olmamıştı, yumurtalarla ilgili bir şey yazmıştı. Yine böyle müteşar seviyesinde biri üniversitede konuşmaya gidiyor, kantine de köylü yumurta getirmiş bir sepet. Köylüyü yakalıyorlar, silah getirdi diye. Tabii keyifli bir şeydi ama beceremedik. Önce bir erteledik, şimdi de zaten askıda kaldı, herhalde olmayacak. Sizin oyunlar öyle bahsettiğiniz gibi küf kokmuyor pek. Misal, “Deliler”de kaç yıl önce AKM’nin yıkılmasından söz etmişsiniz... Ya biz bütün yazarlarımız, biz, çok öncül görü sahibi insanlarmışız, ya da Türkiye pek kımıldamadı. Bir tek enflasyonda yeniliyoruz, bizim abarttığımız, bugün çok gerilerde kalıyor. Onun dışında her şeyde aşağı yukarı doğru şeyler söylemişiz.


Epeyce bir kuşak sizin Devekuşu Kabare’deki skeçlerinizle büyüdü... Size o dönemdeki esprilerinizi yapıyorlar mı insanlar gelip? Tabii, hala geçerli. Mesela şimdi tiyatroyu seyretmemiş çocuk. Ya videodan ya da televizyondaki sinemadan yakalayarak birleştirmiş bir şeyleri. Hala box office’imiz var yani. Tiyatro kapandıktan sonra da durmadım ben. Aşağı yukarı bütün üniversitelerde sohbet toplantılarım var. Bahçeşehir Üniversitesi’nde bir dönem ders de verdik hem kabare tiyatrosu hem de siyaset ilişkisini anlattık. Şimdi zannediyorum gene Haliç Üniversitesi’nde böyle bir çalışmamız olacak. Akademik platforma geçti olay, genç arkadaşlarımız doktora tezlerini kabare üzerine hazırladılar. Böyle bir şey geldi geçti. Almanya’da faşizmin ayak sesleri gelirken başlayan bir olay buralara kadar geldi, güzel de bir anı olarak kaldı. Peki o dönemde ne derece rahattınız? Politikacı hicivleri yapabiliyordunuz, nasıldı reaksiyonlar? Olabildiğince rahattı. Bir tek ciddiye aldığımız, bu F80’ler, F100’ler, F104’lerde çok çocuğumuz öldü bizim. Onu biraz eleş-

tiriyorduk, hatta ‘uçan tabut’ diye bir laf vardı. Ona bir karşı çıkış geldi, “Söylemeyiniz” diye, biz de saygıyla karşıladık.Bir de oyunlardan birinde haylaz üç öğrenci oynuyorduk; Demirel, Erbakan, Ecevit. Çok yaramazlık yapıyorlardı, ders olmuyordu, sonunda askerlik hocası geliyordu. Rahmetli Bülent Ecevit “Askerlik hocası gelmesin” diye rica etmişti. O tip minik müdahaleler oluyordu. Süleyman Demirel’le, Erbakan’la çok uğraştık, çok ekmeklerini yedik. Bir tek Müşerref Hekimoğlu Ankara’nın dedikodu yazarı, o dedi “Niye böyle şeyler yapıyorsunuz Süleyman Bey’e, o sizi çok sever” diye. Nitekim sonradan tanıştık, seviştik, Çankaya’ya çıkana kadar onun hakkında söylediğimiz her şeyin altına bugün de imzamı atarım. Yalnız Çankaya’ya çıkınca Süleyman Demirel çok doğru işler yaptı bence. Bugün eleştirilen olaylar dahi bence çok önemli ve doğru işlerdir. Çünkü Süleyman Bey Türkiye’de neyin yapılamayacağını bilen bir politikacıydı. Çok fazla uçmazdı. Aslında siyaseten aynı görüşte değilsiniz Süleyman Demirel’le... Tabii ben daha sol tandanslıyım, öyle büyüdüm. Benim yetiştiğim muhit de öy-

Sanatçı özgür olmalı, hiçbir yasak dinlememeli ama “Aydın korkak olmasın, aydınlar hapishaneye girsin” lafına da katılmıyorum. Ona ne zaman katılırım, CHP şöyle bir söz verir; “Bir aydına haksızlık yapılırsa ben sokağa çıkarım” derse, aydınlar korkak olmaz.

Metin Akpınar, Zeki Alasya ve Bilge en 1972 tarihli “A k-u Sevda” oyununda.

leydi, Aksaray. Orta, ortanın altı, hem kültür seviyesi olarak, hem ekonomik seviye. Ve onların çok haksızlığa uğradığı kanaatindeyim. Onun için bizim yolumuz soldu. Sizin bu mahalle kültürüyle büyümüş olmanızın da etkisi var değil mi seyirciye bu kadar yakın gelmenizde? Şüphesiz, yalnız benim değil hepimizin. Zeki (Alasya) Şehzadebaşılı, Ahmet (Gülhan) Uzunhafızlı. Oralardan yetişen, o harçla, o terbiyeyle büyüyen insanlar çok şey biriktiriyorlar. Üstüne de kendi inşa etttiğiniz bir birikim var... E tabii, bir kere şükretmek lazım yaradana, bir fıtri kabiliyet var, bir beceri var. Ben bugün 71 yaşındayım, bak gençler ezber yapamazken ben takır takır götürürüm işi. Ama ne fıtri kabiliyeti olan insanlar hiçbir şey yapamazlar. Bunu bilgiyle silahlandırmak önemli. Bizim şansımız o oldu, biz çok okuduk. Bugün gençlerle konuşuyorum, biz bütün klasikleri okuduk, bunlar bilmiyorlar bile. Tabii düşünce bilgiyle doğru orantılı, ne kadar bilirsen o kadar düşünürsün. CERN’deki bir parçacık için kıyamet kopuyor, kimsenin bilgisi yok o nedir o, Tanrı parçacığı, Higgs Bozonu falan, neye yarayacak... Siz gününüzün ne kadarını okuyarak geçiriyorsunuz? Ben bir kere çok uyumam, 4 saat uyuyup 20 saat yaşayanlardanım. Eskiden çok okurdum, şimdi bu televizyon beni de esir etti. Artık ilgilendiğim konuya odaklanıp onunla ilgili okumaya çalışıyorum. Nedir mesela şu aralar ilgilendiğiniz konu? Son zamanlarda Kuantum’a taktım, sosyolojisi, fizyolojisi falan, onları çok sağlıklı bulmuyorum ama okuyorum bilgilenmek için. Din konusunda biraz derinlemesine daldım son zamanlarda. Mustafa Kemal Kuran-ı Kerim’i çözmek anlamında Elmalılı Hamdi’ye kendi cebinden para vererek bir Kuran tefsiri yazdırıyor. Bu çok önemli bir tefsir, bugün maalesef orijinaline ulaşamadım. Ama belli hocaların parça parça yaptıkları mealler var, onlardan bunu öğrenmeye çalışıyorum. Sosyoloji, siyaset, hele son zamanlarda ekonomi üzerine biraz fazla yoğunlaştım. Dünyada hiç komünizm denenmedi. Moskova falan diyorlar ama yok öyle bir şey. Karl Marx’ın politikası ve felsefesi zaten zorunlu kullanılıyor. Diyalektik felsefeyi istersen kullanma. Attila İlhan çok güzel anlatırdı, “A’nın içinde B mutlaka vardır, B’nin içinde A mutlaka vardır, diyalektik materyalist felsefe budur”. Yani hiçbir şey en güzel olamaz, mutlaka onun çirkinliği vardır, hiçbir şey en çirkin olamaz, mutlaka onun Milliyet Sanat A ustos 2012

47


■ ■ ■ ■ ■

AYIN SÖYLE S

“CHP’li belediyelerin birer tiyatrosu olsun” Devlet eliyle tiyatro olur mu meselesine ne diyorsunuz? Tiyatro özel iş bir defa, bunu kabul etmek lazım. Ancak opera ve büyük prodüksiyonu özel sektör yapmaz, çünkü bizim özel sektörümüz bu işlere girmiyor. Tiyatroya da girmiyor ki... E bakın bir İKSV ne harikalar yaratıyor. Sermaye olmayınca devletin büyük prodüksiyonu yapması lazım bir defa. Bunun yanında, tiyatro atölyesi diyebileceğim, avangart tiyatro, korku tiyatrosu, seks tiyatrosu, ajitasyon tiyatrosu, bunları da devletin denemesi lazım. Bunlar dışarıda denenecek işler değil. Ama hangi devlet sorusu geliyor tabii, valla bizim devletimiz bunu yapardı. Benim idealimdeki devlet bir kere sağlığı çözer, eğitimi çözer, sosyal güvenliği çözer, sanatı öne alır. Devlet diye buna diyoruz biz. Şehir Tiyatroları mesela, İstanbul’da dört tane CHP’li belediye var. Geçen gün bir açılışta beraberdik, hem Selami Öztürk’e, hem Altınok’a; Kartal Belediye Başkanı, dedim ki “Şehir Tiyatroları’nı kapatıyorlar. Alın açın yahu”. İstanbul’da dört tane CHP’li belediyenin tiyatrosu olsun. Bu olaya karşı bunu reaksiyon olarak yapmak ve tiyatroyu yaşatmak lazım.

48

güzelliği vardır. Bu diyalektik felsefe zaten kullanılıyor. E küreselleşmeye baktığınız zaman Karl Marx’ın öngördüğü iş. Doğru ve samimi olsalardı bugün gerçekten 208 ülkenin bütçesi olurdu, parlamentosu olurdu, ürettiklerini hakça paylaşırlardı, ihtiyaçlar yığından karşılanırdı. Ama olmayınca 1,5 milyar insan günde 1 dolarla yaşıyor. Gel hadi şimdi solcu olma. Bir de şu mantıksızlığa düşürdüler bizi: Biz çok çalıştık, çok kazandık çok şükür. Kendi işimizden kazandık yani, bana babamdan bir 500 Mark kalmıştı, onu da bankaya gidip alamadım, devlete kaldı. E şimdi sosyalist viski içer mi? Tabii ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün gibi laflar vardır ama solcuların da aç ve yerlerde sürünen insanlar olması diye bir kural da yoktur yani. Marx, Lenin, Troçki, mason. Milliyet Sanat A ustos 2012

Bir benzin istasyonuyla bir tiyatro yan yanaysa belediye hangisini kapatır? Benzin istasyonunu, değil mi? Hayır, tiyatroyu kapattı. Ondan sonra biz küstük ve Devekuşu Kabare Tiyatrosu son buldu. Sizi yapamamışlar, öyle diyordunuz bir yerde... Zeki girdi, ben girmedim. Ben özgürlüğüne biraz fazla düşkün bir adamım. Sadrazam öksürünce ben susmam, ayıp olur. Viski içiyor musunuz? Viski de içiyorum tabii. Ama ben rakıcıyımdır, sofra severim. Evet sofralarınız meşhur, hiç bitmiyor iki gün sürüyor diye... Biraz da abartılarak, şehir efsanesi halinde. Doğrudur ama her gün olmaz ki onlar, arada bir olur. Rekorunuz ne kadardır? Cuma akşamı saat 12’de başladık Antakya’da, pazartesi 11’de bitti. Hiç kalkmadan, bir tek tuvalete gidip gelerek. Ama orada İstanbul Restoran diye bir yer vardı, sahibi falan çok şeker, çok tonton insanlardı,

bizi öyle beslediler ki yıkılmadık. Evlerden otlu peynirler geldi, etin envai türlüsü geldi gitti, çok güzel bir sohbet muhabbetti, belediye başkanları, sanatçılar, öyle çok keyifli bir olaydı, bitmeyen. Ama bu sürekli olur mu yok canım, hele şimdi imkanı yok zaten, bünyem kaldırmaz. Ama oturduğum zaman içerim. Akşam iki tane içeyim de efendice bırakayım, bende öyle şey yoktur. Peki kimlerle içiyorsunuz, var mı sabit bir kadro? Ooo tabii değişir ama sürekli soframız da vardır. Belli bir yerde mi? Bizim kahrımızı çekecek yerlere gideriz genellikle. Bazen çünkü saat 11’de telefon ederim ben “Geliyoruz” derim, aşçı evden kalkar gelir, sofralar yeniden kurulur, sabaha kadar devam eder muabbetimiz. Yani


Mustafa Kemal sofrası, haddimiz değil ama, çünkü Mustafa Kemal sofrasında hem sohbet muhabbet var, hem kültür var, hem bilgi alışverişi var. Bir defa adam orada ciddi bir istihbarat yapıyor, artı eğitim veriyor, artı durum öğreniyor. Mükkemmel bir sofra. Eşiniz de oluyor mu bu sofralarda? Eşim uzun yıllar benimle çok beraber oldu. Hatta bir dönem bana dokunmasın diye kendi içerdi evladım. Ama şimdi o yapamıyor artık, genellikle beni bırakıyor, tabii tembih ederek. Geçen gün Enver Aysever, Aydın Boysan’a sordu, “Aydın Abi, cep telefonu kullanmıyormuşsunuz” dedi. “Evet bana cep telefonu arkadaşlarım verdi, birkaç gün taşıdım, karım telefon etti” dedi. Meyhanedeymiş, “Çok içme dedi” dedi. “Ondan sonra verdim, o telefonu karım kullanıyor, ben kullanmıyorum” dedi. Onun için eşim o bağlamda tembih eder, “Aman çok içme n’olur” falan diye. Biraz sinemadan konuşursak... Sinemada istediğiniz şeyleri yapabildiğinizi düşünüyor musunuz? Hayır maalesef. Bizim oynadığımız zamanlardaki filmler daha insandı, günahıyla, sevabıyla. Orada başarılı olmuşuz. Ama Zeki’yle yanlış bir şey yapmışız biz, iki başlı bir komik oynamışız. Oralara şimdi bakıp çok fena gülüyoruz. Bir tek ‘75’te “Aslan Bacanak” diye bir film yaptık, orada Zeki’yle karşılıklı oynadık, dramatik yapı olarak o doğruydu. Sonra tabii Ertem Eğilmez sineması bizi eğitti. Bu arada Ergin Orbey’i kaybetmişiz, orada birlikte çalışmıştık, Güngör Dil-

men de gitti. “Tükenmeyiz kırılmaylan ey canım” diye türkü vardı, tükeniyoruz çünkü yetişmiyor aşağıdan. Bir de sanatçı özgür olmalı, hiçbir yasak dinlememeli ama “Aydın korkak olmasın, aydınlar hapishaneye girsin” lafına da katılmıyorum. Ona ne zaman katılırım, CHP şöyle bir söz verir; “Bir aydına haksızlık yapılırsa ben sokağa çıkarım” derse, aydınlar korkak olmaz. “Aydınlar korkak olmasın” demek, “Bu iktidara saldırın, küfredin, hapishaneye girin, Silivri yoğurdu yiyin, yatın orada, yaşasın aydınsınız, biz iktidara gelirsek inşallah, size bakarız” demek. Böyle olur m? Halk Partisi’nin son kurultayına ve oradaki fikirlere katılıyorum, Kılıçdaroğlu’nu da ilk defa baştan sona insicamlı bir konuşma içerisinde buldum, çok da keyiflendim. Bunu bekliyordum. Size siyaset teklifi çok yerden gelmiş... Çok, iki kez Ecevit’ten geldi, ama o zaman tiyatro vardı. Ecevit’e de çok rica ettim, dedim ki “Size karşı saygım sonsuzdur. Israr ederseniz evet derim, rağmen olur, ne olur ısrar etmeyin”. Çok duyarlı bir insandı, hemen kesti ısrarını, başarılar diledi. Çünkü tiyatroyu bırakmam gerekirdi, doğrusu sanat tüketicisinin Metin Akpınar’ına kıyamadım. İyi ki de kıyamamışım, orası bir gayya kuyusu, orada biz erir giderdik. Tekrar sinemaya dönersek, oynamak istediğiniz roller oluyor mu izlediğiniz filmlerde? Şimdi yok. Vaktiyle olduydu, mesela “Kuyucaklı Yusuf”u oynamak isterdim,

“Anayurt Oteli”ni oynamak isterdim, “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”ı oynamak isterdim, en çok “Bekçi Murtaza”yı oynamak isterdim. Ama işte biz ortaktık. iki kişiydik. Sordum Zeki’ye “Yapayım mı?”, “Yok” dedi. Bu başka bir iş, izin almak lazımdı. O derece bağlı bir ilişkiniz vardı yani... Tabii, biz Nazım Usta’nın dediği gibi ‘yarin yanağından’ başka her şeyde ortaktık yani. Yeniden tiyatro olmayacak mı kesinlikle şimdi? Çok zor. Yul Brynner’ı hep kıskanırım. “Kral ve Ben”le başladı tiyatroya, “Kral ve Ben”le sahnede öldü. Bir sanatçı için müthiş bir şey bu. Ama Türkiye’de böyle bir şans yok işte, biz ya trafik kazası geçireceğiz, ya enfarktüs geçireceğiz, ya beyin kanamasıyla bir hastanede gideceğiz, bizim kaderimiz o. Sahnede ölmek gibi bir şansımız artık çok zor. Şu an Devekuşu Kabare olsaydı, Recep Tayyip Erdoğan’ın hicvedebilir miydiniz? Etmeye çalışırdık. Edebilir miydik, zannetmiyorum. Öyle bir özgürlük yok şimdi. Hatta bugün belki, ama yarın asla. Sizi pek umutlu gördüm... Güzel, ironik yaklaşım. Valla ben 71 yaşındayım, istediğim gibi yaşadım, istediğim her şeyi de yaptım kendimi şanslı addediyorum. Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu bu duruma layık olmadığımı düşünüyorum, böyle bir ukalalığım var. Buna müstahak değil bu millet. ■

“Tiyatroyu kapatırken çocuğumu boğmuş gibi oldum” Peki Metin Bey, nasıl bırakabildiniz tiyatroyu? Hep yer sorunu vardır ya, iyi bir yere biz bir türlü erişemedik. Bizim 500 bin liramız varken salon 1 milyondu, 1 milyonumuz oldu, salon 3 milyon oldu, bir türlü yakalayamadık. Artı bizim türümüz de değişti. Kabare tiyatroları genellikle 100-150 kişilik küçük salonlarda, çok pahalı yapılır. E Türk toplumunun sanat tüketicisinin öyle bir yapısı yok. Öyle olunca biz 400-500 kişilik salonlarda, vasat bir tiyatro yapmaya başladık. Sonra büyüdük, seyirci bizi büyüttü, ne mutlu, onlara teşekkür borçluyuz, büyüyünce 3 bin 500 kişilik salonlara geçtik. Ama işte kabare formatından çıktı iş o zaman. İkinci sorun demin de konuştuğumuz gibi oyundu. Kabare yazarı yoktu ki. Rahmetli Haldun Bey bunu yurtdışında izlemiş, gelmiş üç günlük bir başka deneme yapmış Genar Tiyatrosu’nda, ondan sonra ‘67’de biz açtık.

Yani biz hem yazar yetiştirdik, hem biz yetiştik, hem seyircimiz eğitildi. Önceleri içki veriyorduk mesela, sonra işte meşrubat vermeye başladık, sonra kaldırdık. Önceleri sigara içiliyordu, sonra kaldırdık insanlar ölmesin diye. Bu aşamalardan geçtik. Üçüncü mesele de oyuncu meselesiydi. Dördüncüsü, biz doğru ve güzel şeyleri yaptığımız dönemde Türkiye’de nüfusun yüzde 30’u kentte yaşıyordu, yüzde 70’i taşrada. Bizim kapattığımız dönemlerde aşağı yukarı yüzde 48’i, 12 ilde yaşıyordu. Müthiş bir göçtü bu. Göçer, hem kendi kültürünü, örfünü buraya taşıdı, burada onun bir kısmını kaybetti, bir de geldiği yerin kültürünü bozdu, yoz bir kültür oluştu. Bu her şeye bir seviyesizlik getirdi, her şeye, siyasete, ticarete, sanata, hepsine. E şimdi bir topluluk düşününüz, olduğu yerden yukarıya doğru tırmanan bir çizgisi var, daha iyiyi, daha güzeli yapmak için çırpınıyor, talep

aşağıda. Bir de Türkiye’de çok sık rastlanan ama dünyada asla olamayacak bir şey oldu: Bir benzin istasyonuyla bir tiyatro yan yanaysa belediye hangisini kapatır? Benzin istasyonunu kapatır, değil mi, sanat gereksinimdir. Hayır, tiyatroyu kapattı. Ondan sonra zaten biz küstük ve ‘92’e Devekuşu Kabare Tiyatrosu maalesef son buldu. Nasıl hissettiniz? Ben çocuğumu boğmuş gibi oldum. Çılgınca bir şeydi o. Çünkü ben sahnede yaşayan, sahnede mutlu olan bir adamım. Benim yaşamım orada geçti. Evimden çok ordaydım. Şimdi burada gördüğünüz gibi de, tuvaletlerin temizliğinden gazete ilanlarına kadar her şeyden sorumluyum, öyle delicesine bir olay. Çok güzel şeyler yaptık ama. 38 sene zirvede kalmak ve o seviyeyi muhafaza etmek, adeta bir son 100 yılın önemlice işlerinden biri deseniz, Kabare Tiyatrosu derim.

Milliyet Sanat A ustos 2012

49


■ ■ ■ ■ ■

PLAST K SANATLAR

SERGİ

Tanrı Jeff Koons’u korumuş! ÖZLEM ÜNSAL ozlemunsalart@gmail.com

Jeff Koons ve “Banality” serisinin en ünlü eseri Michael Jackson’ı empanzesiyle birlikte tasvir etti i heykeli.

Jeff Koons, İsviçre’de iki ayrı sergide arz-ı endam etti. Hem Art Basel’de gördük eserlerini hem de halen devam eden Foundation Beyeler’de. Sanatçının Almanya’da süren iki sergisini ise 2013’te New York, Los Angeles ve Paris’teki retrospektifleri izleyecek.

50

POP-ART, kitch sanatı deyince akla ilk gelen isim Jeff Koons. 90 asistanlı bir atölyenin CEO’su, 9 çocuk babası. 1955 Amerikalı sanatçıyı ‘fikir adamı’ olarak tanımlamak doğru olacak çünkü Koons sanatsal üretimin sadece yaratım ve fikir sürecinde kendini gösteriyor. Koons’un eserlerini, fotoğraflar, tuval üzeri yağlı boya tekniğinde resimler ve farklı malzemelerden oluşan heykeller olarak tanımlayabiliriz. Fakat heykellerinde tercih ettiği malzemelerin farklılığı KoMilliyet Sanat A ustos 2012

ons’u, kullanılan malzemenin ustası sanatkar ve zanaatkarlarla çalışmaya yöneltmiş. Sanatçının işlerinin üzerinde rastladığınız farklı isim ve imzalar, Koons’un çalışma şeklinin kanıtı niteliği taşıyor. Öte yandan işlerinde başka bir imzaya yer vermesi Jeff Koons’un ‘fikir adamı’ kimliğini ne denli önemsediğinin bir göstergesi... Çağdaş sanatta kafaları karıştıran, soru işaretleri yaratan üretim biçimi ve sanatçının üretim sürecinde üstlendiği rol konusunda Koons’un tavrı çok

açık ve bir o kadar da özgüvenli! Nasıl olmasın ki? Koons’un özgüveninin izlerini, ünlü porno yıldızı ve daha sonra İtalyan parlementer olan Cicciolina’yla olan evliliğinden ve bu birlikteliğin sanatını nasıl beslediğini ise çiftin sevişme sahnelerini konu alan cam heykel ve dev afişlerini izleyiciyle paylaştığı sergilerinden görmek mümkün. Jeff Koons şu sıralar ardı ardına kapsamlı sergiler açıyor. Sanatçının Art Basel ile aynı dönemde gerçekleşen yine Basel’de


Sanatçının ilk dönemlerinde yaptı ı oyuncaklı i lerinin izlerini ta ıyan “Ballon Dog” adlı çalı ması (sa da).

yer alan Fondation Beyeler’deki sergisi 2 Eylül’e kadar sürecek. Sergide her döneminden işleri yer alan sanatçının “Celebration” serisi ağırlıklı olarak dikkat çekiyor. Bu seri, balon köpekler, Paskalya yumurtaları, mücevherler, Sevgililer Günü kalpleri ve lalelerden oluşuyor. Ayna gibi yansıtıcı etkiye sahip olan yüzeyleri, parlak renkleriyle mutluluk verici bu heykellerin her birinin 20 farklı renkte ‘unik’ versiyonu bulunuyor. Sözgelimi bu seriye ait olan ve 1994 yılında yaptığı “Ballon Dog” heykeli, aslında Koons’un ilk dönemlerinde yaptığı oyuncaklı işlerinin izlerini taşıyordu. 2006 yılında Metropolitan Museum’da gerçekleşen sergisinde gördüğümüz ve yine “Celebration” serisinden olan 3 metre boyundaki “Hanging Heart” adlı çalışması renk yelpazesiyle dikkat çekiyordu. Christie’s’in bu yıl 27 Haziran’daki müzayedede “Egg with Bow” adlı 19942008 tarihli serisinin bir diğer önemli heykeli satışa sunuldu. Beş

Koons’un “Egg with Bow” serisinden.

farklı renkte varyasyonları bulunan 2 metre boyundaki heykel, 2 bin 617 milyon poundluk (4 milyon dolar) çekiç fiyatına satıldı. Bu seride 16 tuval üzerine yağlıboya resmi de bulunuyor Koons’un.

Wall Street’te Broker Art Basel’in koridorlarında gezerken de gözümüz Koons’un işlerine takıldı: Gagosian’ın standında “Auto” adlı 2001 tarihli resmi, L&M Arts’ta 2011 tarihli ve 800 bin dolara satışa sunulan “Inflatable Yellow Flower” adlı işi ve Richard Gray’in standında 2001-2006 tarihli 950 bin dolar fiyat biçilen “Bikini (Jungle)” adlı çalışması... Jeff Koons, Almanya’da da izleyiciyle buluştu. 23 Eylül’e kadar sürecek sergi Schrin Kunsthalle Frankfurt ve The Liebieghaus Skulpturensammlung adlı sanat kurumlarında gerçekleşiyor. Sanatçının Almanya’daki iki sergisinin küratörlüğünü Vinzenz Brinkmann, Matthias Ulrich ve Joachim Pissarro üstlendi. Sanatçının heykelleri Liebieghaus’ta görülebilecek. Popüler kültürden yola çıkan ve izleyiciye Alis Harikalar Diyarı’ndaymış hissi veren imgelerle dolu resimleri ise Schrin Kunsthalle’de. Her iki sergi de kontrastlıklar üzerine kurulu. Öte yandan Amerikan müzeleri de Jeff Koons retrospektiflerinin peşinde. Bu şansı yakalayan Whitney Museum oldu. Müzenin küratörü Scott Rothkopf, Koons sergisiyle ilgili şunları söylüyor: “Her katta Koons’un işleri yer alacak. Müzenin tarihinde ilk defa tek bir sanatçının işleri tüm müze katlarını istila edecek.” Sanatçının 35 yıllık kariyerinin en önemli 100 eseri, fotoğraf, heykel, resim 2013’’ün başlarında düzenlenecek olan bu sergide yer alacak. Sergi daha sonra Los Angeles’taki The Museum of Milliyet Sanat A ustos 2012

51


■ ■ ■ ■ ■

PLAST K SANATLAR

SERGİ “Made in Heaven” serisinden “Hand on Breast”.

Koons’un özgüvenini porno yıldızı Cicciolina’yla olan evliliğinden ve bu birlikteliğin sanatını nasıl beslediğini çiftin sevişme sahnelerini konu alan afişlerini sunduğu sergilerinden görmek mümkün.

Koons’un çiçeklerle yaptı ı “Puppy”.

Koons’un koleksiyonerleri

52

Jeff Koons’un koleksiyonerleri arasında, Yunanlı Dakis Joannou 40 işine sahip olarak başı çekiyor. Onu birkaç düzineyle Kaliforniyalı işadamı Eli Broad izliyor. Bir diğer isim 2007 yılında Sotheby’s müzayedesinde 23.6 milyon dolar ödeyerek aldığı “Hanging Heart” heykellerinin sahibi Ukraynalı işadamı Victor Pinchuck. Koleksiyoner listesindeki en ilginç isim ise sanatçının eserlerini erken dönemden itibaren toplayan Damien Hirst.

Milliyet Sanat A ustos 2012

Contemporary Art ve Paris’teki Center Pompidou’yu dolaşacak. Gelelim Koons’un sanatına... Sanat eğitiminin ardından, 1970’lerde Ed Paschke’nin baş asistanı olarak çalışan, Museum of Modern Art’da müze üyelik kartı işlemlerini gerçekleştiren, Wall Street’de broker’lık yapan Koons, 1980’lerin ortasında SoHo’da 30 kişilik asistan kadrosuyla çalışıyordu. Sanatçı, bugün 1500 metrekarelik stüdyosunda 90 asistanıyla ‘paint by number’ sisteminde (yüzeyin numaralandırılıp, numaraların renk kodlarıyla özdeşleştirilmesine dayanıyor) ‘tek elden’ çıkmışcasına yapıtlar üretiyor. Popüler kültür üzerine odaklanan Koons, bugünün insanının takıntıları haline dönüşmüş seks ve haz, ırk ve cinsiyet, sosyetemedya-ticaret ve ün kavramlarından yola çıkarak sanatını kurguluyor. Koons işleri deyince akla gelen ilk sıfatlar rengarenk, eğlenceli, kocaman oluyor. Küçücük biblolara benzeyen heykeller, kolay anlaşılan imgeler, hazır nesne kullanımı, farklı sunum teknikleri de sanatçının alamet-i farikalarından. Amerikalı sanat eleştirmeni Christopher Knight, Koons’un sanatından şu cümlelerle söz ediyor: “O, sanattaki geleneksel klişeleri yeniden gündeme getirir, böylelikle işlerle ruhsal ve fiziki bağ kurmak kolaylaşır... Sanki tüm işler Amerikan orta sınıfı için üretilmiş gibidir.” Sanatçının ‘80’li yıllardan itibaren üretim“Made in Heaven” serisinden “Burgeois Bust-Jeff and Ilona”.

lerine baktığımızda karşımıza ilk çıkan işleri hazır nesnelerden (ready-made) oluşuyor. İlk çalışmalarına ‘70’lerde başladığı şişirilebilir oyuncak serisinin en bilinen işi ise “Rabbit”. İlliena Sonnabend koleksiyonunda yer alan “Rabbit”, şu an Museum of Contemporary Art, Chicago’da sergileniyor. Heykel daha sonra 2007’de 762 metre yüksekliğinde üretildi ve Toronto’da Eaton Centre’da sergilendi. Koons 1986 yılında ilk iki solo şovunu New York’daki International With Monument Gallery’de ve Los Angeles’da Daniel Wienberg Gallery’de açtı. Bu sergilerinde “Luxury and Degredation” serisinden işlerine yer verdi. Sanatçının bu serisi alkol teması etrafında şekilleniyordu. İçki markalarının reklam afişlerinden yola çıkarak hazırlanan işler, isimleriyle de kavramsal göndermelere sahipti.

Documenta kabul etmeyince 1989’da Whitney Museum için hazırladığı “Made in Heaven” serisi, 1990 yılında Venedik Bienali’nin kapılarını sanatçıya açacaktı. Ciccilliona’yla olan ilişkisini temel alan sergi, Koons’un ve karısının portreleri, sevişme sahnelerinden oluşan fotoğraf, heykel ve resimleri içeriyordu. 1988-2008 yılı arasında ürettiği “Banality” serisinde, reklam ve pazarlama sektörü, sistemi üzerine çalıştı. Bu seriden en bilinen eseri Michael Jackson’ı şempanzesiyle birlikte tasvir ettiği porselen üzerine altın kaplamalı heykeliydi. Sanatçının bu serisinde yer alan her işin üç kopyası bulunuyor. Michael Jackson heykeli, yapımından üç yıl sonra Sotheby’s müzayedesinde 5.6 milyon dolara satıldığında Koons ilk müzayede rekorunu kırmış oldu. Koons’un özgüven dolu hareketlerinden bir diğeri de 1992’deki Documenta 9’a kabul edilmeyince, gerilla tavrıyla hareket edip sergi mekanının önüne yerleştirdiği paslanmaz çelik konstrüksiyonlu 20 bin çiçekten yapılmış 13 metre uzunluğundaki sevimli köpek “Puppy” heykeliydi. “Puppy”, Documenta’da yer alan her yapıttan rol çalıp adından bahsettirmeyi başardı. 1995’de Sidney Limanı’ndaki Museum of Contemporary Art’ın önünde sergilenmesi için yaptığı “Puppy” ise Documenta’dakinin üç katı hacminde olacaktı ve bu sefer 60 bin çiçeğe ihtiyaç vardı. Hep derler ya “Tanrı pop-artı korusun” diye... Bu tabloya bakınca Tanrı pop-artı ve beraberinde Jeff Koons’u korumuş. ■ Fondation Beyeler / Bitiş tarihi: 2 Eylül 2012 www.fondationbeyeler.ch Schrin Kunsthalle Frankfurt The Liebieghaus Skulpturensammlung Bitiş tarihi: 23 Eylül 2012 http://www.schirn.de/ www.liebieghaus.de/


■ ■ ■ ■ ■

FOTO RAF

İNCELEME

Bir başka anne-kız EBRU DEMETGUL ebrudemetgul@gmail.com

Viktoria Sorochinski, bir anne ve kızın fotoğraflarından oluşan serisiyle içinde bolca Rus masalı etkisinin ve kurgunun olduğu iki kişilik aile albümü yaratıyor.

Eve’in sert bakı ları, kendine güveni, çocukluktan sıyrılmı dik duru u ve annesini neredeyse sürükleyi i, çocuklu unu bir çırpıda geçmek zorunda kaldı ını hissettiriyor.

53 ANNA: Anne, Eve: Kız çocuk. Bu sayfalarda gördüğünüz fotoğraflar ters bir anne-kız dinamiğinin ürünü. İlk bakışta boy farklarından dolayı hangisinin anne, hangisinin kız olduğunu anlayabiliyoruz ama suratlarındaki ifadelere baktığımızda, anne anne gibi değil,

kız da kız gibi. Eve’in sert bakışları, kendine güveni, çocukluktan sıyrılmış dik duruşu ve annesini neredeyse sürükleyişi, çocukluğunu bir çırpıda geçmek zorunda kaldığını hissettiriyor. Anna ise kızı nereye dönerse oraya dönerek uyum sağlıyor gibi. Bir teselli

bekliyor küçük Eve’den. Veya küçük bir kucak. Çocuklarını ebeveyn olmaya zorlayan anne babaların oranı yarı yarıya diyebiliriz, özellikle yaşadığımız çağ için. Annenin, babanın hüznünün, gerçekleşmemiş çocukluğunun ve tamamlanmamış isteklerinin özrüMilliyet Sanat A ustos 2012


■ ■ ■ ■ ■

FOTO RAF

İNCELEME

Viktoria Sorochinski, Rus kültürü tanıtımı festivalinde kar ıla mı Anna ile.

nü diler bu çocuklar. Anne üzülüyorsa onu iyi etmesi gerekenin kendileri olduğunu bilirler. Büyüdüklerinde çocukluklarını yaşamaya ancak fırsat bulabildiklerini düşünüyorum. İster istemez kendi çocukluğum aklıma geliyor. Ve gelecekte var olacak çocuğum. İyi olacak mıyız? Peki neden Anna bende ufak da olsa bir öfke uyandırıyor? Bir sanatçının en çok dilediği şey oluyor galiba. Bu fotoğrafları çeken, bu hayatları bana taşıyan Viktoria Sorochinski, iç dünyama girebiliyor. Çok temel bir gerçeği, çocuk olmayı, ebeveyn olmayı doğru bir yerden yakalıyor. Alışılmadığı sunarken sıradan olanla ilgili bir kez daha düşündürüyor.

Buharı çıkan duygular

54

Viktoria Sorochinski, sık sık yaşadığı ülkeleri değiştiren bir Ukraynalı. Her geçtiği yerden bir seri çıkarmış. Fotoğraflarında, ancak buharı çıkan duyguları ve çarpıcı sadeliği gördüğünüzde Kuzeyli olabileceğini anlıyorsunuz. Çarpıcı renklere, altı çizili surat ifadelerine, parlak ışıklara ihtiyaç duymadan güzel bir öykü anlatıyor. Motivasyonu nedeniyle belgesel fotoğrafı diyebileceğimiz bu seri, aslında Anna ve Eve için baştan yazılmış resimli bir kitap olmuş. İçinde bolca Rus masalı etkisinin ve kurgunun olduğu iki kişilik bir aile albümü. En çok da bu fotoğrafların Anna ve Eve’in hayatını nasıl değiştirdiğini merak ediyorum. Yıllar geçtikçe geçmişe dönmek, ne kadar değiştiğini veya hiç de değişmediğini görmek farklı bir deneyim olmalı. Gerçi hangimizin aile albümü bu misyonu üstlenmez? Facebook albümlerimiz bile yaşantımızın dökümanını çıkararak karşımıza belgelerle geliyor. Geçen günlerde anneannemle çektirdiğim bir fotoğraMilliyet Sanat A ustos 2012


Sorochinski’nin bu serisindeki foto raflarda surat ifadelerine baktı ımızda anne anne gibi de il, kız da kız gibi...

2005’te başlayan bu seri 7 yıla yaklaşmış durumda. Her fotoğrafın içinde, anne kızın yaşadığı çekişmeye, hüzne, keşfe uygun sahneler oluşturulması çok etkileyici. fa rastladım. Unutmuştum varlığını. Cep telefonumla o fotoğrafın tekrar fotoğrafını çektim. Daha sık bakabileyim diye. Belgenin belgesini aldım. Telefonuma bir süre baktıktan sonra, kararımdan vazgeçip fotoğrafı silmeye karar verdim. Çocuk olmanın tuhaf, ablak hüznünü bugüne taşımasam da olurdu. Seriye dönersek, Viktoria Sorochinski’nin yaşadığı yerlerden biri de Montreal. Montreal’da sakin sakin dolanırken öylesine uğramaya karar verdiği bir Rus kültürü tanıtımı festivalinde karşılaşmış Anna ile. Görür görmez etkilendiğini ve onunla bir şekilde tanışması gerektiğini düşünmüş. Birkaç cümleden sonra Anna’nın bir anne olduğunu öğrenmiş. O an yaşadığı şaşkınlıkla Anna’nın en fazla kaç yaşında olabileceğini düşünüp kafasının karıştığını hatırlıyor: “Bu genç, aklı bir karış havada ve ince kızın bir de çocuğu mu var?” Eve, uzaklardan koşarak yaklaşmış ikisine, bir sürü lideri gibi, anne aslan gibi belki. Kendinden emin, “Anna, her yerde seni aradım? Nerelerdeydin?” der gibi. O an bu ‘anne-kız’ın veya tuhaf ikilinin fotoğraflarını çekmek iste-

diğine karar vermiş. 2005’te başlayan bu seri 7 yıla yaklaşmış durumda. Her fotoğrafın içinde, anne kızın yaşadığı çekişmeye, hüzne, keşfe uygun sahneler oluşturulması çok etkileyici. Bu 7 yılın ardından biraz ara verilecek gibi görünüyor. Eve şu an muhtemelen 12-13 yaşlarında. Anna ise 30 yaşlarında. Eve’in büyüyen yaşıyla birlikte Anna ile aralarındaki dengelerin biraz oturması için beklemedeler.

Bu dünyanın sırrı Sorochinski’nin bu 7 yıl boyunca Anna ve Eve’le bağını koparmamış olması, zamanını, ruhunu yatırması masalın bir diğer kıymetli parçası. Her fotoğrafta başka bir dinamikle karşılaştığını söyleyen sanatçı, iki kişinin kapladığı bu dünyanın sırrını çözememiş. Anna bu kıza bir şeyler öğretebiliyor mu? Nasıl otoriter olabiliyor? Eve onu bir anne olarak mı görüyor yoksa arkadaş mı? Ve Eve nasıl bu kadar olgun davranabiliyor? Fotoğraf çekimleri sırasında bazen tartıştıklarına şahit olmuş Viktoria Sorochinski. Eve’in verdiği akıllıca cevapları ve Anna’nın kararlığını bir güç çatışma-

sı gibi tarif ediyor. Eve’in Anna ile boy ölçüşen ebeveynlik yetilerinin tüm insanlık için bir umut ışığı olduğunu düşünüyorum aslında. Kendi başımıza bırakıldığımızda vahşileceğimizden korkuyoruz, yazılı yazısız kurallar olmadan nerede duracağımızı bilemeyeceğimizi sanıyoruz. Belki de tek ihtiyacımız olan başımızda bizi bekleyen bir anne veya baba figürünün olmayacak olmasıdır. Bizi taşıyacak, bizden yukarıda olacak kimse olmayınca ‘iş başa düşüyor’. Bir yaprak, bir dal bile yaşamanın sorumluluğunu, yaşamanın yükünü öğretebiliyor. Bir türlü büyümeyen çocuklarımızı azarlarken, buna bizim neden olduğumuzu düşünmeliyiz belki de. Şu ana kadar oldukça negatif yorumladığım ama seyrine bayıldığım bu tablonun hakkını şöyle vermek istiyorum. Anna çocuk kalmış olanlardan da olsa, Eve’e hayat vermekten, onu bu yaşına kadar getiren kişi olmaktan korkmamış. En başta kendine, sonra Eve’e bir hayat şansı vermiş. Viktoria Sorochinski ise bu seriyle çocukluğundan beri hayalini kurduğu güzel fotoğraflara sahip bir sanatçı olmuş. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

55


■ ■ ■ ■ ■

PLAST K SANATLAR

SERGİ

Çok özel bir Koço tarihi AY EGÜL O UZ aysegulo@gmail.com

Son sekiz yıldır locked in sendromuyla yatağa bağlı yaşayan Ali Arif Ersen’e “Nereyi fotoğraflamak istersin?” sorusunu sordu dostları. Cevabı “Koço” oldu. 18 fotoğrafçı onun dileğini, onun yerine getirdi.

31 A ustos’a kadar devam edecek sergide Zekai Demir (solda) ve Murat Germen’in (sa da) de eserleri görülebilecek.

56

TOMRİS Uyar’ın ölümünden önce yayımlanan son kitabı “Güzel Yazı Defteri”nin eşlikçisi resimlerin sahibi Ali Arif Ersen’dir. Kitap, resim ve edebiyatın buluştuğu anda nasıl mayalanacağının iyi örneklerinden biridir; bir içki masasına doğru, yavaş yavaş fakat bir anda aldığı virajla baş döndürücüdür. Tomris Uyar bu diyardan göçeli çok oldu... Peki ya Ali Arif Ersen nerelerdedir şimdi? “Güzel Yazı Defteri”nin kitapçı raflarında yerini alışı 2002. Bu tarihten iki yıl sonra, Ali Arif Ersen bir sabah uyanır, kendini pek iyi hissetmez ve hastaneye gider. Hastaneden çıkartıldığında sadece sol gözünü hareket ettirebiliyordur. Dünyada sadece dört bin kişide görülen ve sebebinin ne olduğu bilinmeyen bir hastalığa sahiptir: Locked-in sendromu. O tarihten bu yana Ersen hareket edemiyor, konuşamıyor. Onun etrafıyla Milliyet Sanat A ustos 2012

ve hayatla kurduğu iletişimin tek yolu tek gözü. Sol gözünü kırparak “Evet, peki” diyor. Konuşmak istediğinde harflerin ve sayıların yazılı olduğu beyaz tahtaya çeviriyor bakışlarını... 1978 yılında Akademi’den birlikte mezun olduğu, yakın arkadaşı Argun Okumuşoğlu’nun tasarladığı Zihni Sinir icadı gözlük bu iletişim biçimini daha da kolaylaştırmış; camsız bir gözlük çerçevesine iliştirilen lazer kalemini alfabe üzerinde gezdirerek kelimeler yaratıyor, cümleler kuruyor, eskilere dair anılarını paylaşıyor.

Görsel muhabbet sofrası Resim ve gravür eğitimi alan ve çalışmalarıyla yurtiçi ve dışında solo sergilerinin yanı sıra, birçok karma sergiye katılan Ali Arif Ersen, özellikle resim ve fotoğraf tekniklerinin karışımı bir anlayışın ürünü olan iş-

leriyle sanatımızın önemli isimlerinden biri olarak sürdürür kısacık macerasını. Bu talihsiz hastalığa kadar ‘hedonist’ sözcüğünün sözlük karşılığı olarak muhabbetin, zevkin, eğlencenin, yaratıcı fikirlerin anbean kendine yeni yönler bulduğu bir yaşamın kurucusudur. Bir geçmiş zaman imiyle konuşmanın tatsızlığı bir yana, Ersen için kurulan bir görsel muhabbet sofrasına davetliyiz an itibariyle: Ali’nin Koço’su. Küratörlüğünü Serhan Ada’nın üstlendiği fotoğraf sergisi, Türkiye’deki fotoğraf sanatının gelişmesinde, kimliğini bulmasında farklı dil, üslup ve içerik kavrayışlarıyla her biri kuşağının temsilcisi 18 fotoğrafçıyı bir araya getiriyor. Hikayenin başına, bu sergi fikrinin nasıl ortaya çıktığına bakalım. Söz Serhan Ada’nın: “Ali’ye, yıllarca aradan sonra kameranı bir şeye doğrultsan dediğimizde, ön-


Özcan Yurdalan’ın çekti i foto raf (yukarıda), Nazif Topçuo lu’nun çalı ması (sa da üstte).

Orhan Cem Çetin’in “Çevrimiçi Koço” adını verdi i foto rafı.

Cemal Emden’den “Ali’nin Koçosu”ndan bir kare (üstte). Ahmet Elhan’dan Koço (sa da).

Ali Arif Ersen, resim ve fotoğraf tekniklerinin karışımı bir anlayışın ürünü olan işleriyle sanatımızın önemli isimlerinden biri olarak sürdürür kısacık macerasını. ce ‘Haydarpaşa Garı’nın oradaki balon’ cevabını verdi. Ama balonun yüksekliği artık bir yer olarak hayatımızdan çıkmaya hükümlü garı görmeye yetmiyordu.” Ali Arif Ersen’in ikinci tercihi Koço’dur. Bu istek üzerine bir araya gelen 18 fotoğrafçı, Burcu Aksoy, Can Altay, Ani Çelik Arevyan, Arif Aşçı, Banu Cennetoğlu, Orhan Cem Çetin, Zekai Demir, Hasan Deniz, Ahmet Elhan, Cemal Emden, Murat Germen, Ara Güler, Sıtkı Kösemen, Nevzat Sayın, Ahmet Sel, Serkan Taycan, Nazif Topçuoğlu ve Özcan Yurdalan adeta ortaya bir Koço tarihi de çıkartırlar. Koço tarihi demişken, Moda Vapur İskelesi’nin hizasında, Moda Deniz Kulübü eski binasının karşı komşusu ayaz-

manın üzerindeki binaya kuruludur Koço; 1934-35’te bina yıkılınca yerine lokanta yapılsa da ayazma korunmuş. Hâlâ içinde Aya Ekaterini ayazmasını barındıran Koço’da denizin, eski İstanbul dokusunun, rakı ve balığın kokusu demlendikçe demleniyor.

Koço’nun demirba ları Evet, 18 fotoğrafçı aynı temayı da çekseler her fotoğrafçı kendi tarzını ve tavrını konuşturmuş biricik karelerinde; Banu Cennetoğlu karanlık, kuytuda kalan ama kutsiyetinden hiçbir şey kaybetmeyen ayazmanın bir köşesine objektifini doğrulturken, Ara Güler boş rakı kadehleriyle hazır ve nazır misafirlerini bekleyen bir masanın karşısına ra-

kı muhabbetini koyultmuş bir kalabalığı ekliyor... Orhan Cem Çetin “Çevrimiçi Koço” adını verdiği fotoğrafıyla dijital teknolojinin renk paletinden darbeler indiriyor Koço’nun tarihine... Sıtkı Kösemen’in bir araya getirdiği dört karedeki her ayrıntı Koço’nun değerler bütününün simgeleri: Moda’dan denize çivileme atlayan genç bir kızın siyah beyaz fotoğraflarıyla, ayazmanın mermer çeşmesinden akan su, tarihin koynunda serpilip büyüyen Koço’nun demirbaşları listesinin dökümü adeta... Tüm yaz boyunca açık kalacak sergiden elde edilen gelirin tümü Ali Arif Ersen’e aktarılacak... ■ Milli Reasürans Sanat Galerisi Bitiş tarihi: 31 Ağustos 2012 / (0212) 230 19 76 Milliyet Sanat A ustos 2012

57


■ ■ ■ ■ ■

PLAST K SANATLAR

SERGİ

Kendini Yoko Ono’ya bırakmak SÜREYYYA EVREN sureyyya@gmail.com

Londra’daki Yoko Ono sergisi sanatçının yapıtını derli toplu bir şekilde tanımak ve günümüzün siyasi sanat girişimleriyle ‘60’ların avangardizmini birlikte okumak için bir şans. LONDRA’da yumuşak, serin bir yaz gününde, Kensington Bahçeleri’nde sallana sallana yürürken karşınıza çıkan Serpentine Gallery’de yer alan kapsamlı Yoko Ono sergisine varmanın Ono’nun bütün sanatıyla uyumlu bir yanı var. Parklarda dolaşmanın gevşekliğiyle Ono sergisini dolaşma arasındaki süreklilik açık. Serpentine’daki serginin başlığı olarak “Işığa Doğru”nun (“To The Light”) seçilmesi boşuna değil. Ono, serginin tamamını gezecek kişinin son odadan dışarı adımını attığında doğrudan ışığa çıkmasını planlamış. Yoko Ono’da adımlar gökyüzüne, ışığa yürüyor hep. “Işığa Doğru” toparlayıcı bir sergi. ‘60’ların neo-avangard Ono’sunun pek çok önemli başyapıtını bir araya getiriyor, 2000’lerdeki işleriyle kaynaştırıyor ve popüler küresel gülümseme projesi “smiles”a kadar bağlıyor. Enstalasyonlar, videolar, interaktif işler bir arada. “Işığa Doğru”, Ono’nun bütün emeğini deneyimlemek ve bir sanatçı olarak nasıl bir etki kurguladığıyla iletişime geçmek için bir fırsat görünümünde.

John Lennon imgesi

58

Tabii önce John Lennon imgesiyle hesaplaşmak gerekiyor diye de düşünülebilir. Malum, Yoko Ono’yu Lennon’ın hayaleti olmadan akla getirmek güç. Ono’nun Lennon’dan önce, Lennon ile birlikteyken ve sonrasında sürdürdüğü yenilikçi, muhalif, araştırmacı sanatı kendi başına değerlendirmekte güçlük çekiliyor. Kafanızda Ono’yu yalnız hayal edemiyorsunuz, tahayyülünüzdeki resimde dahi yanında John Lennon uzanıyor. Yoko Ono kimdir sorusunun cevabı hâlâ çoğu kez “John Lennon’ın karısı”ndan ibaret. Hatta kimi John Lennon/Beatles hayranları için bir öfke nesnesi Ono. Milliyet Sanat A ustos 2012

Yoko Ono’nun “Cut Piece” adlı klasikle mi performansı.

Öte yandan bu adaletsizliğin panzehiri Ono’yu Lennon’dan tümüyle koparmak, Ono’nun Lennon gömleğini çıkarmasını arzulamak ve çıkardığı anları kutsamak da değil. Zaten Ono’nun tarzına da yakışmazdı böylesi. Ono, Lennon’ı atıp yükselmek değil içine çekip birlikte yükselmek ister gibi. Dolayısıyla 2012’deki bir sergide dahi Lennon’la ortak işlerini, girişimlerini sergisinin kalbine yerleştiriveriyor. Ono sergisine giden biri John Lennon imgeleriyle de karşılaşma umuduyla oraya yöneldiyse hayal kırıklığına uğramıyor. Gelgelelim, bu imgeler Yoko Ono sanatının toplam varlığı içindeki yerlerine oturtularak sunuluyor. Ono, kronolojiye inanmıyor. ‘60’lardaki işlerin yapıldığı günlerden bugüne geçen zamanın önemli olmadığını, her bir işin içinde saklı zamanın önemli olduğunu söylüyor.

Her bir işi sonsuz zaman taşıyıcısı olarak görüyor. Hem geçmişi burada ve bugünde ilk kezmiş gibi ele almak istiyor hem de geleceğimizi isteklerimizle, arzularımızla belirlediğimizi söyleyerek ve isteklerimize, niyetlerimize vurgu yaparak geleceği şimdinin içine almak peşinde.

Dünyanın tüm gülümsemeleri “Cut Piece” adlı klasikleşmiş performansının hem 1964 hem de 2003 tarihli yakın dönem versiyonu aynı odada karşılıklı sergileniyor. “Cut Piece”, Yoko Ono’nun sahnede kıpırdamadan durduğu ve seyircilerin tek tek sahneye çıkıp Ono’nun kıyafetlerini makasla kestikleri bir iş. Yerde bir makas duruyor, performansa dahil olan seyirciler birbiri ardına sahne alıp kendi istedikleri gibi Ono’nun kıyafetinden bir parça keserek


Ono’nun “Three Mounds” adlı enstalasyonunda yan yana üç toprak kümesi buluyoruz sergi salonunda.

“Smiles” dünyanın tüm gülümsemelerini toplamak isteyen Yoko Ono’nun gönüllülerin gülümseme görüntülerini bir araya getirmesinden olu uyor.

Savaş ve militarizm karşıtlığı hakim bu sergide. Türkiye’nin iki cephede birden savaş merakı sergilediği günlerde ayrı anlamı oluyor bu işlerle karşılaşmanın. onu yavaş yavaş çıplak bırakıyorlar. Bir linç havası, toplu tecavüz duygusu veriyor. Savaş ve militarizm karşıtlığı hakim bir tema, bu sergide. Türkiye’nin de iki cephede birden savaş merakı sergilediği tedirgin günlerde ayrı bir anlamı oluyor bu işlerle karşılaşmanın. “Three Mounds” (“Üç Tepecik”) adlı enstelasyonda yan yana üç toprak kümesi, üç tepecik buluyoruz sergi salonunda. İşin alt başlığı “oğlumun, senin oğlunun ve onun oğlunun”. Naif bir dolaysızlıkla sarmalıyor Ono. Savaşta anneleri eşitleyen toprak gibisinden karmaşıklıktan uzak,

sade bir imge, tavana ters asılmış miğferlerin içindeki gökyüzü parçacıklarıyla birleşiyor. Ono’nun çalışmalarını minimallik üzerinden kuruşu, savaş karşıtlığını dolambaçlı siyasetler ve yeni çatışmalara değil de niyetlere, insani güçlere dayandırmak istemesinden kaynaklanıyor. “Savaş Bitti (Tabii Bitmesini İstediysen)” adlı işindeki yalınlık ile bizde gündelik hayatta da yeri olan bir geleneğe göndermeli “Niyet Ağaçları” katılımcıların niyetlerini kağıtlara yazıp ağaca asmasından oluşuyor. Ono, niyetlerimizin geleceği belirlediği düşüncesini çeşitlendiriyor

buralarda. Ono’nun 1960’ların neo-avangardının kritik oluşumlarından Fluxus içinden gelen yanı da güçlü temsil edilmiş sergide. “Film No. 4” (Popolar) gibi 1960’lar klasiklerini bulabiliyoruz. “Işığa Doğru”, bir bütün olarak bakıldığında, 20. YY.’ın sanatsal radikalizmiyle taze bir karşılaşma sahnesi. Bir yandan da bugün nasıl bir politik sanat sorusuna geniş zamanlı bakmaya yardımcı oluyor. “Üç Tepecik”teki gibi mesajı net enstelasyonlar, miğferler, gökyüzü parçacıkları üreterek mi, John Lennon ile yataklarında yaptıkları “Bed-In” performansında olduğu gibi özel olan ile politik olan arasındaki sınırları belirsizleştiren girişimlerle mi yoksa “smiles”daki gibi yeni teknolojinin imkanlarını katılımcı sanata vakfederek mi? Hatırlanacak olursa “smiles” dünyanın tüm gülümsemelerini toplamak isteyen Ono’nun interneti de kullanarak gönüllülerin gülümseme görüntülerini bir araya getirmesinden oluşuyor. Sergi mekanında anında hazırlanmış köşeye geçip gülümsemek ve işe dahil olmak mümkündü. Ono’nunki öncelikle iyimserliğiyle dikkat çeken bir muhalefet gibi görünüyor ama Ono’nun kendisi bu ifadeyi tercih etmiyor. Kendisini iyimser değil pragmatist olarak tanımlıyor ve ışığa yürümeyi de pragmatik bir edim olarak. Ono kendini hiç saf hissetmeden “Hadi birlikte düşleyelim ve ışığa yürüyelim” diyebilen bir sanatçı. Yoko Ono sergisi hem sanatçının yapıtını derli toplu bir şekilde tanımak, kendi mesajını tercih ettiği zamandışılık ve bütünlükte yakalamak için iyi bir vesile hem de günümüzün siyasi sanat girişimleriyle ‘60’ların avangardizmini birlikte okumak için bir şans. Ono’ya mesafeli bakmak mümkün ama yaklaşınca iyi geliyor. Hiçbir şey için değilse de, sanatla siyasetin en belirleyici öğelerinden, sanatın değişime dahil edilmesini inançla ve sapmadan savunan bir anlayışla çıplak bir buluşma vaadettiği için görülmeli. ■ Serpentine Gallery / Bitiş tarihi: 9 Eylül 2012 / www.serpentinegallery.org Milliyet Sanat A ustos 2012

59


■ ■ ■ ■ ■

PLAST K SANATLAR

İNCELEME

Sanat pazarında rakamlar konuşuyor ASLI AÇIKGÖZ asli.acik@hotmail.com

TEFAF Maastricht Sanat Fuarı’nın 2012 yılında piyasaya çıkardığı son rapora göre 2011’de küresel sanat pazarında gerçekleşen eser satış oranı 46.1 milyar avroya, sektörde istihdam edilen kişi sayısı ise 2.4 milyona ulaştı. RENKLİ atmosferi ve kültürel motifleriyle keyifli bir yaşam tarzına dönüşen sanat sektörü hiç şüphesiz tüm dünyanın en gözde pazarı haline geldi. Dar bütçelisinden varsılına, dünyanın dört bir yanından herkes müze, galeri, müzayede ve sanat fuarlarının koridorlarında buluşuyor, tanışıyor, ortak bir zevki öğrenip paylaşıyor. Bu durum doğal olarak tüm hızıyla rakamlara da yansıdı. TEFAF’ın son raporuna göre 2011 yılında küresel sanat pazarında 6 bin 500’den fazla galeri ve müzayedede satılan sanat eserinden elde edilen toplam ciro 46.1 milyar avro (yaklaşık 60 milyar dolar). Pazarı sayıca neredeyse eşit oranda paylaşan galeri ve müzayedeler, toplam ciroyu da eşit oranda paylaşıyor. Cironun büyüklüğünü anlamak için bir kıyaslama yapan (ABD) Strateji Araştırmaları Kurumu’na göre bu oran, 2011’de 739.3 milyar dolarlık bütçeye sahip olan ABD ordusunun on ikide birine denk geliyor.

Müzayede boyutu

60

Rapora göre 2011 yılında sadece müzayedeler toplam 23.1 milyar (30.5 milyar dolar) avroluk bir ciro elde etti. Sotheby’s ile Christie’s toplam 11.4 milyarlık dolarlık cirolarıyla küresel müzayede ticaretinin yüzde 35’ini kapladı. Müzayede işletmeleri arasında Çin toplam 9.8 milyar avroluk (13 milyar dolar) satışla küresel müzayede pazarının 2011 yılı toplam cirosunun yüzde 42’sine sahip. Çin’de en fazla satış yapan iki müzayede şirketinden Poly International 2011’de 1.4 milyar avro, China Guardian ise 1.3 milyar avro değerinde satış gerçekleştirdiler. Çin’deki bu hareketliMilliyet Sanat A ustos 2012

liğin baş aktörleri olan Sotheby’s ile Christie’s ise sadece Çin’de yaptıkları müzayedelerden 1.14 milyar dolar ve 924 milyon dolarlık satış beyan etti. Toplam cironun geri kalan 7.8 milyar dolarlık kısmı ise Beijing Hanhai, Bejing Council, Xinlingyshinshe, Sungari gibi 350 ufak çaplı müzayede evinin satışlarında elde edildi. 2011 Aralık sayımızda sizlerle paylaştığımız Artprice 2011 yıl sonu küresel müzayede raporundan da hatırlayacağınız üzere, 2011 yılında Çin, küresel sanat pazarında en fazla satış yaparak ilk kez ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeleri geride bırakıp birinci sıraya yerleşmişti. TEFAF’ın raporunda yer alan verilere göre, aslında Çin’de gerçekleşen müzayede satışlarındaki eser adedinin İngiltere’de satılan eser adedine göre daha düşük olduğu görülüyor. 2011’de İngiltere’de satılan eser adedi Avrupa Birliği’nde toplam satılan eser adedinin yüzde 65’ine denk geliyor. Ancak Çin’i pazarda birinci sıraya yerleştiren neden, satılan eserlerin açık artırmalarda ulaştığı satış rakamları. Çin müzayedelerinde milyonlarca doları bulan eser fiyatları, bir anlamda Çinli koleksiyonerlerin konu sanat olduğunda ne kadar rekabetçi olduğunu da gösteriyor. Çin Ticaret Bakanı’nın sanat pazarı için 2015 yılına dek hedefi yıllık yüzde 18’lik bir büyüme.

lginç geli meler 2011 yılında küresel sanat pazarında satılan toplam eser adedi (buna tüm sanat eserleri ve objeler dahil) 36.8 milyon. 2007 yılına baktığımızda ise satılan eser adedinin 50 milyon olduğunu görüyoruz. Yani

sanat pazarı küresel ekonomiden etkilenmiş ve satış oranı düşmüş. Öte yandan satış cirolarına baktığımızda ise sürekli büyüyen bir pazar görüyoruz. Bunun en büyük nedeni tıpkı Çin örneğindeki gibi, eser fiyatlarının son beş yılda katlanarak artması. Örneğin 2007 yılında satılan toplam eserlerin ortalama satış fiyatı 1200 dolar iken bu rakam 2011 yılında 1630 dolara çıkmış. Bu, işlem anlamında düşen satışlara rağmen karlı bir şekilde büyümeye devam eden bir sektör ile karşı karşıya olduğumuzun bir göstergesi. TEFAF’ın raporunda çağdaş ve modern sanat kapsamına alınan ve 1875 itibariyle üretilen tüm eserler küresel sanat ticaretinin neredeyse yüzde 70’ini oluşturuyor. Küresel sanat pazarında gerçekleşen ticaretin yüzde 60’lık ithalat ve ihracatı New York ve Londra’da gerçekleşiyor. 2010 yı-


LLÜSTRASYON: EMRE ÇILDIR

Küresel sanat pazarında 2011’de satılan eser adedi 36.8 milyon, 2007’de ise 50 milyon. Satış cirolarına bakıldığında sürekli büyüyen bir pazar var. Bunun nedeni ise eser fiyatlarının son beş yılda artması. lında ABD’nin sanat ve antika ithalatı 6.2 milyar doları bulurken sanat ve antika ihracı 17.5 milyar dolara ulaşıyor.

Sektördeki istihdam Küresel sanat pazarında yer alan 380 bin sanat galericisi ve sanat taciri arasından en fazla kazanan yüzde ikilik kesim, yılda 50 milyon avro değerinde satış gerçekleştiriyor. 2011 yılında sanat tacirleri tarafından satılan ortalama eser adedi 290. Tacirler satışlarının yüzde 31’inin sanat fuarlarında, yüzde 43’ünün ise galeri-

lerde gerçekleştiğini belirtiyor. Sanal ortamda gerçekleşen satış oranı ise ortalama yüzde 10. ABD’de çalışan bir sanat tacirinin ortalama geliri 31 bin dolar. Çin’de ise sanat tacirlerinin yüzde 75’i yılda -çoğu 13 bin 200 doların altında olmak üzere66 bin dolardan daha az para kazanıyor. Küresel sanat pazarında istihdam oranı ise son beş yılda katlanarak 2.4 milyon kişiye ulaştı. Sektörde çalışanların 2 milyonu galeri, müze, müzayede gibi doğrudan sanat işletmelerinde yer alırken 400 bini yan sektörlerde, fuar hostesliği,

güvenlik, nakliyat gibi işlerde istihdam ediliyor. 2011 yılında küresel pazarda 403 binden fazla sanat simsarı, galeri ve müzayede evi iş yaptı. Mesela ABD’de 71 bin 300 sanat ve antika işletmesinde 347 bin kişi istihdam edildi; Çin’de 42 bin 365 sanat işletmesi 231 bin kişiye iş imkanı sağladı. Galeri ve müzayede gibi sanat işletmelerinde çalışan kişi adedi ise ortalama beş. TEFAF ve ArtPrice gibi 2011 yılı kapsamında gerçekleştirilen raporlarda yer alan bu parlak verilere rağmen 2011 yılının sonlarına doğru Avrupa’yı saran ekonomik kriz, 2012 yılının ilk yarısında müzayede satışlarına kısmen de olsa yansıdı. Şimdilik güzel bir hareketlilik gösteren küresel sanat pazarının ne kadar dayanıklı ve sağlam olduğunu gelecek senelerde çok daha net göreceğiz. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

61


■ ■ ■ ■ ■

PLAST K SANATLAR

SERGİ

Belirsizliğin bestecisi John Cage 100 yaşında! ÖZGE YILMAZ ozge7y@gmail.com

Kuad Galeri, John Cage sergisiyle sanatçının 100. doğum yılını kutluyor. Sergide, farklı disiplinlerden sanatçılar Cage için seçtikleri işleriyle bir araya geliyor. Biz de Cage’in 100. yaşını fırsat bilip onun yaratıcı, yenilikçi ve mistik hayatına ışık tuttuk. 1912 - 1992 yılları arasında yaşayan Amerikalı kompozitör, müzik kuramcısı, sanatçı ve yazar John Cage’in müziği, belirsizliğin ve rastlantısallığın müziği olarak tanımlanabilir. Günümüzde dahi birçok müzik dinleyicisine hâlâ radikal gelen yapıtlarının, o dönemde sayısız olumsuz tepkiyle karşılaşmış olmasına şaşmamak gerek. Ancak kesin olan bir şey var ki; yenilikçi bakışıyla John Cage müziği bambaşka bir boyuta taşıdı, 20. YY. müzik tarihinin devrimci isimlerinden biri oldu. Çağdaşlarının müziğinden daha farklı bir müzik yapmak isteyen Cage, enstrümanlara yaptığı müdahalelerle yeni sesler yakaladı. Örneğin bir piyanonun telleri arasına tabak ve vidalar yerleştirdiği Prepared Piano (Hazırlanmış Piyano) Cage’in ‘50’li yıllara dek sıklıkla kullandığı bir enstrümandı.

Sessizli in müzi i

62

Ester Ferrer’in “Erik Satie’nin Hayali Portresi” adlı eseri sergide görülebilir. Milliyet Sanat A ustos 2012

1950’lilere geldiğimizde Cage, Zen Budizmi ve kadim Çin’in değişimler kitabı “I Ching” ile ilgilenmeye başladı. Tahmin ve kehanet için kullanılan “I Ching”, sanatçıya bestelerinde rastalantısallığı kullanma imkanı verdi. Cage’in Doğu öğretilerine yönelmesi, müziğindeki özgürleşmeyle de kendini hissettirdi. Cage, bu dönemde enstrüman olmayan şeylerden müzik üretmeye başladı. Rastlantısallığın ve belirsizliğin damgasını vurduğu 1952 tarihli “Water Music”de su sesleri, oyun kağıtları, radyo ve domino taşları kullanıldı. Yine

1952 tarihli ve Cage’in en bilinen işlerinden biri olan “4’ 33’’” ise icracıların enstrümanlarını çalmadığı dört dakika otuz üç saniyeden ibaretti. Birçoklarınca sessizliğin altını çizen “4’ 33’’”ün bir temsilinin ardından Cage şunları söyledi: “Bir noktayı kaçırdılar. Sessizlik diye bir şey yoktur. Sessizlik diye düşündükleri şey rastlantısal seslerle doluydu, ancak onlar dinlemeyi bilmiyorlardı. Birinci bölüm boyunca dışarıdaki rüzgarın kımıltılarını duyabilirdiniz. İkincide, yağmur taneleri damda pıtırtıya başladı. Üçüncüdeyse insanlar bu kez kendileri konuşmaya, dışarı çıkmaya ve bu sırada türlü ilginç sesler çıkarmaya başladılar.” 1960’larda kayıt teknolojileri ve amplifikasyon Cage’in yeni ilgi alanları oldu. 1960 tarihli “Cartridge Music” adlı çalışması canlı elektronik müziğin ilk örneklerindendi. Eser, pikap iğnelerinin farklı objelere sürtünmesi ile ortaya çıkan seslerin kaydedilip yeniden çalınmasıyla vücut buldu. 1961 yılında “Silence: Lectures and Writings” (“Sessizlik: Ders Notları ve Yazılar”) adlı kitabını yayımlayan Cage, ilerleyen yıllarda müziğine kimi edebi metinleri de dahil etti. 1969 tarihli “Cheap Imitation” (“Ucuz Taklit”), uzun bir aradan sonra yazdığı ilk notalı eseriydi. “Cheap Imitation” aynı zamanda Cage’in sahnede icra ettiği son eseri oldu. 1970’li yılların başında eklem iltihabı nedeniyle şişen elleri, Cage’in piyano çalmasına engel oldu. ‘80’lerde, eklem


Lynn Criswell’in “ ki” (üstte) ve Su-Mei Tse’nin “A açlar ve Kökler #1” adlı eseri (altta).

search’te verdiği Deneysel Kompozisyon derslerinde Jackson Mac Low, La Monte Young, George Brecht, Dick Higgins ve George Maciunas gibi Fluxus’un öncü isimleri öğrenci oldu. Zaten Cage’in öğrencilerinde ağırlık profesyonel müzisyenlerde değil, sanatçı, yazar ve tasarımcı gibi alanlardan gelen isimlerdeydi. Cage’in yapıtları, öğrencisi Alan Kaprow’un ‘happening’ (oluşum) olarak adlandırdığı sanat formunun ilk örneklerindendi. Ahu Antmen, Cage’in eserlerinin happening ve performans türlerine yakınlığıyla ilgili şu satırları yazmıştı: “Cage, rastlantı ve doğaçlamaya yer vererek müzisyenlerin bir notasyonu takip eden/aynen uygulayan birer ‘işçi’ olmasını engellemiş, onların daha ‘performatif’ olmasını sağlamıştır.”

Cunningham ile dostulu u iltihabına siyatik ve damar sertliğinin de eklenmesiyle sağlığı daha kötüye giti. Bir felç geçiren ve ardından kolunu kıran sanatçı, 12 Ağustos 1992’de hayatını kaybetti. Müzik ve sanat tarihini değiştirecek devrimlere imza atan John Cage, savaş sonrası Amerikan sanatının en önemli figürlerinden biri. Müziği daima döneminin kültür dünyasının bir parçası oldu, hatta onu yönlendirdi. Birçok sanatçıya ilham veren Cage, özellikle de 1960’lı yılların öncü sanat hareketlerinden Fluxus için önemli bir esin kaynağıydı. Cage’in 1957 - 1959 yılları arasında New School for Social Re-

Cage, kurduğu dostluklarla da üretimlerini zenginleştirdi. Örneğin, yakın arkadaşı olan Marcel Duchamp’ın Cage üzerindeki etkisi büyüktür. Duchamp’ın hazırnesne kavramını müziğe uyarlayan Cage, Duchamp’ın ölümünün ardından “Not Wanting to Say Anything about Marcel” (“Marcel’le İlgili Bir Şey Söylemek İstememek”) adlı ilk heykelini yaptı. Çeşitli dönemlerde resimle de ilgilenen sanatçının hayatını en çok etkileyen isimlerden biriyse, koreograf ve dansçı Merce Cunningham’dı. Cage’in, Cunningham’ın avangard dans gösterilerinin müziklerini besteleme-

Çeşitli dönemlerde resimle de ilgilenen John Cage’i en çok etkileyen isimlerden biri koreograf ve dansçı Merce Cunnıngham’dı. İkilinin iş arkadaşlıklarının yanı sıra, duygusal birliktelikleri de vardı.

siyle başlayan iş arkadaşlıklarının yanı sıra, hayatlarının sonuna dek süren bir duygusal birliktelikleri de vardı. Kuad Galeri, Cage’in “4’ 33’’”ünden esinle “John’ Cage’’” olarak isimlendirdiği sergide, farklı disiplin ve mekanlardan sanatçıları buluşturuyor. Lynn Criswell, Peter Downsbrough, Esther Ferrer, Tom Johnson, Stephane La Rue, Teoman Madra, Sarkis, Michael Snow, Taldans, Su-Mei Tse, Tolga Tüzün ve Ilgım Veryeri Alaca, John Cage için ürettikleri ya da seçtikleri işleriyle katılıyorlar bu sergiye. “John’ Cage’’”de yer alan işlere değinmek gerekirse... 2012 başında Aksanat’taki sergisini izleme fırsatı bulduğumuz Michael Snow, “Whistling in the Dark” (“Karanlıkta Islık Çalmak”) adlı ses yerleştirmesiyle katılıyor sergiye. Snow’un kendi ses kaydından oluşan 1975 tarihli bu yerleştirme, daha önce Centre Pompidou da dahil olmak üzere farklı mekanlarda sergilendi. Sarkis ise doğrudan Cage’e gönderme yaptığı neonlu işiyle yer alıyor sergide. Sanatçının, Cage’in “Ryoanji” eseri üzerine bir yorumu da, Rotterdam’daki Boijmans Van Beuningen müzesi tarafından düzenlenen sergisinde 30 Eylül tarihine dek görülebilecek. Peter Downsbrough, “John’ Cage’’”deki işi “Gibi” ile mekana müdahale ettiği yapıtlarına bir yenisini ekliyor. Su-Mei Tse’nin “Ağaçlar ve Kökler #1” adlı siyahbeyaz fotoğrafı, Stephane La Rue’nün Morton Feldman kağıtları ve Esther Ferrer’in Eric Satie portreleri sergide göreceğimiz işlerden bazıları. Cage’in öğrencilerinden Tom Johnson notasyon desenleri, Teoman Madra’nın ‘60’lı yıllarda gerçekleştirdiği ışık oyunlu fotoğrafları, Tolga Tüzün’ün Cage’in “Fontana Mix”ine gönderme yaptığı interaktif işi, Lynn Criswell’in keçe üzerine yaptığı çalışma, Taldans’ın 1996 tarihli egzersiz videosu ve Ilgım Veryeri Alaca’nın sanatçı kitabı da sergide yer alan diğer işlerden. “John’ Cage’’”de, Cage’in biyografisinden bölümler ve yazdığı metinlerden alıntıların bulunduğu dokümanter bir bölüm de mevcut. Ayrıca, John Cage tarafından ve John Cage üzerine yazılmış kitapların ve katılan sanatçıların yayımlarının okunabileceği bir köşe de bulunuyor. Öte yandan serginin son günlerinde, Kuad Galeri’de çeşitli etkinlikler ve performanslar izlenebileceğini de eklemek gerek. Cage’in doğum günüyse, 4 Eylül’ü 5 Eylül’e bağlayan gece düzenlenecek olan küçük bir konserle kutlanacak. “John’ Cage’’, Kuad Galeri’de 5 Eylül tarihine dek görülebilir. ■ Kuad Galeri Bitiş tarihi: 5 Eylül 2012 (0212) 227 00 08 Milliyet Sanat A ustos 2012

63


■ ■ ■ ■ ■

PLAST K SANATLAR

BİENAL

Sinop’ta bilge gölgeler ve sanat EL F EK NC eelifekinci@gmail.com

Bu yıl dördüncü kez Sinoplularla buluşacak olan Sinop Bienali sergilere, forumlara, atölye çalışmalarına ev sahipliği yapacak.

64

SİNOP’u her iki yılda bir sanatla donatan ve 2006’da başlayan Sinop Bienali nam-ı diğer Sinopale, bu yıl dördüncü kez Sinoplularla buluşacak. Bu yıl teması; ‘Gölgenin Bilgeliği: Bozulmuş Bilgi Çağında Sanat’ olarak belirlenen bienal, 1 Ağustos - 12 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek. Bienal için kentin Sinop Cezaevi’nin yanı sıra Pervane Medresesi, Lonca Kapısı, Sinop Arkeoloji Müzesi, Dr. Rıza Nur İl Halk Kütüphanesi gibi tarihi mekanları kullanılacak. Ashley Hunt, Berglind Hlynsdottir, Bernd Oppl, Brigitta Bodenauer, Cat Tuong Nguyen, Quynh Dong, Alpin Arda Bağcık, Sümer Sayın, Volkan Kaplan & A. Erdem Şentürk, Hande Varsat, İnsel İnal, Özlem Sulak, Stefanie Wuschitz ise yapıtları sergilenecek isimlerden sadece birkaçı. Sinopale’yi bienalin Genel Sanat Yönetmeni Melih Görgün ile konuştuk. Sinop Bienali’nin bu yılki programında neler var? Sinopale’nin programına farklı bölümler ekledik bu sene. Mesela Sinopale ÇoMilliyet Sanat A ustos 2012

Collabar.at adlı sanat grubunun geçti imiz Sinop Bienali’nde sergilenen eseri.

cuk ve Sinopale Akademi. Akademide ulusal ve uluslararası öneme sahip isimler, kent üzerine düşünegelmiş kişiler seminerler verecek, atölyeler yapacak. TürkiyeHollanda ilişkilerinin 400. yılı nedeniyle eylüle kadar, biri Kanadalı, biri Viyanalı, biri de Hollandalı üç sanatçı Sinop’ta su ve deniz üzerine çalışmalar yapacak. Sonuçlar hem İstanbul’da hem Sinop’ta hem de Hollanda’da sergilenecek zamanla. Programda Türk ve Hollandalı gençlerin deneyimlerinin paylaşımı üzerine de bir çalışma var. İsmi ‘Deneyim Paylaşımı’; bir sahne performansı ortaya konacak birlikte. Bir de Sinopale Forum başlığıyla bir toplantı yapacağız. Nedir bu forumun içeriği? Geçen yıl “Geleceği Biriktirmek” baş-

lıklı bir ara proje yapmıştık. Bu kapsamda, kent üzerine düşünmek, bu konuda fikir sahibi olabilmek, söz edebilmek üzerine kafa yormuştuk. Bu sene de bunun devamı niteliğinde bir çalışma yapacağız forumda; Türkiye’den ve dünyadan konunun uzmanlarının da katılacağı. Amacımız kültür mirasının kentsel ortama yeniden katılımı üzerine bir çalışma üretmek. Sinopale 4’ün teması ne olacak? Bu seneki kavramsal çerçeve, küratör Işın Önol tarafından yazıldı. Temamız; “Gölgenin Bilgeliği: Bozulmuş Bilgi Çağında Sanat”. Işın Önol daha önceki yıllarda da bizimle birlikte çalışmıştı, çerçeveyi Sinop’u bizzat gözleyerek oluşturdu diyebiliriz. Birlikte çalıştığı küratörler var tabii; Aslı Çetinkaya, Elke Falat, Dimitrina Sevova, Janet Kaplan, Beral Madra, Sean Kelly, Associazione E, Jacqueline Heerama ve Ana Riaboshenko. Küratörler de kavramsal çerçeve içinde kendi sanatçılarını davet ettiler.


Roland Stratmann’ın Sinopale için üretti i eseri (solda). Bienale çocuklar da büyük ilgi gösteriyorlar (sa da).

“Gölgenin Bilgeliği: Bozulmuş Bilgi Çağında Sanat”, teması ilerleme, aydınlanma, gelişme adına sorumsuzca tükettiğimiz kaynakların sürdürülebilirliği konusuna dikkat çekerek, sanat aracılığıyla birlikte deneyimlememiz gereken bir etkileşim alanı oluşturmayı planlıyor. İşin her aşamasını yakından takip eden biri olarak sizi en heyecanlandıran etkinlik hangisi? Gürcistan’dan gelecek olan bir fotoğraf arşivi var. Sovyet dönemi fotoğraf arşivinden bir seçki. Bunun çok ilgi çekeceğini düşünüyorum çünkü burada bir dönemin bilgisiyle karşılaşacağız. Yine Gürcistan’dan bir sergi daha gelecek. ‘70’lerde kadınların pasaport almak için çektirdikleri fotoğraflardan oluşan bir sergi. Köy köy dolaşan bir gezici fotoğrafçının arşivinden oluşturuldu. Bir de bu sene, diyalog bağlamında Gürcistan’dan sanat eğitimcileri ve sanat öğrencilerini bir araya getiren bir programımız var, heyecan verici olacak. Bienalde öne çıkan halkın da üretime katılıyor oluşu, yanılıyor muyum? Evet, öyle bir model geliştirmek için yola çıktık zaten. Bizimki var olan diğer bienallerden biraz daha farklı bir içeriğe sahip. Nasıl gidiyor peki, halkın ilgisi, ala-

kası ne durumda? Bu sene dördüncüsünü yapıyoruz, bu da dördüncü kez yapabilmek için bir cesaretimiz var demek. Bunu da halktan alıyoruz. Alaka olmasa bunu yapamazdık, basit bir gösteri haline dönüşürdü. Sinop gibi küçük bir şehirde uluslararası ölçekte bir çalışma yapmanın zorlukları neler? Sinop son derece ufak bir yer. Böyle küçük bir yerde herkes birbirini tanıdığı için, oradaki bilgiyi kendiniz soluduğunuz için aslında o yönüyle kolaylık sağlıyor bile diyebiliriz. Bir de küçük yerde yaşayan insanların unutmadığı gelenek ‘imece yöntemi’de bizim karşımıza bir avantaj olarak çıkıyor. Bu noktaya kadar ortaya çok pembe bir tablo çıktı. Hiç mi zorluğu yok bu işi Sinop’ta yapıyor olmanın, yoksa hedefleriniz mi çok gerçekçi? Aslında, bienalin ilkinden önce fikrin etrafında bir araya geldiğimizde Sinop’un böyle bir şeyi karşılayabileceğinden emin değildik. Örneğin bu şehrin kaynağı çok az. Bir kaynak aktarmanız gerekiyor, işbirlikleri kurmanız gerekiyor. Bütçe açısından baktığımızda diğer şehirlerdeki bienallerin kaynaklarına kıyasla daha az kaynağımız var. Oralarda bütçeler oldukça geniş ama Sinop’un

böyle bir avantajı yok. Tek avantajı sahip olduğu değerler ve çok büyük bir bilginin üzerinde oturması. Bir de tabii bunu değerlendirecek bir insan gücüne sahip olması. Böyle yerel bir etkinliğe dışardan bir küratör atamak ne derece sağlıklı? Küratörün Sinop’la buluşup buluşmaması çok önemli gerçekten. Biz bu işin içinde olduğumuz için -ben Sinopluyum zaten- daha gerçekçi davranabiliyoruz o noktada. Yoksa vizyon misyon geliştirirsiniz, bir müddet sonra burayı St. Tropez yapacağım dersiniz ama Samsun’daki gibi sel gelir köprüleri yıkar. Venedik olursunuz bir anda. Biz yapmış olduğumuz çalışmalarla kentin geçmiş ve bugünkü bilgisini bir araya toplayarak, geleceğe bakmayı sağlamaya çalışıyoruz. Yoksa ne olacak, getirirsiniz sanatçıları, koltuklarının altlarına en iyi işlerini alırlar, oraya buraya yerleştirirsiniz, bir sponsor bulup 10 gün sergilersiniz. Dünyanın en iyi dergilerinde ilanlarınız çıkar. Bunu yapmak zor değil. Ama bundan geriye ne kalır? Bizim tercihimiz bu değil. Kentin kendi dinamiğini kullanmak ve onun ihtiyaçlarını karşılamak çok önemli. Amacımız bir gösteri yapmak değil. Sanatçıların en iyi işlerini göstermek değil. Bunu yapabilecek güçte olduğumuz halde... ■

“Amaç Sinop’un üzerindeki ataleti atmak”

Sinopale’nin Genel Sanat Yönetmeni Melih Görgün.

Sinop coğrafi açıdan, biraz kuytuda kalmış bir şehir. Bu nasıl etkilemiş Sinop’u, sizin gözleminiz ne yönde? Biraz atıl kalmasına sebep olmuş diyebilirim. Bizim de yapmaya çalıştığımız Sinop’un üzerindeki bu ataleti atmak, ilk etapta. Sinop 4 bin yıllık bir geçmişe sahip, bu her şehre bahşedilmiş bir şey değildir. Yıllardır Sinop kenti için çalışıyorsunuz, bu çalışmalar

sırasında keşfettiğiniz yeni şeyler oldu mu? Kütüphanenin içinde, Dr. Rıza Nur’un müzesi varmış. Basit bir oda gibi görünüyor ama yaptığı tıbbi araştırmaları, Türkiyat araştırmaları, kendi el yazısıyla aldığı notlar vs. burada. Örneğin fenni sünnetin nasıl yapılması gerektiğine dair çalışmaları var burada. Neredeyse Türkiye’nin ilk halk ve çocuk kütüphanesi sayılır içerik olarak.

Milliyet Sanat A ustos 2012

65


■ ■ ■ ■ ■

ARKEOLOJ

HİERAPOLİS

Virginia Güzel Sanatlar Müzesi’nde duran, Hierapolis kökenli bronz madalyon (solda). Hierapolis’teki Aziz Philip mezarı ve kilise (üstte).

Hierapolis’teki aziz DEVR M ER EN devrimersen7@gmail.com

66

HİERAPOLİS, Maiandros’un (Büyük Menderes) bir kolu olan Lykos Irmağı (Çürüksu) Vadisi’ne hakim, manzarası etkileyici bir alanda yer alıyor. Fakat büyülü güzelliğini sahip olduğu manzaraya değil, oldukça aktif sismik bir fay üzerine kurulmuş olmasına borçlu. Depremler, binlerce yıldır buraya kurulan yerleşimleri defalarca yıkmış ve Hierapolis her seferinde cazibesi ile yeni yerleşimcileri kendine çekmişti. Fay kırıklarından 35 derece sıcaklıkta ve yüksek basınçla çıkan suların, önce basıncı, ardından ısısı düşer. Yaşanılan hızlı dönüşüm, suyun içindeki minerallerin de suyu terk etmesine ve toprağa yayılmasına neden olacaktır. Aradan geçen binlerce yılın sonunda, şehrin yamacını bembeyaz şelaleler kaplar. Bu jeotermal kaynaklar yerleşimcilere suyu ve benzersiz estetik görüntüleri armağan ederken; aynı fay kırıklarından karbonanhidrit gibi zehirli gazlar da açığa çıkar. Yeraltından yükselen sıcak havanın çekiciliği ile buraya doğru gelen küçük hayvanlar ve kuşlar sızan bu gazla hızla boğulur. Milliyet Sanat A ustos 2012

On İki Havari’den biri olan Aziz Philip’in de mezarı bulunan Hierapolis, güzelliğini ve bereketini sıcak su kaynaklarına; kutsallığını ise zehirli gazlara borçlu. Mezar üzerindeki çalışmalar bu yaz da devam ediyor. Kent güzelliğini ve bereketini sıcak su kaynaklarına; kutsallığını ise zehirli gazlara borçluydu. Zaten bu yüzden de onu en açıklayıcı isimle anılıyordu: Hieros-Polis (Kutsal Kent).

Öteki dünyaya açılan kapı Antik çağlarda kent hemen hemen merkezinde yer alan Apollon Tapınağı’nın etrafında gelişmişti. Tapınağın yanında bugün üzeri duvarla örülmüş küçük bir dehliz yer alır. Bu dehlizin, yeraltına, yani öteki dünyaya açılan kapı olduğuna inanılmaktaydı. Buraya verilen isim, yani Plutonium da Latince Pluton’un Evi anlamına gelir ve Pluton, Roma’da öteki dünyanın tanrısıdır. Bu inancın nedeni, bu dehlizden çıkan zehirli bir gaz ve bu gaz yüzünden içeriye girmek isteyenlerin ölmeleri, yani diğer dünyaya geçmeleri. Bugün bir duvarla örülmesinin nedeni ise birkaç yıl önce bu iddianın doğruluğunu öğrenmek isterken hayatını kaybetmiş bir turist. Muhtemelen bu zehirli gazın çıktığı ala-

nın kutsallığı, kentin kuruluşunun da öncesine gidiyordu ve yerleşim buradaki kült merkezi etrafında büyümüştü. Yani Hierapolis en başından itibaren, henüz bir kent değilken bile kutsal bir yerdi. Fakat büyük bir Roma kentine dönüştüğü dönem Akdeniz dünyasında sıra dışı bir şöhret elde etmiş ve öteki dünyaya açılan kapıda dua etmek isteyen paganlar için önemli bir hac merkezi haline gelmişti. Hierapolis’te, 2011 yazında yapılan ve dünya medyasının yanı sıra Vatikan ve Fener Rum Patriği’nin de bir hayli ilgisi çeken olağanüstü keşif ise bu sefer paganizmle değil, Hıristiyanlıkla ilgili önemli veriler sunuyor. Yapılan keşif ise On İki Havari’den biri olan Aziz Philip’in mezarı (daha doğru bir ifade ile türbesi). Aslında burada 1957 yılında başlayan İtalyan kazılarının ilk hedefiydi Philip’in mezarını bulabilmek. Havarinin Hierapolis’te yaptığı işler, ardından çarmıha gerilişi ve sonrasında burasının Hıristiyan dünyası için kutsal bir merkeze dönüşmüş olması,


Apollon Tapınağı’nın yanındaki dehlizin öteki dünyaya açılan kapı olduğuna inanılmaktaydı. Bunun nedeni, dehlizden çıkan zehirli gaz yüzünden içeriye girmek isteyenlerin ölmeleriydi.

bu araştırmanın temel motivasyonuydu. 2000 yılına gelindiğinde yeni teknolojik imkanların da katkısı sayesinde, çekilen uydu fotoğraflarında arazide çıplak gözle fark edilemeyecek bazı detaylar ortaya çıktı. Kentin içinden başlayan (ve bugün tespit edilmiş olan şehitliğe çıkan) geniş bir tören yolu kendisini fark ettirdi. Tören yolu boyunca tepeye doğru yapılan çalışmalarda, Hıristiyan hacıların geçmesi için yapılmış bir köprünün kalıntıları, tepenin eteklerinden tepeye kadar çıkan travertenden merdiven basamaklar keşfedildi. Merdivenlerin başladığı yerde, hacıların arınması (abdest) için termal havuz (ılıca) olarak kullanılmış sekizgen bir yapı bulunuyordu. Merdivenlerin çıktığı tepenin solunda yine sekizgen bir şehitlik, sağında ise üç nefli bazilika planlı bir kilise yer alıyordu. Mezar, işte bu kilisenin altına yapılmıştı. Kazıların başkanlığını yürüten Francesco D’Andria, sadece Havari Philip’in mezarını değil, Hierapolis’in doğu yanı boyunca uzanan geniş bir kompleksin planını da ortaya çıkarttıklarını söylüyor. Alan, iki kilise, bir geniş tören yolu, küçük avlular ve şapeller, çeşmeler, arınma amaçlı kullanılan ılıcalar ve hacıların kullanımına ayrılmış mekanları içeriyor. Tüm bu yapı kompleksi antik Hıristiyan-Yahudi sembolizmine uygun bir anlayışla inşa edilmişti. Kompleksin kendisi ise Hierapolis’in ne ölçüde popüler olduğunu gösteriyor.

Madalyonun anlattıkları Tabii bu çalışmalar yapılırken, bugün Virginia Güzel Sanatlar Müzesi’nde duran, Hierapolis kökenli bronz bir madalyondan da söz etmek gerek. Madalyonun tam ortasında elinde bir somun ekmek tutan Aziz

Kazı alanında bulunan Roma dönemine ait mezar.

Philip bulunuyor. Elinde tuttuğu kutsanmış ekmek, geleneğe göre, gelen hacılara sunulan ekmeği sembolize ediyor. Hıristiyan teolojisinde bu tip şehitliklerde, şehit edilen azizi, kendini ziyarete gelen hacılara kutsanmış ekmek sunarken gösteren çeşitli örnekler mevcut. Madalyonda Yunanca, “kudretli aziz, ölümsüz aziz, merhamet et bize” şeklinde bir dua da kazınmış. Fakat asıl dikkat çekici olan Philip’in tasvirinin arasında görünen iki yapı. Soldaki kubbeli yapı Hierapolis’teki sekizgen şehitlik yapısıyla, sağdaki tipik bazilika çatılı ve üç nefli yapı da havarinin içine gömüldüğü kiliseyle uyumlu bir görüntü çiziyor. Birbirlerine göre yerleştiriliş biçimleri; iki yapının da merdivenle çıkılan bir tepenin üzerine kurulmuş olması, alanın planlanması ile birebir uygunluk taşıyor. Azizin sağındaki kilisenin girişinde yer alan gaz lambası ise onun gömülü olduğu yeri işaret ediyor. D’Andria’nın ifadesiyle madalyon, yapıların adeta antik bir fotoğrafını çekmiş. Hierapolis’in pagan inançlarının hakim olduğu dönemde taşıdığı hac merkezi kimliği, Erken Hıristiyanlık yıllarında form değiştirerek devam etmişti. Artık buraya gelen hacılar, öteki dünyaya açılan kapıya pagan bir gözle değil; öteki dünyaya yolculuk

yapan bir azize Hıristiyan anlayışla yakarıyordu. Aynı bir zamanlar Ephesos’ta tanrıça Artemis’e dua edenlerin, Hıristiyanlıkla birlikte Meryem Ana’dan merhamet dilemeleri gibi. Yapılan çalışmalar, kompleksin ortaya konulan planı ve 2011 yılında bulunan mezar Hierapolis’te 55 yıldır sürdürülen İtalyan kazılarının en önemli başarısı olarak görülüyor. Gerçekleştirilen bu keşif, 24 Kasım 2011’de Roma’da Papalık Arkeoloji Akademisi’nde, bütün dünyadan davet edilen araştırmacılara ve Vatikan temsilcilerine sunuldu. Keza 14 Kasım tarihinde (Aziz Philip Günü), Fener Rum Patriği Bartholomeos mezar alanında bir ayin yönetti (69 yaşında olan D’Andria, o günü hayatının en unutulmaz anı olarak ifade ediyor). Çeşitli İtalyan üniversitelerinden oluşan kazı ekibi şu an gayri resmi olarak varlığı kabul edilmiş Aziz Philip Şehitliği’nin (Martyrion of St Philip), Vatikan ve Fener Rum Patrikhanesi tarafından resmen kabul edilmesi ve Hierapolis’in tarihsel kimliği ile paralel bir hac merkezi haline gelebilmesi için uğraşıyor. Öte yandan bu yaz da mezar üzerinde kazı çalışmaları sürüyor. İtalya’da da mezar üzerinde tanıtma çalışmaları yapılıyor. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

67


■ ■ ■ ■ ■

M MAR

MARİNA

Marinalar, denizler, yerleşimler... REM MARO KIRI iremk@bahcesehir.edu.tr

Şu sıcak yaz günlerinde varlığı suyla bağlantılı mimari yapıları ele alalım istedik. Özellikle, yalnız teknecilere değil o bölgenin sakinlerine de denizle bağlantılı havadar bir yaşama alanı ve rekreasyon olanağı sunan marinaları...

Bertrand Goldberg’in Marine City’si.

netim binası olmazsa olmaz iken, marinalar büyüdükçe, mağazaların çeşitlendiği, restoran ve ‘kafe’lerin plaj, gece kulübü ve otel yapılarının eklendiği görülüyor. Hatta konutlar ve yüksek yapılar dahi marinaların parçası olabiliyor.

Günümüzün kentsel fenomeni

Porto Cervo, 1960’lı yıllarda A a Han tarafından varlıklı ve ünlü tekne sahipleri için kurulan lüks, donanımlı bir marina, yat kulübü ve tatil köyü niteli inde.

68

DENİZLERİN, yerkürenin üçte ikisini oluşturduğunu düşündüğümüzde, ‘mimarlığın ya da yapılı fiziksel çevrenin karaya ve denize ilişkin olanı, bu oranla uyumlu mu?’ sorusu geliyor akla... Su ile ilintili yapılar, tüm deniz, okyanus, kanal, nehir kıyılarını, adaları mekan tutsa da, dünyada üretilen mimarlığın bu denli büyük bölümünü kapsıyor olamaz. Su kıyılarında yer alan, varlığı suyla bağlantılı mimari yapılar, denizle, balık ve su ürünleriyle ilgili teknik yapılar olabildiği gibi, Milliyet Sanat A ustos 2012

konut, otel, okul, müze yapıları da olabiliyor. Su yoluyla ulaşımın başlıca yapıları olan marinalar da çoğu durumda yalnızca teknelerin park alanı olarak düşünülemeyecek denli çok fonksiyonu barındırabiliyor. Yalnız teknecilere değil, o bölgenin sakinlerine de denizle bağlantılı havadar bir yaşama alanı ve rekreasyon olanağı sunuyor. En kısıtlı olanakları olan marinalarda duş tuvalet birimleri, alış veriş için market ve tabii kayıt işlemlerinin yapıldığı bir yö-

Kent kıyıları ve marinalı yaşam, tekne, su ve yüksek yapıyı birleştiren bir erken örneği hemen akla getiriyor: Bertrand Goldberg’in Marine City’si. ‘60’ların başında gerçekleştirilen, Chicago River üzerinde Loop bölgesinde konumlanan Marine City, 700 tekne için marinasının yanı sıra, konut, ofis, park alanı, tiyatro salonu, oditoryum, dükkanlar, spor tesisleri ile bir küçük şehir gibi. İki kulesi, o yıllarda dünyanın en yüksek konut kuleleri ve betonarme strüktürlü yapıları olarak biliniyor. ‘Mısır koçanı’na benzetilen 60 katlı kulelerin her biri, alt katlarda sürekli bir rampa üzerinde 450 taşıt için park alanı ve üst katlarda 450 daire barındırıyor. Silindirik düşey çekirdekler servis alanlarına yer veriyor, böylelikle çevrelerinde ışıklı ve manzaralı yaşam alanlarına olanak sağlıyor. Yatlar ve gökdelenlerin biraradalığı günümüzün bir kentsel fenomenini Dubai’yi düşündürüyor. Tamamlandığında 120 bin kişinin yaşayacağı, 200’den fazla yüksek yapının yer alacağı, kent ölçeğinde bir girişim Dubai Marina. İnsan yapısı kanalların kıyısında kurulu. Vancouver’daki False Cre-


Bodrum, Göcek ve Çeşme marinaları mevcut yerleşimlerde önemli değişikliklere ve bozulmalara neden olmazken, bazı olumsuz örnekler de sergilenebiliyor. Didim, pasta görünümlü evleri ve adım başı rastlanan ‘pub’ları ile adeta tuhaf bir kovboy kasabasına dönüşmüş durumda...

200’den fazla yüksek yapının yer alaca ı, kent ölçe inde bir giri im Dubai Marina.

Göcek’teki marina.

ek örnek alınarak tasarlanmış ve bugüne dek Los Angeles Marina del Rey’e ait olan ‘en büyük marina’ unvanının bir sonraki sahibi. Özelliklerinden biri de, dünyanın en yüksek gökdelen bloğunun marina kapsamında yer alması. Bugün, dünyanın en pahalı marinaları olarak ilk sayılanlar, büyük kentlerde yüksek yapılar arasında yer alan marinalar değil, doğal güzellikleriyle çekici küçük yerleşimlerin marinaları. Monaco, St. Tropez, Cannes, Capri, Porto Cervo ve Portofino gibi... Capri örneğinde, dağlık ve küçük bir ada kıyıları söz konusu ve aynı anda ancak 10 adet ‘süper yat’ın bağlanabildiği, ünlü markaların butiklerinde alışveriş edilebilen, restoranlarında lüks Napoliten yemekler yenebilen bir marina Capri Adası’nınki. Tom Cruise, Harrison Ford, Julia Roberts ve Keanu Reeves bilinen müdavimleri... Porto Cervo, Akdeniz’in ikinci büyük adası Sardinia’nın kuzey kıyılarında, Costa Smerelda’da. Geyik boynuzlarını andıran doğal koyda konumlanmış yapılarıyla, 1960’larda Ağa Han tarafından varlıklı ve ünlü tekne sahipleri için kurulan lüks, donanımlı bir marina, yat kulübü ve tatil köyü niteliğinde. Ünlü mağazaları ve gece kulüplerinin lüks partilerinin yanı sıra denizi-

nin güzelliği ve özenle korunan mimarisiyle de ilgi çekmeye devam ediyor adanın bu bölgesi ve marinası.

stanbul’a yeni marinalar Marinaların ve marina yapımının son yıllarda ülkemizde belirli bir önem kazandığı gözlemlenebiliyor. Örneğin İstanbul’da 10 yeni marinanın daha yapımına başlandığı, Eston gibi marinalı konut siteleri, Palmarina Yalıkavak Marinası’nın Azeri işadamı Mansimov satın aldığından bu yana yeni yatırımlarla geliştirildiği, dünyanın en gözde marinalarıyla yarışmaya hazırlandığı görülüyor. Bodrum, Göcek ve Çeşme marinaları mevcut yerleşimlerde önemli değişikliklere ve bozulmalara neden olmazken, bazı olumsuz örnekler de sergilenebiliyor. Didim, sanırım marinası ve Avrupalı müdavimleri nedeniyle, sayısı birdenbire artan pasta görünümlü evleri ve adım başı rastlanan ‘pub’ları ile adeta tuhaf bir kovboy kasabasına dönüşmüş durumda... İstanbul’da (toplam 2 bin 500 yat kapasiteli) üç marina Kalamış, Ataköy ve Pendik var; Yalova yeni tamamlandı. Tarabya ve İstinye marinaları için, çoluk çocuğun denize girmek ve balık tutmak için kullan-

maya, bazı teknelerin gelişigüzel bağlanmaya başladığı yüzer iskeleler konduğunu görüyoruz. Tarabya koyu için bu konunun neredeyse 30 yıllık bir geçmişi var. 1987 tarihli tez çalışmamda yapımı düşünülen marinanın bir krokisine dahi yer vermişim ve sonra bu konu yıllarca uykuya yatırılmış, Tarabya Oteli’nin yenilenmesi sonrasında tekrar gün yüzüne çıkmış görünüyor. Yeri gelmişken: sevdiğim, beğendiğim bir yapı olan, yeni marina ile ilgili bir fonksiyon yerleştirileceğini beklediğim Tarabya Plajı’nın, yol cephesindeki deniz, balık, denizatı rölyeflerinin yok edilerek sıradanlaştırıldığını ve bir zincir lokanta için hazırlandığını üzülerek görüyorum. Bugün Türkiye kıyılarındaki marinalarda yaklaşık 15 bin yat kapasitesi olduğu biliniyor. Fransa’da bu sayı 15 katı, İtalya’da 8, İspanya’da 7 katı kadar, Hırvatistan’da bize yakın ve Yunanistan’da ise bizdekinin yarısı kadar. 3 yıl sonunda ise bu kapasitenin 26 bine çıkarılması planlanıyor (2 Temmuz 2012 Milliyet Ege). Bu tabloda, kıyılarımızda sayısı artmakta olan marinaların, denizlerimizde daha fazla ve hızlı kirlenmeye yol açacağı besbelli de, paraya dönüşecek yatırımlar dışında olumlu katkıları da olur mu acaba? Biraz daha denizci ve hem de denizsever insanlar olur muyuz? Böylesine güzel bir denizler ülkesinde yaşamanın hakkını verir miyiz? Fiziksel kentsel çevre ile ilgili olumlu gelişmeler sağlanır mı? Denetimsiz kullanım ve yapılaşma engellenir mi? Kıyılarda tasarım kalitesi yüksek ve doğayla uyumlu bir mimarlık, nitelikli kamusal alanlar umabilir miyiz? ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

69


■ ■ ■ ■ ■

MÜZE

BASIN MÜZESİ

FOTO RAFLAR: GARB S ÖZATAY

Unutmamak, unutturmamak için...

Çemberlita ’ta Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin tarihi binasındaki Basın Müzesi’nin genel görünümü.

CANSU ÇOLAKO LU cansucolakoglu@college.harvard.edu

70

DÜŞÜNMEK engellenebilir mi? Kafaların içindekine karışılamıyorsa, ağızdan çıkanın ondan farkı nedir anlayamıyorum; aynen Kızılderililerin, denizler gibi sınırsız buldukları karayı paylaşıp sınırlar yerleştiren beyaz adamları anlayamadıkları gibi. Düşünce özgürlüğünün bir parçasıdır basın özgürlüğü. Basın ne kadar özgür tartışılır ama hiç yoktan İstanbul Çemberlitaş’ta Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin tarihi binasında bir Basın Müze’miz var. Büyükçe bir salonun etrafındaki birkaç odadan oluşuyor Basın Müzesi. Ana salon kalıcı bir resim sergisi gibi: Ortası boş, duvarlar yazarların, şairlerin, gazetecilerin portreleriyle dolu. Şinasi ile başlıyor portreler. Şinasi, 1860 yılında ilk özel Türk gazetesi olan Tercüman-ı Ahval’i çıkarmış gazeteci, şair ve oyun yazarı. Agah Efendi’yle devam ediyor portreler. O da Tercüman-ı Ahval’in kuruluşunda Şinasi ile birlikte çalışmış. Sonraki portre Namık Kemal’e, bir sonraki ise ilk Türk mizah dergisi Diyojen’i yayımlayan Milliyet Sanat A ustos 2012

Basın Müzesi, basın tarihine ve bu tarihe katkıda bulunmuş kişilere dair kapsamlı arşiviyle, öğrenmek için, yeni gazeteciler için, Türkiye için, önemli bir başlangıç noktası. Rum gazeteci Teodor Kasap’a ait. Ardından Ahmet Mithat, Tevfik Fikret, Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi, karikatürist Cemal Nadir, Sabahattin Ali, Ercüment Ekrem Talu portreleri ziyaretçilerin karşısına çıkıyor ana salonun sol yarısında. Ana kapının tam karşısındaki duvarın hemen önünde bir Atatürk büstü duruyor. Salonun sağ yarısında Reşat Nuri Güntekin ile devam ediyor portreler. Onu, Servet-i Fünun dönemi edebiyatçılarından Hüseyin Cahit Yalçın, Yunus Nadi’nin oğlu Doğan Nadi ve Burhan Felek’in de aralarında bulunduğu isimler takip ediyor. Bu isimlerin arasında Nazım, hemen dikkat çekiyor, insan biraz daha uzun bekliyor karşısında, düşünüyor... Portreler boyunca günümüze yaklaşıyoruz, son iki portre acı acı selamlıyor karşısındakini: Uğur Mumcu ve Hrant Dink.

Lozan Barı ı haberi Ana salonda basın tarihinden örnekler sergileniyor. Odanın bir köşesinde taş bas-

kı, yani litografi denilen sistem anlatılıyor. Geri kalan kısım neredeyse tek bir camekandan oluşuyor. Burada, İbrahim Müteferrika’nın kurduğu Osmanlı’nın ilk matbaası sergileniyor. İbrahim Müteferrika, 1726’da padişahtan ferman, şeyhülislamdan fetva aldıktan sonra İstanbul’da Osmanlı topraklarındaki ilk matbaayı kurmuş. Matbaaya ayrılmış odanın karşı çarprazındaki odada, eski daktilolar, dizgi ve baskı makineleri, orijinal cilt presi, günümüzün fotokopi makinesine tekabül eden teksir makinesi, sadece yazılı veri gönderebilmesi sebebiyle faks bulunduğunda pabucu dama atılan teleks gibi cihazlar sergileniyor. Odada aynı zamanda, Sis, Afiyet gibi dergilerin örnekleri ve Vakit Gazetesi’nin 24 Temmuz 1923 tarihli ‘Lozan Barışı’ haberi yer alıyor. Daktiloların bulunduğu odanın tam karşısında, içinde altı tane yazı masası duran bir bölme karşılıyor ziyaretçileri. Masaların her biri ayrı bir gazeteciye ait, üstleri sahiplerinin eşyalarıyla dolu. Diğer masaların karşı-


Masaların üzeri gazetecilere ait e yalarla dolu.

Müteferrika’nın kurdu u Osmanlı’nın ilk matabaasının temsili.

sında, ortada duran masa Milliyet gazetesinin efsanevi yayın yönetmeni, başyazarı Abdi İpekçi’ye ait. Masasının üzerinde, yazılarını tuşladığı daktilosu, “Ecevit’ten İzlenimler: Şiddet Sorunu” adlı yazı dizisi, yayımladığı “Türkiye’de Terör” ve “Afrika” adlı kitapları ve yazılarını kendisinin kaleme aldığı çeşitli gazete kupürleri sergileniyor. Diğer masalardan ikisi uzun süre Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yapmış Nezih Demirkent ve yazı kadrosunda bulunan Burhan Felek olmak üzere iki eski Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı’na ait. Masalarda, saatler, hüviyetler, damgalar ve Burhan Felek’in “Felek’ten Dostlara”sı gibi birkaç kitap bulunuyor. Bir diğer masa, Kore Savaşı muhabiri Selami Akpınar’a ait. Akpınar, mandolin meraklısıymış, mandolini ve çalarken çekilmiş bir resmi masasının üzerinde sergilenenler arasında. Bir sonraki masa, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin kurucularından, yüksek tirajlı gazeteciliğin temellerini atmış, yazar ve karikatürist Sedat Simavi’nin masası. Üzerinde, telefon, Simavi’nin kalemleri, pasaportu ve bir büyüteç yer alıyor. Masanın yanındaki duvarda, Sedat Simavi’nin çeşitli dönemlerde çıkardığı dergilerin kapaklarından örnekler asılı. Dergilerin üzerinde hem miladi hem de hicri takvime göre tarih verilmiş olması, yayın dönemlerine göre makul olan o olsa da, dikkat çekici. Duvarlarda aynı zamanda, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin 1952’den bu yana yönetim kurullarının resimleri, yıl yıl cemiyetin genel sekreterlerinin, başkan yardımcılarının ve saymanlarının fotoğrafları sergileniyor. Yazı masalarının karşı çaprazındaki oda, Basın Müzesi’nin son ve en çarpıcı odası. Odanın arka duvarında kocaman harflerle “Öldürülen Gazeteciler” yazıyor. Yine ana salonda olduğu gibi teker teker, yan yana dizilmiş isimler... Bu sefer yağlı boya portreleri değil, fotoğrafları var kaybettiklerimizin. Her birinin altında ne zaman ve nasıl öldürüldüğü not düşülmüş.

Müzede altı tane yazı masası bulunan bir bölme karşılıyor ziyaretçileri. Masaların karşısında, ortada duran masa Milliyet gazetesinin efsanevi genel yayın yönetmeni, başyazarı Abdi İpekçi’ye ait.

pekçi’nin masasının üzerinde, yazılarını tu ladı ı daktilosu, “Ecevit’ten zlenimler: iddet Sorunu” adlı yazı dizisi, yayımladı ı “Türkiye’de Terör” ve “Afrika” adlı kitapları sergileniyor.

Öldürülen gazeteciler Öldürülen gazetecilerin başında Ali Kemal geliyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun son demlerinde, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele’ye şiddetle karşı çıkmış, Kurtuluş Savaşı sonrasında da tutuklanmış, yargılanmak yerine çiçeği burnunda cumhuriyetle hiç uyuşmayan bir şekilde, karşıt düşünceleri sebebiyle belli, organize bir kalabalığa linç ettirilmiş. Öldürülen onlarca gazeteci arasında, faşist çetelerce işkence edilerek hayatını kaybeden Ali İhsan Özgür, gazeteciliğin ilkelerine bağlılığı, bağımsız gazeteciliğe verdiği önem ve barışçılığı ile saygı ve hürmet duyulan Abdi İpekçi, darbe dönemlerinde sayısız çile çekmiş, 1993’te de arabasına konan bombayla öldürülen, o gün doğan nice çocuğa adı verilecek kadar saygın yazar Uğur Mumcu, bir başka bombalı saldırı kurbanı Ahmet Taner Kışlalı göze çarpıyor.

Fotoğrafları takip ederek ilerlerken 2007 yılında kaybettiğimiz Hrant Dink’e ulaşılıyor. 2007’den bu yana beş koca yılın su gibi akıp geçtiğinin ayırdına vardırarak ve şu ana kadar beş 19 Ocak’ta, on binlerin hala adaletin yerini bulması için, düşünce ve basın özgürlüğü için yürüdüğü beş eylem dışında bir arpa boyu yol gidilmemiş olduğunun, ondan önceki davaların da bundan farklı olmadığının verdiği acı çaresizlikle sona eriyor Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi. Basın Müzesi, basın tarihine ve bu tarihe katkıda bulunmuş kişilere dair kapsamlı arşiviyle, öğrenmek için, yeni gazeteciler için, Türkiye için, unutmamak, hatırlamak için önemli bir başlangıç noktası; ancak günümüzün teknolojisinden örnekler, 2000 yılı sonrası gazete kupürleri gibi öğeler eklenerek geçmişten günümüze basın anlayışı daha güzel aktarılabilir, müze zenginleştirilebilir. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

71


■ ■ ■ ■ ■

KÜLTÜR

ANADOLU’DA SANAT

Rakım 0, sanat 10 ASLI E. PERKER asliperker@yahoo.com

Türkiye’nin tek Emek ve Barış Şenliği’ni düzenleyen Aliağa’da tiyatro çok önemsenen bir sanat dalı. Başı ise Türkiye’nin belli başlı yazarlarının da katkısı ile edebiyat çekiyor.

“Geyikler Lanetler” oyunundan bir sahne (solda). Alia a PETK M, Dragon Festivali’nde takım ruhunu gösteriyor (sa da).

72

YILLARDIR Aliağa Belediyesi’nden e-mailler alırım. Bir basın mensubu olarak değil; halka gönderdikleri bu haber bültenleri bir şekilde beni de bulmuş, posta kutuma düşüp duruyor. Önceleri memleketimin her beldesine olan sadakatimden içimden bu emailleri ‘gereksizler’ dosyasına göndermek gelmedi, sonraları ise aralarından bazıları ilgimi çektiği için okumaya başladım. Baktım ki Aliağa istikrarlı, çalışkan, üretken. Böylelikle olayı yerinde araştırıp sizlere de aktarmaya karar verdim. Biliyorsunuz, Aliağa İzmir’e sadece 45 dakika uzaklıkta. Hele ki yaklaşık iki yıldır hizmet vermekte olan metro sayesinde adeta Milliyet Sanat A ustos 2012

şehrin banliyösü halini almış, yani sabah işe git, akşam İzmir’e evine dön yapılabilir. Ancak bir yandan da neredeyse bir kent olmuş, başka bir yere gitmeye gerek kalmamış. Ve her kent gibi kültür sanat aktivitelerinde de kendine yeterli hale gelmiş. Çok gelişmiş bir belediye konservatuarı var örneğin. Yıllardır eğitim vermekte olan kurumun her yaştan pek çok öğrencisi bulunuyor. Özellikle liseli gençler için seçecekleri yolun başlangıcını temsil ediyor olması mühim. Geleceğin tiyatrocuları, müzisyenleri, sanata ilk adımlarını burada atıyorlarmış. Aynı şekilde başka işlerde çalışan, fakat hayatlarındaki boşluğu sanatla doldurabileceklerini anlayanlar için

de çok verimli bir okul.

Hediye enstrüman Kurslar dörder aylık dönemlerden oluşuyor ve başarıyla bitirenlere sertifika veriliyor. Son iki yılda 114 kişi keman, 56 kişi piyano, 147 kişi bağlama, 347 kişi gitar, 190 kişi tiyatro, 26 kişi ud, 143 kişi Türk halk müziği, 140 kişi Türk sanat müziği, 89 kişi resim, 133 kişi Latin dansları, 560 kişi de satranç sertifikası almış. Kurs öğretmenleri aynı zamanda öğrencilerini yeteneklerine göre yönlendiriyor. Parasız verilen böyle bir eğitimde bu kadar titiz davranılıyor olması gerçekten takdire şayan. Dö-


Ritim Atölyesi ö rencileri ve mezunları genellikle konserlerden önce sahne alıyorlar.

nemler dört aylık olabilir, fakat on yıldır keman ya da piyano kursuna devam edenler de var. Hatta buradan mezun olduktan sonra üniversiteki konservatuvarlara geçiş yapmışlar ve eğitimlerine devam ediyorlar. Aliağa Belediyesi bu gibi başarılar gösteren öğrencilerine kendi alanlarındaki enstrümanları hediye ederek onları teşvik etmeye de devam ediyor.

PETK M’in sanat katkısı Okulun en ilgimi çeken derslerinden biri ritimsel terapi oldu. Bugüne kadar 73 kişinin sertifika aldığı bölümün yaş ortalaması elbette biraz yüksek. Zira daha çok işinden yahut sorumluluklarından dolayı stres altında olanların başvurduğu kurslardan biri. Müzikle ilgili bütün bölümlerin yıl içerisinde pek çok konseri oluyor ve Aliağalılar da bu konserlere ziyadesiyle ilgi gösteriyor. Bilhassa Türk sanat müziği ve Türk halk müziği koroları bir hayli aktif. Ritim terapi öğrencileri ve mezunları da genellikle onlardan önce sahne alıyorlar. Tiyatro gösterimleri ise birer öğrenci performansı olmanın ötesine geçmiş. Dekorlar, kostümler, oyunculuk, kurgu çoğunlukla profesyonel. Bunu zannediyorum bu işe gönlünü vermiş genel sanat yönetmenlerine borçlular. Demet Saka, Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı mezunu ve Aliağa Belediye Tiyatrosu’nun (ALBET) hem eğitmeni hem de pek çok oyununun yönetmeni. Öyküler de yazan Saka bazı kısa film projelerinde de rol almış. Aliağa Belediye Konservatuvarı’nın oyun repertuvarında yok yok. Ama anlaşılan o ki

oyuncuların da halkın da Murathan Mungan’a özel bir sevgisi var. “Mahmud ile Yezida”, “Geyikler Lanetler” çok seyirci çeken oyunlar olmuş. Aziz Nesin’in “Hadi Öldürsene Canikom”u ve Müjdat Gezen’in “Gırgıriye: Bir Sulukule Müzikali”ne de ilgi büyükmüş. Aliağa halkı genel itibariyle sol eğilimli. Bunun nedenlerinden biri de bir işçi beldesi olması. Aliağa’da bulunan PETKİM (Petrol Kimya Holding A.Ş.) sadece İzmir’in değil, Türkiye’nin önemli gelir kaynaklarından biri. Gerçi artık özelleşti ve bir Azeri işadamı tarafından satın alındı ama yörede sağladığı istihdam çok önemli. Yaklaşık 2 bin kişiye iş imkanı sağlamasının yanı sıra Türkiye genelinde aslında pek çok irili ufaklı fabrikanın üretimi de PETKİM’den alınan malzemeyle gerçekleşiyor. Bunun kültür sanatla ne alakası olduğunu merak edeceksiniz. Açıklayayım: Aliağa’nın önemli kültür etkinliklerinden biri Türkiye’de başka örneği olmayan Emek ve Barış Şenlikleri. 15 yıldır her yıl düzenlenen bu etkinliğe Aliağa dışından da katılımlar oluyor. Özellikle sendikal sorunların konuşulduğu şenlikte bu sefer edebiyat ağır basıyor. Ülkenin önemli yazarları, gazetecileri, şairleri, zaman zaman da politik oyuncuları gelip okumalar, konuşmalar yapıyor. Metin Uca, Cezmi Ersöz, Nihat Genç, Nihat Behram, Halil Ergün bu isimlerden sadece birkaçı. Şenlikler bu yıl 30 - 31 Ağustos ve 1 Eylül tarihlerinde düzenlenecek. PETKİM’in şirket olarak Aliağa’nın kültür sanat ortamına katkısı da küçümsenemez. Başlıbaşına bir yerleşim merkezi olan müessesenin fotoğrafçılık kulübü bir hayli faal. Bunun dışında kendi kültür merkezin-

“Sava kinci Perdede Çıkacak” da sergilenen oyunlar arasında.

de Aliağalılar’a da hizmet veriyorlar, hem kendi resim kurslarından ortaya çıkan eserleri hem de Aliağalılarınkileri sergiliyorlar. Bahar şenlikleri ve turnuvalarıyla beldeye bir hareket getirdikleri de hakikat. Bunun yanı sıra sosyal sorumluluk projeleriyle de halkı eğitiyorlar. Beldenin eksiği ise sinema yönünde. Şu an vizyondaki filmler belediyeye ait cep sinemalarında oynatılıyor. Ancak bir buçuk yıl sonra 200 kişi kapasiteli bir sinema salonu kullanıma açılacakmış, şu an çalışmalar sürüyormuş. Deniz kenarında bir sahil beldesi olan Aliağa’da açık hava sinemasının olmaması ya da bir iki günlüğüne de olsa böyle bir aktivitenin düzenlenememesi bana göre tuhaf. Kimbilir belki bir gün yapılır. Tabii gene de Aliağa sanat kulvarında başarılı. ‘Rakım 0’ olan her belde gibi rehavetten nasibini alma ihtimalini de göz önünde bulundurursak durumu gayet iyi. Eh her türlü müzik ihtiyacını da zaten hemen yakınındaki Foça’da düzenlenen müzik festivalleriyle gideriyor. Daha ne olsun? ■

Aliağa Belediye Konservatuvarı’nın oyun repertuvarında yok yok. Ama anlaşılan o ki oyuncuların da halkın da Murathan Mungan’a özel bir sevgisi var. “Mahmud ile Yezida”, “Geyikler Lanetler” çok seyirci çeken oyunlar olmuş. Milliyet Sanat A ustos 2012

73


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

ALBÜM

İçindeki ergene sarılan kadınların sesi YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com

Nil Karaibrahimgil, yeni albümü “Ben Buraya Çıplak Geldim”de yine kadın gözüyle bakıyor hayata. Albümü tam da bu zamanların okumuş etmiş, mesleğini eline almış ama henüz eve barka, çoluğa çocuğa karışmamış büyük şehir kadınının kafa karışıklığı diye tanımlamak mümkün.

74

Milliyet Sanat A ustos 2012


‘80’LERİN hemen başında, TRT’nin henüz renklenmemiş ekranında, Türkiye’nin bilumum turistik yörelerinin eşlik ettiği görüntülerle bezenmiş bir şarkı yayınlanırdı. “Kucak kucak insanlar gelmeli Türkiye’ye,” diye başlayan, “Düşünün Antalya’da mutlu bir Hollandalı,” diye devam eden bu şarkı, Türkiye’de turizm bilinci oluşturma gayesiyle hafta sekiz gün dokuz ekrana getirildikçe, ihtilalden henüz çıkmış halimizle biz artık düşünecek başka şeyimiz kalmadığından mıdır nedir, televizyon başında Antalya’daki mutlu Hollandalıları düşünüp düşünüp dört köşe olurduk.

O şarkıyı yazan ve söyleyen kişinin Suavi Karaibrahimgil olduğunu çok sonra öğrendik. Bir gün İzzet Öz’ün Teleskop adlı sofistike televizyon programında “Müzikomani” diye tuhaf bir şarkıya rastladık ve müziğin giderek elektronikleşmesi neticesinde günün birinde Elvis’in bile canlanacağını anlatan o şarkıyla Suavi Karaibrahimgil’i tanıdık. Orijinal bir şarkı yazarıydı vesselam. Yoksa televizyonun bile siyah beyaz olduğu günlerde bugünün hologram teknolojisini öngörmek pek akıl kârı değil.

Satan memnun, alan razı Aradan yıllar geçti. Karaibrahimgil soyadını taşıyan bebek yüzlü, bebek sesli bir kız göründü reklamlarda. Başında kovboy şapkası, dere tepe, dağ bayır dolaşıyor, cep telefonu şebekesinin gittiği her yerde çekiyor olmasının verdiği özgüvenle “Ben özgürüm” diye bir şarkı mırıldanıyordu. “Çok güzel kız,” dediler, “Şarkıyı da kendi yazmış,” dediler, “Suavi’nin kızıymış,” dediler. Bizim sakallı Suavi (Andaç) de özgürlük şarkıları söylediğinden olsa gerek, önce onun kızı sananlar oldu. Oysa o bir Karaibrahimgil’di. Armudun dibine düştüğü, çok değil, iki yıl sonra ayan beyan ortaya çıkacaktı. Orijinal bir şarkı yazarımız daha olmuştu. Nil Karaibrahimgil 2002 yılından bu yana dört albüm yayınladı. Ama öncesinde ve sonrasında o kadar çok reklam müziği yazdı ve seslendirdi ki, on dört albüm yayınlasa ancak bu kadar olurdu. On yıldır onun sesi, sesi yoksa da imzası çok belirgin müzikleri her yerde, her mecrada, dört taraftan kuşatmış durumda bizi. Bunda reklamcı Serdar Erener’le sonu evliliğe giden arkadaşlık, dostluk, sevgililik bağlarının da etkisi büyük elbette. Ben şahsen kendi adıma ne zaman telefonum dört çekse “Ben Özgürüm”ü, ne zaman bir koltuğa otursam “Mutluyum arkama yaslandım, iyi ki ona rastladım”ı, ne zaman dondurma yesem “Aşkımla erir misin?”i, ne zaman sabunla yüzümü yıkasam “Nemlendirsin, kurutmasın, kremleri aratmasın”ı, her telefon konuşması sonrasında da “Hayat paylaşınca güzel”i mırıldanmaktan kendimi alamıyorum. Cümleyi uzatmamak için örnekleri kısa kestiğimi de söyleyeyim. Nil Karaibrahimgil hem yıllarca reklam

şarkıları yazdı, hem de şarkılarını reklamlarda kullandı. Dolayısıyla hangileri şarkı olsun diye, hangileri reklam olsun diye yazıldı biz onu hiç bilemedik. Ama bizim, bizden çok da reklam verenlerin kabul ettiği bir gerçek vardı ki iyi slogan buluyor, akılda kalıcı ve etkili cümleler kuruyor ve çok melodik şarkılar yazıyordu. Satan memnun kalınca da, alana başka seçenek kalmıyordu zaten. Özellikle ilk üç albümünde de nereyse tamamen reklam mantığına yaslanmış olmasına karşın Gaziosmanpaşa’daki gecekondudan Bebek’teki yalı dairesine açılan bir yelpazede, yaşı kaç olursa olsun içindeki ergene sıkı sıkı sarılmış, kendini bildi bileli erkeklerle alacak verecek davasını bir türlü halledememiş, ne yapıp edip tek taşını kendi almış ya da en azından almaya özenmiş, hem çocuk, hem de kariyer yapmaya bir şekilde niyet etmiş kadın ağzının yegane slogan üreticisi oldu. Bütün o samimiyetsizlik iddialarına karşın, kolay sahiplenilecek sözler yazdığı da bir gerçekti. Sanılanın aksine, bir kadın için sevdiği adama kek yapmak varken, başka bir adamı koluna takıp Bebek’te üç beş tur atmak daha düşük bir ihtimaldi çünkü. Ya da bütün kızların toplanıp neden yıprandıklarını sorgulaması, kendi kendini ‘çok’ takdir ederek ayrılığı kutlamaktan daha yüksek ihtimal. Nil Karaibrahimgil’in yeni albümü “Ben Buraya Çıplak Geldim” geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Albümde birkaç şarkı hariç yine kendi yazdığı sözler ve müziklerle Nil, yine ergenlikle olgunluk arasında bir yerlerden kadın gözüyle bakıyor hayata. Albüm öncelikle şarkılardan çok kapak kompozisyonuyla konuşulur oldu. Barbaros Altuğ’un Taraf gazetesinde kaleme aldığı “Nil’de Ölüm” başlıklı yazıda, kapak illüstrasyonunda kullanılan beneklerin Japon sanatçı Kusama’dan intihal olduğu söylendi. Karşı taraftan bu konuda bir cevap gelmedi ama görünen köy de kılavuz istemiyordu. Böylesi alıntılar için tüm dünyada telif ödenir ve kaynak belirtilir. Her ikisi de yapılmadığında ise bunun adı açık seçik intihal olur. Serdar Erener ve Nil Karaibrahimgil gibi bütün işi yaratıcılık üzerine kurulu ve bu nedenle de bu işleri çok iyi bilen iki ismin bu ayıba imza atmış olması neresinden baksanız rahatsızlık verici. Bunu memlekette kaç kişi, ne kadar dert eder, orası da belli değil ama asıl soru Kusama’nın dert edip etmeyeceği. Onu da zamanla görürüz herhalde. Albümde on bir şarkı var. Geçtiğimiz yıl dört farklı düzenlemeyle ‘single’ olarak piyasaya sürülen ve bir sezon boyunca “YaMilliyet Sanat A ustos 2012

75


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

ALBÜM

Nil Karaibrahimgil, hem yıllarca reklam şarkıları yazdı, hem de şarkılarını reklamlarda kullandı. Dolayısıyla hangileri şarkı olsun diye, hangileri reklam olsun diye yazıldı biz onu hiç bilemedik. Ama bir gerçek vardı ki iyi slogan buluyor, akılda kalıcı ve etkili cümleler kuruyor ve çok melodik şarkılar yazıyordu.

Karaibrahimgil’in yeni albümündeki dokuz arkı için çekilen mini klipler Youtube’dan nilminiklipler adresinden izlenebiliyor.

lan Dünya” dizisinde sıklıkla kullanılan “Hakkında Her Şeyi Duymak İstiyorum” ve daha önce “Söz-Müzik Teoman” albümünde yer almış Teoman şarkısı “İstanbul’da Sonbahar” dışındaki bütün şarkılar yeni. Azeri müzisyen Murad Arif’in bir şarkısını Türkçeye Nil adapte etmiş, bir şarkının sözlerini ise Mert Esirci yazmış. Düzenlemelerde ise Alper Erinç, Bülent Uludağ ve Mustafa Ceceli imzalarını görüyoruz. Teoman’ın şarkısı Hakan Özer’in düzenlemesiyle aynen konulmuş albüme. “Hakkında Her Şeyi Duymak İstiyorum”un ise İskendere Paydaş düzenlemesi tercih edilmiş.

Aranjör açılımının faydası

76

Bugüne dek albümlerinde genellikle tek aranjörle çalışmayı tercih eden Karaibrahimgil için bu farklı aranjör açılımının faydalı olduğu söylenebilir. Zira söz konusu şarkılar olduğunda, çok akılda kalıcı olmanın ikiz kardeşi çok basit olmaktır. İşte bu noktada yükü aranjör çeker. Fazla da tekniğe girmemek için şöyle açıklayayım; basit fotoğraflarınızdan sanat eserleri yaratan Instagram uygulaması neyse, basit şarkıların aranjörü de odur. Ve sevdiğimiz nice Nil Karaibrahimgil şarkısında aranjör marifeti çok, hem de pek çoktur. Milliyet Sanat A ustos 2012

Zaten kendisi de dahil herkes, onun sesiyle kadehleri titreten bir şarkıcı ya da muazzam müzikal değer taşıyan besteler yapmış bir şarkı yazarı olmadığını kabul ediyor. Buna rağmen başarı kazanmasında ilk üç albümünde birlikte çalıştığı Ozan Çolakoğlu’nun yadsınamayacak bir payı vardı. Bu ikilinin yollarını ayırması sonrasında Nil’i Nil yapan bütün o fosforlu pembeler, fıstıki yeşiller yerini daha olgun, daha pastel tonlara bıraktı. Delişmen genç kız lisanından otuzlarında genç kadın hezeyanlarına geçişi ise büsbütün yadırgatıcı oldu. Bundandır ki bundan bir önceki albümü “Nil Kıyısında”, diğerleri kadar etki yaratmamıştı. O da bunun farkına varmış olsa gerek ki, bu albümde ilk zamanlarını hatırlatan şarkılar da yapmış. Bütüne baktığımızda, albümü tek cümleyle, tam da bu zamanların okumuş etmiş, mesleğini eline almış ama henüz eve barka, çoluğa çocuğa karışmamış büyük şehir kadınının kafa karışıklığı diye tanımlamak mümkün. Bir yanda onu koruyup kollayacak, yıldızlara götürecek kahramanının hayallerini kuruyor, Kazablanka’daki yağmurdan hislenip, İstanbul’da onu düşünerek takılıyor, bir yandan da “Dizideki şehzade yok, dağlardaki efsane yok,” diyerek kendini yalanlıyor. “Yürüdün mü, yol aldın mı?” diye hesaplaşırken kendiyle, “Çok zevkli olacak, çok seksi olacak, Allahımı şaşırıcam,” diye tepinmeye başlıyor. Bu gelgitli ruh halleri, bu erkeği bir yüceltme, bir yerme durumunun, geçmişten bu yana kadın ağzından yazılmış birçok pop şarkısının temel izleği olmasına karşın az sayıda şarkıcıda bu kadar şehirli ve kaba değil esprili durduğu da bir gerçek. Bu da Nil’in hedef kitlesini kendiliğinden belirliyor zaten. Albümdeki hemen her şarkı yine çok akılda kalıcı melodiler ve slogan sözler etrafında dönüyor. Özellikle düzenleme başarılarıyla “Heman”in ve “İstanbul’dayım”ın ön plana çıktığı söylenebilir. “İstanbul’da Sonbahar” zaten “Söz-Müzik Teoman” albümünün en iyi düzenlemelerinden biri olarak dikkat çekmişti. “İsterse kadınını, adam olsun o zaman,” diyen “Ay Gız Uyan” da ‘hit’ olmaya müsait bir başka şarkı. Ne anlatmak istediği epeyce muallakta olmasına karşın eşlik etmesi en kolay

şarkı olarak “Allahımı Şaşırıcam” da hedef kitlesini bulacaktır mutlaka. Buna karşın gerek müzikalitesi, gerekse sözlerinin felsefesiyle albüme adını veren “Ben Buraya Çıplak Geldim”in diğer şarkılardan ayrı bir yerde durduğu söylenebilir. “Kader Efendi” çok zorlama, “Nesi Var?” ise çok sıradan duruyor diğerlerinin yanında. “Kazablanka” ve “Yürüdün mü?”nün daha zor algılanan ama uzun vadede sevilecek şarkılar olduğunu düşünüyorum. “Hakkında Her Şeyi Duymak İstiyorum” zaten sonuna kadar tüketilmiş bir şarkı olarak albümde olmasa da olur muymuş acaba diye düşünmedim değil.

Masraftan kaçınılmamı Bir de bu “Gelicem, gidicem, yapıcam, seviyo, biliyo, olucak, yapıcak...” şeklinde tezahür eden mahalle ağzı fiil çekimleri meselesi var. Aslında başımıza Sezen Aksu’nun sardığı bu kullanım şekli, en çok Nil Karaibrahimgil şarkılarının alameti farikasına dönüştü. Bu albüm başından sonuna bu tür kullanımlardan geçilmiyor. Bir yere kadar sempatikti, kabul. Ama artık tadı kaçmadı mı? Hadi diyelim hâlâ sempatik buluyorsunuz, ona da kabul. Peki en azından söylerken ‘şaşırıcam’ diye telaffuz ettiğiniz kelimeyi, yazarken ‘şaşıracağım’ diye yazmak gerekmez mi? Bence gerekir. Kapak illüstrasyonundaki intihal bir kenara, hiçbir masraftan kaçınılmamış, kuşe kağıtlı ve bol sayfalı kitapçık ve özenli baskı albümü CD olarak satın alanları memnun edecek güzellikte. Memlekette artık çok az kişinin mekanik kopyaya para verdiği ve bu paranın da son zamlarla birlikte 20 TL gibi hatırı sayılır bir rakama ulaştığı düşünülürse, en azından paraya kıyıp satın alanların, dijital kopya indirenlerden bir ayrıcalığı, bir lüksü olmalı. Neyse ki bu albüm satın alana bu ayrıcalığı yaşatıyor. Albümdeki dokuz şarkı için, içinde Nil Karaibrahimgil’in olmadığı mini klipler çekilmiş. Her biri farklı bir yönetmenin imzasını taşıyan bu mini kliplerin kimisinde animasyon, kimisinde ise kısa film tekniği kullanılmış. Filmler Youtube’da nilminiklipler adresinden izlenebiliyor. ■



■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

KONSER

“Böyle turneye can kurban!..” AL AN ÇAPAN alisancapan7@hotmail.com

2007 tarihli “The Reminder” albümünün turnesinden sonra kabuğuna çekilen Feist, dördüncü stüdyo albümü “Metals” ile sahalara dönüş yaptı. Yeni albümünün turnesi kapsamında 25 Ağustos’ta ilk defa İstanbul’da olacak.

78

SAHNELERDE folk şarkılarıyla zuhur eden, yıllar içinde pop müzik sularına yelken açan Kanadalı şarkıcı, söz yazarı Leslie Feist en iyi performansını down-tempo şarkılarda gösteriyor desek yeridir. Feist’in Bergen, Norveçli indie folk-pop ikilisi Erlend Öye ve Eirik Glambek Boe’den oluşan Kings Of Convenience’ın “Cayman Islands”, “Know How” ve “The Build Up” gibi şarkılarındaki olağanüstü performansı bu kanıyı güçlendiriyor. 1976 Amherst doğumlu Feist bugüne kadar yayınladığı dört solo albümün yanı sıra indie - rock grubu Broken Social Scene’in de mürettebatı arasında yer alıyor. Eleştirmenler ve müzikseverler tarafından coşkuyla karşılanan, satışları dünya çapında 2,5 milyona ulaşan, 2007 tarihli “The Reminder” albümünün turnesinden sonra geçici olarak kabuğuna çekilen Feist, geçtiğimiz aylarda dördüncü stüdyo albümü “Metals” ile sahalara dönüş yaptı. Pitchfork, Alive ve The Vine dergilerinin “Metals” albümü sırasında Feist’le yaptıkları söyleşilerden hazırladığımız derlemeyle, her dinleyeni kendine hayran bırakan sesin sahibini mercek altına aldık. Soru cevaplardan önce bir kez daha hatırlatalım: Feist, yeni albümünün turnesi kapsamında 25 Ağustos’ta santralistanbul Kıyı Amfi’de ilk defa İstanbullu müzikseverlerle buluşacak.

Milliyet Sanat A ustos 2012

Feist, yeni albümünde de ba ta Mocky ve Gonzo olmak üzere eski arkada larıyla çalı ıyor.


“Turnelerden ötürü içimde bir tükenmişlik duygusu oluşmuştu. Bunu yenmem zaman aldı. Uzun bir süre gitarımı elime alamadım. Bu süreçte okudum, çene çaldım. Sonra bir gün kendiliğinden bir melodi mırıldanmaya başladım.”

“Müziğe ara verdiğimde yemek yaptım” Müziğe ara verdiğiniz dönemde neler yaptınız? Yıllardır turneler nedeniyle yapamadığım ne varsa hepsinin tadını çıkardım. Aileme ve arkadaşlarıma bol bol vakit ayırdım. Bahçedeki hamakta miskin miskin kitap okudum, mutfağa girip yemek yaptım. Arada Fransa’ya, İtalya’ya, Mısır’a seyahatler yaptım, hepsi çok iyi geldi doğrusunu söylemek gerekirse. Geçtiğimiz yaz Fransa’da bir köyde vakit geçirdim, inanılmazdı. Surlarla çevrili bu küçücük köyde sadece iki yüz kişi yaşıyordu. Bir zamanlar şatonun bulunduğu tepeye çıktığınızda köyün tamamını görebiliyorsunuz. Düşündüğünüzde hayatta bütün ihtiyaçlarınızı karşılamaya yeter iki yüz kişilik bir insan grubu. Bir doktor, bir ayakkabıcı, bir şarapçı, bir peynirci, hayatınızı paylaşacağınız bir grup arkadaş derken iki yüz kişi yeter de artar bile. Benim kaldığım ev 1400’lerde inşa edilmiş. Her evin önünde de küçük, üçgen bir bahçe yer alıyor. İnsanlar ihtiyaçları olan sebzeyi, meyveyi bahçelerinde yetiştirebiliyor. Hayatımda gördüğüm en çılgın, en güzel, en şaşırtıcı yerdi diyebilirim.

2007 tarihli “Reminder” albümünüzle, özellikle de “1234” şarkısıyla yakaladığınız beklenmedik başarı, dikkatlerin bir anda üzerinize toplanmasına yol açtı. Albümün üç yıllık turnesinden sonra 2010 yılında geçici bir ara vereceğinizi ilan ettiniz. Aşırı ilgi sizi bunalttı mı? Aşırı ilgi değil de, yoğun turneler beni yordu dersem daha doğru olacak. 1999’da yayınlanan “Monarch” ve 2004 tarihli “Let It Die” albümlerini de hesaba katarsanız yaklaşık on yılı aşkın bir süredir durmadan konser veriyordum. Artık tükendiğimi hissettiğim bir noktaya geldim. Beklenmedik başarıya gelince “Reminder”’ın tesadüfen sevilmiş, başarılı olmuş bir albüm olduğunu düşünmüyorum. Başta Grammy adaylığı ve Juno ödülleri de bunu gösteriyor zaten. “1234” şarkısının popülerliği ise farklı bir şey. Albümdeki bir şarkının bu kadar öne çıkmasının öbür şarkıların biraz gölgede kalmasına yol açtığı kanısındayım ki bu çok da hoşuma giden bir durum değil. İşin komik tarafı “1234”, “Reminder” albümünde söz ve müziği bana ait olmayan yegâne parçaydı, Sally Seltmann’ın yaptığı bir parçaydı ve albümün geneline uyuyordu. Ama bir yandan da bu parçayı çıkardığınızda albümün bütünlüğünün pek de yara almadığını rahatlıkla söyleyebilirim. “Metals” albümü uzun bir sessizliğin ardından geldi, yeniden şarkı yazmaya nasıl başladınız? Daha önce de söylediğim gibi turnelerden ötürü içimde bir tükenmişlik duygusu oluşmuştu. Bu duyguyu yenmem zaman aldı. Uzunca bir süre gitarımı elime alamadım. Bu süreçte sürekli okudum, bol bol arkadaşlarımla çene çaldım. Sonra bir gün kendiliğinden yavaş yavaş bir melodi mırıldanmaya başladım ve gitarı duvardan alıp tıngırdatmaya başladım. Doğrusunu söylemek gerekirse tekrar şarkı yazacağım konusunda hiç de emin değildim. Bu kadar doğal ve kolay bir şekilde geri dönmek şaşırtıcı ve güzel oldu. Bir iki şarkı daha yapınca atlayıp Paris’e gittim ve albümdeki şarkılar orada şekillenmeye başladı. Yeni albümde de Mocky ile Gonzo olmak üzere eski arkadaşlarınızla çalışmayı tercih etmişsiniz, yeni bir ekip kurmak hiç aklınızdan geçmedi mi? Mocky de Gonzo da olağanüstü müzisyenler. Üstelik beni o kadar iyi tanıyorlar, yapmak istediklerimi o kadar iyi biliyorlar ki onlarsız yola çıkmak düşünülemezdi. Artık aile gibi olduk. Yeni şarkıları grupla paylaştığımda bu albümün “The Reminder” ile uzaktan yakından alakası olmayacağını ilk onlar kavradı. “Ye-

ni bir yol çizmemiz lazım bu albüm için kendimize,” dediler. Onların dışında Brian LeBarton’la da daha önce kendi parçalarım üzerine çalışmışlığımız yoktu, katkısının çok önemli olduğunu söylemeliyim. Tuşlu çalgılara her zaman biraz mesafeli yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Biraz arka planda kalıyor keyboard benim için. Brian bu durumu düzeltti. En son teknolojiye sahip aletlerden en eski tınıları çıkarmakta büyük bir mahareti var, sihirbaz gibi. “The Reminder” albümüyle kıyaslandığında “Metals”da daha sert şarkılar da yer alıyor, mesela grup üyelerinin nakaratlarda ‘a commotion’ diye bağırdıkları “A Commotion”. Yeni albümle birlikte ‘cafe şarkıcısı’ imajınıza isyan ettiğinizi söyleyebilir miyiz? Siz hangi cafelere takılıyorsunuz Allah aşkına? “The Reminder”da yer alan “Sealion” şarkısının “Metals” albümündeki bazı düşüncelerin öncülü olduğunu düşünüyorum. Bütün o karmaşık yapı, kalabalık geri vokaller, yoğunlaştırılmış müzikal ifade orada da var. O halde soruyu şöyle soralım, “The Reminder” ile yeni albümünüz “Metals” arasındaki en büyük fark sizce nedir? Yeni albümde bazı şarkılardaki bazı akorlar melodiyi belli bir yere taşıyıp çözüme ulaştırıyor, bazı şarkılardaysa böyle kesin bir çözüm yok, ucu açık kalıyor şarkıların. Bu “The Reminder”da pek rastlamadığımız bir durum. O albümde her şey daha hesaplı ve net. Yanlış anlaşılmasın “The Reminder” yüzde yüz tatmin olduğum, benimsediğim bir çalışma. Ama “Metals”ın daha kendime yönelik bir albüm olduğunu söyleyebilirim. Evet, sadece kendim için bir albüm yapmak istedim ve yaptım. Sanırım şu sıralar her türlü Grammy ödülünden daha değerli bu benim için. Yeni bir albüm ve yeni bir turne, neler bekliyorsunuz yeni yolculuklarınızdan? Bir süre dinlenmek çok iyi geldi bana. Yeniden yollara düşmenin heyecanını yaşıyorum. Daha önceki turnelerde sıkıntısını çektiğim ruh hallerine de tekrardan düşmemek için çaba sarf ediyorum. Uzun süreli turnelerde bir süre sonra her şey rutin hale geliyor. Ses düzeninin iyi kurulması, gazetecilere röportaj, iyi bir konser vermek tek önceliğiniz oluyor. Bir süre sonra nerede olduğunuzun bile önemi kalmıyor. Şimdiki ekibimiz bu anlamda çok maceraperest, konser vermek için gittiğimiz şehirlerde kesinlikle kendimizi performansımızla sınırlamıyoruz. Oldukça maceraperest bir ekibiz, gittiğimiz her yerde elimizden geldiğince sürtüyor, mekanların tadını çıkartıyoruz. Böyle turneye can kurban. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

79


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

KONSER

Hiç solmayan ayçiçekleri 16 yılda neler oldu?

Grubu olu turan Lisa Gerrard-Brendan Perry ikilisi, 1981 yılında Melbourne’de tanı ıp beraber müzik yapmaya ba ladı.

ASLI ONAT aslionat29@gmail.com

80

‘80’lerde ve ‘90’larda dünya müziğine yeni bir açılım getiren Dead Can Dance, yeni albümleri “Anastasis”i bu ay yayınlıyor. Grup, albümün tanıtım turnesi kapsamında 19 Eylül’de Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde konser verecek.

MÜZİĞİ kelimelerle anlatmaya çalışmak, her zaman beyhude bir uğraş olarak kalmaya mahkûm. Müzisyeni / grubu tanıtır, şarkı sözleri hakkında bilgi verirsiniz ama müziğin her insana hissettirdiği his bambaşka ve tarifsiz olur. Özellikle ambient ve dünya müziği söz konusu olduğunda, durum daha da zorlaşıyor. Hakkında ne söylense kifayetsiz kalan, insanı çok farklı duygulara ve evrenlere sürükleyen gruplar olunca, yapılacak en iyi şey susmak aslında... Ancak konu, bu grupların başında gelen Dead Can Dance olunca, üstelik yeni bir albüm çıkarmaları, hele hele konser vermeleri söz konusu olunca, bunu Milliyet Sanat’ta duyurmak farz oldu. 1998’de dağılan, yalnızca 2005’teki dünya turneleri için geçici olarak bir araya gelen Dead Can Dance, artık yeMilliyet Sanat A ustos 2012

Dead Can Dance’in dağılmasının ardından geçen 16 yıl zarfında Lisa Gerrard da, Brendan Perry de solo projelere yöneldiler. Gerrard ayrıca, Hans Zimmer ile ikisine En İyi Film Müziği dalında Altın Küre ödülü kazandıran “Gladyatör”ün yanı sıra iki Michael Mann filminin; “The Heat” (Büyük Hesaplaşma) ve “Insider”ın (Köstebek) müziğine de katkıda bulundu. Gerrard’ın da, Perry’nin de solo albümleri belli kitlelere ulaşmasına karşın Dead Can Dance’in başarısına yaklaşmadı bile. Gerrard, birkaç yıl önce Billboard dergisine verdiği bir demeçte Brendan Perry’nin artık onunla çalışmak istemediğini ve ona kızgın olduğunu söylemiş, “Ama içten içe beni hâlâ sevdiğini biliyorum,” demişti. Dead Can Dance’in yeniden bir araya gelmesini bu sevgi mi sağladı bilinmez ama DCD’nin geri dönüşünün müzikle yatıp kalkan herkes için kazanç olduğu kesin.

niden birlikte. Tam on altı yıl sonra yeni albümleri “Anastasis”i çıkaracak olan grup, hayranlarını çok sevindirdi. DCD, bu albümün tanıtım turnesi kapsamında 19 Eylül’de Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde konser vererek sevincimizi perçinleyecek. Dead Can Dance’i çoğumuz “Baraka” belgeselinde kullanılan parçalarıyla tanıdık. Dünyanın çeşitli yerlerinden değişik kültürleri ve dinleri anlatan belgeselin kült statüsüne erişmesinde, Dead Can Dance’in müziğinin payı büyüktü. Grubu oluşturan Lisa Gerrard-Brendan Perry ikilisi, 1981 yılında Melbourne’de tanışıp beraber müzik yapmaya başladı. Cocteau Twins, Modern English ve This Mortal Coil gibi grupları da müzikseverlerle buluşturan efsanevi 4AD şirketinin onları keşfetmesi, ikili için dö-

nüm noktası oldu. İlk albümlerini 1984’te çıkardıktan sonra, gitgide gelişen bir müzikaliteyle gezegenin ruhunu soluyan ve hissettiren bir gruba dönüştüler.

Özgün müzik lisanı Dead Can Dance’in müziğinde, dinlerden bağımsız bir ruhanilik ve evrensel temalar olageldi hep. Afrika ritimlerinden Gregoryen ilahilerine, Galler’in halk müziğinden Ortadoğu tınılarına uzanan bir çeşitlilik sundular. Lisa Gerrard, insana zaman zaman dünyadışı bir varlıkmış hissi veren inanılmaz sesiyle tiz ve pes tonlar arasında başarıyla gidip geliyordu. Ayrıca şarkı söylerken kendi deyimiyle ‘dilin hapishanesinden’ kurtuluyor, 12 yaşındayken yarattığı, dünya dillerinden bağımsız keli-


Dead Can Dance /Anastasis / Play It Again Sam Records /

12.80 Dolar

Dead Can Dance’in da ılmasının ardından geçen 16 yıl zarfında Lisa Gerrard da, Brendan Perry de solo projelere yöneldiler. Ancak 2005 yılında verdikleri konserlerle tekrar bir araya geldiler.

Yunanca bir kelime olan Anastasis, ‘yeniden doğuş’ anlamına geliyor. Albümün kapağındaki kuruyup kararmış ayçiçekleri, umudu ve birbiriyle bağlantılı birkaç durumu birden simgeliyor: Çiçekler kurur ama yeniden açar; Dead Can Dance dağılmıştı ama yeniden bir araya geldi; ölüler bir gün yeniden dans edebilir. me ve seslerden oluşan özgün müzik lisanını kullanıyordu. Böylece vokali, ‘şarkı söyleme’nin sınırlarını aşarak, başlı başına bir çalgıya dönüşüyordu. Kullandıkları geniş çalgı yelpazesinin de bu etkiyi yaratmada payı büyüktü. Özellikle Gerrard’ın çaldığı Çin enstrümanı yang kin, DCD’nin ‘ruhani yolculuk’ atmosferini yaratmasında etkiliydi. “Yulunga”, “Host of Seraphim”, “Rakim” ve “Cantara” gibi etkileyici parçalarla dolu yedi stüdyo albümü ile konser albümü ve DVD olarak yayınlanan “Toward the Within”in ardından çıkan ‘96 tarihli “Spiritchaser” sonrasında solo projelere yöneldiler. Böylece DCD, 16 yıllığına rafa kalktı. Ancak grubun sadık takipçileri, sabırla yeni albümün çıkacağı günü beklemeye devam etti. Müjdeli haber nihayet geldi ve “Anastasis”in bu ay çıkacağı açıklandı. Yunanca bir kelime olan Anastasis, ‘yeniden doğuş’ anlamına geliyor. Albümün kapağındaki kuruyup kararmış ayçiçekleri, nükleer savaş sonrası bir manzara izlenimi verse de aslında umudu ve birbiriyle bağlantılı birkaç durumu birden simgeliyor: ‘Çiçekler kurur ama yeniden açar’, ‘Dead Can

Dance dağılmıştı ama yeniden bir araya geldi’; dolayısıyla ‘ölüler bir gün yeniden dans edebilir’ (Dead Can Dance adının anlamı).

Bir albüm daha geliyor Yazı yayına hazırlanırken dinleme imkanı bulduğumuz parçalardan, “Anastasis”in güçlü ve sağlam bir çalışma olacağı anlaşılıyor. İnsanlığın evrimini ve kadim belleğin genetik kodlarımıza işlendiğini anlatan “Children of the Sun” ile açılan albümde “Amnesia” da bellek konusuna eğiliyor. İnsanlığın aynı hataları tekrarlamamasının ancak ortak belleği taze tutarak mümkün olabileceği anlatılıyor şarkıda. “Opium” insanın hiç çıkış yolu göremediği depresif bir ruh halini işlerken, “All In Good Time” dinleyiciyi pozitifliğe yönelterek ‘bekleyen derviş muradına ermiş’ mesajı veriyor. Dead Can Dance ruhuna sadık kalınarak hazırlanan albüme Yunanca bir isim seçilmesi tesadüf değil. İkili, bu kez Yunanistan, Türkiye ve Kuzey Afrika’yı kapsayan Doğu ve Orta Akdeniz bölgesindeki müzik kültürüne de yer vermiş. Arabesk yaylıların baskın olduğu “Agape”, Ege’nin doğusundan

ve güneyinden; “Anabasis” ise batısındaki müzik geleneğinden öğeler içeriyor. Yeni çalışmadaki bu Akdeniz etkisini Lisa Gerrard’ın çocukluğuna da bağlamak mümkün. İrlanda kökenli şarkıcının babası, ailesiyle 1957’de Melbourne’e, Yunanlılar ve Türklerin oturduğu Prahran banliyösüne yerleşmiş. Böylece Gerrard, çocukluğunda evlerden taşan Akdeniz müziğiyle büyümüş. 19 Eylül’deki konserde ağırlık yeni albüme kayabilir, ancak grubu yeni keşfedecekler, konser öncesinde “Toward the Within”i mutlaka dinlemeli. Mümkünse aynı adla yayınlanan ve müziğin yanı sıra Gerrard ve Perry ile söyleşileri içeren belgeselin DVD’sini de izlemeye çalışın. Güzel haberi sona sakladık; Brendan Perry, Dead Can Dance’in 2012’de başlayıp 2013’te sona erecek dünya turnesinin ardından yeni bir albümün hazırlığına başlayacaklarını söylüyor. Ayçiçekleri tekrar tekrar canlanacak ve 16 yıllık özlemin acısını bol bol çıkaracağız yani... ■ Konser: 19 Eylül 2012 / 21.30 / Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi Milliyet Sanat A ustos 2012

81


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

KONSER

Greg Christian, Alex Skalnick, Chuck Billy, Lobie Clement, Eric Peterson thrash metal grubu Testament’in üyeleri...

İkinci baharını yaşayan thrash metal ilahları 82

SAD T RAK stirak@doganburda.com

Milliyet Sanat A ustos 2012

Sesiyle dağları devirecek kudretteki Chuck Billy’nin kanser tedavisinin tamamlanmasıyla ayağa kalkan Testament, 13 Ağustos’ta İstanbul’da. İkinci baharını yaşayan thrash metal ilahlarının, konserde yeni albümden de çalması bekleniyor.


ZENGİNLEŞMİŞ, göbeklenmiş, saçları ağarmaya başlamış ve hayranlarının ulaşamayacağı galaksilerde yaşayan taytlı yıldızların hard rock’ını da; ejderhalı, fantastik edebiyatlı şarkı sözleri sayesinde yeryüzünden kopmaya başlayan heavy metal’i de elinin tersiyle iten bir akım ortaya çıktı ‘80’lerin başında, Birleşik Devletler’de. Gitar temelli sert müzikte yeni kuşağa, ‘sokağa’ yakın bir antitez gerekiyordu ve işte bu sebeple; kliplerde lüks arabalarıyla gösteriş yapan, malikanelerinde cilt bakımı yaptıran otuzlarındaki kokainmanlarla ortak noktaları bulunmadığını fark eden 10-20 yaş arası kaykaycılar, çeteciler, sınıfın en arka sıralarında oturan banliyö ve kenar mahalle sakinleri, kısacası kaybedecek az şeyi ve hayata karşı birikmiş nefreti olan gençlik, heavy metal’in gözünü gerçek dünyaya ve gelecek endişesine çevirerek kendilerine yepyeni bir mecra yarattılar: Thrash metal. Heavy metal’in ritmik yapısı ve lead gitar sürüşleri, toplumun yerleşik tüm kurum ve geleneklerine saydıran punk’ın süratiyle harmanlanmış, yeni kuşak için taze bir tını yakalanmıştı. Punk ile heavy metal’in nikahsız çocuğu, rock‘n’roll’un en aykırı yeni bebeği doğmuştu. Boyalı, makyajlı, gösterişli ve frapan gruplardan sıkılan, bu açıdan bakınca biraz ‘erkeklik’ ya da argomuza uyarlarsak ‘delikanlılık’ peşinde olan, ‘60’larda ve ‘70’lerde mutlu barış şarkıları söyleyen hippileri samimi bulmayan, daha ‘gerçek’ ve özellikle dini açıdan daha ‘rahatsız edici’ şeylerin peşinde olan gençlerin fitilini yaktığı bir akımdı thrash metal. Dindar ailelerinin katı kuralları yüzünden özgür düşünebilmeye aç bir neslin üyesi olan bu gençler, daha çok toplumsal konuları dert ediyordu. Karşısında durdukları en büyük akım olan glam rock’a dahil olan gruplar gibi kızlarla beraber olmayı değil... Heavy metal’in o yıllarda milyon satışlara ulaşmaya başlayan ve arenalara hükmetmeye alışmış karakteri sebebiyle kaybetmekte olduğu ‘yeraltı’ kimliğini yeniden dirilten, zaten genel olarak metal’den haz etmeyen çevrelere ek olarak yaşları ilerlemiş metal’cilerin dahi ‘kuru gürültü’ diyerek niteledikleri thrash metal; genel olarak metal’in geleceği için bereketli topraklara açılan bir kapı oldu aynı zamanda ve kendisinden sonra death metal, grindcore, black metal, endüstriyel metal, nu-metal ve metalcore gibi akımlara zemin yarattı. Dünyanın gidişatının iyi olmadığını öne süren sivri dilli cümlelerle oluşturulan sosyal içerikli şarkı sözleri, çevreci bir kaygı, savaş karşıtı bir duruş ve din aleyhtarı hareket ile heavy metal’in sadece ejderhalar, kılıçlar, cadılar, büyücüler veya aşkla, seks-

le ilgili olmadığını savunan bir kimliğe sahip doğan bu akımın ilk çete başlarından biri değildir Testament. Zira bu türün ilk örnekleri 1982 yılında ortaya çıkmıştır. Kimileri Overkill’i, kimileri Exodus’u, büyük bir çoğunluk ise Metallica’yı kabul eder ilk thrash metal grubu olarak. Testament bu grupların hepsinden 4-5 yıl sonra çıkarmıştır ilk albümünü.

Önce Legacy, sonra Testament Birkaç yıldır gitar çalmaktan başka bir şey yapmayan 19 yaşındaki Eric Peterson ile onun şarkı söylemeyi de seven gitarist kuzeni Derrick Ramirez’in bir araya gelip 1983 yılında kurduğu Legacy adlı grup ile başlıyor tüm hikâye. Yanlarına basçı Greg Christian ile davulcu Mike Ronchette’i de alarak provalara başlıyor bu ekip. Kısa süre sonra Ramirez’in yerine, gitar virtüözü Joe Satriani’den ders alan caz meraklısı Alex Skolnick ile vokalist Steve Souza kadroya dâhil oluyor ve Legacy’nin 4 şarkılık ilk demosu işte bu kadro tarafından 1985’te ortaya çıkarılıyor. Ardından davulcu Ronchette yerine Louie Clemente’nin bagetleri, Exodus’a katılmak için ayrılan Souza yerine de Chuck Billy’nin de mikrofonu dev-

ciyi (“The New Order” - 1988), ondan bir yıl sonra üçüncüyü (“Practice What You Preach” - 1989), ondan bir yıl sonra da dördüncüyü (“Souls of Black” - 1990) çıkarmak her babayiğidin harcı değildi ‘80’lerin ortalarında artık yoğunlaşmaya başlayan turne programları içinde. İşte bu ilk dört albüm, Testament’ın 30 yıla yakın süredir hâlâ ayakta kalmasının altındaki temeli de oluşturuyor. Bir Testament kimliğinden, thrash metal’in içinde bir Testament duruşundan bahsedersek bu 4 albüm sacın en güçlü ayaklarını temsil ediyorlar.

Yeniden do u ‘90’larla birlikte her şey gibi thrash metal de evrim geçiriyor. Testament her ne kadar 1992 tarihli “The Ritual” albümünde özünden çok kopmadan, o sıralarda her thrash metal grubu gibi Metallica’nın “Black” albümüne esinlense de, asıl değişim sabit kadronun değişmesiyle başlıyor. Gitarda Skolnick yerine James Murphy, davulda Clemente yerine John Tempesta ile kaydedilen “Low”, grubu death metal sularına sokan albüm oluyor. Bu kalınlaştırılmış gitar tonları, bir sonraki albüm “De-

Heavy metal’in kaybettiği ‘yeraltı’ kimliğini yeniden dirilten, yaşları ilerlemiş metal’cilerin dahi ‘kuru gürültü’ diye niteledikleri thrash metal; metal’in geleceği için bereketli topraklara açılan kapı oldu. ralmasıyla Testament’ın temelleri atılıyor. Legacy adında bir caz grubu olduğu için adını değiştirmek zorunda olan ekibin ilk albüm anlaşmasını yapmak için Megaforce Records ile randevusu olduğu gün şirkete gelen “Metallica’nın basçısı, bu sabaha karşı İsveç yakınlarındaki Ljungby kasabasında buzlu yolda kayan turne otobüsünün altında kalarak can verdi.” haberinin şoku herkesi sarstığı için anlaşma birkaç hafta erteleniyor. Chuck Billy (vokalist), Eric Peterson (ritim gitarist), Alex Skolnick (lead gitarist), Greg Christian (basçı) ve Louie Clemente (davulcu)’den oluşan kadrosuyla 1987 1992 yılları arasında tam 5 stüdyo, bir de konser albümü yayımlıyor Testament. İlk albümleri “The Legacy” (1987) cılız sound’u ile isteneni tam verememesi ve gruba “Metallica kopyası” etiketi yapıştırması dışında grubun hâlâ konserlerinde hiç istisnasız çaldığı en az 5 şarkıyı barındırması açısından kült bir statüdedir aslında. Testament, özellikle kariyerinin başında üretim hızı konusunda takdir edilecek bir grup. İlk albümlerinden bir yıl sonra ikin-

monic”te (1997) iyice ön plana çıkıyor. Grup iyice yoldan çıkacakken imdada Slayer efsanesi davulcu Dave Lombardo yetişiyor ve davulları onun çaldığı “The Gathering” (1999) ile Testament bugünkü tadını yakaladığı dönemin ilk perdesini açıp ‘her zamankinden daha güçlü thrash’ çağını başlatıyor. Sesiyle dağları devirecek kudretteki dev adam Chuck Billy’nin kanser tedavisinin tamamlanmasıyla 2003’te yeniden ayağa kalkan Testament, 2008 tarihli “The Formation of Damnation” ile şahsi kanaatimce kariyerinin en iyi albümüne imza attı ve 2006 Yeni Melek, 2008 Parkorman, 2009 Küçükçiftlik Park konserleriyle de tüylerimizi diken diken etti. Babalar bu ayın 13’ünde Beyoğlu 2012 Venue’de yeniden karşımızda olacak. Yeni albüm “Dark Roots of Earth”ten de şarkıların çalınmasını beklediğimiz konserin biletleri eventbrite.com adresinde satışta. Kariyerinin ikinci baharını yaşayan thrash metal ilahlarını dördüncü kez ağırlayacak olmanın heyecanı var içimizde, ortak olmak isteyen varsa ne mutlu... ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

83


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

ALBÜM

“Gün Sözleri” Yora / Bayku Müzik

“Bu dönemin dinleyicisi için zor bir grubuz” EGEMEN L MONCUO LU egelimon@yahoo.com

Mayıs sonunda “Gün Sözleri” ile tanıştırdı bizleri İstanbullu indie-rock grubu Yora. Kapağından ruh haline, dinginliğinden, ‘iyi’ icra edilmişliğine uzun süre dinlenmeyi arzu eden bir albümle çıktılar karşımıza. Albüme ve grubun müziğine dair kendilerine sorular yönelttik.

84

DAHA önce çeşitli kayıtlarını kendi imkanlarıyla, grubu konserlerde izleyen, internette denk gelen dinleyicilerine ulaştırmış olsalar da arka kapağında P.İ. Müzik logosuyla piyasaya çıkan “Gün Sözleri”, Yora’nın ilk resmi albümü. Memlekette yayınlanan neredeyse her ilk albüm için geçerli olan, hatta belki bir anlamda bizim rock geleneklerimizden biri haline gelen, kayıt sürecinin bitimiyle CD’nin raflara yerleşmesi arasında geçen zamanın şaşırtıcı uzunluğu deneyiminden, tahmin edeceğiniz üzere Yora da payını almış. “Albümün kayıtları 2010’da bitmişti,” diyor Ozan Tekin. Grubun hem ‘tuş’ ihtiva eden enstrümanlardan sorumlu ismi, hem de albümün prodüktörü olarak bu bekleyişten muzdarip olmak belki de en çok ona dokunmuş, “Canımızın çok sıkıldığı zamanlar, ‘kayıtları Myspace’e koyalım gitsin’ dediğimiz günler oldu. Zamanın nasıl geçip gittiğini de hatırlatıyor bu gel-gitler. Mesela şimdi Myspace de eski popülerliğini yitirdi.” Böylesi bir rötar, grupların müzikal anlamda bambaşka bir yere gelişleriyle de sonuçlanabiliyor. Albümde işitilen tarzdan uzaklaşılabiliyor, çıkılan müzikal yolculuk bir başka durağa ulaşmış olabiliyor geçen süre zarfında; “Galiba albümü kaydettiğiniz an yayınlamıyorsanız, hep ‘acaba’lar oluyor zihninizde. ‘Acaba bu şarkının düzenlemesi şöyle mi olsaydı?’, ‘Acaba eski şarkılardan insanlara çok ulaşmamış olanlar da mı kaydedilseydi?’ gibi şeyler. Kayıt bittikten sonra mesafe alıp şarkılara tekrar bakabilme imkanı olduğu için düşünce süreçleri işliyor. Ama bu sürecin doğal olduğunu düşünüyoMilliyet Sanat A ustos 2012

ruz. Bu yüzden o gün yaptığımız kayıtlarla şimdiki tarzımız arasında bir uçurum yok diyebiliriz rahatlıkla.” Arada bir uçurum olmasa bile, internet üzerinden de dinlenebilen daha önceki yıllara ait Yora kayıtlarıyla kıyaslandığında “Gün Sözleri” daha dingin, tane tane bir tınıya sahipmiş gibi geliyor kulağa. Bu fikrimizde çok da haksız olmadığımızı onaylıyor Akif Ercihan Yerlioğlu, “Albüm, gerek demo kaydına girerken, gerek asıl kayıtlar yapılırken tekrar tekrar gözden geçirildi. Oysa önceki kayıtlarımızda bu imkanımız olmamıştı. ‘Gün Sözleri’nin raflara yerleşmesi zaman almış olsa da albümün ‘dingin’ ve ‘tane tane’ tınılara sahip olduğunu duymak ‘verilen emeğe ve harcanan zamana değdi’ dedirtiyor.” Grubun post-rock’la arasının da iyi olduğunu düşündürtüyor “Gün Sözleri”. “İyi diyebiliriz, evet,” cevabı geliyor Uygar Çehreli’den, yanılmadığımıza sevinmeye fırsat bırakmadan devam ediyor gitarist: “Explosions in the Sky, Sigur Ros, GodspeedYou! Black Emperor, Mogwai gibi isimleri severek dinliyoruz. Belki doğrudan olmasa da post-rock yaklaşımları müziğimize yansıyor olabilir. Mesela albümün kapanış şarkısı olan ‘Son Ses’i son konserlerimizde daha post-rock bir haliyle çalıyoruz ve bu şeklinden gayet memnunuz.”

I ık ve karanlık Hem kapağın hem de CD kitapçığının ‘siyah-beyaz’lığı dikkat çekiyor hemen, şarkı sözlerinde sıkça geçen ışık ve karanlık temaları da eklenince... “Kapak ve kitapçıkta-

ki fotoğraflar Yusuf Sevinçli’ye ait. Siyahbeyaz çok güçlü fotoğrafları var. Şarkılardaki temalara yakın olduğunu düşündüğümüz fotoğraflarını albümde kullanmak istedik. Haklısınız, albümde ışık ve karanlığa dair vurgular var. Galiba siyah-beyaz fotoğraf kullanmak onlarla organik bir bağ oluşturdu.” Peki kapaktaki çocuk? Arada bir de olsa albümlerin kapaklarında çocukluk fotoğraflarıyla boy gösterenlerin büyüdüklerinde bunun sıkıntısını çok çektikleri gerekçesiyle işi dava açmaya kadar götürebildiklerine dair haberler okuyoruz. En son Placebo’nun böyle bir ‘dert’ten muzdarip olduğunu öğrendik mesela. “Albüm kapağında çocuk kullanmak birçok açıdan hassas bir mevzuu,” diyor Uygar Çehreli, “Placebo’nun başına gelenleri de ilk olarak afişlerimizi yapan Rona Binay’dan haber almıştık. ‘Size de böyle olmasın sonra!’ diyerek...”. Görünüşe göre Yora bu konuda şimdilik rahat; “Kullandığımız fotoğraf 3-4 sene önce çekilmiş. Bizim çocuk, kapakta fotoğrafının çıkmasından memnunmuş, hatta aldığımız haberlere göre arkadaşlarına caka da satıyormuş. Umarım ileride fikri değişmez.” Albümün hemen ikinci şarkısı “Işık Lekesi”nde (açılışı yapan “İlk Ses”in bir intro olduğunu hesaba katarsak, ilk şarkısında) o bahsettiğimiz dinginlik ve tane taneliğin içinden kulağa hızla çarpan “Başımı karanlığa attım boğazımdan kesip”li nakarat, ilgi çekici bir kontrast ihtiva ediyor. Hele bir de ilk video klibin bu şarkıya çekildiğini düşünürsek, özellikle vurgulanmak istenen bir zıtlık var gibi. Albümdeki tüm şarkı sözlerini yazan Akif


Yora, Burak Özkök (davul), Akif Ercihan Yerlio lu (vokal/gitar) Uygar Çehreli (gitar), Fundagül nce (vokal/geri vokal), Emir Erünsal (saksafon), Ozan Tekin (synth, org, piyano, glockenspiel) ve Bü ra Yalçınöz’den (bas gitar) olu uyor (soldan sa a).

Ercihan Yerlioğlu “Aslında o şarkının sözleri de bir fotoğrafın verdiği ilhamla yazılmıştı; sonra dönüştü, evrildi... Bir odanın fotoğrafıydı. Fotoğraftaki figürün başı görülmüyor, karanlıkta kayboluyordu, öte yandan odanın birçok detayı seçilebiliyordu. Işıksa, belirli bir bölgede yoğunlaşmıştı, sanki orayı mühürlemiş gibiydi. Sözler keskin bir kontrast yaratıyor mu, bilemiyoruz ama belki alışılmadık olabilir,” diyor bu konuda. Kulağa dinler dinlemez çarpan “Hayat güzel ama umrumda değil, daha iyisini düşlerken” sözleriyle başlayan “Hayat Güzel”e dair neler söylemek istediğini de merak ediyoruz, anlatıyor: “Aslında önceki soruyla da birlikte düşününce... Bir keresinde bir yönetmene filminin çok karanlık bir şekilde sonlandığını söylemişlerdi. O da, ‘Hala film çekiyor olmam umudumu yitirmediğimi gösteriyor’ gibi bir şey söylemişti. Bazı insanlar sadece hayatın kötü taraflarını ifade ederek ve bunu herkesten çok daha iyi yaparak hayata tutunuyor. ‘Hayat Güzel’, biraz arafta kalmanın ifadesi. Hayatın güzelliği hakkında bir farkındalık olsa dahi, onu umursayacak gücün olmaması üzerine.”

Cover’sız albüm Albümün 8 şarkıdan oluşan bütünlüklü yapısı içinde “Home” isimli tek İngilizce sözlere sahip şarkılarının kerametini merak ediyoruz bir de. Bir Türkçe versiyonun olup olmadığını da. “Aslında İngilizce şarkı sözü

Indıe’nin metaya dönüşmesinden onlar da şikayetçi, “Sık sık konuştuğumuz bir mevzu bu,” diyor Çehreli. “Kendimizi rahat konumlandırabileceğimiz bir etiket olsa ‘indie’ yerine onu kullanırız.” yazmaya özel bir merakımız yok. ‘Home’ bir deneme niteliğindeydi. Onun daha iyi bir kaydı olsun istiyorduk ama sözleriyle oynamak aklımızdan bile geçmedi. Türkçesini yapmak biraz yapay hissettirebilirdi...” “Gün Sözleri”nde meşhur bir eski pop hit’imizin Yora elinden çıkma bir cover’ı yok. Halbuki ilk albümlerinde böyle bir ‘çıkış parçası’na ihtiyaç duyulduğuna emin olan müzisyenler de sıklıkla çıkıyor karşımıza. Bu tip ‘stratejik’ bir hamlenin akıllarından geçip geçmediğini ister istemez merak ediyoruz. Ya da bu konuda gruba telkinlerde bulunulup bulunulmadığını. “Bu galiba Türkiye’de bir altın kural haline geldi. Ana akımda müzik yapma niyetiyle çıkan müzisyenler için ya da giderek ana akıma girmeye niyetlenen müzisyenler için... Kimse bize bu tarz telkinlerde bulunmadan albümümüzü kaydetmiştik bile. Çizgimizi anlayıp cebimizdeki bu albümü basmayı kabul edecek şirket bulmak kolay olmasa da doğru adrese ulaşmıştık.” Doğru adresi bulmak konusundaki şanslarının, ‘yeni’ etiketi taşıyan müziğe bir link’le ulaşıp, bir tık’la dinleyen, iki-üç dakika içinde sevip sevmediğine karar verip hızla bir

sonraki link’e geçen günün ‘zor’ dinleyici profili karşısında da yaver gideceğinden ümitliler: “Dört dakikadan uzun, bazılarında nakarat olmayan şarkılar yapan bir gruptan söz ediyoruz. Dolayısıyla, belki biz de bu dönemin dinleyicisi için zor bir grubuz. İnsanların zamanını ve dikkatini talep ediyoruz. Bu bir uyum meselesi ve hâlâ özgün şeylere değer veren insanlar olduğunu biliyoruz.” Müziklerinin indie kategorisine ait görülmesine dair ne düşündüklerini sorarak söyleşimizin sonunu getirelim istiyoruz. Anlıyoruz ki, indie’nin artık farklı bir manayı taşımasından, bir metaya dönüşmesinden onlar da şikayetçi, “Sık sık konuştuğumuz bir mevzu bu,” diyor Uygar Çehreli. “Açıkçası, kendimizi altında daha rahat bir yerlere konumlandırabileceğimiz bir etiket olsa ‘indie’ yerine onu kullanırız. Bu tanımı da bağımsızlık/özgünlüğe yaptığı vurgudan ötürü kullanıyoruz. Çünkü doğrudan ya da dolaylı yollarla, her tür, kendi kalıplarını oluşturuyor ve sonra o kalıp esnemez bir hal alıyor. Bu anlamda, bizim de severek dinlediğimiz indie gruplar varken, bir sonraki hareketlerini tahmin edip dinlemekten hiçbir şekilde keyif alamadıklarımız da var.” ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

85


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

SÖYLEŞİ

Şimdiden bir dünya cazcısı MET N SOLMAZ metin@solmaz.net

86

BİR cazcıyı ateş yakılan Akdeniz kumsallarının birinde tanımak yanıltıcı olabilir. İnsan “Boat on the River” risk alanındayken ‘jazzy’ her şeye kredi açabilir. Ben de bu yüzden uzun süre Utku Yurttaş’a temkinli yaklaştım. Çünkü onu hep Kelebekler Vadisi civarında ve yüzümde stabil bir gülümseme ile dinledim. Çok beğendim, “Belki de ortamdandır,” dedim. Yıllar geçti. Utku ambiyanslar ötesi bir piyanist olduğunu kanıtlayacak işler yaptı. Uzun zamandır Almanya’da Essen’de yaşıyor. Müthiş cazcılarla çalıştı, gruplar kurdu, solo konserlere çıktı. Hepsi başarılıydı. Enfes besteleri var. 2011’de Steinway & Sons’un Düsseldorf’ta düzenledigi Caz Piyano Yarışmasında birinci olunca daha da aranan bir cazcı oldu. Ortadoğu’dan bir cazcı Avrupa’da yaşıyorsa etnik müzik yapar. Yahut -ne demekse- dünya müziği. Yani ülkesinde duyduğu geleneksel şarkıları batı kulağına göre evcilleştirir. Biraz da sündürür. Genel olarak işi çok da zor değildir. Ortadoğu’nun senkoplu ritmleri, melodik müziği cazla birleşince batı kulağı için hem tanıdıktır hem de merak uyandırıcıdır, beklenmediktir; “Bu çalan ne?” müziğidir. Benim “Haydar Haydar” yahut “Uzun İnce Bir Yoldayım” gibi enfes türkülerden soğumamın sebebi Avrupa’daki Türk cazcılarıdır. Utku da dünyanın dört bir yanından müzikler dinliyor, zaman zaman türkü çalıyor. Daha doğrusu Tanar Çatalpınar’dan Erkan Oğur’a kadar türkü düzenleyen iyi müzisyenlere eşlik ediyor. Lakin, caz hayatı (Allah’tan) türkü düzenlemesi yapıp etnik festivallerde çalmak üzerine kurulu değil. Bildiğiniz caz yapıyor. Dinleyince nereli olduğunu bilemezsiniz yani. Bu anlamda dünya müziğinin feriştahını yapıyor. Utku ile Essen, Berlin ve Fethiye hatlarında dağınık bir söyleşi yaptık. Şöyle toparladım: Milliyet Sanat A ustos 2012

Piyanist Utku Yurttaş, uzun zamandır Almanya’da yaşıyor. 2011’de Steinway & Sons’un düzenledigi Caz Piyano Yarışmasında birinci oldu. Chick Corea ve Bobby McFerrin ile çaldığı konserle gündeme gelen müzisyeni tanıyalım dedik.

Utku Yurtta , piyano çalmaya üç ya ından sonra ba lamı .

Ne zaman piyanoya başladın? Ve caza... İlk olarak klavye ve synthesizer ile başladım. Tuşlu aletlere başlama yaşım yedi. Piyano onüçten sonra... Rıfat diye bir arkadaşın kasetçi dükkanı vardı. Orada Louis Armstrong’u keşfettim. Acayip etkilendim. Her gün “What a Wonderful World” albümünü dinliyordum. Bazen rüyalarımda beraber çalıyorduk (gülüyor). Sonra caz tarihi karıştırmaya başladım ve bir sürü adam keşfettim tabii. Ayse Tütüncü ilk piyano hocalarımdan-

dı. Kısa ama öz çalıştık onunla. Sonra yolum usta hoca Ali Perret ile kesişti. Ondan çok şey öğrendim. Derken İstanbul’da dünyalar güzeli insan, harika piyanist Nilüfer Verdi ile çalıştım. Neden caza taktın? Şu anda eskisi kadar takmış değilim. 15-20 yaş arası epey takmıştım. Tarif etmesi zor bir yerlere götürüyordu beni. Bazen üniversiteden arkadaşlarla geceleri Bill Evans dinleyip ağladığımız olurdu. Miles kardeşimiz de beni çok güldürüp çok ağlatıp bütün hayatımı etkilemiştir. Daha son-


“Chick ile 4 el piyano çalmak. Amanın!”

Bobby McFerrin, Utku Yurtta ve Chick Corea (soldan sa a) birlikte sahnede.

“Hayatımı sürdürebilmek için istemediğim ve hoşlanmadığım müzikleri çalmak zorunda kalabilme korkusu da var. Şu anda arkasında durmadığım, hiçbir şey hissetmediğim bir müziği asla çalmıyorum.” ra Anadolu müziğinin ve Türk müziğinin güzelliklerini gördüm. Bu sayede daha çok dünyadaki müziklerle ilgilenmeye başladım. Bali Afrika-Hindistan müzikleri ile ilgileniyorum. İlgilenip ne yapıyorsun? Araştırıyorum, dinliyorum ve ister istemez besleniyorum. Bir yığın farklı şey dinliyorum. Ayrıca bana sordukları zaman ne çalıyorsun diye, ne diyeceğimi de bilemiyorum. “Müzik yapıyorum işte,” diyorum. Yaptığım müziği tanımlamakla uğraşmıyorum. Evde ne dinlersin? En sevdiğin piyanistler, cazcılar kimler? Miles Davis, Dave Holland, Eric Dolphy, Charles Mingus, Ergün Şenlendirici sevdiğim cazcılar. Evde Luigi Nono, Fethiyeli ‘Topal’ Ramazan Güngör, Hamiyet Yüceses, Steve Coleman dinlerim. Sevdiğim piyanistler de: Kenny Kirkland, Chick Corea, Red Garland, Glenn Gould, Aydın Esen, Herbie Hancock. Caz salon müziği midir? Parmak arası terlikle caz kulübe girilir mi? Swing döneminde insanlar cicilerini giyinip dans etmeye giderlerdi. Bebop dönemi ile birlikte bu müzik daha sofistike olup dumanlı ve sıkış tepiş kulüp ortamlarına taşınmaya başladı. Şu anda da böyle pek çoğu. Salaş - rahat - dertsiz be abi. Dışarıda tabii. Türkiye’de bu anlamda gerçek bir caz kulübü yok. Bizim millet gösteriş meraklısı. Caz müziği konusunda çok özenti. Bugüne kadar kimlerle çaldın? Okay Temiz, Erkan Oğur, Nükhet Ruacan, Cem Aksel, Sibel Köse, Selçuk Sun,

Billy Hart, Dave Liebman, Adam Nussbaum, Matthias Nowak, Kazım Çalışgan, Ertuğrul Çoruk, Erdem Göymen, Yurdal Çağlar, Geraldine Hunt, Julie Cascioppo ve daha nice niceleri... Kimlerle çalmak istersin? Trilok Gurtu, Dave Holland, Steve Wonder, Paco DeLucia. Steve Wonder? Ben vaktinde çok aşağılanmıştım Steve Wonder sevgimden dolayı. Müziğini de çok severim. Yazdığı şarkıları, grubunu, çalışını, her şeyini. “I just called to say i love you”? Çok iyi söylüyor. Ne söylese başımın üstünde yeri var. Peki. Paranı nereden kazanıyorsun? Piyano çalarak. Solo ve grupla konser veriyorum sürekli. Ayrıca mezun olduğum okulda bale sınıfında korrepetitasyon (eşlik) yapıyorum. Sahnede piyanoyla biraz fazla oynuyorsun sanki... Piyanonun içini çok kullanıyorum. Çok büyük ve geniş bir enstrüman kuyruklu piyano. Stick’lerim var ve onlarla bazen santur şeklinde kullanıyorum. Pek çok değişik ses çıkıyor. Bazı motorlar var yaptığım. Küçük motorlar. Oyuncakta pervaneyi döndürür ya; o pervaneyi bas tellere sürtünce ve aynı zamanda sustain pedalını basılı tutunca acayip sesler çıkıyor, çok seviyorum. Bunlar yeni şeyler değil tabii ki. Yenilik olsun diye söylemiyorum. Böyle seviyorum. Gelecekte kendini nerede görüyorsun? 6 aylık filan yapıyorum ben planlarımı. Gelecek mefhumu zor benim için. Yaşadı-

Şu Chick Corea ve Bobby McFerrin hikayesini anlatsana. Bobby ile sanal ortamda iletişim halindeydik. Kayıtlarımı dinlemek istedi. Gönderdim. Geçtiğimiz haftalarda yaşadığım şehre Chick Corea ile konsere geldiler. Konserden önce buluştuk. Chick ile tanıştırdı beni. Güzel şeyler söyledi benimle ilgili. Chick de “Wow I’d like to hear your playing” (Çalışını duymak isterim) dedi. Sonra Bobby ile konuşurken bana döndü ve “He would be a great mentor for you. Tell him that you’d like him to ‘mentor’ you” (Sana şahane bir akıl hocası olur, ondan akıl hocan olmasını iste). Neyse. Konserin ortasında Chick mikrofonla beni sahneye davet etti. Hiç düşünmeden çıktım. Bobby ile çalacağız zannetmiştim. Chick de çalmak istedi. Ben de oturdum. Chick bir temaya başladı. Beraber çalmaya başladık. Derken Bobby söylemeye başladı. Ben uçuyordum tabi. Chick ile 4 el piyano çalmak. Amanın! Türkiye’de neden fark etmediler hala seni? Müzisyenler az çok bilir beni, İstanbul’daki. Ama Türkiye genelinde yaptığım müzik tarzı nedeniyle tanınmam biraz zor sanırım. Dert değil. Belki de ben Türkiye’yi fark etmedim. Ondan mı acaba?

ğım yer Almanya zaten. Yani her şey planlı ve plansız yaşamak zor. Ben bir şekilde beceriyorum. Essen’i nereden buldun? Essen’e Folkwang Konservatuarı’nda master eğitimi almak için geldim. Eğitim süresince tanıştığım müzisyenler ve prodüktörler sayesinde önümde birçok kapı açıldı. Son olarak, Türkiye’ye dönecek misin? Dönme düşünceleri vardı kafamda. Ülkenin politik anlamda gideceği yerleri tahayyül ettikçe, dönme fikrinden uzaklaşır oldum vesselam. Hayatımı sürdürebilmek için istemediğim ve hoşlanmadığım müzikleri çalmak zorunda kalabilme korkusu da var. Şu anda arkasında durmadığım hiçbir şey hissetmediğim bir müziği asla çalmıyorum. Para için müzik yapmıyorum. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

87


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

KLASİK KEYİFLER FESTİVALİ

Kapadokya’da formaliteleri kıran festival

Kapadokya halkının büyük ilgi gösterdi i festivalin favori ma aralarından Saklı Vadi.

UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com

Kapadokya’da yaz başında başlayıp ağustos ayının sonuna kadar devam eden Klasik Keyifler Festivali’nin oda müziğine odaklanan zengin bir programı var. Festivalin arkasındaki isimlerden kemancı Ellen Jewett bu dinamik ve yepyeni fikirlerle dolu festivali anlatıyor.

88

TÜRKİYE klasik müzik yaz festivallerinin en ilginç olanlarından birini tanıtmak için karşınızdayım. Kapadokya yörelerine yayılmış Klasik Keyifler Festivali’nin zengin bir programı var ve üstelik oda müziği gibi klasik batı müziğinin çok gösterişli olmayan, gerçek sevgi gerektiren bir boyutuna odaklanıyor. Buna ek olarak bu yıl repertuvarları kitleler nezdinde az anlaşılan ‘yeni müzik’ kavramına ağırlık veriyor; böylesine de cesurlar. Konser çeşitliliği, tematik planlar, yüzlerce müzisyen, usta ve öğrencileri bir araya getiren atölyeler... Çok dinamik ve yepyeni fikirlerle dolu bir festival bu. Internet sitesine Milliyet Sanat A ustos 2012

girdiğinizde, proje sahiplerinin taze heyecanını, canlı hevesini, yüksek enerjisini buram buram duyumsuyorsunuz. Argos Bezirhane, Göreme Milli Parkı, Saklı Vadi gibi büyülü mekanlarda yapılan festivalin arkasında iki isim var: Ellen Jewett ve Hüsam Süleymangil. Jewett, sayısız uluslararası venüde çalmış, Türkiye konservatuvarlarında hocalık yapmış, BİFO’da çalmış Amerikalı bir keman sanatçısı. Jewett böyle bir etkinlik yapmayı ilk kez 1999 yılında babasının arkeolojik çalışmalar yürüttüğü yöreyi ziyaretinde aklına koymuş: “Avanos’ta Selçuk Saruhan Kervansarayı’na yap-

tığım bir ziyarette, oradaki müzisyenler benden bir şey çalmamı rica ettiler. Bir Bach çalmaya başladım ve kendimi durduramadım. Akustik ve atmosfer olağanüstüydü. Orada müzik yapmaya o an karar verdim. Amerika’daki müzik hayatımda Carnegie Hall, Tanglewood gibi yerlerde çaldım, fakat her zaman daha küçük ve daha samimi bir ortamda dinleyicilere çalmayı yeğ tutarım. Böyle yerlerde dinleyiciler, bir arkadaş buluşmasına gelir gibidirler. Kapadokya’ya önce arkadaş ve öğrencilerimi davet etmeye başladım. Zaman içinde günde bazen 2 ya da 3 konserin yapıldığı bir festivale dönüştü”.


“Beethoven konusunda katı düşünceleri ve önyargıları olabilecek bir kentli dinleyicinin olmadığı bir yerde müzik yapmak hoş bir şey. Buradaki halk için Mozart ve Kamran İnce aynı derecede yeniler, çünkü hepsini merak ediyorlar.” Pratik ve rahat Pratik, sınırları ve formaliteleri kıran, asık suratlılığın yerini bol tanışmanın aldığı, hızlı öğrenimler içeren, tanrı gibi gördüğümüz, erişilmez zannettiğimiz sanatçıları tatlı bir sohbet ortamı içinde yazlık mekanda görme olanağı veren, dolu bir kamp bu adeta. Klasik Keyifler’de sayısız atölye var; Oda Müziği Çalışma Kaçamakları ya da Yaratıcı Müzik Atölyesi gibi. Jewett’a oda müziğini özellikle niçin seçtiğini soruyoruz. Sanatçı, 18. YY.’dan başlayarak bestecilerin akşamları evlerde bir araya gelip adeta kağıt oynar gibi ürettikleri bir müzik türü olduğunu söylüyor oda müziğinin. “Bu sebepten de,” diye ekliyor: “Oda müziğindeki deyiş çok kişiseldir”. Festival usta-öğrenci buluşması ve fikir alışverişi için de önemli. Jewet’a göre, müzisyenlerin bir şef olmaksızın oda müziğine odaklanması, onların birbirlerini algılamalarını, müziksel sorunlara yeni çözümler bulmalarını sağlıyor. Bu durum onları konservatuvardan alışık oldukları ‘korunaklı bölge’den çıkartıyor. Festivalin Besteciler Kazanı bölümünde bu yılın genel teması olan çağdaş müziğe uygun 3 büyük isim var. Bugünün en ilginç

Büyülü mekanda gerçekle tirilen festivalin arkasındaki isimlerden Ellen Jewett.

Amerikalı bestecilerinden Stephan Hartke, çeşitli doğu müziklerinden olduğu kadar, orta çağ ve trubadur müziklerinden de etkilenen, esinleri geniş yelpazeye yayılan bir sanatçı. Örneğin Hilliard Ensemble tarafından sipariş edilen “Cathedral in the Thrashing Rain” Japon şair Kotaru’nun Paris’teki Notre-Dame katedrali ziyaretine dayanıyor. Hartke polifoniye ilgi duyuyor. Bu eserde eski bir stile duyulan saygının, modern, hatta mos-modern bir dil içinde ifadesi var. Hartke festivalde vereceği atölyeler dışında 11 Ağustos gecesi “Lavanta Gözlü At” yapıtını seslendirilecek. ‘Klasik Keyifler’in internet sitesine uğradığınızda sizi hoşgeldin müziği olarak da karşılayan bu yapıt, yalın ve yoğun, belki ‘new age’ hisler uyandıran, çizgisel yapıda bir müzik. Bu kayıtta Jewett de çalıyor. Hartke’ye ‘kuşağının en önde gelen bestecisi’ denmesi boşa değil. Besteciler Kazanı’ndaki Kamran İnce, 20. ve 21. YY. çağdaş müziğinin türlü tekniklerini bir araya getirdiği gibi Türk, Bizans ve Osmanlı Saray müziğinin gereçlerini de kullanıyor. Batı müziği enstrümanlarını da Türk musikisi çalgılarını da biliyor. Farklı kültür dairelerinin giderek daha yoğun etkileştiği, melez desenler yarattığı günümüz ru-

hunun iyi tercümelerini yapıyor eserlerinde. Naxos’un 21. Yüzyıl Klasikleri’nden çıkan 5 albümü ile çağdaş müzik çevrelerinde geniş ilgi topladı. “Fall of Constantinople”, “Senfoni No: 5 Galatasaray” gibi eserlerinde, sivri disonansların ya da varoluşsal felsefelerin ana sütunu oluşturduğunu söyleyemeyiz, ancak hikayelemeciliğindeki özgünlük, yeni ve güzel sonoriteler, onu kendi sesi olan bir yeni müzik bestecisi olarak konumlandırıyor. 2 Ağustos’ta ‘Kazan’da yeni müziğin Türkiye’deki yolları üzerine bir seminer verecek. 9 Ağustos’ta piyanoda besteciye çellist Rahşan Alpay eşlik edecek.

Türkiye’nin modern müzi i Kazanın diğer bestecisi Onur Türkmen, Türk musikisi çalgıları üzerine çağdaş tekniklerin uygulanması konusunda çalışmış. Bu araştırma bağlamında “Hat” ortak başlığı altında eserler bestelemiş. Türk musikisi sistemine göre ayarlı bir gitar yapmış. Eserlerini incelediğinizde kemençe, çello, yaylı çalgılar ve kanunun bir arada tınladığını görebiliyorsunuz. Kimbilir, coğrafyalar arası bir geçiş kültürü olan İstanbul’un, Türkiye’nin modern müziği böyle bir ses olacak. Onur Türkmen de bu sesi kuran bestecilerden biri. Eski paradigmalardan, bölümlendirmelerden uzaklığıyla, son derece felsefi yaklaşımı ve görülmemiş tınısıyla yine tamamen bir ‘yeni müzik’ bestecisi Türkmen. Internet sitesinde dinleyebileceğiniz “Kemençe ve Yaylılar İçin Hat”, bir makam dizisi ile bestecinin ‘psyche’si arasında bir konuşma gibi. Evrende uzay ve zamanın birliği, kendinden başka referansı olmayan bir çeşitlilik gibi fikirler içeriyor. Türkmen’in kimi eserleri konuk obua sanatçısı Rombout, AÜ Solistleri ve Anatolia Ensemble ile birlikte 2 Ağustos’ta Meslek Yüksekokulu İç Avlu’da seslendirilecek. Jewet, Kapadokya halkının da festivale büyük ilgi gösterdiğini söylüyor: “Beethoven’ın nasıl çalınması gerektiği konusunda birçok fikri, katı düşünceleri ve önyargıları olabilecek bir kentli dinleyicinin olmadığı bir yerde müzik yapmak hoş bir şey. Ben yeni çağdaş müzik sanatını ayakta tutmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Buradaki halk için ise Mozart ve Kamran İnce aynı derecede yeniler, çünkü hepsini merak ediyorlar. Favori mağaralarımızdan biri olan Saklı Vadi’yi bize Mustafapaşa’dan Mehmet Amca kiraladı. Bize her zaman kucak açıyor, tüm ailesi ve arkadaşlarını davet ediyor. Eğer onu konserlere davet etmeyi unutursak bize kızıyor.” ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

89


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

İNCELEME

“Popüler denen şeyi sakın unutma!”

Three Anatolian Sopranos Esin Talınlı, Çi dem Önol ve Funda Ate oglu’ndan olu uyor.

KEMAL KÜÇÜK kemalkucuk@ttmail.com

Ankara Operası’nın Üç Soprano’su, diğer adıyla Three Anatolian Sopranos, opera aryaları ve Napoliten’lerin yanı sıra zengin türkü dağarcığını ve müzikal şarkılarını da repertuvarlarına alıyor; dinleyicisini müzikal kaliteden ödün vermeden aynı anda mutlu etmek gibi zor bir işi başarıyor.

90

MÜZİKTEKİ toplumsal eğilimleri izleyip, tanımlayıp, sınıflandırmak, kalitesiz olanı iyileştirmek için ne gerektiğini bilmekten çok daha kolay görünüyor; tıpkı günümüz psikiyatrisinin, hastalıkları izleyip, tanımlayıp, sınıflandırmasına karşın, tedavide düştüğü açmaz gibi... Artık geleneksel konuşma ağırlıklı terapilerin başarısızlıkları, farmakolojinin gelişmesi ile aşılıyor. Onların imdadına gelişen ilaçlar yetişiyor. Ya müzik dünyası? Orada hazır ilaç yok. Toplumsal müzik eğilimlerindeki kalitesiz ya da hastalıklı görülen müziksel eğilimleri, bitmez tükenmez geveze söylemlerle iyileştirmek artık bir işe yaramıyor; çare yine sanatçıların kitleleri etkileyebilecek kaliteli müzik üretmelerinde. Milliyet Sanat A ustos 2012

Ankara Operası’nın Üç Soprano’sunun binlerce izleyici önünde verdiği hangi konseri izlesem, klasik müzik icrasında belli bir seviyeyi tutturan ülkemizin asıl sorununun, kitlesel olan popüler müzikteki kalitesizlik olduğunu hatırlıyor ve “Üç sopranonun tuttuğu bu yol sorunu aşmakta model olmalı” diyorum. Sanat müziğine giden yola daha fazla dinleyici çekebilmek, kitleleri etkileyebilecek, onlarla estetik niteliği yüksek ürünlerle ilişki kurmak, yine ancak sanat müziği kriterleri içinde yetişmiş sanatçıların verimlerini kitlelere ulaştırabilmekte yatıyor. Diğer adları ile Three Anatolian Sopranos, kitlelerle bu ilişkiyi kurabilen çok kaliteli bir çabanın içinde. Esin Talınlı, Çiğdem Önol ve Funda Ateşoğlu türkülerden ope-

ra ve müzikale uzanan repertuvarlarında, iki besteci/şef’in desteğini alarak, ülkemiz için yeni bir icra estetiği ile önemli bir işlev görüyor. Klasik müzik dinleyicisi ile pop müzik dinleyicisini aynı anda müzikal kaliteden ödün vermeden mutlu etmek hiç kolay değil!

Bizim üçlülerimiz daha renkli Dünyada operayla ilgisi olmayan dinleyiciyi, operatik sesle buluşturan ve otomobil teyplerinde kasetleri yankılanan üç tenor rüzgarı geçeli çok yıllar oldu. Domingo, Pavarotti ve Carreras, İtalyan Operası’nın Akdeniz sıcaklığını taşıyan şarkı ağırlıklı yapısından yararlanıp pop dinleyicisine ulaşırken, bir çok sanatçıya da model ol-


Üç Soprano’nun binlerce izleyici önünde verdiği hangi konseri izlesem, klasik müzik icrasında belli bir seviyeyi tutturan ülkemizin asıl sorununun, kitlesel olan popüler müzikteki kalitesizlik olduğunu hatırlıyor ve “Üç sopranonun tuttuğu bu yol sorunu aşmakta model olmalı” diyorum.

Three Anatolian Sopranos, 19. Aspendos Uluslararası Bale Festivali’nde Zafer Erda , Tuncay Kurto lu ve Tevfik Rodos’tan olu an Üç Bas ile açılı konserinde...

dular. Ülkemizde birkaç yıl önce, Devlet Operası sanatçıları Tuncay Kurdoğlu, Zafer Erdaş ve Tevfik Rodos’un oluşturduğu Üç Bas’la başlayan, yine Devlet Operası’ndan Şenol Talınlı, Ayhan Uştuk ve Aykut Çınar’dan oluşan Üç Tenor’la süren bu sürece iki yıl önce Ankara Devlet Operası’nın yıllarca aynı sahneyi paylaşan Üç Soprano’su katıldı. Ama bizim üçlülerimizin İtalyanlardan önemli bir farkı var. Onlar sadece sevilen opera aryaları ve Napoliten’lerle izleyiciye ulaşırken bizim sanatçılarımız, zengin türkü dağarcığını ve müzikal şarkılarını da repertuvarlarına alarak, geniş bir dinleyici skalasına sesleniyor. Ama bunu yaparken, sanat müziği kriterlerinden ödün vermeden ve hatta, çağdaş sanat müziği-

mizin gelişimine katkı sağlayacak bir ifade/icra stili ile dikkat çekiyor. Ankara Devlet Opera Orkestrası Şefi ve besteci Bujor Honiç ile İzmir Devlet Operası Koro Şefi ve Besteci Ali Hoca’nın büyük orkestra için düzenlediği türküler, bugüne kadar hiç alışık olmadığımız kadar otantik özü, çağdaş müziğin dinamikleri ile birleştiriyor. Dahası, Batı sanat müziğinde cazla başlayıp popüler müzik unsurlarının etkisiyle bugüne ulaşan çağdaş sanat müziğinin güncel seslerini bu düzenlemelerde görebiliyoruz. Üç Soprano, böylesine bir zengin orkestrasyon içinde, klasik şan tekniğini kullanırken kendi dilini gözardı etmeyen bir söyleyiş stili ile zevk veriyor. Ülkemizde operatik ses ve söyleyiş tarzıyla türkü ve şarkı yorumlama çabaları çoğu kez müziğin özündeki ‘samimiyet’ten yoksun ve yapay bulunur. Temel şan tekniğinin getirdiği sesi doğru kullanma olanağına kavuşan şarkıcılarımızın, çok renkli Anadolu ve makam müziğimizin zenginliğini ‘Avrupa dillerinin fonetiğine göre biçimlenmiş’ söyleyiş kalıpları dışında, daha doğal bir deyişe kavuşturmaları gerekir. İşte üç soprano bunu çok güzel başarıyor. Geçmişte çok seslendirilmiş türkülerin yorumunda, doğallıktan uzak sevimsiz açık (a) lar, kapalı (e) ler yok bu yorumlarda. Ama klasik şan tekniğinin geliştirdiği üç güzel sesin tüm sanatsal ağırlığını senfonik orkestra ile çalınan bu sevimli türkülerde hissedebiliyorsunuz. Sadece klasik müzik sevenler değil, Karadeniz konserlerinde, “Gökte yıldız ay misun” adlı türküyü yöre kadınlarının defalarca istemesi en güzel ör-

nek... Son olarak üç basla birlikte Ankara CerModern’deki sona açıkhava konserleri muhteşemdi. Bujor Honiç’in içli Urfa türküsüne büyük orkestra için yaptığı orkestrasyon, heyecan verici bir sanatsal ziyafetti.

3 Rusalka yan yana Three Anatolian Sopronos’un gücü, böylesine çağdaş bir türkü yorumunun ardından, ünlü bir opera aryasını tüm sanatsal ağırlığıyla söyleyip, “Kiss Me Kate”in sevimliliğini, müzikal tekniği ile sunabilmelerinde. Ülkemizde branşlaşmanın olmadığı ve müzikal eğitiminin ayrıca yapılmadığını düşünürsek, Ankara Operası’nın bu üç önemli solistinin kendi ilgi ve çabaları ile oluşturdukları bu üçlünün başarısını daha iyi anlarız. Üç soprano projesinin mimarı Soprano Esin Talınlı. Yıllarca aynı sahneyi paylaşan Çiğdem Önol’u ve Funda Ateşoğlu’nu bu projede bir araya getirmekle çok doğru bir sanatsal adım atmış. Birbirinden farklı ses renkleri ile bu üç soprano, Türk operasının yüzakı bir prodüksiyon olan Dvorak’ın “Rusalka”sında Rusalka rolünü de dönüşümlü olarak paylaşıyorlar. Böylesine önemli bir operada başrolü paylaşanların yan yana başrolde olduğu Anatolian Sopranos, yurtdışında da rahatlıkla ses getirecek bir üçlü. Klasik müzik camiamızın da onların bir konserini, fırsat bulup dinlemesini dilerim; Leopold Mozart’ın besteci oğluna yolladığı mektubundaki şu sözleri akıldan çıkartmadan: “Popüler denen şeyi sakın unutma...” ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

91


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ KAL

GÜNCE

“Müzik müzik içindir, banka cüzdanı için değil”

Milliyet gazetesi fotomuhabiri Hüseyin Özdemir, Sezen Aksu ve Hüseyin’in e i Gülizar...

Romy Schneider

NA M D LMENER naimdilmener@gmail.com

Ogün Sanlısoy’un albümünün düşündürdükleri... Cannes’da Romy Schneider sergisi... Reyhan Karaca’dan yaz hamlesi... Sezen Aksu’nun düğün hediyesi... Mustafa Sandal, Özgün, Pınar Ayhan... 1 Temmuz Pazar

92

NİCE’ten trenle Sanremo’ya geçtim. Doğrudan tren yoktu; önce Ventimiglia’ya geldim, ardından müzik dünyasının en eski festivalinin yapıldığı Sanremo’ya. Yıllardır en büyük hayalimdi bu şehri görmek. Festival zamanları kaç kere niyetlenmiştim ama uçak/otel o kadar pahalı oluyordu ki her seferinde vazgeçiyordum. Geç ve mevsimsiz de olsa geldim işte. Büyük bir hayal kırıklığı yaşadım ama. Küçük, şirin, çiçekler içinde bir yer hayal etmiştim; kötü değil ama vasat bir yerle karşılaştım. Her yer kadar beton/klima gövMilliyet Sanat A ustos 2012

desi/anten kaplı, vasat bir şehir ya da kasaba. Sanremo şarkılarıyla dolu özel CD kutuları da hayal etmiştim etmesine ya, böylesini bulmak bir yana, tek plakçıya dahi rastlamadım.

2 Temmuz Pazartesi Nice’te hem Virgin var hem de Fnac. Bu iki büyük zincir mağaza, müzikle değil ama cep telefonu ve aksesuvarları ile hâlâ dönebilmeyi beceriyor bir şekilde... Her ikisi de Nice’in en şaşaalı caddesini (Avenue Jean Medecin) mesken tutmuş. Her ikisi de çok ve geniş katlı, cafe’li. Ve her ikisinde de ‘müzik’ olabilecek en arka yerlere tı-

kıştırılmış. Bir zamanların göğüs kabartan malları/malzemeleri, artık bir utanç vesilesi haline gelmiş gibi. En arkalarda ve yasak savma kabilinden mevcutlar. Sylvie Vartan ve Dalida’ya ait birkaç güzel şey görmedim de değil ama öyle moralim bozuldu ki, kendimde alacak gücü bulamadım.

3 Temmuz Salı Yine tren ve bu sefer Cannes. Trenden iner inmez Romy Schneider’in Cannes festival binasındaki sergisine attım kendimi. Sanatçının filmleri, fotoğrafları, mektupları, büyük kısmı el yazılı yazışmaları, senaryo ciltleri ve daha bir


ları da düşünüp dinlerken şuna karar verdim. Ogün Sanlısoy ve benzerlerinin bir harfleri/bir notaları için köleleri olabilirim.

sürü akla gelen/gelmeyen şey sergilenmekteydi. İki büyük ve birkaç küçük ekranda da filmleri gösterilmekteydi. Büyük ekranların birinde Alain Delon’lu “La Piscine” dönmekteydi ve bayağı kalabalık vardı önünde. Ben de biraz baktım, sonra sergiyi gezdim. Özellikle senaryo ciltleri ve set günlükleri ilgimi çekti. Çoğunu seyrettiğim ve bir kısmına bayıldığım filmlerin senaryo ciltleri ile karşılaşmak, o filmlerin doğumuna şahit olmuşum gibi bir his yarattı bende... Claude Sautet’in “Une Histoire Simple” filminin çekim şeması ise başlı başına bir sanat eseri gibi göründü bana. Elimde fotoğraf makinası ile aynı kareyi (kaçacak ya da gözden kaybolacakmış gibi) beş dakika boyu çekip durdum.

8 Temmuz Pazar Benim ve çok sayıda başka ismin üzerinde büyük emeği/hakkı olan Tuğrul Eryılmaz, oğlu Hüseyin’i evlendirdi bugün. Armada Otel’deki davetlilerin tamamı, insana “İyi ki burdayım, iyi ki törenin bir parçasıyım” hissi yaşatmaktaydı. Sezen Aksu da gelmişti. Gecenin bir noktasında mikrofonsuz filan, birkaç şarkı da söyledi. Bu şarkılardan biri de, ölümü ile hepimizi derinden yaralamış Ceylan Önkol için yazdığıydı. Yakında çıkacak Nükhet Duru albümüne girmiş bu şarkıyı öyle bir söyledi ki Sezen Aksu, hepimizi dağıttı: “Sağ yanım boydan boya Mezopotamya, sol yanımda Rumeli ağıtları patlar...”

6 Temmuz Cuma Nice’te son gün; Fnac ve Virgin’e ayırdım tamamını. Önce Fnac’e girdim ve Sylvie Vartan’ın (Camilio Daccache tarafından yazılmış) kitabı “Irresistiblement”ı aldım. Fransızca bilmem, okuyacak filan değilim ama kaç gün önce incelemiş ve baskısına/tasarımına hayran kalmıştım. Konser ve plak sözleşmeleri, mektuplar, notlar, biletler ve benzeri bir sürü şey; kitap içinde özel olarak kesilmiş ceplerin içine, tıpkı basımlar halinde yerleştirilmiş. Çok pahalı olmasına rağmen (49 Euro) böyle bir oyuncaktan kendimi mahrum etmek istemeyip satın aldım... Bunu alınca Virgin’deki Dalida kutusundan mecburen vazgeçtim ama yine de girdim mağazaya. Çünkü cafe’lerindeki Wi-Fi şifresiz ve bedavaydı. Orda biraz vakit geçirdim, aklımda kalmasın diye Dalida’nın kutusuna tekrar baktım ve çıktım. Bu kadar Nice yeterlidir.

9 Temmuz Pazartesi Yıllar önce Emel’in (Müftüoğlu) söylediği “Sevmek En Büyük Devlet”i, son single’ında Reyhan Karaca da söyledi. Alper Atakan’ın düzenlemesiyle şarkı zımba gibi bir şarkı olmuş; çok enerjik, çok farklı. Eurovision’a (İzel ve Can Uğurluer ile birlikte, “İki Dakika”) katıldığı günlerden beri takip ettiğim Reyhan Karca’dan, tam zamanında/güzel bir yaz hamlesi olmuş bu şarkı.

11 Temmuz Çarşamba Yeni gruplardan Yora mükemmel bir albümle çıkıp geldi. “Gün Sözleri”nde, farklı gibi duran ama albüm birkaç sefer dönünce de birbirinin içinden geçen/birbirine eklenen şarkılar mevcut. (Başta rock olmak üzere) çok sayıda müzikal türden, başta (Beautiful South olmak üzere) çok sayıda gruptan beslenmiş gibi gözüken Yora’nın başardığı şey ise, bütün bunlarla birlikte YEPYENİ bir sound inşa edebilmesi. Mükemmeller.

7 Temmuz Cumartesi Ogün Sanlısoy’un albümünü dinlerken yalnızca iyi bir albüm dinlemiş olmadım; müziğin yarını için de iyi hislerle doldum taştım. “Akustik 2012”, makinaların çarkları/dişlileri arasına sıkışıp kalmış müziği alıyor ve o eski günlerindeki CANLI haline icra ediyor. Sanlısoy ve benzerleri böyledir; müziği hem kendileri hem de başkaları adına yaparlar. Şiarları “Müzik müzik içindir”; cep ya da banka cüzdanı için değil... Bun-

12 Temmuz Perşembe Mustafa Sandal’ın yeni albümü, herhalde sentetikliğin kaçan dozunu (belki) dengeler diye “Organik” olarak adlandırılmış. Kendisi müzik piyasasından çekilmeme konusunda fazla inatçı. Dinleyici ve

10 Temmuz Salı

10 yıl önce olsaydı... Bir başka Eurovision yıldızı Pınar Ayhan da ilk albümünü çıkarabildi nihayet. 2000 yılında, The SOS ile birlikte bizi temsil etmiş (“Yorgunum Anla”) Ayhan’ın bu şarkıyı da kapsayan (ve ancak 12 yıl sonra çıkabilen) albümü (“Duyuyor musun?”) her şey yolunda olsaydı eğer, çok satabilir,

Özgün

çok fazla insanı etkileyebilirdi. Özellikle “Bahçada Yeşil Çınar” denemesi mükemmel. Ama geçti o günler. Artık zaman sesi olmayanların yaptığı, kötü kayıtlı ya da kötü kayıtlardan dinlenmesinde beis görülmeyen şarkıların zamanı. Geçti Pınar.

hayranları tarafından çoktan tasfiye edildi ama bunun farkında değil gibi... Yeni albüm, son birkaç albümdür tekrarlayıp durduğu standartın yeniden imalatı. Biraz boya ya da cila dahi yok. Tekdüze, sıkıcı, bunaltıcı. Şarkı sözlerinde geldiği nokta ise Serdar Ortaç’ı aratır durumda: “Egoma ters düşüyorsun, çek git burdan.” Kapak fotoğrafındaki ‘yüz’ ise Sandal bile değil gibi; o kadar fırçalı/pudralı.

17 Temmuz Salı Yıllardır ne uzayan/ne de kısalanlardandır Özgün. Hem yaptığı müzik hep aynıdır, hem kendisi. Bir ara, İskender Paydaş ile çalıştığı zamanlarda, hakikaten farklı bir şeyler yaptı ama ısrar edemedi o noktada, günümüzde Mustafa Ceceli’nin başını çektiği (kulvarsız) kulvara geri döndü. “Konu Senden Açılınca”, “Böyle gelmiş böyle gitmez, aşkım şike şike” gibi tüccarlık (ve tabii bayağılık) şaheseri cümleler barındırıyor barındırmasına ama bu çağ için dahi fazla bunlar. Albümün kapağı da lüzumsuz yere bir ‘renk cümbüşü’; sanki GAP’in vitrini (gibi); bütün moda renkler tek karede.

24 Temmuz Salı Brüksel doğumlu Duygu Desovalı’nın albümü “Düş”, bir on yıl kadar önce yayımlansaydı mesela, bayağı bir ses getirir, şarkıcıyı memleket çapında bilinir kılabilirdi. Günce’nin Erol Temizel ile birlikte denediği elektrovari bir sound’a sahip albüme benzeyen “Düş”, içinde olduğumuz zamanlar için ne yazık ki hafif kalıyor. Biraz hafif/çokça zamanı geçmiş. Sıkı müzisyenlerimizden Cihan Sezer’in desteği de yetmemiş, albümü dünün çekmecelerinden çekip almaya. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

93


■ ■ ■ ■ ■

MÜZ K

ALBÜM

“Zamansız Yağmur” - Musa Eroğlu (Özdemir Müzik) AL AN ÇAPAN

★★★★

alisancapan7@hotmail.com

■ ■ ■ ■ ■

Zara

Zara & İstanbul Flamenko Beşlisi (ZR Müzik) ★★★

■ ■ ■ ■ ■

Öykü - Berk Gürman kardeşlerin 2009’da internet fenomeni haline gelen “Evlerinin Önü Boyalı Direk” türküsünün flamenko yorumunun beklenmedik başarısı, türkülerimizin farklı dünya müziği formlarında yeniden yorumlanmasının yeni bir örneğini oluşturmuştu. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Zara & İstanbul Flamenko Beşlisi albümü flamenko - türkü buluşmasında yeni bir dönemece işaret ediyor. Zara’nın solistliği bir yana, İstanbul Flamenko Beşlisi’nin performansı flamenko - Türk müziği ortaklığında hem alınacak çok mesafe olduğunu, hem de çok ekmek yenebileceğini gösteriyor. 19.90 TL.

94

”Days Go By” / The Offspring (SONY Music) ★★★ ABD’li punk - rock grubu The Offspring’in dokuzuncu stüdyo albümü “Days Go By” geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Kayıtları altı farklı stüdyoda üç yıl boyunca süren albümde grubun yeni davulcusu Pete Prada ilk defa yer alıyor. Albümle aynı adı taşıyan çıkış parçası “Days Go By” 27 Nisan’da piyasaya sürüldü ve olumlu eleştiriler aldı. Albümün dünya çapında ilk single’ı ise “Cruising California / Bumpin’ in My Trunk” oldu. Yapımcılığını Bob Rock’ın üstlendiği albümün sürprizi, grubun 1992 tarihli şarkısı “Dirty Magic”in yeni versiyonu. 19.90 TL.

Milliyet Sanat A ustos 2012

Halk müziğimizin önemli ismi Musa Eroğlu, “Zamansız Yağmur” adlı yeni albümüyle Anadolu kültürünün efsane kişiliklerinden Karacaoğlan’a usta işi bir selam yolluyor. “Bir Nefes Anadolu” ve “Kavimler Kapısı Anadolu” gibi eşsiz derleme albümleriyle türküseverlerin gönlünde taht kurmuş olan Eroğlu yeni albümünde Karacaoğlan’ın “Uykuların Kaçtı Mı?”, “Candan İleri”, “Nalın Dilber” gibi deyişlerinin yanı sıra Pir Sultan Abdal’ın “Yıldız Dağı” türküsünü de başarıyla yorumlamış. Albüme adını veren “Zamansız Yağmur” ise Musa Eroğlu’nun kendi söz ve bestesi. 16.90 TL.

“Aşk ve Gurur Remixler” Teoman (Avrupa Müzik) ★★ Rock müziğimizin aykırı figürü Teoman müziği bıraktı ama müzikleri bizi bırakmadı. Geçtiğimiz günlerde piyasaya sürülen remix albümü “Aşk ve Gurur” adını taşıyor. Başta Hollanda doğumlu DJ prodüktör Chew Fu olmak üzere Fred Falke, AudioKnob ve İskender Paydaş imzası taşıyan remixler, farklı alt başlıklarla adlandırılsalar da genelde modası çoktan geçmiş Euro - Trance sularında yüzen ‘bakkal’ diye nitelendirilebilecek çalışmalar. Teoman’ın remix albümü olsa olsa yaz aylarında çalındığı mekanlarda fanatik hayranları heyecanlandırır, kısa sürede unutulur gider. 15.90 TL. Loreena McKennitt, 2010 tarihli arkılarını yeniden yorumluyor.

“Troubadours on the Rhine” / Loreena McKennitt (IMM) ★★★

Kanadalı şarkıcı Loreena McKennitt ‘90’lı yılların ortasında memleketimizde hayli tutulmuş, İstiklal caddesinin o zamanlardaki ‘in’ müzik dükkanlarından Karakedi ve Metropol’ün önünden geçerken bir McKennitt şarkısı duymak farz olmuştu. McKennitt 2010 tarihli albümü “The Wind that Shakes the Barley”in tanıtım turnesi kapsamında yolunun düştüğü Almanya’nın SWR1 radyosunda, gitarda Brian Hughes, çelloda ise Caroline Lavelle’den oluşan üç kişilik bir ekiple şarkılarını yorumladığı bir saatlik kaydı geçtiğimiz günlerde “Troubadours on the Rhine” adıyla piyasaya sürdü. Meraklısı kaçırmamalı. 35 TL.


İlk seslendirilişi 1977 yılında Royan Festivali’nde yapılan Gorecki’nin 3 No’lu senfonisi, son derece basit motifler kullanılarak yazılan yeni modelleme anlayışında bestelenir. Ancak ne yazık ki ilk başlarda beklediği ilgiyi göremeyen senfoni zamanla unutulur. Ta ki, 1986 yılında yönetmen Maurice Pialat’ın “Plice” adlı filminde kullanılana kadar. Filmle birlikte büyük sükse yakalayan yapıt klasik müzik dünyasında yankı bulamasa da, 1992’de İngiltere Pop listelerinde ilk 10’a girer. İşte ne olduysa bundan sonra olur ve senfoni dünya çapında seslendirilmeye başlanır.

“Alba” / Nour Ensemble Hermes ★★★★ Repertuvarı Mezapotamya kültürlerinin ve Ortaçağ vokal müziklerinin kaynaşması temeline dayalı bir topluluk Nour Ensemble. Tenor Christophe Rezai’nin yönetiminde Mezopotamya türküleri, İspanyol şarkıları ve Gregoryen Chant’lerini seslendiren topluluk, Alba’yı güney İran’daki Ardeşir Babakan Kalesi’nin 1600 yıllık kalıntılarında kaydetti. Dokuz parçanın seslendirildiği Alba’nın kitapçığında tüm müziklerin ve metinlerin kaynağını anlatan açıklamalar ile lirikler yer alıyor.

ERAY AYT MUR

“Gorecki: Symphony No.3 op.36, Canticum Graduum op.27” Alain Altinoglu, Ingrid Perruche, Sinfonia Varsovia Naive ★★★

■ ■ ■ ■ ■

George Duke

■ ■ ■ ■ ■ “Shuara”/ Murat Verdi (Equinox Music) ★★★ Uzun yıllar yurtdışında yaşayan müzisyen Murat Verdi ilk albümü “Shuara”yı geçtiğimiz günlerde yayınladı. Biri hariç tamamı Verdi’nin bestelerinden oluşan 11 parçalık albümde, ünlü Brezilyalı müzisyen Nana Vasconcelos başta olmak üzere İmer Demirer, Mısırlı Ahmet, MuMurat Verdi rat Berber, Ebru Yave Nana zıcı ve Levent AltınVasconcelo. dağ gibi caz dünyasının önemli isimleri yer alıyor. “Kudema”, “Subindo” ve “Yarın Senin” albümün öne çıkan parçaları. “Shuara” yılın dört başı mamur caz albümlerinden desek yeridir. 16.90 TL.

“The Complete 1970s Epic Albums Collection / George Duke (Epic /Legacy) ★★★★★ Tuşlu çalgıların efsanevi ismi George Duke’ün 1977 ile 1979 yılları arasında Epic etiketiyle yayınladığı altı çalışmayı içeren box set yılın en önemli arşivlik ürünlerinden biri şüphesiz. ‘70’li yılların ortalarında Cannonball Adderley, Sonny Rollins ve Frank Zappa gibi isimlerle yaptığı çalışmaların sonucunda soul - jazz ile progressive - rock’u kendine özgü bir şekilde harmanlama yoluna giren Duke’ün bu kayıtları günümüzün neo - soul, hip - hop, elektronik müzik ve DJ kültürünün öncüsü olması nedeniyle ayrı bir önem taşıyor. 39.90 TL. Milliyet Sanat A ustos 2012

95


■ ■ ■ ■ ■

SAHNE SANATLARI

BALE

Bodrum ve bale aşkı

zmir Devlet Balesi’nin “Zorba”sında konuk dansçı Mukhamedov ba rolde.

MUTLU TANBERK zmtanberk@yahoo.com

Bodrum Bale Festivali, 10. yılını Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin, Antalya ve Samsun’dan 6 bale topluluğunun seçilmiş eserleri ve hepsinden sanatçıların dans ettiği “Bodrum Aşkı” adlı özel bir eserle kutluyor. Festivalin bu yılki yabancı konuğu ise ünlü Antonio Gades Flamenko Topluluğu.

96

DEVLET Opera ve Balesi tarafından organize edilen Bodrum Bale Festivali, bu sene 10. yılını kutluyor. Arşive baktığımız vakit, festivalin dünyanın önemli bale/dans topluluklarının yanı sıra, Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü bünyesindeki 6 bale topluluğunun (Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin, Antalya ve Samsun) ve modern dans topluluklarının (Ankara MDT ve daha izlemedik ama İstanbul MDT) eserlerini izlemek için iyi bir fırsat olduğunu görüyoruz. Ayrıca Bodrum Kalesi’nin muhteşem ortamında, beldeye tatil için gelmiş yerli, yabancı turistleri ve Bodrumluları cezbetmek için, festival programlarının iyi bir planlama ile oluşturulmuş olduğu da anlaşılıyor. Uzun ve anlaşılması zor bale/dans eserlerinden daha fazla, kısa, eğlenceli, tanınmış hikayeleri içeren ve kolay izlenebilir eserlerin sunulduğu festivale seyircinin ilgisi de her sene biraz daha artmakta. Milliyet Sanat A ustos 2012

38 yıllık efsane Daha evvelki yıllarda, Mariinski (eski adıyla Kirov) Balesi, Ballet Argentino, erkeklerin pointle dans ettikleri dünyanın en ilginç topluluklarından biri olan Les Ballets Trockadero de Monte Carlo, Marsilya Devlet Balesi, Kore Universal Balesi, Sofya Opera ve Balesi, Washington Balesi gibi bale topluluklarını ve Nacho Duato Compania Nacional de Danza 2, Kore Now Dance Company, Los Vivancos gibi dans topluluklarını ağırlamış olan festivalin bu seneki programında, yabancı topluluk olarak Antonio Gades Flamenko Topluluğu’nu görüyoruz. Topluluk, artık hayatta olmayan ünlü flamenko dansçısı ve koreografı Antonio Gades tarafından 1974 yılında dans olarak uyarlanan, meşhur İspanyol şair ve oyun yazarı Federico Garcia Lorca’nın “Kanlı Düğün” eserini sahneleyecek. Eser

çok başarılı olunca, ünlü İspanyol yönetmen Carlos Saura, 1981 yılında Gades ve yine meşhur flamenko dansçısı ve koreografı olan Cristina Hoyos ile beraber “Kanlı Düğün”ün filmini çekmiş, başrollerde de Gades ve Hoyos yer almışlardı. Saura “Kanlı Düğün”ün arkasından, yine Gades ve Hoyos ile beraber “Carmen” ve “El Amor Brujo” filmlerine de imza atmış ve yönetmenin bu filmleri ‘Flamenko Üçlüsü’ olarak adlandırılmıştı. Festivalde İstanbul Devlet Balesi, Fransız bale sanatçısı ve eğitmeni Yannick Boquin’in ilk uzun koreografi deneyimi olan “Genç Werther’in Acıları”nı sahneleyecek. Dünya prömiyeri, 24 Aralık 2011’de İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından gerçekleştirilmiş olan eser, John Wolfgang van Goethe’nin 1774 yılında yayımlanmış olan mektup tarzındaki romanından uyarlanmış. Karşılık bulamadığı aşkı nedeniyle


Uzun ve anlaşılması zor bale/dans eserlerinden daha fazla, kısa, eğlenceli, tanınmış hikayeleri içeren ve kolay izlenebilir eserlerin sunulduğu festivale seyircinin ilgisi de her sene biraz daha artmakta. intihar eden Werther’in hikayesinin anlatıldığı eser, yayımlandığı senelerde büyük satış rakamlarına ulaşmış. Werther hayranları, onun gibi mavi ceket, sarı pantolon giymeye başlamış, kitaba karşı olanlar ise intiharın bu kadar romantikleştirilmesini kınamışlar. Boquin, daha evvel yine Bodrum Festivali’nde kısa bir ikili dans olarak sahnelediği eserin tamamında Chopin’in parçalarını kullanmış. Süreyya Sahnesi’nin kısıtlı olanakları nedeniyle çok yaratıcı bulduğum dekor ve de dönemin giyiniş tarzını yaratan kostümler İsmail Dede imzalı. Tabii, Bodrum Kalesi’nde aynı dekor kullanılamayabilir. Eser İstanbul’da sadece piyano eşliğinde sahnelenmişti. Süresi uzun olduğu için, tek enstrümanlı eşlik bir süre sonra seyirci için monotonlaşabiliyor. Koreografi ve libretto açısından, Boquin’in ilke eseri olması nedeniyle tekrarlar ve zayıflıklar var. Ama kolay izlenebilen bir eser.

Konuk dansçı Mukhamedov İzmir Devlet Balesi, 20. YY.’ın ilk yarısındaki en popüler topluluklardan Ballet Russes’a birçok eser yapmış Leonid Massine’in oğlu Lorca Massine’in, koreografisini Mikis Theodorakis’in müzikleri ile oluşturduğu “Zorba” balesini sahneliyor. 2010 yılındaki Bodrum Bale Festivali’nde yine aynı eseri, Sofya Devlet Opera ve Balesi’nden, 20. YY.’ın en ünlü dansçılarından, Royal Ballet’de senelerce dans etmiş Irek

Mukhamedov ile seyretmiştik. Bana göre eser, koregrafik anlamda çok başarılı bir eser değil. Ancak Mukhamedov, Zorba rolünde müthişti. Şimdiden söyleyeyim, meşhur sirtaki dansı maalesef eserin en sonunda. Ama beklediğinize de değiyor. Zorba, Ankara, Samsun, Mersin Devlet Baleleri tarafından da sahnelenmişti. Ve festivalde, İzmir Devlet Balesi ile beraber, konuk dansçı olarak Mukhamedov yine başrol dans edecek! Bu efsane dansçının son gösterileri. Kaçırılmaması gerek! Ankara Devlet Balesi’nden ise “Harem” balesini izleyeceğiz. Reji, koreografi ve librettosu Merih Çimenciler tarafından yapılmış olan eser, Osmanlı döneminin önemli bestecilerinin eşliğinde Harem’deki yaşamı tüm boyutlarıyla ele alıyor. Yine Devlet Baleleri tarafından sahnelendiği halde ben bu eseri bir türlü göremedim. Merih Çimenciler’in “Çalıkuşu” balesini seyretmiştim. Librettosu, rejisi gayet iyiydi. Hatta şöyle söyleyeyim, son senelerde seyrettiğim ve profesyonel libretto yazarı olmayan Türk yazarları/sanatçıları (Işık Noyan dışındakilerden bahsediyorum) tarafından yazılmış librettolar içinde en başarılısıydı. Dolayısıyla seyretmek için Bodrum’a gidebileceğim eserlerden biri bu. Merak ettiğim bir değer eser, Mehmet Balkan’ın koreografisini yapmakta olduğu “Bodrum Aşkı”. Tüm devlet balelerinden

Modern Dans Toplulu u’nun “Bir Yaz Gecesi Rüyası” festivalin son gecesi sahne alacak.

Gün gün Bale Fest iv

■ 08 Ağu

ali

stos - “B odrum A Devlet O şkı” pera ve B ale Toplu ■ 11 Ağu lukları stos - “G enç Wert Acıları - İs h er’in tanbul De vlet Opera Balesi ve ■ 14-15 Ağustos - “Zorba” Devlet O - İzmir pera ve B alesi ■ 18 Ağu stos - “H arem” - A Devlet O nkara pera ve B alesi ■ 21 Ağu stos - “Ka nlı Düğün Antonio G ”ades Top lu luğu ■ 24 Ağu stos - “B ir Yaz Ge Rüyası” cesi Ankara D evlet Ope Balesi M ra odern Da ns Toplulu ve gu

dansçıların yer alacağı eser, Bodrum Bale Festivali’nin 10.yılına ithafen yapılıyor. Mehmet Balkan, neo klasik tarzdaki bu eserde, besteci Erim Ardal ile çalışıyor. Kostüm Sevtaç Demirer, ışık Murat Yılmaz, sahne düzeni Gülden Sayıl, video projeksiyon Şafak Türker tarafından yapılıyor. 2011 yılında düzenlenen Türk Balesi ve İngiltere’de Royal Ballet’nin kurucusu Ninette de Valois’yı Anma gecelerinde Mehmet Balkan’ın yine Erim Ardal’ın müziklerini kullandığı neo klasik kısa bir eserini seyretmiştim. Çok beğenmiştim. Güzel hareketlerin, dinamik bir şekilde birbirini takip ettiği, keyifli bir koreografiydi. “Bodrum Aşkı”nı da bu koreografiden yola çıkarak geliştirmiş Mehmet Balkan. Festivalin son gecesinde, Modern Dans Topluluğu “Bir Yaz Gecesi Rüyası” eseriyle sahne alacak. Aslında Balanchine başta olmak üzere, birçok koreograf tarafından sahnelenen, Shakespeare’ın ünlü eserinde genelde, Mendelssohn’un aynı isimli müziği kullanılır. Fakat koreografisi Münih Dans Tiyatrosu Direktörü Hans Henning Paar tarafından yapılmış olan bu modern eser, Shakespeare’in oyununu ‘60’lı, ‘70’li yıllara taşıyor ve o dönemin müzikleri ve kostümleri esere eşlik ediyor. Opera, bale ve tiyatroya verilen maddi desteği gitgide azaltma politikası güden hükümete rağmen, festivalin 10. yılını kutluyor olması mutluluk verici. Ülkemizde artık, Bodrum Bale Festivali’nin bu seneki sponsoru Denizbank gibi sanatı devamlı destekleyen özel şirketlere ve Bodrum Belediyesi gibi 10 senedir festivalin yapılmasını sağlayan yerel yönetimlere daha çok ihtiyaç var. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

97


■ ■ ■ ■ ■

SAHNE SANATLARI

Van Devlet Tiyatrosu, ömründe hiç tiyatro izlememi insanlara oyunlarını, umutlarını götürüyor.

EZG ATAB LEN

TİYATRO

Van’da tiyatro ve umut dolu bir tır

eatabilen@hurriyet.com.tr

Van Devlet Tiyatrosu, binası depremden zarar gördüğü için kullanılmadığından, “Çıplak Kral” oyununu Van’da köy köy dolaştırdı. Nasıl mı? 7’si oyuncu 17 kişilik özverili bir ekip, rengarenk kostümler, teknik ekipman, çikolata ve oyuncak dolu bir tırla!

98

23 EKİM 2011 günü, Türkiye saatiyle 13.41’de Van’da hepimizin içini sızlatan 25 saniyelik bir deprem yaşandı. Öyle ki, Cumhuriyet tarihi boyunca Anadolu’da meydana gelen en büyük depremlerden biri olarak kayda geçti. Türkiye’nin her bölgesinden, her dilden, her dinden insan günlerce gözyaşı döktü ve gücü yettiğince deprem bölgesine yardım gönderdi. Yardımların halka sistemli şekilde dağıtıMilliyet Sanat A ustos 2012

lamaması ve yardım kolilerinden çıkan abes eşyalara dair, haberler ve sosyal medya üzerinden edindiğimiz tatsız bilgileri bir kenara bırakalım. Bugün hâlâ ve kesinlikle söylenmesi gereken bir şey var ki; o da Van’ın halen yardıma ihtiyacı olduğu. Ama bu kez başka türlü... Depremde binası hasar gördüğü halde, bahçesine kurduğu dev çadır içinde oyunlarını sahnelemeye devam eden Van

Devlet Tiyatrosu, işte bu sebepten, tiyatro ve umut dolu bir tıra atlayıp, yüzleri güldürmek için yola koyuldu ve Van’da köy köy dolaşarak, ömründe hiç tiyatro oyunu izlememiş insanlara oyunlarını, umutlarını götürdü. Kürt şiirinin Yunus Emre’si Feqiyê Teyran’ı anmak için düzenlenen kültür festivali sebebiyle gittiğimiz Bahçesaray ilçesinde karşılaştık ekiple. Hatırlayacaksınız,


“Biz geldiğimizde öğlen üçte dükkanlar kapanıyordu burada. Sıkıyönetim vardı. Polis eskortlarıyla evimize gidiyor, turneye çıkıyorduk.” Festival alanının en renkli noktası, üzerinde DT logosu olan seyyar sahne.

Bahçesaray iki sene öncesine kadar kar sebebiyle 9 ay boyunca kapanan yollarıyla haberlere konu olurdu. Bahçesaray halkından nüktedan bir yaşlı amcanın bize “3 ay Van’a, 9 ay Allah’a bağlıyız” demesinin sebebi de bu. Tam bir mahrumiyet bölgesi(ydi) yani. Şimdi kar tünellerinin inşa çalışmaları ve yolların genişletilmesiyle Bahçesaray’ın ulaşım koşulları iyileştiriliyor. Festival vakti kış şartlarından eser kalmayan Bahçesaray’da 3. Feqiye Teyran Kültür Festivali epey hareketli geçti. Şairin evi ve mezarı ziyaret edildi; şiirler okundu, konuşmalar yapıldı, seminerler düzenlendi. Festival alanının en renkli noktasıysa, üzerinde DT logosu olan bir seyyar sahneydi. Oyun oynadılar, çocukların yüzlerini boyadılar, oyuncaklar ve çikolatalar dağıttılar... Dediler ki “Haydi sen de bir dilek tut”, herkes tuttu dileğini, yakılan dilek fenerlerine bindirilen umutlar yüzlerde

tebessümle göğe yollandı. Her bir fenerde ayrı bir dilek...

“En azından taranmıyoruz” Festival sonrası, Bahçesaraylıların bir sene evvel kurulan su fabrikasında işleyip, Van ve çevresine dağıttıkları, yetmeyip üzerinde rafting yaptıkları (evet, Bahçesaray’da rafting yapılıyor) Müküs Çayı’nın kenarına oturmuş, festivalin yorgunluğunu atıyoruz. Yan masamızdaki iki kişi belli ki tiyatro ekibinden, günün kritiğini yapıyorlar. Bir ‘merhaba’yla bu yazının yazılmasına sebep olan sohbetimiz başlıyor. Tuzu kuru özel tiyatro sahiplerinin Şehir ve Devlet Tiyatrosu’na yönelik ‘karalama’larından Türk tiyatrosunun yaşadığı sıkıntılı günlere, kişisel hikayelerinden festival alanındaki tırın sırrına kadar her şeyi konuşuyoruz onlarla. Güzel ikiliden biri, Volkan Altuğ (31).

Ankara doğumlu. Van Devlet Tiyatrosu’nun oyun müziklerinde onun imzası var. TRT’de film seslendirmeleri yapıyormuş önceleri. Sonra bir şekilde yolu Van’a düşmüş. “Biz geldiğimizde öğlen üçte dükkanlar kapanıyordu burada. Sıkıyönetim vardı. Polis eskortlarıyla evimize gidiyor, turneye çıkıyorduk,” diyor. Yetmiyor; Bingöl turnesinde oyun oynanırken patlayan canlı bombadan Hakkari-Şırnak turne yolunda önlerindeki askeri aracın taranmasına kadar, metropolden bakıldığında kulağa ‘macera filmi’ sahneleri gibi gelebilecek tatsız anılardan bahsediyor. ”Ya şimdi?” diyorum. “Şimdi daha iyi...” “Ne açıdan daha iyi?” “En azından taranmıyoruz.” Volkan 14 senedir Van’da yaşıyor ve geri dönmeye hiç niyeti yok. Tüm sözlerini şöyle özetlemeyi seçiyor: “Burada dert Milliyet Sanat A ustos 2012

99


■ ■ ■ ■ ■

SAHNE SANATLARI

Volkan Altu ve Abdülselam Çok birlikte dilek feneri uçururken.

var, dert.” Diğerinin adıysa, Abdülselam Çok (27). 22 çocuklu ve iki anneli bir ailenin üyesi; bir Kürt çocuğu. Anlattığına göre, Van Devlet Tiyatrosu’nun kapısından girdiğinde Türkçeyi iyi bilmiyor, kendini ifade ederken çekiniyormuş. Abdülselam’ın sohbetimiz sırasında tiyatroların özelleştirilmesi ve ‘memur tiyatrocular’ ithamından söz edilirken, niçin o denli hararetli olduğunu anlamak, ancak bu ön bilgilerden sonra mümkün. Çünkü o, Van Devlet Tiyatrosu’nun çocuk oyunlarında yetişmiş, şimdi Van’daki kardeşlerine oyunculuk dersleri veren bir tiyatro sevdalısı.

Çadırdan tıra yolculuk

100

Van Devlet Tiyatrosu’nun binası depremden zarar gördüğü için, kış şartlarının çetinliği sebebiyle etkinlik yapılamamıştı. Ancak çadırın tiyatroya dönüşme fikri gerçekleştiğinde herkesin umduğundan daha fazlası oldu. Kimse neyle karşılaşacağını bilmiyordu ama içine girdiğinizde fuayesi, kantini, 315 kişilik seyirci kapasitesiyle tam anlamıyla bir sahne var. Tır tiyatrosu projesinin de sahibi Van Devlet Tiyatrosu Müdürü Esat Tanrıverdi’nin söylediğine göre, Türkiye’de bu imkanlara sahip çok az sahne var. Tır tiyatrosu projesi de, çadır tiyatrosunun bir devamı niteliğinde aslında. Volkan Altuğ’la Abdülselam Çok’un da içinde bulunduğu ekip 23 Nisan’dan 29 Haziran’a kadar köy köy gezerek, çocukların çoğunlukta olduğu yaklaşık 20 bin kişiye ulaşmış. Tiyatro binasının onarılması içinse, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dan söz alınmış. Tadilat projesi tamamlanmak üzere, ancak Esat Tanrıverdi diyor ki: “Yeni sezonda kendi sahnemizi kullanamayacağımızı biliyorum; çünkü yetişmez. Ama çadırımız var, bina bitene kadar ordayız.” ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

TİYATRO

Van Devlet Tiyatrosu Müdürü Esat Tanrıverdi çocuklarla...

İmamdan iki dilde oyuna davet Fikir babası Van Devlet Tiyatrosu Müdürü Esat Tanrıverdi, tır tiyatrosu projesinin nasıl geliştiğini ve neler yaşandığını şöyle anlatıyor: “Bu yıl Van’da Akdamar Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Şenliği’nin 11.’sini düzenledik. Şenlik sonrasında Van Vali Yardımcısı Atay Uslu’yla sohbet ederken, ona Van’daki köylere gitmek istediğimi belirttim. Kendi de valiliğin bu işe uygun bir tırı olduğunu söyledi. Valilikle ortak hale getirdiğimiz projeyi genel müdürümüz Lemi Bilgin’e anlattım. O da bize destek verdi ve çok hızlı bir hareketle yola çıktık. 16 Haziran’da Bahçesaray Feqiye Teyran Kültür Festivali’ne katılarak başladık. Tır’da ilk oyunumuzu orada oynadık. İki gün orada kaldık. Ardından 29 Haziran’a kadar merkeze bağlı köylere her gün gidip geldik. “Projenin geri dönüşleri inanılmaz elbette. Birçok çocuğun hayatlarında gördükleri ilk tiyatro oyunu oldu. Sadece çocukların değil, tüm köy halkı için de öyle. Tır köye girdiği anda ilgi çekiyordu. Tır açılmaya başlayıp da sahne kurulurken, insanlar bu anı bile merakla izlemeye başlıyordu. Oyun oynanıp da biz tırı kapatıp dönene kadar izlemeye devam ediyorlardı. İlgi çok büyüktü. Gittiğimiz her köyün imamı camiden Kürtçe ve Türkçe anons yapıp halkı oyun izlemeye çağırdı: ‘Köyümüze tiyatro gelmiştir. Kadın, erkek, çocuk, herkes ücretsiz olarak izlemek için tırın yanına gelsin.’ İnsanlar hemen toplanmaya başlıyordu. Daha önce

büyük şehirde sirk izlemiş biri, bize ‘Yılan da var mı?’ diye sordu. Başka bir köydeyse, ‘Halka da attıracak mısınız?’ diye soruldu. ‘Yok, bizde sadece tiyatro var’ deyip, karşılıklı güldük. Sonra tüm izleyenlere çikolata dağıttık. Her oyunun sonunda nerdeyse tüm köy tek tek teşekkür etti. Kendilerini önemli hissettiler. Zaten köydeler, kimseyi görmüyorlar, zor günler geçirdikleri bir dönemde, keyifli dakikalar yaşayıp depremi, işi gücü bir kenara bıraktılar... Mutlular!”

“Ba bakan görse bütçemizi üçe katlar” “Devlet desteği olmazsa o çocuğa kim tiyatro götürecek? Ya da o çocuk hangi tiyatro çalışmasına katılacak? Özel tiyatroların bu işi başarabilmesi imkansız. Ya da bu insanları yok sayacağız. Tır projemiz çok etkili ancak sürekliliğinin olması lazım; okul gibi. Taşımalı sistemle tiyatro, köydeki insanların kapılarına kadar ulaşıyor. Sloganımız da ‘Her Tiyatro Bir Okul’. Ancak mevsimsel şartlara göre hareket edebiliriz. Çünkü kış şartları zor. Dışarıda etkinlik mümkün değil. Örneğin, Bahçesaray ilçesinin yolları 9 ay kapalı. Biz daha önce de turneye gitmiştik. Bu tır sayesinde ikinci gidişimiz oldu. ‘Her yıl gelin’, diyorlar. İşte bu sürekliliği yakalayabilmek lazım. Şuna inanıyorum ki, o insanların yüzündeki mutluluğu Başbakan görse bütçemizi üçe katlar. Ben de o zaman daha fazla proje üretebilirim.”


■ ■ ■ ■ ■

EDEB YAT

İZLENİM

Vapurdan ‘kitap’ manzaraları SELEN E EN sungerselenkareetek@hotmail.com

Bu şehirde yolda geçen ömrümüze kitap okuma alışkanlığını katanlarımız bilir; otobüste kitap okumak tam bir eziyet. Ama vapur öyle mi? Güzelim denize, püfür püfür esen rüzgara karşı 20 dakikasını denize ve kitaba ayıranlarla konuştuk, onları ve kitaplarını fotoğrafladık. KORNA sesleri, toz, bozuk yollar, sinirlenen insanlar, kavgalar, neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde araçtan çıkan sopalar, ani frenler... Karayolunun yalnızca birkaç olumsuzluğu bunlar. Bir de deniz yolculuklarımızın olumsuzluklarına bakalım: Temiz hava, hafif dalga, bazen rüzgar! Ger-

çekten aklıma olumsuzluk gelmiyor. İstanbul’da yaşayan biri olarak her gün deniz yolunu mutlaka kullanıyorum. Bu durumdan harikulade memnunum; gün içindeki huzurumu arttırıyor. Bu şehirde zamanımız kısıtlı; yolda uyu, yolda yemek ye, yolda müzik dinle, yolda Milliyet Sanat A ustos 2012

101


■ ■ ■ ■ ■

EDEB YAT

İZLENİM

çalış... Hayatımız yollarda geçiyor bu şehirde. Bizim de yollarda kitap okuyanlar dikkatimizi çekti. Yolda geçen ömrümüze kitap okuma alışkanlığını katanlarımız bilirler; otobüste kitap okumak tam bir eziyet. Dur kalklar, bazı bazı çıkan kavgalar, korna sesleri, sıcak, soğuk, kalabalık, konuşma sesleri o güzelim kitaba olan ilgimizi bizden önce gideceğimiz yere vardırıyor; ne okuduğumuzu anlıyoruz ne de midemiz berrak kalıyor. Biz otobüslerin kalabalığından uzaklaşıp, 20 dakikasını denize ve kitaba ayıranlara yöneldik... Vapurda kitap okuyanları mercek altına aldık... Onlarla kısa sohbetler ettik. Foto Rus ve Instagram programlarının da katkılarını es geçemeyiz.

Kadıköy’den Eminönü’ne...

102

Vapurda, iskeleye en yakın kitapçıdan alınmış kitapları okuyanlar çoğunlukta. Aslına bakarsanız iPad kullananlar daha bol tabii. Ama Kadıköy’den Eminönü’ne 12.20’de kalkan vapurda Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını okuyan yayıncı bir beyefendi insanların iPad’i kitap okumak için kullandıklarını sanmadığını söyledi. Üstelik yakında kitapları kağıtta değil tamamen sanal ortamda okuyacakmışız. Yeni kuşak okullarda uygulanmaya başlanan tablet uygulamasıyla kağıdın varlığını unutacakmış(!) Bu konuşmanın üzerine benim tüylerim ürpermiyor değil. Buna rağmen ağaçların kesilmeyecek olması fikri de kafamı karıştırıyor. “Kürk Mantolu Madonna” arada kaynamasın; okumayanlar en yakın kitapçıdan bu kitabı edinip herhangi bir vapura binsinler derim. Kitaba daldığınızdan manzarayı kaçıracaksınız fakat en azından güzel bir vapur çayı ve karaya oranla temiz havayla tanık olursunuz bu hikayeye. Aşkın varoluşundaki anların cımbızla ayıklanmış ayrıntılarına kapılıp gidersiniz. Bu vapurda orta yaşın üstünde bir hanımefendiye rastlıyorum; elinde Pelin Özer’in bu yıl Duygu Asena Roman Ödülü’nü kazanan kitabı “17 Haziran” var. Biraz ilerleyip tam karşısında Halil Cibran’ın “Ermiş”ini okuyan hanımefendiye rica ettim fotoğraf çekmek için. Fakat sanki hayır cevabını alacakmışım gibi sordum. Dolayısıyla hanımefendi sadece kitabın fotoğrafını çekmeme izin verdi. Olumsuz yaklaşırsan olumsuz cevap alırsın tabi. 12.20 vapurunda bunu öğrenmiş oldum. Bunun dışında bu vapurda Montaigne’in “Denemeler”i, Rollo May’in “Yaratma Cesareti”, Erik Jan Zürcher’in “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” ve Louis-Ferdinand CeMilliyet Sanat A ustos 2012

line’in “Gecenin Sonuna Yolculuk” kitapları okunuyordu. Kitap okuma oranı düşük bir yolculuktu; oysa vapur pek de tenha sayılmazdı.

Be ikta Kadıköy vapuru Bir 10.45 Beşiktaş-Kadıköy vapurunda enerjisiyle günümü daha iyi geçirmemi sağlayan, öğrenci değişim programıyla İtalya’dan yeni dönmüş bir yaşıtımla tanıştım. Tanıştım dediğime bakmayın; adını öğrendiğimden falan değil; geçirdiğimiz yaklaşık beş dakikaydı ama buna rağmen çok keyifliydi. Ad Hudler’ın “Ev Erkeği” kitabını okuyordu. Böldüğüm için özür diledim. Önce garipseyen hali yaklaşık on saniye içinde kendini sohbete bıraktı. “Ben yeni geldim, çok iyi konuşamıyorum Türkçe” dedi ama okuduğu kitaba bakın. Mütevazı insanın hali başka... Vapurdaki büfenin masalarından birine oturmuş çayını içen birini görünce heyecanlandım. İşte vapurun keyfini gerçekten çıkaran biri! “Affedersiniz, bölüyorum ama bir şey rica edeceğim. Ben Milliyet Sanat için vapurda kitap okuyanlarla ilgili bir yazı yazacağım da okuduğunuz kitabın adını ve yazarını öğrenip bir de fotoğrafınızı çekmem mümkün mü?” Ezberlenmiş repliğimi söylerken gülümsedi ve bana “Tabii” derken telefonu çaldı. Kızı arıyor... Kızına sonra konuşabilir miyiz diye sordu ve telefonu kapattı. Okuduğu kitap Brian Greene’in “Evrenin Dokusu & Uzay Zaman ve Gerçekliğin Dokusu”. Kitap biraz kalın. Fazla zamanını almamak için bu ilişkiyi çok uzatmadım. İçimden kızından özür dileyip yolculuk eden vapurun içinde kendi yolculuğuma devam ettim. Vapurun yan tarafında kapağında Atatürk olan bir kitap okuyan benim yaşlarımda bir genç kız gördüm. Yanına gidemedim, yan taraf doluydu. İçerden fotoğrafını çektim. Kitap Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam 1. Cilt”: 1881’den 1919’a kadar olan bölüm var bu ciltte. Meraklısına... Vapurun yan tarafında kitap okumanın keyfi başka. Deniz dibinde. Hafif rüzgar. İster güneş alan tarafa otur ister gölgeye. Bu tarafta ortaya oturursanız önünüzden geçenlerin okumanızı bölme riski daha az. Manzara önünüzde. Hem kitap okuyup hem deniz ve İstanbul manzarasına kendinizi kaptırabilirsiniz.

ehir içi mavi yolculuk Ben bazen vapura binip inmiyorum. Birkaç tur atıyorum zaman ayırabildiğimde. Şehir içi mavi yolculuk. “Zamanı bol herhalde bunun,” demeyin. İş çıkışında da motor var, gece de, hafta sonu da. Şehir hatları vapurları pek keyifli. Bazen vapur yerine motor da

Sınava son anda hazırlananlar için vapur uygun bir toplu ta ıma aracı olabilir.

gelebiliyor iskeleye. O da keyifli. Yaklaşık bir saatlik Boğaz turu yapmış oluyorsunuz. Üstelik Boğaz turu parası ödemeden. Normal tarife. Dolaşmaya devam ediyorum vapurun içinde. İçerden pencereden uzak oturan bir kıza yanaşıyorum, ezberlenmiş repliğimi söylüyorum. “Benim kitap da biraz şey ama...” diyor. Einstein’ın “İzafiyet Teorisi”ni okuyor. Vapura göre biraz ‘şey’ herhalde kitap, ben öyle anlamdırıyorum. Bu vapurda okunan diğer kitaplardan biri Demet Altınyeleklioğlu’nun “Moskof Cariye Hürrem” kitabı. Bu yazarı tanımadığımı ve bir gün bir kitapçıda birçok kitabına rastladığımda şaşırdığımdan bahsettim okuyucuya. Sadece “Evet” cevabını aldım. Cahilliğime verdi, bilgi vermedi. Muhtemelen okumasını bölmemden hoşlanmadı, haklı; uzaklaştım ve bu vapurda son olarak Cemil Meriç’in “Kırk Ambar”ını okuyan birine rastladım. Klasik senaryom gerçekleşti; repliğimi söyledim. Fotoğrafı çektim ve vapurun yolcu değiştirmesini bekledim. İnmediğim 10.45 Beşiktaş-Kadıköy vapuru şimdi 11.15 Kadıköy-Beşiktaş vapuru. Bir hanımefendi merdivenlerden çıkınca sağda oturmuş Nilüfer Göle’nin “Modern


12.20 vapuru... Bu vapurda Montaıgne’in “Denemeler”i, Rollo May’in “Yaratma Cesareti”, Erık Jan Zürcher’in “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” ve LouısFerdınand Celıne’in “Gecenin Sonuna Yolculuk” kitapları okunuyordu.

Mahrem” kitabını okuyor. Gidiyorum, repliğimi söylüyorum. “Önce kendinizi tanıtın” cevabını alıyorum. “Öğrenci misiniz? N’apıyo’sunuz?” diyor. Anlatıyorum. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olduğunu söylüyor. Biraz sohbet ediyoruz. Düzeliyor aramız, eriyor buzlar; mesafe korunuyor. Bana pek zevk almak için okuyormuş gibi değil de daha çok bir araştırma, öğrenme isteğiyle okuyor gibi geldi. Vapurun üst katında büfenin olduğu yerin yanındaki yerler açılmış... Püfür püfür esiyor. Hanımefendi de oraya yakın oturuyor. Ben de görünce dayanamıyorum. Gidip biraz rüzgarı hissediyorum. Büfenin masalarından birinde bir delikanlı oturuyor. Bindiğinde dikkatimi çekmişti; elinde Cemal Süreya’nın “Sevda Sözleri” var. Bekledim okumasını. Yalnız o elindeki Fanatik’i okumayı tercih etti. Okumayacak sanırım bu kitabı; ezberimi bozdum ve “Kitabı okuyacak mısınız?” diye sordum. Pek manasız buldu bu girişimimi. Neyse ki sohbet edebildik. Ben de bir çay söyledim. Bu delikanlının fotoğrafını kitabı okurken değil; “En sevdiğiniz şiir hangisi?” soruma yanıt bulmak için kitabı karıştırırken çektim.

Vapurun arka tarafında, dışarda David Safier’ın “Aniden Shakespeare” kitabını okuyan bir genç kız vardı. Shakespeare’i görünce çenem düştü tabii. Yaşlar da yakın, sohbet edebildik. Bir kadının içine Shakespeare giriyormuş ve kadın Shakespeare’in yaşadığı dönemde yaşandığı gibi sürdürüyormuş hayatını. Pek keyifli okuyordu kitabı. Bu vapurda okunan diğer kitaplar da şöyle: “Bir Soru Bir Aşk” - David Nichools, “Dracula” - Bram Stoker, “Pusula Kıtalar Atlası” -İhsan Oktay Anar,” Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu.

Keyifli üçleme Vapur iskeleye yanaşınca 11.45 Beşiktaş-Kadıköy vapuru oluyor. Doluyor. Ben gezinmeye koyuluyorum. Grange’ın “Siyah Kan”ını okuyan bir yolcu var. Gogol’ün “Ölü Canlar”ını; zamanı dolmayan kitaplardan... Süleyman Yürük’ün “Ben Kapıcı Süleyman”ınını okuyan şenlikli biriyle sohbete koyuluyorum. Az önce almış kitabı, şimdi başlamış. Henüz ikinci sayfada. Vapurda kitap okumanın keyfine varanlardan belli ki, cam kenarında büfenin masalarından birinde dalmıştı kitaba. Kitapla yeni

başlayan ilişkilerini bölmemek için uzaklaşıyorum ve vapurda ders çalışanlara rastlıyorum. Ellerinde notlar olanlar var. Kitaplı olanlardan birine yaklaşıp ezber repliğimi söylüyorum. “Ama bu ders kitabı” diyor: Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı’nın “Uluslararası Hukuk” kitabı. Vapuru son bir kez kolaçan ediyorum. Sinan Akyüz’ün “İncir Kuşları”nı okuyan ellili yaşlarında bir kadına rastlıyorum. Vapurda vakit geçsin diye okuyormuş kitabı; sevdiğinden değil. Vapurda, beklediğimden az kitap okunduğunu söyleyebilirim. Belki de çantalarında kitap olanların çoğu vapurun tadını başka türlü çıkarmayı tercih ediyor. Yalnız, söylemeliyim ki, vapur, kitap, çay üçlemesi çok keyifli. Otobüste, arabada dikkat daha kolay dağılıyor, metroda ayakta kalma ihtimali, kısa süreli yolculuk olması gibi olumsuzluklar var; kitabın sizi alıp götüren yerinde aceleyle inme zorunluluğu da... Vapurda inerken bile bir sakinlik söz konusu. Belki binerken olmasa da... Üstelik en dakik toplu taşıma aracı. Kitabımız yanımızda, şehrin avantajını kullanarak iş, okul gibi zorunlu yollarımızın güzergahına vapurla yolculuk ekleyelim derim. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

103


■ ■ ■ ■ ■

EDEB YAT

YENİ YAYINLAR

Süreyya Sami ile randevunuz var! S BEL ORAL sibelo@gmail.com

BARIŞ Uygur ve Süreyya Sami isimlerini önümüzdeki yıllarda sıkça duyabiliriz. Barış Uygur, Uykusuz dergisinin yazarı. Uzun yıllardır da mizah dergilerinde yazıyor. Onun kaleminden çıkan Süreyya Sami Türkiye polisiye edebiyatının son kahramanlarından biri. Tuhaf bir adam Süreyya Sami. Kendi hayatına bir yol çizememiş, istediği okullarda okumayıp istemediği bir mesleği, polisliği yapmış. Peki, ne istiyormuş da olmamış diye sorarsanız, emin olun Süreyya Sami de bunu bilmiyor. İstemedikleri çok ortadayken istediğinin ne olduğunu sorgulamayan bir karakter Sami. Polislikten sonra boya badana işlerine bakıyor ve arada da dedektiflik yapıyor. Siyaset programlarını izliyor ama oy vermiyor. Kral TV’yi açıyor ama televizyonun sesini kapatıyor. Bir taraftan dünyanın çok içinde, diğer yandan da dışarıdan bakıp umursamıyor. “Feriköy Mezarlığı’nda Randevu” için hem romancı Barış Uygur hem de kahramanı Süreyya Sami’yle tanışma romanı diyebiliriz. Önemli bir spor yazarının çok sevdiği eşinin kaybolması ve sonrasında gelişen tuhaf olayları ele alıyor roman. 2002 yılında geçen hikaye dönemin politik çehresini de gösteriyor. Barış Uygur’la bir araya gelerek onu ve Süreyya Sami’yi daha yakından tanımaya çalıştık.

104

1996 yılından bu yana, yani 17 yaşından beri mizah dergilerinde yazıyorsunuz. Nasıl başladı bu yazma serüveni? Lise yıllarında, okulumun da yakınında olduğu için sık sık Pişmiş Kelle dergisinde gider, dergidekiler çalışırken ben de onlarla oturup sohbetlerini dinler, arada da geMilliyet Sanat A ustos 2012

Uykusuz dergisinin yazarlarından Barış Uygur, ilk polisiyesi “Feriköy Mezarlığı’nda Randevu” ve kahramanı Süreyya Sami ile okur karşında.

“Feriköy Mezarlı ı’nda Randevu” Barı Uygur leti im Yayınları Fiyatı: 13,50 TL

vezeliklerimle kafalarını şişirirdim. Engin Ergönütaş herhalde biraz da beni susturmak için dergiye yazı yazmamı teklif etti. Ben de arkadaşlarım üniversite sınavına hazırlanırken oturup her hafta Pişmiş Kelle’ye yazı yazmaya, zamanla dergideki diğer işlere de yardım etmeye başladım. Lise bittikten sonra da bir süre daha devam etti. Pişmiş Kelle kapandıktan sonra Alarm isimli kısa ömürlü bir mizah dergisinde daha yazdım. Son olarak da Uykusuz dergisinde, çıktığı günden bu yana her hafta yazmaya devam ediyorum. Peki ya roman yazmak? Aslında roman yazma hevesim, mizah dergilerinde yazmamdan daha önce de vardı. Lise yıllarında birkaç kez roman yazmayı da denedim. Tabii bazı sınıf arkadaşlarımdan başka kimse bunları okumadığı için bugün bir hayli memnunum. Zira takdir edersiniz ki pek de ipe sapa gelir şeyler değillerdi. Annem bunların bir kısmını eşantiyon ajandalarda, bir kısmını ise daktilo edilmiş olarak hâlâ saklar. “Feriköy Mezarlığı’nda Randevu”yu yazmaya ne zaman başladınız? 2004 yılında Otium isimli bir internet sitesi için tefrika halinde yazmaya başladım. Her hafta bir bölüm yazmak üzere yola çık-

mıştım, uzunca bir süre de bunu devam ettirdim. Romanın başı ve sonu yazmaya başlamadan önce üç aşağı beş yukarı belliydi ama daha sonra araya askerlik girince ara vermek zorunda kaldım. En nihayetinde geçtiğimiz yıllarda artık romanı tamamlamaktan ümidimi kesmişken, bilhassa Meltem Gürle’nin teşvikiyle bitirmeyi başardım. Zaten romanın ilk okumalarını da o ve Begüm Kovulmaz yaptılar. Öyle sanıyorum ki biraz geç olmuş gibi gözükse de doğru bir zamanda ve ehil ellerle hayat buldu. Kahramanınız Süreyya Sami tuhaf bir adam. Hiçbir şey yapmamak üzerine kurduğu bir hayatı var sanki... Süreyya Sami, belli bir yaşa gelene kadar hep başkalarının istediği şekilde yaşamış, kendi hayatına yön verme fırsatı bulamamış bir adam. İstemediği okullarda okumuş, istemediği bir mesleği yapmak zorunda kalmış ve fırsatını bulduğu ilk anda da mesleğinden ayrılmış. Ama hayatı boyunca istemediği şeyler yaparken gerçekten ne istediğini, kendisi için daha uygun olanın ne olduğunu da sorgulamamış hatta bir şeyi istemekten korkar hâle gelmiş.Ailesini kaybettikten ve meslekten de ayrıldıktan sonra kendisini büyük bir boşlukta bulmuş ve o boşluğu nasıl doldurabileceğini bilmiyor. Zincirlerinden kurtulduktan sonra yeni elde ettiği özgürlükle ne yapacağını bilmiyor. O yüzden nafakasını çıkarmak için geçici işlerde çalışıyor ve yepyeni bir başlangıç yapma fikri de kafasına çok yatmıyor. Sizin ya da Süreyya Sami’nin Lawrence Block’la nasıl bir bağı var? Lawrence Block, bana bu türü sevdiren ilk yazar. Gayet bilinçli bir şekilde Block’tan ilham aldım. Block’un yaşadığı şehri anlatışı, popüler kültür göndermeleri ve kurgu bir hikayeyi anlatmak için bolca nesnel gerçeklik-


FOTO RAF: HÜSEY N ÖZDEM R

lk kez Pi mi Kelle dergisinde yazan Barı Uygur, yayın hayatına ba ladı ından beri her hafta Uykusuz’da da yazıyor.

“Behzat Ç., belki de Türkiye polisiyesinde ayakları yere en sağlam basan karakterlerden biri. İlk okuduğumda Emrah Serbes’in zamanında polislik yapıp yapmadığını bile merak ettim.” ten yararlanarak anlattığını daha da inanılır kılması, bir polisiyenin nasıl yazılması gerektiği konusunda yol gösterici oldu. Buna karşın zorunlu farklılıklar da var. Oradaki yasalar, işleyiş buraya çok uyarlanabilir değil örneğin. Süreyya Sami, kendisine ilham veren Matthew Scudder kadar özgür değil ama onun kadar ciddi sorunlar da yaşamıyor, Scudder’daki gibi yoğun bir şiddet ve suçla da karşılaşmıyor. En azından şimdilik. Zaten Scudder’ın Süreyya Sami üzerindeki etkisi çok açık. Hatta romanın yazım aşa-

masında, bizzat Lawrence Block’la iletişim kurarak kendisine Scudder gibi zamanında polislik yapmış yalnız bir karakter üzerine yazdığımı belirtip bu konuda bilgi verdim. Kendisinden buna karşılık yüreklendirici bir mesaj aldım. Kitap basılır basılmaz, postaya verdiğim ilk kopyalardan biri de ona gitti. Romanın bana göre ters işleyen bir kurgusu var. Bu tarz romanlarda sayfalar ilerlerken düğüm yavaşça çözülür. Bana göre sizde tersi oldu; romanın sonunda düğümlendi, tadı

da damağımda kaldı... Polisiye yazmaya başladığımda ilk karşılaştığım sorun, geleneksel polisiye kurgusunu Türkiye’ye nasıl uyarlayacağımdı. Öykü genellikle bir cinayetle başlar ve kahraman öykü boyunca bu cinayeti çözmeye çalışır. Bu şekilde bir kurguyu Süreyya Sami’ye uyarlayabilmem bir hayli güçtü. O yüzden serinin bu ilk kitabının bulmaca çözdürmekten ziyade okuru Süreyya Sami’yle tanıştırmak gibi bir görevinin olduğunu söyleyebilirim. Süreyya Sami, zaman içerisinde hiç şüphe yok ki geleneksel polisiye roman kurgusuyla da karşımıza çıkacak ama şimdilik kendisini tanıyalım istedim. Peki ya ikinci ve hatta üçüncü roman da yolda mı? “Feriköy Mezarlığı’nda Randevu”, 2002 yılında geçiyor. İkinci kitapta ise yedi yıl sonrasında, 2009’da bulacağız kendimizi. Ama her iki kitabı da okuyanlar, o yedi yılda neler yaşandığı konusunda da bir fikir sahibi olacak. İkinci kitap, “Feriköy Mezarlığı’nda Randevu”yla tanıdığımız Süreyya Sami’nin geçmişine dair de bize önemli ipuçları verecek. Süreyya Sami’yi ikinci kitapta son derece zorlu ve bu kez tabiri caizse kanın gövdeyi götürdüğü bir macera bekliyor. Serinin üçüncü kitabı ise henüz bitmedi. Günümüz çağdaş polisiye edebiyatını nasıl değerlendirirsiniz? Polisiye edebiyat herhalde yapısı itibariyle yazarına birçok konuda birçok şey söyleme fırsatı veren bir tür ve genellikle bu türdeki eserler yüzeyde anlattıkları hikâyelerden daha derin söylemler içeriyor. Örneğin Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’larını bir pozitivizm övgüsü olarak okumak herhalde yanlış olmaz. Ama özellikle Dashiell Hammett’la başladığını düşündüğüm, öyle bildiğim yeni akım, bu türe ciddi bir ideolojik boyut kazandırmış. Hatta Kemal Tahir’in, kendi yazdığı Mike Hammer’ları da bu açıdan savunduğunu okuyoruz Aziz Nesin’in yazdığı anılarda. Zaten Mike Hammer da, Kemal Tahir’in elinde ideolojik derinliği olan, meselelere sınıfsal perspektiften bakan bir kahramana dönüşüyor birdenbire. Kendi payıma orijinallerden daha çok seviyorum Kemal Tahir’in yazdıklarını. Daha yakın döneme bakacak olursak, Türkiye’de de yayımlanan polisiye romanlar az olsa da bu tip nitelikli işlerden oluşuyor, bu da sevindirici bir durum. Süreyya Sami sizce Behzat Ç. Gibi bir fenomen olabilir mi? Behzat Ç., belki de Türkiye polisiyesinde ayakları yere en sağlam basan karakterlerden biri. İlk okuduğumda Emrah Serbes’in zamanında polislik yapıp yapmadığını bile merak ettim. Süreyya Sami’nin de bilhassa ikinci kitapla beraber kendisine has bir okura kavuşmasını umuyorum. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

105


■ ■ ■ ■ ■

EDEB YAT

KÜTÜPHANE

Kitaplarını ne yapmayı düşünüyorlar?

Kulin “Bir keresinde yardımcım çok eskidi i için bir kitabımı atmı tı, o gün bu gündür, kütüphanemi kimseye temizletmiyorum” diyor.

ERAY AK e.erayak@gmail.com

Türkçenin usta kalemi Adalet Ağaoğlu’nun kitaplarını Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlaması akıllara yazar kitaplıklarını getirdi. Biz de yazarların kütüphanelerine girdik, kitaplarını ileride ne yapmayı düşündüklerini sorduk.

106

YAZARLARIN kitaplıkları, hangi kaynaklardan beslendiğinin yansımaları oluyor bizim için. Onun hangi fırınlardan ekmek aldığını, hangi derelerden su içtiğini okur gözüyle görmek farklı bir bakış açısı sağlıyor. Bir diğer yandan da sevdiğiniz bir yazarın kişisel zevklerini ön plana çıkararak biriktirdiği, onun anısına imzalanmış daha kim bilir nice yazardan imzalı, değerli kitaplara dokunmak... Bu da kitap kokusunu sevenler için, işin diğer tarafını oluşturuyor. Bu cümlelerin kurulmasına sebep ise Adalet Ağaoğlu’nun yılların birikimi kitaplığını Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlaması. Boğaziçi Üniversitesi de bu koleksiyonla Adalet Ağaoğlu adına Boğaziçi Üniversitesi Aptullah Kuran Kütüphanesi içinde bir araştırma odası açtı. Adalet Ağaoğlu Araştırma Odası’nda, yazarın kendisi ve eşi Halim Ağaoğlu tarafından oluşturulan arşiv, belgeler, hakkında yapılan incelemeler, mektuplar ve aldığı ödüller de yer alıyor. Ağaoğlu’nun bu cömert bağışı sonrasında ise yazar kitaplıkları tekrar akıllara düştü. Kitap biriktirmeyi alkolizmle bir tutan, kendisini bildiğinden beri kitap biriktiren, nadir kitapların peşine düşen, kitaplardan ötürü hasta olmasına karşın onlardan vazgeçemeyen kitap sevdalılarına kitaplıklarını, onlarla ilişkilerini sorduk biz de ve bir de kitaplarını ileride ne yapmayı düşündüklerini...

Milliyet Sanat A ustos 2012

FOTO RAFLAR: ERCAN ARSLAN

Ayşe Kulin: “Bana kalan eski kitaplarımı oğullarıma bırakacağım” ■ Çocuk masalları dışında ilk okuduğum kitap, babamın armağanı “Beyaz Zambaklar Ülkesi”ydi. ■ Kütüphanemin eski kitapları bence en değerli yanı. Kütüphanemde Fransızca olarak 1828 basımı Moliere’in eserleri, 1911 basımı Emile Zola’dan “Nana”, 1920 basımı Claude Farrere’den “Roxelane”, 1925 basımı Pıerre Loti’den “Aziyade”, İngilizce olarak 1928 basımı Tennyson şiirleri, 1946 basımı Anton Çehov’un“Grasshopper” adlı öykü kitabı var örneğin. 18. ve 19. YY.’a ait pek çok eski Türkçe kitap da var ki ne yazık, okuyamıyorum. Rafları dolduran bu eski kitaplar bana ailemden kaldı. Ayrıca benim almış olduğum Türk yazarları var. Paramparça oldular ama nereye taşınsam ev ev geziyorlar benimle. Varlık Yayınları’ndan 1954 basımı Orhan Veli’nin “Bütün Şiirleri”, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş Şiiri”, Nazım’ın yayına ilk izin çıktığında basılan “Kurtuluş Savaşı Destanı” ve “Şu 1941 Yılında” (basım yılı yazmıyor ya da o sayfalar kopmuş, yetmişlerin başında basılmış olmalı). “Aylak Adam”ın, Nezihe Meriç’in “Topal Koş-

ma”sının ilk baskıları da var. Ve elbette çağdaşım olan çok değerli yazarların; Adalaet Ağaoğlu’nun, Füruzan’ın, Pınar Kür’ün, Tomris Uyar’ın, Leyla Erbil’in, İnci Aral’ın, Buket Uzuner’in, Orhan Pamuk’un, Elif Şafak’ın tüm kitaplarının ilk baskıları raflarımda duruyor. ■ Evinde eski kitap barındıranların çoğu astım olmaya mahkumdur, çünkü bu kitapların tozları alınırken kitap bitleri nefes borusuna kaçabiliyor. Bir keresinde yardımcım çok eskidiği için bir kitabımı atmıştı, o gün bu gündür, astımı göze aldım, kütüphanemi kimseye temizletmiyorum. ■ Zaten çok sevdiğim Adalet Ağaoğlu’nu bir kere daha takdir ettim. Ben, bana dedelerimden, büyükannelerimden kalan eski kitapların hep aile içinde kalmasını umut ederek, onları oğullarıma bırakacağım. Dilerim oğullarım bu kitaplara sahip olmanın en değerli zenginlik olduğunun bilincindedirler. Diğer kitaplarımı her yıl, yer darlığından, üzülerek çeşitli kütüphanelere armağan ediyorum. En sonunda kütüphanemi üç kuşaktır aile fertlerimizi yetiştirmiş olan Boğaziçi’ne armağan etmek ne iyi bir fikir! Var olsun Adalet Hanım!


Selim İleri: “Ölümümden sonra bir üniversite kitaplığına bağışlamak istiyorum” ■ Kitaplığıma koyduğum ilk kitabı hatırlamıyorum ama ilk kitaplarım ablamdan bana kalanlar. O zihnimde çok net. Bir de bundan sonra kitaplarım için özel bir defter tutmaya başladığımı hatırlıyorum. Her kitap için ayrı numaralar verip bu deftere kaydederdim. ■ Kitaplığımdaki hiçbir kitabı birbirinden

ayırdığımı söyleyemem. Benim için hepsi özel ve değerli ancak tabii imzalı olanların ayrı bir yeri var bende. Kitaplığımla ilgili özel şeyler söyleyemeyeceğim ama sahaflardan bulduğum benim adıma olmasa da şu an yaşamayan yazarlarımızdan imzalı özel kitaplarım var. Halit Ziya’nın, Nahid Sırrı’nın... On-

Selim leri, kitapların sahaflara dü mesinin yazar için kırıcı olabilece ini söylüyor.

lara özel bir sevgim olduğunu söyleyebilirim. ■ Adalet Ağaoğlu’nun bağışını tam da bu yönde çok doğru buluyorum çünkü o imzalı kitaplar sahaflara düştüğünde, yazar açısından çok kırıcı olabiliyor. Ölümümden sonra olmak kaydıyla ben de bir üniversite kitaplığına bağışlamayı düşünüyorum.

Müge plikçi için imzalı kitap çok önemli.

FOTO RAF: HÜSEY N ÖZDEM R

Müge İplikçi: “Bir bölümünü sahaflara veriyorum” ■ Çok küçük yaşlardan beri kitap biriktirmeye başladım. Bir zamanlar özel kitapları aramak gibi bir çabam vardı. Alamasam bile onlara bakmak, sayfalarını karıştırmak... Artık buna vakit bulamıyorum. ■ Elimde eski bir Charles Dickens kitabı var: “İki Şehrin Hikayesi”. İngiltere’deki bir sahaftan almıştım yıllar önce. İmzalı kitaplar da çok kıymetli benim için. Leyla Erbil, Pınar Kür, Nazlı Eray, Orhan Pamuk, İnci Aral, Şebnem İşigüzel’in imzalı kitapları.. Ve daha nice sevdiğim yazarın. ■ İki sene önce İstanbul Bilgi Üniversitesi Nazım Hikmet’in aslına uygun olarak ‘bir defterini’ yayımlamıştı. Nazım Hikmet’in 1940 yılında “Çankırı’dan Piraye’ye Mektuplar” başlığında yolladığı ve kendi elyazısıyla yazdığı, çizgisiz bir defterdi bu. Yeniden ve sınırlı sayıda basılmıştı. Kağıt, karton ve cilt bezi özeldi. Neredeyse orjinali gibiydi. Çok istemiştim ama bir türlü ulaşamamıştım ona. Sonra bir gün defter postadan çıkageldi. Ne kadar mutlu oldum anlatamam. Kütüphanemde onun da yeri ayrıdır! ■ Kitaplar, evin ya da büromun taşıyamayacağı boyutlara geldiğinde onları gözden geçirip bir bölümünü sahaflara veriyorum. İlerde onları bir okul kütüphanesine bağışlamayı düşünüyorum ben de. Milliyet Sanat A ustos 2012

107


■ ■ ■ ■ ■

EDEB YAT

KÜTÜPHANE

lber Ortaylı’nın yirmi be basılı eseri var.

İlber Ortaylı: “Kitaplarımın 5 bin kadarını Galatasaray Üniversitesi’ne bağışladım” ■ Benim zamanımda Türkiye’de kitap-

108

lıklar bugünkü gibi değildi. Bugün bir takım kütüphaneler var. Bir; İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi), İstanbul’da. İslam eserleri, Doğu tarihi üzerine yok yok orada ve çok güzel hizmet veriyor, gece yarılarına kadar açık. Ankara’da mesela Bilkent. Yirmi dört saat açık neredeyse ve açık raf sistemi tıpkı İSAM’daki gibi. Hizmet anlayışları itibariyle bu iki kütüphane Avrupa’da bulunmuyor. Bunların dışında bizim eski bir tarih kurumumuz var, biz onu kullanırdık. Fakat ben açık söyleyeyim dünya ve Avrupa tarihine olan ilgim itibariyle kitap yoktu benim için ve ben Avrupa’dan dönerken taşırdım bunları. ■ Üç dairede duruyor şu an benim elimde olan kitaplar. Henüz sayım yaptırmadık ama 30 bin civarında olduğunu düşünüyorum, biraz ıslah etmem lazım. Anadolu üniversiteleri de 30 bin kitaplık kütüphanemiz var diye övünüyor, yani ayıp bir şey. Benim sırf tarih dalındaki kitaplaMilliyet Sanat A ustos 2012

rım o kadar ve ben tek de değilim. Zafer Toprak gibi çok meşhur kitaplığı olan arkadaşlar var. Bunlar tabii birikim ve basit bir bibliyofili değil bu. Yani, kitabı sevip de toplama değil. Kütüphane bize hizmet veremiyordu bizim gençliğimizde. Avrupa tarihiyle ilgili, coğrafyayla ilgili, bir takım nadide dallarla ilgili kitapları anında, tereddütsüz satın alıp taşımak zorundaydık. ■ Kitapların hepsi özel benim için. Boşuna alamayız zaten kitapları, çünkü hem yer tutuyor hem para tutuyor hem taşıması dert... Ben onu alkolizm gibi görüyorum bir nevi. Alkolizm adama pek bir yarar getirmez biliyorsun ama bir şekilde yaşatır işte. O öyle yaşar, biz de böyle yaşıyoruz. ■ Kitaplarımın küçük kısmıyla, küçük kısmı dediğim 5 bin civarı, seminer kitaplığı yaptık Galatsaray Üniversitesi’nde. Bir ona yakınını da İSAM’a verdim. Bundan sonra vereceklerim ancak özel bir bölümle mümkün olacaktır.

igüzel, “Önemli olan sizin izleriniz, kitaplarınızla kurdu unuz ili ki, o kitaplarla yaptı ınız yolculuk” diyor.


Doğan Hızlan: “Adımı taşıyan kütüphanelerin devamı gelecek”

Do an Hızlan, yazıları için kullandı ı kitaplarını imdilik ba ı lamayı dü ünmüyor.

■ Kitaplarımın sık sık kullandığım bölümünü annemin bana verdiği, Fatih’teki evde bulunduruyorum. Gazetedeki odamda başvuru kitaplarım var: Sözlükler, ansiklopediler, antolojiler yanımda duruyor. Yaşadığım evde de bir kısım kitaplar var. Çünkü okumak için eve getirdiğim kitaplar da orada birikiyor, böylece orası da bir kütüphaneye dönüşüyor. ■ TÜYAP Kitap Fuarı’nda ve Antalya’da adımı taşıyan kütüphanelerde özellikle genel bilgi peşinde koşan okurlar için yararlı kitaplar var. Her iki kütüphane de verilenlerle yetinmiyor. TÜYAP ve Antalya da sürekli kitap alıyor. TÜYAP’ta benim adımı taşıyan kütüphanede iyi bir İstanbul kitaplığı düzenleniyor. Bu kütüphanelerin devamı gelecek, bir üniversite ile temaslarımız var, sonuçlanmak üzere. ■ Her gün kullandığım, yazılarım için gerekli başvuru kitapları için şimdilik bir şey düşünmüyorum. İlerde onları da bir kütüphaneye emanet edebilirim.

FOTO RAF: TAMAR ÇITAK

Şebnem İşigüzel: “Kızım benim için yazar müzesi kurmaya kararlı” ■ 2000 yılının başında nihayet bir çalışma odam oldu. Kitaplarımı kutulardan çıkarıp raflara dizdikten sonra “Evet artık bu benim kitaplığım,” dedim. Yani fiziki olarak bir yere kavuştuktan sonra söyleyebildim bunu. Benim için dünyanın en güzel kitapları kütüphanemdeydi. Ama bu sadece ben böyle hissettiğim için böyleydi. ■ Çalışma mekanıma fazla insan sokmamaya gayret ederim. Hiç hoşlanmam kitap raflarımı inceleyen gözlerden. Kütüphanemden bir kitap çekip karıştırmak isteyenin eline vurasım gelir. Böyle tuhaf bir mahremiyeti var kütüphanemin. Nedeni bir ihtimal neredeyse çocukluğumdan bu yana sakladığım kitaplarımın olması. Ve tabii özel notlu okumalar yaptığım kitapların olması. Meraklı bir gözün görmesini istemem. Bir tek kızım Tamar istediği gibi deşebilir kitaplığımı.

■ Kitaplık sayesinde bir yazarın okur olarak yolculuğunu görebilirsiniz. En azından ben baktığımda binlerce hatıra içinde dolanıyor gibi hissediyorum kendimi. Yoksa klasikler, özel baskılar, imzalı kitaplar, sayılı baskılar, nadide bir iki kitap. Dünyanın bilmem ne kütüphanesinde bin fazlası var. Önemli olan sizin izleriniz, kitaplarınızla kurduğunuz ilişki, o kitaplarla yaptığınız yolculuk. ■ Özel notlu vs. kitaplarımı çocuklarımın saklamasını isterim. Artık ışıklı tabletlerden kitap okuduğumuz şu günlerde diğerlerinin kıymeti sadece benim elimden geçmiş olmaları olabilir. Kızım garip bir biçimde ben bu dünyadan göçtükten sonra benim için bir yazar müzesi kurmaya kararlı. Eğer şaka yapmıyorsa kitaplar orada durabilir. Diğer seçenek yazları kaldığım Ege köyündeki şahane manzaralı köy kitaplığına taşınmaları olabilir. Milliyet Sanat A ustos 2012

109


■ ■ ■ ■ ■

EDEB YAT

KÜTÜPHANE

FOTO RAF: VEDAT ARIK

Semih Gümüş: “AFL Kütüphanesi’ne vereceğim birikmiş kitaplarımı”

Faruk Duman

Faruk Duman: “Kitaplıkların hep bir arada durması gerekiyor”

110

■ Ben uzun zaman, gerçek yolculuklarla okuma yolculuklarının birbirine nasıl olup da bu kadar benzediğini düşündüm. Okumak, bir yolculuktur... Eski zaman seyyahları bunu biliyorlardı ve kendi inançlarını ve görme biçimlerini yazarak, okurlarını da yolculuklarına dahil ederek değerlendirdiler. Böyle bakınca, kitaplığınız salonunuzun ya da odalarınızın duvarlarını kapladığı vakit, o duvarı aşmış oluyorsunuz. Üstelik, sonsuz yolculuk olasılığıyla yapıyorsunuz bunu. Kitabın ve okumanın gerçekliğinden ve olağanüstü tadından kuşku duyamayız. Kitaplığım, evimin en değerli varlığıdır. ■ Kendimi bildim bileli bizim evde kitap bulunurdu. Ben özellikle lise başlarında öykü kitaplarıyla tarih kitaplarını notlar alarak okumaya ve biriktirmeye başladım. Öyküyü çok seviyordum; Tomris Uyar’ları, Ferit Edgü’leri hep masamın üzerinde tutar, nasıl yazdıklarını anlayana kadar elimden bırakmazdım. ■ Bugün artık kitaplar için evde yer sorunu yaşıyorum, hepimizde olduğu gibi... Sevdiğim, değerli bulduğum edebiyat kitaplarını mutlaka koruyorum... Bir de tabii denemeler için bana kaynaklık eden bazı tarihler, seyahatnameler, sözlükler, resim kitapları var. Eski TDK yayını kitaplar da önemli... ■ Adalet Ağaoğlu’nunki gibi kitaplıkların dağılmaması, hep bir arada durması gerekiyor. ■ Kitaplığımdaki kitaplarla ilgili böyle bir şeyi düşünmek için erken. Kitap konusunda cimri olduğumu söyleyebilirim. Milliyet Sanat A ustos 2012

Gümü , çocukluk ve gençlik kitaplarının u anda kütüphanesinde olmadı ını söylüyor. ■ İnsan kendini bildi bileli kitap okuyorsa, ilk kitabı hatırlamak olanaksız. Çocukluğumu 1960’ların ilk yarısında yaşadığıma göre, düşünüyorum da, o yıllarda kitap çeşidi pek azdı, ama yok da değildi. Dergiler de vardı, ansiklopediler de. O yılların kitaplarının şimdilerde kitaplığımda olmadığını görüyorum. Demek başkalarına vermişim. Bunu bugün de yapıyorum. İlkgençlik yıllarımdan unutamadığım kitaplarımın önemli bir bölümü Varlık Yayınları’ndansa, öteki bölümü de Bilgi Yayınevi’nden. Necati Cumalı’nın “Kızılçullu Yolu” unutamadıklarımdandır. Epeyce eski tarihli. Öykü kitabı diye almış, eve gidince şiir kitabı olduğunu görmüştüm. Gelgelelim, küçük yaşta o güzel kitapla tanışmamı sağladı bu dalgınlık ki “Kızılçullu Yolu” Necati Cumalı’nın en güzel şiirlerinin olduğu kitaptır. ■ Bugün baskısı bulunmayan, sık sık dönüp baktığım, orasından burasından karıştırıp okuduğum kitaplarım en değerlileridir. Sayısı da pek çok onların. Sözgelimi “Parasız Yatılı”nın sonraki baskı-

larına bakmam da Bilgi Yayınevi’nden yayımlanan çok güzel baskılı olanını ara sıra karıştırırım. ■ Kitaplarım gitgide çoğalıyor. Bu arada ben hep yayıncı, dergici olarak yaşadığım için, çok sayıda kitap gönderiliyor. Önemli bir miktarını sahaf dükkânı açan bir arkadaşıma destek olsun diye vermiştim. Sonra gene biriktirdim. Şimdi de okuduğum liseme vermeye hazırlanıyorum. Ankara Fen Lisesi’nin hayatımdaki yeri çok özeldir. Yatılı okuduğum arkadaşlarımla can ciğer arkadaşlığımız hâlâ sürer. Ben de AFL Kütüphanesi’ne vereceğim birikmiş kitaplarımı. İlerde de topluca bir ikinci tur bağışı yaparım sanırım. ■ Adalet Ağaoğlu’nun davranışı örnek bir davranış. Sonradan değerini bilmeyen ellerde kalacaksa, kendiliğinden dağılacaksa, kitaplarımızı topluca bir yerlere vermek gerekli bence. Ama o kitapların değerini bilecek yerlere, doğru dürüst kurumlara, okullara. Onların sayısının da çok olmadığını biliyorum, ne yazık ki.


Can Öz ve annesi Samiye Öz.

Can Öz: “Kitaplarımı bağışlayabilirim ama babamın kitaplarını asla...” ■ Erdal Öz’ün üniversite yıllarındaki başucu kitabı Rilke’nin 1966 baskısı “Malte Laurids Brigge’nin Notları”. Sırtı artık çürümüş, bir üfleseniz tüm sayfaları ayrı ayrı uçuşacak, sapsarı, kupkuru bir kitap... İçinde hâlâ notları, satıraltı çizgileri duruyor. Biraz karıştırdım. Bu kitabın benim için ne ifade ettiğini anlatacak cümleyi kitabın içinde buldum. Babam daha yirmili yaşlarındayken, başka kim bilir neler yazmak için kullandığı bir kurşunkalem ile şu cümlenin altını çizmiş: “Niçin birdenbire en tatlı, en gece dolu kelimeleri buluveriyorum ve sesim niçin, kalbimle boğazım

arasında, içimde yumuşacık durmaktadır.” E, Behçet Necatigil çevirisi bu tabii. ■ Hem siyasi hem edebi meraklarını bu kitaplarla gidermiş. Müthiş kaynak kitaplar var, özellikle Türk Dil Kurumu’nun Evren darbesi ile mahvedilmeden önceki muhteşem çalışmalarının tümü rafta duruyor. ■ Kütüphanenin en değerli kısmı şeklinde bir ayrım yapamam. Bu, bir insanın ömrünün bir bölümünün daha önemli olduğunu söylemeye benziyor; bunu babam adına ben söyleyemem. Benim için onun ömrü, zihni bütünüyle aynı değerde.

■ Kitaplarının bir kısmı Şile’de son kitaplarını yazdığı odasında duruyor. Ancak en eski kitapları neme karşı korumak için orada tutmuyorum. Kalan kitaplar ofis odamda ve evimdeki kütüphanede duruyor. Annemle birlikte yaşadıkları evdeki kitaplar ise elbette bıraktığı yerdeler. ■ Adalet Ağaoğlu’nun yaptığı bağış elbette çok şık. Ben de bir gün kendi kitaplarımı bağışlayabilirim. Yayınevinden kitap bağışı sürekli yapıyorum. Ancak babamın kitaplarını asla bağışlamam. Bu kitaplarla zaman zaman onu izliyorum ve hepsine gözüm gibi bakmak niyetindeyim.

Selçuk Altun: “Anısı olan kitaplar ailede kalır, nadir olanlar müzayedede satışa sunulur” ■ Annem bana kitap sevgisini aşıladığında daha okumayı sökmemiştim. Çocukluğum ıssız değilse de uzak Anadolu kasabalarında geçti. O noktalarda kitap edinmek kolay değildi, ulaşabildiklerimi ‘kutsal emanet’ bellerdim. Ortaokuldan itibaren yatılı okudum. Okul kütüphanelerinin, genellikle tek ziyaretçisi olurdum. İşte o an ben, ‘kütüphanenin efendisiydim’. İddialı bir kütüphane sahibi olma hedefim, bilinçaltına o günlerde sızmış olmalıdır. Özel kitap avcılığım 35’imden sonra başladı; bilgi ve maddi birikimim hazır olunca. ■ Osmanlı’da ilk matbaanın bastığı siftah kitap (1729), İbrahim Müteferrika eliyle “Van Kuli Lügatı”, Ahmet Ertuğ’dan “Temples of Knowledge”, 1941 ürünü kült kitap “Garip”in O. Veli, O. Rifat ve M.C. Anday tarafından Şevket Rado’ya imzalı nüshası, uluslararası müzayedelerde düello ederek aldığım Sir Kingsley Amis’in ilk karısına imzaladığı külliyatı... Graham Greene’in ilk metresi D. Glover’e imzaladığı “A Gun For Sale”... Bana ithaf edile-

rek yazılan kitaplar... Ama itiraf etsin veya etmesin, bir bibliyofil için en özel kitap henüz elde edemediğidir. ■ Yarım yüzyıldır İngilizceyle iç içeyim; daha çok İngilizce kitaplar ve dergiler okurum. Kütüphanemin üçte ikisi İngilizce kitaplardan mürekkeptir. İngilizce bölümünü varsıllaştırmak için az Anglo-Amerikan sahafı ziyaret etmedim, en önde gelenleriyle dost oldum. Şiir ve modern romana ağırlık verdim. Boston’da, yalnızca şiir kitapları satan Grolier Poetry Bookshop vardı. Sahibesi Louisa Solana, “Sen Amerikan şiirini benden daha iyi takip ediyorsun,” derdi. ■ Adalet Ağaoğlu’nu öncelikle nitelikli bir kütüphanesi olduğu için takdir ediyorum. Mezunu olduğum Boğaziçi Üniversitesi’ne yaptığı bağıştan dolayı da ellerinden öperim. Ben nitelikli bir kütüphaneyi üçe bölerdim; anısı olan kitaplar ailede kalır, eğitim ve araştırmaya kaynak olanlar ilgili okul veya kuruluşlara bağışlanır, nadir ve yazarından imzalılarsa bir müzayedede satışa sunulur. Böylelikle onlar, en çok arzulayana gider. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

111


■ ■ ■ ■ ■

NOKTALI V RGÜL

YEKTA KOPAN yekta.kopan@gmail.com twitter.com/yektakopan

50 konserde 300’ü aşkın yerli ve yabancı sanatçıyı ağırlayan İstanbul Caz Festivali, tam anlamıyla bir ‘caz’ şenliği sundu İstanbullulara. Ardında ise unutulmayan konserler ve bolca caz dedikodusu bıraktı... Marcus Miller KSV’nin 40. yılı için “The Istanbul Project” isimli bir proje hazırladı.

Marcus Miller esnaf lokantasında! obbie, n, Sly & R li g n a R t kın süre Ernes i saate ya ik ie n w o Tyrone D ydi. sahnede boyunca

112

; Antony’nin 39 kişilik Filarmonia İstanbul Orkestrası ile birlikte Açıkhava’da verdiği konser, benzersiz konserler listesindeki yerini hemen aldı. (2007’de Şan Tiyatrosu’ndaki konseriyle birlikte tabii ki.) Sözün en güçlü müzik olduğunu bir kez daha hatırlattı bize muhteşem Antony. Sesi Açıkhava Tiyatrosu’ndan çıkıp ulaşabildiği her yere yayıldı. Konser sonunda kuliste ziyaretine gidenlerle daha da mutlu oldu. Beyhan Murphy ve Peter Murphy’nin tebrikleriyle yüzü güldü. İsteyen herkesle fotoğraf çektirdi. Ama en büyük sürpriz, o gece Antakya’da bir konseri olduğu için konsere gelemeyen Selda Bağcan’ın gönderdiği çiçekti. Konserine Bağcan’ın “Vurulduk Ey Halkım”ıyla başlayan Antony’nin mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Bu mutluluğun tanıklarından, İKSV’nin çalışkan üyesi Ayşe Bulutgil “Bakarsın önümüzdeki senelerde Antony ve Selda Bağcan‘ı aynı sahnede buluşturan konser projeleri yaparız,” diye fısıldadı kulağıma. Neden olmasın? ; 19. İstanbul Caz Festivali’nin en renkli Milliyet Sanat A ustos 2012

gecelerinden biri 5 Temmuz Perşembe akşamı Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi’nde gerçekleştirilen “The İstanbul Project” başlıklı konser oldu. Festival izleyicisi tarafından yakından takip edilen ve daha önce altı kez İstanbul’a gelerek konser veren dünyaca ünlü müzisyen Marcus Miller’ın İstanbul Caz Festivali’nin siparişi üzerine İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) kuruluşunun 40. yılı için hazırladığı “The İstanbul Project” adlı özel projede Hüsnü Şenlendirici, Burhan Öcal, Okay Temiz, İmer Demirer ve Bilal Karaman da sahnedeydi. “Gençliğimde İstanbul’un yerini haritada bile gösteremezdim,” diyen Marcus Miller artık İstanbul’un kendi müzikal sınırlarını genişleten bir şehir olduğunu söylüyor. Konserden iki gün önce otel odasına kapanıp 9/8’lik ritimlere çalıştığını söylerken heyecanını gizleyemiyordu. Şu sözünü hepimiz bir kenara yazmalıyız: “Müzik, tarihi de anlamamızı sağlayan bir dil, örneğin ben Türk müzisyenlerle çaldığımda bir bütün coğrafyanın tari-

hini algılayabiliyorum.” O muhteşem geceyi anarken, ekibin diğer üyelerinden de söz etmek gerekiyor. Özellikle saksafonda Alex Han ve trompette Patches Stewart o geceki alkışların aslan payını alacak performanslar sergilerdiler. İmer Demirer’in de dahil olduğu nefeslilerin üç silahşoru ile Marcus Miller’ın atıştığı dakikaların tadına doyum olmadı. “Buraya ne zaman gelsem bir gün kalıp gidiyordum, bu sefer biraz uzun kalmak istedim,” diyen Marcus Miller bu kez amacına tam olarak ulaştı. Konserden beş gün önce İstanbul’a gelerek Türk müzisyenlerle Gevende’nin Maslak’taki stüdyosunda provalara başladı ve provalar boyunca tüm yemeklerini bir esnaf lokantasında yedi. Maslak’taki esnaf lokantasının yemeklerine bayıldığını her seferinde söylemeyi de ihmal etmedi. Kısacası Marcus giderek bizlerden biri oluyor

; Caz Festivali’nin ilk konserinde Jamaika’nın bağımsızlığının 50. yılında ger-


Caro Emerald, ilk stanbul konserini 19. stanbul Caz Festivali’nde verdi.

Antony and The Johnsons konsere “Vurulduk Ey Halkım” arkısıyla ba ladı.

çekleştirilen özel bir proje vardı. Ernest Ranglin, Sly & Robbie, Tyrone Downie ve Bitty McLean iki saate yakın süren konserde dinleyenlere muhteşem bir reggae ziyafeti verdi. Ekipten Tyrone Downie konser çıkışı İstiklal Caddesi’ndeki Nayah İstanbul’a gitti ve o sırada çalan grup Come Again’i dinledi. Downie’nin bayıldığı Come Again grubunu merak edenler Nayah’a gidebilir ya da grubun myspace sayfasını ziyaret edebilirler. ; Festival kapsamında 10 Temmuz’da Santralİstanbul Kıyı Amfi’deki Caro Emerald konserinde anladık ki, bu ismi önümüzdeki yıllarda Türkiye’de sıklıkla göreceğiz. Caro Emerald konserde sponsor firma Raymond Weil’in hediye ettiği saati taktı. Hollanda’nın en büyük şarkıcılarından

biri sayılan Caro Emerald’ı, Hollanda Konsolosu Onno Kervers’in kulise girerek tebrik etmesi elbette şaşırtıcı değildi. ; Caz Festivali’nin en içten kulis haberlerinden biri Kanadalı indie rock grubu The Dears cephesinden geldi. Grubun evli üyeleri klavyeci Natalia Yanchak ile vokalist Murray Lightburn’un, Neptune adında altı yaşında bir çocukları var. İstanbul’a geldikleri için çok heyecanlı olan karı-koca Neptune için bir de bebek bakıcısı istedi. Ekibin büyük çoğunluğu İstanbul’da kalışlarını on gün uzattı ve otelde kalmak yerine Sultanahmet’te bir ev tutmayı tercih etti. Ayrıca, The Dears üyelerinin tamamı Moz hayranı olduğu için 19 Temmuz’daki Morrissey konserini görünce de çok heyecanlandı. İKSV bu heyecanı dindirmek için ekibin bü-

tün üyelerini konsere davet etti. ; Caz Festivali notlarını birkaç soruyla noktalayalım: Acaba Keith Jarret konseri öncesi kaç kişi ‘açık unutulmuş cep telefonu’ gerginliği yaşamıştır? Morrisey kendisinden on iki gün önce İstanbul’da olan Axl Rose’un bir son dakika atağıyla otelPark Orman arası ulaşımı için helikopter istediğini duymuş mudur, duymuşsa ne tepki vermiştir? Sigara yasağı uygulanan Açıkhava Tiyatrosu’nda kaç kişi üst taraflarda ya da tuvalet önlerinde gizli gizli sigara içmiştir? Açıkhava Tiyatrosu konserleri öncesinde, minder satışları garanti olsun diye koltuklar özellikle toza bulanmış mıdır? Ve son soru: İstanbul caza doymuş mudur? Çıta böyle yükseldikçe kimsenin ‘doyduk’ demeyeceği kesin.

Bir dosta veda ; Bir dosta veda etmek zor. Beklenmedik bir anda, hayatın umut dolu cümlelerinin arasından geçerken veda etmek zorunda kalmak daha da zor. Meriç Soylu ile 25 Mayıs günü, NTV canlı yayınında oturup İş Sanat’ın 2011-2012 sezonunu nasıl geçirdiğini konuşmuştuk. Yayından önce gülüşmüştük. Yıllar önce birlikte yaptığımız ilk yayında çok heyecanlıydı, eli ayağı titremişti. Ama o gün öylesine rahattı ki. İlk yayınında neredeyse bir saat önce kamera karşısına geçip beklemeye başlayan Meriç, “Yayına on dakika kaldı,” dediğimde “İyi daha çok zamanımız varmış,” diyerek güldürmüştü beni. “Bakıyorum canlı yayın gerilimini iyice attın artık,” demiştim. “Bunca yıldan sonra olsun o kadar,” derken gözlerinin içi gülüyordu. Her zaman gözlerinin içi gülerdi Meriç’in. Gülmeyi severdi. Kibarlıkla değil içtenlikle, öylesine değil yüreğiyle gülerdi. İşine yoğunlaşmış hayatının içinde, dostça bir sohbete, şakalarla dolu telefon görüşme-

lerine, iş dışında edilecek bir iki cümleye iştahla sarılırdı. Yeni sezon öncesinde ağzından laf almaya çalışırdım. İş Sanat kadrosuyla yaptığımız o kalabalık kahvaltıda Sonny Rollins sürprizini verişini hatırlıyorum. “Bu haberi Milliyet Sanat’a yazmak istiyorum,” dediğimde “Senin için onayı hızlandırmaya çalışacağım,” demişti. Başarmıştı da. Dediği hiçbir şey o ‘an’ı kurtarmak, iş gereği durumu geçiştirmek için değildi. Canla başla uğraşırdı sözünün karşılığını vermek için. O yağmurlu mayıs gününde, önümüzdeki sezon için ağzını aradığımda önce her zamanki gibi ketum davranmış, sonra bir an boş bulunarak Kanadalı yıldız İma’nın geleceği haberini vermişti. Yayından sonra “Başka isimler Meriç Soylu

var mı?” diye sorduğumda, “Heyecan verici isimlerle görüşüyoruz ama yaz ortasına kadar bekle,” demişti. O isimleri Meriç’in kendisinden öğrenemeyeceğimi bilmeden, gülmüştüm sadece. Öylece bitmişti son yayınımız. Son yayın demek ne kadar zormuş meğer? Unutulmaz Antony konserinin ertesi günü geldi acı haber. Çok sevdiği İstanbul’un, her anına tanık olmak istediği kültür sanat coğrafyasında çiçek gibi açan o konser sonrasında bu dünyadan ayrıldı Meriç. Hayatın hoyratlığı karşısında söylenecek söz yok. Sadece “Seni çok özleyeceğim Meriç,” diyorum, “Seni çok özleyeceğiz”. ■

Milliyet Sanat A ustos 2012

113


■ ■ ■ ■ ■

DAMAK UNUTMAZ

ECE AKSOY Yaşamayı seviyordu. Çok seviyordu. Yaşamak için de kendini sık sık sevindirmenin yollarını biliyordu. Serin çakıl taşları, sıcacık köpeğinin başı, Ege’nin renklerini yutmuş balıklar... Çiçek kokuları...

Yalnızlık yok!

114

BEŞ yıl önce, büyük şehirdeki evini kiraya verip baba evine döndüğünde, taş duvarların arasından ballı babalar, yapışkan otlar fışkırmış, limon ve portakal ağaçlarının çiçeklerinin kokusu bahçeyi doldurmuştu. Yaz ortasıydı. Babası, evlerinin bahçesine her türlü meyve ağacını dikmişti. Her ay, ağaçlardan bir ikisi çiçeklenir onlar meyveye dönüştüğünde diğerlerinin tomurcukları patlardı. Şimdi, incir ağacının altındaki taştan yapılmış sekiye oturmuş onu derin etkileyen, acıya doyuran, burada yaşamaya karar verdiren, arkadaşının ölüm gününü hatırlamıştı... Ne gündü... Uzak akrabaları, güya belli etmeden açıyorlardı çekmeceleri tek tek, birbirlerini gözleyerek. Arkadaşı uyuyor gibiydi. Sabaha karşı gözleriyle veda etmişti ona. Kederle beyaz çarşafı üstüne çekmiş, berrak gülüşünü sere serpe uzatmıştı yanına. O yatağın duvar tarafına çekilmiş, “Hatırladığın güzel şeylerimde yanımda otur,” diyor gibiydi. Odada tek nefeslik hava yoktu artık. Bütün renkler koyu gri bulutun altında saklanmıştı. Arkadaşını ürkütmeden yavaşça yanından kalkıp dışarı çıkarmıştı çekmece kurcalayanları; “Dışarıda salonda öbür odalarda daha çok dolap çekmece var” diyerek. İnce telli uzun saçlarına bağladığı tülbenti çıkarıp terlerini silerek girdi eve. Gözlerinden fışkırmak isteyen yaşları avaz avaz serbest bırakmak istiyordu ama henüz uyuklayan biricik köpeği üzülmesin diye geri itti burnunu çekip, musluktan ılık akan suyla serinlemeye çalıştı. Etrafı yaşlı dağlarla çevrili önünde küçük koyu olan bu evde yaşamaya başladığından beri akşamları kıyıdan birkaç metre ileriye ağ atar sabah toplardı. Kısmetine ne gelirse... Kendine yetecek kadarını alır gerisini bırakırdı sulara. Belki bu yüzden hiç boş gelmezdi ağ. Bu sabah da incir ağacının altındaki taş sekiye oturmadan orta boy bir levrek almıştı.

Onun lıkır lıkır gülü ü Mutfağa girdi; yemek yaparken her şeyi Milliyet Sanat A ustos 2012

unutuyordu. Hazırlık, pişirme, güzel bir sofra. Levreği temizledi. Etini incitmeden derisini çıkardı. İnce dilimler kesip sıktığı iki limon suyunun içine bıraktı. Bir tatlı kaşığı tuz. Orta boy domates, yarım soğan, bir çay kaşığı toz kişniş, üç beş tane karabiber, maydanoz, tazelikten balık bile kokmayan deniz kokulu kasenin içine döktü. İyice karıştırdı, balık dilimlerinin sosu içmesi gerekiyordu. Üzerini örtüp dolaba kaldırdı. Komşusuna kasaba pazarından aldırdığı yarım kilo iri uzun bamyaları şapka çıkararak ayıkladı. Pilav tenceresinin dibine halka halka soğan yerleştirdi. Soğanın üzerine yine halka halka domates. Bamyaları düzgün sıraladı. Üstüne kaplayacak kadar soğan ve domates. Geri çekilip baktı, yaptığını beğendi. Bahçeye çıkıp verandanın üstünden buğulu buğulu sarkan koruklardan bir demet kesti. Yıkayıp bamyanın üzerine yatırdı. Porselen tabakta kapatmadan biraz tuz, bir çorba kaşığı zeytinyağı ekledi; tabağı onun üzerine tencere kapağını örtüp, ocağı çok kısıp tencereyi ortalayarak yerleştirdi. Bugün hiç mutfaktan çıkmak istemiyordu ama kime yedirecekti yaptıklarını... Yalnız olduğu geldi aklına, başkalarının anladığı gibi düşünmüyordu yalnızlığı. Zavallı bir durum değil, aksine mutluluktu onun için. İncirin altında taş sekide oturup düşünürken akşam ağ atıp sabah çekebilirken köpeği ona dünyanın bütün sevgileri dolu gözleriyle bakarken, mutfakta yemek yaparken... İşlerini bitirip küçük koyda ayakları suda aşağı yukarı yüzerken, kitap okurken ne yalnızlığı? Özlediği tek şey ölen arkadaşıydı. Zaman zaman ona anlatmak istiyordu yaşadıklarını, sesini duymak... Sofada yatak odasından çıkınca göreceği duvara asmıştı gülümseyen resmini. İlk ona bakıyor, onun lıkır lıkır gülüşü evi dolduruyordu. Daha yatağından alınmadan sıcacıkken vücudu akrabalarının kıymetli bir şey bulurum umuduyla çekmeceleri açıp kapama seslerinden yeni yeni kurtuluyordu. Bu olaydan sonra kıymetli şeylerini sevdiklerine hediye etmiş, parmağından çıkarmadığı akik taşlı gümüş yüzüğü kalmıştı bir tek.

Bahçeye çıktı... Yere dökülmüş şekerpare kayısıları topladı. Mutfakta yıkayıp süzgeçe koydu. İkiye ayırıp çekirdeklerini çıkardı, tereyağ ile yağladığı fırın tepsisinin içine sırtlarını tepsiye gelecek gibi sıraladı. Bir kaşık mısır unu, bir kaşık kahverengi şeker, biraz karanfil ve tarçın tozunu karıştırdı. Yeşil mercimek büyüklüğünde tereyağları kayısıların içine koyup bu karışımı eşit şekilde üzerlerine serpti. Fırına attı. 170 dereceydi fırın, 20 dakikaya ayarlayıp tekrar bahçeye çıktı. O nereye gidiyorsa köpeği ayaklarının dibinden yürüyor, durunca durup kafasını kaldırıp ona bakıyordu. Bugün hiç okşanmamış olmanın şaşkınlığını yaşıyordu hayvan. Eğildi, kucağına aldı “Şişkolaştın oğlum” dedi. Öptü ve yere bıraktı, “Hadi bırak peşimi koştur bahçede”. Güneş dağlara vurmuştu ışığını. Pembe, turuncu, yeşil, gri parlıyordu her taraf. Mis gibiydi hava. Derin nefes alıyor, başı havada ağaçlara, yapraklara, meyvelere baktı. Annesi geldi aklına, babası geldi... “Hay Allah hepsi hatırlatıyor kendini bana, rahmet istiyorlar. Akşam attığım ağa dolan balıkları sabah köye götürüp dağıtayım. Bir de helva yaparım onların hayrına.”

Parfümü ıtır yaprakları Yemekler geldi aklına. Hızla mutfağa gidip bamyanın altını kapattı. Kayısıyı fırından çıkardı. Ispatulayla yokladı. Yapışmamıştı tepsiye, tek tek çıkarıp beyaz porselen kayık tabağa sıraladı. Çok üzülmüştü bugün. Akşam rakı içerdi bir iki kadeh. Masasını hazırladı, içeriye, sofaya kuruyordu sofrayı. Rakı içeceği zamanlar yaptığı gibi. Veranda sulu ayranlı, limonatalı sofralar içindi. Ne olur ne olmaz biri geçer rakı içerken görür soru sorarsa... Uğraşmak istemiyordu kimseyle. Beyaz örtü serdi, konsolun üstünde su dolu mavi kasede duran yaseminleri masanın köşesine koydu. Tabak, çatal, bıçak... Erkendi yemek için. Bahçeye çıktı. Deniz kenarına yürüdü. Nemli çakılların üstüne oturdu. Köpeği de yanına oturup


LLÜSTRASYON: MELTEM SÖZER

çenesini bacağına dayadı. Yaşamayı seviyordu. Çok seviyordu. Yaşamak için de kendini sık sık sevindirmenin yollarını biliyordu. Serin çakıl taşları, sıcacık köpeğinin başı, Ege’nin renklerini yutmuş balıklar... Çiçek kokuları... Son turlarını atan kuşlar biraz sonra yuvalarına gideceklerdi. Görebildiği kadar büyük gökyüzünde dolaşır, şaşırmadan bulurlardı evlerini. Bütün gördükleri, dokundukları kalabalığıydı onun. Alacakaranlıkta kuzey yıldızını bulmaya çalıştı. Görünmüyordu daha... Yemek yerken hava kararır, çıkardı ortaya. Ay da hilaldi, ne güzel! Yıldızın denize vuran ince ışığını seyredecekti bu gece. Doya doya, daha çok geceler ölen sevdiklerine eklenmeden. Hızla kalktı, eve girmeden bir ıtır yaprağı koparıp bilek içlerinde ovdu. Parfümüydü onun ıtır yaprakları. Sofraya oturup makul bir kadeh rakı doldurdu. Yudumlayıp mutfaktaki yemekleri koydu masaya. Oturdu bir yudum da-

Levreği limon suyunun içine bıraktı. Tuz, domates, soğan, biraz toz kişniş ve karabiber, maydanoz; tazelikten balık kokmayan deniz kokulu kasenin içine döktü. İyice karıştırdı, balıkların sosu içmesi gerekiyordu. ha. Çiğ balıktan bir çatal. Hızla kalktı. Yanında getirdiği kimseye vermeye kıyamadığı yüzük geldi aklına. Konsolun alt çekmecesini açtı. Örtünün altından annesinin pırlanta yüzüğünü çıkardı. Sofraya koydu. Eline aldı, annesinin parmağının değdiği iç kısımlarına doğru öptü. Kime vermeliydi bunu? Düşündü bulamadı. Bir yudum daha alıp bahçeye çıktı. Çınar ağacının dibinde bir yeri iyice derin kazdı. Yüzüğü yanağında gezdirip defalarca öpüp kazdığı yere bıraktı. Üstünü dikkatlice örttü. Oh şu anda yok oldu kulağından, yıllardır uğuldayan çekmece gıcırtıları. Denize kılıç gibi uzanmış kuzey yıldızı ışığına baktı. Kö-

peği endişeyle izliyordu onu. Küçük adımlar atıp başını kaldırıp bakıyor, iyi bir şey duymak istiyordu. Evden bordo renkli ağını alıp, dizlerine kadar girdiği suya ağını döşedi. “Yalnızlık yok, yalnızlık yok” dedi köpeğini öperken. Sofraya oturdu. Arkadaşının yağmalanan dolaplarını, daha vücudu sıcacık yatağında yatarken, unutmalıydı artık. Rakısından büyükçe bir yudum aldı. O anda kucağına zıplayan köpeğinin ağzına minik bir balık lokmacığı koydu. Yere atlayan hayvan patilerini öne uzatıp iyice gerdi. Rahattı şimdi... Bütün gün yaşadığı acabalar tırnaklarının ucundan sıyrıldı gitti. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

115


■ ■ ■ ■ ■

YEN YAYINLAR

BİYOGRAFİ

Nitelikli bir adamın hikayesi SERP L GÜLGÛN serpilgulgun@yahoo.com

OKUYANLAR bilir, gerçekte AvusturyaMacaristan İmparatorluğu olan düşsel-ülke Kakanien’de geçen “Niteliksiz Adam”, “Atlantiğin üzerinde barometrik bir minimum vardı” cümlesiyle açılır, meteorolojik birkaç cümleden sonra, “1913 yılının güzel bir ağustos günüydü,” diye akar. Yer Viyana’dır. Giysilerinden, davranışlarından ve birbirleriyle konuşmalarından ayrıcalıklı bir kesimden geldikleri belli olan bir çift kalabalık arasında yürüyordur. Derken çift aniden durur, sanki bir saniye önce, sanki bir şey sıranın dışına fırlamış, çaprazlamasına bir çarpma hareketi gerçekleşmiş, bir şey dönmüş, yana kaymıştır. Bunun bir kamyon olduğu anlaşılır hemen. Kamyon, bir tekerleği kaldırımın kenarında, karaya vurmuş gibi duruyordur. İnsanlar, bir anda, kovanın deliğinin çevresindeki arılar gibi, kaba saba hareketlerle kazayı anlatan sürücünün çevresine doluşmuştur. Çiftimiz, ötekiler gibi, önce sürücüye, sonra kaldırımın kenarına ölü gibi uzanmış adama bakar.

Kelalaka ili ki Robert Musil, “Düşüncelerime ait bir tür biyografi” dediği Ulrich’in, “Niteliksiz Adam”ın hikayesini işte böyle başlatır. İşin en güzeli, kazaya tanık olan çiftimizin romanla olan kelalaka ilişkileridir. Evet, çiftimiz -ki adlarını hiçbir zaman öğrenemeyiz onların- üç ciltlik (aslında bel-

116

Kraft, biyorafide 1942’de ölen Musil’in öfke nöbetlerine, kimseyi beğenmemesine ve pek çok kişiye yaptığı suçlamalara da yer veriyor. Milliyet Sanat A ustos 2012

“Musil” Herbert Kraft Çev: Ali Nalbant Yapı Kredi Yayınları Fiyatı: 20 TL

Herbert Kraft, “Nitelikli Bir Adam”da günümüz okuruna zengin bir Musil ve onun yakın uzak çevresinin portresini çıkarmakla kalmıyor dönemin ruhunu da didikliyor. ki de iki demek daha doğru, çünkü üçüncü cilt Musil’in ölümünden sonra, karısı Martha Musil tarafından, yazarın geride bıraktığı notlarından oluşturulmuştur) romanla ilişkisi bu kadardır. Romanın başlangıçta görünür, bir anlamda romanı açar, sonra da sonsuza dek kaybolurlar. Bir daha hiçbir şekilde rastlamayız ikisine de. Belki bu tırnak içi kelalakalık, belki Musil’in, Tolstoy’un, “Anna Karenina”sındaki tren kazasına nazire olarak başyapıtını bir kazayla başlatması onları biz okurların gözünde biricik ve unutulmaz kılar. Daha da ironiği, o sırada, 18. YY., belki de 17. YY.’dan kalma apartmanındaki dairesinde saat tutarak bakış alanına giren yayaları, otomobilleri, tramvayları sayan Ulrich’in, “Niteliksiz Adam”ın kazayı da, o çifti de, sürücüyü de, kaldırıma ölü gibi uzanan adamı da fark etmemiş olmasıdır. Böylece, Musil, matematikçi titizliğiyle, elinde saat, gelip geçme hareketi içerisindeki kitlelerin hızlarını, açılarını, canlı güçlerini ölçen kendisi gibi matematikçi olan Ulrich’le tanıştırır okuru. Doğrusu bu noktada söylenebilecek tek bir şey var: Eğer ki, “Niteliksiz Adam”ı, çöküş romanını okumama gafletinde bulundaysanız ve de şu hayatta edebiyat ve kurgu gibi bir meseleniz varsa dakika kaybetmeden “Niteliksiz Adam”ı okumaya koyulun. Bu biiir. İkincisi, Herbert Kraft’ın “Nitelikli Bir Adam”ını mutlaka edinin. Hem de hemen! Neden derseniz, Kraft, hem yapıtından hem de öz yaşamından yola çıkarak günümüz okuruna öyle detaylı bir Musil portresi çiziyor ki, otomatikman yazarı ve yapıtını aynı anda kavrama imkanı hasıl oluyor. Yani bir taşla iki kuş vaziyetleri. Bu arada, Kraft, Musil’i ve onun yakın uzak çevresinin portresini çıkarmakla kalmıyor dönemin ruhunu da didikliyor. Tabii, bu arada, sıradan tabiatlarımızı doyuracak küçük dedikodular da yok değil. Örnekse,

Musil’in boyunun 1. 64 olması. Ya da karısı Martha’yla ilişkileri. Martha’nın ilk evliliğinden olan çocuklarıyla ilişkileri. Martha’yla marazi yalnızlıkları. Evlerine kimseyi çağırmamalar gibi. Kraft, yoksunluk ve yoksulluk içinde 1942’de ölen Musil’in öfke nöbetlerine, kin kusuşlarına, kimseyi beğenmemesine, onu hep koruyup kollayan -başta büyük yazar Thomas Mann olmak üzere- kendisine yardımcı olmaya çalışan, yakın çevresini oluşturan pek çok kişiye yaptığı suçlamalara da yer veriyor. Bu gibi detaylar, olağan sapkınlıklarımıza göz kırparken, Kraft, dönemin elitine, entelektüeline ve edebiyat çevresine de zoom yapıyor.

Kafka, Joyce, Proust, Musil Dönemin edebiyat çevresi o kadar zengin ki. Yok yok. Bu noktada doğrusu ister istemez keşke Kraft daha eli açık davransaydı da anekdotlara biraz daha yer verseydi diye düşünmeden edemiyor; hatta, hatta keşke biraz sündürseydi de ah, işte o zaman Canetti Musil buluşması da Kafka Musil buluşması da bakın nasıl tadından yenmezdi diyorsunuz. Tabii, böylesi bir duygulanmaya, sapkın bir okur açgözlülüğüyle hareket ederseniz kapılıyorsunuz. Yok, siyaseten doğrucu bir okursanız, bütün erdemliliğinizle, böylesi duygulanımlarla yaklaşmıyorsunuz elbette Kraft’ın yazdıklarına. Neyse, öyle ya da böyle, sonuçta, Kafka, Joyce, Proust ve Hermann Broch’la anılan, 20. YY. edebiyatının temellerini atan baba isimlerinden biri olan Musil’i (tabii, bu sıralamada siz siz olun ne Virginia Woolf’u atlayın, ne de yazdığı tek bir romanla, “Körleşme”nin yazarı Canetti’yi) “Nitelikli Bir Adam” olarak okumak kaçırılmayacak bir fırsat. Özellikle de hem Musil’severler için, hem de ömr-ü hayatlarında Musil’le tanışmamış olanlar için. ■


■ ■ ■ ■ ■

YEN YAYINLAR

DERLEME

Sadece 38 yaşındaydı! ORHAN TÜLEYL O LU otuleylioglu@hotmail.com

ŞİİRLER, çeviriler, sanat tarihi, sinema, dilbilim, resim ve eleştiri kuramı üzerine yazılar, eleştiriler, denemeler... Bedrettin Cömert’in kısacık yaşamına sığdırdığı çalışma alanlarıydı. Şiirdeki duyarlılığını eleştiriye uygulayarak ortaya çok başarılı nesnel eleştiri örnekleri koydu. Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inandı. Sanat yapıtının ayırıcı güzelliğine, bilim adamlığının gerektirdiği nesnel ölçülerle yaklaşmış, bu yolda bir öncü kimliği kazanmıştı. Bir yazısında şunları söylüyordu: “Düşünce ve sanat hiçbir zaman sıçrayarak ilerlemez. Her çağ, bir öncesi çağın sonucu olmaktan başka, bir sonraki çağın da tohumudur. Ancak bu yolla şimdi’yi geçmiş’e bağlama olanaklıdır. Evrensellik ancak bu koşulla kabul edilebilir. Bir sevgi, bir kin, bir özgürlük, bir adalet duygusu tarihsel bir taban ve kesintisiz bir oluş içinde olabilir.” Bedrettin Cömert, henüz lisede okurken edebiyatla uğraşmaya başlamıştı. Bu yıllarda yazdığı ilk şiirleri Varlık dergisinde yayımlandı. Devlet bursu kazanarak İtalya’ya giden Cömert, Roma Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi ve 1967 yılında buradan lisans diplomasını aldı.

“Sanatın Öyküsü”nün çevirmeni 1970 yılında Türkiye’ye dönerek Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne asistan olarak girdi. Burada tarih ve estetik konularındaki çalışmalarını yürütürken, 1971 yılında Roma Üniversitesi Felsefe Enstitüsü’nde “Son Elli Yılda Türkiye’de Sanat Eleştirisi” konusundaki teziyle doktora derecesini aldı. 1972 yılında Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak atandı. Sanat tarihi konusundaki araştırmalarını, edebiyat ve eleştiri çalışmalarıyla birlikte sürdüren Bedrettin Cömert, ikinci doktorasını Hacettepe Üniversitesi’nde verdi. Bir yandan özgün yapıtlar üretirken, öte yandan da yabancı dildeki önemli bilim yapıtlarının Türkçeye kazandı-

“70. Doğum Yıldönümünde Bedrettin Cömert” adlı kitap henüz 38 yaşındayken öldürülen Bedrettin Cömert’in hem kişiliğini, yazılarını, yapıtlarını ele alıyor hem de önemli isimlerin onun hakkında yazdığı yazıları içeriyor. “70. Do um Yıldönümünde Bedrettin Cömert” Barı Gümü ba Sancar Seçkiner Hacettepe Üni. Yayınları Fiyatı: 10 TL

Eleştiri alanında adını duyuran Bedrettin Cömert, akademik kariyerinin daha başında bulunuyordu. rılmasına çalışan Cömert, 1977 yılında Gombrich’in ünlü “Sanatın Öyküsü” adlı yapıtını çevirdi. Bu çevirisi, Türk Dil Kurumu ödülünü aldı. Aynı yıl doçent oldu. Bedrettin Cömert, 11 Temmuz 1978 günü sabah saat 08.45’te, demokrasi ve çağdaşlık düşmanları tarafından, arabasının içinde çapraz ateşe alınarak öldürüldü. Cömert, 38 yaşındaydı. Hacettepe Üniversitesi “70. Doğum Yıldönümünde Bedrettin Cömert” adını taşıyan bir kitap yayımladı. Kitap, Bedrettin Cömert’in sadece kişiliği, yapıtları, yazıları ve düşünceleri üzerine çözümlemeleri değil, uzmanların Cömert’in ilgilendiği, yazı yazdığı konulardaki bilimsel katkıları da içeriyor. Hasan Hüseyin’in “Sonuçsuz Bir Telefon Konuşması” ve Özdemir İnce’nin “Bedrettin Cömert, Tükenmez Güzel İnsanın Baharı” adlı şiirleriyle başlayan kitabın ilk bölümünde, Günsel Renda, Kaya Özsezgin, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Özdemir İnce, Suut Kemal Yetkin, İsmail Tunalı, Emre Kongar, Azime Korkmazgil, Asım Tanış ve Yıl-

maz Gümüşbaş daha önce yayımlanan yazılarıyla; ikinci bölümde, Akın Çubukçu, Enis Batur, Aydın Çubukçu, Günsel Renda, Kaya Özsezgin, Özgen Seçkin, Sancar Seçkiner Tuğrul İnal, Barış Gümüşbaş ve Tekin Sönmez yeni yazılarıyla yer alıyor. Üçüncü bölüm, mektuplardan, dördüncü bölüm, “Fotoğraflarla Bedrettin Cömert” ve 70. Doğum Yıldönümünde Bedrettin Cömert etkinliği fotoğraflarından oluşuyor.

Alçakgönüllü, çalı kan Kitaptaki yazısında Özdemir İnce şunları söylüyor: “Bedrettin insandı, alçakgönüllüydü, çalışkandı, dostluğa inanıyordu, duygu ile düşünceyi birleştirmişti, ayırmıyordu ve en önemlisi bağnaz değildi; eleştirinin sorumluluğuna inanmıştı, eleştiricinin yaşadığı çağda var olan, yaratılan sanat yapıtlarına karşı takındığı nesnel tavırla kişilik kazandığını, görmediği, göremediği yaratılardan da sorumlu olduğunu biliyordu. İşte bu yüzden Bedrettin Cömert bir başlangıçtı!” Prof.Dr. İsmail Tunalı ise şunları söylüyor: “Bedrettin Cömert, alın yazısıyla Türk kültür ufkuna bir parlak kuyruklu yıldız gibi girdi, aydınlattı ve kayboldu. Onu vuran eller, Bedrettin Cömert’in kişiliğinde aydın, uygar, pozitivist ve çağdaş bir dünya görünüşü, insansal bir bilim ve ahlak anlayışını, Türkiye’nin geleceğe umudunu vurdular.” Emre Kongar’a göre ise Bedrettin Cömert, çağdaş insanın simgesiydi. Öfkeliydi. Cehalete, bağnazlığa, kendini bilmezliğe, çirkinliğe, tembelliğe başkaldırmıştı. Bu özelliklerin, kişisel boyutları aşıp topluma mal olmaması için sürekli bir savaşım içindeydi. Eleştiri alanında kısa zamanda adını duyuran Cömert, akademik kariyerinin daha başında bulunuyordu. Tükenmeyen çalışma gücü ve geliştirdiği titiz araştırma yöntemiyle, sanat üzerine nice yapıtlar verecekti... Sadece 500 adet basılan bu kitap, Cömert üzerine bugüne dek yapılmış en kapsamlı çalışma. ■ Milliyet Sanat A ustos 2012

117


■ ■ ■ ■ ■

YEN YAYINLAR

ÖYKÜ

Benzersiz bir öykü dünyası BUKET ÖKTÜLMÜ buketok@hotmail.com

BİR süredir Anton Pavloviç Çehov’un tüm yapıtlarını art arda yayımlayan Everest Yayınları, yazarın, bugüne dek yedi kitabını okurla buluşturdu. Çehov kitaplığının sekizinci ve son kitabı da “Küçük Köpekli Kadın” adıyla kitapçı raflarında yerini aldı. Böylelikle, Mehmet Özgül’ün Rusça asıllarından ustaca Türkçeye aktardığı dizi tamamlanmış oldu. Çevirilerinde kronolojik sıralama esasını takip eden Mehmet Özgül, “Küçük Köpekli Kadın”da, Çehov’un, iyiden iyiye ustalaştığı 1895-1900 yılları arasındaki öykülerine yer veriyor. İnsan karakterinin oluşumunda kötü yaşanan hayatın bıraktığı etki ile mutluluk gibi temaları bir dizide ele alan Çehov’un bu öyküleri de kitapta var: “Kılıflı Adam” (1898), “Bektaşiüzümü” (1898) ve “Aşk Üstüne” (1898). Üstelik bunlar, onun için, tamamlanmamış bir öykü dizisinin ilk parçaları gibidir de.

Anton Çehov’un şehirli ve köylü kavramlarını irdelediği “Küçük Köpekli Kadın” adlı kitabı 1895-1900 yılları arasında yazdığı 16 öyküsünü kapsıyor.

“Küçük Köpekli Kadın” Anton Çehov Çeviren: Mehmet Özgül Everest Yayınları Fiyatı: 19 TL

Pek çok öyküsünde psikolog, doktor kimliğiyle de karşımıza çıkan Çehov insan ruhunun en derin noktalarına nüfuz ediyor.

Demokles kılıcı

118

“Kılıflı Adam”da daha çok kişilik yozlaşması ve bunun çok yanlı etkileri üstünde duran Çehov, gerçek hayattan kopmuş, yaşamaktan korkan, sürekli tedirgin öykü kişisi Belikov’u bu yaşantının taşıyıcısı kılıyor. Belikov, gündelik hayatın tedirgin edici etkisinden ve insanlardan korunmak için kendini, adeta bir tür kılıf içinde emniyete alıyor. Bununla da kalmıyor, zaman içinde, etrafındaki kişileri kontrol etme saplantısı toplumsal çevresi üstünde sallanan bir Demokles kılıcına dönüşüyor. “Bektaşiüzümü” öyküsünde ise ağırlıkla mutluluk konusunu irdeleyen Çehov, “Yeryüzünde mutlu, yaşamından hoşnut ne çok insan var? Mutlu insanların sayısı gerçekten bu kadar fazla mı?” (s. 262) sorusundan yola çıkıyor. Öykü gelişip serpilirken de mutluluk-mutsuzluk üstüne uzun uzadıya düşünüyor. “Aşk nasıl doğar anlaşılması çok zor!” diyen Alyohin, “Aşk Üstüne”nin öykü kişilerinden biri ve güzel hizmetçisi Pelageya’nın aşçı Nikanor’a vurgun oluşuna anMilliyet Sanat A ustos 2012

lam veremiyor, “Pelageya kendi yapısına uygun, huyu huyuna, suyu suyuna denk birine gönül verecekken niçin tutup Nikanor gibi bir koca suratlıyı sevebiliyor? (Bizim burada herkes ona ‘koca surat’ der.) Aşkta bir insanın mutluluğu en önemli konu olduğuna göre bunu anlamak olanaksız” (s. 266) sözleriyle bunu anlatmaya çalışıyor. Alyohin’e göre, bugüne değin aşk üstüne söylenenlerden yalnız bir tanesi var ki, kesinlikle tartışma götürmez; o da aşkın büyük bir giz olduğu. Bu öyküde olduğu gibi, Çehov, olgunluk dönemi öykülerinin çoğunda aşk konusunu ele alıyor. Kitapta da yer alan “Ariadna” (1895), “Çekme Katlı Ev” (1896), “Canım Benim” (1899), “Küçük Köpekli Kadın” (1899) öykülerinde olduğu gibi... Aşkı ahlaki bir değermişçesine görüyor ve öykü kişilerini aşk üzerinden değerlendiriyor. Belki de bu yüzden, olgunluk dönemine ait aşk öykülerinde mutlu aşk neredeyse yok gibi. “Ariadna”, kitabın ilk öyküsü ve Odessa’dan Sivastopol’e giden bir vapur içinde-

ki karşılıklı sohbetle açılıyor. Konuşma konusu, Rus erkekleri üzerinden kadınlara ve aşka bakış. Konuşma, sürekli kendini dışa vurma derdinde olan öykü kişisi İvan İlyiç Şamohin tarafından başlatılıyor ve sürdürülüyor. Bir ara, “Acı çeken kişi sürekli aynı konuyu açar, öyle değil mi?” sorusunu da yönelten Şamohin’in kadınlar hakkındaki görüşlerini aktarıyor.

Kar ı konulamaz güç Çehov’un, gene bu döneme ait, öykülerine yansıyan bir başka nitelik halkının hayatı ile geleceğine duyduğu ilgisinin artmış olması. “Köylüler” (1897) ve “Yeni Yazlık” (1899) adlı öykülerinde bunu görmek mümkün. Kitapta yer alan, “Bir Hekimin Yaşadıkları” (1898) ve “İonıç” (1898) gibi öyküler ise yabancılaşma teması etrafında gelişiyor. Dr. Korolev, hastasına, “Fabrikanın sahibi ya da zengin mirasçısı olmaktan kıvanç duymadığınız belli. Böyle şeylere hakkınız olmadığına inanıyor, o yüzden uyuyamıyorsunuz. Aslına bakarsanız, durumunuzdan memnun olmalısınız, her şeyin yolunda gittiğine inanıp gönül rahatlığı ile uyusanız, ‘Çok daha kötü durumdasınız!’ derdim size. Hatırı sayılır bir uykusuzluk çekiyorsunuz, bu da kim ne derse desin, iyiye işarettir” derken (“Bir Hekimin Yaşadıkları”, s. 314) mesleğine uzak gibidir. Çehov, “Bir Hekimin Yaşadıkları” öyküsünde olduğu gibi, pek çok öyküsünde sadece yazar kimliği ile değil, aynı zamanda doktor kimliği ya da psikolog kimliği ile karşımıza çıkıyor ve insan ruhunun neredeyse en derin noktalarına nüfuz ediyor. Çehov’u benzersiz kılan da insanın iç dünyasını eserlerine aktarışındaki bu başarısı. Kısa öyküye getirdiği tazelik ise olgunluk dönemine ait on altı öykü içeren kitapta neredeyse elle tutulurcasına somutlaşıyor. Bunlar, belki de onun en bilinen öyküleri ve en büyük özellikleri varlıklarından taşan güçleri. Bu öykülerin tümü de karşı konulamaz bir güç, güzellik ve etkiye sahip. ■


■ ■ ■ ■ ■

Laurent Gounelle

V TR NE ÇIKANLAR

“Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer” Laurent Gounelle Çev: Işık Ergüden Pegasus Yayınları Fiyatı:20 TL ROMAN

Laurent Gounelle kitabında, Paris’te yalnız başına yaşayan, işinden ve hayatından memnun olmayan Alan’ın hikayesine odaklanıyor. Roman, bir kişisel gelişim romanı gibi başlıyor, korkularla nasıl yüzleşileceğini, insanın kendini nasıl sevip hayata sunacağını, davranışlarını nasıl değiştireceğini pratik ve faydalı davranış öğütleri ile anlatıyor. Laurent Gounelle’in kitabında psikanaliz, iş dünyası, kişisel gelişim ve mizah bir arada.

“Butik Oteller Kitabı 2012”

“Arif İçin Din Yoktur”

Deniz Gökçe

Muhyiddin İbn Arabi

Grup Yayıncılık Fiyatı: 20 TL

Sınırötesi Yayınları Fiyatı: 20 TL ARAŞTIRMA

GEZİ “Butik Oteller Kitabı” yenilenmiş içeriğiyle tatil ve gezi meraklılarına bir kez daha sunuluyor. Yüzlerce otel gezen editörler, kitaba seçtikleri 229 oteli yerleştirdi. Her bir otelin fotoğrafının yer aldığı kitapta, otel bilgileri, otele nasıl ulaşılacağı, otelin merkeze olan uzaklığı, evcil hayvanla gidilip gidilemeyeceği gibi konular yer alıyor. Türkiye’yi 11 bölgeye ayıran “Butik Oteller Kitabı”nda ayrıca, oda fiyatlarını paylaşan otellerin fiyat aralıkları da bulunuyor. Kitap, sadece deniz kenarında değil yaylada, küçük bir kasabada tatilini geçmek isteyenlere de öneriler sunuyor.

“Babam ve Sevgilim” Fabio Volo Çev:Sema Savaş Pegasus Yayınları Fiyatı: 20 TL ROMAN

İtalyan yazar ve oyuncu Fabio Volo’nun yazdığı “Babam ve Sevgilim” küçük ama önemli dersleri yalın bir şekilde anlatan bir roman. Kitabın konusu ise sevgililerin bir arada yaşamasının zorlukları, sevginin yanında gelen şüpheler, anne-babayla ilişkilerin yıllarla birlikte değişmesi ve hiç umut kalmadığı zaman bile hep bir umut ışığı görme ihtimalinden oluşuyor. Kitabın kahramanı Lorenzo herkesin tanıdığı ve kendiyle özdeşleştirebileceği bir karakter.

Anadolu'da önemli etkisi olan Muhyiddin İbn-i Arabi'nin bâtıni öğretisi, Sufizm'in önemli temel taşlarından biridir. Muhyiddin Arabi’nin kim olduğuna ve eserlerine dair bilgilerle başlayan “Arif İçin Din Yoktur”, sonraki sayfalarda Arabi felsefenin öğretileri ile devam ediyor. Kevser Yeşilteş’ın editörlüğünde hazırlanan kitap, İbn’i Arabi’nin ünlü sözü “Arif için din yoktur”un anlamını sorguluyor, eserlerini içsel bir keşif tarzında yazan Arabi’nin görüşlerini benimseyen ve ona karşı çıkan kutupları anlatıyor.

“Soğuktu Gece” Fahime Özdemir Kurgu Kültür Merkezi Yayınları Fiyatı: 18 TL ROMAN

Fahime Özdemir, “Soğuktu Gece”de, 12 Mart 1971 darbesi sonrası, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam edildiği günlerden 12 Eylül 1980 darbesine kadar geçen dönemde, şehirden başlayıp kırsal bölgelere uzanan Türkiye panoraması çiziyor. Beraberinde Ankara’da yaşayan Bafralı Ailesi Üyeleri’nin sırlarına ortak oluyor okur. Sonu 12 Eylül’e varan süreçte tanık olunan haksızlıklar ve cinayetlerin yer aldığı kitapta dönem gençliğinin uzak durduğu bir aşk ilişkisi anlatılıyor. Işık ve Seher’in yaşadığı aşk Melda’nın gözlerinden okura aktarılıyor. Milliyet Sanat A ustos 2012

119


■ ■ ■ ■ ■

A E

HURMA

Yakıcı çöllerin kutsal meyvesi: Hurma HÜLYA EK G L heksigil@yahoo.com.tr

Yakın bir zamana kadar sadece Ramazan’da ortalıkta boy gösteren hurma, kuru yemişçilerin demirbaşlarından biri haline geldi. Son derece besleyici ve lezzetli olması bir yana, mutfakta da giderek kendine daha çok yer ediniyor hurma. tişmesinde. ‘Hurmanın ayakları cennette, başı cehennemde olur’ deyişinin anlamı da bu zaten.

Firavunların ilacı

Palmiye familyasından bir a aç olan hurmanın tüm sıcak iklimlerde yeti tirilmesi mümkün ama meyve vermesi için havanın çok sıcak ve kuru olması gerekiyor.

“Evinde hurma olmayanlar açtırlar.” Hz. Muhammed

120

RAMAZAN ister şimdiki gibi yaz ortasına gelsin, ister kara kış, alamet-i farikası sayılan yiyeceklerde hiçbir değişiklik olmaz. Ne pide, ne pastırma, ne güllaç tahtından iner, ne de hurma. Yakın bir zamana kadar sadece Ramazan’da ortalıkta boy gösteren bu meyvenin son yıllarda kuru yemişçilerin demirbaşlarından biri haline geldiğini görmek de sevindirici. Son derece besleyici ve lezzetli olması bir yana, mutfakta da giderek kendine daha çok yer ediniyor hurma. Bu günlerde her zamankinden çok tatma fırsatı bulduğumuz bu sıra dışı meyveye biraz daha yakından bakalım. Antik Yunancada parmak anlamına gelen ‘daktylos’tan evrilerek bugün birçok dile ‘date’ olarak geçen hurmanın bizdeki Milliyet Sanat A ustos 2012

karşılığının kaynağı ise Farsçadaki ‘khorma’. Kutsal toprakların bütün dinlerde yeri olan bu kutsal yiyeceğine ‘semavi dinlerin meyvesi’ de deniyor. Yetiştiği yerler Ortadoğu, Kuzey Afrika, Arap Yarımadası ve Güney Asya. Palmiye familyasından bir ağaç olan hurmanın tüm sıcak iklimlerde yetiştirilmesi mümkün ama meyve vermesi için havanın çok sıcak ve kuru olması gerekiyor. Ortalama onar kiloluk dallarının bine yakın hurma meyvesiyle yerlere eğildiği bu palmiyenin gövdesi ve gölgesi ise çölde hayati öneme sahip. Vahalarda, bir yer altı kaynağının kenarında büyüyen hurma ağaçları çöl insanlarının hem besinini sağlıyor hem de yaprak ve gövdeleriyle barınağını oluşturuyor. Tepesinde dolaşan havanın kuru ve sıcak olması kadar köklerinin suya yakın olmasının da önemi büyük ye-

Firavunların ilaç niyetine kullandığı, Kartacalıların paralarında boy gösteren hurmanın bulunan en eski çekirdekleri Kuzey Irak’taki Shanidar Mağarası’ndan çıkan 50 bin yıllık örnekler. Romalıların Filistin’den getirttikleri hurmaları ya şeker niyetine tatlandırıcı olarak değerlendirdikleri ya da et ve balık yemeklerini lezzetlendirmekte kullandıkları biliniyor. Yahudilerin Hamursuz bayramında yer verdikleri ‘halek’ yoğun bir hurma şurubu. Zaten şurubu da, balı da, şarabı da topraklarında hurma ağacı büyüyen ülkelerin ortak ürünleri. Kırmızı Çin hurması ya da ışığa tutunca ortası sarı görünen ‘deglet noor’ (ışık hurması) gibi sıra dışı türlerini de sayarsak çok çeşidi var hurmanın, ama en yaygın olarak tüketilenler ‘medjool’, ‘khadrawi’, ‘halawi’, ve ‘thoory’. ‘Medjool’ ve ‘halawi’ yumuşak, dolgun ve tatlı. ‘Thoory’ daha sert ve kuru ama yoğun bir lezzeti var. ‘Khadrawi’ ise çok koyu renkli ve ufak. Olgunlaşma aşamalarının da, kurutulma derecelerinin de uluslararası dolaşımdaki tabirleri her zaman Arapça. Bir Arap ülkesindeki hurma tezgahlarının çeşit bakımından bizdeki zeytincilerden eksiği yok. Berberi ve Bedevilerin en baş yiyeceği. Çöl insanlarının yoldaşı hurmanın develerin payına düşen kısımları ise çekirdekleri. Kurutulmuş ekmek kırıntıları, susam yağı, hurma ezmesi, badem ve fıstıkla yapılan hurma topları, cazip bir yolluk olarak literatüre geçiyor. Özellikle kısıtlı malzemeyle yemek kotarılan yerlerde böreklere dolgu malzemesi yapılmaktan kurutulup öğütüldükten sonra ekmeğe dönüştürülmeye kadar türlü çeşit işlevi var. Kek ve kurabiye türü yiyecekle-


rin en gözde malzemelerinden. Bunda yüksek şeker oranının da payı büyük. Yarı kurutulmuş bir hurmanın şeker oranı yüzde 50, tam kurumuşunun ise yüzde 70. Yetiştiği yerler dışında, Batı’da da sonbahar boyunca tazesi de satılıyor. Bizde özellikle Antakya’da çok sevilen mamul, ünlü bir kurabiye. Burada genellikle fıstıklı veya cevizli yapılan bu kurabiyenin Arap dünyasındaki dolgu malzemesi hurma. Kendine özgü kalıbı bile var. Yarı kurutulmuş hurma ustalıkla kullanıldığında, özellikle keklere yumuşak, nemli bir kıvam kazandıran lezzeti daha da etkileyici hale geliyor.

Kaliforniya’nın hurma festivali Hurmanın Avrupa ile tanışması Arapların İspanya’yı istilasıyla gerçekleşiyor. Amerika’daki varlığı ise İspanyolların yeni kıtaya bu meyveyi de taşımalarıyla. Yabancı bir yiyeceği elmadan yola çıkarak tanımlamaya pek meraklı olan İngilizler, önceleri hurmaya da parmak elması diyor. ‘Yapışkan hurma keki’ olarak tanımlanabilecek ünlü bir tatlıları var. Batı’daki yaratıcı şeflerin mönüsünde hurma çoktan yeşil fasulyeden karidese kadar pek çok farklı malzemeyle aynı tabağa girdi bile. Şurubu ve balı ise tavuk yemeklerinde çok kullanılıyor. Bugün kayda değer bir miktar olma-

Hurmanın pek çok çe idi var; kırmızı Çin hurması ve ı ı a tutunca ortası sarı görünen ‘deglet noor’ (ı ık hurması) gibileri sıra dı ı türlerine örnek olabilir.

sa da hurma üretilen Kaliforniya’nın İndio vadisinde her yıl 10 gün süren bir hurma festivali yapılıyor. Her akşam, “Binbir Gece Masalları”ndan bir hikayeyi canlandırıyorlar. Amerika ile Arap dünyası arasındaki bu sembolik bağı da muhtemelen başroldeki minik burunlu, sarışın bir Şehrazat gerçekleştiriyor! Hurmanın ‘peygamber çikolatası’ndan ‘Medine baklavası’na kadar, zengin lezzetini ve kutsiyetini vurgulayan tanımlamala-

rı var. Evet, peygamberin “Orucunuzu hurmayla, hurma bulamazsanız suyla açın” demiş olması onu Ramazan’ın yıldızlarından yapıyor. Ama hepsi bununla sınırlı olmak zorunda değil. Hurmayı Ramazan dışında da değerlendirmenin yollarını pekala yaratabiliriz. Bu ay vereceğimiz Güney Afrikalı tarif iftar sofraları için tipik bir tatlı değil belki ama 12 ay boyunca sofranıza hurmanın yoğun ve kendine özgü lezzetini taşımaya aday. ■

Hurmanın yetişmesinde tepesinde dolaşan havanın kuru ve sıcak olması kadar köklerinin suya yakın olmasının da önemi büyük. ‘Hurmanın ayakları cennette başı cehennemde olur’ deyişinin anlamı da bu zaten.

Malva tatlısı

Güney Afrika’dan Malva tatlısı.

Malzemesi: 1 su bardağı doğranmış hurma 1 çay kaşığı karbonat 4 tatlı kaşığı tereyağı æ su bardağı toz şeker 2 yumurta 1 yemek kaşığı kayısı marmeladı 1/2 su bardağı süt Bir tatlı kaşığı elma sirkesi 1 su bardağı un 150 gr doğranmış ceviz Sosu için: 1 su bardağı krema 3/4 su bardağı şeker 100 g tereyağı 1 çay kaşığı vanilya özü ya da bir paket vanilin Yapılışı: Hurmaları ve karbonatı bir cam kaseye koyup üzerine bir su bardağı kaynamış su ekleyin. Yarım saat bekletin. Geniş bir kapta, ana

malzemedeki tereyağı ve şekeri iyice çırparken birer birer yumurtaları da ekleyin. Kayısı marmelatını da katıp iyice karışmasını sağlayın. Sirkeyi önce süte karıştırın sonra bu karışımı çırptığınız malzemeye ekleyin. Unu bir tutam tuzla eleyin. Yumurtalı karışıma katıp iyice karıştırın. Hurmanın fazla suyu kaldıysa süzün ve cevizlerin yarısı ile birlikte ana malzemeye katıp karıştırın. Bir fırın kabını yağlayın. Karışımı döküp 180 derece fırında 45 dakika pişirin. Rengi çok fazla kararıyorsa, üzerine alüminyum folyo örtebilirsiniz. Fırından çıkmasına yakın sos malzemelerini yarım bardak kaynar su ile bir kaba koyup kaynama noktasına getirerek karıştırın. Sıcak tatlının üzerine sosu gezdirip 20-25 dakika dinlendirdikten sonra kalan cevizlerle süsleyip, tercihen vanilyalı dondurma ile servis edin.

Milliyet Sanat A ustos 2012

121


■ ■ ■ ■ ■

AJANDA

■ ■ ■ ■ ■

stanbul Modern, “Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı” sergisine paralel bir çocuk programı düzenliyor.

Sabancı Müzesi’nin atölye çalı malarında çocuklar sanatla iç içe bir yaz geçirecek.

ATÖLYE ■ Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM), eğitim sponsoru Akbank’ın desteğiyle tasarladığı Yaz Atölyeleri’ne başvurular Tasarım, mimari, dans, müzik ve botanik konulu atölyeler; 17 Ağustos’a kadar sürecek. 8 ile 14 yaş arasındaki çocuklara yönelik her bir atölye 4 gün sürüyor.

atölyeler gerçekleştiriliyor. Ayrıca atölye çalışmalarını desteklemek amacıyla Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi, İstanbul Modern, Rahmi Koç Müzesi’ne geziler düzenleniyor. Atölyeler sırasında deprem ve yangın afete hazırlık eğitimi, belgesel ve film gösterimleri,tiyatro gösterileri, zeka oyunları yapılıyor. www.bilimmerkezi.org.tr ■ Oyuncak Atölyesi’nin 5

Ağustos’ta düzenlediği “Küçük Usta Gepetto” ■ Bilim Merkezi’nin adlı atölye, çocukları tahta Bilim Merkezi’nde farklı düzenlediği “Yüz Bilim konularda atölyeler yapılıyor. kukla yapımına çağırıyor. Okulu” etkinlikleri 3-6 ve 7-12 yaş grubunda ağustos ayında da sürüyor. “Yaz Bilim hitap eden atölyede çocuklar tahta Okulu”nda uzay, enerji, kimya, tarih, malzemelerle kendi Pinokyo karikatür, drama, küresel ısınma başta oyuncaklarını yapabilecek. olmak üzere pek çok konuyu içeren (0216) 359 45 50 (0216) 550 97 62

Çocuk müzikali ■ İstanbul Çocuk Tiyatrosu’nun Turkcell

122

sponsorluğunda sahnelediği “Disney Live! Mickey’nin Müzik Festivali”, 21 Ağustos’a kadar Trump Towers Mall’da izlenebilir. Mickey, Minnie, Donald ile Goofy, Woody, Buzz ve Jessie’nin de aralarında bulunduğu 25 Disney yıldızının yer aldığı gösteri, en sevilen Disney filmlerinden bölümleri dans ve müzik eşliğinde sunuyor. www.biletix.com Milliyet Sanat A ustos 2012

Gösteride 25 Disney yıldızı sahne alıyor.

Kentin renkleri ■ İstanbul Modern Eğitim Bölümü,

Burhan Doğançay’ın “Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı” adlı sergisine paralel olarak, Garanti Bankası’nın katkılarıyla çocuklar için “Kentin Renkleri” başlıklı özel bir program tasarladı. Uzman eşliğinde sergi gezisiyle başlayan “Kentin Renkleri” eğitim programında 4-6 ve 7-9 yaş grubundan çocuklar için Duvar Ustaları; 7-9, 10-12 ve 13-15 yaş grubundan çocuklar ve gençler için Stencil Tasarım Atölyesi; 16 yaş üstü gençler içinse Graffiti Atölyesi düzenleniyor. Ailece Sanat programında 3-5 yaş grubundan çocuğu olan aileler Tırtıl Kolajı, 6-10 yaş grubundan çocuğu olan aileler ise Kapılar adlı etkinliklere katılabiliyor. www.istanbulmodern.org


■ ■ ■ ■ ■

AYIN Ç NDEN

rehberi ■ ■ ■ ■ ■

Galeri I ık Te vikiye’deki “Mezunlar 2012” sergisinde yer alan Ferahi Menges’in çalı ması.

1 AĞUSTOS ÇARŞAMBA

2 AĞUSTOS PERŞEMBE

SERG ■ ”Yaz Karma Sergi” 28 Eylül’e kadar Evin Sanat’ta. (0212) 257 76 25 ■ ”Mezunlar 2012” başlıklı sergi 31 Ağustos’a kadar Galeri Işık Teşvikiye’de. (0212) 233 12 03

SERG ■ Cem Sağbil’in serigisi 6 Ağustos’a kadar Atölye Su Art&Design Gallery’de. (0232) 716 95 37 ■ ”M.C. Escher ve Çağdaşları” başlıklı sergi 5 Ağustos’a kadar Cer Modern’de. (0312) 310 00 00

KONSER

KONSER ■ Emel Sayın bugün 21.30’da İzmir Kültürpark Açıkhava’da. (0216) 556 98 00 ■ Ömer Faruk Tekbilek saat 21.00’de Tarihi Havagazı Fabrikası’nda. (0232) 293 10 91

■ Muza Rubackyte saat 22.00’de

Gümüşlük Eklisia Açıkhava’da. (0507) 349 59 68 T YATRO ■ ”İsim, Şehir, Hayvan” saat 21.15’te

Karşıyaka Açıkhava Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 ■ ”Robin Hood” saat 15.30’da İzmir Sanat’ta. (0232) 445 66 55

3 AĞUSTOS CUMA SERG ■ Ömer Erkaraman’ın sergisi Nail

Çakırhan & Ahmet Çambel Kültür Sanatevi’nde. (0252) 243 43 43 KONSER ■ Zeynep Dizdar saat 21.30’da İstinye

Eski Tersane Alanı’nda. 444 1 722 ■ İlhan Şeşen saat 22.00’de Yaşam

Parkı’nda. 444 55 22

4 AĞUSTOS CUMARTESİ SERG ■ Şefkat İşlegen’in sergisi 9 Ağustos’a kadar Kırmızı Ardış Kuşu Sanat Galerisi’nde. (0232) 716 65 51 ■ Kerem Ozan Bayraktar’ın sergisi 11 Ağustos’a kadar Nesrin Esirgeten Collection’da. (0212) 243 78 53

123

KONSER ■ Zülfü Livaneli saat 21.15’te Yalıkavak

Palmarina Amfi Tiyatro’da. Milliyet Sanat A ustos 2012


■ ■ ■ ■ ■

AYIN Ç NDEN

kadar Arte İstanbul’da. (0212) 344 06 60 8 A USTOS ÇAR AMBA SERG ■ Karma Yaz Sergisi

11 Ağustos’a kadar Derinlikler Sanat Merkezi’nde. (0212) 291 82 55 ■ ”Baskı Resminin Ustaları 2012” başlıklı sergi 13 Eylül’e kadar Arte Sanat Galerisi’nde. (0312) 440 08 81

9 AĞUSTOS PERŞEMBE SERG ■ ”Ters Sergileri <40” başlıklı sergi 18 Ağustos’a kadar Proje 4L/Elgiz ÇSM’de. (0212) 290 25 25 ■ ”Kadına Dair” başlıklı sergi 15 Ağustos’a kadar Mine Sanat Galerisi’nde. (0216) 385 12 03 KONSER ■ Yansımalar saat 21.00’de

Tarihi Havagazı Fabrikası’nda. (0232) 293 10 91 ■ Harri Kuusijarvi saat 22.00’de Gümüşlük Eklisia Açıkhava’da. (0507) 349 59 68

10 AĞUSTOS CUMA Ardan Özmeno lu’nun “Made in Turkey” isimli sergisindeki Orhan Gencebay eseri.

(0216) 556 98 00 ■ Anadolu Filarmoni Orkestrası ve Neşet Ertaş saat 22.00’de Bodrum Antik Tiyatro’da. (0312) 309 08 50 T YATRO ■ ”Cam” saat 21.30’da Ayvalık

Amfiteatr’da. (0216) 556 98 00 GÖSTER ■ Troya 21.30’da Turkcell Kuruçeşme

Arena’da. (0216) 556 98 00

5 AĞUSTOS PAZAR SERG ■ ”Dört İsim 4 Sanat” başlıklı serigi 11 Ağustos’a kadar Altın Yunus Sanat Galerisi’nde. (0232) 723 12 50 ■ ”Nevyaz” başlıklı sergi 11 Ağustos’a kadar Galeri Nev’de. (0312) 437 93 90

6 AĞUSTOS PAZARTESİ 124

SERG ■ Hans Scheib, Markus Schaller ve Yunus Tonkuş’un sergisi 15 Ağustos’a kadar Çırağan Palace Kempinski Heykel Galerisi’nde. (0212) 326 46 46

7 AĞUSTOS SALI SERG ■ Yunus Tonkuş’un serigisi 18 Ağustos’a Milliyet Sanat A ustos 2012

SERG ■ Nurhilal Harsa’nın sergisi 15 Ağustos’a

kadar Kırmızı Ardıç Kuşu Sanat Galerisi’nde. (0232) 716 66 63 ■ ”Sanatta Özgünlük Belgeleri” başlıklı sergi 26 Ağustos’a kadar SALT Beyoğlu’nda. (0212) 292 76 05 KONSER

Konser verecek isimlerden biri de Sasha.

Elektronik müzik bu festivalde Urban Bug, dünyanın en önemli elektronik müzik dergilerinden DJ Mag işbirliğiyle 20 Ağustos’ta Gold Series’in ilk organizasyonunu gerçekleştirecek. Maçka Küçükçiftlik Park’ta düzenlenen Gold Series’te elektronik müziğin önemli isimlerinden Sasha, Sander Kleinenberg, Marc Vedo ve Macit Kimyacı sahne alacaklar. 14.00’te başlayacak olan etkinlikte konserlerin yanı sıra pek çok aktivite de yapılacak. www.urbanbugtr.com

T YATRO ■ ”Deli Dumrul” saat 22.00’de Denizli Hirapolis’te. (0312) 309 08 50

12 AĞUSTOS PAZAR SERG ■ Tina Modotti’inin sergisi 15 Ağustos’a kadar Cihangir Sanat Galerisi’nde. (0212) 244 94 99 ■ ”Karma Sergi” 17 Eylül’e kadar Doku Sanat Galerisi’nde. (0212) 246 24 96

■ Göksel saat 21.30’da Turkcell

KONSER

Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ■ Oldies But Goldies saat 22.00’de Babylon Aya Yorgi’de. (0216) 556 98 00 ■ Şükriye Tutkun saat 22.00’de Beylikdüzü Belediyesi Konser Alanı’nda. (0212) 873 01 14

■ Jonathan Plowright saat 22.00’de

11 AĞUSTOS CUMARTESİ SERG ■ Ardan Özmenoğlu’nın serigisi 16 Ağustos’a kadar Casa Dell’Arte’de. (0252) 367 18 48 KONSER ■ İncesaz saat 21.30’da Turkcell

Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ■ Yalın saat 21.15’te Yalıkavak Palmarina Amfi Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 ■ Fuat Saka saat 23.00’te Yeşilyurt Atakum’da. (0362) 439 2525

Gümüşlük Eklisia Açıkhava’da. (0507) 349 59 68

13 AĞUSTOS PAZARTESİ SERG ■ ”Other Revolts” başlıklı sergi 25 Ağustos’a kadar Galeri Nev’de. (0212) 252 15 25

14 AĞUSTOS SALI SERG ■ ”Ali’nin Koçosu” başlıklı sergi 31 Ağustos’a kadar Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde. (0212) 230 19 76

15 AĞUSTOS ÇARŞAMBA SERG ■ Nadia Arditti’nin Heykel Sergisi 8 Eylül’e kadar Dem-Art Sanat Galerisi’nde. (0212) 287 78 67 ■ ”Fransız, Belçikalı ve Türk Çizgi Romanlarına Çapraz Bakış” başlıklı


sergi 31 Ağustos’a kadar FKM’de. (0212) 393 81 11

Göksel 10 A ustos’ta Turkcell Kuruçe me Arena’da.

KONSER ■ İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kent

Orkestrası konseri saat 22.00’de Beylikdüzü Konser Alanı’nda. (0212) 873 01 14 T YATRO ■ ”Kırmızı Erik Çekirdeği” saat 15.30’da

İzmir Sanat’ta. (0232 445 66 55)

16 AĞUSTOS PERŞEMBE SERG ■ Josephine Powell’ın sergisi 21 Ekim’e kadar Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü Sanat Galerisi’nde. (0212) 393 60 00 KONSER ■ Halil Karaduman ve Türk Kahvesi

Grubu saat 21.00’de Tarihi Havagazı Fabrikası’nda. (0232) 293 10 91 ■ Erol Erdinç saat 21.00’de Eklisia Açıkhava’da. (0507) 349 59 68

17 AĞUSTOS CUMA SERG ■ ”Yaz Karması” başlıklı resim heykel sergisi 30 Eylül’e kadar Krişna Sanat Merkezi’nde. (0312) 418 02 53 ■ Burhan Doğançay’ın sergisi 23 Eylül’e kadar İstanbul Modern’de. (0212) 337 73 00 KONSER ■ Şevval Sam saat 21.30’da İstinye Eski Tersane Alanı’nda. 444 1 722

18 AĞUSTOS CUMARTESİ SERG ■ ”Padişahın Evi” başlıklı sergi 15 Ekim’e Kadar Topkapı Sarayı Müzesi’nde. (0212) 512 04 80 ■ ”Maddenin Halleri” başlıklı sergi 25 Ağustos’a kadar Armaggan Art & Design Gallery’de. (0212) 522 44 33 KONSER ■ Suzan Kardeş saat 22.00’de

Beylikdüzü Konser Alanı’nda. (0212) 873 01 14 ■ Sibel Köse saat 22.00’de Gümüşlük Eklisia Açıkhava’da. (0507) 349 59 68

19 AĞUSTOS PAZAR SERG ■ Madje Unuttu’nun sergisi 30 Eylül’e kadar İFSAK’ta. (0212) 292 42 01 ■ Füge Demirok’un sergisi 1 Ekim’e kadar Kempinski Hotel’de. (0252) 311 03 03

20 AĞUSTOS PAZARTESİ SERG ■ ”Koleksiyon’dan” başlıklı karma sergi 31 Ağustos’a kadar Galeri Polart’ta. (0312) 439 14 80 ■ Pervin Özdemir’in sergisi 30 Ağustos’a kadar İzmir Mask Müzesi’nde. (0232) 465 31 07 KONSER ■ ”Gold Series” isimli konser saat 14.00’te KüçükÇiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00 T YATRO ■ ”Fehimpaşa Konağı” saat 21.00’de

Ertosun’un tabloları Bodrum’da Çalışmalarını Galata Kuledibi’ndeki atölyesinde sürdüren ressam Renan Ertosun yeni sergisiyle Bodrum’daki sanatseverlerle buluşuyor. Görüneni hızla kayda alan sanatçı “Renk, Hız ve Haraket” başlıklı sergisinde şekilden şekle, renkten hıza, ışıktan düzleme, gidiş - gelişler ve dönüşümleri tuvallerine yansıtıyor. Ertosun’un tabloları 18 - 31 Ağustos tarihleri arasında Bodrum Gliss Hotel’de görülebilir. (0252) 387 0301

Altınoluk Amfi Tiyatro’da. (0266) 396 14 24

21 AĞUSTOS SALI SERG ■ Berlinde de Bruyckere’in sergisi 26 Ağustos’a kadar Arter’de. (0212) 243 37 67 KONSER ■ Oi Va Voi saat 23.00’te Babylon Aya

Yorgi’de. (0216) 556 98 00

22 AĞUSTOS ÇARŞAMBA SERG ■ Sophia Popery’nin sergisi 26 Ağustos’a kadar Arter’de. (0212) 243 37 67 ■ ”İstanbul Eindhoven-Saltvanabbe 68 - 69” başlıklı sergi 26 Ağustos’a kadar SALT Beyoğlu’nda. (0212) 337 42 00

23 AĞUSTOS PERŞEMBE SERG ■ Katharina Grosse’nin sergisi 3 Eylül’e kadar Dirimart’ta. (0212) 291 34 34 ■ ”Düşünen Tohum Konuşan Toprak: Cumhuriyet’in Köy Enstitüleri” başlıklı sergi 27 Ekim’e kadar Sunan ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde. (0212) 334 09 00 KONSER ■ Tual Sezi saat 21.00’de Tarihi Havagazı

Fabrikası’nda. (0232) 293 10 91

24 AĞUSTOS CUMA SERG ■ ”Mesafe ve Temas” başlıklı sergi 31 Aralık’a kadar Baksı Müzesi’nde. (0458) 247 34 38 KONSER ■ Gülben Ergen saat 21.00’de Turkcell Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ■ MFÖ saat 21.15’te Yalıkavak Palmarina Amfi Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 Milliyet Sanat A ustos 2012

125


Kuruçeşme Arena’da. (0216) 556 98 00 ■ Ayşe Gencer ve İmer Demirer saat 22.00’de Gümüşlük Eklisia Açıkhava’da. (0507) 349 59 68

■ ■ ■ ■ ■

■ ■ ■ ■ ■

AYIN Ç NDEN

DÜNYADAN SANAT

26 AĞUSTOS PAZAR SERG ■ ”KoBra: Özgür Sanatın 1000 Günü” başlıklı sergi 16 Eylül’e kadar SSM’de. (0212) 277 22 00

27 AĞUSTOS PAZARTESİ SERG ■ ”Rewind, Pause, Fast Forward: Mirrors on Iran” başlıklı ergi 29 Eylül’e kadar Pi Artworks’te. (0212) 245 40 87

28 AĞUSTOS SALI

Cengiz Baysal, Batuhan Mutlugil, Ari Barokas ve Kaan Tangöze (soldan sa a)

Babylon Soundgarden Çeşme’de İstanbul’da Mayıs sonunda düzenlenen Babylon Soundgarden, 30-31 Ağustos’ta Çeşme Babylon Aya Yorgi’de gerçekleşecek ikinci bölümüyle yaz mevsimini kapatmaya hazırlanıyor. Babylon Soundgarden Çeşme aralarında İngiliz hip hop yıldızı Example, Türk rock müziğinin vazgeçilmez grubu Duman, dans pistlerininin aranan ismi Bedük, Replikas, Alp Ersönmez Cereyanlı feat. DJ Logic, Kolektif İstabul ve Four In The Pocket’ın bulunduğu bir çok başarılı grubu ağırlayacak. Ayrıca festival boyunca White Mink, Club Bangkok, 1888 DJ’leri, Style-ist’in de DJ Setleri ile müzik 2 gün boyunca aralıksız devam edecek. (0216) 556 98 00

SERG ■ Deiter Sauter’in serigisi 5 Eylül’e kadar İstanbul Üniversitesi Dil Merkezi Sanat Galerisi’nde. (0212) 243 67 29

Boetti’nin çalı ması.

29 AĞUSTOS ÇARŞAMBA

SERG ■ Madrid Reina Sofia Müzesi ile Londra’daki Tate Modern Müzesi işbirliğiyle gerçekleştirilen “Alighiero Boetti: Oyun Planı” adlı sergi İtalyan sanatçı Boetti’nin memleketi dışında düzenlenen en kapsamlı sergisi olma özelliğini taşıyor. ‘60’lı yılların başından itibaren Torino’da gerçekleştirdiği sergilerle dikkat çeken Boetti, Luciano Fabro, Mario Merz, Giulio Paolini ve Michelangelo Pistoletto gibi isimlerle birlikte Arte Povera hareketinin önde gelenleri arasında kabul ediliyor. Sergi 1 Ekim’e kadar MoMA’da izlenebilir.

SERG ■ Nilay Meral’in sergisi 17 Eylül’e kadr Moda Deniz Kulübü Sanat Galerisi’nde. (0216) 346 90 72 ■ ”Kes Yapıştır” başlıklı sergi 31 Ağustos’a kadar Galeri İlayda’da. (0212) 227 92 92

30 AĞUSTOS PERŞEMBE SERG ■ Gerwald Rockenschaub’un sergisi 2 Eylül’e kadar Borusan Contemporary’de. (0212) 393 52 00

31 AĞUSTOS CUMA SERG ■ ”Meksikalı Dünyalar” başlıklı fotoğraf sergisi 16 Eylül’e kadar Cer Modern’de. (0312) 310 00 00

126

SERG ■ ”Hep Birlikte V” başlıklı karma sergi Artgalerim Nişantaşı’nda. (0212) 265 10 34 ■ Metin Benek’in sergisi 15 Eylül’e kadar Alta Sanat Galerisi’nde. (0212) 282 69 65 KONSER ■ Cafe Aman saat 21.00’de Turkcell Milliyet Sanat A ustos 2012

■ ■ ■ ■ ■

KONSER ■ Kıraç 21.00’de Turkcell Kuruçeşme

Arena’da. (0216) 556 98 00 ■ Yves Larock saat 23.00’te Kafepi

Beach Club’da. (0216) 556 98 00 ■ Sarp Maden saat 22.00’de Gümüşlük

Eklisia Açıkhava’da. (0507) 349 59 68

25 AĞUSTOS CUMARTESİ

www.moma.org

T YATRO ■ Faust saat 20.30’da Muammer Karaca Tiyatrosu’nda. (0312) 210 01 50

GEÇEN AY Ç N NOT Milliyet Sanat’ın Temmuz sayısında yer alan Tiyatro Medresesi haberinde kullanılan Erdem Şenocak fotoğrafı Sancar Dalman tarafından çekilmiştir.

Kasabian

KONSER ■ Ünlü müzik dergisi NME’nin kurumsal destek verdiği Berkshire’da düzenlenen Reading Festival 24 - 26 Ağustos tarihleri arasıda gerçekleşecek. festivalde sahne alacak isimler arasında Kasabian, The Cure, Kaiser Chiefs ve Foo Fighters bulunuyor. www.readingfestival.co.uk


FOTO RAF: ECE YILMAZ

■ ■ ■ ■ ■

Sergide Bond için yapılan tasarımlar var.

SERG ■ Dünyanın en ünlü ajanı James Bond’un 1962 tarihli “Dr No” filminden 2012 tarihli “Skyfall”a uzanan elli yıllık tasarım sürecini mercek altına alan sergi Londra Barbican Centre’da meraklılarını bekliyor. “007’yi Tasarlamak / Bond Stilinin 50 Yılı” başlıklı sergi 5 Eylül’e kadar izlenebilir. www.barbican.org.uk

■ ■ ■ ■ ■ KONSER ■ Bu yıl onuncusu düzenlenen Rock Placebo en Seine, Fransa’nın en büyük rock festivali. 24 - 26 Ağustos’ta Seine Nehri kıyısında gerçekleşecek festivalde Placebo, The Black Keys, Green Day, Noel Gallagher’s High Flying Birds gibi günümüz rock sahnesinin önde gelen isimleri yer alıyor. www.rockenseine.com

Sevdiğiniz karakteristik özelliğiniz nedir? Disiplin. Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Güzellik. Bir erkekte aradığınız en önemli özellik? Güvenilirlik. Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Her şeyi çok ciddiye almak. Mutlu olmak için ne yaparsınız? Hata yapmamaya gayret ederim. Sizi en çok ne mutsuz eder? Adaletsizlik. Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? İstanbul ve Paris. Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? Marcel Ayme, J.D. Salinger, Norman Mailer, Stephen King, Cemal Süreya. Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? Holden Caulfield. Gerçek hayatta sevdiğiniz ‘kahramanlar’ kimler? Maradona, Oğuz Aral, Hasan Tahsin. İsminiz ne olsun isterdiniz? Prof. Dr. M.K. Perker En nefret ettiğiniz şeyler neler? Boş muhabbet. Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? Başkalarının aklını okumak isterdim. Nasıl ölmek isterdiniz? 100 yaşında, yatağımda ve başucumda birçok genç çizer beklerken... Sevdiğiniz bir söz var mı? Son delikanlıyı Çanakkale’de vurdular.

■ ■ ■ ■ ■

PROUST ANKET

Kutlukhan Perker Yayın hayatına geri dönen Harakiri dergisinin kurucularından M. K. Perker, Proust Anketi’nin bu ayki konuğu oldu...

Sevdiğiniz müzisyenler kimler? Bryan Ferry, Billlie Holiday, Leonard Cohen, Johnny Cash. Sizin için en değerli şey nedir? Aslı E. Perker. Yaptığınız en büyük savurganlık? Halen hatırlayabildiğim kadar büyük bir savurganlık yapmadım. Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Paris, Amsterdam ve İzmir’in çevre beldeleri. Hangi durumlarda yalan söylersiniz? Hiç ilgimi çekmeyen konularda bazen nezaketen o konuyla ilgili sorular sorarım. En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? Birader. Hadi hayırlısı. Kahve? En büyük pişmanlığınız nedir? Halen hatırlayabildiğim kadar büyük bir pişmanlığım yok. Eğer ölseydiniz ve bir insan ya da bir nesne olarak geri dönseydiniz ne/ kim olurdunuz? Oğuz Aral. Şu anki ruh haliniz nedir? Mutluyum. Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Bayan Perker ve sinema. Kendinizde onaylamadığınız davranışlarınız neler? Çok çabuk güvenirim. En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Çizmem gereken her işi zamanında yetiştirdiğimde çok mutlu olurum. Kendinizde bir şeyleri değiştirebilseydiniz bunlar neler olurdu? 10 cm daha uzun olmak isterdim. Milliyet Sanat A ustos 2012

127


■ ■ ■ ■ ■

BULMACA

İLKER MUMCUOĞLU mumcuogluilker@gmail.com

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10 11 12 13 14 15

1 2 3 4 5 6

SOLDAN SA A 1. Ian Anderson’lı müzik grubu - Halk. 2. Teniste, hızlı, iyi, karşılanamayan servis atışı - Kulak iltihabı - Karabük’ün bir ilçesi. 3. Cengiz Aytmatov’un bir romanı - Vergilius’un tanınmış destanı. 4. Devlet Ana yazarını simgeleyen harfler - Necati Cumalı’nın bir oyunu Bebekleri eğlendirmek için çıkarılan ses. 5. Kültür - Cep telefonu kısa mesajı - “Erdal ...” (şair). 6. Japon Buddha rahibi - Bir bağlaç - Almanya’da bir kent. 7. Bir soru sözü - Ortaya koyma, gösterme - İngilizce “selam” - “Erkan ...” (aktör). 8. Güreşte bir oyun - “Belkıs ...” (türkücü) - Türk müziğinde bir makam adı. 9. “Kamuran ...” (Laleler ve Reyhan adlı şarkıları da söylemiş olan şarkıcı) - Zülfü Livaneli’nin bir albümü - Yavru, çocuk. 10. Bir ticari şirketin kısa yazılışı - Frankfurt Okulu’nun bir temsilcisi. 11. Ödünç alınan ya da verilen şey - “... Benol” (Oğuz Atay’ın, Tehlikeli Oyunları’nın baş kahramanı) “... Bezirci” (Sivas Katliamı’nda yakılan ünlü yazarımız). 12. Sazın en kalın teli Neden, güdü - Bir nota. 13. Genişlik “Orhan ...” (Şili’de Av, Fadik Kız ve Ölü Kentin Nabzı adlı oyunları da yaratan yazar) - Molibdenin simgesi - Enis Batur’un bir şiir kitabı. 14. Ali Özgentürk’ün bir filmi - Lapinagillerden, güzel renkli, 50 cm uzunluğunda bir balık - Çocuk dilinde kedi. 15. “Halil ...” (aktör) - “Turgay ...” (şair, yazar) - “Om Mani Padme ...” (Asaf Halet Çelebi’nin bir şiir kitabı).

128

YUKARIDAN A A IYA 1. Francis Ford Coppola’nın bir filmi “Sudaki ...” (Tuğrul Tanyol’un bir şiir kitabı) - Alfabe. 2. “Evsiz kalmanın, evinden uzak düşmenin acısını bilen, tahmin edebilen herkese yazılmış” Milliyet Sanat A ustos 2012

7 8 9 10 11 12 13 14 15

olan Ağrı’nın Derinliği adlı kitabını yayımlayan yazar. 3. Bir sanat yapıtında işlenen konu - Orhan Pamuk’un “Kar” romanıdaki temel tip - İlave - İlaç - Gümüşün simgesi. 4. Kayınbirader - O gösterme sıfatının eski biçimi - Eskiden Karagöz oynatılan kahvelere verilen ad. .5. Modern zamanların filozofu olan, tanınmış göstergebilimci. 6. Arthur Hailey’in bir romanı - Güç - “... Hanif” (moda tasarımcısı). 7. Boru sesi Sahip - “... Gündüz Kutbay” (neyzen) Sıtma ilacı. 8. Oğuz Atay’ın yarattığı bir çizgi kahraman - “... Gündüz” (yazar). 9. Fransiz Şair Louis Aragon’un, en güzel şiirlerini yazdığı eşinin adı - “Uzayacağa benzer / Tutuştuğumuz ...” (Behçet Necatigil) - Lavrensyumun simgesi. 10. “... Olin” (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Bay Jones adlı filmlerde de oynayan aktris) - “Ernesto ... Guevara” (“Kayalıkta çakılı yelkenli / sana bırakıyorum veda şarkımı”) - Şifalı otlarla tedavi. 11. II. Mahmut devrinde feslerin tepesine püskülü tutturmak için takılan metal tepelik - Bromun simgesi - Jüpiter’in bir uydus. 12.

Orhan Hançerlioğlu’nun bir romanı “... Corbusier” (mimar) - Sih dininin kurucusu - “... Yi” (Çin’in Son İmparatoru). 13. Şeker Portakalı’nın yazarı - Yarı. 14. Lahza - Konut - “... Gardner” (unutulmaz aktris) - Iris Murdoch’un yaşamını anlatan film. 15. Sessiz bir tiyatro - Erden Kıral’ın bir filmi - “Ne arzum, ne ... / Yaralanmış bir elim / Ben gurbette değilim / Gurbet benim içimde” (Kemalettin Kamu).

GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1

2

3

4

5

6

7

8

9

1

T

R

A

C

T

A

T

U

S

2

H

E

R

O

A

R

10 11 12 13 14 15

A

S

U

D

E

U

L

Y

S

S

E

S

E

A

U

R

A

T

O

L

E

M

A

N

A

R

L

İ

A

S

S

3

O

B

A

4

M

E

Z

A

R

5

A

C

İ

T

A

T

O

6

S

C

L

İ

A

N

İ

7

B

A

N

S

K

A

R

8

E

R

B

E

D

E

9

R

A

H

A

N

İ

K

10 N

A

O

İ

R

E

S

M

E

T

İ

11 H

B

R

L

A

E

S

H

L

E

A

N

A

A

R

E

N

I

M

12 A

L

K

13 R

İ

E

14 D

E

R

E

15

D

E

V

A

E

İ

K

T

O

L A F

L

K V

A

İ

A

A

O A

F

İ

L

E

Z

İ

Y

İ

V

A

N

İ

L

İ

T

A

İ

T

A

N

A

E

T

A

N

E

P N

A

M

O

Ş

A

L

İ

N

E


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.